Kategori: Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy

  • Sonuç: Günümüzdeki Psikanaliz Üzerine Bazı Kişisel Düşünceler

    Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin [Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş]’in Sonuç bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikanalitik Kimlik

    Bir klinisyen olarak, hastalarıma yardım edebileceğim yönündeki umutlu beklentiyle çalışmama dâhil olurum. Kırk yılı kapsayan kendi mesleki gelişimime ilişkin düşündüğümde, psikanalitik bir sürecin dönüştürücü olma potansiyeline duyduğum umudun, ilk olarak kendi analitik deneyimim aracılığıyla -hasta olarak- ve bu deneyimin beni maruz bıraktığı zorunlu kırılganlık ve bağımlılık sayesinde içimde pekiştiğini fark ederim. Bu deneyimsel bilgi, herhangi bir ders kitabı ya da kendi hastalarımıza ilişkin gözlemlerimiz tarafından ikame edilemez. Kişisel terapimizi ya da analizimizi yürütme deneyimi, psikanalitik olarak çalışmanın ne anlama geldiğinin temel bir yönüdür. Bu deneyim benzersizdir. Yazı ya da dersler aracılığıyla bir başka kişiye bağımlı olmanın ne anlama geldiğini ya da güçlü yansıtmaların etkisi altında olmanın ne anlama geldiğini öğretmek mümkün değildir. Kişisel terapi ya da analiz aracılığıyla gelişen türde bir özbilgi (self‐knowledge), başka bi kişinin bilinçdışını anlamak isteyenler için vazgeçilmezdir. Ancak özbilgiye giden tek yol olarak psikanalizi konumlandırmak, onu idealleştirilmiş bir nesne olarak konumlandırmaktır. Bir öğretmen ve eğitmen olarak çalışmalarımda, hiç divana yaklaşmamış bazı öğrencilerin sezgiselliğinden tekrar tekrar etkilenmişimdir; tıpkı zaman zaman, divanda on beş yıl geçirdikten sonra kendi benliğimin ve uygulamamın bazı yönlerinden hayal kırıklığına uğramış olduğum gibi. Bu bizi şaşırtmamalıdır. Ne de olsa Etchegoyen’in (1999) alaycı biçimde gözlemlediği gibi, iyi bir analizden sonra önceki halimizden daha iyi oluruz ama mutlaka başkalarından daha iyi olmayız.

    Kendi klinik eğitimime başladığımdan beri, önce 1990’larda bir klinik psikolog olarak, ardından bir psikanalitik terapist olarak ve daha sonra bir psikanalist olarak, birkaç süpervizyon molasıyla Bağımsızlar’ın orta alanındaki Freudyen ve Klein’cı kişisel analizlerden geçtim. Her deneyim bana birçok değerli şey öğretti. Aynı zamanda, sadece benim hakkımda değil fakat bir kurum olarak ve bir meslek olarak, aynı zamanda bir terapi yöntemi olarak psikanaliz hakkında, bazıları rahatsız edici, birçok soru gündeme getirdi

    Psikanalist olarak eğitim aldığım dönemde analistimi ve süpervizörlerimi seçmemin kuramsal olarak beni bir ‘Kleinci’ yaptığını biliyorum ancak uygulamada onların hiçbirini Kleinci oldukları için değil, hastalarına karşı şefkatli oldukları için, benim kendimi ve çalışmamı anlamama yardımcı oldukları için ve bana, kendine özgü nedenlerimle esin verici oldukları için seçtim -özellikle de anlayışlarının hafif ve alçakgönüllü bir dokunuşla içimde derinlere ulaşması nedeniyle.

    Bu kitapta psikanaliz içindeki farklı gelenekleri yansıtan geniş bir yelpazeye yayılan düşüncelerden yararlandım ve hangi analitik grupla aynı hizaya geldiğimin tamamen açık olmaması mümkündür. Bunun nedeni, gerçekte herhangi bir grupla aynı hizaya gelmememdir. Gruplar, mesleğimizin araçları üzerine eleştirel düşünmeye karşı koyan, yardımcı olmayan varsayımları ve mitleri sürdüren, kolaylıkla kendi içine kapalı biçimlerde işleyebilir. Eğer bir ‘BİZ’ varsa bir de ‘ONLAR’ vardır. Genel olarak psikolojik terapiler dünyası -yalnızca psikanaliz değil- herhangi başka bir toplumsal grupla hiçbir şekilde farklı değildir: hepimiz kendi dünya görüşümüzü ve ona uygun olan terapötik yaklaşımı desteklemede çıkar sahibiyiz. Ben de öyleyim. Aslında, merak ediyor olmanız ihtimaline karşı, başkalarıyla ilişki kurduğumuz öznel bakış açımıza sahip olmanın -yani, ideali akla dayalı gerekçelendirilmiş bir argümana dayanan, kendi bakış açımıza yönelik kendinden emin bir inancın- ruh sağlığımız için vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum ve bu ‘analitik kimliğimizin’ bir parçası hâline gelir.

    Özdeşimler, psikolojik gelişimin (çoğunlukla bilinçdışı olan) belkemiğidir ve belirli gruplar ya da kimliklerle bilinçli özdeşleşmelerimizde ortaya çıkar. ‘Analitik bir kimlik’ oluşturmak, bir klinisyen olarak gelişimimizin temel bir parçasıdır. Ancak bunu yaparken, tüm kimlik kategorilerinin açıkça sınırlandırılmış bir bölge gibi işlediğini akılda tutmak önemlidir: ‘Ben buyum ve şu değilim.’ Değişen derecelerde, hepimiz hem kendimize hem de başkalarına karşı anlaşılır hissettiğimiz bu tür sınırlandırılmış bölgeleri ararız.

    ‘Psikanalist’i ‘psikanalitik psikoterapist’ten ayıranın ne olduğuna ilişkin süregelen tartışmalara dönersek, şaşırtıcı olmayan biçimde, analitik kimliğe yönelik algılanan en büyük tehdidin bize en çok benzeyenler tarafından ortaya konduğuna dikkat kesiliriz.¹ Primo Levi, sözde ‘saflığın’ çekiciliğini ve algılanan ‘saf olmayışın’ meydan okumasını iyi yakalar:

    İlk gün kaderim çinko sülfatın hazırlanması için görevlendirilmek oldu … Ders notları, ilk okumada gözümden kaçan bir ayrıntı içeriyordu; yani, böylesine nazik ve hassas çinkonun, tek lokmada onu yutan aside bu kadar kolay teslim olmasına karşın, çok saf olduğunda çok farklı bir biçimde davrandığını: o zaman inatla saldırıya direnir. Bundan iki birbiriyle çelişen felsefi sonuç çıkarılabilir: kötülükten bir zırh gibi koruyan saflığın övgüsü; değişikliklere, başka bir deyişle yaşama yol açan saf olmayışın övgüsü.

    (Levi, 1984: 33–34)

    1 Bu bölümün bazı kısımları A. Lemma (2023c) ‘Who Do You Think You Are? Some Reflections on Analytic Identity’. International Journal of Psychoanalysis, 104: 5: 843–848 ve ayrıca: A. Lemma (2022b) Heilen durch Wissen (Healing through Knowledge). In: Nolte, Tobias; Rugenstein, Kai. 365 x Freud: Ein Lesebuch für jeden Tag. Stuttgart: Klett-Cotta.’da yer almaktadır.

    Gruplar, kendi türlerine özgü terapötik çinkonun saflığını korumaya çok sık çalışabilirler. Bir psikanalitik psikoterapist olarak (haftada bir ile üç kez oturumlar sunarak) ve ardından bir psikanalist olarak (haftada beş kez oturumlar sunarak) eğitim almış biri olarak, her iki uygulamanın da ortak kavramsal zemini ve teknikleri paylaştığı benim için açıktır (Alexander, 1954). Bu kitapta psikanalizin haftada bir ile üç kez yapılan psikanalitik psikoterapiye uygulanmasına odaklandım. Ancak ‘uygulamalı psikanaliz (applied psychoanalysis)’ terimi yanlış hiyerarşiler yaratmamalıdır: haftada beş kez yapılan bir psikanaliz de haftada bir kez yapılan bir psikoterapi de zihnin psikanalitik bir modelinin ‘uygulamaları’dır. Uygulamada, bunların ‘analitik tutum’un (analytic attitude) sürdürülmesine ve yeniden kazanılmasına yönelik dikkatli bir özen tarafından birleştirildiğini öne sürüyorum (Bkz. Bölüm 4 ve 7). Bana göre psikanalitik çalışma, her şeyden önce terapistin içsel düzenlemesiyle (internal setting) tanımlanır ve uygulama yaptığımız dışsal düzenlemeyle (external setting) ya da hastaya sunulan oturum sıklığıyla tanımlanmaz. Psikanalitik çalışmanın ayırt ediciliği, aktarımın sistematik kullanımında yatar; bu ise, hastanın zihin durumuna ilişkin anlayışımızı ve en verimli biçimde nasıl müdahale edileceğini şekillendirmek için aktarım deneyimimize kök salmış analitik bir tutumun sürdürülmesini içerir.

    Bununla birlikte, iki uygulama yalnızca daha az ya da daha çok yoğun, daha kısa ya da daha uzun aynı müdahaleyi sunuyor olarak kabul edilemez. Kapsamları, talepleri (hasta ve klinisyen üzerinde) ya da uygunlukları bakımından eşdeğer değildir. Haftada bir kez hasta görme konusunda eğitim almış bir psikanalitik psikoterapist nasıl daha yoğun çalışmak için gereken bazı yetkinliklerden yoksun olabilirse, bir psikanalist de kısa, odaklanmış bir psikanalitik terapi sunma konusunda yetkinliklerden yoksun olabilir. Başka bir deyişle, her iki uygulama da özgül ve örtüşen alanlarda yüksek düzeyde yetkinlik gerektirir. Farkları, (haksız) bir ‘uygulamalar hiyerarşisi’ni pekiştirmek için vurgulamıyorum (Spurling, 2018). Sorun farkların varlığı değil, farkları nasıl kullandığımızdır. Farkları bulanıklaştırmak, bazı insanların zihninde var olan hiyerarşinin çözümü değildir; farklı uygulamaların ilgili özgüllüğünü dile getirmek ve onlara değer vermek ve onların örtüşme alanlarını kabul etmek, böyle hiyerarşilere yönelik en sağlam meydan okumayı ortaya koyar.

    Zaman içinde kendimde gözlemlediğim en önemli değişikliklerden biri, aynı hasta ile birçok yıla yayılan uzun psikoterapiler ve analizlerde klinik olarak çalışma deneyimi tarafından bilgilendirilmiştir. Hastalarla bu boylamsal deneyim, çalışmamızın önemli bir temel taşı olan umudumu biçimlendirmiş ve sürdürmüştür (Bkz. Bölüm 7). Umut, ruhsal olarak çorak arazilerde ilerleyip hayatta kalma yaşantısından ve birçok yıl sonra, bütünleştirme çalışmasını mümkün kılan ruhsal bir açıklığa çıkmaktan doğar. Bu paha biçilmez perspektif, yalnızca tamamlanmış analizlerin/terapilerin zaman içindeki deneyimiyle içimizde pekişebilir. Aynı şekilde, daha kısa, odaklanmış psikanalitik müdahalelerle başarılabilecekler karşısında derinden etkilendim. Bu deneyim, başlangıçta taşıdığım, ‘daha uzun’un kaçınılmaz olarak ‘daha iyi’ olduğu yönündeki önyargıya meydan okumuştur.

    Bu kitabın tam başında gördüğümüz gibi, yalnızca psikanalizin farklı uygulanma biçimleri değil, aynı zamanda bir zihin kuramı olarak psikanalizin birkaç farklı versiyonu da vardır. Bu kitapta bazı bölümlere kimi zaman farklı perspektiflerden yaklaştım; psikanaliz içindeki ayrışan kuramsal yönelimlerden elde edilen içgörüleri bir araya getirdim. Belki bu beni çoğulcu (pluralist) ya da bütünleştirici (integrationist) yapar, gerçi bu terimlerin gerçekte ne anlama geldiğinden hiçbir zaman emin değilim. Eğer bu, insan zihnini ve terapi sürecini anlamanın farklı yolları olduğunu düşündüğüm anlamına geliyorsa, bu doğrudur. Eğer bu, az önce belirttiğim gibi, psikanalizin yalnızca tek bir ekolüyle öncelikli olarak özdeşleşmekte zorlandığım anlamına geliyorsa, bu da doğrudur. Eğer bu, bir hasta ile çalışırken önemli olanın, belirli bir kuramın buyurduğundan ziyade hastanın herhangi bir anda neye ihtiyaç duyduğuna göre yönlendirilen esnek bir yaklaşım olduğuna inandığım anlamına geliyorsa, bu da doğrudur. Belki de çocukluğumun değişen kültürel manzaralarına uyum sağlamak için farklı dilleri öğrenmek zorunda kalmış biri olarak, içimde, herhangi bir terapötik dili nihai olarak benimsememi engelleyen yerleşik bir olumsallık duygusu vardır.

    The Dialogic Imagination‘da Bakhtin (1981), diyalojizmin (dialogism) önemini savunur; ona göre bu, dil içindeki konumumuz tarafından zorunlu kılınır. Monolojizm (monologism), yalnızca tek bir dil olduğu yanılgısıdır. Diyalojizm ise herhangi tek bir dilin sınırlarını kabul etmek, deneyimin muazzam çoğulluğunu kucaklamak ve böylece Bakhtin’in ‘dillerin eleştirel karşılıklı canlandırılması (the critical interanimation of languages)’ olarak adlandırdığı şey içinde yönelimimizi sağlamak ve bir yer bulmaktır. Alanımızda henüz bu ‘dillerin karşılıklı canlandırılması’nın çok tutarlı bir biçimde görüldüğü söylenemez, ancak ben bu kitapta psikanalize bu ruhla yaklaştım.

    ‘Yavaş Düşünme’ye Övgü

    Bu paragrafı okuduğunuzda, günümüzde toplumda psikanalizin yeri ve bir psikolojik müdahale yöntemi olarak güçlü ve sınırlı yönleri hakkında kendi görüşünüze sahip olacaksınız. Bu kitabın 2003 yılındaki ilk baskısından bu yana, psikanalizi uyguladığımız ve yaşadığımız dünya değişti; özellikle de hızlı tempolu teknolojik gelişmeler nedeniyle. Bu yeni bağlamda, paradoksal biçimde, psikanaliz gerçekten olgunluk çağına girer.

    Freud her şeyi doğru yapmayı başaramadı, ancak sonuç olarak, dijital zamanlarda yaşarken ve uygulama yaparken bana fazlasıyla öngörülü görünen bazı uyarı niteliğindeki ifadelere geri dönmek istiyorum. 1910’da, ‘”Vahşi” psiko-analiz’de (‘”Wild” psycho‐analysis’), Freud şöyle yazdı:

    Bu, hastanın bir tür bilgisizlikten mustarip olduğu ve bu bilgisizliği ona bilgi vererek (hastalığının yaşamıyla olan nedensel bağlantısı, çocukluk dönemindeki yaşantıları vb. hakkında) ortadan kaldırdığınızda kaçınılmaz olarak iyileşeceği yönünde, uzun süre geçerliliğini yitirmiş bir fikir ve yüzeysel görünüşlerden türetilmiştir. … Bilinçdışına ilişkin bilginin hasta için psikanaliz konusunda deneyimsiz kişilerin sandığı kadar önemli olması durumunda, dersler dinlemek ya da kitaplar okumak onu iyileştirmek için yeterli olurdu. Ancak bu tür önlemler, sinir hastalığının belirtileri üzerinde, kıtlık zamanında menü kartları dağıtmanın açlık üzerinde yaptığı kadar etki yapar.

    (1910: 225)

    Freud, bilinçli olgulara erişimin nevrotik sıkıntılarımız için bir tedavi sağlamadığı için uyarırken, kuşkusuz dünyayı yetmiş yıl sonra biçimlendirecek dijital devrimden habersizdi -ki bu devrim bize akıl almaz kazanımlar getirmiştir, ancak önemli bedeller olmaksızın değil. Bugün terapi odalarımızda (consulting room), teknolojiyle bağlantılı ve teknoloji tarafından büyütülen sorunlardan yalnızca birkaçını anmak gerekirse, sosyal medya, oyun oynama ya da çevrim içi pornografi kullanımının fazlasıyla cezbedici hâle geldiği her yaştan hastalarla karşılaşıyoruz.² Web siteleri, süperegonun çözülmesini teşvik edecek biçimde tasarlanmıştır. Sözde ‘ikna edici tasarım’ tam da budur: kullanıcıları bağımlı tutarak iradelerini aşındırmak üzere tasarlanmıştır. Web sitesi sayfasında yanıp sönen ‘açılır pencereler’, kullanıcıyı kademeli olarak daha fazla web sitesini ziyaret etmeye ve aramalarını genişletmeye cezbetmektedir. Cocking ve Van den Hoven (2018) gerçekten de çevrim içi dünya ile sözde geleneksel dünya arasındaki ahlaki farkı vurgulayarak, ‘çevrim içi dünyaların ahlaki sis sorunlarını yarattığını ve büyüttüğünü’ ileri sürmüşlerdir (2018: xv).

    2 ‘Bağlantılı olan ve tarafından büyütülen’ ifadesini özellikle belirtiyorum çünkü bu sorunların teknoloji tarafından doğrudan bir biçimde ortaya çıkarıldığına inanmıyorum.

    Zihinlerimizin, farklı derecelerde, artık aygıtlarımız aracılığıyla 7/24 erişebildiğimiz ‘bilgi’nin baştan çıkarması ve bunun yaydığı kesinlik yanılsaması tarafından gasp edilmiş olmasını yok sayamayız. Bilgiyi o kadar çok sahiplenmek isteriz ki sahte olgularla yetiniriz. Ve yalnızca bilmek istemeyiz. Şimdi bilmek isteriz. Hız tarafından büyülenmiş durumdayız. Teknoloji, anlık şimdinin idealleştirilmesini teşvik eder. Her şeyin hiçbir yere gitmeye gerek kalmadan gerçekleşebileceğini düşünürüz, ancak aldanan biz oluruz: bu bir yanılsamadır çünkü olduğumuz yerde durmaktayız -ki bu, Virilio’nun (1999) ‘hızın eylemsizliği (inertia of speed)’ tanımında fazlasıyla iyi yakalanan bir kavramdır.

    Zihin harekete ihtiyaç duyar. Hareket olmadan yaşantıyı temsil edemeyiz ve bize gerçekten yardımcı olabilecek gerekli bilinçdışı ‘bilgi’ye ulaşamayız. Freud, engellenmenin ve beklemenin sağlık yardımlarını önceleyen bir ruhsal bildirge ile çoğunluk oyunu alamayabilir, ancak zihnin, gereksinimi karşılayan nesnenin yokluğuna yanıt olarak nasıl geliştiğine dair psikanalitik bir anlayış, mevcut eğilimlere güçlü bir düzeltmedir. ‘Gecikme’nin aracılığı psikolojik olarak anlamlıdır çünkü arzunun zihinde temsil edilmesini mümkün kılar: ne istediğini düşündüğün şeyi elde edemediğinde, onun yokluğu seni onu temsil etmeye ve ‘onu’ neden istediğini düşünmeye iter. Benzetme yoluyla, bir bebeği yürümeyi öğrenmeye iten şeyi hayal edebiliriz. Yürümeyi öğrenir çünkü kavrayışının doğrudan erişiminin ötesindeki şeylere ulaşmak ister: mesafe, bu becerinin kazanılma dürtüsünü teşvik eder. Anne babası her zaman nesneleri ona getirselerdi, bu onu hemen tatmin edebilirdi, ancak bu yürümeyi öğrenme kapasitesini olumsuz etkileyebilir. Nasıl ki bebeğin kavrayışının ötesinde olan şeyi isteme yaşantısı, motor gelişim için gelişimsel olarak gerekliyse, sunumun yokluğu da ruhsal gelişim için gereklidir. Bunun önemini kavramak, psikanalitik çalışma için de temeldir. Müdahalelerimiz temsil çalışmasını (work of representation) desteklemeyi amaçlar, ancak hastanın kendi yorumlarına varması için zamana izin vermemiz ve anlayışımızla çok hızlı biçimde araya girerek onu bu fırsattan mahrum bırakmamamız gerekir. Bu nedenle, çalışmamızda zaman ve zamanlama özün ta kendisidir.

    Nasıl ki daha yavaş bir yaşam temposunu kutlayan ve yediğimize odaklanarak onu takdir etmemizi teşvik eden ‘Yavaş Yeme (Slow Food)’ hareketi varsa, bir ‘Yavaş Düşünme (Slow Thinking)’ hareketi de, zihinlerimizi anındalığın ve hızlı çözümlerin baştan çıkarmalarına devretmeye karşı koymak için acilen ihtiyaç duyduğumuz panzehir olabilir (Lemma, 2022b). Beklemede (Baraitser, 2017), sürprizde, düşüncelerimizin, fantezilerimizin ve duygularımızın yavaş çözülmesinde, zihnimizin karmaşıklığına yavaş yavaş yaklaşmamızı sağlayan süreçte haz duymayı yeniden keşfetmemiz gerekir. Beklemenin ve belli bir ölçüde engellenmenin meyve verdiğini -o anda hoş olmayan bir his uyandırsa bile- öğrenmemiz gerekir.

    Hızlı bir dünyada, ruhsal acıya toplumsal tepki, çoğunlukla hızlı çözümleri (örneğin, kısa terapiler ya da ilaç tedavisi) öncelemek ve sözde ruh sağlığı durumlarına ilişkin bilgi ordusunu, tek bir tıklamayla sunmak şeklinde olur. Bu kitapta ortaya koyduğum psikanalitik süreç -yoğunluğu, uzunluğu ve bilinçdışı zihne odaklanması- bu bağlamda anakronistik görünür. Yine de bu, kendini tanımak için zaman ayırmanın, kim olduğumuz hakkında biraz daha fazlasını keşfetme hizmetinde bilmemeye katlanmayı öğrenmemizi sağlayan düşünme [reflection] alanlarını korumanın ruhsal ve etik önemine yönelik güçlü bir hatırlatma olarak durur.

  • Aktarım ve Karşıaktarım (8. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 8. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikoterapi, ilişkisel bir bağlamda gelişir: hasta ve terapist ilişkiye kendi kişisel güdülerini ve ihtiyaçlarını getirir. Terapötik ilişki, tüm ilişkiler gibi, arzu ve bilinçli ile bilinçdışı fantazilerimizle (phantasy) yoğrulmuştur. İlişki her zaman “hareket halinde”dir (Lyons-Ruth, 1999). Özellikle analitik literatür, bu özgün karşılaşmanın iniş çıkışlarını anlamaya olanak tanıyan zengin bir çerçeve sunar.

    Teknikteki önemli ilerlemeler, nesne ilişkileri yaklaşımları sayesinde mümkün olmuştur. Bu gelişmeler, yaşamsal önemde bir olgunun fark edilmesinden doğar: hastanın güçlüklerine dair en değerli içgörüler, hastanın halihazırdaki nesneleriyle -ve en az bunun kadar önemlisi, seansta terapistiyle (yani aktarım (transference))- kurduğu ilişkiyi incelemekle elde edilir. Hastanın terapistle ilişkisine dikkatle bakmak, halihazırdaki, nesne ilişkilerinin içsel dünyasından süzülerek kendine özgü bir biçimde okunmasını açığa çıkarır. Bu, şimdiyi geçmiş üzerinden okumak değil; tersine, aktarımı, halihazırdaki duyguların, fantezilerin ve kendiliğin parçalarının terapistle ilişkide dışsallaştırıldığı bir süreç olarak ele alır. Bu, terapistin, içselleştirilmiş erken gelişimsel modellerin -belli ölçüde projektif süreçlerle değişime uğramış- ilişkisel sonuçlarını deneyimlemesine imkân tanır. Bu anlamda aktarım içinde çalışmak, şimdiki anın anlamla yüklü olduğunu kavramamıza olanak verir ve onun çözümlemesi, ruhsal değişime doğru bir “kral yolu (royal road)” sunar.

    Birçok terapist için, “şimdi ve burada” aktarımının yorumlanması tekniğin merkezindedir. Bu, hasta ile terapist arasındaki etkileşimlerdeki “hareket ve etkinliği” kavramsallaştırmanın bir yoludur (Joseph, 1985: 447). Buna uygun olarak, terapistin dikkati öncelikle hastanın zihin durumundaki küçük değişimleri izlemeye ve hastanın, içsel ve dışsal nesnelerini kullanarak güvenle yaşayabileceği -kimi zaman gelişimi ciddi biçimde sınırlayan ve kısıtlayan- bir dünya kurma biçimine yoğunlaşır (Steiner, 1993). Bu çalışma birden çok “düzeyde” gerçekleşir (Roth, 2001) ve bunun sonucunda terapistin kaçınılmaz olarak yaşayabileceği sahnelemelerin dikkatle izlenmesini gerektirir (Steiner, 2000).

    Önceki dönemlerde görülen, “Beni mi kastediyorsunuz” türünden karikatürize etme ve aşırı yorumlama eğilimi, giderek daha sofistike ve farklılaşmış bir yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde, yorumların zamanlaması ve sıklığının önemine, aktarım odaklı çalışmaya hastanın an be an gösterdiği toleransın değerlendirilmesine (Rosenfeld, 1983) ve aktarım dinamiklerine yorumlamada en faydalı biçimde nasıl yaklaşılabileceğine (örneğin terapist-merkezli yorumların kullanımı; Steiner, 1993) dikkatle özen gösterilmektedir.

    Bu bölüm, aktarım bağlamında çalışmaya ve karşıaktarımı müdahalelerimize yön vermek için nasıl kullanabileceğimize odaklanacaktır. Öncelikle farklı ama ilişkili kavramların tanımlarını ve aralarındaki ayrımları gözden geçireceğiz. Ardından, aktarım bağlamında çalışmanın neyi içerdiğini ve müdahalelerimize yön vermek için karşıaktarımı nasıl kullanabileceğimizi daha yakından inceleyeceğiz.

    Aktarım1

    1Freud, tüm insan ilişkilerinin çocukluk aktarımından izler taşıdığına inanıyordu. Bu bölümün amacı, gündelik yaşamda aktarımın varlığına ilişkin ampirik kanıtları gözden geçirmek değildir. Ancak şunu söylemek yeterlidir ki, önemli bir ötekinin zihinsel temsili, yeni biriyle karşılaşma yoluyla tetiklenebilir ve bu da o kişi hakkında gerçekte bildiklerimizin ötesine geçen çıkarımlar yapmamıza neden olabilir. Bu tetiklenme süreci bilinçdışı olarak da gerçekleşebilir (bkz. Glassman & Andersen, 1999).

    “Psikanalitik gözlem” diye yazar Bion, “ne olmuş olanla ne de olacak olanla ilgilidir; onun ilgilendiği, olmakta olandır” (1967: 17). Bu durumun en açık göründüğü yer, aktarımda çalışmaya [working in the transference] yönelik analitik odaktır. Psikanalizde uzun zamandır, terapist ile hasta arasında gelişen son derece özel ilişki ön plandadır. Bu ilişkinin kendine özgü yanları, aktarım ilişkisinin kavramsallaştırılmasını ele aldığımızda en belirgin hâlini alır.

    Freud, aktarım terimini ilk kez 1905’te, kendi hastalarıyla yaptığı çalışmaları rapor ederken kullandı. Hastanın kendisine olan bağlılığındaki değişikliklerin farkına vardı; bu değişiklikler, güçlü olumlu ya da olumsuz duyguların deneyimiyle karakterize ediliyordu. Bu duygular, bir “yanlış bağlantı”nın (false connection)sonucu olarak ortaya çıkan “aktarım” olarak değerlendirildi. Freud, analiz sürecinde uyarılan eski dürtü ve fantezilerin “yeni baskılar”ı (new editions) olarak aktarımı görmeye başladı; burada terapist, hastanın geçmişindeki daha önceki bir kişinin yerini alıyordu. Freud’u izleyenler, analitik görevi esasen bir aktarım regresyonunu2 (transference regression) teşvik etmek, böylece hastanın infantil nevrozu temelinde bir aktarım nevrozu3 (transference neurosis) kurmak olarak gördüler. Terapist duygusal önem kazandığında ve aktarım arzularının hedefi hâline geldiğinde ise, bu arzuları doyurmaya direnç gösterdi. Bu hayal kırıklığının, yoğun duygulanımlara yol açtığı ve böylece hastanın çatışmalarının daha açık bir biçimde ortaya çıktığı, dolayısıyla terapist tarafından yorumlanabildiği söylenirdi.

    2Klasik Freudçular ve ego psikologları, genel olarak, bu görüşü sürdürme eğilimindedirler.
    3Aktarım nevrozu, nevrotik semptomların kökenlerine ulaşmak amacıyla aktarımda çocukluk nevrozuna yönelik bir regresyondur.

    Freud (1912), aktarımın terapötik durum tarafından yaratılmadığını; yalnızca açığa çıkarıldığını açıkça belirtmiştir. Çoğu psikanalitik terapist bu görüşe katılır ve terapistin etkinliğinin yalnızca aktarımın görünür biçimlerini şekillendirdiğini, ayrıca hastanın zihninde zaten oluşmuş olan idealleştirme eğilimlerinin ya da otoriteyle ilişkilerinin, terapistle etkileşime girdiğinde açığa çıkmasına imkân veren bir bağlam sağladığını öne sürer.

    Klasik Freudcu konumda terapist, aktarımı Freud’un yineleme zorlantısı (repetition compulsion) kavrayışıyla uyumlu olarak geçmişin bir tekrarı olarak anladı. Bu, bastırılmış erken dönem deneyimlerin sözlü olarak aktarılamayacağına dair Freud’un inancını yansıtıyordu. Freud’un öne sürdüğü üzere, bu deneyimler bunun yerine eyleme dökülür; yani, zorlantılı biçimde yinelenen davranışlara aktarılır.

    “Hasta, eskiden ebeveynlerinin otoritesine karşı meydan okuyan ve eleştirel olan biri olduğunu hatırladığını söylemez,” diye yazmıştı Freud:

    Bunun yerine doktora karşı öyle davranır. …Bazı cinsel etkinliklerden dolayı yoğun biçimde utandığını ve bunların ortaya çıkmasından korktuğunu hatırlamaz, ama şu anda başlamış olduğu tedaviden utandığını açıkça belli eder ve bunu herkesten gizlemeye çalışır. …Bu, onun hatırlama biçimidir.

    (1914: 150)

    Dolayısıyla aktarım, belleğe karşı bir direnç olarak anlaşılıyordu; çünkü belleği devre dışı bırakarak onun yerine arzuların ve çatışmaların terapistle ilişkide yeniden eyleme dökülmesine yol açıyordu.

    Freud’dan bu yana aktarım teriminin kullanımı genişletilmiştir (Sandler ve diğerleri, 1973). Günümüzde bazı terapistler, hastanın terapistle ilişkisinin tüm yönlerini aktarım olarak görmektedirler (Joseph, 1985). Bu yaklaşıma sıklıkla, Strachey’nin (1934) ilk kez dile getirdiği, en dönüştürücü yorumların aktarım yorumları olduğuna dair inanç eşlik etmektedir. Görünüşe göre terapistler, bu meselede kendilerini genel olarak konumlandırdıkları bir süreklilik üzerinde yer almaktadırlar. Bu [spektrum], “toplam aktarım”a (total transference) (Joseph, 1985) inanan ve neredeyse yalnızca şimdi ve burada aktarım yorumuna odaklananlardan, ilişkisinin gerçek ve çarpıtılmış yönleri arasında açık bir ayrım yapanlara ve müdahale yelpazeleri arasında aktarım dışı (extra-transference) olarak isimlendirilen yorumları (örneğin, yeniden yapılandırıcı yorumlar) da içerenlere kadar uzanmaktadır (Hamilton, 1996). Çoğunlukla Klein’ci klinisyenlerden oluşan ilk grup için aktarım, “sadece geçmişten gelen eski tutumların, olayların ve travmaların bir yinelenmesi değildir; o, bilinçdışı fantezinin şimdi ve burada dışsallaştırılmasıdır” (Hinshelwood, 1989: 15). Bu, aktarımın Freudcu kavramsallaştırmasıyla karşılaştırıldığında önemli bir farklılıktır; çünkü bu yaklaşım, aktarımın yalnızca hastanın geçmişteki önemli figürlerle ilişki kurma örüntülerinin bir yinelenmesi olmadığını öne sürer; daha ziyade, hastanın iç dünyasının, terapiste ve analitik ortama yönelik bütüncül tutumunda açığa çıkması olarak görülür. Şimdi ve burada eyleme dökülen şey, içselleştirilmiş bir nesne ilişkisidir; örneğin, biz, hastanın deneyiminde onu aşağılayan eleştirel bir öteki haline geliriz.

    Başlangıçta Freud, terapisti hastanın üzerine (onto) yansıttığı bir ayna olarak kavramsallaştırmıştı. Günümüzde ise sıkça, hastanın terapistin içine (into) yansıttığından söz ederiz. Bu, önemli bir anlayış değişikliğini işaret eder; öyle ki artık yalnızca hastanın terapisti algısının çarpıtıldığı ve bu nedenle terapiste yönelik davranışlarının bu çarpıtmaya dayandığı söylenmekle kalmaz, aynı zamanda hastanın, fantezi (phantasy) düzeyinde, terapistin zihni üzerinde de etkili olduğu, terapistin içine yansıtarak terapistin kendisinin de bu yansıtmadan etkilenebileceği kabul edilir. Bu, önceki bölümde tanıtılmış olan yansıtmalı özdeşim (projective identification) düşüncesidir.

    Aktarımı, geçmişi temel alarak şimdinin yanlış okunması olarak gören Freud’un aksine, farklı kuramsal yönelimlere sahip birçok çağdaş uygulayıcı, aktarımı artık hastanın mevcut duygulanımlarının ve kendiliğinin parçalarının terapistle ilişkiye dışsallaştırıldığı bir süreç olarak anlamaktadır. Bu, iyi huylu, olumlu duygular ve fantezilerle yüklü nesne ilişkilerinin yansıtılmasını, yani olumlu aktarımı (positive transference), ve daha düşmanca duygular ve fantezilerle yüklü olanların yansıtılmasını, yani olumsuz aktarımı (negative transference) içerir.

    Günümüz analitik uygulamalarında şimdi ve burada aktarım yorumu baskın durumdadır. Ancak buradan, aktarımın tarihsel boyutlarına hiç dikkat edilmediği sonucunu çıkarmak hatalı olur. Hastanın geçmişine dair bağlantılar, tüm terapistler tarafından farklı derecelerde kurulmaktadır. Bununla birlikte, üç psikanalitik grubu da kapsayan birçok çağdaş terapist için aktarım bağlamında çalışmak, esasen hastanın terapistle ilişkisi bağlamında ortaya çıkan bilinçdışı fantezilerin incelenmesini içerir; geçmişe yönelik aşırı sık, “genetik” ya da yeniden yapılandırıcı diye isimlendirilen bağlantılara başvurmadan.

    Karşıaktarım

    Karşıaktarım (countertransference), terapistin hastasına yönelik duygusal tepkilerini açıklayan olgu, çeşitli biçimlerde tanımlanmıştır. Freud’un döneminde terapistler, hastaya yönelik duygusal tepkilerini kendi “kör noktaları”nın bir yansıması olarak görmüşlerdir. Freud, 1912’de, terapistin şöyle davranması gerektiğini ifade etmiştir:

    bir cerrah gibi, kendine ait tüm duyguları -insani sempati duygusu da dahil- bir kenara bırakmalı ve zihnini tek bir amaca, yani operasyonu olabildiğince ustalıkla gerçekleştirme amacına yoğunlaştırmalıdır.

    Duygularının müdahalesi olmaksızın pürüzsüz bir ameliyat yapan cerrah metaforu, birçok terapistin içselleştirdiği analitik kişiliği derinden şekillendirmiştir; bu kişilik, perhiz, anonimli̇k ve tarafsızlık kurallarının zırhıyla desteklenmiştir (bkz. Bölüm 3). Günümüzde bile bazı ego psikologları arasında, terapistin duygusal tepkileri esasen terapistin çözümlenmemiş sorunlarının bir işareti olarak değerlendirilmeye devam etmektedir. Terapistin, kör noktalarını izleyip daha ileri düzeyde analiz edebildiği sürece, hastanın bilinçdışının nesnel gözlemcisi ve yorumlayıcısı olarak işlev görmekte özgür olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte, karşıaktarımın terapistin kör noktalarının yol açtığı teknik hatalarla sınırlandırılmasıyla, Freud’un ve ego psikologlarının terapötik durumda “terapistin öznelliğinin her yerde varlığı”nı (Dunn, 1995: 725) göz ardı ettikleri öne sürülmüştür.

    Terapistin duygusal tepkilerine yönelik bu çarpık tutumu düzelten, Heimann’ın (1950) çalışması olmuştur. Heimann, terapistin hastasına yönelik duygusal tepkisini bir engel değil, teknik bir araç olarak değerlendiren farklı bir karşıaktarım anlayışına dikkat çekmiştir. Bu bakış açısı, günümüz çağdaş uygulamalarını derinden etkilemiştir. Bion’un (1967), klinik durumda “hafızanın ve arzunun”4 (memory and desire) cazibesine direnilmesi ve elimizdeki tek “gerçekler (facts)” olarak duygusal deneyimimize dayanılması yönündeki çağrısı, karşıaktarıma hastanın zihni hakkında ayrıcalıklı bir bilgi kaynağı olarak verilen çağdaş önemi işaret etmektedir. Bu yaklaşım, kendi duygusal tepkilerimiz aracılığıyla, hastanın zihin durumuna ilişkin bilgiye, bu bilginin açıkça sözel olarak iletilmesine gerek kalmaksızın erişebildiğimiz anlamına gelir. Yıllar içinde, karşıaktarımın tekniğe müdahale eden bir şey olarak görülmesinden, terapistin bu tür tepkilerinin hastanın bilinçdışı iletilerini anlamanın bir yolu olarak değerlendirilmesine doğru belirgin bir kayma yaşanmıştır; böylece bu tepkiler, mevcut malzemenin analitik yorumlarına doğrudan rehberlik eden bir işlev üstlenmiştir.

    4Bion, belleğin yanıltıcı olduğunu çünkü bilinçdışı süreçler tarafından çarpıtılmaya açık bulunduğunu, iyileştirme arzusunun ise hastayı gözlemleme ve anlama kapasitesine müdahale ettiğini ileri sürmüştür.

    Klein’cı perspektiften ve birçok nesne ilişkileri perspektifinden bakıldığında, karşıaktarım, kaynağı ne olursa olsun terapistin hastaya yönelik tüm tepkilerini kapsar; bu da terapistin öznelliğine daha fazla hoşgörü tanınmasına olanak sağlar. Bu yaklaşımlarda görevimiz, bir yandan hasta için kimi temsil eder hale geldiğimizi ve herhangi bir anda hangi içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin harekete geçtiğini anlamak, diğer yandan da bu yansıtmaların dışına çıktığımızda kim olduğumuzla bağlantıyı sürdürmektir. Ancak hepimizin bildiği gibi bu, söylemesi kolay fakat uygulaması zor bir durumdur; çünkü Dunn’ın belirttiği gibi:

    terapistin hastanın psişik gerçekliğine ilişkin algıları da bilinçdışı fantezi merceği aracılığıyla kurulmakta ve bu mercek tarafından çarpıtılmaktadır. Terapistin nesnel bir gözlemci olduğu, yalnızca hastanın aktarımını yansıttığı varsayımı savunulamazdır.

    (1995: 725)

    Gerçekten de, duygusal tepkilerimizi hastanın bilinçdışı iletişimine bir yanıt olarak ortaya çıkanlardan, bizim sözde nevrotik tepkilerimizden güvenilir biçimde nasıl ayırabileceğimizi görmek güçtür. Kernberg’in hatırlattığı gibi:

    Terapi durumunda terapistin hastaya yönelik bilinçli ve bilinçdışı tepkileri, hem hastanın gerçekliğine hem de aktarımına bir yanıt olduğu kadar, terapistin kendi gerçeklik gereksinimlerine ve nevrotik gereksinimlerine de bir yanıttır. Bu yaklaşım aynı zamanda bu duygusal tepkilerin derinden kaynaşmış olduğunu da ima eder.

    (1965: 49)

    Herhangi bir terapötik ilişki sürecinde, hastalarımızla geçici ve kısmi özdeşimler yaşayacağız; ancak taahhüdümüz, onlarla bir “öteki” olarak ilişki kurmak ve onları kendimizle karıştırmamaktır. Bu ise, hem bizde hem de hastada işleyen bilinçdışı güçler tarafından belirlenen etkileşimde, kendi yansıtmalarımızı dikkatle izlememizi gerektirir. Heimann, bunun neden böyle olduğuna dair açık bir açıklama sunar:

    Zihin …varoluşu boyunca içeatım (introjection) ve yansıtma (projection) gibi temel ve asli süreçleri kullanarak uyum sağlar ve ilerler.… Bu içe alma ve dışa atma, organizma ile dış dünya arasında etkin bir etkileşimden oluşur; özne ile nesne arasındaki tüm ilişkinin temeli bu örüntüye dayanır …son çözümlemede birbirimizle olan tüm karmaşık ilişkilerimizin dibinde bunu bulabiliriz.

    (1943: 507)

    Daha belirgin olarak, hasta kendiliğinin istenmeyen yönlerinden kurtulmak için yansıtmalı özdeşimden yararlanır. 6. Bölüm’de gördüğümüz üzere, yansıtmalı özdeşim, “hastanın bilinçdışından terapistin bilinçdışına uzanan ve zihinsel içeriklerin doğrudan birinden diğerine aktarılmasını kolaylaştıran bir tür hat” varsayar (Jacobs, 2001: 6). Kavram ilham verici ve klinik açıdan son derece yararlı olmakla birlikte, “rezonansın yeniden üretimle aynı şey olmadığı” gerçeğini gözden kaçırmamak önemlidir (Jacobs, 2001). Başka bir deyişle, hastanın bize yansıttıkları ve içimize yerleştirdikleri, kişisel deneyimlerimiz ve fantezilerimiz tarafından değişikliğe uğrayacaktır. Dolayısıyla hiçbir zaman hastanınki “ile aynı” olamaz, ancak hastanın deneyimine dair yaklaşık bir his vererek onu daha iyi anlamamıza hizmet edebilir.

    Karşıaktarım, artık birçok klinisyen tarafından -hatta çoğu tarafından- terapötik değişimin dayanak noktası olarak görülmektedir. Ancak bu konum potansiyel olarak sorunludur. Freud’un karşıaktarımı, terapistin kendi kör noktalarını yansıtan ve bu nedenle daha kişisel bir analiz için ipucu işlevi gören bir olgu olarak kavrayışından uzaklaşırken, elimizde kötüye kullanıma açık bir kavram kalmıştır. Eğer hissettiklerimiz ve zaman zaman sergileyebileceğimiz davranışlar daima hastanın yansıtmalarıyla ilişkilendirilerek anlaşılabilirse, bu durumda kendi tarafımızdan eyleme dökmeyi oluşturan davranışları açıklayıp geçmek için elverişli bir yol ortaya çıkar. Ayrıca, duygusal tepkilerimizin önemi kimi zaman öylesine vurgulanmıştır ki, hastanın gerçek deneyimi ve seans sırasında aktardıkları göz ardı edilmiştir:

    Henüz on beş yıl öncesine kadar birçok terapist, hastalara ilişkin kendi duygularını tartışmaya isteksizdi; bu duygular nedeniyle eleştirilebileceklerinden ve bunların kötü bir terapötik uygulamanın göstergesi sayılacağından korkuyorlardı. Bugünkü durum ise tamamen farklıdır. Hatta bazen terapistleri, hastanın getirdiği malzemeyi tartışmaya yönlendirmek zor olur; çünkü tersine, kendi hissettiklerinden ve hasta hakkında ne düşündüklerinden söz etmektedirler.

    (Giovacchini, 1985: 447)

    Karşıaktarım, hastanın bilinçdışına giden yararlı bir yol olsa da, bu o kadar vurgulanmıştır ki, karşıaktarım tepkilerinin hastayı anlamamıza engel olduğu durumlar ihmal edilmiştir. Örneğin, kendini yeterli hissetmeyen ya da hastalarına zarar verme konusunda kaygı duyan terapistlerin, tedaviyi yarıda bırakan hastalara sahip olma eğiliminde olduklarına dair bazı kanıtlar vardır (Vaslamatzis ve diğerleri, 1989). Benzer şekilde, kendi saldırganlıklarıyla çatışma yaşayan ve kayıpla ilgili zorlukları olan terapistler, kısa süreli terapide daha fazla sorun deneyimleme eğilimindedirler (Ursano & Hales, 1986). Dolayısıyla, karşıaktarımın Freud’un ilk anlamında, bizim kendi çözümlenmemiş sorunlarımızın hastaya yardımcı olmamızın önüne geçtiği açıktır.

    Dolayısıyla, karşıaktarımın daha çağdaş kullanımında, analitik çalışmayı hem kolaylaştırabileceği hem de potansiyel olarak engelleyebileceği söylenebilir. Terapistler olarak, ne hastanın gerçeklik testinin ötesinde olduğumuzu ne de hata yapmaktan muaf olduğumuzu unutmamakta fayda vardır. Terapötik çalışma bize hastalarımıza yardımcı olma fırsatları sunduğu gibi, kendi gereksinimlerimizi, özellikle beğenilme, ihtiyaç duyulma ya da kurtarıcı olma gereksinimlerimizi doyurma fırsatları da sunar:

    Analizde, tıpkı yaşamda olduğu gibi, daima var olan güçler olarak işleyen doğal ve normal öz-değer (self-esteem) gereksinimlerimiz, zaman zaman terapist için önemli bir zorluk kaynağı oluşturabilir.

    (Jacobs, 2001: 667)

    Jacobs (2001), hastaların sıklıkla, savunmacı nedenlerle karşıaktarım unsurlarına (yani terapistin gereksinimlerine ve çatışmalarına) ilişkin doğru algılarını bastırdıklarını, inkâr ettiklerini ya da akla uygun hale getirdiklerini ve bu konuda terapistleriyle yüzleşmediklerini öne sürmektedir. Jacobs, algının aktarım ve yansıtmalı özdeşim süreçlerinden süzülerek geçmesine rağmen, hastanın yine de davranışlarımızın bazı yönlerini doğru biçimde algılayabileceğini faydalı bir biçimde hatırlatır.

    Yanlış kullanıldığında karşıaktarım kavramı, kendi çözümlenmemiş çatışmalarımızı hastaya boşaltmamıza izin veren bir araç haline gelir. Bununla birlikte, düşünceli ve dürüst bir yaklaşımla ele alındığında, hastaya yönelik duygusal tepkilerimiz, hastanın sözel olarak dile getiremeyeceklerine dair yararlı kılavuzlardır. Bunlar, bize hastanın zihinsel durumu ve anlık gereksinimleri hakkında önemli bilgi kaynakları sunar. Hastanın güçlüklerine ilişkin formülasyonumuz ve hasta ile geliştirdiğimiz terapötik ilişkinin öyküsüyle birlikte ele alındığında, bu tepkiler nihai yorumlarımız için bir kanıt kaynağı oluşturur.

    Somatik Karşıaktarım

    Terapistler olarak bizler her zaman soma (soma) ile psişe (psyche) arasındaki sınırda çalışırız. Dünyaya dair deneyimimiz kaçınılmaz olarak bedenimizin kendine özgü bakış açısından dolaylı biçimde şekillenmiş olduğundan [Yani dünyaya dair deneyimimiz, doğrudan değil, bedenimizin sınırları, duyuları ve özellikleri aracılığıyla gerçekleşir.], beden ile zihin arasındaki ilişkiyi anlamak için gerçek ve muhayyel bedenin (real and imagined body) sınırında, tek bir beden ile iki ya da daha fazla bedenin sınırında düşünmek zorundayız. Gerçekten de, terapistin bedeni, özellikle bedenin bir şekilde değişikliğe uğradığı durumlarda -örneğin hastalık yoluyla ya da daha sıradan biçimlerde, görünümdeki yüzeysel değişikliklerle (örneğin saç kesimi)- hastanın çağrışımları ve fantazileri için güçlü bir katalizör işlevi görür.

    Nesneden istikrarlı bir ayrım kurmakta ve sürdürmekte güçlük yaşayan hastalar, genellikle belirgin simgeleştirme zorlukları sergilerler ve terapistin bedenine güçlü bir şekilde yansıtma yapabilirler -psikotik hastalarla ve otistik çocuklarla çalışan terapistlerin de sıkça gözlemlediği gibi. Terapistin buna bağlı somatik karşıaktarımsal tepkileri, sözel ifadelere uğramadan bedende bırakılan yansıtmalı süreçlerin bir sonucu olarak anlaşılabilir. Somatik karşıaktarım (somatic countertransference) ile kastettiğim, terapistin bedende huzursuzluk hissetmesi; nefeste değişiklikler yaşaması; yorgun, uykulu ya da huzursuz hissetmesi; kaşıntı ya da bulantı hissetmesi gibi çok çeşitli duyusal ve devinsel deneyimlerdir.

    Somatik karşıaktarımın altta yatan mekanizmalarını anlamak için nörobilimsel araştırmalara yönelmenin yararlı olduğunu gördüm. Günümüzde motor sistem artık yalnızca icracı bir role indirgenmemektedir; bunun çok daha karmaşık olduğu, görsel, işitsel ve dokunsal alanlarla yakından bağlantılı önalın ve parietal alanların bir mozaiğinden oluştuğu düşünülmektedir. Bunun bir sonucu olarak, algının doğrudan eylemin dinamiklerine gömülü olduğu görülmektedir. Ayna nöronları bunu örnekler; çünkü başkalarının eylemlerinin ve hatta niyetlerinin tanınmasının, ilk aşamada motor kaynaklarımıza bağlı olduğunu gösterirler. Basitçe ifade etmek gerekirse, ayna nöronlarının keşfi, düşüncenin devinim-içideki-bedenden (body-in-movement) kaynaklandığını ortaya koymaktadır.

    Vittorio Gallese ve meslektaşlarının çalışmaları, bedensel karşıaktarımı anlamamız açısından özellikle önemlidir. Gallese (2007) şunu ileri sürmektedir:

    Sosyal biliş (social cognition) yalnızca ‘sosyal üstbiliş (social metacognition)’ değildir; yani başkasının zihninin içeriğini soyut temsiller aracılığıyla açık biçimde düşünmekten ibaret değildir. Aynı zamanda kişilerarası ilişkilerin deneyimsel bir boyutu vardır; bu boyut başkalarının gerçekleştirdiği eylemlerin anlamını, onların yaşadıkları duyguları ve hisleri doğrudan kavramayı mümkün kılar. Sosyal bilişin bu boyutu, bedende cisimleşmiştir; çünkü yaşanmış bedenimize dair sahip olduğumuz çok yönlü deneyimsel bilgi ile başkalarına dair edindiğimiz deneyim arasında aracılık eder.

    (s. 16; italikler eklenmiştir)

    Gallese, eyleme ilişkin yansıtma mekanizmasının ve beynimizdeki diğer yansıtma mekanizmalarının, bedenleşmiş simülasyonun tezahürleri olduğunu öne sürmüştür. Bedenleşmiş simülasyon (embodied simulation), her şeyden önce Gallese’nin “bedenlerarasılık (intercorporeity)” olarak adlandırdığı olgu biçiminde görülen, deneysel temelli yeni bir öznelerarasılık kavrayışı sunmaktadır. Eylemler, duygular ve hislerle ilişkili beden durumlarının içsel, dilsel olmayan temsilleri, gözlemcide sanki gözlemlenen kişiyle benzer bir eylemi gerçekleştiriyor ya da benzer bir duygu veya his yaşıyormuşçasına harekete geçirilir.

    İzomorfik bir format aracılığıyla, başkalarının eylemlerini kendi motor temsillerimize, başkalarının duygularını ve hislerini ise kendi vissero-motor (viscero-motor) ve somatosensoriyel (somatosensory) temsillerimize eşleyebiliriz. Gallese’ye göre, bizim ve diğer primatların beyinleri, bize doğrudan başkalarının zihinlerine dair içgörü kazandıran temel işlevsel bir mekanizma olarak bedensel simülasyonu geliştirmiş görünmektedir; bu da başkalarıyla empati kurma kapasitemizi ve ek olarak, zihinselleştirme kapasitemizi mümkün kılmaktadır.

    Analitik duruma geri dönersek, terapistler olarak biliriz ki hastanın “bedensel zihin durumları (bodily states of mind)” (Wrye, 1997) kaçınılmaz olarak bizim bedensel zihin durumlarımızı etkiler ve onlardan etkilenir: hasta beden aracılığıyla iletişim kurar ve terapist bu iletileri kendi bedeninin içinde alır. Ancak bu, hastanın deneyimlediklerinin özdeş bir yansıması olarak kabul edilemez; çünkü terapist tarafından alım sürecinde, yansıtılan şey aynı zamanda terapistin kendi iç dünyası tarafından da değiştirilir (Arizmendi, 2008).5

    5Bilinçdışı devinsel, duygulanımsal bellek ve fantezi süreçleri arasındaki son derece karmaşık ilişki, bu bölümün kapsamının ötesindedir.

    Günümüzde terapistin kendi öznelliğinin kaçınılmazlığı, birçok farklı ekolden terapistler tarafından kabul edilmektedir (bu “olgu”nun teknik sonuçları ekoller arasında çok farklı biçimlerde ele alınsa da). Bu öznellik, bedensel bir boyut içerir ve terapistin fiziksel varlığı ile onun bedenselliğinin katkıda bulunduğu duygusal atmosfer aracılığıyla ifade bulur. Bu nedenle, terapistin, bir-bedende-var-oluşun (being-in-a-body) kendisi için ne anlama geldiğiyle bağlantıda olması zorunludur. Bedensel doğamız hepimiz için güçlükler barındırır ve bedensel karşıaktarım aracılığıyla terapist ile hasta arasında gerçekleşenleri yakalamanın yaşamsal bir kaydını sunar. Analitik çalışma, yalnızca hastanın bedenini değil, aynı zamanda kendi bedenimizi de akılda tutmamızı ve bedene dayalı “kör noktalarımızı” izlememizi gerektirir.

    Sözel ifadelere uğramadan işleyen simgesel öncesi (pre-symbolic) iletişim biçimlerini düşündüğümüzde, klinik durumda eyleme dökme olasılığının her zaman geniş olduğunun hemen farkına varırız; çünkü burada, hastanın ve terapistin kendi bedensel deneyimini sembolik olarak işleme kapasitesinin geçici olarak bozulabileceği bir durumda, simgesel öncesi işleyiş alanındayız. Bu tür bedensel deneyimlerin, Bion’un (1967) ifadesini ödünç alırsak, “bir düşünen ile düşünülenler (thoughts with a thinker)” haline gelmesi ve sonunda hastayla paylaşılması gerekir; böylece sembolleştirme kapasitesinin gelişimini destekler.

    Terapötik İttifak ve Sözde Gerçek İlişki

    Aktarım ve karşıaktarım kavramları, Freud’un en önemli ve ilham verici katkılarından birini temsil eder: o, hastayla duygusal bir ilişkinin varlığını fark eden ilk terapist olmuştur. O zamandan bu yana klinisyenler, klinik çalışma sürecinde ortaya çıkabilecek karmaşık yansıtmalara karşı uyarılmışlardır. Bu kavramlar yararlıdır, ancak uygulamada kimi zaman bir aktarım ya da karşıaktarım tepkisini, hastanın terapiste tepkisinden ya da terapistin hastanın gerçek yaşam deneyimlerine dair anlatısına verdiği duygusal ve/veya gerçekçi bir tepkiden ayırt etmek güç olabilir. Bu kavramlar ele alınırken, bu nedenle, terapötik ittifak (therapeutic alliance) ve “gerçek (real)” ilişkiyle ilgili kavramların incelenmesi önemlidir.

  • Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş (Kitap)

    Bu sayfada Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin [Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş] bölümlerinin çevirilerinin linkleri yer almaktadır.

    İçindekiler

    Ön Söz (Aşağıdadır.)

    Giriş: Freud ÖLMEDİ

    1. Yirmi Birinci Yüzyıla Uygun Bir Psikanaliz

    2. Psikanaliz Ekollerine Genel Bir Bakış

    3. Psişik Değişim Süreci

    4. Analitik Ortam ve Analitik Tutum

    5. Değerlendirme ve Formülasyon

    6. Bilinçdışı İletişim ve Analitik Dinleme

    7. Aktarım ve Karşıaktarım

    8. Savunmalar ve Direnç

    9. Sonlandırmalarla Çalışma

    10. Bedene Ayarlanma

    11. Dijital Çağda Psikanalitik Uygulama

    12. Uygulamalı Psikanalitik Etik

    13. İşbaşında Psikanalitik Psikoterapist

    Sonuç: Günümüzdeki Psikanaliz Üzerine Bazı Kişisel Düşünceler

    Ön Söz