Kategori: Psychoanalytic Case Formulation

  • Psikanalitik Vaka Formülasyonu (Kitap)

    Bu sayfada Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] bölümlerinin çevirilerinin linkleri yer almaktadır.

    Giriş

    Burada ortaya koyduğum düşünceler, ilk olarak James Barron’un Making Diagnosis Meaningful: Enhancing Evaluation and Treatment of Psychological Disorders (1998) adlı derlemesine bir makale yazmam yönündeki daveti üzerine şekillenmişti. Aslında bu kitap, o bölümün çok daha kapsamlı biçimde genişletilmiş hâlidir; farklı bir okur kitlesi düşünülerek yazılmış ve ilerleyen sayfalarda ifade etmeye çalışacağım daha karmaşık bir amaçlar bütününe sahiptir. Barron, önerilen kitap hakkında gönderdiği mektubunda, tanı sürecini klinik çalışmanın gerçekliğiyle daha anlamlı bir şekilde ilişkilendirme, tanı ile prognoz arasındaki karmaşık ilişkiler, tanının tedavi sürecine ne ölçüde yön verdiği, tanının gelişimsel süreçlerle ilişkilendirilmesi ve hastaların karmaşıklığını göz ardı etmeden açıklayıcı özgüllüğü hedefleyen tanılar ile karmaşıklığı yakalayabilen ama özgüllükten ödün veren tanılar arasındaki gerilim gibi konuları gündeme getirmişti.

    Ben bu tür sorular üzerine yıllardır kafa yoruyorum. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nın (DSM) ardışık baskıları (1968, 1980, 1987, 1994) giderek daha nesnel, betimleyici ve sözde kuramsız hâle geldikçe, klinisyenlerin aslında en çok dayandığı tanının öznel ve çıkarımsal yönlerini kaçınılmaz olarak geri plana itmiştir. DSM’nin ampirik olarak türetilmiş kategorilerinin yanında, daha çok görünmez bir biçimde işleyen başka bir bilgi derlemesi vardır: sözlü olarak ve uygulama odaklı dergiler aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılan klinik bilgi, karmaşık biçimde belirlenmiş çıkarımlar ve terapistlerin süpervizyon altındaki öznellikleri üzerinde oluşmuş tutarlı izlenimler. Her bir vakada, bu veriler, hastaya verilmiş olan resmî tanı etiketiyle bir ölçüde zorlama [uneasily] bir biçimde yan yana var olur. Buradaki amaçlarımdan biri, işte o görünmez ve ortaklaşa paylaşılan uygulama ve düşünme biçimlerini temsil etmektir.

    ÖZNELLİK / EMPATİ GELENEĞİ ÜZERİNE

    Ampirik bir bilim insanının bakış açısından, insan öznelliği [subjectivity] genellikle doğru gözlemin önünde bir engel olarak görülür. Ancak bir klinisyenin bakış açısından öznellik, başka hiçbir konuda sahip olunamayacak türden bir insan bilgisine erişim sağlar (fizikçilerin parçacıklarla “empati [empathy] kurduğu” pek sık görülmez). Günümüzün birçok çağdaş psikanalitik yazarı (örneğin, Kohut, 1977; Mitchell, 1993; Orange, Atwood ve Stolorow, 1997), psikanalizi esasen bir öznellik bilimi [science of subjectivity] olarak tanımlar; bu anlayışta analistin empatisi birincil araştırma aracıdır. Bu kitapta ele aldığım konuların büyük bir kısmı bu öznel/empatik yönelimi yansıtmaktadır. Bu bakış açısından klinik gözlemler önemli bir yere sahiptir -özellikle de bu gözlemler titizlikle toplanmış ve meslektaşların gözlemleriyle tekrar tekrar karşılaştırılmışsa.

    Birkaç yıl önce, psikanalitik ve bilişsel-davranışçı terapistlerin tanısal tercihleri arasındaki farkları araştıran bir doktora tezi kapsamında araştırma deneği olmayı kabul ettim. Bana video kaydıyla sunulacak belirli bir materyali “alışılagelmiş şekilde tanı koyarak” değerlendirmem istenmişti. Kayıtta, belirli problemleri anlatan bir hasta olduğu varsayılıyordu. Ben de bu videoyu izleyip ardından bir anket dolduracaktım. Videoyu izlediğimde duyduğum ilk ve kalıcı tepkim, semptomlarını anlatan kadının bir hasta olmadığı yönündeydi; kamerayla kurduğu ilişkide, yardım isteyen, acı çeken bir kişinin varlığında hissedilen o duygusal atmosferin tamamen yokluğu vardı. Bu nedenle, danışanların yaşantılarına empatik olarak nüfuz ederek ve kendi öznelliğimde uyananları disiplinli bir biçimde inceleyerek yaptığım alışıldık klinik değerlendirme biçimiyle onu “teşhis edemeyeceğimin” hemen farkına vardım. Anketin ilk sorusu “Danışana verdiğiniz ilk tepki neydi?” idi. Cevabım, “Gerçek bir hasta değil, bir oyuncuydu,” oldu. Takip eden sorular ise videodaki kadının gerçekten bir hasta olduğu varsayımına dayanıyordu ve bu nedenle yanıtlanmaları benim için imkânsızdı.

    Öğrenciyi içeri çağırdım ve yaşadığım sorunu ona açıkladım. Benden “alışılagelmiş şekilde” tanı koymam istenmişti, fakat benim alışıldık yöntemim, gerçekten yardım isteyen bir kişinin varlığını hissetmemi gerektiriyordu. Zorluk çıkarmaya çalışmadığımı, ancak tanı koyma tarzımı deneyin taleplerine uyduramadığımı söyledim. Araştırmacı, videodaki kadının gerçekten bir oyuncu olduğunu doğruladı, ancak yine de onu gerçek bir hasta olarak hayal etmemi istedi. Bunu yapamayacağımı söyledim: Benim için tanı koymak yalnızca tanımlanan semptomlara dayalı, bütünüyle entelektüel bir egzersiz değildir. Araştırmacı, sonunda benden umudu keserek beni çalışmasından çıkardıı; çünkü araştırmanın kendi koşulları içinde onunla iş birliği yapmam mümkün olmamıştı. Daha sonra yayımladığı bulgular, benim gibi başka bir insanı anlamaya yönelik daha bütüncül, öznel ve etkileşimsel bir duyarlılıkla yaklaşan terapistlerin değerlendirme uygulamalarını tamamen dışarıda bıraktı.

    Benzer dışlamalar psikanalitik verilerde sürekli olarak meydana gelir. Bilgiler “düzenli”, nesnel olarak tanımlanabilir, açıkça gözlemlenebilir davranış birimlerinden oluşmadığı için göz ardı edilir (bkz. Messer, 1994). Bu nedenle, bilişsel-davranışçı terapilere dair çok sayıda ampirik veriye sahip olmamız, ancak psikanalitik terapiler hakkında çok daha az veriye sahip olmamız şaşırtıcı değildir. Bu duruma bakarak, bilişsel-davranışçı tedavilerin etkili olduğu ve psikanalitik terapilerin etkili olmadığı sonucunu dürüstçe çıkarabilecek biri, ancak bilişsel açıdan yetersiz biri olabilir. Eksik verilerimiz var, fakat psikanalitik terapilerin etkili olmadığına dair veriler elimizde yok. George Strieker’ın (1996) belirttiği gibi, kanıt yokluğunu, yokluğun kanıtı ile karıştırmamalıyız. Sonuç olarak çıkarılabilecek şey, psikanalizin ampirik statüsünü ortaya koymak için gerekli olan, son derece pahalı, karmaşık ve yaratıcı araştırmalara yatırım yapılması gerektiğidir. Bu arada, psikanalitik çalışmanın etkililiğine zaten ikna olmuş olan bizler, en azından düşünme biçimimize dair bir açıklama borçluyuz.

    Geleneksel terapinin eleştirmenlerine haksızlık etmemek adına, psikanalitik varsayımların çoğu zaman hatalı olduğuna dair bol miktarda kanıt vardır (örneğin, Freud’un kadın cinselliğiyle ilgili bazı tuhaf fikirleri düşünülebilir); bu varsayımlar, artık en iyi ihtimalle demode, en kötü ihtimalle ise zararlı görünen, kendinden emin ve kültürel olarak sınırlı inançları yansıtmaktadır. Geleneksel bilginin [lore] sınırlılıkları nedeniyle, öznel yönelimli sözlü gelenek ile nesnel yönelimli sendrom temelli yaklaşım arasında muhtemelen her zaman sağlıklı bir gerilim olacaktır. Bu gerilimin bir başka kaynağı da uygulamanın çoğu zaman araştırmanın önünde gitmesidir; bunun basit bir nedeni, terapistlerin bir meslektaşlarından yeni bir tekniğin danışanlara yardımcı olabileceğini duyduklarında, tam ampirik geçerlilik sağlanmasını beklemeden bu yöntemi denemeleridir (burada göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işleme [eye movement desensitization and reprocessing] [Shapiro, 1989] ya da düşünce alanı terapisi [thought-field therapy] [Callahan & Callahan, 1996; Gallo, 1998] gibi yöntemler akla gelmektedir).

    Geleneksel, uzun süreli terapi üzerine nitelikli araştırmalar yapmak oldukça zordur ve terapist olma çağrısını hisseden çoğumuz, aynı zamanda tutkulu olmayan (tarafsız) bir bilim insanının mizacına da sahip değiliz (psikolojideki romantik geleneğe dair bkz. Schneider, 1998). Ancak bu, bilime kayıtsız olduğumuz anlamına gelmez. En azından Spitz’in (1945) zamanından beri, analitik uygulayıcılar uygulamalarında ve kuram geliştirmelerinde kontrollü araştırmalardan, özellikle gelişim psikolojisi alanındaki araştırmalardan derinlemesine etkilenmişlerdir. Bu kitabın bir diğer amacı da, deneyimli analitik uygulayıcıların olgu formülasyonu yaparken ilgili araştırma bulgularını nasıl uyguladıklarını göstermektir.

    YÜZYIL DÖNÜMÜNDE TERAPİST OLMAK VE PSİKOTERAPİ ÖĞRETMEK

    Zamanımızın bir ironisidir ki, psikoterapi artık özellikle orta sınıflarda neredeyse tamamen damgalanma etkisini yitirmişken ve etkililiğine dair saygın bir literatür birikmişken (Luborsky, Singer ve Luborsky, 1975; Smith, Glass ve Miller, 1980; Lambert, Shapiro ve Bergin, 1986; VandenBos, 1986, 1996; Lipsey ve Wilson, 1993; Lambert ve Bergin, 1994; Messer ve Warren, 1995; Roth ve Fonagy, 1995; Seligman, 1995, 1996; Howard, Moras, Brill, Martinovich ve Lutz, 1996; Strupp, 1996), bizler, uygulayıcıları yılgınlığa sürükleyen, danışanları yardım aramaktan caydıran, danışanların kalıcı bir değişim elde edecek kadar uzun süre tedavide kalma isteğini uyandırabilen klinisyenleri cezalandıran ve “terapi”yi, herhangi bir anda ansızın sona erdirilebilecek gizlilikten uzak bir ilişki biçimi olarak yeniden tanımlayan politik ve ekonomik baskılarla karşı karşıyayız (bkz. Barron & Sands, 1996).

    İyi bir terapist olmak doğası gereği zahmetlidir ve zaman alan bir süreçtir. Ancak son zamanlarda bu görev, klinisyen adaylarının, ustalaşmak için büyük fedakârlıklar yaptıkları bu zor sanatı icra edemeyeceklerine dair duydukları kaygılar nedeniyle daha da karmaşık hâle gelmiştir. Terapist yetiştiren bir eğitmen olarak, bu kaygıların son yıllarda giderek arttığına dair birçok kanıt gördüm. Örneğin, Rutgers Üniversitesi’nde verdiğim psikanalitik kuramlara giriş dersinde, genellikle öğrencilerden, klasik Freudcu tarzda kendi rüyalarından birini analiz etmelerini istediğim bir yazılı ödev veririm. Bazen ödevlerde bir tür “sınıf teması” ortaya çıkar; bu genellikle ayrılık (öğrenciler bu dersi genellikle yüksek lisansın ilk döneminde alırlar) ya da öz-değer (yüksek lisans döneminde sürdürülmesi zor olabilir) gibi temaları içerir. Yakın geçmişteki bir dönemde, analiz edilen rüyaların neredeyse yarısında, müdahaleci, keyfi, empatik olmayan bir otorite figürüne dair imgeler vardı -öfkeli polis memurları, kızgın okul müdürleri, otokratik rahibeler vb. Bu örüntüyü sınıfa aktardığımda ve ne anlama gelebileceğini sorduğumda, öğrenciler hemen, “yönetilen bakım dünyasında [sağlık sigortası odaklı sistemde] [managed care world]” klinik yargılarını aniden geçersiz kılabilecek bürokratik bir emre dair duydukları endişelerle bağlantı kurdular.

    Eğer bu kitabı on beş yıl önce yazıyor olsaydım, bugün sahip olduğu polemik tonu muhtemelen olmazdı. Şu anda, sağlık hizmetleri genelinde ve özellikle psikoterapi alanında acı verici bir kriz dönemindeyiz. Sağlık hizmeti sunum sisteminde esasen kurumsal bir hâkimiyet söz konusu ve diğer pek çok sağlık profesyoneli gibi, yardım mesleklerine şirket temelli ve ticari modellerin uygulanabilirliğine dair son derece şüpheliyim. İnsanların sorunları hakkında iyi eğitim almış kişilerle konuşmak istemeyecekleri bir zamanın geleceğini hayal etmek benim için zor olsa da, eğer yüzeysel, samimiyetsiz ve hayal kırıklığı yaratan müdahaleler psikoterapi olarak sunulursa, çok geçmeden hatırı sayılır sayıda insan ‘terapiyi denediğini’ ve onun işe yaramadığını düşünecektir. Bu kişiler büyük olasılıkla terapiyi bir daha denemeyi düşünmeyeceklerdir.

    Bu gerçeklikler, terapistlerin işlerini bilinçli ve etkili bir şekilde yapmalarını her zamankinden daha önemli hâle getirmektedir. Bir danışanın terapi süresi kısa vadeli bir ilişkiyle sınırlandırılmışsa, sağlam bir tanısal temelden hareket etmek daha az değil, daha çok önem taşır. Danışanın çözülmesini istediği sorun, ödeme yapan üçüncü tarafın dayattığı koşullar altında çözülemeyecekse, terapistin bu konuda dürüst olması gerekir. Ayrıca, danışanın özgül psikolojisini ve bu psikolojinin gerektirdiği terapötik ihtiyaçları ona aktarabilmesi gerekir -bu da, dinamik bir formülasyonu sade ve anlaşılır bir dille ifade etmeyi gerektirir (bkz. Welch, 1998). Bu türden iletişimlerin kendisi dahi, terapistin danışanın genel psikolojisini ne derece ustalıkla kavradığına bağlı olarak doğru ya da yanlış anlaşılabilir.

  • Patojenik İnançları Değerlendirme (10. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 10. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikanalizin temel meselelerinin dürtüler ve duygular olduğu yönündeki yaygın kanaate rağmen, analitik kuram deneyimin bilişsel boyutuna -özellikle bilinçdışı düzeydeki- her zaman dikkatle eğilmiştir. Düşünme biçimimiz bireysel karakterin ve psikopatolojinin psikanalitik olarak anlaşılmasında merkezi bir rol oynamasaydı, analitik teknik bu denli yoğun bir şekilde yorumlamaya -yani bilinçdışı fikirleri bilinç düzeyine getirmeye- dayanmazdı. Freud’un özgün modeli (örneğin, 1911), ilkel dürtüler ve duygulanımların yanı sıra, zihnin bilinçdışı bölümünde “birincil süreç düşüncesi [primary process thought] adını verdiği bir düşünme türünün de var olduğunu öne sürer; bu, dünyayı kavrama biçimimizin en erken, dil öncesi dönemine ait kalıntılardan oluşur. Bu arkaik bilişsel tarz, Freud tarafından rasyonel öncesi [prerational], mantık dışı [prelogical], benmerkezci [egocentric] ve arzu güdümlü [wish-driven] bir yapı olarak kavramsallaştırılmıştır; yani, haz ilkesine göre işler, gerçeklik ilkesine göre değil. Freud, Piaget’nin* bazı çalışmalarını önceden sezmişçesine, birincil süreç düşüncesinin simgesel ve görsel niteliğini vurgulamış; onun büyüsel ve arzu-yerine-getirici yapısına dikkat çekmiştir. Döneminin Viktoryen duyarlılıklarını rahatsız eden şeyler arasında yalnızca çocukların cinselliğe sahip olduğu yönündeki iddiası değil, aynı zamanda ne kadar “uygar” ya da yüksek eğitimli olursak olalım, bilinçdışı yaşantımızda ilkel, kendine referanslı düşünme biçimlerinin kalıntılarının varlığını sürdürdüğü ve davranışlarımızı düşündüğümüzden çok daha fazla ölçüde yönettiği sonucuna varması da vardır.

    *Freud’un kuramlarının, Piaget’nin bilişsel gelişim modelini doğrudan etkilediği söylenebilir. Bu model, akademik psikolojideki dar davranışçı egemenliğin yıkılmasında kritik bir rol oynamış ve günümüzde hâkim olan bilişsel-davranışçı duyarlılığın zeminini hazırlamıştır. Piaget, Carl Jung’un hem hastası hem de sevgilisi olduğu varsayılan, sonradan Freud’un öğrencisi ve çalışma arkadaşı haline gelen Sabina Spielrein tarafından analiz edilmiştir (Carotenuto, 1983; Kerr, 1993). Spielrein, Freud’un ölüm dürtüsü kuramının ilk fikirlerinin kaynağı da olabilir. Bu parlak ve yaratıcı kadın, 1941 yılında Naziler tarafından katledilmiştir. Onun erken psikanalitik hareketteki karmaşık rolüne dair bildiklerimizin çoğu, hayatta kalan bazı günlük ve mektuplar sayesinde gün yüzüne çıkmıştır.

    Freud, evrensel bazı bilişsel süreçler öne sürmenin yanı sıra, bireysel içsel inanç farklılıklarından ve bunların kişinin kendine özgü psikolojisiyle ilişkilerinden de söz etmiştir. Örneğin, “Psiko-Analitik Çalışmalarda Karşılaşılan Bazı Karakter Tipleri [Some Character-Types Met with in Psycho-Analytic Work]” (1916) başlıklı makalesinde, bilinçdışı inançların belirleyici doğasını vurgulamıştır. Kurallara diğer insanların uyması gerektiğini ama kendisinin “istisna” olduğunu düşünen birini tarif ederken, bu kişinin kendisini özel bir ilahi koruma altında saydığı varsayımına dikkat çeker. Freud, bu adamın çocukken sütannesinden kazara bulaşan bir enfeksiyonun kurbanı olduğunu ve bu yaşantının farkında olmadan, tüm yaşamı boyunca tıpkı bir ‘kaza maaşı’ almayı bekler gibi, tazminat talep etme hakkına sahipmişçesine davrandığını belirtir (s. 313). Freud, “suçluluk duygusuyla suç işleyen” olarak adlandırdığı bir kişi tipini tarif ederken de benzer bir bilişsel açıklama getirir: Bazı insanlar, kendilerini zaten suçlu ve günahkâr olarak gören önceden var olan bir inancı dengelemek için bilinçdışı bir şekilde suç işlerler.

    PATOJENİK İNANÇLARIN DOĞASI VE İŞLEVİ

    Günümüzün psikanalitik yazarları ve araştırmacıları arasında, bilinçdışı patojenik inançlara en fazla vurgu yapanlar Joseph Weiss, Harold Sampson ve San Francisco Psikoterapi Araştırma Grubu’dur (örneğin bkz. Weiss ve diğerleri, 1986; Weiss, 1993). Başlangıçta yaklaşımlarını “kontrol-ustalık kuramı [control-mastery theory]” olarak adlandıran bu araştırmacılar, başarılı psikoterapileri ampirik olarak incelediklerinde, danışanın temel inançlarını anlamanın ve ardından, danışanın terapötik katılımını bu inançları çürütme çabası olarak yorumlamanın, tedavi sürecindeki değişimi açıklamak açısından güçlü bir kuramsal çerçeve sunduğunu ortaya koymuşlardır. Sampson, Weiss ve çalışma arkadaşları, hepimizin sıklıkla bilinçdışı düzeyde işleyen ve kendini gerçekleştiren kehanetler gibi davranan örgütleyici inançlara sahip olduğumuzu vurgularlar. Eğer bir kişi şanslıysa ve olumlu, uyumlu inançları içselleştirmişse, doyurucu bir yaşam sürme olasılığı yüksektir. Ancak kişi, örneğin kendiliğin kötülüğü, çabanın anlamsızlığı, yakınlığın tehlikesi ya da ihanetin kaçınılmazlığı gibi inançları içselleştirmişse, iyi bir terapi görmediği sürece bu inançların neden olduğu tekrar eden acılardan kurtulamayacaktır.

    Biliş üzerinde duran çağdaş psikanalitik modeller, psikanalitik ve bilişsel-davranışçı anlayışlar arasında bir yakınlaşma [rapprochement] olasılığına dair heyecan verici bir umut sunmaktadır. Bu alandaki seçkin araştırmacılardan yalnızca biri olarak Wilma Bucci’nin (1997) çalışmaları, kuramsal düzeyde bilişsel bilim ile psikanalitik düşüncenin ampirik temelli bir biçimde bütünleştirilebileceğine dair yeni umutlar doğurmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi, Allan Schore’un çalışmaları (örneğin, 1994), bu bütünleştirmenin nörobiyolojik düzeyde mümkün olabileceğini öne sürmektedir. Klinik düzeyde ise, psikoterapi entegrasyonuna yönelik canlı bir ilgi uzun süredir mevcuttur (örneğin bkz. Wachtel, 1977; Arkowitz & Messer, 1984). Son dönemde kuramsal ve teknik bir senteze yönelik artan ilgi, bilişe dair ortak ilginin psikanalitik ve bilişsel-davranışçı terapistleri birleştirdiğini yansıtmaktadır. Genellikle üzerinde durulmamış olsa da, öncü bilişsel terapistler olan Albert Ellis, Aaron Beck ve diğerleri, patolojiyi yaratan ve sürdüren bireysel irrasyonel inançlara vurgu yapmaları bakımından Freud’a benzer bir yaklaşım sergilemektedirler. Onlara göre, terapistin temel görevi bu tür inançlara meydan okumaktır. Ancak Freud ve diğer psikanalistlerden ayrıldıkları temel nokta, bu yıkıcı inançların yer aldığı dinamik, bilinçdışı bir zihinsel yapının varsayılmasına gerek olmadığı yönündeki görüşleridir; bu inançların ortaya çıkarılabilir ve ele alınabilir olduğunu düşünürler, dolayısıyla bu yapıyı varsaymaya ihtiyaç duymazlar.

    Benim için cesaret verici olan nokta, bazı seçkin çağdaş bilişsel-davranışçı kuramcıların (örneğin Barlow, 1998), beyin görüntüleme alanındaki son gelişmelerin, bilişi anlamada mutlaka dikkate alınması gereken bilinçdışı süreçlerin varlığını ortaya koyduğunu kabul etmeleridir. Bununla birlikte, bireysel klinisyenlerin hem psikanalitik hem de bilişsel-davranışçı yaklaşımların ustalıklı bütünleştiricileri haline gelme ihtimaline dair bazı gerçekçi düşünceler de vardır: Ne yazık ki, her iki kuramsal geleneğe dair kapsamlı bir akademik temele sahip, yetkin bir psikoterapist olmak uzun ve zahmetli bir süreçtir ve çok az kişi bu iki yönelimin de önemli bir literatürünü yeterince derinlemesine öğrenebilir. Kişisel mizaç özellikleri, alınan eğitimin rastlantısal yönleri ve kişinin kendi kişisel terapisinin (hangi kuramsal yaklaşıma dayalı olursa olsun) ne ölçüde etkili olduğu gibi etkenler, terapistleri genellikle bu yaklaşımlardan birine yöneltir. Ayrıca, bilişsel-davranışçı ve psikanalitik yaklaşımlar arasında, temel vurgular ve varsayımlar bakımından indirgenemez bazı farklar da bulunmaktadır (bkz. Messer & Winokur, 1980; Arkowitz & Messer, 1984). Yine de, birbirinden farklı yönelimlere sahip uygulayıcıların psikoterapötik müdahalenin temellendiği bazı ortak noktaları takdir edebilmeleri, alanımızı büyük ölçüde zenginleştirecektir.

    Psikopatolojiyi anlama konusunda aile sistemleri yaklaşımları da bilinçdışı inançların [unconscious beliefs] işleyişini varsayar. Aile terapistleri, bu inançları hem bireylerde hem de aile miti [family mith] olgusunda ayırt ederler. Örneğin, “Eğer bireyleşirsem annem ölür” ya da “Ebeveynlerimin kavga etmesini engellemek için hasta olan kişi ben olmalıyım” gibi düşünceler, sistemde tanımlanan hastanın en içsel inançlarını yansıtabilirken, “Aileden biri ayrışırsa hepimiz yok oluruz” gibi daha genel inançlar, tanımlanmış hastayı bir günah keçisi rolüne hapsedebilir ve tüm aile organizmasını uyumsuz bir örüntüye kilitleyebilir. Sistem odaklı ve farklı kuramsal yönelimlere sahip uygulayıcılar, bu tür inançları geçersiz kılmaya ve böylece ailenin esnekliğini ve gelişimini artırmaya yönelik müdahale teknikleri geliştirmişlerdir. Çoğu bilişsel-davranışçı terapist gibi, sistem kuramcıları da bireysel dinamik bilinçdışının varlığıyla ya da sorunlu fikirlerin bilince getirilip getirilemeyeceğiyle, psikanalitik terapistler kadar ilgilenmezler. Onlara göre, bu inançlar yeni deneyimlerle değiştirilebiliyorsa, bu durum tedavide ilerleme sağlayacaktır.

    Gerçekten de birçok insanda merkezi patojenik inançlar bilinçdışı olmaktan çok ego-sintoniktir [ego-syntonic], yani kişinin benlik algısıyla uyumludur. Pek çok danışan, terapiste temel varsayımlarını açıkça ifade eder: “İnsanlara güvenilmez”, “Bütün erkekler hayvandır”, “Elimi attığım her şey berbat olur”, “Hiç kimse gerçekten başkalarını umursamaz” gibi. Bu düşüncelere gerçekten inanırlar ve bir terapist bu varsayımları sorguladığında, hemen bunları gerekçelendirmeye ve terapisti bu inançların makul olduğuna ikna etmeye girişirler. Tüm klinisyenlerin şu deneyimi yaşamışlığı vardır: Bir danışana, onun daha önce farkında olmadığını düşündükleri bir şeyi söylediğinde (örneğin, “Sanki bu dünyada var olmayı hak etmediğinizi düşünüyorsunuz” ya da “Görünüşe göre her tür otoriteye öfkelisiniz”), danışan buna şu şekilde yanıt verir: “Elbette!” -sanki terapist bu kadar açık bir şeyi anlamakta neden bu kadar gecikti diye onu aptal yerine koyarcasına.

    Bilinçdışında kalan şey bazen inancın kendisi değil, o inancı başlatan kişilerarası senaryodur. Benim gözlemime göre, danışanlar irrasyonel inançlarını, bu inançların nereden geldiğini ve artık geçerli olmayan tehlikelere karşı benliği nasıl koruduklarını anlamadıkça değiştiremezler (bu konuya ileride daha ayrıntılı değinilecektir). Freud’un kendini bir “istisna” olarak gören genç adamı muhtemelen Freud’a ya da bir başka araştırmacıya özel bir korunma altında olduğuna inandığını söyleyebilirdi. Ancak erişemediği şey, çocukluğunda şu sonuca varmış olmasıydı: Bu özel koruma onun hakkıydı, çünkü kendi payına düşen acıyı zaten yaşamıştı ve bu koruma, erken dönemde geçirdiği enfeksiyonun yarattığı sağlık kaygılarından sihirli bir şekilde korunmanın bir yoluydu. Büyük olasılıkla, yetişkin zihni bu tür bir “sihirli düşüncenin” mantıksız olduğunu kavradığında, özel bir kişisel ayrıcalığa olan inancını bırakmaya başlayabilecekti.

    Burada özellikle vurgulamak isterim ki, çoğu zaman “irrasyonel” olarak etiketlediğimiz inançlar, ilk olarak şekillendikleri çocukta irrasyonel değildir. Küçük çocuklar kaçınılmaz biçimde benmerkezcidir; çünkü dünya hakkında bilgileri çok sınırlıdır ve büyük ölçüde yalnızca kendi içsel durumlarının farkındalığına dayanır. Geçinmek için çalışmak zorunda olmanın gereklerini, ev dışındaki geniş dünyanın taleplerini, politik olayların etkilerini, hastalık ve ölümün gerçekliğini, olgun cinselliğin doğasını, bağımlılığın iniş çıkışlarını ve genel olarak etraflarındaki yetişkinlerin karmaşık ve birbiriyle çelişen güdülerini anlayamazlar. Ancak kendi oldukça keskin ve ince ayarsız duygularını anlarlar ve bu duygulardan genellemeler çıkarırlar. Ellerindeki sınırlı bilgiyle, içinde bulundukları durumu açıklamak için ellerinden gelenin en iyisini yaparlar ve yaşamla nasıl başa çıkacaklarına dair ulaşabilecekleri en iyi sonuçları çıkarırlar. Tıpkı mantıksal pozitivist gelenekten gelen dikkatli bir araştırmacı gibi, ellerindeki verilere en uygun, en yalın açıklamayı üretirler.

    Örneğin, üç yaşındayken babası ortadan kaybolan küçük bir erkek çocuk, anne babasının boşanmasının kendisiyle ilgisi olmayan nedenlerle gerçekleştiğini ve babasının, bir zamanlar yaşadığı evde sadece bir misafir konumunda olmanın yaratacağı üzüntüyle yüzleşmek istemediği için taşındığını anlayamaz. Bunun yerine çocuk, yeterince iyi olmadığı için babasının onu terk ederek cezalandırdığı sonucuna varır. Ardından şu sonucu çıkarır: Erkek otorite figürlerine güvenilmezdir ve onlara ancak önce kendi “kötülüğünü” test edip tepkilerini gözlemledikten sonra bağlanırsa güvende olabilir. Böylece, yaşam boyu sürecek bir kışkırtma döngüsü başlayabilir: Bazı baba figürlerinin onu eksikliklerine rağmen seveceğine dair umuda tutunarak, onları sınama çabası. Zamanla bu patojenik inançlar bilinçdışına itilip çocuğun bilinçli farkındalığından silinse de, bu inançlarla ilişkili duygu ve davranışlar varlıklarını sürdürür.

    Pek çok kişi, patojenik inançlarını ancak psikanalitik bir tedavinin kontrollü regresyonu sırasında ya da benzer şekilde dönüştürücü bir deneyimin şokuyla keşfeder (örneğin âşık olma ya da aşkın bitmesinden sonra, bir tiyatro oyunundan derinden etkilenerek ya da başka bir bilinç hâlini -uyuşturucu kaynaklı ya da başka yollarla- deneyimleyerek). Bu tür durumlarda insanlar, “bir düzeyde” ne kadar mantıksız şeylere inandıklarını fark ettiklerinde şaşkınlık yaşarlar. Örneğin bir hastam, sekiz yaşındayken annesinin bir beyin anevrizması sonucu ölmesinden bilinçdışı düzeyde babasını sorumlu tuttuğunu öğrenince hayrete düşmüştü. Bir meslektaşım, “aklımda değil ama içgüdüsel olarak” kadınların erkeklerle rekabet ettiğinde yok edileceğine inandığını fark etmenin kendisini ne kadar sarstığını anlatmıştı. Ben de kendi analizim sırasında, analistimin bu yönde bir telkini olmaksızın, bilinçli olarak tiksindiğim bazı etnik stereotipleri içselleştirmiş olduğumu fark ettiğimde duyduğum utancı hatırlıyorum.

    İnsanların yaşamla ilgili en derin ve en mantıksız inançları çok inatçıdır. Yalnızca öğrenme kuramı açısından bakıldığında bile, bir kez iyice öğrenilmiş ve ardından aralıklı olarak pekiştirilmiş bir şeyin ortadan kaldırılmaya karşı son derece dirençli olduğu aksiyomatik [kendiliğinden doğru kabul edilen] bir gerçektir. Üstelik karmaşık bir dünyada, her türden yaşam deneyimi yaşanacağı için aralıklı pekiştirme kaçınılmazdır. Buna bir de kendini gerçekleştiren kehanet [self-fulfilling prophecy] (Rosenthal, 1966) -ya da psikanalitik terimle söylersek, yansıtmalı özdeşim [projective identification] -olgusunu eklediğimizde, yani belirli türde sonuçlar bekleyen kişilerin bu sonuçları kışkırtma eğiliminde olmaları gerçeğini, patojenik bir inancın ne kadar kökleşmiş olabileceğini anlamak daha da kolaylaşır. Psikoterapide bu aşırı belirlenmiş [overdetermined] çocukluk inançlarının değiştirilebilmesi başlı başına bir mucizedir.

    Bu tür inançların dönüştürülmesinde temel unsur, terapistin her bir bireyin esas uyumsuz bilişlerini [main maladaptive cognitions] doğru şekilde kavrayabilmesidir. Tıpkı duygulanımda [affect] olduğu gibi, kişisel bir disiplin geliştirmeden ve kişinin özgün, yön verici varsayımlarını titizlikle ayırt etmeden, başkasına kendi içinde keşfettiğimiz ilkel ve benmerkezci düşünceleri yansıtmak kolaydır. Örneğin, suçluluk duygusu baskın bir terapist, kendisi gibi suçlulukla motive olan bir danışanla çalışırken, her kötü şeyin kendi hatası olduğu inancını hedef alarak danışana büyük bir iyilik yapabilir. Bu durumda terapistin kendi psikolojisi, danışanı anlamakta bir avantaja dönüşür çünkü danışan terapiste benzemektedir. Ancak danışanın motivasyonu suçluluk değilse ve bunun yerine her olumsuzluk için başkalarını suçlayan bir tutum besliyorsa, terapistin onu hatalı bir şekilde gizli bir kendini suçlama varsayımıyla ele alması, danışanın sorumluluktan kaçan patolojik yapısını pekiştirmekten başka bir işe yaramaz.

    Bu bölümü tamamlarken özellikle vurgulamak gerekir ki, bazı patojenik inanç sistemleri oldukça karmaşıktır ve tek cümleyle özetlenemez; çatışma, bu inanç sistemlerinin merkezinde yer alan kafa karıştırıcı bir özelliktir. Örneğin, birçok şizofreni hastası, diğer insanlardan fazla ayrılırsa yok olacağını ama onlara fazla yakın olursa da yutulacağını (boğulacağını) düşünür (Karon & VandenBos, 1981). Borderline kişilik yapılanmasına sahip danışanlar, onlarla çalışan kişilerin çelişkili çıkarımlarda bulunmasına neden olmalarıyla bilinirler. Bazı profesyoneller, bu kişilerin temel uyumsuz inancının “Kimse benim yanımda olmayacak” olduğunu savunurken, diğerleri “İstediğim herkesi yanımda tutabilirim” inancını merkeze alır. Bu nedenle kurumlarda bazı çalışanlar borderline hastanın isteklerine hoşgörü gösterilmesini savunurken, diğerleri sınır koyma konusunda ısrarcı olur. Oysa genellikle borderline danışan her iki patojenik inancı da dinamik bir çatışma içinde taşır ve başarılı bir tedavi için kişinin bu çelişkili yönlerinin her ikisiyle de çalışılması gerekir (bkz. Masterson, 1976). Borderline bir danışanın patojenik düşünce sisteminin yalnızca bir yönüne odaklanan terapistler ya regresyonu pekiştirirler ya da inatçı bir karşıtlıkla karşılaşırlar.

    PATOJENİK İNANÇLARLA İLGİLİ HİPOTEZLER GELİŞTİRMEK

    Bir kişinin patojenik düşüncelerini anlamaya çalışan bir görüşmeci, çoğu zaman danışanın en derin ve en sorunlu inançlarına dair doğrudan bir anlatımla karşılaşmaz. Uyumsuz inançları ego-sintonik [benlikle uyumlu] olan kişilerde bile, terapist bu inançları çoğu zaman tesadüfen fark eder. Örneğin, danışanlarımdan biriyle üç yıldır çalışıyordum ve ancak bu sürenin sonunda, aslında bu zaman boyunca beni iyileştirdiğine dair kesin bir inancı olduğunu öğrendim: Ona göre, tüm kadın bakımverenler eğer çevrelerindeki kadınlar tarafından sevgiyle beslenmezlerse depresyona girerdi ve o da beni bu kaderden koruyordu. Yalnızca ağır paranoid vakalarda mantıksız inançlar açıkça dile getirilir ve savunulur; bu gibi durumlarda söz konusu düşünceler zaten, uygun biçimde, sanrılar [delüzyonlar] olarak değerlendirilir. Daha az zarar görmüş danışanların patojenik bilişlerini anlamak için, terapist onların yaşamla ilgili genel yorumlarından, geçmişlerini nasıl anlattıklarından, tekrar eden davranış örüntülerinden ve aktarım tepkilerinden yola çıkarak çıkarımlarda bulunabilir.

    Hayata Dair Genel Yorumlar

    Değerlendirme görüşmelerinde ve sonraki seanslarda kişinin söylediklerini dikkatle dinlemenin değeri asla küçümsenmemelidir. Kimi zaman, kişilerin parantez içinde söyledikleri yorumlar, onların içsel inançları hakkında büyük miktarda bilgi verir. Örneğin, “Ona güvenmemem gerektiğini bilmeliydim” gibi bir ifade, güvenmenin kişinin içindeki bir başka sese -güvensizlik telkin eden bir sese- karşı gelmek anlamına geldiğini ima eder. “Ne zaman bir şeyi dört gözle beklesem, hayal kırıklığına uğrarım” gibi genellemeler ise sadece son olaylara dair nesnel bir yansıma değil, aynı zamanda bir şeyi zevkle beklemenin o şeyi sihirli bir şekilde hüsrana dönüştüreceğine dair daha derin bir inancı dile getiriyor olabilir. Çocukken ciddi biçimde ihmal edilmiş bir kadın bir keresinde bana şöyle demişti: “Siz, ebeveynlerin çocuklarıyla ilgilenmesinin normal olduğunu sanıyor gibisiniz.”

    Birlikte çalıştığım bir adamın, işler ne zaman yolunda gitse ardından mutlaka tersine döneceğine ve iyi zamanların bedelini ödeyeceğine dair benliğe uyumlu bir inancı vardı. Bu inancın onun için yarattığı soruna bulduğu çözüm ise, baştan hiçbir şeyden keyif almamaya çalışmaktı. Bu dinamiğe, onun gelişigüzel söylediği şu sözle dikkat kesildim: “Hiçbir iyi şey, bir bedel olmadan gelmez.” Bu kişiden birazdan daha ayrıntılı bahsedeceğim. Bir başka danışanım ise çoğu seansa şu sözle başlardı: “Hayat hâlâ berbat.” Bu gözlemin ardında, hayatı daha ilgi çekici ya da tatmin edici kılmak için yapabileceği hiçbir şey olmadığına ve sadece her şeye gücü yeten bir otoritenin işleri değiştirebileceğine dair içsel bir inanç yatıyordu. Dahası, karşısındaki kişi olarak ben -mevcut sözde her şeye gücü yeten otorite- hayatını onun istediği şekilde dönüştürmüyorsam, bu benim bunu yapmaya yeterince gücümün olmamasından değil, ona yeterince önem vermediğimden kaynaklanıyordu.

    Bireysel Yaşam Öykülerinin Betimlenmesi

    Bazen yukarıdaki gibi dramatik ve tekrar eden bir davranış örüntüsü olmasa bile, danışanın kişisel yaşam öyküsü, onun erken deneyimlerinden çıkardığı olası bilinçdışı sonuçları düşündürebilir. Görüşmeyi yapan kişinin, küçük bir çocuğun kaçınılmaz biçimde benmerkezci açıklama tarzına empatiyle yaklaşabilmesi, belirli bir danışanın olası patojenik düşüncelerini sezebilmesini kolaylaştırır. Örneğin, evlat edinilmiş çocukların çoğu, biyolojik ebeveynlerinin neden onları reddettiğine dair en az bir kuram geliştirir. Ailede erkek çocukların tercih edildiği bir ortamda büyüyen kızlar ya da kız çocuğu istenen ebeveynler tarafından büyütülen erkekler, karşı cinste olmanın çok daha iyi olduğuna dair güçlü inançlara sahip olurlar (bu inanç bazen bilinçdışıdır, bazen de bilinçlidir ve mantıklı gerekçelerle açıklanır). Erken ve tekrar eden birincil nesne yitimi yaşamış kişiler yalnızca sevdikleri herkesin onları terk edeceğine değil, aynı zamanda kendi kötü yönlerinin bu kişileri kendilerinden uzaklaştıracağına da inanma eğilimindedirler. Kötü muamele görmüş sosyal gruplara mensup bireyler, ırkları, etnisiteleri, cinsiyetleri ya da cinsel yönelimleri nedeniyle karşı güç grubunun üyelerine kıyasla onarılamaz biçimde aşağı olduklarına dair derin, rahatsız edici sonuçlara varırlar.

    Ayrıca, hastanın ailesinin sosyoekonomik durumu ve etnik yapısı gibi basit demografik bilgileri bilmek de önemlidir; çünkü farklı altkültürler, ilişki, otorite, mahremiyet, cinsiyet, yakınlık, güven, disiplin ve diğer temel insani meseleler hakkında farklı inançları yaygınlaştırırlar. Kişinin dinsel yetiştirilme tarzını bilmek de, onun sorgulanmaksızın içselleştirmiş olabileceği inançlara dair bilgi sunar. Örneğin (bkz. Lovinger, 1984), Protestan aileler, çocuklarda aşırı bağımlı kalmak, bireysel inançlarının cesaretiyle ve kendi ayakları üzerinde hareket etmemek gibi durumlarda suçluluk duygusu oluşturma eğilimindedirler (tıpkı Martin Luther’in dönemin Katolik kurumuna karşı durmasında olduğu gibi). Buna karşılık, tarih boyunca topluluklarının korunması ve hayatta kalması temel bir mesele olmuş Yahudi aileler, çocuklarında aileden çok uzaklaşmaları halinde suçluluk duygusu yaratma eğilimindedirler. Bu nedenle Protestan hastalar, kendilerini zayıf, kendini şımartmış ya da yeterince bağımsız davranmamış olduklarında eleştirirken; Yahudi hastalar ise, yeterince ilgili, bağlı ya da başkalarına karşı duyarlı olmadıkları için kendilerini suçlarlar.

    Hasta, etnik ve dinsel olarak terapistin aşina olmadığı geleneklerden geliyorsa, terapistin bu kültürleri ve onlara yön veren inanç sistemlerini hem dış kaynaklardan hem de hastanın kendisinden öğrenmesi gerekir (Sue & Sue, 1990). Kendi köken topluluğu hakkında ne kadar az şey bildiğimi açıkça dile getirmemi hiçbir danışanımın yadırgamadığını, aksine bunun saygı göstergesi olduğunu hissederek bundan memnuniyet duyduğunu gördüm. Bu gözlem, hastanın şu anda dahil olduğu toplulukların özgün kültürleri ve ideolojileri hakkında derinlemesine onlardan bir şeyler öğrenmek için gösterilen çaba açısından da geçerlidir. İnsanlar, çoğu zaman önceden var olan inançlarını yansıtan gruplara yöneldikleri için, bireyin güncel bağlılıkları da erken dönem inançları hakkında bilgi verir. (Bu tür incelemelerin terapiste sağladığı yan faydalardan biri de eğitimdir. Danışanlarım sayesinde, bana başka türlü görünmeyecek pek çok yaşam alanına dair değerli bilgiler edindim. Bunlar arasında sufi hareketi, kakerlik [Quakerism], Budizm, on iki adım programları, kronik hastalıklarla yaşayan kişilere yönelik destek toplulukları, hayvan hakları savunucuları, askerî personel, motosiklet çeteleri, oyunculuk öğrencileri, polis memurları, Hristiyan misyonerleri ve belirli inanç sistemlerini sürdüren ve pekiştiren diğer gruplar yer almaktadır.)

    Danışanın ve köken ailesinin politik tutumları da, kişinin temel inançları hakkında bilgi verir. Örneğin, Amerikalı liberaller genellikle cömertliği ve merhameti idealleştirirken, muhafazakârlar kontrol ve adaleti idealleştirirler (MacEdo, 1991). Bazı kişilerin politik görüşleri, otoriteye direnmenin bir zorunluluk olduğu inancıyla şekillenmiştir; bazıları ise toplumsal düzen ve uyum ihtiyacını vurgular ve isyankâr davranışlardan dehşet duyar. Bu tür tutumlar, hastanın kendi yaşam öyküsünden çıkardığı temel dersler hakkında çok şey anlatır.

    Tekrarlayıcı Davranış

    Pek çok insanda, problemli içsel inançlar hastanın sürekli yinelenen davranış örüntülerinden çıkarılmak zorundadır. Örneğin, birlikte çalıştığım bir adam tekrar tekrar ve bana göre kompülsif bir şekilde karısına sadakatsizlik ediyordu. Bu davranışının açıklaması ise kadınlara duyduğu hayranlıktı -kadın güzelliğinin bir tutkunu olduğunu ve kendisini ve hayranı olan çekici kadınları bir cinsel ilişkinin keyfiyle ödüllendirmeye karşı koyamadığını söylüyordu. Hem eşine hem de her seferinde bir sonraki heyecan verici fetih uğruna terk ettiği sevgililerine yaşattığı acı, ona göre, onların onun gibi kadınların cazibesini bu kadar takdir eden bir erkekle bağlantı kurmuş olmanın hazzı karşılığında ödedikleri küçük bir bedeldi. Kadınlara karşı bilinçdışı bir öfke taşıdığı sonucuna varmak benim için zor olmadı; fakat onun bu yönünü bulup tam olarak deneyimlemesi uzun zaman aldı. Bu öfke, annesinin onu küçükken terk ettiği kişisel bir geçmişten kaynaklanıyordu ve kadınsı bir nesneye bağlanıldığında terk edilmenin kaçınılmaz olduğuna dair bilinçdışı inancı nedeniyle, sonrasında bağlandığı kadınlarla da tekrar terk edilmeden önce ilişki kurup kopuyordu. Çocuklukta edindiği bu çıkarım ile davranışları arasındaki ilişkiyi kavrayana kadar kadınları istismar etmeyi bırakamadı.

    Bir başka hastam ise yaptığı her tercihi yanlış olarak değerlendirme alışkanlığına sahipti. Her önemli kararı -hangi kadınla dışarı çıkacağı, hangi dersi alacağı, hangi işin peşinden gideceği, tatile nereye gideceği vb.- aşırı bir zihinsel ıstırapla tartar, sonunda bir karar verdiğinde ise gitmediği yolun aslında doğru olan olduğuna ikna olur ve kötü yargısı yüzünden kedere gömülürdü. Sonunda birlikte şu en az üç patojenik inancın bu örüntünün altında yattığını keşfettik: 1) eğer kendi başına karar verirse cezalandırılacağı ve bu nedenle kendini cezalandırmasının daha güvenli olduğu inancı; 2) seçimlerinin olumlu sonuçlarının keyfini çıkarmayı hak etmediği inancı;
    ve en önemlisi, 3) kusursuz bir karar diye bir şeyin var olduğu, yani hiçbir ambivalans içermeyen bir yönün mümkün olduğu inancı; dolayısıyla, nihai kararına dair bir ambivalans hissediyorsa, bu kararı vermesi zaten başlı başına yanlış olmuş demekti.

    Bu adamda, daha önce belirtildiği gibi, işler iyi gittiğinde keyif almaktan kaçınmak gerektiği inancı da vardı; çünkü bu durumların kaçınılmaz olarak felaketle sonuçlanacağına inanıyordu. Bu düşüncenin ardındaki büyüsel düşünceye karşı onunla oldukça doğrudan bir müdahalede bulunduğumu hatırlıyorum. Onun düşüncelerine karşı şunu savundum: Şans zaman zaman artıp azalabilir ama bu düşüşlerin, yalnızca şansın yükseldiği anların keyfini çıkarmaya izin verdiğimiz için meydana geldiğine dair hiçbir kanıt yok. Yetişkinlikte bu patojenik fikirler ona büyük acılar yaşatmasına -daha doğrusu, keyif verici birçok fırsatı ıstırap haline getirerek onlardan kaçınmasına- rağmen, yaşamın normal belirsizlikleri üzerinde her şeyi kontrol eden bir zihin gücüne sahip olma duygusundan vazgeçmekte çileden çıkarıcı derecede isteksizdi.

    Aktarım Tepkileri

    Geleneksel, uzun süreli terapilerde, patojenik inançlar aktarım ilişkisi içinde yavaş yavaş açığa çıkar. Bu inançlar ortaya çıktığında, çoğu zaman her iki tarafı da yoğunluklarıyla şaşırtır. Örneğin, travmatize olmuş kişiler genellikle terapinin bir noktasında terapistin kendilerini kötüye kullanmak üzere olduğuna dair ezici bir kanaate ulaşırlar. Benimle psikanalitik çalışmaya katılan, oldukça işlevsel ve gerçekçi bir kadın, terapinin hassas bir aşamasında benimle konuşamaz [bana anlatamaz] hale geliyor, divana cenin pozisyonunda kıvrılıyor ve sanki hayati organlarını bir saldırıdan korumaya çalışıyordu. Babası, öfke nöbetlerine kapıldığında, erişebildiği herhangi bir yerinden onu fiziksel olarak hırpalayan biriydi.

    Devam edecek…

    Okuduğunuz metin Nancy McWilliams’ın Psychoanalytic
    Case Formulation
     adlı kitabının 10. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

  • Öz-Değeri [Kendilik Değerini] Değerlendirme (9. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 9. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Öz-değer [self-esteem], analistlerin zaman zaman sağlıklı narsisizm [healthy narcissism] olarak da adlandırdığı bir başka duygusal yaşantı alanıdır ve insanlar bu alanda çarpıcı biçimde birbirlerinden farklılık gösterirler. Başkalarına ister kısa vadeli ister kapsamlı bir şekilde yardım etmek isteyen herkesin, danışanının bu alandaki bireyselliğini anlaması gerekir. Öz-değeri ne kadar güvenlidir? Ne üzerine kuruludur? Ne tarafından zedelenir? Zedelendiğinde nasıl onarılır? Öz-değere temel oluşturan arzular ne kadar gerçekçidir? Bir kişinin öz saygısını [self-regard] destekleyen özgül koşullar, bireysel psikolojinin çoğu zaman sorgulanmayan, dile getirilmeyen, hiçbir zaman tam anlamıyla bilinçli olmayan ve her zaman ego-sintonik [egosyntonic] olan, yani bireyin benliğiyle uyumlu işleyen yönlerinden biridir -tıpkı balık için su gibi. Kişinin kendisini iyi ya da kötü hissetmesine yol açan yollar, zihinsel örgütlenmesinin o kadar yaygın, köklü ve görünmez bir parçasıdır ki, çoğumuz öz-onay [self-approval] ve öz-ret [self-disapproval] sistemimizi başka türlü yönetmeyi hayal bile edemeyiz. Öz-değer özü gereği tamamen içsel bir olgu olduğundan, doğası ancak danışanın davranışları ve sözel anlatımları aracılığıyla çıkarımsanabilir.

    ÖZ-DEĞER MESELELERİNİ ANLAMANIN ÖNEMİ

    Öz-değerin korunması ve güçlendirilmesi, tüm olgun insan etkinliklerinin merkezindedir. Değerleriyle [values] çelişen biçimde davrandığını fark eden insanlar, öyle bir utanç ve umutsuzluk yaşarlar ki teselli edilemez hâle gelirler. Böyle bir ıstırap hissetmektense, insanlar kendilerini ya da başkalarını riske atacak şeyler yapabilirler. Çoğu insanın başarmayı hayal bile edemeyeceği şeyleri gerçekleştirebilirler. Örneğin Freud, kendi dirençlerini aşarak bilinçdışı yaşantısını onun yaptığı ölçüde açığa çıkarmayı nasıl başarabildiğini kavrayamayan bazı psikanalitik hayranları tarafından zaman zaman coşkulu bir şekilde idealleştirilmiştir. Ancak onun öz-değer yapısı göz önünde bulundurulduğunda, bu başarı o kadar da anlaşılmaz değildir. Freud’un değer sisteminde kendisini hakikate adanmış korkusuz biri olarak görmek, ikiyüzlülük ve kendini aldatmayla savaşan bir fatih olarak konumlandırmak merkezi bir yere sahipti. Başkalarının kendi psikolojilerinde son derece rahatsız edici bulacağı yönleri kendisinde açığa çıkarmaktan büyük haz duyardı. Bu keşiflerin kendisine verdiği utanç her ne olursa olsun, korkusuz bir hakikat anlatıcısı olarak öz-imgesini [self-image] pekiştirmesiyle duyduğu gurur, bu utancı fazlasıyla dengelemekteydi.

    Kültürler, aksi takdirde anlaşılmaz görülebilecek davranışları oldukça sıradanlaştıran ortak değerler üretirler. Örneğin, çağdaş Amerikan orta sınıf toplumunda, öz-değeri genç ve güzel görünmeye bağlı olan kişiler, normal yaşlanmayla ilişkilendirdikleri narsisistik acıyla yüzleşmektense kapsamlı estetik ameliyatlar geçirmeyi tercih ederler. Savaş zamanlarında, gururu cesur davranmaya dayanan askerler, utanç yaşamaktansa ölümü göze alırlar. Titanic batarken, öz-değerin neye dayanması gerektiğine ilişkin Edward dönemi duyarlılığıyla yetişmiş olan Benjamin Guggenheim, can yeleğini bir kenara bırakmış ve sekreteriyle birlikte smokin giyerek şu açıklamayı yapmıştır: “En iyi giysilerimizi giydik ve beyefendiler gibi batmaya hazırız” (Butler, 1998, s. 123).

    Hayatlarını başkalarını kurtarmaya, iyileştirmeye, yardım etmeye ya da başka şekillerde desteklemeye adamış insanları incelediğimde -ki bu kişiler çoğu zaman ciddi rahatsızlıklar ya da fiziksel riskler pahasına bunu yapmışlardı (McWilliams, 1984)- şunu öğrendim: İyilik yapmaları engellendiğinde depresyona giriyorlardı. Tanıdığım bir kadın, göğüs kanseri tanısı aldıktan sonra belirgin biçimde disforik hale geldi -yalnızca hayatından endişe ettiği için değil, aynı zamanda hastanesi artık düzenli olarak kan vermesine izin vermeyeceği için; oysa bu faaliyet, kendisini değerli hissetmesinin merkezindeydi. Genellikle, bir kişinin belli bir eyleme yönelik güdüsünü başkaları anlayamıyorsa, bu durum, onların o kişinin öz-değerini sürdürme biçimini paylaşmamaları ya da hayal dahi edememelerindendir. Terapistler sık sık şu soruyla karşılaşırlar: “Bütün gün oturup başkalarının dertlerini dinlemeye nasıl katlanıyorsunuz?” Böyle sorular soran insanlar, muhtemelen başkalarına yardım etmeyi kendi değer sistemlerinin merkezine yerleştirmemiş kişilerdir; bu nedenle, yardım etmenin verdiği hazzın, saatler boyunca yoğun olumsuz duygulanımı dinlemenin yarattığı rahatsızlığın önüne nasıl geçebileceğini hayal edemezler.

    Öz-değeri kişinin kendisininkinden farklı kaynaklara dayananlara yönelik empati eksikliği, yalnızca kahramanca ve “özverili” eylemler için değil, yıkıcı ve kötü niyetli eylemler için de geçerlidir. Öz saygısı bağımsız ve yaralanamaz görünmeye dayanan biri, birine ihtiyaç duyduğunu ifade etmektense o kişiyi dövmeyi tercih edebilir; diğer insanlar üzerinde mutlak güç hissine dayanan bir gurura sahip biri ise, eylemsizliğin getireceği utanç yerine cinayeti seçebilir. Timothy McVeigh’in Oklahoma City Federal Binası’nı ve içindeki masum insanları yok edişi, büyük olasılıkla yalnızca federal hükümete yönelik ünlü nefretiyle değil, aynı zamanda ideolojisine uygun davranmadığı takdirde öz-değerini sürdüremeyeceği inancıyla da motive olmuştur. Böylesi bir davranış, elbette, öz-değerini bambaşka şekillerde yapılandıran insanlar için anlaşılmazdır.

    Belirli bir kişinin öz-değer yapısına ilişkin bilgi olmadığında, hepimiz projekte etme eğilimindeyizdir; yani, kendimizi iyi hissettiren şeylerin danışanlarımızda da aynı gurur duygusunu yarattığını varsayarız. Öz-değer, hem kendimizde hem de başkalarında hayranlık ve idealleştirme [idealize] eğiliminde olduğumuz niteliklerle yakından bağlantılıdır. Ancak aileler ve alt kültürler son derece farklı şeyleri idealleştirir ve öz-değerin ne denli farklı şekillerde desteklenip sürdürülebileceğini fark etmek şaşırtıcı olabilir. Bir kadın entelektüelliğiyle kendini kutlarken, bir diğeri “fildişi kule zihniyetine sahip, sağduyudan yoksun” insanlara karşı küçümseme hissedebilir. Bir adam özenli giyinmek için çaba harcarken, komşusu fiziksel görünümün kendisi için hiçbir anlam taşımadığı yönündeki kibriyle övünebilir. Agnostik oluşuyla gurur duyan bir hastam, bir seans boyunca birlikte olduğu bir erkeğin cinsel açıdan çekingen davranışları karşısında yaşadığı kafa karışıklığını ve acıyı dile getirmişti. Adamın onu çekici bulmadığı sonucuna varmıştı, oysa cinsel tutuculuğu dışında tüm davranışları tam tersini gösteriyordu. Daha önce onun Katolik bir ailede yetiştiğini ve hâlâ düzenli olarak ayine gittiğini belirtmiş olduğundan, başka bir açıklama sundum: “Belki de dinsel yetiştirilme biçimine uygun olarak, evlilik öncesi cinselliği yanlış buluyordur.” “Günümüzde kim böyle bir şey düşünebilir ki!” diye çıkıştı. Ama adam düşünüyordu ve öz-değeri, buna uygun davranmasına bağlıydı. Ondan hoşlanıyordu, ancak onunla evlilikten önce cinsel ilişkiye girseydi, kendisi hakkında iyi hissedemezdi.

    Bir hastanın öz-değeri hakkında bilgi edinmenin belki de en anlamlı yolu şu soruyu sormaktır: “İnsanlarda neye hayranlık duyarsınız?” Bu sorunun yanıtı, kişinin kendini değerlendirme biçiminin temel bileşenini sunar. Ayrıca şu tür sorular da zaman zaman faydalı olabilir: “Kendinizle gurur duymanıza neden olan şeyler nelerdir?” ve “Kendinizi kötü hissetmenize yol açan şeyler nelerdir?” Buna ek olarak, “Genel olarak kendiniz ve hayatınız hakkında olumlu mu hissediyorsunuz, yoksa hayal kırıklığına uğramış ve kendinize karşı eleştirel misiniz?” gibi bir soru sorularak kişinin genel öz-değer düzeyine ilişkin bir fikir edinilebilir. Bazı insanlar, terapist onların takdirini ve onayını kazanması gereken biri hâline geldikten sonra utanç verici duygularını açığa vurmakta zorlanırlar; ancak bu kişiler, terapinin erken dönemlerinde, henüz böyle bir bağ oluşmadan, kendileriyle ilgili en olumsuz hislerini daha kolay itiraf edebilirler.

    Burada, belki de öz-değere ilişkin sofistike, psikanalitik bir anlayış ile popüler kültürün benimsediği anlayış arasındaki farkı yorumlamak için uygun bir noktadayım; bu fark, not enflasyonu ve sınıf geçirme uygulamaları gibi güncel tartışmalarda da açıkça görülmektedir. İnsanları önemsiz başarılar için övmek ve ödüllendirmek öz-değer değil, kendini kandırma ve sahtekârlık hissi üretir. Ucuz övgülere ya kendimizle ilgili şişirilmiş ama bir düzeyde saçma olduğunu bildiğimiz bir algıyla tepki veririz, ya da içten içe, aldığımız tüm övgülere rağmen aslında vasat olduğumuza dair bir utanç duyarız. Genellikle bu durumda, bizi öven kişiye karşı da küçümseyici bir tavır geliştiririz. Çocuklar, hoşgörülü öğretmenlerden çok, talepkâr öğretmenleri takdir etmeleriyle bilinir: Bilirler ki, yüksek standartları olan birinden gelen övgü gerçekten anlamlıdır.

    İnsanlara yalnızca olumlu tepkiler vererek onların öz-değerini “desteklemek” makul bir öz-değeri korumak ya da inşa etmek anlamına gelmez; bu, yanılsamayı beslemek demektir. Eğer kişi bu övgüye gerçekten inanırsa, gelecekte öyle düşük standartlar belirleyecektir ki, karmaşık bir dünyada kendisini olumlu ve başarılı hissetme olasılığı ortadan kalkacaktır. İnsanların psikanaliz sürecinde öz-değerlerinin artmasının nedenlerinden biri, otoritelerin her şeyi olumlu olarak yeniden çerçevelemesi gerektiği fikrinin aksine, hastanın kötü ve utanç verici olan pek çok şeyi açığa çıkarmış olması ve analistin de benliğin bu nefret edilen yönlerini anlamaktan geri durmamış olmasıdır. Hasta, tüm kusurlarını bilen, onları küçümsemeye ya da çarpıtmaya ihtiyaç duymayan biri tarafından kabul edilmiştir. Eğer yüzeysel duygusal destek, bir kişinin öz-değeri için gerçekten anlamlı bir katkı sağlasaydı, arkadaşları olan hiç kimsenin psikoterapiye ihtiyacı olmazdı.

    ÖZ-DEĞERE PSİKANALİTİK İLGİ

    Öz-değer, psikanalitik gelenekte sahnenin merkezine ancak 1970’ler civarında, patolojik narsisizm [pathological narcissism] üzerine yazın ve araştırmalarda bir patlama yaşandığında yerleşti -bu durum, öz-değeri içsel değer ölçütleri aracılığıyla makul ve tutarlı bir şekilde düzenleyememe biçiminde tanımlanır. Terapistler, giderek artan sayıda danışanlarının artık klasik Freudcu türden problemleri -içsel dinamiklerin çatışması gibi-tanımlamadığını, bunun yerine belirsiz boşluk hissi, anlamsızlık, kendini tanımlamada güçlük, olduğu kişiden hoşlanamama ve “her şeye sahip” ya da “hayatını düzene koymuş” oldukları varsayılan başkalarına yönelik kıskançlık gibi sorunlardan şikâyet ettiklerini fark ediyordu. Kimi zaman, kişinin içsel bir çekim merkezi hissedememesi açık bir şekilde görülüyordu; kimi zaman ise bu durum, Wilhelm Reich’ın (1933) “fallik narsisizm” adını verdiği türden gösterişli bir benlik sunumuyla örtülüyordu. Kuşkusuz, günümüzde içinde yaşadığımız kültür -süregiden ve baş döndürücü değişimi, uluslararası kapsamı, hareketliliği, imaj ve algı yönetimine verdiği önem ve birey olarak görünmezliğimiz göz önüne alındığında- kim olduğumuza ve neden önemli olduğumuza dair istikrarlı bir duygu geliştirmeyi, erken psikanalitik kuramcıları doğuran topluma kıyasla çok daha zor hale getirmiştir.

    Yine de, öz-değer sorunları yalnızca son on yıllara özgü değildir. Freud’un erken çevresindeki analistler arasında, aşağılık duygusuna ilişkin sorunlara odaklanan Adler (örneğin, 1927) ve bireysel irade üzerinde duran Rank (örneğin, 1945), benlik ve istikrarlı bir öz-değerin insan iyilik hâli açısından merkezi önemi üzerine yazılar kaleme almışlardır. Kendi kişisel dinamikleri öz-değer açısından belirgin eksiklikler taşımayan ve bu nedenle muhtemelen narsisistik problemlere yönelik empati geliştirmekte zorlanan Freud, öz-değer düzenlenmesine yapılan vurguların, kendisinin en çok ilgilendiği nevrotik durumların anlaşılması açısından bir dereceye kadar tali önemde olduğunu düşünmüşe benzemektedir.

    Psikanalitik Odağın Süperego Üzerine Yoğunlaşması

    Klasik psikanalitik kuram, özellikle ego psikolojisi geleneğinde, öz-değer meselesine temas ettiğinde bunu süperego kavramı üzerinden yapar. Freudcu gelişim modeline göre, çocuklar sorunlu cinsel ve saldırgan dürtülerini, ebeveynleriyle -özellikle en çok rekabet hissettikleri ebeveynle- özdeşim kurarak çözümlerler. “Annem bana ait olamaz, ama eğer babam gibi olursam onun gibi birini elde edebilirim” şeklindeki kabul, çocuğu kronik, umutsuz özlem ve hayal kırıklığı durumundan kurtarır. Bir bakımverene benzemek, o kişinin değerler sistemini içselleştirmek ve öz-değeri, ebeveynlerin ya da rehberlik eden otoritelerin belirlediği standartlara uygun davranmaya bağlı kılmak anlamına gelir. Narsisizmin merkezi bir ilgi alanı haline gelmesinden önceki analitik yazında, süperegonun nasıl ortaya çıktığına, ödipal öncesi dönemde nasıl etkilendiğine ve makul mü yoksa gereğinden fazla sert mi olduğuna ilişkin dikkate değer bir ilgi vardı (örneğin, Beres, 1958). Bu tür makaleler genellikle, süperegolarının aşırı talepkâr oluşu nedeniyle kendileri hakkında yeterince olumlu hissedemeyen depresif ve obsesif-kompulsif hastalarla yaşanan klinik deneyimlerden esinlenerek yazılmıştı.

    Daha sonra, sınır [borderline] durumlar yaygın biçimde klinik ilgi uyandırdığında, bir kişinin “bütünleşmiş [integrated]” bir süperego’ya sahip olup olmadığı sorusu üzerine büyük bir dikkat yöneldi. Bu ifade, çoğu insanın kendilerini yargılarken esas aldıkları, az çok makul ve genel geçer bir değerler bütününe sahip oldukları, yani kişiliklerinin doğal bir parçası gibi hissedilen etik bir pusulaya sahip olduklarına dair klinik gözlemi ifade eder. Bu kişilerin vicdanları ve ahlaki arzuları, kim olduklarına dair tutarlı öz-duyumlarıyla bütünleşmiştir. Ancak terapide görülen danışanların bir kısmı -ki zamanla sınır kişilik yapısına sahip oldukları anlaşılmıştır- kendilerini tamamen iyi ya da tamamen kötü hissetme durumları arasında gidip gelirler. Bu kişiler, örneğin yapmak istedikleri şey ile vicdanlarının izin verdiği şey arasında bir gerilim hissinin bulunmadığı, bütünüyle kutuplaşmış “ego durumlarına [ego states]” (Kernberg, 1975) girerler.

    Çoğu analist, bu tür danışanların bu duruma, bireysel mizaçlarının ve çocuklukta bakımveren kişilerle yaşadıkları deneyimlerin birleşimi sonucu geldiklerini varsayar. Bu deneyimler, ödipal evrenin özdeşim yoluyla çözümlenmesini çok sorunlu hâle getirmiştir (çocuğun “geleneksel” ödipal çözümlemeyi gerçekleştirebilmesi için sevgi nesnelerinin belli ölçüde idealleştirilebilir olması gerekir). Bu nedenle, sınır kişilik yapılanmasına sahip kişiler, yaptıkları hiçbir şeyin yanlış olamayacağını düşünme ile yaptıkları her şeyin yanlış olduğunu hissetme arasında gidip gelirler. “Makul ahlaki standartlara uyduğum sürece yeterince iyi biriyim” şeklinde bütünleşmiş bir duyguya sahip değildirler. Doğal olarak, tutarlı bir öz-değer duygusu geliştirmeleri mümkün değildir ve bu durum onlara büyük acı verir; çoğu zaman, içsel yeterlilik duygularını yeniden kurmak için umutsuz girişimlere başvururlar.

    Günümüzde sınır dinamiklere sahip olduğu anlaşılan hastaların ortaya koyduğu türden problemleri anlama kapasitemiz, Erikson’un (örneğin, 1968) kimlik üzerine yaptığı çalışmalar tarafından önemli ölçüde etkilenmiştir. “Kimlik krizi [identity crisis]” gibi terimler popüler dilde o kadar tanıdık hâle gelmiştir ki, 1950’lerde Erikson bu kavramı tanıttığında bunun yeni bir fikir olduğunu kolaylıkla unutabiliriz. Birinci Bölüm’de belirttiğim gibi, kimlik küçük, istikrarlı ve samimi toplumlarda yaşayan insanlar için nadiren bir sorun oluşturur; çünkü bu tür toplumlarda kişiler ve çevrelerindekiler rollerini açıkça bilmektedir. Ancak kimlik, bizimki gibi devasa ölçekte, çelişkili mesajlarla dolu ve sürekli değişim talep eden kültürlerde giderek daha sorunlu hâle gelir. Böyle bir dünyada, kimliğini sabit bir role dayandırmak mümkün değildir: Güncel öngörüler, milenyum kuşağına mensup bireylerin ortalama altı kez iş değiştireceğini göstermektedir! Bunun yerine, benliğe bir sağlamlık ve güvenilirlik hissi veren içsel değerler ve duyguların sürekliliğini hissetmek gerekir. Yirminci yüzyıl boyunca yaşam daha karmaşık ve tehdit altında bir hâl aldıkça, psikanalitik kuram da giderek daha fazla, bireylerin içsel tutarlılık ve değer duygusunu nasıl koruduklarına odaklanmıştır.

    Hümanistik ve Varoluşçu Psikoterapi, Kendilik Psikolojisi ve Öznelerarasılık Kuramcıları

    Klinik gözlem ve kuramın bu alanlarına rağmen, yirminci yüzyılın ortalarındaki geleneksel analitik yazında, benlik duygusunu [sense of self] ve öz-onayın (ya da onun yokluğunun) iniş çıkışlarını anlama konusunda bazı boşluklar vardı (bkz. Menaker, 1995). Bu boşluğu, Carl Rogers, Abraham Maslow ve Gordon Allport gibi “üçüncü kuvvet” psikologları ile Viktor Frankl ve Rollo May gibi varoluşçu analistler doldurdu. Rogerian psikoterapinin ve o dönemde genel olarak hümanistik terapinin büyük çekiciliği, muhtemelen Rogers’ın danışanların öz-değerine yönelik olağanüstü duyarlılığından ve psikolojik yardım arayan herhangi birinin öz-değer duygusunun ne denli kırılgan olabileceğini takdir etmesinden kaynaklanıyordu. Satır aralarında (örneğin, Rogers, 1951), dönemin birçok analitik psikiyatristinin kaba yorumlayıcı uygulamalarına karşı Rogers’ın öfkesini duymak mümkündür; bu uygulamalar, analiz edilen kişinin dinamikleri konusunda analist haklı olsa bile (hatta belki özellikle böyle durumlarda), savunmasız bir hastaya ne denli zarar verebileceğini göz önünde bulundurmuyordu. Rogers’ın öz-değere yaptığı kapsamlı vurgu, çeşitli kuramsal yönelimlere sahip terapist kuşaklarını etkilemiş ve muhtemelen Kohut ve diğer analitik yazarların benzer gözlemleri psikanalitik dil içinde dile getirmeye başladıklarında onların takdir edilmesinin zeminini hazırlamıştır.

    II. Dünya Savaşı ve Holokost’un yıkıcı etkilerinden büyük ölçüde etkilenen varoluş yönelimli psikanalistler, yüzyılın ortalarında benlik duygusu [sense of self] ve bireyler açısından öz-değer sorununa vurgu yaptılar. Viktor Frankl (1969), savaş öncesi dünyada iyi bir uyum sağlayan niteliklerin, toplama kamplarındaki varoluş dehşetini aşmayı mümkün kılan nitelikler olmadığını belirtmiştir. Savaş zamanı kamp deneyiminden sağ çıkan tartışmalı Bruno Bettelheim gibi Frankl de, insanların aşırı koşullara uyum sağlama biçimlerinde büyük farklılıklar olduğuna dikkat çekmiş ve öz-değeri sürdürebilme kapasitesinin, kişinin cinsellik ve saldırganlıkla başa çıkma becerisinden çok daha fazla, ruhsal olarak hayatta kalmayla ilişkili olduğunu gözlemlemiştir.

    Tüm bu etkiler -Kohut’un narsisizm üzerine öncü çalışmasıyla, aynı dönemdeki bebeklik ve erken çocukluk dönemine ilişkin ampirik araştırmalarla birleşerek- psikanaliz içinde hem gelişim kuramını hem de klinik tekniği kendiliğin [self] merkezi rolünü yansıtacak şekilde yeniden tanımlama yönünde bir hareket doğurmuştur. Kişisel kimlik duygusu, bu kimliği doğrulama yolları, kim olduğuna dair bir bütünlük hissi geliştirme kapasitesi ve öz-değeri sürdürme ve onarma stratejileri, dürtü ve savunma gibi kavramların yerini alarak analizde baskın kategoriler hâline gelmiştir. Kendilik psikologları ve öznelerarasılık kuramcıları, insan psikolojisinde neyin merkezi olduğunu anlama biçimimizi öyle bir ölçüde yeniden çerçevelemişlerdir ki, erken Freudcu kuram artık uzak bir akraba gibi görünmektedir. Kendiliğin gelişimi ve bu süreci anlamanın klinik sonuçları hakkında yakın tarihli, sağlam araştırmalara dayanan ve felsefi olarak zengin bir tartışma için Irene Fast’in (1998) “kendilik oluşturma [selving]” [selving: Selving, bireyin kendi kendiliğini (self) kurma, sürdürme ve bütünleştirme sürecini tanımlar.] üzerine çalışmasına bakılabilir. [İlgili kitabın tam adı: Selving: A Relational Theory of Self Organization]

    Bu dönüşüm ana akım psikanalizi etkilerken, semptomları ve sendromları artık anksiyeteyi nasıl yönettikleri açısından değil, kendilik sürekliliği ve öz-değer duygularını nasıl destekledikleri açısından yeniden ele alan makaleler arka arkaya yayımlandı. Bunun çarpıcı bir örneği, daha önce yalnızca dürtü ve anksiyete terimleriyle anlaşılan olgular olan mazoşizm ve sadizmin narsisistik işlevlerine odaklanan Stolorow’un 1975 tarihli makalesidir. Bu gelişmelerle paralel olarak, psikanalitik teknik de gözden geçiriliyor ve yeniden tanımlanıyordu. Öznelerarasılık kuramcıları ve kendilik psikologları, terapistin nesnelliği ve yorumunu değil, öznel konumunu ve empatik uyumunu (Stolorow ve diğerleri, 1987; Wolf, 1988; Rowe & MacIsaac, 1989; Shane, Shane & Gales, 1997) vurguluyordu. Teknikteki bu gelişmelere paralel olarak, terapi sürecinde hastanın narsisistik yaralanma yaşamasının kaçınılmaz olduğu fikri kabul görmeye başladı ve bunun sonucunda böyle bir öz-değer krizinin klinik olarak nasıl ele alınacağına dair düşünceler geliştirildi.

    Bu alandaki uygulayıcıların çoğu, kuramcılardan çok daha ilerideydi. Tam zamanlı bir terapist olarak insan çok kısa sürede şunu öğrenir: Eğer danışanlarının narsisistik ihtiyaçlarına duyarlı davranmazsanız, ya onları kaybedersiniz ya da terapi sürenizin çoğunu empatik başarısızlıkların sonuçlarını toparlamakla geçirirsiniz. Aslında, The Analysis of the Self [Kendiliğin Çözümlenmesi] (1971) adlı eserindeki girift ve neredeyse anlaşılamaz dile rağmen, Kohut’un 1970’lerin başında terapistler arasında hızla popülerlik kazanmasının büyük ölçüde şuradan kaynaklandığını düşünüyorum: O, normal bir şefkat ve sezgiye sahip terapistlerin zaten yapmakta oldukları şeylere, çoğu zaman kendilerine öğretilen katı teknik eğitimin sınırlarını aşarak yaptıkları şeylere, zarif bir psikanalitik gerekçe sundu. (Bu terapistler, çoğu zaman “bir kuralı çiğnedikleri” endişesini taşıyorlardı -meslektaşım Stanley Moldawsky bu durumu, analistlerin zihinlerinde taşıdığı “Ortodoks Komite”ye gösterilen itaat olarak adlandırır.) Terapistin ara sıra kendisinden söz etmesi, küçük hediyeleri kabul etmesi, destek ve takdir sunması gibi eylemler, Kohut’un formülasyonunda artık Eissler’in (1953) tanımladığı gibi teknikten “parametreler [Parameter, standart psikanalitik çerçevenin dışında kalan ama terapistin teknik gerekçelerle başvurduğu istisnai müdahale biçimlerini ifade eder.]” ya da “sapmalar [deviations]” değil, terapistin danışanına duyduğu saygının ve onu anladığının önemli ifadeleri hâline gelmiştir. “Önce danışanın öz-değerini koru” ilkesi, belki de Hipokrat’ın “Önce zarar verme” ilkesinin psikoterapi alanına en uygun şekilde aktarılmış biçimidir.

    ÖZ-DEĞERİN DEĞERLENDİRİLMESİNİN KLİNİK SONUÇLARI

    Psikoterapi, öz-değer meseleleriyle çeşitli açılardan ilgilenmek zorundadır.

    Öncelikle, danışanın değerler sisteminin bizimkine yeterince yakın olup olmadığını ya da en azından bizim için anlaşılabilir olup olmadığını değerlendirmeliyiz; zira ancak bu durumda, terapi sürecinin iki tarafı da etkili bir biçimde birlikte çalışabilir.

    İkinci olarak, terapistler olarak, tedavinin sürdürülebilmesi için danışanın öz-değer duygusunu yeterince korumalıyız; düşüncelerimizi, kişinin gururuna zarar verme riskini en aza indirecek şekilde nasıl ifade edeceğimizi öğrenmeliyiz.

    Üçüncü olarak, danışanların öz-değerlerini değerlendirme biçimleri açıkça gerçekdışı ve uyumsuz olduğunda, bu değerlendirme biçimlerini nasıl değiştirmelerine yardımcı olabileceğimiz sorusu gibi zorlu bir meseleyle yüzleşmeliyiz.

    Dördüncü olarak, eğer danışanlar, kendilerini makul biçimde gururlandıracak eylemlere yönelten içsel bir pusuladan yoksun biçimde yetiştirildilerse, onlara kendi değerlerini tanımlama ve ifade etme konusunda yardımcı olmamız gerekir.

    Beşinci olarak, öz-değerlerini başkalarına zarar verecek biçimlerde pekiştiren bireylerle nasıl çalışacağımızı çözmemiz gerekir.

    Şimdi bu soruları ele alacağım.

    Bu Kişinin Öz-Değer Gereksinimleri Benim Onunla Etkili Bir Şekilde Çalışmama İzin Veriyor mu?

    Terapist olarak eğitimimiz sırasında çoğumuz, örtük biçimde, herhangi biriyle -ya da en azından eğitimini aldığımız türde sorunları olan herkesle- terapötik olarak çalışabilmemiz gerektiği mesajını alırız. Ancak birkaç yıllık uygulama, çoğumuza hangi tür insanlara yardımcı olabildiğimizi ve hangi tür danışanları yönlendirmemiz gerektiğini öğretmeye yeter. Örneğin, bazı meslektaşlarım travma yaşamış kişilerle çalışmayı çok severken, bazıları bu tür danışanları baştan kendi çalışma alanlarının dışında tutar. Bazı terapistler, sınır kişilik örgütlenmesi yelpazesinde yer alan danışanların yoğunluğundan enerji alırken, bazıları bu hastaların ortaya çıkardığı duygulanım fırtınalarına tahammül edemez. Terapist arkadaşlarım arasında, şizofreni tanısı olan bireylerle, duygusal açıdan gelişimsel olarak geride kalanlarla, öğrenme güçlüğü yaşayanlarla ya da geriatrik (yaşlı) popülasyonla çalışmak için özel bir yeteneğe ve eğilime sahip olanlar var. Diğer bazı meslektaşlarım ise bu gruplardaki bireylerle çalışmayı hayal bile edemez. Bu tür eğilimler yalnızca farklı eğitim deneyimlerinin ve teknik yeterliliklerin yansıması değildir; aynı zamanda terapistlerin kişiliklerinin temel özelliklerini, özellikle de öz-değerlerini sürdürme ve onarma ihtiyaçlarını karşılama biçimlerindeki farklılıkları yansıtır.

    Birkaç yıl önce tedavi ettiğim bir sosyal hizmet uzmanı, terapistler tarafından genellikle çekici bulunmayan bir danışan grubu olan ağır ve derin düzeyde zihinsel engelli bireylere yardım etme konusunda olağanüstü yetenekliydi. Birlikte, bu işe duyduğu güçlü aidiyet hissinin, ağır depresif ve alkolik annesine “ulaşamamış” olmasından kaynaklanan öz-değer yarasının bir sonucu olduğunu fark ettik. Neredeyse herkesin “ulaşılamaz” olarak gördüğü bir grupla çalışarak, çocukluğunda yaşadığı yetersizlik duygusunu onarıyor ve incinmiş gururunu iyileştiriyordu. Özgecilik [altruism] üzerine yaptığım araştırmalarda incelediğim bir başka kadın ise, yalnızca çoğu insan için itici değil, aynı zamanda tehlikeli de olan cezai ehliyeti olmayan akıl hastalarıyla çalışmayı kendine bir meslek edinmişti. Onun öz-değer yapısı, kendisini İsa’nın şu sözünü tekrar tekrar vurgulayan Metodist papaz babasıyla özdeşleştirmesini yansıtıyordu: “Bu en küçük kardeşlerimden birine yaptığınız her şeyi bana yapmış oldunuz (Matta 25:40). Yaptığı işten büyük tatmin duyuyordu ve cezaevi sakinleri de onu çok seviyordu.

    Psikoterapi sürecini terapist açısından harekete geçiren duygusal lokomotifin, kendi öz-değerini destekleme ve onarma fırsatı olduğunu kabul edersek, narsisizmi terapistininkinden köklü biçimde farklı varsayımlara dayanan biriyle çalışmanın terapist için ne denli sorunlu olabileceğini de anlayabiliriz. Örneğin, pek çok psikoterapist psikopatik hastalarla ne rahat ne de etkili bir biçimde çalışabilir. Terapistlerin öz-değeri genellikle sevgi dolu davranmaya dayalıdır; terapistler, otantik ve başkalarıyla bağlantılı olabilecekleri fırsatları tercih ederek, çoğunlukla çıplak gücü ve maddi kazancı reddederler. Samimiyeti ve bağ kurmayı küçümseyip, bunun yerine kendilerini iyi hissedebilmek için güç ve servete ihtiyaç duyan kişiler terapistlerde derin bir rahatsızlık yaratabilir. Kişi, duygusal olarak yabancılaştığı ya da küçümsediği biriyle sağlıklı bir şekilde çalışamaz; öz-değer yapısında güçle ilişkili bir alan bulamayan klinisyenler, antisosyal bireylerle çalışmaktan kaçınmalıdır. Benzer şekilde, birçok terapist de kendilik bozukluğu olan hastalardan uzak durur; çünkü narsistik bir kişinin her ne pahasına olursa olsun başkalarını etkileme ihtiyacı, terapistin daha içsel ve ilkesel öz-değer ölçütleriyle çatışabilir ya da terapistin kendi farkına varılmamış narsisizmine dair bilinçdışı utancını harekete geçirebilir.

    Değerleri ve inançları terapistinkilerden belirgin biçimde farklı olan bir hastayla çalışılıp çalışılmayacağı sorusu, yalnızca hastanın psikopatolojisi kategorisiyle sınırlı değildir. Dini duygusallığa yönelik küçümsemesiyle gurur duyan bir terapist, öz-değeri Tanrı’yla samimi bir bağ sürdürmeye dayanan bir hastayı tedavi etmeye kalkışmamalıdır. Cinsel sadakati temel bir değer olarak benimseyen bir terapist, öz-değeri tekrarlayan cinsel fetihlere dayanan bir danışanı anlamakta ve onunla çalışmaktan keyif almakta zorlanacaktır. Narsisizmi, ihtiyaç içindeki danışanlara düşük ücretle hizmet verme ilkesine bağlı olan bir klinisyen ise, narsisizmi büyük paralar kazanma üzerine kurulu bir danışanla pek de uyumlu olmayacaktır.

    Bu tür değerlendirmeler yalnızca terapistin empatisine erişilemediği durumlarda, yani terapist ile danışan arasında çok büyük farklar olduğunda değil, başka nedenlerle de önemlidir. Terapistin, hastanın değerlerini kabul etmekte hiçbir zorluk yaşamasa bile, terapi sürecine katılan iki tarafın öz-değer gereksinimleri arasında ciddi uyumsuzluklar varsa, danışanın terapistiyle özdeşim kurma ve terapötik fayda sağlama kapasitesi de sekteye uğrar. Bu sorunu açıklamak için kendimi bir örnek olarak kullanayım: Standart ücretim her zaman makul düzeyde olmuştur ve her zaman belirli sayıda danışanı düşük ücretle kabul etmişimdir. Bu uygulama benim için mümkündür çünkü ev ofisinde çalışıyorum, genel giderlerim düşüktür ve eşim iyi kazanan birisidir. Aynı zamanda, köken ailemin maddi olarak rahat olması ve beni parayla ilgili kaygılarla yetiştirmemiş olması gerçeğini de yansıtır. Ancak en temelde, danışan yelpazemi yalnızca üst orta sınıf ve daha varlıklı bireylerle sınırlamama yönündeki tercihimle ilgilidir. Bu, benim ego idealimin bir parçasıdır ve muhtemelen varlıklı ve idealist 1960’larda yetişmiş olmamla ilişkilidir -aşırı hırslı olmamak, parayı diğer değerlere üstün tutmamak ve dezavantajlı ya da marjinal gruplardaki insanlara yardım etme fırsatından kendimi soyutlamamak yönündeki bir idealdir. (Daha şüpheci bazı arkadaşlarım ve meslektaşlarım bu durumu mazoşizm olarak da yorumladılar; eğer haklılarsa, bu mazoşizm umutsuz biçimde ego-sintoniktir.)

    Ancak geçmişi ve mevcut yaşam koşulları benimkilerden farklı olan biri için paranın öz-değer açısından ne denli merkezi olabileceğini anlamakta zorlanmıyorum. Ve her ne kadar cömert davranmaya özen göstersem de, paraya sahip olmayı seviyorum. Parayı biriktirmekten hoşlanan insanlarla empati kurmak benim için zor değil. Bu nedenle, temel güdüleri benimkinden daha fazla maddi kazanca odaklı olan kişilerle çalışırken bir sorun yaşayacağımı beklemiyordum. Ama fark ettim ki, onlar benimle çalışmakta zorlanıyorlardı! Danışanlarım, makul ücretler almamın ya çok yetkin olmadığım, ya kendimi pek değerli hissetmediğim, ya açıklanamaz biçimde kendime zarar verici davrandığım, ya da paranın peşinden koşanlara karşı kendimi ahlaki olarak üstün gördüğüm anlamına geldiğini varsaydılar. Sonunda şu kararı verdim: Kişisel değer ile maddi değer arasında güçlü bir bağ kuran danışanlar söz konusu olduğunda ya yüksek bir ücret talep etmeliyim (bu karar çok da acı verici olmadı), ya da bu tür danışanları, ücretiyle, arabasıyla ve ofisiyle maddi refahını sergileyen terapistlere yönlendirmeliyim.

    Başka bir deyişle, bazı danışanlar için benim mali düzenlemelerimi aramızdaki basit, sorun yaratmayan bir fark olarak görmekte zorlandıklarını kabullenmem gerekti. Bu durum başlangıçta beni şaşırttı -özellikle de, masraf açısından tasarruf ettikleri için memnun olacaklarını varsaydığım için. Ancak sonradan düşündüğümde, bu tutumları bana anlamlı gelmeye başladı. Çünkü öz-imgelerimizi destekleyen şeyler arasında önemli bir fark vardı ve bu nedenle maddi yönelimi güçlü olan danışanlar, ya kendi gururlarını koruyabilmek için beni değersizleştirmek zorunda kalıyorlardı, ya da alternatif olarak, paraya kayıtsız olduğumu varsayarak beni idealleştiriyor, bunun yan etkisi olarak da kendilerini ahlaki olarak aşağıda hissediyorlardı. Oysa bu, terapötik işbirliğine dayalı bir sürece başlamak için iyi bir duygusal zemin değildir.

    Özel çalışan terapistlerin ücret belirleme uygulamalarına ilişkin araştırmalar (Lasky, 1984; Liss-Levinson, 1990), benim benimsediğim uygulamanın ve bunun gerekçesinin, cinsiyetimle örtüşen kişiler arasında oldukça yaygın olduğunu ortaya koymuştur. Kadın ve erkek terapistler arasında, kendi belirledikleri ücretlerde dikkat çekici bir fark vardır; bazıları bu farkı, çoğu kadın terapistin öz-değerinin erkek meslektaşlarına kıyasla daha zayıf olduğunun bir göstergesi olarak yorumlayıp üzülmektedir -başka bir deyişle, eğer kadınlar kendileri hakkında daha olumlu hissetselerdi, erkekler kadar ücret talep ederlerdi. Ben bu cinsiyet farkını, kadınlara özgü duygusal gerçeklikler ve buna bağlı öz-değer yapısı üzerinden anlamayı tercih ediyorum. Kadınlar sıklıkla, evrensel olarak değerli olduğu kabul edilen işler için ücret almazlar. Hırslı ve gelir elde eden kadınlar bile, çocuklarını yetiştirmek için çalışma saatlerini azaltmak ya da işe ara vermek zorunda kaldıklarında, kendilerini maddi kazançla ölçülmeyen standartlarla değerlendirmezlerse kronik olarak depresif hissedebilirler. Cinsiyet ve ücret belirleme konusundaki verilerin, çoğu kadın terapistin kendini değersizleştirdiğini değil, onların öz-değerinin erkeklerin çoğuna kıyasla gelirle daha az ilişkili olduğunu gösterdiğine inanıyorum (bkz. Liss-Levinson, 1990).

    Terapistler üzerindeki duygusal stresler, psikoterapiyi iyi bir şekilde yapmayı zorlaştırır. İdeal koşullar altında, uygulama biçimimiz hakkında karar verebileceğimiz yeterli mesleki özerkliğe sahip oluruz. Ancak ideal koşullar mevcut olmadığında, yapabileceğimiz en iyi şey, kendimizi daha iyi tanımaya dayanarak çalışmamızı geliştirmeye çalışmaktır. Psikanalitik enstitülerde uzun süredir geçerli olan “adayların analizden geçmesi gerekir” kuralının gerekçelerinden biri de, bu sürecin bireyin kendi kişiliğinin ve öz-değer yapısının açık olmayan yönleriyle temas kurmasını sağlamasıdır. Analiz sürecinde, etik değerlere bağlı, yasalara saygılı insanlar, içlerinde suçluyu hayranlıkla izleyen yanlarına erişmeyi öğrenirler; cömert kişiler açgözlülüklerini, cinsel olarak tutucu olanlar arzularını keşfeder; dürüstlüğe önem verenler ise kendilerine ve başkalarına uyguladıkları küçük aldatmacalarla yüzleşir. Kişisel sahnemizde yalnızca kısa bir rol oynayan tutumlara başkalarının öz-değerini büyük ölçüde bağlamasını anlamak, sanıldığı kadar büyük bir sıçrama değildir. Yoğun bir terapi süreci olmaksızın bile, kişi kendi reddedilmiş benlik yönlerine erişimini genişletmeye çalışabilir -ve bu çabanın ödülü, terapötik içgörüyle birlikte yardım edebileceği danışan yelpazesinin de giderek genişlemesidir.

    Danışanın Öz-Değerine Zarar Vermeden Ona Nasıl Yararlı Bilgiler Verebilirim?

    Terapistin, söylediği pek çok şey doğası gereği yaralayıcı olduğundan, danışanın öz-değerini koruyacak müdahale yolları bulması gerekir. Hakkımızda daha önce bilmediğimiz bir şeyi biri bize söylediğinde hepimiz en azından bir irkilme yaşarız. Öğrenmek isteriz, ama öğretilmek aşağılayıcı gelir. Bu nedenle, her psikoterapötik yorum aslında bir narsisistik yaralanmadır. Terapi sanatının öğretiminde merkezi odak, danışanın değişebilmesi için bilmesi gereken şeyleri, onun öz-değerine mümkün olan en az zarar vererek nasıl aktaracağımız olmalıdır. Bu beceri sıklıkla “incelik [tact]” olarak adlandırılır (Greenson, 1967); ancak bazı danışanların duygularını korumak için sıradan bir incelik yeterli değildir; [söz konusu beceri] onların gururlarını neyin desteklediğini ve neyin zedelediğini çok daha özgül biçimde anlamayı gerektirir.

    Klasik analitik teknik, mümkün olan her durumda, içgörüye ulaşan kişinin danışanın kendisi olması gerektiğini; yorumların, serbest çağrışımlarından, rüyalarından ve aktarım tepkilerinden danışan tarafından türetilmesi gerektiğini savunur (Strachey, 1934; Fenichel, 1945). Analistin etkinliği, benliğe dair bastırılmış bilgilerin bilinçdışında kalmasına neden olan dirençleri ortadan kaldırmakla sınırlı olmalıdır. Bu kuralın gerekçelerinden biri, analistin danışanın materyaline, danışanın deneyiminden ziyade kendi ön kabullerinden türeyen anlamlar yükleme riskini azaltmaktır. İyi yürütülen bir analizde, zaman zaman hem analist hem de danışan, danışanın bilinçdışından ortaya çıkan şeyler karşısında şaşırabilmelidir (Reik, 1948). Ancak klasik teknik yaklaşımın daha az tartışılan bir gerekçesi de, danışanın öz-değeri ile ilgilidir. Bir kişi, bir içgörüyü kendi başına bulduğunda yaşanan narsisistik yükseliş, daha önce bunu kendiliğinden bilememiş olduğunu kabul etmenin yarattığı narsisistik yarayı telafi eder.

    Uyumlanma [attunement] ve empatiyi [empathy] üstün rollere yükselterek (örneğin bkz. Wolf, 1988; Shane vd., 1997), kendilik psikolojisi yönelimli uygulayıcılar, bir hastanın öz-değerini koruma konusunda klasik analistlerden bile daha ileri giderler. Kendilik psikolojisi hareketinin ivme kazanmasının, terapistlerin gitgide daha fazla sayıda danışanın geleneksel direnç çözümlemesine ve sahiplenilmeyen yönelimlerin açığa çıkarılması davetine tahammül edemediğini keşfettikleri bir döneme denk gelmesi muhtemelen tesadüf değildir. Tüm terapistler, empatik ve destekleyici olacağı varsayılan bir yorumun, danışan tarafından sanki sadistik bir eleştiriymiş gibi algılanmasına dair şoku bilirler. Bu fenomen, özellikle narsisistik ve sınırda yapıda olan hastalarda dikkate değerdir; nitekim bu tür bir tepki, artık bu yapıların tanısal bir işareti olarak yaygın biçimde kabul edilmektedir.

    Bu tür sorunlara sahip insanların sayısı, yirminci yüzyılın ikinci yarısında artıyor gibi görünüyordu -ya da en azından bu kişiler çok daha sık biçimde terapistlere başvuruyordu- (daha önce de belirttiğim gibi, çağdaş kültürün birçok yönü bu olguyu oldukça anlaşılır kılmaktadır). Nevrotik düzeydeki danışanların aksine, onlara kendi başlarına fark etmedikleri bir şey söylendiğinde duydukları acı, terapistin yardımcı olma niyetini takdir etmeleri sayesinde hafiflerken, sınırda ve narsisistik yapıdaki hastalar yalnızca saldırıya uğramış hissederler. Bu doğrultuda, yakın dönem teknik literatürümüzün büyük bir kısmı, bu vahşice eleştirilme hissini nasıl azaltabileceğimiz, danışanın öz-değerini nasıl koruyabileceğimiz ve terapistin anlamaya ve yardım etmeye çalışırken kaçınılmaz olarak yaraladığı bu öz-değeri nasıl onarabileceğimiz konularında öneriler geliştirmeye yönelmiştir.

    Yirminci yüzyılın sonlarında psikanalitik metapsikolojide gerçekleşen, tek kişilik bir modelden iki kişilik bir modele geçiş (Aron, 1990; Mitchell & Black, 1995), kısmen öz-değer meselelerine yönelik klinik ilginin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Analist, danışanın “malzemesini [stuff]” üzerine yansıttığı nesnel bir dış gözlemci rolünü benimsemek yerine, terapist ile danışan arasında olup bitene kendi katılımını ve katkısını kabul ettiğinde, danışan, aralarındaki şeyler hakkında duyduğu utanç yükünü daha az taşır. İntersubjektivistlerin aktarımın birlikte inşa edildiğini ve her etkileşimin iki kişilik bir doğası olduğunu bu kadar ısrarla vurgulamalarının nedenlerinden biri, terapötik süreçte ortaya çıkan zorlayıcı duygusal durumlara analistin katkısını üstlenmesinin, danışanın öz-değerinin yaralanma olasılığını önemli ölçüde azaltmasıdır.

    Kendilik psikolojisi ve intersubjektif yaklaşımlar içindeki yazarların teknik önerilerine ek olarak, danışanların öz-değerine zarar vermeden potansiyel olarak faydalı bilgileri paylaşmak isteyen terapistler için çok sayıda yararlı kaynak bulunmaktadır. Destekleyici terapi üzerine yakın dönem yazılar (örn. Pinsker, 1997), sınırda ve narsisistik danışanlarla yapılan terapi (örn. Meissner, 1984; Kernberg, Selzer, Koenigsberg, Carr ve Appelbaum, 1989), ve madde kullanımı sorunları olan kişilerle tedavi (Levin, 1987; Richards, 1993) üzerine çalışmalar, terapistin değişimi teşvik ederken hastada yaralanmayı en aza indirme yolları konusunda zengin fikirler sunmaktadır. Lawrence Josephs’in Balancing Empathy and Interpretation (1995) adlı eseri, karakter patolojisi ve kırılgan öz-değer taşıyan biriyle çalışırken karşılaşılan teknik zorluklara dair özellikle faydalı bir tartışma içermektedir. Son olarak, Sue Elkind (1992), duygusal olarak incitici çıkmazlardan kurtulamayan terapötik ikililere danışmanlık süreci üzerine değerli bir kitap yazmıştır.

    Okuyucuyu bu tür metinlere yönlendirmenin yanı sıra, danışanın öz-değeriyle ilgili önemli sorunları olduğunun değerlendirildiği bir durumda başvurulabilecek teknik bir uygulamaya dair bir örnek sunmak isterim. Belirgin narsisistik kırılganlık gösteren bir kişiye nihayetinde önemli ama potansiyel olarak incitici bir düşünceyi aktarmanın bir yolu, bu müdahaleyi öyle bir şekilde sunmaktır ki danışan yalnızca eleştirilmiş değil, aynı zamanda takdirle kabul edilmiş hissetsin. Bu tür ifadeler gerçek olmalıdır; aksi takdirde içi boş ve manipülatif olarak algılanır. Ancak genellikle bir terapistin, danışan hakkında gerçek anlamda övgüye değer unsurlar bulması kolaydır. Örneğin, sıklıkla şöyle şeyler söylediğimi fark ediyorum:
    “Siz gerçekten ilginç bir kişisiniz. Bir yandan çok yetkin ve kendini iyi ifade eden birisin, öte yandan bazı durumlarda tamamen felç olmuş gibi kalabiliyorsun.” Ya da: “Sizi sosyal bir ortamda tanısam, bu kadar çok kaygı taşıdığınızı asla anlamazdım. Dış görünüşünüz oldukça kendine güvenli, ama ne kadar korku yaşadığınızı yalnızca siz anlattığınızda anlayabiliyorum.” Bu tür ifadeler, utancı dengelemeyi amaçlar; çünkü eğer yalnızca, sempatik ve nazik bir tonla dahi olsa, “Bazı zamanlar çok felç olmuş gibi görünüyorsunuz” ya da “Kaygı sizin için büyük bir sorun” gibi bir gözlemde bulunsaydım, yaralanma riski daha yüksek olurdu.

    Bu tür müdahalelerde, danışanın öz-değerinin hangi özgül temellere dayandığını bilmek yararlı olur. Zekâsıyla gurur duyan bir kadın, entelektüel kapasitesi aynı anda takdir edildiğinde, eksikliklerine yönelik dikkatleri kabul edebilir (“Bu kadar yüksek zekâya sahip biri için, duygusal zorlukları yalnızca entelektüel güçle çözememek mutlaka hayal kırıklığı yaratıyordur”). Kendini incelikli, hassas bir duyarlılıkla donanmış biri olarak gören bir erkek ise, genellikle kendi mutsuzluğundaki payını kabul edebilir -duyarlılığı bu süreçte açıkça tanındığı sürece (“Bu tür evlilik sorunları daha az hassas birini rahatsız etmeyebilir ama sizin için bunlarla yüzleşmek önemli”). Dolayısıyla, bir bireyin öz-değerini destekleyen şeyin ne olduğunun değerlendirilmesi, teknik açısından oldukça somut ve pratik sonuçlar doğurur.

    Bu kişinin maladaptif öz-değer örüntüsünü nasıl dönüştürebilirim?

    Çok sık olarak, bir kişinin tedaviye başvurma nedeni, hayat koşullarının artık beslemediği yerleşik bir öz-değer kaynağını terk edememesiyle ilgilidir. Hepimiz, eski bir futbol kahramanının başka yollarla kendini önemli hissetmeye geçiş yapamayıp, atletik becerilerinden başka bir temele dayanmayan bir öz-değer duygusu yerine, zafer dolu günlerine dair içkili anılara tutunduğu örneklerle karşılaşmışızdır. Bir başka kültürel klişe, gerçeklik payı da barındıran biçimiyle, yaşlandıkça depresyona ya da madde kullanımına yönelen eski güzel kadındır; çünkü öz-değeri tümüyle gençlikteki çekiciliğine bağlıdır. Bazen terapistler olarak, önleyici biçimde, genç bir kişinin öz-değer kaynaklarını genişletmek için çalıştığımızın farkında oluruz; böylece zaman içinde, ‘masum genç kız’, ‘yükselmekte olan parlak genç adam’, ‘spor yıldızı’ ya da ‘seks sembolü’ gibi kaybedilecek rollerin yerine daha kalıcı gurur kaynakları konulabilir.

    Bazen sadece yaşamın rastlantıları, bir kişinin olumlu öz-değer hissi geliştirmek için kullandığı, aslında etkili olan stratejilerini yerle bir edebilir. Birlikte çalıştığım bir kadın, öz-değerini aşırı yardımseverlik ve vicdanlılık üzerine kurmasına yol açan bir yaşam öyküsüne sahipti. Annesi, sınırlı kaynaklara sahip kalabalık bir ailenin birkaç çocuğundan biriydi ve zekâsı nedeniyle üniversiteye gönderilecek çocuklardan biri olarak seçilmişti. Ancak, danışanım annesinin hamile kalmasıyla bu plan değişti. Ailenin çözümü, danışanımın annesinin kız kardeşi tarafından büyütülmesi oldu. Bu kadın daha az zeki görüldüğü için, bebeğe bütünlüklü bir aile ortamı sunabilmek adına, muhtemelen normalde yapacağından daha erken evlendi.
    Çocukken bu kadın, kendi varlığının doğum annesi için büyük bir sorun yarattığını ve teyzesine de yük olduğunu derinden hissetti. Ayrıca, teyzesinin ve eniştesinin (kadının “anne” ve “baba” olarak adlandırdığı kişiler) daha sonra sahip olduğu çocuklardan kendi doğumuna dair gerçek saklandığı için, utanç verici bir sırla yalnız başına yaşamak zorunda kaldı. Başkalarına bakmak, kendisi için hiçbir şey istememek ve dünyadaki varlığının bir yük değil, bir katkı olduğunu kanıtlamak, onun öz-değerinin merkezi hâline geldi.

    Çocukluğuna ait açmazına bulduğu bu çözüm, ellili yaşlarının ortalarına kadar oldukça işe yaradı. Kendini adamış bir anne, güvenilir bir komşu, vicdanlı bir arkadaş ve bu öykü açısından en önemlisi, çalıştığı büyük şirketin örnek bir çalışanıydı. Yetişkin yaşamının büyük bir bölümünde kendisi hakkında makul ölçüde iyi hissetmişti. Ancak bana geldiğinde, neredeyse ölüm döşeğindeydi; yeni yöneticisiyle baş etmeye çalışmanın yarattığı stres onu bu hâle getirmişti. Bitkindi, umutsuzdu ve kalp ağrısı ile çarpıntıların eşlik ettiği panik ataklar geçiriyordu; iki doktor bu belirtilerin bir kalp hastalığını işaret edebileceğini ya da böyle bir rahatsızlığa yol açabileceğini düşünmüştü. Yaklaşık otuz yıllık değerli hizmetin ardından, küçülme operasyonuna kurban gitmişti; en maliyetli çalışanlardan kurtulmak için görevlendirilen bir “kıyıcı kadın” getirilmişti (bu, onun koşullarına dair paranoyak bir yorumu değildi; başka kaynaklardan da bunun gerçekten böyle olduğunu öğrenmiştim). Yeni amiri, yaptığı her işte kusur buluyordu; o daha çok çalıştıkça eleştiriler daha da ayrıntılı ve acımasız hâle geliyordu. Kendisini değerli hissetmesini sağlayan eski yollar, artık onu istemeyen bir sistemde işe yaramıyordu ve öz-değerini başka bir baş etme biçimine dayandıracak esnekliğe sahip değildi -örneğin üretkenliğini azaltmak ve görünmez olmaya çalışmak, diğer çalışanlarla örgütlenmek, dava açmak ya da daha iyi bir işe geçmek gibi. Bunun yerine sadece daha çok çalışmaya devam etti. Terapinin en büyük güçlüklerinden biri, onun öz-değerini, kendisini samimiyetsiz ve doyumsuz taleplere adamaktan başka alanlarda bulmasına yardımcı olmaktı.

    Bu danışanın bir ölçüde kendini feda edici bir kişilik yapısı vardı ve yaşamındaki otoriteler aşağı yukarı iyicil olduğu sürece bu yapı kendisi için bir sorun teşkil etmiyordu. İnsanların terapiye başvurma nedenlerinde sıkça olduğu gibi, kader ona alışagelmiş savunmalarının işe yaramadığı bir durum sunmuştu. Bu savunmaların farkına varmanın yanı sıra, kendine zarar verici bir karakter yapısını anlamanın yollarından biri de bunu öz-değer gereksinimleri bağlamında değerlendirmektir: Karakterolojik olarak mazoşist kişiler, öz-değerlerini özveri ve başkalarına bakım sağlama üzerinden inşa ederler. Kişilik bozukluklarının çoğu, bireylerin ait oldukları kategoriye göre öz-değerlerini nasıl sürdürdükleri açısından benzer biçimde tanımlanabilir. Örneğin, psikopatik kişi heyecan ve güç aracılığıyla kendini yüceltilmiş hisseder; narsisistik kişi başkalarının onayında ve takdirinde kendini parlatır; şizoid kişi yaratıcı özgünlüğe ulaşmayı arzular; depresif kişi temel kabul görme ve başkalarına yakınlık kurma özlemi içindedir; obsesif-kompulsif kişi ise kontrol hissini arar.

    Öz-değerlerini yalnızca tek bir zemine dayandırmak, özellikle hızla değişen bir dünyada, bireyler için tehlikelidir. Esnek olmayan kişilik yapısına sahip kişilerle çalışırken klinisyenler, sezgisel ya da bilinçli bir şekilde, danışanlarının öz-değerlerini türettikleri ölçütleri genişletmeye çalışırlar. Böylece, antisosyal kişide dürüstlükten gurur duyma kapasitesini geliştirmeye, narsisistik kişide içsel bir sese yanıt verebilirliği artırmaya, şizoid kişide gündelik toplumsal ikiyüzlülüklere hoşgörü göstermenin verdiği hazza alan açmaya, depresif kişide öfke riskini göze almaktan gurur duymayı teşvik etmeye, mazoşist kişide kendini ortaya koyma davranışından keyif alabilmesini sağlamaya ve obsesif-kompulsif kişide akışa ayak uydurabilme becerisinden memnuniyet duymasını mümkün kılmaya çalışırız. İnsanların, kendilerini değerli hissetmelerinin başat yollarına yabancı olan (egodistonik) tutumları fark etmelerini sağlamaya çalışırız. Bunun da ötesinde, bu eğilimlerden haz almalarına ve bunlarla gurur duymalarına yardımcı olmaya gayret ederiz (Silverman, 1984; Hammer, 1990).

    Bu kolay bir şey değildir. Bir kişinin temel ilkeleri sorgulandığında, o kişi daha esnek olmayı düşünmektense terapistin ahlaki olarak yozlaşmış olduğunu düşünmeye daha yatkındır. Bir kişinin içselleştirdiği standartların sorgulanması, o kişinin benimsediği fikirleri taşıyan erken dönem sevgi nesnelerinin eleştirilmesi anlamına gelir; bu da, kişinin içselleştirdiği bakımverenlerden daha fazla psikolojik ayrışma yaşamasını gerektirir ki bu da yabancı ve hatta tehlikeli gelebilir. Öz-değere erişim yollarını genişletmeye yönelik önerilerde bulunmadan önce, bir terapistin genellikle, danışanın gurur duyma çabalarını ve utanmaktan kaçınmak için yıllar içinde geliştirdiği yöntemleri ne kadar derinden takdir ettiğini iletmesi gerekir. “Kontrol sahibi olmak sizin için çok önemli görünüyor” ya da “Takdir edilmediğinizde çok yıkılmış hissediyor gibisiniz” gibi ifadeler, bir terapistin danışanın öz-değer sistemine dair anlayışını ifade ettiği yorumlara örnektir. Ancak bu basit yansıtmalarda bile örtük bir mesaj vardır: “Bu kadar çok kontrole ihtiyaç duymadan da kendini iyi hissedebilmek mümkün” ya da “Fark edilmemekten doğan hayal kırıklığını daha hızlı atlatmak mümkün.” Freud’un yapısal kuramının diliyle ifade edecek olursak, danışan, süper-egosu için ego-sintonik olan bir şeyi artık ego-distonik hâle getirmeye teşvik edilmektedir. Danışanların kendi öz-değer düzeneklerine bir miktar nesnellik geliştirme süreci yavaştır; ancak iyi bir tedavinin en olumlu çıktılarından biri, birçok kaynaktan beslenebilen daha dirençli bir öz-değer yapısının gelişmesidir.

    Klinik çalışmalarda sık karşılaşılan bir durum, öz-değerini yalnızca “iyi” düşünceler düşünmek ve yalnızca “iyi” duygular hissetmek koşuluna bağlamış depresif bir danışanla çalışmaktır. “Bu korkunç bir şey değil mi?” diye sorar böyle bir danışan, kayınvalidesinin ölüp gitmesini dilemiş olmak gibi oldukça sıradan bir düşünce-suçunu itiraf ettikten sonra. Bu tür durumlarda terapistler, oldukça doğrudan bir biçimde eğitici müdahalelerde bulunmak zorundadır: Duygular ve düşünceler kimseye zarar vermez; düşmanca tutumlara sahip olmak normaldir; kişinin kendini yargılaması için makul tek zemin, nasıl hissettiği değil, nasıl davrandığıdır; eğer hepimiz geçici ve özel dileklerimiz üzerinden yargılansaydık, Cehennem’de ciddi bir nüfus yoğunluğu sorunu olurdu.

    Ayrıca, terapistin süperego’yu hafif alaycı bir şekilde sorgulaması da yardımcı olur: “Ah, unuttum. Size kötü davranan birine karşı düşmanca duygular hissetmeyecek kadar naziksiniz.” Bu türden bir müdahale bazen öfke uyandırır -ki bu kötü bir şey değildir. Terapistin bu öfkeli tepkiyi kabul etmesi, danışana olumsuz bir duyguyu ifade etmenin daha fazla yakınlık yaratabileceğini, samimiyetin “iyi” olmaktan daha iyi hissettirdiğini ve mutlaka reddedilmeye yol açmadığını deneyimleme fırsatı verir. Danışan kendini saldırıya uğramış hissedebilir, fakat burada hedef alınan şey tüm kişiliği değil, onun kendine saldıran yönüdür. Bu türden bir destek, depresif bireyler için, yalnızca olumlu geri bildirim ve bilgilendirmeye kıyasla çok daha etkili görünmektedir. Eğer bir kişi, çarpıtılmış bir öz-değer standardına sahipse, terapistin bu standardı hafifçe alaya alan sorgulaması -tabii ki iyi bir terapötik ilişki kurulmuşsa- oldukça güçlü bir terapötik etki yaratabilir.

    Bu hastaya makul bir öz-değer temeli oluşturmada nasıl yardımcı olabilirim?

    Analistler onlarca yıldır, aşırı katı bir süperego’yu yumuşatmanın, zayıf bir süperego’yu güçlendirmekten daha kolay olduğunu belirtmişlerdir. Öz-değeri, gerçekçi olmayan derecede talepkâr içsel ahlaki standartlardan türeyen hastalar, zaman içinde kendilerine karşı daha az sert olmaya yönlendirilebilirler. Bu kişiler, terapistin yargılayıcı olmayan ilgisiyle özdeşim kurarlar. Sert yargılarının çocukça, ya hep ya hiç niteliğini fark ederek zamanla yumuşayabilirler. Öz-değer yapılarını, bir alanda gevşerken başka bir alanda telafi edici biçimde daha talepkâr hâle gelerek yeniden düzenleyebilirler -örneğin, analitik terapide, birçok hasta “bencilliklerini” kabul etmenin getirdiği narsisistik yarayı, kendilerine karşı daha dürüst olmanın verdiği bir gurur duygusuyla telafi eder. Öte yandan, öz-değeri geçici hazlardan ve heyecanlardan, otoriteleri alt etmekten ya da başkalarına suç yüklemekten kaynaklanan bir kişiye, terapistin bu öz-değer arayışını uzun vadeli bir özsaygı ihtimali sunan alanlara yönlendirmede yardımcı olması oldukça zordur. Narsistik yönelimli ve dürtüsel kişilerle çalışmanın zorlayıcı yönlerinden biri, kendilerini iyi hissetme yollarının nihayetinde tatmin edici olmaması ve kendini sabote etmesi, ancak bu kişilerin başka türlü haz alma yollarını hayal bile edememeleridir.

    “İyi hissettiriyorsa yap” anlayışı, uzun vadede tatmin edici bir yaşam için pek etkili bir reçete değildir. Kültürümüzdeki birçok insan -muhtemelen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde geçen “mutluluğu arama hakkı”na dayanarak- yalnızca istedikleri şeylerden yeterince elde ederlerse kendilerini iyi hissedeceklerine inanırlar. Oysa psikanalitik araştırmaların önemli bulgularından biri, arzularımızın hem sınırsız hem de çatışmalı olduğudur. Bu durumda, yaşamdan memnuniyet duymanın yolu birikim (eşya, deneyim ya da ün) değil, sahip olduklarımızdan keyif almanın yollarını bulmaktır. Aşırı bir puritanizm çağrıştırmamak kaydıyla, haz alımını erteleyebilme kapasitesinin ödülleri vardır. Ahlaki açıdan bizi zedeleyeceğini düşündüğümüz bir şeyden feragat etmek, anlık hazza yönelmekten daha kalıcı bir öz-değer duygusu yaratır.

    İçsel kaynaklar olmaksızın öz-değeri dışsal kaynaklardan elde etmeye çalışmak, hastayı kalıcı duygusal tatmin ve gurur olasılığı taşımayan bir dizi boş serüvene mahkûm eden bir yaşam yönelimi oluşturur. Danışanlar bunu bir düzeyde bilirler. Narsistik yapılanmaları olan kişiler, yaşamlarını kurdukları yapının aslında ne kadar boş ve anlamsız olduğunu hissetmeye başladıkları kırklı yaşlarda ya da daha sonra terapi arayışına girerler. Hatta antisosyal kişiler bile, eğer başıboş gençlik dönemlerinden sağ çıkarlarsa, zamanla az çok yasalara uyan bireyler hâline gelebilirler. On iki adım programlarının Tanrı ile bağlantıya yaptığı vurgu, dürtüsellik psikolojisinden özdenetim psikolojisine geçişin, ahlaki bir otorite imgesinin içselleştirilmesi olmadan mümkün olamayacağına dair yaygın bir anlayışı yansıtır.

    Narsistik yapılanmaları olan kişilerin eleştiriye aşırı duyarlılığı, terapistlerin bu kişilere utançtan kaçınmaları ve gurur duymaları için halihazırda kullandıkları yollar dışında başka yollar önermesini oldukça zorlaştırır. Yine de, bir terapistin, bir danışan ona yalnızca artık çalışmak istemediği için işten hiçbir bildirimde bulunmadan ayrıldığını söylediğinde şöyle demesi bir tohum ekebilir: “Bu muhtemelen iyi hissettirmiştir. Ama öz-değeriniz ne olacak? Bir süre daha dayanmış olsaydınız, kendini daha iyi hissetmez miydiniz?” Dikkat ederseniz terapist burada kişinin davranışını doğrudan eleştirmek yerine, kendilik değerlendirmesi meselesini danışanın denetimine bırakmaktadır.

    Bu kişinin öz-değerini başkalarına zarar vermeyecek şekilde nasıl yeniden yönlendirebilirim?

    Daha ağır narsistik patolojiye sahip bazı kişiler, çoğu psikopatik birey ve çeşitli türlerdeki bağımlıların çoğu, yalnızca kendi iyi bir yaşam sürme olasılıklarına zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda başkalarına da zarar verirler. Bu tür hastalarla çalışan terapistlerin görevi, onların öz-değerlerini toplumsal olarak olumlu alanlarda kurmalarına yardımcı olmaktır. Bilişsel-davranışçı terapistler, örneğin öfke kontrolü eğitimi ve empati eğitimi gibi uygulamalarla bunu yapmaya çalışırlar. Psikanalitik bakış açısına göre ise bu tür terapilerin amacı yalnızca problemli davranışları denetim altına almak değil, aynı zamanda hastaların daha önce kendilerine etkili bir biçimde aktarılmamış olan öz-değerle ilgili değer ve standartlarla özdeşim kurmak istemelerini sağlayacak bir atmosfer yaratmaktır; yani terapi, öz-değeri düzenleyen içsel yapılar üzerinde bir değişim üretmelidir.

    On iki adımlı programların, geleneksel terapilerin başarısız olduğu durumlarda etkili olabilmesinin nedeni, geçmişlerinde öz-değeri destekleyen açık değerler ve dayanaklardan yoksun bireylere, bu tür bir yapı sunmaları olabilir. Geleneksel terapilerde, terapist kendi değerlerini hastaya empoze etmemeye çalışır -bu yaklaşım, güvenilir değerlere sahip hastalar için uygun olsa da, böyle değerlere sahip olmayanlar için mesleki ihmal anlamına gelebilir. Tarikatların ve katı dinî cemaatlerin birçok insan tarafından cazip bulunması da, yönsüz bireyler arasında neyin iyi neyin kötü olduğuna, kişinin kendisiyle ne zaman gurur duyması gerektiğine ve neyin günah veya toplulukla olan bağlılığın ihlali sayıldığına dair net ve otoriter açıklamalara duyulan özleme işaret eder.

    Başkalarına sıkça zarar veren gönüllü bir danışanla bire bir çalışan terapistler için, kişiyi toplumsal olarak olumlu bir yöne yönlendirmeye çalışmak oldukça hassas bir iştir. Psikopatik bir birey açısından, saf bir güç dinamiğini daha zararsız bir narsistik yapıya dönüştürmek bile önemli bir başarıdır; örneğin, kişi öz-değerini ne pahasına olursa olsun güçlü hissetmekten ziyade, toplum nezdinde “iyi görünmek” üzerine inşa etmeye başlar. Uzun yıllar uyuşturucu satıcılığı yapmış bir danışanımla çalıştığımda, kişinin yıkıcı yaşam tarzını değiştirebilmesi, bir dini topluluğa katılmasıyla mümkün oldu. Orada geçmiş suçlarını itiraf etti ve “kurtuluş hikâyesi” sayesinde cemaatin hayranlığını kazandı. Bu yeni statüyü, hem yeraltı dünyasının dışında olması hem de önceki yaşam tarzına kıyasla hapis riskinin çok daha düşük olması nedeniyle öylesine tatmin edici buldu ki, davranışlarını toplumsal olarak kabul edilebilir bir düzeyde tutmayı başardı.

    Yorumlayıcı müdahaleler açısından bakıldığında, bir terapistin, öz-değeri kahramanca özveriyle inşa edilen danışanlara kıyasla, anında hazza yönelen danışanlarla çok daha yavaş ilerlemesi gerekir. İçsel öz-değer kaynakları inşa etmeye yönelik çabalar; madde bağımlısı, dürtüsel ya da antisosyal danışanlar tarafından, çoğu zaman pek de haksız sayılmayacak biçimde, ahlakçı ve yargılayıcı bulunarak reddedilir. Terapistin müdahaleleri reddedilmediği durumlarda ise, danışan öylesine yoğun bir utanç yaşayabilir ki, bu utançla yüzleşmek yerine terapiden tamamen kaçmayı seçebilir. Terapist, dürüstlüğünü korurken “iyi davranışı” duygusal bir romantizme dönüştürmemeli, ahlaki olarak sorunlu bireyin dünyanın nasıl döndüğüne dair sahip olduğu alaycı bakışı anlamaya çalışmalıdır. Terapi sürecinde odak noktası somut meseleler olmalıdır: Kişi kendi davranışı üzerinde denetim sahibi mi, zayıf ya da aptal görünme riskini göze aldı mı, tartışılan davranış gelecekte kişinin karşısına nasıl çıkacak? Ve elbette, terapistin etik biri olmaktan duyduğu gurur -özellikle bu tutum, danışanın davranışlarına dair gerçekçi ve sarsılmaz bir duruşla birlikte sergilenirse- zamanla danışan üzerinde etkisini gösterecektir.

    ÖZET

    Bu bölümde, öz-değerdeki bireysel farklılıklara odaklandım: Öz-değerin nasıl sürdürüldüğü ve onarıldığı, ne kadar güvenilir olduğu, ve onu destekleyen ölçütlerin ne derece makul ve toplumsal olarak değerli olduğu gibi unsurları inceledim. Psikanalitik düşüncede öz-değer meselelerine ilişkin yaklaşımları; süperegonun oluşumuna dair klasik düşüncelerden başlayarak, terapinin iki kişilik alanında öz-değerin kaderine yönelik daha çağdaş vurgulara kadar gözden geçirdim. Bir danışanın narsisistik tutumunu [narcissistic economy] anlamanın önemini özellikle vurguladım ve bu anlayışa dayalı olan çeşitli klinik meseleleri ele aldım. Bunlar arasında belirli bir danışan ile belirli bir terapist arasındaki uyum, kişinin öz-değerine asgari zarar vererek terapötik iletişim kurma sorunu, öz-değeri sürdürmeye yönelik uyumsuz yolların dönüştürülmesi, kişinin kendisiyle kalıcı bir memnuniyet yaşamasına imkân tanıyan içsel temelden yoksun danışanların tedavisi ve öz-değerini başkalarının acısı pahasına inşa eden kişilerin yıkıcılığının azaltılması yer aldı.

  • İlişkisel Örüntüleri Değerlendirme (8. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 8. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bir kişinin özdeşimleri sorusuyla yakından ilişkili olan, sorunun başkalarına ilişkin tekrarlayıcı yollarıdır [repetitive way]. Özdeşim konusu, esas olarak hastanın modellerinin kimler [who] olduğunu ve onlarla ilgili benimsemek ya da reddetmek istediği özelliklerin neler [what] olduğunu ele alırken, ilişkisel örüntü [relational pattern] konusu, kişinin ana sevgi nesneleriyle [love object] olan bağlantılarının nasıl [how] ifade edildiğiyle ilgilidir. Bir anne sevgi dolu ve olumlu şekilde değer verilen bir figür olabilir ve kızı da pek çok açıdan ona benzemek isteyebilir; ancak kızın anneyle ilişki kurmayı öğrendiği temel yol uyumlu ya da isyankâr, içe çekilmiş ya da katılımcı, talepkâr ya da kendini feda eden bir biçimde olabilir ve bu olasılıklar neredeyse sınırsızdır. Bakımverenlerin kişilerarası stilleri [interpersonal style] ve ilişkiler hakkında ifade ettikleri temel temalar [theme], çocuklar tarafından içselleştirilir ve insanların genellikle “kişilik özellikleri [trait]” olarak adlandırdığı daha durağan niteliklerle birlikte özümsenir. Yedinci bölümde içselleştirilmiş nesnelerden [internalized object] bahsetmiştim; bu bölümde ise daha karmaşık bir konu olan içselleştirilmiş nesne ilişkilerini [internalized object relation] ele alıyorum.

    İlişki örüntüleriyle [relationship pattern] ilgili belirli sorular, bir değerlendirme görüşmesinde [intake interview] genellikle gereksizdir. Tekrarlayan kişilerarası sorunlar [interpersonal problem], insanların psikoterapi arayışındaki başlıca nedenler arasında yer aldığından, danışanlar çoğunlukla seansa, kalıcı ve uyumsuz bir ilişki örüntüsünü tanımlayarak başlarlar. “Sürekli istismarcı erkeklere âşık oluyorum,” ya da “Biri hakkında heyecanlandığımda, onun kusurlarını bulup hayal kırıklığına uğruyorum,” veya “Otorite figürleriyle ilgili bir sorunum var,” gibi ifadeler, danışanın bir ruh sağlığı profesyoneline başvurma nedenini açıklaması için yapılan ilk davete verilen yaygın yanıtlardır. Eğer bir ilişki örüntüsü başlıca şikâyet olarak sunuluyorsa, bu konuda bir formülasyon geliştirmek nispeten daha basittir. Ancak, başvuru nedeni bir duygudurum bozukluğu, obsesif düşünceler, travma sonrası tepki ya da doğrudan kişilerarası bir tema içinde gömülü olmayan başka bir sorun olduğunda, terapistin temel ilişkisel çatışmaları [central relational conflict] aktarım verilerinden [transference data] ve tarihsel bilgilerden [historical information] çıkarması gerekir. Bazen, “En önemli ilişkilerinizi nasıl tanımlarsınız?” veya “Evliliğiniz nasıl?” ya da “Birine yakın hissediyor musunuz?” veya “İnsanlarda neye değer verirsiniz?” gibi sorular sormak da yardımcı olabilir. Ancak en güvenilir bilgiler genellikle danışanın terapiste verdiği tepkilerde kendiliğinden ortaya çıkar.

    Tedavinin ilk görüşmesinde kendini gösterebilecek tekrarlayan ilişki örüntülerine birkaç örnekle başlamak istiyorum. Kısa bir süre önce terapi almak isteyen bir kadınla görüştüm. Bana, erkek otorite figürlerini idealize etmeye yönelik kalıcı bir eğilimi olduğunu ve mutlu bir evliliği olmasına rağmen belirli erkeklere karşı yoğun bir hayranlık duyduğunu anlattı. Onu dinledim, ona karşı sıcak bir yakınlık hissettim, muhtemelen bu sorununda ona yardımcı olabileceğimi düşündüm ve kendisiyle çalışmayı dört gözle beklediğimi fark ettim. Görüşmemizin sonlarına doğru, daha önceki terapi ve danışmanlık deneyimlerini anlatırken -tümü kadın terapistlerle gerçekleşmişti- tekrarlayan ilişki örüntülerinin böyle bir durumda hemen harekete geçebileceğini göz önünde bulundurarak, hiç erkek bir terapiste gitmeyi düşünüp düşünmediğini sordum. Yüzü bir anda düştü ve sorumu, onunla çalışmak istemediğim şeklinde yorumladığını anlayabildim.

    Oldukça hızlı bir şekilde bir erkek terapist görmenin iyi bir fikir olabileceğini düşünmeye başladı. Bölgedeki erkek terapistler hakkında bana sorular sormaya başladı, ancak bu konuşmaya gerçekten gönülden katılmadığı açıktı. Onu durdurup sadece merakımdan sorduğumu, yalnızca neden sadece kadın terapistleri tercih ettiğini anlamak istediğimi açıkladığımda bile şüpheli görünmeye devam etti. Kendi ihtiyaçları ve kararları için durmak yerine, bana bakmak zorunda hissettiği izlenimini veriyordu; eğer onu reddetmek istiyorsam, bana zorluk çıkarmayacaktı. Bu durumu araştırdıkça, hem kadınlarla hem de erkeklerle ilişkilerini şekillendiren, reddedilme korkusuna ikincil olarak gelişmiş, boyun eğme ve bakım verme örüntüsünün tüm yönleriyle tekrarlayan bir dinamik olduğunu keşfettik.

    Yakın zamanda görüştüğüm bir diğer kişi, benimle terapiye başlamak isteyen ancak takvimimde yeni bir hasta için yer olmadığı için kendisine bir yönlendirme yapmayı amaçladığım, derin bir distimi yaşayan bir kadındı. Depresyonunun kaynağının, aile geçmişinde son çocuk olması, plansız bir şekilde dünyaya gelmesi ve her zaman fazlalık gibi muamele gördüğünü hissetmesi olabileceğini düşündüğünü belirtti. Erken çocukluk yıllarında, ebeveynlerinin aşırı yük altında, maddi sıkıntı içinde ve meşgul olduklarını; bu nedenle kendisini dinlemeye ilgi gösterdiklerini hiçbir zaman hissetmediğini anlattı. Özel duygularını ebeveynlerinden büyük bir özenle saklamayı öğrendiğini söyledi. Daha önce birkaç kez terapi almıştı, ancak bu terapilerin yalnızca ne kadar az enerjisi olduğuna dair kendisini daha suçlu hissettirdiğini düşündüğünü ifade etti. Görüşmenin sonunda, onu anlama sürecimin rahatsız edici derecede eksik kaldığını hissettim.

    Onun izniyle, değerlendirme için beni kendisine yönlendiren sosyal hizmet uzmanını arayarak, bu kadın için ne tür bir terapistin iyi bir eşleşme olabileceğine dair görüşlerini sordum. Beklenmedik bir şekilde, bana bu danışanın aslında hiçbir zaman gerçek bir psikoterapi almadığını düşündüğünü söyledi. Sırasıyla kendilerini Hristiyan danışmanlar olarak tanımlayan kişilere gitmişti ve bu kişiler esas olarak ikna yöntemleri ile İncil’in otoritesini kullanarak danışanlarına nasıl hissetmeleri ve nasıl davranmaları gerektiğini söylemişlerdi. Artık daha geleneksel bir eğitim almış bir terapiste gitmeye karar vermişti, ancak bununla ilgili kaygılıydı; çünkü derin bir dini inanca sahipti ve seküler bir terapistin inancını çürütmeye çalışacağını düşünüyordu. Annesinin kendisine duygusal olarak ulaşamaması karşısında hayatta kalmasını sağlayan gizlilik örüntüsüyle (muhtemelen benim onu düzenli bir danışan olarak alamayışımın da pekiştirdiği bir durum), bu konuların hiçbirini bana anlatmamış olması dikkat çekici bir paralellik taşıyordu.

    Bir terapist, danışanın içsel dünyasına [internal world] aşina olmalıdır. Bu dünyanın sakinleri cömert mi yoksa cimri mi, kontrol edici mi yoksa izin verici mi, müdahaleci mi yoksa mesafeli mi, onaylayıcı mı yoksa zayıflatıcı mı, sömürücü mü yoksa destekleyici mi, otokratik mi yoksa uzlaşmacı mı, merhametli mi yoksa cezalandırıcı mı, eleştirel mi yoksa kabul edici mi, sıcak mı yoksa soğuk mu, aktif mi yoksa pasif mi, ketlenmiş mi yoksa dışavurumcu mu, tutkulu mu yoksa kayıtsız mı, ilgili mi yoksa ihmalkâr mı, öngörülebilir mi yoksa kaotik mi, çilekeş mi yoksa kendini şımartan biri mi? Danışanın, çocukluk dönemindeki duygusal ortamına tepkileri nelerdi? Hangi tekrarlayan çatışmalar yaşandı? Bir kişinin kişilerarası geçmişindeki incelikler, mevcut ilişkilerinde yaşamaya devam eder, terapötik bağı renklendirir ve terapistin herhangi bir terapötik etki yaratabilmesi için ele alması gereken bir alanı oluşturur.

    Bu gözlem, vurgularında bazı farklılıklar olmakla birlikte, kavramsal çerçevenin olağanüstü bir ortaklık taşıdığı şekilde, oldukça geniş bir araştırmacı grubu tarafından ortaya konmuştur. Bazıları birbirlerini etkilemiş, bazıları ise izole pozisyonlardan ya da ana akım dışı teorik varsayımlardan yola çıkarak, verilerinin benzer ilişkisel fenomenlere işaret ettiğini keşfetmiştir. Aklıma gelen kavramlar arasında Malan’ın (1976) “çekirdek çatışma [nuclear conflict]”, Gill ve Hoffman’ın (1982) “hastanın terapistle ilişkisine dair deneyimi [patient’s experience of the relationship with the therapist]”, Bucci’nin (1985) “göndermeli set [referential set]” Stern’ün (1985) “Genelleştirilmiş Etkileşim Temsilleri [Representations of Interactions that have been Generalized]” (“RIGs”), Henry, Schacht ve Strupp’un (1986) “döngüsel uyumsuz örüntü [cyclical maladaptive pattern]” Tomkins’in “çekirdek sahne [nuclear scene]” (bkz. Carlson, 1986), Weiss, Sampson ve çalışma arkadaşlarının (1986) “yüksek zihinsel işlevsellik hipotezi [higher mental functioning hypothesis]”, Dahl’ın (1988) “temel tekrarlayan ve uyumsuz duygusal yapı [fundamental repetitive and maladaptive emotional structure]” ya da “çerçeveler [frames]”, Horowitz’in (1988) “kişisel şema [personal schema]” kavramı, Lachmann ve Lichtenberg’in (1992) “model sahneleri [“model scenes]” kavramı, Luborsky ve Crits-Christoph’un (1998) “çekirdek çatışmalı ilişki teması [core conflictual relationship theme]” ve Bretherton’un (1998) “temsiller [representations]” kavramları bulunmaktadır. Lorna Smith Benjamin’in (1993) ampirik olarak geliştirdiği Sosyal Davranışın Yapısal Analizi [Structural Analysis of Social Behavior] ilişkisel örüntülerin tanısal açıdan kritik olduğu yönündeki vurguyla tutarlı olan en kapsamlı ampirik araştırma projelerinden birini temsil etmektedir. Psikanalitik olmayan yazında da benzer bir tekrarlayan örüntüler vurgusu görmek mümkündür; örneğin, Klerman ve çalışma arkadaşlarının (Klerman, Weissman, Rounsaville & Chevron, 1984) “kişilerarası psikoterapi [interpersonal psychotherapy]” üzerine yaptığı çalışmalarda bu yaklaşım dikkati çekmektedir.

    Araştırmacılar, tekrarlayan senaryoları (şablonlar, hikâye çizgileri, bilişsel haritalar, kişisel kayıtlar, öznel yapılar -hangi metaforu tercih ederseniz) bireysel psikoloji ve psikopatolojiyi anlamada merkezi bir unsur olarak tanımlamadan çok önce, terapistler danışanlarının içsel dünyalarında ve dışsal ilişkilerinde sınırlı sayıda temanın tekrar eden doğasından etkilenmişlerdi. İnsanlara saatler boyunca yardımcı olma çabasına sürekli olarak dâhil olmak, bir terapisti, her danışanın otorite, bağımlılık, yakınlık, cinsiyet, güç, duygu ve diğer ilişki boyutlarına dair kendine özgü varsayımlarını ortaya çıkaran bir rol içine tekrar tekrar sokar. Çağdaş psikodinamik klinik literatür, bu tekrarlayan kişilerarası yapılandırmaları genellikle “içselleştirilmiş nesne ilişkileri [internalized object relations]” olarak adlandırmaktadır (örneğin, Kernberg, 1976; Ogden, 1986; Bollas, 1987; Horner, 1991; Scharff & Scharff, 1987, 1992). Sandler ve Rosenblatt’ın (1962) bireyin öznel “temsili dünyası [representational world]” kavramı ve Atwood ve Stolorow’un (1984) “öznellik yapıları”na [structures of subjectivity] yaptığı vurgu, bireysel psikolojinin bu boyutunu kavrama çabasına yönelik ilgili kavramlardır. İlişkisel temaları anlamaya yönelik daha popüler ve oldukça basitleştirilmiş bir yaklaşım, 1970’lerde Eric Berne’ün (1974) belirli yaygın “oyunlar [games]” ya da “senaryolar”ı [scripts] betimleyen “transaksiyonel analiz”inde [transactional analysis] ortaya çıkmıştır.

    Psikoterapide, hasta ile terapist arasında ve hastanın hayatındaki en önemli kişilerle tekrar tekrar ele alınan meseleler, bir süre sonra hem danışan hem de terapist için son derece tanıdık hale gelen tekrarlayan (derinlemesine çalışılan [working through]) dramatik örüntüler olma eğilimindedir. Oliver Wendell Holmes’un herkesin aslında tek bir konuşması olduğunu ve bunu hayatı boyunca farklı biçimlerde tekrar tekrar gerçekleştirdiğini söylemesi doğruysa, terapide de her bireyin, ne kadar farklı açılardan ele alınırsa alınsın, keşfetmesi ve genişletmesi gereken tek bir temel ilişkisel alanı olduğu söylenebilir. Hepimizin tekrarlayan örüntüleri vardır; bunların çoğu uyumsaldır ve zararsızdır. Ancak, merkezi temamız kalıcı ve çözümlenemeyen bir çatışmayı barındırdığında, bu durum sorun haline geldiğinde psikoterapiye başvururuz. Örneğin, yakınlık özlemi duyarız ancak insanları uzaklaştıran bir şekilde davranırız; ketlenmeden kurtulmak isteriz ancak dürtüselliğimizden korkarız; özerklik ararız ancak bir edimsellik (agency) pozisyonundan hareket ettiğimizde utanç ve şüphe hissederiz.

    AKTARIMDAKİ İLİŞKİSEL TEMALAR

    Aktarım fenomeni [phenomenon of transference] bazen, çocuklukta bakımverenlere yönelik tutumların doğrudan yer değiştirmesi olarak yanlış anlaşılmıştır. Oysa gerçekte çok daha karmaşıktır. Klinik duruma yalnızca belirli kişiler değil, bütünüyle atmosferler, duygusal yoğunluklar ve savunmacı konstelasyonlar da aktarılır. Terapist, Freud’un en önemli olarak tanımladığı “Ben bu kişi için kimim?” ve “Bu figür ağırlıklı olarak olumlu mu, olumsuz mu?” sorularıyla kendini sınırlayamaz; aynı zamanda aktarılanın nüanslarını ve anlamlarını da hissetmelidir. Bu değerlendirme sürecinde iki aşamalı bir yaklaşım gereklidir: (1) Sürekli olarak yeniden sahnelenen [reenacted] örüntü nasıl tanımlanabilir? ve (2) Bu kişi için bu örüntünün kökenleri, anlamları, güdüleri ve pekiştiricileri nelerdir?

    Oldukça yaygın bir örüntü olan ilişkileri cinselleştirme eğilimini [sexualize relationships] ele alarak konuyu somutlaştırmak istiyorum. Bu eğilim, kimi zaman daha ilk görüşmede kendini gösterebilir; örneğin, heteroseksüel bir kadın danışanın erkek bir terapistle terapi sürecine başlaması durumunda. Bu noktada, parantez içinde bir yorum yapmak gerekirse, çoğu terapist, heteroseksüel bir erkeğin kadın bir terapistle terapiye başlaması durumunda ilişkileri cinselleştirme eğiliminin aynı derecede hızlı ve gözle görülür olmadığını kabul etmektedir. Bunun muhtemel nedeni, Batı kültürlerinde yüksek otorite konumundaki bir kadın ile daha düşük otorite konumundaki bir erkeğin bir araya gelişinin aynı erotik potansiyeli barındırmadığının algılanmasıdır. Aynı şekilde, danışan eşcinsel ya da lezbiyen olduğunda ve terapist ile aynı cinsiyeti paylaştığında, özellikle de terapistin heteroseksüel olduğu varsayılıyorsa, bu örüntünün aktarımda kendini göstermesi genellikle daha uzun sürmektedir. Bunun nedeni büyük olasılıkla, danışanın toplumsal olarak küçümsenen arzulardan kaynaklanan ketlenmeleridir.

    Yaygın kanıların aksine, “analistine âşık olma (falling in love with
    one’s analyst
    )” fenomeni ne kaçınılmazdır ne de kolayca anlaşılabilirdir. Freud, bu tür tepkileri anlamaya çalışan ilk kişiydi, ancak onları büyük ölçüde basitleştirdi. Freud, erotik aktarımı [erotic transference], infantil nesnelerden mevcut nesnelere doğru pozitif cinsel güdülerin yer değiştirmesi olarak yorumladı. Başka bir deyişle, Freud’a göre erkek terapistine karşı cinsel bir takıntı geliştiren heteroseksüel bir kadın, bir zamanlar babasına karşı bilinçli olarak hissettiği ve ödipal döneminin sonunda bastırdığı duyguları yeniden deneyimliyordu. Ancak analistler uzun zamandır erotik aktarımın bundan çok daha fazlasını temsil ettiğini bilmektedirler; terapötik ilişkinin cinselleştirilmesi [sexualization] ya da erotize edilmesi [erotization] hiçbir zaman basit bir süreç değildir. Buna karşın, psikoterapide bazı sevgi türleri oldukça doğrudan ve yüksek düzeyde çatışmalı olmayan deneyimler olabilir. Nitekim Bergmann’ın (1987) belirttiği gibi, terapiste yönelik sevgi geliştirme deneyimi, tedavi sürecinin beklenen ve terapötik açıdan temel bir unsurudur. Aslında, analitik psikoterapinin etkinliği tam da bu tür duygulardan kaynaklanır. Bir terapistin danışanı için duygusal açıdan ne kadar önemli olduğu, onun erken dönem bakımverenlerinden içselleştirdiği güçlü ve tutkulu olumsuz etkileri dengeleme gücünü de o kadar artırır.

    Günümüz terapistleri, terapi ilişkisinin cinselleştirilmesini anlamada birçok alternatif olasılığa açıktır. Burada, tüm ilişkilerde -profesyonel olanlar da dâhil- zaman zaman ortaya çıkabilen geçici erotik duygulardan değil, terapistin sevgilisi olma fantezilerine kronik olarak gömülme durumundan bahsediyorum. Örneğin, danışanın terapistine yönelik sürekli cinsel çekimi, güçlü ve baştan çıkarıcı bir anneyle özdeşim kurduğunu gösterebilir. Ya da bunun tam tersi bir tutumdan kaynaklanabilir ve bilinçdışı düzeyde gücün erkeklere özgü olduğu inancını barındırarak, erkeklerin bu gücü paylaşmaya ikna edilmesi gerektiğini ifade edebilir. Bu durum, Weiss ve arkadaşlarının (1986) tanımladığı gibi, çocuklukta yaşanan cinsel istismarın yarattığı kaygıyı pasif-aktif dönüşümüyle [passive-into-active transformation] denetim altına alma girişimi de olabilir. Veya, nefret edilen bir ebeveyni yenme arzusunu barındırarak, terapisti profesyonel rolünden çıkmaya zorlamaya yönelik bilinçdışı bir çaba içerebilir. Bir kadın için bir erkekle cinselleştirilmiş bir ilişkiye girmek, çocuklukta duygusal olarak yoksun bırakılmış bir kız çocuğu olarak bakım ve sıcaklık ihtiyaçlarını karşılamayı öğrenmiş olmasının bir sonucu olabilir. Bunun yanı sıra, lezbiyen olmadığını kanıtlama gereksinimini yansıtan savunmacı bir tutum da olabilir. Erotizm konusundaki ketlenmelerin aşılmasına yönelik bilinçdışı bir zafer ifadesi de olabilir. Ya da yasak figürler dışında kimseye cinsel arzu duyamama örüntüsünün bir parçası olabilir. Bazı durumlarda ise, kişinin aksi takdirde yok edici ve ölü hissedeceği bir duruma canlılık ve duygu katmaya yönelik umutsuz bir girişimi temsil edebilir. Sürekli cinselleşmiş bir aktarım, bu dinamiklerden herhangi birinin ve daha pek çoğunun bir tezahürü olabilir ve genellikle, erotik bir durumu aşırı şekilde belirleyen [overdetermined] birkaç farklı bilinçdışı tutumun birleşimi olarak ortaya çıkar (bkz. Gabbard, 1994, 1996).

    Danışanların terapistleri tarafından cinsel olarak istismar edilme sıklığına ilişkin ampirik literatür (Pope, 1989) ve sınır ihlallerine dair analitik literatür (Gabbard & Lester, 1995), oldukça ciddi bir soruna işaret etmektedir. Bu durum, danışanın terapi ilişkisini cinselleştirmesinin karmaşık anlamlarının birçok uygulayıcı tarafından yeterince anlaşılmadığını göstermektedir; zira bazı terapistler, danışanlarının kendilerine duyduğu çekimi, kendi doğuştan gelen çekiciliklerine verilen beklenen tepkiler olarak görmeyi tercih etmektedir. Ancak, terapistlerin narsisizmi tarafından körüklenen yıkıcı cinsel eylemleri bir kenara bıraksak bile, klinisyenlerin temel görevi, bireysel danışanlarını cinsel takıntılarından özgürleştirerek, terapi sürecini başvurma nedenleri olan sorunları çözmek için kullanmalarına yardımcı olmaktır. Terapötik ilişkinin cinselleştirilmesi, yalnızca etik bir netlik ve rutin bir diplomatik tutum gerektirmekle kalmaz; bu fenomenin yorumlama, yüzleştirme, sınır koyma ya da zamanla kendiliğinden sönümlenecek önemli bir güdünün sessizce tolere edilmesi yoluyla ele alınması, ancak belirli bir kişi için cinselleştirilmiş bir bağlanmanın temel ilişkisel anlamının doğru kavranmasına bağlıdır.

    Danışanın başka biriyle bağ kurma eğilimi, ilk görüşmede kendini gösterecektir ve genel bir formülasyonun içine dahil edilmelidir. Bir vakayı doğru şekilde formüle etme süreci, kısmen, terapistin kendi öznelliğini kullanarak danışanın şekillendirdiği ilişkisel formun muhtemel anlamını kavrayabilme becerisine bağlıdır. Terapist, belirli bir ilişkisel eğilimin merkeziliğini açıklayabilecek, danışanın geçmişine dair bilgileri dikkate almanın yanı sıra, kendi içsel duygusal tepkilerini de tanısal bir araç olarak kullanır. Bunu nasıl yapacağını göstermek için, ilişkileri cinselleştirme eğilimi olan bir danışan örneği üzerinden devam edelim. Baştan çıkarıcı bir danışana yönelik öznel tepki, zevk, korku, rahatsızlık, cinsel uyarılma ya da narsistik yücelme gibi çeşitli duygular tarafından şekillenebilir. Her bir tepki, bu danışan için erotizasyonun ne anlama geldiğine dair farklı bir şey ifade eder.

    Doğal olarak, görüşmecinin tepkileri, kendi ilişkisel eğilimleri ile danışandan gelen duygusal etkilerin birleşimi olacaktır; bu nedenle, iyi eğitilmiş terapistler, etkileşimde “kendilerine ait” olanı, danışanın getirdiğinden ayırt etmeye çalışırlar (Roland, 1981). Nitekim, birçok çağdaş psikanalist, aktarımın terapi sürecine katılan her iki tarafın öznellikleri tarafından “birlikte inşa edildiğini [co-construction]” vurgulamaktadır (örneğin, Orange, 1995). Psikanalitik eğitim enstitülerinin geleneksel olarak terapistin kişisel analizine büyük önem vermelerinin bir nedeni de budur: Kendi örüntülerine dair farkındalık geliştirmek, terapistin, danışanın tetiklediği duygular ile kendi kişilerarası deneyimlerinde hissetmeye eğilimli olduğu duygular arasındaki farkı ayırt edebilmesini sağlar.

    Yıllar içinde, birçok analitik süpervizörün, bir danışan terapistte güçlü duygusal tepkiler uyandırdığında, yeni başlayan terapistlerin öncelikle “kendi meselelerini” tanımlamaları gerektiğini fazlasıyla vurguladıkları sonucuna vardım. Eğer danışanın bir duygulanımı harekete geçirdiği her durumda terapistin ana yönelimi bu olursa, kişi kendini sürekli bir öz-analiz döngüsünde kaybedebilir ve iki kişi arasındaki zorlayıcı bir duygusal durumun çözümünün esas olarak terapistin kendi çatışmalarını çalışmasına bağlı olduğu sonucuna varabilir. Bu, yanlış yönlendirilmiş bir görüştür; hem kusursuz bir kendini tanımanın [self-knowledg] ve otokontrolün [self-control] ulaşılamaz oluşu nedeniyle, hem de danışanların terapistlerinin çatışmalarını değil, kendi çatışmalarını çözmek için terapiye gelmeleri nedeniyle. Daha da önemlisi, böylesi bir odaklanma, terapistleri kendileri üzerinde etkili olan duygusal dinamikleri fark etmekten alıkoyarak, her iki tarafı da danışanın etkileşime ne getirdiğini daha derinlemesine anlamaktan mahrum bırakır. Terapötik ikilide [therapeutic dyad: terapist-danışan ikilisi] yaşananların şekillenmesinde terapistin duygusal katkısı ne kadar önemli olursa olsun, tanısal amaçlar açısından öncelikle danışanın herhangi bir etkileşime ne kattığını kavramak esastır.

    Bu noktayı vurguladıktan sonra, önemli bir uyarı eklemeliyim: Bir danışanın yanında belirli bir duygu hissetmek, otomatik olarak bu duygunun danışan tarafından oraya “yerleştirildiği” anlamına gelmez. Karşıaktarım tepkilerinin tanısal değerine ilişkin farkındalık, bugün artık ana akımda rahatça kabul gören özgürleştirici bir bakış açısıdır; ancak ne yazık ki, bazı uygulayıcılarda, kendilerinde fark ettikleri rahatsız edici zihinsel durumları doğrudan danışana atfetme eğilimini de beraberinde getirmiştir (örneğin, “Şu an öfkeli hissediyorum, öyleyse beni öfkelendirmeye çalışıyorsun” ya da “Kafam karıştı, demek ki senin de gerçekte hissettiğin bu” gibi yorumlar). Terapistin öznelliğinin danışanın psikolojik dinamikleri hakkında çok şey söyleyebileceğini bilmek, yine de disiplinli bir yaklaşımı, iç gözlemi ve birden fazla açıklama olasılığını tartmayı gereksiz kılmaz.

    Yıllar önce, ilk değerlendirme görüşmesini yaptığım bir erkek danışan, beni doğrudan “Nance” diye hitap ederek karşıladı, ofis kapısını benim için tuttu ve kıyafetim hakkında iltifat etti. Görünüşe göre, benimle tamamen flörtöz bir tarzda ilişki kurmaya ihtiyaç duyuyordu. Onun tavırlarından rahatsızlık duyduğumu fark ettim ve kendimi küçümseyici ve yargılayıcı bir tepki vermeye eğilimli hissederken buldum -sanki ona “Davranışın profesyonel bir ortamda son derece uygunsuz” demek istiyordum. Ancak, onun baştan çıkarıcı tavrına karşı kendi tepkimi tam olarak anlamadan bu duygularımı doğrudan dışa vurmak istemediğim için, hem sınırlarımı koruyarak hem de sıcak bir yaklaşımı sürdürebilerek görüşmeye devam ettim ve kişisel geçmişine dair bilgi toplamaya başladım. Sonunda, annesini son derece baskın ve hatta sadistik biri olarak deneyimlediğini öğrendim. Flörtöz tavrının, potansiyel olarak güçlü gördüğü kadınlar üzerinde üstünlük kurma çabası olabileceğini fark etmeye başladım. Benim rahatsızlığım ise, onun beni aşağı konuma yerleştirme girişimine karşı verdiğim savunmacı tepkiyi yansıtıyordu. İlginç bir şekilde, seansın ilerleyen dakikalarında, yargılayıcı bir ton kullanmadan onun bana flört etme eğilimi hakkında yorum yaptığımda, kendisini açığa çıkmış ve önemli bir “silahını” kaybetmiş gibi hissetti. Ardından, görüşmenin geri kalanına odaklanamayacak kadar uykulu hale geldi. İlgisini çeken kadınlarla -ki yalnızca görece güçlü kadınlara ilgi duyuyordu- tekrarlayan bir örüntüyü anlatmaya başladı: Önce onları etkilemeye çalışıyor, bu işe yaramazsa onların yanında katlanılmaz bir yorgunluk hissediyordu. Bu danışanı terapiye aldım, ancak kısa süre içinde ikimiz de bu dinamiğin terapötik ilişkimizi fazlasıyla baskılayıcı hale getirdiği sonucuna vardık -sürekli uykuya dalan biriyle terapi yapmak kolay değildir- ve sonunda onu, kadınlarla yaşadığı bu örüntüyü doğrudan seanslarını sabote etmeden konuşabileceği bir erkek terapiste yönlendirdim; burada daha iyi ilerleme kaydetti.

    Uzun yıllar birlikte çalıştığım başka bir adam aramızdaki erotik duyguya daha incelikli ve yavaş bir şekilde katkıda bulundu. Onun saati sırasında kendimi cinsel fantezilerle meşgul bulduğumda, hem cinsel heyecan hem de korkunun rahatsız edici bir kombinasyonunu hissettim. Ayrıca bu duyguları görmezden gelmek, sanki ortamda erotik hiçbir şey yokmuş gibi davranmak ve kesinlikle beni tahrik eden hiçbir şey yokmuş gibi davranmak konusunda güçlü bir istek duydum. Bir süre sonra, hissettiğim “titreşimler [vibes]” hakkında yorum yapmadan onunla çalışırken o kadar samimiyetsiz hissettim ki, onunla birlikte kaçınmaya suç ortaklığı yaptığımız bazı cinsel materyaller olduğu hissini uyandırdım (bkz. Davies, 1994). Önce inkarla, sonra da korku ve utançla karşılık verdi. İlk görüşmede bana cinsel tacize uğradığını söylememiş olsa da, üç yaşından yedi yaşına kadar ritüelleştirilmiş, sadist ve erotik bir şekilde ona lavman yapan annesiyle yaşadığı tekrarlayan bir deneyime dair güçlü çağrışımları vardı. Annesinin ona düzenli olarak dayattığı bu özel, gizli aktiviteden hem travmatize olmuş hem de heyecanlanmış hissediyordu. Lavmanların dramının dışında, gizli ritüellerinden asla bahsetmemek konusunda zımni bir anlaşmaları vardı. Heyecanım, korkum ve cinsel atmosferi göz ardı etme isteğim, daha sonra ilişkilerinin çoğunda bir sorun olarak ortaya çıkan bu karmaşık kişilerarası dinamiği yansıtıyordu.

    Ofisimde cinsel bir atmosfer yaratan bir başka danışan ise bende tamamen farklı bir duygusal tepki uyandırdı. Derin bir şekilde ketlenmiş, şizoid bir adamdı ve otuz altı yaşına geldiğinde, birçok kadınla ciddi ilişkiler geliştirme fırsatına sahip olmasına rağmen hâlâ bakir ve bakir olmasının bir sorun teşkil ettiğini hissetmeye başlamıştı. Psikolojisi, hiçbir suçluluk duymayan çapkın bir baba figürüyle kurduğu karşıt özdeşim [counteridentification] tarafından şekillendirilmişti; babası, ergenlik döneminin başlarından itibaren onu kendisiyle birlikte seks işçilerinin hizmetlerinden yararlanmaya teşvik ediyordu. Danışanımın zihninde cinsellik, babasının sapkın gündemine boyun eğmekle tamamen iç içeydi ve bu gündem, kadınları aşağılamaya yönelik ince örtülü bir zorlanımı da içeriyordu. Ancak danışanım annesini seviyordu ve bu oyunu oynamayı reddetmişti.

    Görüşmenin sonlarına doğru, tepkisini yorumlaması için yaptığım davet üzerine, bu danışan beni çekici bulduğunu belirtti. Bu durumda benim öznel tepkim basitçe bir hoşnutluk duygusuydu -yalnızca iltifat edilmenin doğal bir sonucu olan narsistik yücelme değil, aynı zamanda onun, babasının zorlayıcı şekilde cinselleştirdiği yaklaşımdan farklı bir erotik eğilimi hissedebilme ve adlandırabilme kapasitesine sahip olabileceğine dair daha annesel bir beklenti de söz konusuydu. Çoğu erotik aktarımın aksine, onun terapi ilişkisini zihinsel olarak erotize etmesi öncelikli olarak bir direnç işlevi taşımıyordu (örneğin, güç meselelerine ya da istismar geçmişine dair anılara direnç olarak ortaya çıkan önceki iki örnekte olduğu gibi). Bunun yerine, bu süreç, yakınlığa yönelik bir gelişim potansiyelinin ortaya çıkışını temsil ediyordu ve nihayetinde, yıllardır beğendiği ve hayranlık duyduğu bir kadınla kurduğu cinsel ilişkiyle kendini gösterdi. Benim ilk karşı aktarım [countertransference] tepkim en azından kısmen olumlu bir nitelik taşıyordu; çünkü bu danışanda, daha çatışmalı ve dirençli bir süreçten ziyade, gelişimsel açıdan olumlu bir süreç işliyordu (bkz. Trop, 1988).

    Bu bölümde ele almak istediğim fenomenleri açıklamak için cinselleştirilmiş etkileşimleri kullanmamın nedeni kısmen, terapistlerin başa çıkmakta en çok zorlandıkları konulardan biri olması, kısmen de günümüz terapi öğrencilerinin danışanlarına yönelik daha cinsel tepkilerini kabul etmekte ve keşfetmekte tereddüt ettiklerini gözlemlememdir. (Belki de eğitim programlarımız, terapötik sınırları ihlal eden cinsel eylemleri caydırmaya o kadar büyük bir vurgu yapmıştır ki, terapistler uyarılmaya dair en ufak bir belirtiyi fark etmekten bile korkar hale gelmişlerdir.) Ancak burada ele alınan ilkeler, aktarımda ortaya çıkan herhangi bir kişilerarası dinamik ve buna eşlik eden tüm duygusal unsurlar için geçerlidir. Bir terapist, danışanın kendisinde uyandırdığı duygulara -cinsel uyarılma, nefret, sadizm, utanç, sıkıntı, küçümseme ve kıskançlık gibi rahatsız edici olanlar da dâhil- tam anlamıyla açık olduğunda, terapi odasında bütün bir dramatik anlatının (Freud’un çarpıcı ifadesiyle bir “aile romansı [family romance]”) geliştiğini ve bu sürecin terapi yoluyla yeni olay örgüleri, karakterler ve çözümler için bir alan açtığını keşfedecektir.

    Psikanaliz ve Psikoterapide Aktarım Temalarının Göreli Sonuçları

    Klasik psikanalitik tedavide, analist [analyst] ile analizan [analysand] arasında temel çatışmalı ilişkinin aşamalı olarak yeniden yaratılması, aktarım nevrozu [transference neurosis] olarak adlandırılmıştır (Freud, 1920). “Psikanaliz bir hastalık yaratıp sonra onu tedavi etmeye çalışır” şeklindeki esprili yorumlar bütünüyle yanlış değildir; çünkü analitik durum, problematik ilişkisel örüntülerin olağanüstü ayrıntılı ve tam duygusal yoğunlukla ortaya çıkmasını teşvik eder. Bir aktarım nevrozunun karşılıklı olarak tanınması ve ardından derinlemesine çalışılması, aslında psikanalizi daha az iddialı tedavilerden niteliksel olarak ayıran unsurdur. Aktarım nevrozunun ortaya çıkmasını en üst düzeye çıkarmak için kullanılan teknik prosedürler -divanın kullanımı, serbest çağrışım, seans sıklığının yüksek olması, süre sınırlamasının olmaması-çoğunlukla psikanalizi psikanalitik yönelimli terapilerden ayıran belirleyici faktörler olarak kabul edilir. Ancak, gerçekte bunlar sadece tam bir analizin mümkün hale gelmesini sağlayan koşullardır. Bilindiği üzere, analitik çalışmaya motive olmuş daha sağlıklı bireyler arasında, bazıları haftada iki kez yapılan terapide bir aktarım nevrozunun gelişimini ve çözümünü deneyimlerken, haftada beş kez yapılan analizde bile temel ilişkisel örüntünün analitik ortaklık içinde tam olarak yeniden üretilemediği danışanlar da bulunmaktadır. Şimdiye kadar, “analiz edilebilirlik [analyzability]” sorusuna büyük önem verilmesine rağmen, tedaviye başlamadan önce hangi danışanın derin bir aktarım nevrozu geliştireceğini ve hangisinin geliştirmeyeceğini güvenilir bir şekilde belirlemenin yolu henüz bulunamamıştır (Greenson, 1967; Etchegoyen, 1991). Kısıtlı ancak regresif bir deneyim olarak erken dönem duygusal ilişkilerin yeniden yaşantılanması, terapist ile danışanın birlikte danışanın kişilerarası temalarının ve tekrar eden örüntülerinin gücünü fark etmelerini, bu örüntülerin neden bu kadar etkili olduğunu derinlemesine anlamalarını ve içerdiği çatışmaları çözmek için yeni yollar geliştirmelerini mümkün kılar.

    Klasik analiz, genellikle yüksek ego gücüne [ego strength], yüksek motivasyona ve kişisel öznel dünyasına mümkün olduğunca derinlemesine inmeye yönelik mesleki ya da bireysel ilgiye sahip kişiler için tercih edilen tedavi olarak kabul edilir. Ancak, borderline ya da psikotik yapıdaki bireyler için veya belirli türde patolojilere sahip danışanlar için (örneğin, disosiyatif semptomlar, paranoyak eğilimler) en iyi tedavi yöntemi değildir -bu bireyler nevrotik spektrumda yer alsalar bile. Dahası, klasik analiz her ne kadar ideal bir yaklaşım olsa da, birçok durumda pratik açıdan uygulanabilir değildir. Daha az yoğun terapilerde, terapist ve danışan tam anlamıyla gelişmiş bir aktarım nevrozu yerine, aktarım tepkileri [transference reaction] ile çalışırlar. Ancak hedef aynıdır: Terapi sürecinde tekrar eden çatışmaları fark etmek ve bunlar için birlikte farklı çözüm yolları geliştirmek.

    Psikodinamik terapi, klasik psikanalizden daha zor uygulanır. Analizde, ilişkisel örüntüler aşamalı ve doğal bir şekilde ortaya çıkar; terapistin, hangi kişilerarası meselelerin en önemli olduğunu düşündüğüne dair yönlendirici baskısı bu süreci nispeten bozmaz. Ancak, daha az sıklıkla yapılan, zaman sınırlı olan ya da analiz sürecinin kontrolsüz regresyonu fazla teşvik edeceği danışanlarla yürütülen terapilerde, terapistler dinamikleri onlar acı verici derecede belirgin hale gelmeden önce formüle etmeye daha fazla özen göstermek zorundadır. Bu terapistler, müdahalelerinde daha aktif olmalı ve keşfetmeye başladıkları örüntüler konusunda yanılma veya tamamen hatalı olma riskini almaya daha istekli olmalıdırlar. Analizin doğası gereği dinamik yönelimli terapilere kıyasla daha üstün olduğuna dair geçmişten gelen bazı önyargılar (bu önyargı psikanalistlerin narsisizmini beslemiş ancak klinik sonuçlarla yalnızca dolaylı olarak ilişkili görülmüştür [Wallerstein, 1986]) varlığını sürdürmekle birlikte, çağdaş klinisyenler daha sınırlı terapilerin -ifade edici (expressive) ve destekleyici (supportive) yaklaşımlar da dâhil- yürütülmesinin daha zor olduğunu, daha fazla yaratıcılık gerektirdiğini ve çoğu zaman danışanın ihtiyaçlarını analize kıyasla daha yeterli bir şekilde karşıladığını giderek daha fazla takdir etmektedirler.

    Aktarımdan Belirgin Şekilde Eksik Olan İlişkisel Örüntüler

    Duyarlı terapistler, terapötik ikilide tekrar eden ilişkisel örüntüleri fark etmekle kalmaz, aynı zamanda danışanın deneyiminde hangi ilişki biçimlerinin eksik olduğunu da sezmeye çalışırlar. Bu, tanısal süreç açısından var olan ilişkisel paradigmaları belirlemekten daha zor bir boyuttur; çünkü, doğası gereği, danışanın söze dökemediği boşluk ve yokluk alanlarına empatik bir sıçrama yapmayı gerektirir. Tamamen yetersiz beslenmiş, sadece lapa yiyerek büyümüş bir kişi, bir şeylerin yanlış olduğunu hissedebilir, ancak salatanın ne olduğunu bilemez. Bir vakanın formüle edilmesinde önemli bir boyut, bir kişinin deneyiminin hiç parçası olmamış ilişki türlerini değerlendirmek ve ardından bu kavramları danışanın duygusal olarak anlamlı bir şekilde deneyimleyebilmesini sağlamak için ona nasıl tanıtılabileceğini keşfetmektir. Böylece, kişi yoksun kaldığı şeyler için yas tutabilir ve daha önce hayal bile edemediği ilişki kurma kapasitelerini geliştirebilir. Mevcut ve problemli olanı anlamanın yanı sıra, eksik [deficit] olanı da sezebilme yetisi, genel klinik teorinin uzun bir süre temel bir özelliği olmamıştır. Ancak, kendilik psikolojisi [self psychology] ve öznelerarası [intersubjective] yaklaşımlar gibi eksiklik formülasyonlarının [deficit formulation] gelişmesiyle (örneğin, Kohut, 1977; Stolorow & Lachmann, 1980; Ornstein & Ornstein, 1985; Stolorow, Brandschaft & Atwood, 1987; Wolf, 1988), terapistler artık danışanlarının önceden göz ardı edilen duygusal ihtiyaçlarını ve çıkmazlarını anlamak için daha fazla modele sahiptir.

    Uzun zamandır, 1950’ler ve 1960’larda birçok psikopatolojinin anne yetersizliklerine bağlanmasına yönelik etiyolojik spekülasyonların, o dönemin kültürel çocuk yetiştirme iklimini yansıtan klinik bir durumun ürünü olduğunu düşünüyorum: Çok fazla anne, ama yeterince baba yoktu. Başka bir deyişle, duygusal olarak belirgin bir şekilde olmayan babaları olan bireyler, içselleştirilmiş anne sorunlarını terapi odasına taşıma eğilimindeydi. Danışanlar anneleriyle ilgili sıkıntılar yaşadıklarını biliyorlardı; ancak çoğu zaman, hayatlarında daha fazla baba figürü olsaydı, annelerinin bu kadar baskın ve ezici görünmeyeceğini fark etmiyorlardı. Annesinin etkisinden kurtulmak için bu kadar çok enerji harcamaları gerekmeyebilirdi. Bir annenin fazla yaptıklarına üzülmek, bir babanın eksik bıraktıklarına üzülmekten daha somut ve daha az acı vericiydi. Terapistler açısından da, aktarımda bulunanla çalışmak, yani danışanlar tarafından tekrar tekrar anne olarak görülmek daha çekiciydi; çünkü terapistler orada ve aktif bir şekilde varlık gösteriyorlardı. Buna karşın, aktarımda eksik olanla -yani deneyimin babasal boyutuyla-çalışmak daha zordu.

    Danışanın terapistle kurduğu bağlantıda mevcut olan ilişkisel örüntüleri tam olarak hissetmek kadar, mevcut olmayan ilişkisel örüntüleri değerlendirmek de aynı derecede önemlidir. Bir keresinde, depresyon nedeniyle terapiye gelen ve bu durumunu otuz dokuz yaşına girmiş olmasıyla ilişkilendiren bir erkek danışanla yaptığım erken seanslardan birinde, bana daha önce söylediği şeyleri tekrarlama eğiliminde olduğunu fark ettim. “O kadar da dikkatle dinlenmediğin hissine kapılıyorum,” diye yorum yaptım. “Ne demek ‘dinlenmek’?” diye sordu, ‘dinlenmek‘ kelimesine hafif bir alaycı ton yükleyerek. “Tam olarak bilmiyorum,” diye yanıtladım, “ama bana sanki söylediklerini yeterince dikkatle dinlemiyormuşum gibi tekrar ediyorsun. Belki de seni yetiştiren kişiler dikkatleri dağılmış ya da meşguldü ve sen de onlara daha önce söylediklerini hatırlatmaya alıştın diye düşündüm.” Bunun üzerine, “Yani çoğu ebeveyn çocuklarını dinler mi?” diye sordu. Bu onun için yeni bir kavramdı. Herkes, kendi aile ortamını norm olarak kabul eder ve genellikle ancak yetişkinlik döneminin ilerleyen aşamalarında, ailelerinde eksik olan ancak hiç bilinçli olarak özlenmemiş şeyleri fark edebilirler.

    Günümüz travma ve dissosiyasyon araştırmacıları (örneğin, McFarlane & van der Kolk, 1996) da benzer bir noktayı vurgulamaktadır. Erken dönem travmatik yaşantıları olan bireylerde -örneğin cinsel istismar, fiziksel kötü muamele ya da acı verici tıbbi müdahaleler gibi deneyimler- genellikle dikkat çeken şey yaşanan travmanın kendisidir. Ancak, bu bireylerin psikolojisini anlamada ihmalin rolü en az yaşanan travma kadar önemlidir. Çocuklukta var olmayan şeyler, var olanlar kadar belirleyicidir. Aslında, bir çocukla yeterince vakit geçirilip yaşananları anlamasına ve duygusal olarak işlemesine yardımcı olunursa, neredeyse her deneyim travmatik olmaktan çıkabilir. Özellikle iki yaşından sonra, çocukların konuşabildiği bir dönemde, travmanın kendisinden çok, ailenin onu küçümseyerek ya da inkâr ederek ele alması psikopatoloji açısından belirleyici hale gelir. Bir istismar mağduruyla görüşme yapıldığında, kişinin yaşadığı korkunç olayları anlatışı büyüleyici ve etkileyici olabilir. Ancak, bir terapistin asıl dikkat etmesi gereken şey, anlatılan dramada eksik olan unsurlardır: Kimse çocuğun yaşadıklarını dinlemedi. Kimse ona teselli sunmadı. Kimse, olanları söze dökmesine yardımcı olmadı. Kimse, başa çıkmanın bir yolunu modellemedi. İşte, terapi sürecinde en iyileştirici unsurlar, danışanın geçmişte deneyimleyemediği ancak terapi ilişkisi içinde yeniden inşa edilebilecek olan bu unsurlar olacaktır.

    TERAPİ ORTAMI DIŞINDAKİ İLİŞKİSEL TEMALAR

    Her şey aktarımda -ne mevcut olarak ne de eksikliğiyle- görünür hale gelmez, özellikle de ilk değerlendirme görüşmesinde. Bir danışanın geçmişine detaylı şekilde bakmanın -aile, sosyal, cinsel, iş ve önceki terapi deneyimlerini değerlendirme- önemli nedenlerinden biri, yıllar boyunca ve farklı bağlamlarda farklı biçimlerde tekrar eden ilişkisel örüntüleri tespit etmektir. Tekrarlayan temalara dair farkındalık kazanmak, yalnızca danışan için terapötik olacak temel odak noktalarını belirlemeye yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda terapötik ittifakı [working alliance] yeterince sağlamlaştırarak danışanın terapiye devam etmesini sağlamak açısından da önem taşır.

    Bu alanda özellikle önemli olan, danışanın geçmişte aldığı terapilerin detaylı bir şekilde incelenmesidir. Bu, özellikle birden fazla başarısız terapi girişiminde bulunmuş danışanlar için kritik bir noktadır. Danışanın yalnızca şanssız bir şekilde birkaç kötü eğitim almış ya da yeteneksiz terapiste denk gelmiş olması elbette mümkündür. Ancak, bir terapistin ilk görüşmede benimseyebileceği en iyi ön hipotez, danışanın önceki terapistlerle yaşadığı sorunların büyük olasılıkla kendisiyle de yaşanacağıdır. Danışanın önceki tedavilere dair şikayetlerini dikkatle değerlendirmek iki nedenden ötürü kritiktir: 1) Önceki terapistlerin hatalarından kaçınma şansı yaratır. Önceki terapistlerin hangi noktalarda problemli sahnelemelere dahil olduğunu tespit etmek, terapistin benzer bir durumu önceden fark etmesini ve yönetmeye hazırlanmasını sağlar. 2) Daha da önemlisi, terapist ne kadar iyi hazırlanırsa hazırlansın, önceki profesyonellerin yaptığı hatalara -nesnel olarak olmasa bile danışanın algısı açısından- “yakalanma” olasılığı yüksektir. Dolayısıyla, önceki terapötik başarısızlıkların örüntüsünü titizlikle incelemek, terapiste danışana, benzer bir şeyin bu terapide de yaşanabileceğini önceden söyleme fırsatı sunar. Bu noktada kritik soru şudur: Danışan, bu kez terapiyi yarıda bırakmak yerine, öfkesini ve hayal kırıklığını söze dökerek çalışmayı sürdürebilir mi?

    Bir danışanın bana, çok sayıda terapiste gittiğini, ancak daha önce hiç kimsenin onu gerçekten anlamadığını ve benim son umudu olduğumu söylediğinde, benlik saygım anında harekete geçer ve kendimi, bu danışana daha önce gördüğü profesyonellerden farklı olduğumu ve ona gerçekten yardımcı olabileceğimi garanti etmek isterken bulurum. Ancak, yıllar süren klinik deneyim, beni alçakgönüllü olmaya zorladı -bu içsel tepkimi tamamen değiştirmeye yetmese de, onu dışa vurmaktan kaçınmamı sağlayacak kadar. Şimdi danışanlarla açıkça şu pozisyonu alıyorum: Hatalar yapacağım, bu hatalar muhtemelen önceki terapistlerin yaptığı hatalara bir şekilde benzeyecek, ancak bu hataları danışanımla birlikte anlamaya çalışabilir ve onlara yapıcı bir şekilde nasıl tepki verebileceğimizi keşfedebiliriz. Bu yaklaşım, hem danışanı hem de beni gerçekçi olmayan beklentilerden korur ve şu mesajı iletir: “İnsanlar hayal kırıklığı yarattığında, bu deneyim yalnızca umutsuzluk yaratmak zorunda değildir; bundan başka bir şey de çıkabilir.”

    Kariyerimin erken dönemlerinde, psikopatik eğilimleri olan bireylerle çalışmaya ilgi duymaya başladım. Bu tür danışanların gerektirdiği farklı terapi tarzını benimseyerek terapötik repertuarımı genişletmeyi seviyordum -yani, çoğu danışana dokunan daha yumuşak ve açıkça empatik yaklaşımdan çok farklı olarak, daha sert, doğrudan konuşan, gerçeği olduğu gibi söyleyen, yüzleştirici bir ton kullanmayı. Bu tür danışanlara yardımcı olamayan diğer terapistlerin safdilliğini eleştirel bir gözle değerlendiriyordum. Antisosyal bir danışanın terapisti “kandırmasına” izin vermemenin çok önemli olduğu öğretilmişti ve bir “hedef” olarak görülüp anında değersizleştirilmemek için bu danışanların denediği her türlü manipülasyonu açığa çıkarmaya çalışıyordum (bkz. Bursten, 1973). Bu yaklaşım belirli bir noktaya kadar işe yarasa da, kısa sürede ne kadar zeki olursam olayım, bir psikopatik danışanın beni bir şekilde manipüle etmenin yolunu bulabileceğini öğrendim. Bu nedenle, en önemli terapötik iletinin “Deneyebilirsin, ama beni kandıramayacaksın” değil, “Bak, eğer seans süresince beni kandırmak istiyorsan, bunu kesinlikle yapabilirsin -gerçek ile inandırıcı bir yalanı ayırt edebilecek büyülü bir yeteneğim yok- ama gerçekten burada geçireceğin zamanı bu şekilde harcamak istiyor musun?” olması gerektiği sonucuna vardım. Önceki terapistlerle ya da kişinin kendine özgü yeteneklere sahip olduğunu düşündüğü hayali diğer uygulayıcılarla rekabet etmek, içsel bir motivasyon kaynağı olarak işlev görebilir; ancak bu tür bir rekabeti dışa vurmak terapötik süreç açısından yıkıcı olabilir.

    Sosyal, cinsel ve iş geçmişinin incelenmesiyle ortaya çıkan kişilerarası örüntüler, terapi sürecinde ortaya çıkabilecek sorunları öngörmeye ve önleyici müdahaleleri belirlemeye yardımcı olabilir. Buna uygun bir örnek, danışanın ilişkilerden (arkadaşlıklar, işler veya cinsel partnerler) her bunaltıcı hale geldiğinde, kendini açığa çıkmış hissettiğinde veya derin bir bağlılık ya da bağımlılık hissetmeye başladığında otomatik olarak ayrıldığını bildirmesidir. Bu tür bir örüntü, yalnızca danışanın ve geride bırakılan kişilerin yaşadığı derin yalnızlık hissiyle yüklü olmakla kalmaz, aynı zamanda analitik terapinin en derinlemesine iyileştirici etkilerinden birine sahip olabileceği sorunlardan biridir -tabii ki kişi terapi sürecinde kalabilirse. Bağ kurduğu anda aşırı, otomatik ve zorlayıcı bir şekilde ilişkiden çekilen bir danışanla karşılaşan bir terapistin, bu tepkinin bilinçsizce eyleme dökülmesini önlemek için danışanla hemen bir anlaşma yapması gerekir. Daha spesifik olarak, terapist ve danışan, bu kaçış örüntüsünün terapi sürecinde de ortaya çıkması durumunda -danışanın herhangi bir nedenle (genellikle maddi gerekçeler veya zaman kısıtlamaları öne sürülür) aniden terapiyi sonlandırmaya karar vermesi halinde- danışanın belirlenmiş sayıda ek seansa gelip yaşananları işlemeye çalışacağına dair bir sözleşme yapmalıdır. Bu önlem, şahsen bildiğim birden fazla terapötik sürecin kurtarılmasını sağlamıştır. Danışan yine de terapiyi bırakmaya karar verse bile, en azından yalnızca duygusal baskı altında hareket etmek yerine bu süreci konuşarak ele alma deneyimi kazanır ve muhtemelen kendisi hakkında önemli bir şey öğrenir. Şanslıysa, bir sonraki terapisti, danışanın genişleyen öz farkındalığından faydalanabilir.

    Cinsel örüntüler, ilişkisel temaları son derece dolu ve yoğunlaştırılmış bir biçimde barındırır. Klinik deneyimler, tekrarlayan cinsel motiflerin, ya bireyin hayatındaki baskın kişilerarası örüntüleri ifade ettiğini ya da yalnızca cinsellikte ortaya çıkan, kısmen dissosiye olmuş ve bastırılmış bir ilişkisel temayı temsil ettiğini ve bunun kişinin daha geniş deneyim dünyasına entegre edilmesi gerektiğini göstermektedir. Görüşmeyi yürüten terapist, cinsellik hakkında rahatça konuşabiliyorsa, danışan çoğu zaman büyük bir rahatlama yaşar; çünkü özel ve muhtemelen utanç verici erotik hayatının, ifade edilemeyecek kadar gizemli ya da sapkın olmadığı hissine kapılır. Bir terapistin cinsellikle ilgili açık ve rahat bir üsluba sahip olması, danışanda daha dürüst bir açılmayı teşvik eder ve romantik yaşamlarındaki zorlukların iyileştirilebileceğine dair umut yaratır. Cinsellik hakkında doğrudan konuşmakta zorlanan terapistlerin, güvenilir arkadaşlarıyla cinsel eylemleri ve beden bölümlerini yüksek sesle adlandırma pratiği yapmaları faydalı olabilir. Süpervizyon gruplarımın bazıları, bir oturumu tamamen bu tür bir çalışmaya ayırdı; katılımcılar genellikle heyecan, rahatsızlık, utanç ve kahkahanın bir karışımını deneyimlediler, ancak bu egzersiz, terapistler için gerekli olan sözel disinhibisyona [verbal disinhibition] katkı sağladı.

    Açık ve doğrudan bir yaklaşım sergileme gerekliliği, lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerle yapılan görüşmelerde ve ayrıca parafililer, kompulsif eylemler (“seks bağımlılığı” gibi son yıllarda popülerleşen terimlerle tanımlanan durumlar) gibi cinsel sorunlarla başvuran kişilerle yapılan görüşmelerde özel bir önem taşır. En azından, bu danışanlar bir ruh sağlığı profesyonelinin cinsel yönelimleri veya tercihleri karşısında şok olmayacağını bilmelidir; ideal olarak ise, görüşmeyi yürüten kişinin erotik çeşitliliğe gerçekten değer verdiğini ve saygı duyduğunu hissetmelidirler. Örneğin, gey danışanlarla yapılan görüşmelerde, “Cinsel tercihleriniz daha çok oral mı yoksa anal mı?” ve “Daha çok ‘pasif [bottom]’ mi ‘aktif [top]’ mi olma eğilimindesiniz?” gibi sorular, önemli ilişkisel dinamikleri aydınlatabilir. Biseksüel bireylerle yapılan görüşmelerde ise, kadınlarla ve erkeklerle yaşadıkları tatminin hangi açılardan farklılaştığını incelemek anlamlı olabilir. Terapistin tonu ne kadar samimi ve doğrudan olursa, süreç o kadar verimli ilerler; ancak, kişisel ve hassas alanlara girildiğinde, danışana kendisini rahatsız eden herhangi bir soruya yanıt vermek zorunda olmadığını bildirmek, saygılı bir yaklaşımın parçasıdır. Ayrıca, danışanın tercih ettiği cinsel terimleri yansıtmak önemlidir; örneğin, bir erkek danışan “gelme [coming]” ifadesini kullanıyorsa, görüşmeyi yürüten kişi bunun yerine “boşalma [ejaculating]” terimini kullanmamalıdır.

    İnsan motivasyonlarının her türü cinselleştirilebileceğinden, bir bireyin belirli bir cinsel örüntüsünü bilmek, onun temel zihinsel meşguliyetleri hakkında önemli ipuçları sunar. Bazı kişiler bağımlılıklarını cinselleştirir (cinselliğin oral ve sarılmaya dayalı yönlerine diğer faktörleri dışlayacak şekilde değer verirler); bazıları saldırganlıklarını cinselleştirir (cinsellikte baskınlık ve boyun eğme dinamiklerini ön planda tutarlar); bazıları ise cinselliği esas olarak narsistik ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde kullanır (teşhircilik ve röntgencilik yönlerini ön plana çıkarır, arzularının büyüleyici bir biçimde bilinmesi ve söze dökülmeden tatmin edilmesi fantezisini yaşar ya da karşı tarafı yenilgiye uğratma ve küçük düşürme senaryoları kurar). Bazen, özellikle çocuklukta genital bölgeyle ilgili fiziksel acı yaşanmışsa (cinsel istismar, kazalar veya tıbbi müdahaleler nedeniyle), orgazmın gerçekleşmesi için acı vermek ya da acı çekmek gerekli hale gelebilir. Bu koşulların her birinde, bir ilişkisel tema, cinsellik alanında belirgin ve yoğun bir şekilde vücut bulur.

    UZUN DÖNEM VE KISA DÖNEM TERAPİLER AÇISINDAN İLİŞKİSEL ÖRÜNTÜLERİN SONUÇLARI

    Süresi belirsiz terapilerde, danışanın terapiden kaçma riski açık bir şekilde mevcut olmadıkça, temel ilişkisel temaların zaman içinde doğal olarak ortaya çıkması beklenebilir. İlk görüşmede terapistin önemli bir kişilerarası motifi gözden kaçırması genellikle büyük bir hata olarak değerlendirilmez, çünkü önem taşıyan herhangi bir tema er ya da geç açık bir şekilde kendini gösterecektir. Ancak, süre sınırlı terapilerde, terapistin danışanın en merkezi çatışmalı ilişkisel örüntüsüne odaklanma yeteneği, kısa süreyi verimli kullanabilmek açısından kritik öneme sahiptir. Kısa süreli dinamik terapi üzerine ampirik literatüre aşina olmayan okurlar için, Stanley Messer ve Seth Warren’ın (1995) çalışmalarını öneririm; bu yazarlar, zaman sınırlı analitik tedaviye yönelik günümüzdeki başlıca yaklaşımların çoğunda, danışanın temel ilişkisel dinamiklerini [central relational dynamic] anlamaya yapılan vurgunun tekrarlandığını belirtmektedir.

    Daha uzun süreli terapilerde ve klasik psikanalizde, değişimi motive eden unsurlardan biri olarak analitik literatürde nadiren ele alınan bir gerçek, danışanların eninde sonunda kendilerini farkında, mahcup ve hatta sıkılmış hissetmeleri ve aynı etkileşimleri tekrar tekrar anlatmaktan yorulmalarıdır. Bir süre sonra, yeni bir şey denemek, terapiste geri dönüp yine aynı eski örüntüyü eyleme döktüğünü itiraf etmekten daha kolay hale gelir. Kendi merkezi “nevrozunu” defalarca tanımlayıp anlatmak, danışanın irrasyonelliğine tanıklık eden biriyle birlikte olması nedeniyle, hem danışan hem de terapist için bıkkınlık [ad nauseam] ve hayal kırıklığına yol açar; bu da, yeni bir davranış sergileme riskinin, sürekli tekrarın yol açtığı sıkıntıdan daha cazip hale gelmesini sağlar. Bu motivasyonel fayda muhtemelen psikoterapide değişimi sağlayan, ancak henüz araştırılmamış en önemli unsurlardan biridir. Ancak bu yalnızca şu koşullarda mümkün olabilir: 1) Terapist belirli bir örüntüyü fark etmiş ve adlandırmış olmalıdır. 2) Bu örüntünün tekrar tekrar ele alınabileceği güvenli bir ortam yaratılmış olmalıdır. Dolayısıyla, terapist bir ilişkisel dinamiği ne kadar erken söze dökebilirse, danışanın bunu daha sağlıklı bir kişilerarası başa çıkma biçimine dönüştürmesine o kadar hızlı yardımcı olabilir.

    ÖZET

    Bu bölümde, bireyin öznel dünyasını şekillendiren tekrarlayan kişilerarası temaları anlamaya yönelik çabanın nasıl ve neden gerekli olduğunu ele aldım. Bu örüntülerin, yalnızca içselleştirilmiş nesneler değil, aynı zamanda içselleştirilmiş nesne ilişkileri olarak kavranması gerektiğini, çünkü bunların temelinde dramatik etkileşimler ve çatışmalar bulunduğunu vurguladım. Tekrarlayan etkileşim örüntülerine dair ampirik ve klinik literatüre referans verdim ve bu örüntülerin hem terapötik ilişki içinde hem de terapi dışındaki yaşam alanlarında nasıl ortaya çıktığını inceledim. Ayrıca, psikanaliz ile psikoterapiyi ve uzun süreli ile kısa süreli dinamik terapileri karşılaştırarak, bu örüntülerin hem danışan hem de terapist tarafından nasıl fark edildiğini ve terapötik olarak nasıl ele alınabileceğini tartıştım.

    Danışanın geçmişini iyi bir şekilde değerlendirme sürecinin, tedavinin merkezine oturacak temaları nasıl aydınlatabileceğini göstermeye çalıştım; bazı durumlarda, danışanın terapi ilişkisinden ayrılmasını önlemek için bu temaların hemen anlaşılması ve dile getirilmesi gerekmektedir. Terapötik ikilide ortaya çıkan ilişkisel örüntüler bağlamında, terapistin disiplinli öznelliğinin tanısal önemini vurguladım. Ayrıca, danışanın kişilerarası repertuarında belirgin şekilde eksik olan ilişki türlerini fark etmenin değerini öne çıkardım. Son olarak, merkezi bir dramatik örüntünün sürekli tekrar ettiğine dair derin bir farkındalığın, danışanın değişime yönelik motivasyonunu nasıl destekleyebileceğine kısaca değindim.

  • Özdeşimi Değerlendirme (7. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 7. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bir kişinin psikolojisinin merkezi bir yönünün, hayatındaki önemli sevgi nesneleri [love object] ve modelleri [model] olduğunu anlamak için ruh sağlığı uzmanı olmak gerekmez. Ön görüşme [intake interview] sırasında, danışanlar genellikle kendilerini benzer hissettikleri, örnek almak istedikleri ya da her ne pahasına olursa olsun benzememeye çalıştıkları kişiler hakkında açıkça konuşurlar. Standart betimleyici tanı sisteminin en büyük sınırlılıklarından biri, herhangi bir davranışın psikolojik anlamının, bireyin bilinçli ya da bilinçdışı olarak kendisini özdeşleştirdiği kişiye bağlı olarak son derece farklı olabilmesidir.

    Muhtemelen hiçbir davranış veya tutum, özdeşimlerden [identification] bağımsız değildir ve bu özdeşimlerin içeriği büyük ölçüde değişebilir. Örneğin, sürekli eleştiren ve şikâyet eden bir kadın, bilinçdışı düzeyde hem çok sevdiği ama aşırı kontrolcü büyükannesine benzemeye çalışıyor, hem de başkalarının onu ezmesine göz yuman pasif ve ihmalkâr annesine benzemediğini kendine kanıtlamak istiyor olabilir. Ya da her ikisi birden. Duygusal yoğunluğu yüksek durumlarda rahatsız edici derecede “rasyonel” davranan bir adam, bilinçdışı olarak hiper-entellektüelleşmiş bir babayla özdeşim kuruyor olabilir ya da küçük meseleler yüzünden öfkelenen babasına karşı bilinçli veya bilinçdışı olarak ilham verici bir karşı örnek oluşturan, zihinsel gücüyle öne çıkan lise öğretmeniyle özdeşim kuruyor olabilir. Ayrıca, duygusallıkları çocuksu olarak etiketlenen küçük kardeşleriyle özdeşleşmemek için belirgin bir karşıt özdeşim [counteridentification] geliştirmiş de olabilir. Eğer ailesinde duygusal olan kişi annesi idiyse, bilinçdışı düzeyde kadınsı olmamak için kendini bu özellikten uzaklaştırıyor olabilir. Terapinin en etkili şekilde ilerleyebilmesi için, terapistin danışanlarının tutum ve davranışlarının arkasındaki özdeşimsel anlamları anlaması gerekir.

    Genellikle, ilk görüşmelerde danışana annesi, babası veya diğer birincil bakımverenleri hakkında sorular yöneltilir: Hayatta mı? Eğer değilse, ne zaman ve hangi sebeple vefat etti? Hayattaysa, kaç yaşında? Meslekleri nedir (veya neydi)? Kişilikleri nasıldı ve ebeveyn olarak nasıl davrandılar? Danışanın hangi ebeveyne benzediği ve hangi yönlerden benzerlik taşıdığı sorulduğunda, bazen oldukça fazla bilgi edinilebilir. Ayrıca, danışanın büyürken üzerinde etkili olan diğer önemli kişiler olup olmadığını sormak da önemlidir. Bazen, bir öğretmen, din adamı, kamp lideri, terapist veya arkadaş, danışanın o kişiyle özdeşim kurması nedeniyle güçlü bir etki bırakmış olabilir. İnsanlar, özdeşimlerinin birçok yönünün farkındadır; ancak bireyin içselleştirdiği unsurlara dair çok daha farklı ve derin bir bilgi düzeyi, daha az bilinçli ve daha az sözel yollarla da ortaya çıkabilir.

    AKTARIM TEPKİLERİNİN İŞARET ETTİĞİ ÖZDEŞİMLER

    Bir klinik görüşmede, bir kişinin temel özdeşimlerini en hızlı şekilde değerlendirmek, aktarımın [transference] genel tonunu hissetmekle mümkündür. Bazen aktarımın dışavurumu oldukça ince ve dolaylı olabilir. Örneğin, sevgi dolu ebeveynler tarafından yetiştirilmiş ve onların cömert ruhunu içselleştirmiş bir danışanın yaydığı iyi niyetli bağlılık hissi, ilk görüşme sürecine yansıyabilir. Benzer şekilde, daha az tatmin edici ama yine de ince bir aktarım tonu, terapistin kendini belirsiz bir şekilde değersizleştirilmiş hissetmesiyle ortaya çıkabilir. Örneğin, danışan, terapistin eğitim geçmişi hakkında ortalamadan fazla soru sorduğunda, bu durum şüpheci veya güvensiz bir figürle özdeşim kurmuş olabileceği yönünde bir ön hipotez geliştirmeye neden olabilir.

    Bazen ilk aktarım daha çarpıcı ve keskin olabilir. Bir meslektaşım, yakın zamanda, öfkesini yönetme sorunuyla başa çıkmak için birçok terapist görmüş bir kadın danışanı değerlendirdiğini aktardı. Danışan, önceki terapistlerinin onu yeterince anlayamaması nedeniyle hata yaptıklarını ve bu yüzden hayal kırıklığına uğradığını anlatmıştı. Benzer bir hayal kırıklığı yaşamaktan endişeliydi ve meslektaşımın da onu anlamakta başarısız olacağından korkuyordu. Meslektaşım, danışanın anlaşılmamaya karşı hassasiyetini fark ederek, ilk görüşmede erken ve aceleci çıkarımlardan kaçınmaya özellikle özen gösterdi. Ancak, görüşmenin sonunda şunları söyledi: “Genellikle birini ön değerlendirmek için birkaç seansa ihtiyacım olur. Sizinle bu biraz daha uzun sürebilir, çünkü psikolojiniz oldukça karmaşık görünüyor.” Bunun üzerine danışan, “karmaşık” kelimesinin aslında dolaylı bir şekilde onu delilikle suçlamak anlamına geldiğini öne sürerek şiddetli bir öfke patlaması yaşadı. Burada tanıdık bir dinamik görüyoruz: Keskin bir algı ile (danışanın, terapistin onun sorunlarını ciddi gördüğünü fark etmesi) çarpıtılmış bir yorumun (terapistin eleştirel veya küçümseyici bir tutum içinde olduğu düşüncesi) birleşimi. Bu tepki, terapistin, danışanın en az bir otorite figürünü yoğun şekilde eleştirel ve yargılayıcı bir tutumla içselleştirmiş [internalized] olabileceği sonucuna varmasına yol açtı.

    Bazen insanlar, erken dönem sevgi nesnelerine olan benzerliklerinin tamamen farkında olmayabilirler. Görüştüğüm bir kadın danışan, ilk seansın büyük bir bölümünü, annesinin müdahaleci, kontrolcü ve gereksiz yere titiz tutumundan şikâyet ederek geçirdi. Onu memnun etmenin ne kadar zor olduğu göz önüne alındığında, kendimi danışanın durumuna karşı oldukça empatik hissettim. Zor bir ebeveynin çocuğu olmanın güçlüklerine duyduğum anlayış, terapötik ilişkiye olumlu yansımış ve onunla iyi bir bağ kurduğumuzu düşünmeme neden olmuştu. Seans boyunca danışana yönelik karşı aktarımım [countertransference] sıcak ve olumlu bir tondaydı, ta ki odadan ayrılmadan hemen önce duvardaki tablolara bakana kadar. Yüzünde açık bir rahatsızlık ifadesiyle resimlerin düzgün asılmadığını fark etti ve hepsini düzeltti. Ardından şöyle dedi: “İşte, şimdi ofisinizin görünümü konusunda utanmak zorunda kalmayacaksınız.” Bu anlık davranış, onun aslında eleştirdiği ve rahatsızlık duyduğu titiz, müdahaleci ve kontrolcü tutumu kendisinin de bilinçdışı olarak sergilediğini gösteriyordu.

    ÖZDEŞİM, İÇEALIM, İÇEATIM VE ÖZNELERARASI ETKİLEŞİM

    Freud (1921), iki tür özdeşim süreci tanımlamıştır: Erken ve görece çatışmasız “anaklitik [anaclitic]” nesne sevgisi (Yunanca “lean on” – “dayanmak” kelimesinden türemiştir ve doğrudan bağımlılığı ima eder) ve daha sonraki bir süreç olan “saldırganla özdeşim [identification with the aggressor]”, ki bu terim daha sonra A. Freud (1936) tarafından detaylandırılmıştır. Anaklitik özdeşim, çocuğun (veya yetişkinin) sevdiği bakımverenin sahip olduğu, onu sevilebilir kılan özelliklere sahip olmayı istemesiyle gerçekleşen olumlu bir süreçtir. Bu tür bir özdeşim, çocuklukta kişilik oluşumu açısından daha belirgin ve etkili olmakla birlikte, yetişkinlerde de gözlemlenebilir. Örneğin, küçük bir çocuk “Annem gibi olmak istiyorum, çünkü o çok tatlı” dediğinde, anaklitik bir özdeşim ifade etmektedir. Buna karşılık, saldırganla özdeşim, travmatik veya rahatsız edici durumlarda bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkar ve korku ve güçsüzlük hissine karşı bir koruma işlevi görür. Bu süreç daha otomatik olup, daha az bilinçli ve gönüllü bir şekilde gerçekleşir. Eğer bu sürecin bilinçli olarak ifade edilmesi mümkün olsaydı, şu şekilde özetlenebilirdi: “Annem beni korkutuyor. Bu korkuyu, kendimi korkmuş ve çaresiz bir çocuk olarak görmek yerine, annenin kendisi olduğumu hayal ederek yenebilirim. Bu sahneyi, korkuya neden olan değil, onu başlatan kişi olarak yeniden canlandırırsam, artık kurban olmayacağımı kendime kanıtlamış olurum.” Weiss ve Sampson ile meslektaşları (Weiss, Sampson & Mount Zion Psikoterapi Araştırma Grubu, 1986) bu süreci “pasifin aktife dönüşümü [passive-into-active transformation] olarak adlandırmaktadırlar.

    Freud, saldırganla özdeşim süreci üzerine daha fazla yazmış ve bu konu hakkında ayrıntılı spekülasyonlarda bulunmuştur; bunun nedeni, bu tür özdeşimin daha yaygın olması değil, daha bilinçdışı, problematik ve sağduyuya, rasyonalist açıklamalara ve davranışçı yaklaşımlara aykırı olmasıdır. Freud’un ödipal durumdan kaynaklanan özdeşim sürecine ilişkin açıklaması, aslında saldırganla özdeşim modeliyle paralellik göstermektedir, ancak sağlıklı aile ortamlarında, bu süreçteki saldırganlık ebeveynde var olan bir özellikten çok, çocuğun ebeveyne yönelik projeksiyonu sonucu ortaya çıkar. Klasik ödipal üçgende, çocuk bir ebeveyne karşı arzu duyar (örneğin, anneye), diğer ebeveynle rekabet içinde hisseder (örneğin, babayla), henüz duygu ve eylemleri tam olarak ayıramadığı için, kendi saldırganlığının tehlikeli olabileceğinden endişe duyar, saldırganlık yönelttiği ebeveynden misilleme geleceğinden korkar ve bu kaygı yüklü durumu çözmek için korktuğu ebeveyn gibi olmaya karar verir (örneğin, “Babayı ortadan kaldırıp annemi elde edemem, ama babaya benzeyerek annem gibi bir kadına sahip olabilirim.”). Bu senaryo, edebiyatta sürekli tekrarlanan üçgen ilişkileri ve rekabet temaları, kişisel bir başarı elde ettiğinde insanların sıklıkla yaşadığı kaygı ve depresif tepkiler ve üç ila altı yaş arasındaki çocukların, kendi saldırgan hayal güçlerinden kaynaklanan canavarlar tarafından tehdit edildikleri kabuslar görme eğilimleri gibi çeşitli psikolojik fenomenleri anlamlandırmada önemli bir açıklama sunar.

    Yirminci yüzyılın ortalarında, ödipal ve saldırganla özdeşim kuramları, özdeşimi anlamanın o kadar popüler bir yolu hâline geldi ki, araştırmacı psikologlar çatışmasız [nonconflictual] bir özdeşim türünün varlığını kanıtlamak için önemli ölçüde çaba harcamaya başladılar. Sears ve meslektaşları (örneğin, Sears, Rau & Alpert, 1965), otomatik ve duygusal olarak karmaşık olmayan bir özdeşim biçimini ortaya çıkaran bir dizi yaratıcı deney tasarladıktan sonra, bu süreci Freud’un kaygı dolu ve savunmaya dayalı ödipal senaryosuna bir karşıtlık oluşturacak şekilde tanımlamak için “modelleme [modeling]” terimini ortaya attılar. İlginç bir şekilde, modelleme kavramı, Freud’un anaklitik bağlanmalar [anaclitic attachment] hakkındaki gözlemleriyle kavramsal olarak büyük benzerlik taşımaktadır.

    Okul öncesi çocuklarının oyunlarını izleyen herkes, onların bir ebeveynin ses tonunu ve jestlerini en ince ayrıntısına kadar taklit etmelerinin ne kadar çarpıcı olduğunu fark etmiştir. Bazı özdeşimler, özellikle küçük çocuklarda görülen tür, sanki özdeşim kurulan kişinin “bütünüyle yutulması [swallowing whole]” gibidir. Daha büyük bireylerde bile -örneğin, belirli bir öğretmene hayranlık duyan bir üniversite öğrencisinde ya da kutsal kabul edilen bir guruyu taklit eden bir tarikat üyesinde- bazen o kadar kapsamlı bir içealım/enkorporasyon [incorporation] görülür ki, özdeşim kuran kişinin bireyselliği kaybolmuş gibi görünür ve neredeyse hayran olduğu kişinin bir kopyasına dönüşür. İdealize eden bir hayran, birinin yürüme, konuşma, gülme, iç çekme biçimini ve hatta spagetti yeme tarzını bile benimseyebilir. Ancak bazı durumlarda, özdeşim daha ince ayrıntılara sahip, daha bilinçli ve seçici bir süreç gibi görünür; birey, nesnenin bazı özelliklerini benimserken bazılarını reddeder. Çoğumuz, çocukluk dönemimizde etkisinde kaldığımız bir figüre benzemek istememizi temsil eden yanlarımız ile o tür özdeşimlere direnç gösterdiğimiz yönlerimizi kolayca tanımlayabiliriz.

    Freud sonrası psikanalitik yazında, terapistlerin danışanlarının uyumsuz özdeşimleriyle karşılaşırken yaşadıkları sıkıntıdan beslenen ve normal özdeşim süreçlerinin gelişimini anlamaya çalışan uzun bir akademik gelenek vardır. Roy Schafer (1968), çocukların bakımveren kişiyi bütünüyle yutan türde bir içselleştirmeden [swallowing-whole type of assimilation] başlayarak, giderek artan ayırt etme ve refleksiyon [reflection] aşamalarından geçerek nihayetinde daha olgun bir özdeşim [identification] sürecine ulaştıklarını tanımlamıştır (bkz. Jacobson, 1964). Bu son aşamada, çocuk, özdeşim kurduğu nesneyi daha karmaşık, farklılaşmış bir “Öteki [Other]” olarak kavrar ve bu kişinin özelliklerini, daha seçici ve gönüllü hissettiren bir şekilde içselleştirir. Örneğin, iki yaşındaki bir çocuk annesinin çantasını taşıyarak özdeşim kurarken, ödipal dönemdeki çocuklar, hangi ebeveynlerinin hangi özelliklerini benimsemek istediklerine dair daha bilinçli ve anlamlı yorumlar yapabilirler.

    Bazı yazarlar “özdeşim” terimini oldukça geniş bir anlamda kullanırken, Schafer gibi bazıları ise erken dönem içealım ile daha sonraki dönemlerde başkalarının niteliklerini içselleştirme süreçleri arasındaki farkı vurgulamaya çalışmıştır. Günümüzdeki ampirik bulgular, bakımverenlere dair içsel temsillerin [internal representation] gelişiminin, kendiliğe dair içsel temsillerin gelişimiyle eş zamanlı olarak ilerlediğini (Bornstein, 1993) ve bu kendilik ve öteki temsillerinin [representations of self and other], hiyerarşik aşamalar boyunca evrildiğini, çocuğun algılarını, beklentilerini ve davranışlarını şekillendirdiğini göstermektedir (Horner, 1991; Schore, 1997; Wilson & Prillaman, 1997). Çağdaş psikanalitik yazında, daha olgun özdeşim süreçlerinden önce gerçekleşen içselleştirme türleri için “içeatım [introjection]” terimi daha yaygın olarak kullanılmaktadır; muhtemelen bu süreç, “yansıtma/projeksiyon” [projection] ile net bir karşıtlık içinde tanımlanabildiği için tercih edilmektedir. Gelişmekte olan çocuk için önemli kişilere dair içselleştirilmiş imgeler, bu bağlamda “içeatımlar [introject]” olarak adlandırılmaktadır. İçselleştirme süreci, bilinçsiz taklitten, belirli özellikleri seçerek ve daha bilinçli, gönüllü bir şekilde içselleştirmeye doğru ilerledikçe, süreç giderek daha az içeatımsal [introjective] ve daha çok bilinçli bir kimlik belirleyici [identificatory] gibi görünmeye başlar.

    Özdeşim süreci [identification process], aileler ve kültürler arasında oldukça benzer bir biçimde ilerlemektedir. Ancak, özdeşim içeriği [content] hem olumlu hem de derinlemesine problematik olabilir. Erken dönemde içselleştirilen temsillerin uyumsuz olması, bunların ön-dilsel/sözcük öncesi [preverbal] ve otomatik doğası nedeniyle, daha sonraki terapötik süreçte ciddi zorluklar yaratmaktadır. Doktora araştırmasında, eski öğrencim Ann Rasmussen (1988), partnerleri ve eşleri tarafından sürekli ve acımasızca istismar edilen kadınlarla görüşmeler gerçekleştirdi. Çalışmasına katılan kadınlar, kadın sığınma evlerinde çalışan sosyal hizmet uzmanlarını ve destek ekiplerini en çok zorlayan gruba dahildi; çünkü tekrar tekrar istismarcı partnerlerine geri dönüyorlardı. Bu görüşmelerden birinde, danışanlardan birinin iki yaşındaki oğlu, oyun hamuruyla (Play-Doh) bir yara izi yaptı ve bunu büyük bir gururla yanağına yapıştırarak annesine ve araştırmacıya gösterdi. Çocuğun içeatım süreci olağan bir şekilde işliyordu; ancak, çabanın içeriği, geleceği açısından son derece olumsuz bir tablo çizmekteydi.

    Bu konudaki klasik psikanalitik literatür, çocuğun ebeveyn özelliklerini edinmesi üzerine yoğunlaşmış ve bu süreci, çocuğun gelişiminin dinamik, ebeveynin etkisinin ise nispeten statik olduğu bir çerçevede ele almıştır. Ancak, daha güncel psikanalitik araştırmalar ve gelişim kuramları (örneğin, Brazelton, Koslowski & Main, 1974; Brazelton, Yogman, Als & Tronick, 1979; Trevarthan, 1980; Lichtenberg, 1983; Stern, 1985, 1995; Beebe & Lachmann, 1988; Greenspan, 1981, 1989, 1997), özdeşim süreçlerini daha öznelerarası [intersubjective] bir perspektiften ele almakta ve çocuk ile bakımverenin birbirleri üzerindeki karşılıklı etkilerini vurgulamaktadır. Aslında, bireyin bireysel kimliğini nasıl geliştirdiği konusunda bilgi arttıkça, özdeşim sürecinin de giderek daha fazla karşılıklı bir etkileşim olduğu anlaşılmaktadır: Bebek, annesinin belirli özelliklerini içselleştirir; anne, bebeğinin özel ihtiyaçlarına uyum sağlamak için değişir; bebek ise değişmiş olan bu anneyi yeniden içselleştirir ve süreç bu şekilde devam eder.

    Bu öznelerarası “dansın” varlığı (bkz. Lerner, 1985, 1989), içselleştirilmiş bir nesnenin gerçek, yaşayan bir kişiyle eşdeğer olmadığını gösteren nedenlerden biridir. Özdeşim kurduğum baba, benim en erken idealleştirilmiş algılarımda her şeyi bilen ve her şeye kadir bir figürdü; ancak yetişkinliğe ulaştığımda, onun aslında özsaygısı kırılgan ve anlayışında zaman zaman belirsizlik yaşayan bir adam olduğunu fark ettim. Tarihsel rastlantılar da içselleştirme süreçlerinin doğasını etkileyebilir. Bir keresinde, yaygın bir duygusal mesafe sorunu olan genç bir adamı tedavi ettim. Tüm ilişkileri, benimle kurduğu bağ da dahil olmak üzere, soğuk ve reddedici bir etkileşimle karakterize ediliyordu. İnsanlardan uzak durma eğilimini açıklarken, annesinin “insan buzdolabı” gibi olduğunu, sıcaklık göstermekten aciz olduğunu öne sürüyordu. İlk görüşmelerimizde, karşılıklı etkileşim kurmaktan tamamen yoksun görünüyordu ve hatta kendi kişisel geçmişini bile anlatmaya isteksizdi, bu da onu çalışılması zor ve kafa karıştırıcı bir danışan hâline getiriyordu. Annesiyle görüşme yapma iznini istediğimde, mekanik, duygusuz bir insanla karşılaşmaya kendimi hazırladım. Ancak, beni şaşırtan bir şekilde, annesi sadece sıcak ve şefkatli değil, aynı zamanda oğlunu derinden seven ve onunla ilgili endişe duyan bir kadındı. Görüşme sırasında, çocuğun yaşamının ilk aylarında, annesinin ciddi ve bulaşıcı bir hastalık geçirdiği, bu yüzden ona dokunmasının veya onu kucağına almasının yasaklandığı ortaya çıktı. Bu süreçte, diğer aile üyeleri ona sadece minimal düzeyde bakım sağlamıştı. Danışanın içselleştirdiği “buz gibi anne” imgesi, aslında kanlı canlı, gözyaşları içinde oğlunun ona mesafeli tavrından ötürü üzülen annesiyle hiç benzerlik göstermiyordu.

    Tanısal formülasyonun önemli bir bileşeni, danışanın özdeşim süreçlerinin ne kadar ilkel veya olgun olduğunu değerlendirmektir. Kernberg (1984), erken dönem nesneler hakkında danışana soru sormanın önemini kavrayan uzun bir terapist geleneğinin en yetkin tanı uzmanlarından biri olarak, danışanın ebeveynlerini ve diğer önemli figürleri nasıl tanımladığını sorgulamanın tanısal açıdan özel bir değeri olduğunu savunmuştur. Genel olarak, sınır ve psikotik düzeyde örgütlenmiş bireyler, başkalarını ya tamamen iyi ya da tamamen kötü olarak betimleyen, bütünsel [holistic] ve aşırı uçlarda değerlendiren anlatımlar sunma eğilimindedirler. Buna karşın, nevrotik ve sağlıklı düzeyde işleyen bireyler, insanları daha dengeli ve çok boyutlu bir perspektiften tanımlama eğilimindedirler (bkz. Bretherton, 1998). Bu tür bilgiler, terapistin tedaviyi nasıl bir model doğrultusunda -destekleyici mi [supportive], dışavurumcu mu [expressive] veya açığa çıkarıcı mı [uncovering]- sürdüreceğine karar vermesi açısından kritik bir rol oynar (Kernberg, 1984; Rockland, 1992a, 1992b; McWilliams, 1994; Pinsker, 1997).

    Bahsedilen her iki danışan da -öfke sorunu yaşayan kadın ve mesafeli genç adam- ebeveynlerini tek boyutlu bir şekilde tasvir etmişlerdi. Bu tür anlatımları dinlerken, görüşmeci genellikle, anlatılan kişinin gerçekte nasıl biri olduğuna dair net bir fikir edinememe hissine kapılır. Danışanın sunduğu nesne, ya bir aziz ya da bir şeytan gibi görünür; ebeveyn olmanın getirdiği zorluklarla, kendi yaşam öyküsü ve mevcut koşulları içinde başa çıkmaya çalışan bir insan olarak tasvir edilmez. Her iki danışan da gelişimsel olarak borderline örgütlenme düzeyinde tanılanmaya uygundu. Tipolojik olarak, kadın ağırlıklı olarak paranoid bir örgütlenme sergilerken, adam daha çok şizoid özellikler taşıyordu. Kadının sergilediği paranoid ve sınır dinamiklerinin birleşimi, terapistin daha destekleyici bir yaklaşım benimsemesini gerektirirken, adam dışavurumcu terapiye iyi yanıt vermekteydi.

    Ancak, psikolojik olarak oldukça olgun bireyler bile, bazı alanlarda belli nesneleri düşünmeden tamamen iyi [all-good] veya tamamen kötü [all-bad] kategorilerine yerleştirebilirler. Örneğin, histerik örgütlenmeye sahip danışanlar, genellikle insanlar hakkında oldukça izlenimci/kolay etkilenen [impressionistic] yargılara sahip olmalarıyla tanınırlar, hatta diğer açılardan keskin ve derin içgörüler geliştirme kapasitesine sahip olsalar bile (Shapiro, 1965). Benzer şekilde, yüksek işlevselliğe sahip depresif bireyler, daha ağır depresyon belirtileri gösteren kişiler gibi, özdeşimlerinde “ya hep ya hiç” yaklaşımı sergileyebilirler. Genellikle kendilerine yönelik tamamen olumsuz bir algıya sahipken, başkaları hakkında yalnızca olumlu şeyler söyleme eğiliminde olabilirler (Jacobson, 1971). Histerik ve histrionik danışanlarda, idealize etme veya değersizleştirme eğilimi, yoğun duygular karşısında bunalmaktan veya incinmekten korkmaya karşı bir savunma mekanizması olarak işlev görür; depresif bireylerde ise, iyi nesnelerle özdeşleşme yoluyla kendi içlerindeki kötülüğün telafi edilebileceğine dair umutlarını koruma işlevi taşır.

    ÖZDEŞİMLERİ ANLAMANIN KLİNİK ÇIKARIMLARI

    İçselleştirmelere dair veriler, özellikle tamamen iyi veya tamamen kötü temalar taşıyanlar, psikoterapi açısından destekleyici, dışavurumcu/ifade edici veya bilinçdışı süreçleri açığa çıkarıcı tedavi modelleri arasındaki seçimden çok daha derin etkiler taşır. Öncelikle, bu tür bilgiler, terapistin danışanla ilk bağlantıyı nasıl kurması gerektiğine dair önemli ipuçları sağlar. Genel olarak, terapistin, danışanın patojenik içselleştirilmiş nesnelerinden nasıl farklı olduğunu standart mesleki uygulamalar çerçevesinde ortaya koyması iyi bir ilk kuraldır. Örneğin, danışan ebeveyninin son derece bencil ve benmerkezci olduğunu bildirmişse, terapistin özgecil bir duyarlılık sergilemesi faydalıdır. Eğer içselleştirilmiş ebeveyn eleştirel bir figürse, terapötik ilişkinin kabul edici ve onaylayıcı yönleri özellikle vurgulanmalıdır. Eğer içselleştirilmiş nesne baştan çıkarıcı bir özellik taşıyorsa, terapistin mesleki sınırlarını özellikle titizlikle koruması gerekmektedir. Bu tür hassas tepkiler, danışanın terapisti içselleştirilmiş nesneleriyle özdeşleştirmesini (aktarım sürecinde terapisti geçmiş nesnelerle aynı konuma yerleştirmesini) tamamen önlemese de, danışanın, aktarımlar ortaya çıktığında terapistin gerçek özellikleri ile kendi projeksiyonları arasındaki farkı daha iyi fark etmesine olanak tanır.

    İkinci olarak, önceki paragrafta ima edildiği gibi, bu veriler terapiste, tedavi sürecinde ortaya çıkacak başlıca aktarımlar hakkında önceden bilgi sağlar. Özdeşimler, güçlü ve yönlendirici psikolojik güçlerdir. Terapistin bilinçli ve kararlı bir şekilde nazik olması, çocuklukta istismara uğramış bir danışanın, terapist tarafından istismar edilmek üzere olduğu (veya zaten istismara uğradığı) hissini yaşamasını önleyemez. Benzer şekilde, danışanın içselleştirilmiş nesnesi reddedici bir figürse, terapistin ne kadar kabul edici bir tutum sergilediği, danışanın yaklaşmakta olan bir reddedilme beklentisini engellemeye yetmeyecektir. Ayrıca, terapistin içselleştirilmiş nesnelerden ayrışma çabalarının uzun vadede tam anlamıyla başarılı olması, çoğu danışan için avantajlı da olmayacaktır. Danışanlar, çocukluklarında şekillenen beklentilerini çürütmesi gereken deneyimlerin bunu başaramadığı için terapiye gelirler. Bu nedenle, terapiste, büyüme ve doyumlarını sürekli olarak sabote eden içselleştirilmiş figürleri yansıtmak ve ardından onlarla çocukluklarında geliştirdiklerinden farklı bir şekilde ilişki kurmayı öğrenmek zorundadırlar. Freud (örneğin, 1912), aktarımın terapötik potansiyeli üzerine düşünürken, düşmanla yokluğunda [in absentia] savaşmanın mümkün olmadığını sıkça vurgulamıştır.

    Üçüncü olarak, danışanın zihninde yaşamış olan figürleri ve her birinin onun için ne anlama geldiğini anlamak, etkili bir terapi stratejisi geliştirmek açısından kritik öneme sahiptir. Bazen bu, terapistin danışan üzerinde etkili olabilmesi için ilerleyebileceği tek yol olabilir. Birkaç yıl önce, kronik ve durmaksızın intihara meyilli olan bir danışanla çalıştım. Bipolar hastalığı onu tamamen ele geçirmediği zamanlarda, büyüleyici, yaratıcı ve son derece başarılı bir din adamı, eş ve baba olarak işlev görüyordu. Ağır depresif olmadığı zamanlardaki seanslarımız, hem etkileyici hem de derinden dokunaklıydı. Aynı zamanda son derece verimliydi, çünkü kendisi hakkında öğrendiklerine değer veriyor ve davranışlarında birçok olumlu değişiklik yapabiliyordu.

    Ancak, depresif duyguları onu ele geçirdiğinde, onu seven ve ona güvenen birçok insanın tüm yalvarışlarına rağmen yaşamak için hiçbir neden bulamıyordu. Evinde bir intihar kiti vardı -kendini öldürmek için fazlasıyla yeterli bir ilaç stoğu- ve bu kendini yok etme araçlarını ortadan kaldırması için onunla yaptığım tüm pazarlıklar, yalnızca şu yanıtı almama neden oldu: “Eğer bu konuda ısrar ederseniz, sizi memnun etmek için onları attığımı söylemekten mutluluk duyarım, ama bana nihai kontrol ve özerklik hissi veren bu imkândan vazgeçmeye hiç niyetim yok.” Tahmin edilebileceği gibi, bu danışan bana birçok uykusuz gece yaşattı ve birkaç kez, yaşama ilgisinin ölme arzusundan daha zayıf göründüğü anlarda onu hastaneye yatması için cesaretlendirdim.

    Bu danışanın intihara yönelik eğilimleri son derece fazla belirleyici faktörle şekillenmişti [overdetermined]. Aile öyküsü, bipolar bozukluğa genetik bir yatkınlığı açıkça ortaya koyuyordu. Bunun yanı sıra, annesi tarafından sürekli eleştirilmiş, kontrol altında tutulmuş ve fiziksel olarak istismar edilmişti, bu da onda cezalandırılmayı hak ettiğine ve kendisinin doğuştan kötü olduğu için onu gerçekten tanıyan herkes tarafından eninde sonunda reddedileceğine dair bir içsel inanç oluşturmuştu. Çocukken, annesinin kötü muamelesinden kaçabilmesinin tek yolu, fiziksel olarak oradan uzaklaşmaktı ve bunu hareket edebildiği andan itibaren, büyük ya da küçük ölçekli kaçışlarla sürekli yapmıştı. Hayat katlanılmaz hale gelirse dünyadan çıkış yapabileceğini bilmek ona rahatlık veriyordu. Zihninde, intihar kiti, çocukken kullandığı kaçış yollarının eşdeğeriydi. Ayrıca, toplum tarafından katı bir şekilde öfkesini asla ifade etmemesi, hatta öfke duygusunun varlığını dahi kabul etmemesi gerektiği yönünde sosyalleştirilmişti. Bunun sonucunda, her türlü saldırgan duyguyu kendisindeki kötülüğün bir parçası olarak deneyimliyor ve en küçük bir farkında olmadan sergilenen düşmanca ya da bencilce davranış için bile kendini acımasızca eleştiriyordu. Öz-değeri [self-esteem], ailesinin, onun içsel olarak nasıl hissettiğinden çok, dışarıdan nasıl göründüğüne önem vermesiyle zarar görmüştü. Özerklik ve etki gücü hissi, annesinin öfkeli tiratlarına ya da babasının pasif-agresif ve alkolle şekillenen tepkilerine karşı hiçbir şekilde etki edememesi nedeniyle neredeyse tamamen yok olmuştu.

    Onun inatçı intihar eğilimiyle yüzleşmesini sağlamak için -psikiyatristi, duygusal açıdan sezgisel bazı akrabaları ve arkadaşları gibi- ben de çeşitli yollar denemiştim. Öfkesini daha bilinçli hale getirmeye çalıştım, kendini kötü biri olarak görme konusundaki irrasyonel ama anlaşılabilir inancını analiz ettim, annesinden, yaşattığı istismarın intikamını almak için, onu intiharıyla perişan etmek isteme arzusuna dikkatini çektim, kendini öldürmesinin eşi ve üç çocuğu için ne anlama geleceğini gerçekçi bir şekilde değerlendirdik, ve Tom Sawyervari cenaze fantezilerini -insanların onun ölümü hakkında ne hissedeceği ve ne söyleyeceği üzerine kurduğu hayalleri- keşfetmeye çalıştım. Ayrıca, aktarımı fark etmesini sağlamaya çalıştım, ölümünün beni nasıl etkileyeceğini hayal etmesini istedim, bu senaryodaki düşmanca duygularını görmesini ve bunları kendini yok edici olmayan yollarla ifade etmesini teşvik ettim. Ancak bunların hiçbiri, üzerinde anlamlı bir etki yaratmadı.

    Ancak, onunla gerçekten bağlantı kurmamı sağlayan şeylerden biri, babasıyla özdeşim sürecini keşfetmek oldu. Bu danışanın yaşam öyküsündeki kritik bir özellik, babası tarafından gerçekleştirilen intihardı; babası, eşinin özellikle incitici bir sözü sonrasında yaşamına son vermişti. Danışanım, annesinin saldırılarından korunmak ve yetişkinliğe dair alternatif bir model edinmek için çaresizce babasına yönelmişti. Terapide, babasının intiharını derinden hayranlıkla karşıladığı ortaya çıktı, çünkü bu, hayatı boyunca annesinin karşısında ilk ve tek kez birinin son sözü söylediği bir an olarak zihnine kazınmıştı. Babasının intiharını kusursuz, dramatik bir final hareketi olarak görüyor, onu annesine karşı geri alınamaz bir “Siktir git!” mesajı olarak algılıyordu. İntiharın en büyük cazibelerinden biri, onun gözünde eril bir direniş biçimi olarak, kadınsı tahakkümü reddetmenin en kesin yolu olmasıydı.

    Bu bağlantıyı kurduktan sonra, babasının intiharının gerçekten bir cesaret eylemi olup olmadığını ya da onun bunu böyle görmek zorunda kalıp kalmadığını birlikte inceleyebildik. Gerçekle yüzleşmek yerine, babasını annesinin kötü muamelesine karşı koyamayacak kadar zayıf ve yılgın biri olarak görmekten kaçınmak için mi bu intiharı kahramanca bir hareket olarak idealize etmişti? Sonunda, danışan bir tür aydınlanma [epiphany] yaşadı ve babası tarafından terk edilmesine karşı aslında büyük bir öfke duyduğunu fark etti. Tam da bu noktada, kendi intiharının çocukları için ne anlama geleceğini yalnızca entelektüel düzeyde değil, duygusal olarak da kavramaya başladı. Bununla birlikte, annesinin davranışlarına karşı başka bir erkeğin nasıl tepki verebileceğini düşünmeye başladı ve erkekliğin çok daha az kendini yok edici, daha sağlıklı bir güç formu olabileceğini hayal edebildi. Babasına olan özdeşim bağı zayıfladı ve başka erkek figürlerinin olumlu niteliklerini içselleştirmeye yönelik duygusal açıklığı arttı.

    Son olarak, terapistlerin ilkel ve tek boyutlu içsel temsilleri anlaması büyük önem taşır, çünkü ötekilerde ve kendilikte karmaşıklık ve çelişkileri takdir edebilmek, psikolojik olgunluğun ve içsel huzurun merkezî bir bileşenidir. Bu farkındalığın gelişimi, uzun süreli psikoterapinin temel hedeflerinden biridir. Bu doğrultuda, terapist, danışanın aşırı/tamamen iyi ve aşırı/tamamen kötü imgelerini dengeli hale getirmesine yardımcı olmaya çalışır. Nefret edilen bir nesnenin olumlu yönlerini ve yüceltilen bir figürün olumsuz taraflarını fark etmesini sağlar. Sadece nefret duyulan bir yerde sevgiyi, yalnızca sevgi hissedilen bir noktada ise nefreti keşfetmesine olanak tanır. Etkili bir terapi sürecinde, keskin ve tek boyutlu imgeler, insan doğasının güçlü ve zayıf yönlerini daha gerçekçi bir şekilde kavrayan algılarla yer değiştirir. Başkalarının duygusal ve ahlaki karmaşıklığını daha fazla kabul edebilen bireyler, kendi olumlu ve olumsuz yanlarını, çelişkilerini ve eksikliklerini de daha büyük bir kabulle karşılayabilir hale gelirler.

    Bu aşırı kötü ve aşırı iyi içselleştirilmiş imgeleri değiştirme ilkesi, erken dönem otorite figürleri tarafından vahşice kötü muamele görmüş ve terapist tarafından neredeyse canavarca olarak algılanan kişiler için bile geçerlidir. İnsanlar, ne kadar kötü olursa olsun içselleştirilmiş nesnelerine tutunurlar, tıpkı istismara uğramış çocukların, kendilerine zarar veren bakımverenlerine sıkı sıkıya bağlanmaları gibi. Eğer terapist, danışanla birlikte ebeveynini tamamen “kötü” olarak sınıflandırırsa, danışanın o ebeveyni sevmiş olduğu gerçeği bilinç düzeyine çıkamaz ve kendiliğinin bir parçası olarak içselleştirilemez. Böyle bir durumda, terapist, danışanın kişiliğinin önemli bir yönünü inkâr etmesine istemeden de olsa ortak olmuş olur. İstismara uğramış danışanlar, kendilerine zarar verilmiş olmasına duydukları öfkeyi keşfetmeli, travmatik geçmişleri için yas tutabilmeli ve nihayetinde onlara zarar veren kişilerin de genellikle kendi korkunç geçmişleri olan, hasar görmüş insanlar olduğunu fark edebilmelidirler. İstismarcılarını hem sevmiş hem de onlardan nefret etmiş olduklarını hatırlamaları gerekir (Terr, 1992, 1993; Davies & Frawley, 1993).

    KARŞIT ÖZDEŞİM BASKIN OLDUĞUNDA ORTAYA ÇIKAN KLİNİK OLASILIKLAR

    Kendini yıkıcı bir ebeveynin veya bakımverenin tam zıttı olarak konumlandırmaya kararlı bir danışan, klinik ortamda sıkça karşılaşılan bir olgudur. Hem danışanlarım hem de arkadaşlarım ve meslektaşlarım arasında, karşıt özdeşim [counteridentification] geliştirme kapasitelerinin, zor bir geçmişin en kötü olası sonuçlarından korunmalarını sağladığını gözlemlediğim birçok insan tanıyorum. Çocukluk çağı istismarının etkileri üzerine yapılan araştırmalar (örneğin, Haugaard & Reppucci, 1989), istismarcı ebeveynlerin çoğunun kendilerinin de istismara uğramış olduğunu göstermesine rağmen, acımasız bir çocukluğun, bireyi zorunlu olarak bir zalime dönüştürmediğini ortaya koymuştur. Pek çok kötü muameleye maruz kalmış birey, ebeveynlerinin hatalarını tekrar etmeme konusundaki güçlü içsel kararlılıkları sayesinde, çocuklarını insanca yetiştirmeyi başarmıştır. Karşıt özdeşim, duygusal yıkımla, ailevi bir kendini sabote etme döngüsüne boyun eğmeme ve bunun getirdiği öz-değer arasındaki farkı belirleyebilir.

    Karşıt özdeşimle ilgili temel sorunlardan biri, bunun genellikle katı ve ödünsüz bir biçimde gerçekleşmesidir. Örneğin, hipokondriyak annesine büyük bir küçümsemeyle bakan bir arkadaşım, hasta olduğunda bile tıbbi tedaviden kaçınmaktadır. Başka bir tanıdığım ise, alkolik babasına benzememek konusunda o kadar kararlıydı ki, aşırı ahlakçı bir yeşilaycıya/içki karşıtına [teetotaler] dönüştü; bu da çocuklarının, uyuşturucu madde kullanımıyla deneyler yaparak ona karşı isyan etmesine neden oldu. Terapistler sıklıkla, yalnızca karşıt özdeşim kurdukları kişi de bazen benzer şekilde davrandığı için, davranışlarını olumlu yönde değiştirmeyi reddeden danışanlarla karşılaşırlar. Örneğin, tanıdığım bir kadın, babasının ikinci eşini soğuk ve reddedici biri olarak deneyimlediği için, onun titizlik ve düzen tutkusuna karşı çıkarak sürekli bir dağınıklık ve düzensizlik içinde yaşamaktadır. Oldukça başarılı ve entelektüel biri olmasına rağmen, bu kadın kendini toparlamanın üvey annesine fazla benzeyeceğini düşündüğü için bunu yapamadığını açıklamaktadır. Onun için düzenli olmak, soğuk biri olmakla eşdeğerdir. Muhtemelen, bu tür danışanlar, psikoterapide bilişsel boyutun gelişimini teşvik eden davranışçı ekolün ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Çok sayıda insan, geçmişte nefret ettikleri biri gibi hissetmelerine neden olduğu için terapide kendilerine verilen ev ödevlerini yapmayı reddetmiştir -bu kişilere karşı besledikleri güçlü ama irrasyonel duygular, onların değişimi kabullenmelerini zorlaştırmıştır.

    Bu dinamikleri anlamak, terapistin, değişim yollarını keşfetmeye çalışırken sürekli inatçı bir dirençle karşılaşıp hayal kırıklığı yaşamasını önlemek açısından kritiktir. Bazen görece hafif bir gözlem (örneğin, “Üvey anneniz hem düzenli hem de soğuktu, bu yüzden düzenli olmanın soğuk olmak anlamına geldiğini varsaymışsınız.”) danışanı, otomatikleşmiş karşıt özdeşim duruşundan özgürleştirebilir. Bazı durumlarda ise, daha güçlü yorumlar yapmak gerekebilir (örneğin, “Üvey annenize benzemekten o kadar korkuyorsunuz ki, onun iyi özelliklerini bile reddediyorsunuz.” veya “Açıkça kendinizi sabote eden bu düzensizliği, sadece artık hayatta bile olmayan üvey annenize en ufak bir şekilde benzememek için tercih ediyorsunuz!”). Genellikle, karşıt özdeşim tarafından belirlenen davranışlarla ilerleme kaydetmek, ancak bu eğilimler aktarımda ortaya çıktığında mümkün olur. Örneğin, “Sırf beni düzenli biri olarak deneyimliyor ve soğuk üvey anneniz gibi algılayarak, ona ne pahasına olursa olsun meydan okumanız gerektiğini hissediyorsunuz diye, seanslara geç geliyorsunuz ve parasını ödediğiniz zamanı kendinizden çalıyorsun. şeklindeki bir yorum, danışanın farkındalığını artırabilir.

    Bazen, karşıt özdeşim eğiliminden faydalanarak danışanın istenen yönde değişmesine yardımcı olmak mümkündür. Uyumsuz bir davranışın güçlü bir panzehiri, bu davranışın, danışanın farklı olmaya büyük çaba harcadığı erken dönem bir nesneyle özdeşim kurduğunun fark edilmesi ve açığa çıkarılmasıdır. Örneğin, birlikte çalıştığım bir kadın danışan, babasıyla özdeşim kurmaktan bilinçli olarak kaçınan biri olarak terapiye gelmişti. Babasının büyüklük taslayan, manik ve kontrolcü tarzını dayanılmaz bulmuş, bu nedenle onun tam zıttı gibi davranmaya büyük özen göstermişti. Başkalarına karşı hassas olmaya, onların alanlarına saygı duymaya ve kendi isteklerinin yakın olduğu insanlara baskın gelmemesine dikkat etmeye özen gösteriyordu. Ancak, terapiye başvurma nedenlerinden biri, parayı yönetme konusunda ciddi zorluklar yaşamasıydı. Özellikle, partnerinin bütçelerini aşan harcamalar yapma taleplerine direnemiyor ve bunu genel olarak uyumlu bir insan olmasına, yani kontrolcü babasına karşıt bir kimlik geliştirmiş olmasına bağlıyordu. Ancak, terapide fark ettiğimiz şey, onun finansal alandaki davranışlarının ince ama önemli bir şekilde babasına çok benzediğiydi. Babası gücünü göstermek adına para saçmaktan hiçbir zaman vazgeçememişti ve danışanın, partnerinin harcama taleplerine direnememesi de benzer bir işlev görüyordu. Bu farkındalık, danışanın, babasına benzememe konusundaki güçlü kararlılığını ekonomik davranma yönünde kullanmasını sağladı ve böylece karşıt özdeşim mekanizması, ilk kez kendisini gerçekten koruyacak bir şekilde işlev görmeye başladı.

    Özdeşim ve karşıt özdeşim konusuna değinirken, meslektaşım Kathryn Parkerton’ın (1987) doktora araştırmasını anmadan geçemeyeceğim. Parkerton, analistlerin analiz süreçleri sona erdiğinde ya da sonlanma aşamasında danışanları için yas tutup tutmadıklarını merak etmiş ve bu soruya yanıt aramak için kendi alanında on çok deneyimli uygulayıcıyla görüşmeler yapmıştır. Bu bağlamda, terapinin sonlanma süreciyle ilgili pek çok uygulama hakkında bilgi toplamıştır. Son haftalarda kendilerini daha fazla açıyorlar mıydı [self-disclosure]? Tedavi sürecinin sonunda danışanlardan hediye kabul ediyorlar mıydı? Danışanları, tedavi sonlandıktan sonra kendileriyle bir meslektaş ya da arkadaş olarak ilişki kurmaya teşvik ediyorlar mıydı, yoksa onları bundan caydırıyorlar mıydı? Eski analiz danışanlarıyla iletişimde kalıyorlar mıydı? Onlara Noel kartı gönderiyorlar mıydı? Gelecekte “küçük düzeltmeler [tune-ups]” için tekrar gelmelerini teşvik ediyorlar mıydı?

    Bu on analistin, bir analiz sürecinin sona ermesiyle ilgili yas tutup tutmadıkları konusunda oldukça farklı görüşlere sahip oldukları ortaya çıktı. Bir kadın analist, herhangi bir üzüntü hissetmediğini belirterek, danışanına “Bon voyage [İyi yolculuklar]” diyerek onu uğurlamanın kendisine coşkulu bir mutluluk verdiğini ve yeni bir danışanla tanışmanın keyifli beklentisi içinde olduğunu açıkladı. Bir erkek analist ise, her “mezun olan [graduated]” danışanı için Kübler-Ross’un yas evrelerinin tamamını yaşadığını ve bu süreçten büyük acı çektiğini itiraf etti. Ayrıca, katılımcılar spesifik sorulara verdikleri yanıtlar açısından da büyük farklılıklar gösterdiler. Sadece çarpıcı biçimde farklı düşünmekle kalmıyorlardı, aynı zamanda -bana en ilginç gelen nokta- her biri kendi kurallarının ve uygulamalarının “klasik” veya “kabul görmüş” psikanalitik standartlar olduğunu düşünüyordu! Ancak gerçekte, bu inançlarının, kendi analistlerinin terapiyi sonlandırma biçimleriyle doğrudan ilişkili olduğu ortaya çıktı. Katılımcılar, ya kendi analistlerinin uygulamalarını birebir benimsemiş ya da tam tersini yaparak karşıt bir yol izlemişlerdi. Teknik seçimlerini destekleyen gerekçeler sunuyorlardı, ancak bu durumda, öncelikle özdeşim sürecinin gerçekleştiği ve açıklamaların sonradan üretildiği izlenimi uyandırıyordu.

    ETNİK, DİNİ, IRKSAL, KÜLTÜREL ve ALT KÜLTÜREL ÖZDEŞİMLER

    Günümüz kültürel ikliminde, çeşitlilik konularının, benim terapi eğitimi aldığım döneme kıyasla çok daha fazla gündeme getirildiği düşünüldüğünde, terapistlerin danışanlarının etnik, dini, ırksal, sınıfsal, kültürel ve alt kültürel özdeşimlerini anlamalarının gerekliliği vurgulanmaktan kaçınılmamalıdır. Böylesi bir anlayış çağrısı, terapistlerin danışanlarının geldikleri her arka plan hakkında önceden uzman olmaları gerektiği anlamına gelmez (elbette her konuda olduğu gibi, genel bilgiye sahip olmak her zaman faydalıdır); bunun yerine, kendi özdeşimlerimizden çok farklı olabilecek kimliklerin potansiyel etkilerine karşı duyarlı olmamız gerektiğini ifade eder (Sue & Sue, 1990; Comas-Diaz & Greene, 1994; Foster, Moskowitz & Javier, 1996). Hatta Batı’da bireyselleşmiş bir kendiliğin var olduğu fikri, bu kültürde yetişmiş olanlarımız için otomatik bir varsayım gibi görünse de, bu kavram insan psikolojisinin evrensel bir unsuru değildir (Roland, 1988). Bununla birlikte, özdeşim fenomeninin, gelişimsel açıdan kritik bir süreç olarak evrensel olduğu anlaşılmaktadır.

    DSM’de, İrlandalı ailelerin bireyleri duygulanımlarını kontrol edecek şekilde sosyalleştirme eğiliminde olmalarının, buna karşın İtalyan ailelerinin duyguları dışa vurmayı teşvik etmelerinin veya insanların kendi kültürel kökenlerinden gelen mesajlara aykırı davrandıklarında hangi türde suçluluk veya utanç duygularına kapılabileceklerinin etkili bir terapötik bağ kurmada ne denli önemli olduğu hakkında hiçbir şey yer almamaktadır. Ethnicity and Family Therapy (McGoldrick, Giordano & Pearce, 1996) adlı kitapta ele alınan konular, aile sistemleri modeliyle çalışıp çalışmadıklarına bakılmaksızın, terapistler için paha biçilmez bir değere sahip olmuştur. Benzer şekilde, Lovinger’in (1984) Working with Religious Issues in Therapy adlı çalışması, terapistlerin, Protestanların kaçınılmaz olarak bencil duygularına göre hareket etmelerinden kaynaklanan suçluluk duygusu ile Katoliklerin bencil duygulara sahip olmaktan dolayı hissettikleri suçluluk arasındaki psikolojik farkları anlamalarını kolaylaştırmıştır. Grier ve Cobbs (1968), Black Rage adlı eserlerinde, bir nesil boyunca beyaz terapistleri Afrika kökenli Amerikalı olmanın psikolojik etkilerine karşı daha duyarlı hale getirmiştir. Daha yakın bir tarihte, Nancy Boyd-Franklin (1989), Black Families in Therapy adlı çalışmasında, siyah alt kültürler üzerine onlarca yıllık birikimi özetleyerek terapistlere önemli bir rehber sunmuştur.

    Bazen bir kişinin Ukraynalı olduğunu bilmek, onun distimik bozukluktan muzdarip olduğunu bilmekten daha önemli olabilir. Psikoterapide sağlam bir çalışma ittifakı kurmak zorunlu bir koşuldur ve bu ittifakı mümkün kılan anlayışlar, belirli bir semptomun dinamikleri hakkında terapistin ne kadar yetkin olduğundan daha kritik bir rol oynar. Eğer kendi etnik kökeninden önemli ölçüde farklı bir nüfusun bulunduğu bir bölgede terapi yapılıyorsa, o gruptan bireylerle çalışmaya dair mevcut bilgileri araştırmak büyük önem taşır. Son yirmi yılda yapılan çalışmalar (örneğin, Acosta, 1984; Trevino & Rendon, 1994) göstermektedir ki, nispeten kısa süreli bir eğitimle bile, terapistler, azınlık gruplarına mensup danışanların kendilerini baskın kültüre ait terapistlere anlatma çabaları sırasında yaşadıkları hayal kırıklıklarını azaltabilir ve bunun sonucunda ortaya çıkan erken terapi sonlandırmalarını önleyebilirler.

    Eğer bir terapist, danışanın belirli bir etnik, ırksal veya kültürel kökenden gelmesinin psikolojik etkileri hakkında yeterince bilgi sahibi değilse ve bu konuda iyi bir kaynak bulamıyorsa, en basit ve etkili yöntem, danışandan kendi grubunun değerleri ve varsayımları hakkında bilgi istemektir. Böylesi bir soru, yalnızca terapide hiçbir konunun konuşulamaz (tabu) olmadığını göstermekle kalmaz (çoğu sosyal ortamda, insanlar arasındaki ırksal, etnik ve cinsel yönelim farklılıkları özel olarak fark edilse de nadiren açıkça konuşulur), aynı zamanda danışanların, terapistin, miraslarına karşı gösterdiği samimi merakı memnuniyetle karşıladıklarını, bu ilgiyi takdir ettiklerini ve bilgilerini cömertçe paylaştıklarını kendi deneyimlerimden biliyorum. Hatta, danışanın terapistine bir şeyler öğretebilme deneyimi, yardım arayan kişinin, yalnızca bilgisiz olduğu ve terapistin ise uzman olduğu tek yönlü bir konumda bulunduğu hissini dengeleyerek, olumsuz bir alt pozisyonda olma algısına karşı etkili bir karşıt süreç yaratabilir.

    Terapi sürecinde, farklı geçmişlerden gelen terapist ve danışan arasında kaçınılmaz olarak ortaya çıkabilecek yanlış anlamalar karşısında, terapistin ders kitaplarında yer alan genellemelere hemen başvurmaması, bunun yerine danışanın deneyimini, beklentilerini ve varsayımlarını açığa çıkarmaya çalışması oldukça önemlidir. Etnik farklılıkların, terapötik olan ile zarar verici olan arasındaki sınırı belirleyebildiği ve hata yapmamanın zor olduğu alanlardan biri, danışanın terapiste hediye getirdiği durumlardır. Kültürler, hediyelere karşı tutumları, hediye vermenin işlevleri ve hediyelerin nasıl karşılanması gerektiğine dair beklentileri açısından büyük farklılıklar gösterir. Standart psikanalitik uygulamada, terapistin hediyeleri reddetmesi -bunu sıcak ve nazik bir şekilde yapması, ancak psikoterapide her türlü etkileşimin eylemlerle değil, sözcüklerle gerçekleşmesi gerektiğini net bir şekilde iletmesi- her zaman temel bir ilke olmuştur. Genel olarak, bir danışan terapistine hediye getirme isteği duyduğunda, bu eylem yoluyla ifade edilen bir anlam olduğu ve bu anlamın söze dökülerek birlikte anlaşılması gerektiği varsayılır. “İncele, tatmin etme (Analyze, don’t gratify)” anlayışı -bu bağlamda, danışanın dışarıdan cömertçe görünen jestini doğrudan kabul etmek yerine, hediyenin neyi ifade ettiğini anlamaya çalışmak- dinamik yönelimli terapistlerin süperegosuna yerleşmiş temel bir prensip haline gelmiştir. Aslında, psikoterapi kuramına dair ateşli tartışmaların, klinisyenin herhangi bir açıklama yapmaksızın yalnızca “Teşekkür ederim” diyerek bir hediyeyi kabul edip edemeyeceği gibi basit bir mesele etrafında döndüğü bilinmektedir (örneğin, Langs & Stone, 1980).

    Terapistin, kişisel ve iş ilişkilerinde hediye vermenin beklendiği bir alt kültürde bakımverenlerle güçlü bir özdeşim kurmuş bir danışandan gelen küçük bir hediyeyi -ne kadar nazik bir şekilde olursa olsun- reddetmesi, terapötik bir krize davetiye çıkarabilir. Danışan, cömertliği ile birlikte hediye verebilmenin getirdiği güç ve onuru da temsil eden saygın figürlerle özdeşim kurma çabasındayken, ne kadar incelikle açıklanırsa açıklansın, hediyesinin geri çevrilmesiyle yaralanmış hissetme olasılığı yüksektir. Geleneksel olarak, psikoterapide hediye kabul etmeme tabusunun nihai gerekçesi, danışanın duygu ve düşüncelerini eylemlerle dışavurmak yerine özgürce konuşmasını sağlamaktır. Ancak, terapistin, hediye kabul etmeme “kuralını” katı bir şekilde uygulaması, eğer hediyenin kabul edilmesi danışanın kendini daha rahat ifade etmesini sağlayacaksa ve reddedilmesi onu incinmiş bir şekilde içe çekilmeye itiyorsa, amacın ve aracın tehlikeli bir şekilde birbirine karıştırılması anlamına gelir (bkz. Whitson, 1996).

    İnatçı bir dirençle varlığını sürdüren bir mit, yoksul, marjinal, baskın kültüre yabancılaşmış veya önemli bir şekilde alışılmışın dışında olan bireylerin analitik yönelimli terapi için uygun olmadığını öne sürer. Bu gruplara mensup bireylerin, terapi sürecinin ne olduğu konusunda belirli bir eğitim gerektirdiği ve terapistin, onların özel koşullarına duyarlılık ve esneklikle yaklaşmasının önemli olduğu doğrudur. Ancak, sözel ve içgörü odaklı terapilerin bu gruplara uyarlanamayacağına dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Aslında, bir kültürün baskın kesimindeki bireylerin, azınlık mensuplarını işbirliğine dayalı, sözel ve derinlemesine terapiye “uygun değil” olarak nitelendirmesi, kibirli bir önyargının en uç biçimlerinden birini temsil edebilir (bkz. Singer, 1970; Javier, 1990; Altman, 1995; Thompson, 1996). Bununla birlikte, etnik köken, din, ırk, sınıf, kültür ve cinsel yönelim açısından kendilerinden önemli ölçüde farklı bireylerle çalışan terapistlerin, yalnızca danışanlarının özdeşimlerini değil, aynı zamanda kendi sessiz önyargılarını ve varsayımlarını da anlamak için ekstra çaba harcamaları gerektiği kesindir.

    ÖZET

    Bu bölümde, danışanın bireysel özdeşimlerinin [identification] önemini ve bunların terapi sürecine etkilerini inceledim. İçselleştirme [internalization] süreçlerinin gelişimsel yelpazesine -ilkel içeatım [introjection] fenomenlerinden, öznel olarak gönüllü ve daha incelikli özdeşimlere kadar-değindim ve bir bireyin içselleştirilmiş nesnelerinin [internalized object] doğasının ve gelişimsel tonunun, aktarım [transference] tepkilerinden nasıl çıkarılabileceğini açıkladım. Ayrıca, hem özdeşimlerin hem de karşıt özdeşimlerin [counteridentification] anlaşılmasının bazı klinik sonuçlarını ele aldım ve son olarak, etnisite, ırk, din, sınıf, kültür ve azınlık statüsünün bir bireyin psikolojisine olan katkılarının klinik açıdan önemine dair gözlemlerle bölümü tamamladım.

  • Duygulanımları Değerlendirme (6. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 6. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikanalitik gelenek, klinik uygulama ile teorinin görünürde dayandığı kuramın her zaman tamamen uyumlu olmadığı karmaşık bir teorik geçmişe sahiptir. Freud, çağdaşı olan davranışçılar Watson ve Hull gibi, psikolojik teorisini içgüdüsel dürtünün (instinctual drive) (trieb, Almanca’da güçlü bir davranışsal zorunluluğu ve organizmanın doğuştan gelen ihtiyaçlarına dayalı bir kavramı ima eder) hayal kırıklığına uğraması ya da tatmin edilmesinin sonuçlarına dayandırmaya çalıştı. Sulloway (1979), Freud’un kendini bir bilim insanı olarak görmesinin, onun nihai açıklayıcı birimler olarak içgüdüsel dürtüyü seçmesinde etkili olduğu yönünde ikna edici bir argüman sunmuştur. O dönemde, bugün olduğu gibi, bir kişilik teorisyeni, fizik ve nöroanatomi gibi “katı bilimler”deki meslektaşları tarafından yeterince titiz ve eleştirel görülmeme riskiyle karşı karşıyaydı. Belki de özellikle Freud’un mesleki geçmişi tıbbi araştırmalara dayandığı için, “psikanaliz biliminin” biyoloji bilimine dayanması onun için önemliydi ve 19. yüzyıl biyolojisi büyük ölçüde dürtülerle ilgileniyordu. Spezzano’nun (1993) Freud’un aslında bir duygu teorisine sahip olduğu görüşüne katılmama rağmen, bu teori esasen türetilmiş bir yapıdaydı ve içgüdüsel dürtülere ve bunların değişimlerine yaptığı vurguya dayanmaktaydı.

    Freud’dan bu yana pek çok akademisyen, biyolojik dürtüye dayanan bir metapsikolojinin sonuçlarını çeşitli nedenlerle eleştirmiştir. İntersubjektif kuramcılar (ör., Stolorow & Atwood, 1992), ilişkisel analistler (ör., Greenberg & Mitchell, 1983), kendilik psikologları (ör., Kohut, 1971) ve feminist yazarlar (ör., Benjamin, 1988) gibi birçok isim, insanın biyolojik dürtü durumlarının bireysel psikolojileri anlamak ve bu anlayıştan terapötik ilkeler çıkarmak için en iyi başlangıç noktası olmadığını savunmuşlardır. Yine de, çoğumuzun “id” fikrine veya birbiriyle çelişen ihtiyaçların, arzuların ve dürtülerin yoğun bir durumu olarak betimlenen bir yapıya, ya da organik bir boşalmaya doğru içsel bir yönelim hissine dair bir şekilde rezonans kurduğu bir gerçek. Freud’un oral, anal ve genital ifadelerle evrilen cinsel ve saldırgan eğilimler kavramı, muhtemelen birkaç kuşak psikanalitik düşünür için oldukça cazipti; çünkü büyük ölçüde bilinçdışı güçlü kuvvetler tarafından yönlendirildiğimize dair hislerimizi ifade edebilecek bir dil sunuyordu. Eğer bu hissi bize veren dürtü değilse, o zaman bu nedir?

    Devem ediyor…

  • Savunmayı Değerlendirme (5. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 5. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikanalitik düşünce, uzun zamandır savunma süreçleri (defensive processes) olarak bilinen mekanizmaların anlaşılmasıyla karakterize edilmiştir. Freud’un psikopatolojiye yönelik orijinal merakı, dissosiyasyon (dissociation) veya inkâr (disavowal) olarak değerlendirebileceğimiz bazı gözlemlerle başlamıştır (Freud, 1894): Bir kişi nasıl hem bir şeyi bilebilir hem de aynı anda bilemez? Bu genel savunma konusunu, Psychoanalytic Diagnosis kitabımın Beşinci ve Altıncı Bölümlerinde ele aldım; kavramsal arka plan için okuyucuya bu bölümlere başvurmasını öneririm. Diğer özetler ve bakış açıları için ise A. Freud (1936), Laughlin (1967) ve Vaillant (1992) gibi kaynaklar incelenebilir. Burada esas kaygım, bir kişinin savunma eğilimlerini değerlendirmenin psikoterapiyi mümkün olduğunca etkili hale getirmeye nasıl katkıda bulunduğunu göstermek. Alışkanlık haline gelmiş savunmalar (habitual defenses), Reich’in (1933) etkileyici bir şekilde “karakter zırhı” (character armor) olarak adlandırdığı biçimde sertleşmiş olanlar ve daha çok durumsal olarak tetiklenmiş reaktif savunmalar (reactive defenses) üzerinde duracağım.

    Bir anlamda, görüşme sürecinin tamamı savunma mekanizmalarını tetikler; bu durum, klinisyene danışanın özel ve acı verici bilgileri bir yabancıya açıklamaya davet edilmenin stresiyle nasıl başa çıktığını gözlemleme fırsatı sunar. İnsanlar, güçlü bir umut ve utanç (hope and shame) birleşimiyle terapistlere gelirler. Bir yandan mücadele ettikleri psikolojik meseleleri açığa vurmak isterken, diğer yandan bu meseleleri en aza indirgeyerek terapistin kendilerine karşı, kendi kendilerine oldukları kadar olumsuz yaklaşmamasını sağlamaya çalışırlar. Danışanlar, aynı anda hem savunmasız olmaya çabalar hem de anksiyeteleri (anksiyete) nedeniyle alışılmıştan daha savunmacı hale gelirler. Bu nedenle, terapistin savunma mekanizmalarına ilişkin gözlemlerinin çoğu, kişinin görüşme sırasında genel davranışlarından kaynaklanır. Bununla birlikte, savunma işlevini özellikle vurgulayan bazı spesifik sorular şunları içerebilir: “Kaygılı olduğunuzda genelde ne yaparsınız?”, “Üzgün olduğunuzda kendinizi nasıl teselli edersiniz?”, “Temel kişiliğinizi yansıttığı iddia edilen favori aile hikayeleriniz var mı?”, “Diğer insanlar sizinle ilgili ne tür gözlemler, eleştiriler veya şikayetlerde bulunma eğilimindedirler?”, “Bana karşı nasıl bir tepki verdiğinizi fark ediyorsunuz?”

    Psikanalitik kavramlar arasında, bazıları ampirik yöntemlerle çalışılması zor olan bir üne sahip olsa da, savunma (defense) en titizlikle araştırılmış olanlardan biridir. Savunma süreçlerinin öznel ve istemsiz doğasına rağmen ve “savunma” (defense) hâlâ hipotetik bir yapı olarak kabul edilse de, “bastırma” (repression), “inkâr” (denial), “geri çekilme” (withdrawal), “idealleştirme” (idealization) gibi mekanizmaları operasyonel hale getirerek kontrollü deneylere açık hale getirmek mümkündür. Savunma kavramı -bazen psikanalitik çağrışımlardan arındırılmış bir terim olan “başa çıkma stili” (coping style) etiketiyle- yeterince ampirik doğrulama kazanmış ve DSM-IV’e dahi dahil edilmiştir (Eksen VI: Savunma İşlevi Ölçeği (Defensive Functioning Scale), “İleri Çalışmalar İçin Sağlanan Kriter Setleri ve Eksenler” başlığı altında). Ancak bu, teşhis bilgilerinin tamamlayıcı ve isteğe bağlı bir kategorisi olarak kabul edilmiştir. Vaillant ve McCullough (1998), savunmaların Eksen II tanımlamaları açısından teşhis edici önemine ilişkin araştırma bulgularını sunmuşlardır. Bu tanımların mevcut versiyonları daha çok gözlemlenebilir davranışlara odaklanmakta, içsel motivasyonları ise geri planda bırakmaktadır. Bu durum, geçerliliği (validity) güvenilirlik (reliability) lehine feda etme eğilimini beraberinde getirmiştir.

    Vaillant’ın (1971) belirttiği gibi, savunmalar kişinin şu unsurların herhangi birini veya tamamını algılama şeklini değiştirebilir: kendilik (self), öteki (other), fikir (idea) veya his (feeling). Savunmalar şu alanlarda işleyebilir: Biliş (cognition): Örneğin, acı verici durumlardan fikirleri manipüle ederek rahatlama sağlamaya çalışan rasyonalizasyon (rationalization). Duygu (emotion): Örneğin, rahatsız edici bir duyguyu tersine çevirerek başa çıkan tepki oluşumu (reaction formation). Davranış (behavior): Örneğin, acı veren çatışmalardan dışsal davranışlarla kaçış sağlayan eyleme dökme (acting out). Bunların bir kombinasyonu: Örneğin, tersine çevirme (reversal), hem biliş hem de davranış yoluyla işler: “Bu duyguyu hisseden ben değilim –sensin, bu yüzden senin varsayılan duygunu hafifletmek için sana bu şekilde davranacağım.”

    Psikanalitik akademisyenler arasında, bazı savunmaların diğerlerine göre daha iyi genel uyumlar sağladığı konusunda genel bir fikir birliği bulunmaktadır (örneğin, Laughlin, 1967; Kernberg, 1984). Ayrıca, savunmaların göreceli psikopatoloji açısından bir hiyerarşiye yerleştirilebileceğini varsaymak için sağlam bir ampirik temel vardır (Weinstock, 1967; Haan, 1977; Vaillant, 1977). Ancak, sağlıksız savunmaların sağlıklı olanlardan sapma gösterdiği bir normatif savunma modeli mevcut değildir. Terapistler arasında, Kernberg’in (örneğin, 1984), ilkel ya da birincil (primitive or primary) ve ikincil ya da olgun (secondary or mature) savunmalar arasında ayrım yapma gerekçesi muhtemelen en yaygın kabul gören yaklaşımdır. Kernberg şöyle der:
    “Bastırma (repression) ve buna bağlı yüksek düzeyli mekanizmalar -tepki oluşumu (reaction formation), izolasyon (isolation), telafi (undoing), entelektüelleştirme (intellectualization) ve rasyonalizasyon (rationalization) gibi- egoyu, dürtü türevlerinin ya da bunların düşünsel temsillerinin, ya da her ikisinin, bilinçli egodan reddedilmesi yoluyla, içsel çatışmalardan korur. Bölme (splitting) ve buna bağlı diğer mekanizmalar ise, egoyu, çelişkili kendilik ve önemli ötekiler deneyimlerini ayrıştırma ya da aktif olarak ayrı tutma yoluyla çatışmalardan korur.” (s. 15)

    “Diğer ilgili mekanizmalar” (other related mechanisms) arasında ilkel idealleştirme (primitive idealization), yansıtmalı özdeşim (projective identification), inkâr (denial), her şeye kadirlik (omnipotence) ve ilkel değersizleştirme (primitive devaluation) bulunmaktadır. Daha önce belirttiğim gibi (McWilliams, 1994, s. 98), daha arkaik savunmalar (more archaic defenses), genellikle kendilik ile dış dünya arasındaki sınırla ilgilidir. Buna karşılık, daha üst düzey süreçler (higher-order processes) ego, süperego ve id gibi yapılar arasındaki veya egonun gözlemci (observing) ve deneyimleyen (experiencing) parçaları arasındaki içsel sınırlarla ilgilenir.
    İnsanların savunma örüntüleri (pattern), sesleri ya da parmak izleri kadar bireyseldir. Bazı insanlar, öfkeye karşı savunma olarak üzüntüyü kullanırken, diğerleri üzüntüye karşı savunma olarak öfkelenir. Bazıları yaygın bir utanç (shame) duygusuna karşı savunma geliştirirken, diğerleri suçluluk (guilt) hissetmemek için çaba gösterir. Kimi bireyler geniş bir savunma repertuarına sahipken, kimileri koşullardan bağımsız olarak birkaç denenmiş ve güvenilir mekanizmayı tekrar tekrar kullanır. Birine yardımcı olabilmek için, onun düşünceleri, duyguları ve davranışları rahatsız edici içsel durumları hafifletmek için nasıl kullandığını anlamamız gerekir.

    KLİNİK VE (VERSUS) ARAŞTIRMA AMAÇLI SAVUNMA DEĞERLENDİRMESİ

    Araştırma amaçları için, gözlemlenebilir davranışları vurgulayan nosolojiler, içsel ve çıkarımsal süreçleri kullananlara göre tercih edilir. Ancak, klinik uygulamada, bir kişinin davranışını dışarıdan bir gözlemci gibi doğru bir şekilde tanımlamaktan ziyade, bu davranışın anlamını bilmek daha önemlidir. Antisosyal kişilik bozukluğu (veya betimleyici psikiyatri ve psikanalizin eski dilindeki adıyla psikopati) fenomeni, çoğunlukla gözlemlenebilir davranışlara dayalı bir değerlendirmenin, bir kişinin çıkarımsal savunma eğilimlerinin anlamını göz ardı etmesinin sınırlamalarını iyi bir şekilde örnekler. 1980’den itibaren DSM, psikopatik fenomenleri tanımlarken teorik türetim yerine betimsel (descriptive) ve ampirik olarak belirlenmiş (empirically determined) kriterleri tercih eden sosyolog Lee Robins’in (örneğin, 1966) antisosyal davranışlarla ilgili araştırmalarına büyük ölçüde dayanmıştır. Robins’in, antisosyal kişilik bozukluğunu değerlendirmek için geliştirdiği davranışsal ve gözlemlenebilir kriterler, psikanalistin motivasyon ve kişisel anlamla ilgilenmesine karşın, sosyoloğun geleneksel normlardan sapmalarla ilgisini yansıtır. Bu nedenle bu kriterler, geleneksel araştırmalara oldukça uyumludur. DSM-IV, Robins’in çalışmalarına bağımlılığını yansıtarak, Antisosyal Kişilik Bozukluğu için yedi kriter belirlemiştir; bunlardan yalnızca biri, “pişmanlık duymama” (lack of remorse), içsel bir özelliktir.

    Ancak bir terapist için, psikopatik bir yönelimin kritik göstergeleri neredeyse tamamen içsel özelliklere dayanır. Bunlar arasında, sürekli gözlemlenen ve iyi belgelenmiş şu fenomenler bulunur: duygusal samimiyetsizlik (emotional insincerity) (Cleckley, 1941), vicdan eksiklikleri (defects of conscience) (Johnson, 1949), başkalarını “alt etmekten” duyulan küçümseyici bir keyif (contemptuous delight) (Bursten, 1973), aşırı uyarılmaya duyulan çekim (attraction to extreme stimulation) (Hare, 1978), empati eksikliği (lack of empathy) (Hare, 1991), benmerkezcilik veya büyüklük hissi (egocentricity or grandiosity) (Cleckley, 1941; Hare, 1991), öfke ve kıskançlık (rage and envy) dışında, duygulara karşı ilgisizlik (obliviousness to affects) (Modell, 1975), ve belki de en önemlisi (ve bu bölümün tartışması açısından hayati olan), ilkel her şeye kadirlik savunmasına (primitive defense of omnipotent control) dayanma eğilimidir (Kernberg, 1984; Meloy, 1988; Akhtar, 1992).
    Terapistler, ilk görüşme sırasında gözlemlenebilen verilere dayanarak Antisosyal Kişilik Bozukluğu (Antisocial Personality Disorder) için DSM kriterlerini karşılamayan birçok insanla karşılaşırlar. Örneğin, bu kişiler, yasa dışı davranışlarda bulunma, dürtüsel hareket etme, açık şekilde huzursuzluk ve saldırganlık sergileme, kendilerinin ve başkalarının güvenliğine pervasızca kayıtsızlık gösterme, sorumluluk sahibi olmayan davranışlarda bulunma gibi belirtileri göstermeyebilirler. Bununla birlikte, kronik olarak manipülatif, empati yoksunu ve güç odaklı bir yaşam yaklaşımı benimseyen bazı insanlar, yüzeyde oldukça geleneksel, sevimli ve uyumlu bireyler olarak görünebilirler. Ancak deneyimli klinisyenler, bu tür bir kişilik yapısını, bireyin ilkel her şeye kadirlik savunmasına (primitive defense of omnipotent control) kronik olarak bel bağladığına dair kanıtlar yoluyla fark edebilirler. Bu durum, bir kadının biraz müdahaleci sorularından, bir erkeğin kadın terapistine kapıyı son derece çekici bir şekilde açışından ya da bir şirket yöneticisinin düşmanca bir devralma sürecindeki rolünü anlatırken duyduğu neşeden çıkarılabilir. DSM kriterlerinden hiçbirini açıkça karşılamayan, yüzeyde çekici ve görünüşte yasalara saygılı orta sınıf bireyler, projektif testler yapıldığında antisosyal taraflarını açığa vurabilirler (Gacano & Meloy, 1994).

    DSM kriterleri, marjinal alt gruplarda -örneğin ergen çetelerinde ve suç örgütlerinde-psikopati teşhisinin aşırılığına ve buna karşılık, ana akım rollerde başarılı olanlar arasında yetersiz teşhis konmasına yol açabilir. Bu kriterler, antisosyal kişilik bozukluğu tanısını, genellikle maddi durumu kötü olan ya da güçlü bağlantıları olmayan bireylerde daha kolay bir şekilde teşhis koyar. Bu kişiler, kişiliklerinin yarattığı zorluklardan kurtulma olasılığı düşük olanlardır. Ancak, psikopatik bireyleri siyasette, iş dünyasında, orduda, eğlence sektöründe -güç kullanma fırsatının büyük olduğu herhangi bir rolde- bulmak nadir değildir. Başka bir deyişle, DSM, başarısız psikopatik bireyleri (örneğin, çocuklukta davranış bozukluğu tanısı almış ya da ergenlik veya yetişkinlikte yasa dışı eylemler nedeniyle tutuklanmış olanları) tanımlamakta oldukça etkili olabilir. Ancak, dolandırıcılık becerileri son derece gelişmiş ve etkili olan bireyleri tanımlamada fazla yardımcı olmaz.

    Psikopatik eğilimleri olan bir kişinin içsel öznel dünyasını anlamak, onu “antisosyal” bir role yerleştirmekten terapötik açıdan çok daha yararlıdır. Bu tür bir anlayışın klinik yansımaları şunları içerir: terapistin, danışana karşı açıkça güç odaklı (power-oriented) bir duruş sergilemesinin önemi, yozlaştırılamaz (incorruptibility) bir tutum sergilemesi, karar alırken ahlaki bir pusula yerine faydacı (utilitarian) bir yaklaşım varsayan müdahalelerde bulunması (Greenwald, 1958; Meloy, 1988, 1992; Akhtar, 1992; McWilliams, 1994). Özellikle, bir kişinin antisosyal eğilimlerinin okul veya hukuk sistemi tarafından fark edilmediği daha incelikli durumlarda, terapistin savunma mekanizmalarını değerlendirmesi kritik önem taşır. Bu değerlendirme, görüşmeciye, psikopatik bir psikolojinin davranışsal sonuçları belirgin hale gelmeden çok önce antisosyal dinamikleri fark etme imkanı tanır -bu teşhis söz konusu olduğunda bu durum özel bir öneme sahiptir. Psikopatik bireyler sıklıkla terapiye, bir tür manipülasyon amacıyla başvururlar. Örneğin, terapistin lehlerinde ifade vermesini sağlamak, engellilik gelirine hak kazanmak, ya da, terapiye başvurdukları için yıkıcı bir davranış modelini değiştirmeye samimi şekilde çalıştıkları fikrini desteklemek gibi. Bu tür durumlar, genellikle, kişinin bu davranış modelinin ortaya çıkmasından korktuğu zamanlarda görülür.

    Psikopati, bir danışanın genellikle görünmez olan savunma sisteminin doğasını değerlendirmenin önemine dair yalnızca bir örnektir, ancak oldukça çarpıcı bir örnektir. Görüşme sırasında bir kişinin her şeye kadirlik kontrolüne (omnipotent control) sürekli olarak başvurması, terapisti danışanın potansiyel psikopatik eğilimlerine karşı uyarabileceği gibi, başka bir savunmaya ya da bir dizi savunma mekanizmasına sürekli olarak başvurması da belirli karakterolojik eğilimlerle ilişkilendirilmiştir (veya benim bakış açıma göre, bu eğilimlerin tanımsal bir özelliğidir). Her bir eğilim, klinik ve teorik araştırmaların seçkin bir geçmişine sahiptir:

    • Bölme (splitting), yansıtmalı özdeşim (projective identification) ve diğer “ilkel” savunmalara başvurma, sınırda düzeyde kişilik organizasyonuyla ilişkilidir (Kernberg, 1975).
    • İdealleştirme (idealization) ve değersizleştirme (devaluation) narsisizmi işaret eder (Kohut, 1971; Kernberg, 1975; Bach, 1985).
    • Fanteziye çekilme (withdrawal into fantasy), şizoid eğilimleri gösterir (Guntrip, 1969).
    • Tepki oluşumu (reaction formation) ve yansıtıcı savunmalar (projective defenses), paranoyak süreçlerle ilişkilidir (Meissner, 1978; Karon, 1989).
    • Regresyon (regression), konversiyon (conversion) ve somatizasyon (somatization), psikosomatik kırılganlık ve duygulara sözcük bulamama (alexithymia) ile ilişkilidir (Sifneos, 1973; McDougall, 1989).
    • İçe atım (introjection) ve kendine yönelen saldırı (turning against the self), depresif ve mazoşistik psikolojilerde görülür (Menaker, 1953; Berliner, 1958; Laughlin, 1967).
    • İnkâr (denial), maninin temel savunmasıdır (Akhtar, 1992).
    • Yer değiştirme (displacement) ve sembolleştirme (symbolization), fobik tutumları işaret eder (MacKinnon & Michels, 1971; Nemiah, 1973).
    • Duyguları yalıtma (isolation of affect), rasyonalizasyon (rationalization), ahlakileştirme (moralization), bölümlendirme (compartmentalization) ve entelektüelleştirme (intellectualization), obsesyonel eğilimlerin tanımsal özellikleridir (Shapiro, 1965; Salzman, 1980).
    • Telafi (undoing), kompülsivitenin (compulsivity) temel savunmasıdır (Freud, 1926).
    • Bastırma (repression) ve cinselleştirme (sexualization), histerik meseleleri işaret eder (Shapiro, 1965; Horowitz, 1991).
    • Dissosiyatif tepkiler (dissociative reactions), travma sonrası zihinsel durumların karakteristiğidir (Putnam, 1989; Kluft, 1991; Davies & Frawley, 1993).

    Bu düşünme tarzı, DSM ve genel olarak betimleyici psikiyatrik tanılama sistemlerinin etiketleme ve patolojikleştirme eleştirilerine tabi olsa da, savunmanın sofistike bir şekilde anlaşılmasıyla ilişkili etiketler en azından daha büyük ve karmaşık yapılar sunar. Bu etiketlere bağlı literatür, özenli bir klinisyenin tedaviye yön vermek için geniş bilgi birikimi elde edebileceği kaynaklar sağlar.

    KARAKTEROLOJİK VE (VERSUS) DURUMSAL SAVUNMA TEPKİLERİ

    Belirli bir savunma tepkisi, bireylerin karakter yapısından (character structure) veya bulundukları durumdan kaynaklanabilir. Bu, bir önceki bölümde ele alınan olgunlaşma meselelerinde olduğu gibi bir olgudur. Karakterolojik bir savunma kalıbına örnek olarak, paranoyak bir kişiliğe sahip bir adamı ele alabiliriz. Paranoyak işleyişin temel göstergesi, yansıtma savunmasına (projection) bağımlılıktır. Karakterolojik olarak paranoyak bir kişi, neredeyse her durumda yansıtma mekanizmasını kullanır:

    • Bir araba tarafından yolu kesildiğinde, öfkesini sürücüye yansıtarak, bu kişinin kasıtlı olarak düşmanca bir şekilde yolunu engellemeye çalıştığına inanır.
    • Tehdit edici bir cinsel çekim hissettiğinde, kendi erotik arzularını karşı tarafa atfeder ve o kişiyi şehvet düşkünlüğü (lustfulness) ile suçlar.
    • Kendisine kıskançlık uyandıran biriyle birlikte olduğunda, kendi sahip olduğu bir hayranlık uyandıran özelliğe odaklanır ve kıskançlığı diğer kişiye yansıtır.

    Terapi sürecinde, bu kişi kişisel saplantılarını terapistin ifadelerine yansıtarak şu tür yorumlar yapabilir:

    • Terapistin yorgun görünümünü, kendisini sıkıcı bulduğu şeklinde algılayabilir.
    • Terapistin hava durumu hakkında yaptığı sıradan bir yorumu, cinsel yönelimiyle ilgili bir ima olarak değerlendirebilir.

    Bu tür kişiler, başkalarının duygularını -terapistin duyguları da dahil olmak üzere- algılamakta oldukça sezgisel olabilirler. Ancak, herhangi bir duygunun anlamını yorumlarken genellikle yanlış sonuçlara varır ve kendine referanslı (self-referential) bir yaklaşım sergilerler, bu da gerçeklikten uzak bir anlayışa yol açar.

    Karakterolojik olarak paranoyak bir kişiyi, doğası gereği paranoya uyandıran bir durumda bulunan birinden ayırt etmek zor olabilir. Travma, bir kişinin önceki beklentilerini ve temel güvenlik hissini alt üst ettiği için, daha önce paranoyak olmayan kişilerde paranoyak yan etkiler yaratabilir (Herman, 1992). Belirsiz durumlar da yansıtmayı (projection) teşvik eder; bu, analitik terapistlerin iyi bildiği bir olgudur. Daha sağlıklı danışanlarla çalışırken, genellikle danışanların bize yansıttıklarını (project onto us) keşfetmek amacıyla kendimizle ilgili yalnızca minimal bilgi vermeyi tercih ederiz. Yeterli dış bilgi olmadığında, insanlar başlarına gelenleri anlamak için içsel verilerine başvururlar. Bir kişinin içinde bulunduğu koşullar ne kadar acı vericiyse, bunları anlamak için sahip oldukları tek bilgi kaynağı olan içsel durumlarına daha fazla başvurma ihtiyacı hissederler. Bu nedenle, bir kişinin duygusal olarak hareketlendiği (örneğin, keyfi veya adaletsiz bir şekilde muamele gördüğü) ve ne olup bittiği hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı herhangi bir durumda yansıtma ortaya çıkar. İnsanlar utandıklarında, genellikle birinin onları utandırmaya çalıştığını varsayarlar. Kendilerini incinmiş hissettiklerinde, sıkça karşı tarafa zarar verme niyeti atfederler. Tabii ki, bu varsayımlar her zaman doğru değildir; çünkü insanların eylemlerinin sonuçları, genellikle bu eylemleri tetikleyen motivasyonlardan oldukça farklıdır.

    Tüm savunma tepkileri, kişisel eğilimlerin (personal inclinations) ve durumsal kışkırtmaların (situational provocations) bir karışımını içerir. Bir tepkinin bu iki faktörden hangisini daha fazla yansıttığını değerlendirmek, klinik açıdan faydalıdır. Örneğin, bir danışan insanlık dışı bir çalışma ortamını tarif ederken patronunun ona zarar vermek istediğini söylediğinde, bu sonucun görünürdeki paranoyak niteliği, büyük ölçüde onun karakter yapısını mı yoksa yansıtmayı (projection) tetikleyen bir gerçekliğe uyumunu mu yansıtıyor olabilir. Bir savunmanın daha çok karakterolojik mi yoksa durumsal mı olduğunu belirlemenin klinik bir yolu, terapistin danışana karşı geliştirdiği içsel öznel tepkisidir.

    • Yansıtma savunması (projective defense) ağırlıklı olarak karakterolojik ise, terapist, danışanın ne kadar hızlı ve düşünmeden yansıtma yaptığına şaşıracaktır.
    • Eğer savunma daha çok reaktif ise, danışanın rahatsız edici durumla ilgili huzursuzluğuna rağmen, terapist kendisini ayrı, ilginç ve potansiyel olarak yardımcı bir figür olarak algılanmış hissedecektir.

    Kişinin geçmişi ve rahatsız edici durum dışındaki davranışları hakkında kibarca sorular sormak da durumu netleştirmeye yardımcı olacaktır. Reaktif paranoya durumunda, yansıtıcı tepkiler yalnızca tepkiyi uyandıran durumla sınırlı olacaktır. Örneğin, iş yerinde kendisini baskı altında hisseden bir kişi, aynı hissi aile üyeleri veya yakın arkadaşlar tarafından yaşadığını ifade etmeyecektir.

    Aynı noktayı farklı bir savunma mekanizmasıyla örneklemek gerekirse, inkârı (denial) ele alalım. İnkâr, ezici yaşam olayları tarafından otomatik olarak tetiklenebilen bir mekanizmadır. Hepimizin, korkunç bir haberle karşılaştığımızda verdiğimiz ilk tepki genellikle “Hayır, olamaz!” olur. Çoğumuz, karakterolojik olarak manik (characterologically manic) bir kişiyi -ki bu kişiler, tanım gereği, hemen her durumda inkâr mekanizmasını kullanır- bir yaşam zorluğuyla (örneğin, bir kanser teşhisiyle) başa çıkmaya çalışan ve felaketle daha uyumlu başa çıkma yollarını bulana kadar bir miktar inkâr kullanan birinden ayırt etmede sezgisel olarak oldukça iyiyizdir. Yine de, bir kişinin geçici ve durumsal olarak tetiklenen bir inkâr durumunda mı olduğu yoksa alışkanlık olarak rahatsız edici tüm bilgileri inkâr edip etmediği konusundaki terapistin değerlendirmesi, görüşmenin genel tonuna karşı duyarlılığına bağlıdır. Karakterolojik olarak manik ya da hipomanik (hypomanic) bir kişiye karşı tipik karşı aktarım (countertransference) tepkisi, bir şeylerin hızla döndüğü, kafa karıştırıcı olduğu, duygularla bütünleşmemiş bir his yaratır. Ciddi manik epizodlar yaşayan veya hipomanik kişilik yapısına sahip bireylerin, aslında olduklarından daha az rahatsız oldukları yönünde yanlış tanı konması oldukça yaygındır. Bu durum, terapistlerin birçok durumda inkârın kullanımına doğal bir empati geliştirmesinden kaynaklanıyor olabilir -öyle ki, siklotimik (cyclothymic) bir kişinin probleminin karakterolojik temeli gözden kaçabilir.

    SAVUNMA MEKANİZMALARININ DEĞERLENDİRİLMESİNİN KLİNİK YANSIMALARI

    Uzun Vadeli ve (versus) Kısa Vadeli Yansımalar

    Bir kişinin sabit savunma örgütlenmesini dikkatlice değerlendirmek için geleneksel gerekçe, uzun vadeli analitik terapide, savunma kalıplarının değiştirilerek bireylerin daha zengin deneyimler yaşayabilmesi ve daha geniş bir seçenek yelpazesine sahip olabilmesidir. Uzun vadede, danışanlar şunları öğrenebilir:

    1. Belirli bir savunma stratejisini otomatik olarak kullanmak üzere olduklarında bunu fark etmek ve durup bu yanıtın duruma en etkili yanıt olup olmadığını sorgulamak.
    2. Düşüncesiz, istemsiz ve genellikle kendine zarar veren tepkilerin yerine bilinçli, gönüllü ve daha etkili eylemler koymak.
    3. Belirli bir savunma stilinin daha olgun versiyonlarına geçmek:
      • Örneğin, duyguların tamamen yalıtılmasından (isolation of affect), duyguların varlığını biraz daha entelektüelleştirilmiş bir şekilde kabul etmeye geçiş.
      • Ya da, ilkel idealleştirmeden (primitive idealization) olgun bir idealleştirme biçimine ilerlemek.
    4. Daha geniş ve etkili bir başa çıkma mekanizmaları repertuarını benimsemek.

    Bu tür değişiklikler, bireylerin savunma mekanizmalarına daha bilinçli bir şekilde yaklaşmalarını sağlar ve daha uyumlu ve üretken yaşam tarzlarına geçmelerine yardımcı olur.

    Günümüzün ekonomik baskılarında, terapötik müdahalelerin asgari düzeyde tutulması yönündeki eğilime rağmen, birçok insan terapiye geldiklerinde çalışmak istedikleri konuların uzun zaman alacağını içgüdüsel olarak anlamaktadırlar. Bu kişilerden bazıları, bu tür bir büyüme ve gelişimin gerektirdiği yatırımları yapmaya hem istekli hem de hazırdır. Ancak, örneğin, otomatik olarak radikal ve tamamen dissosiyasyon (radical and total dissociation) türlerine bağımlı olan bireyler gibi, savunmaları son derece uyumsuz olan kişiler de vardır. Bu tür vakalarda, üçüncü taraf ödeme sağlayıcılar dahi bazen, bu bireylerin savunma kalıplarını değiştirmek için uzun vadeli tedaviye ihtiyaç duyduğunu kabul edebilir. Bununla birlikte, sadece kısa vadeli çalışma veya kriz müdahalesi yapılabildiği diğer durumlarda bile, bir kişinin karakterolojik savunmalarını anlamak büyük bir değere sahiptir. Bu bilgi, belirli bir danışan tarafından en iyi şekilde özümsenmesi muhtemel müdahale tarzını seçmemizi sağlar.

    Klinisyenlerin çoğunun ideal durum olarak gördüğü senaryodan başlayalım: Danışan, kendi isteğiyle terapiye başvurmuş, tedaviye motive, bunu karşılayabilecek durumda ve yalnızca mevcut psikolojik problemlerinin belirtileriyle değil, bu sorunların kaynaklarıyla da çalışmak için gereken süre boyunca terapiye devam etmeye istekli.

    Bu koşullarda, eğer danışanın belirli bir yaşam stresiyle başa çıkmak için kullandığı savunmaların hem uyumsuz (maladaptive) hem de durumsal (situational) olduğunu belirlersek, bu savunmaları ona işaret ederek başka yollar düşünmesini teşvik edebiliriz. Örneğin, genel olarak duygusal olarak ilgili bir adamın, bir ebeveyninin ölümcül hastalığına geri çekilme (withdrawal) davranışıyla tepki verdiğini düşünelim. Bu durumda şunları yapabiliriz:

    1. Ona, insanların acı verici durumlardan kaçınmaya çalışmasının doğal olduğunu, ancak hayatının son aylarında babasına daha yakın olmamasından dolayı daha sonra pişmanlık duyabileceğini söyleyebiliriz.
    2. Ölmekte olan babasıyla zaman geçirmenin ona derin bir yas getireceği korkusunu araştırabiliriz ve bu acıyı hissetmenin neden bu kadar korkunç olduğunu sorgulayabiliriz.
    3. Duyguları üzerinde “kontrolünü kaybetmenin” ne anlama geleceğine dair sahip olduğu fantezileri inceleyebiliriz.
    4. Geri çekilmesinin ne babasının yaşam süresini sihirli bir şekilde uzattığını ne de babasının son günlerini daha katlanılabilir hale getirdiğini gösterebiliriz.
    5. Yasını daha proaktif ve sonunda kendisi ve ailesi için daha tatmin edici olabilecek başka yollarla nasıl yönetebileceği üzerine birlikte fikir üretebiliriz.

    Ve buna benzer pek çok müdahalede bulunabiliriz.

    Eğer bir danışanın mevcut savunmalarının hem uyumsuz (maladaptive) hem de karakterolojik (characterological) olduğu belirlenirse, klinik zorluk önemli ölçüde artar. Önceki örnekte, nispeten ifade gücü yüksek ve alakalı bir adamın kendini açıklanamaz bir şekilde geri çekilirken bulduğu durum ele alındığında, terapist danışanın bu içe kapanma davranışını anormal (aberrant) ve kendine zarar verici (self-defeating) olarak görebilen kısmına ulaşabilir. Ancak, aynı durumda olan bir kişinin, hoş olmayan gerçekliklere yaşam boyu içe kapanma (withdrawal) ile tepki verdiği bir geçmişi varsa, ona erişilebilecek bir “gözlemci” kısmı (observing part) olmayacaktır. Bu tür bir kişinin geri çekilme eğilimi, o kadar doğal ve otomatik olacaktır ki, kişi, başka bir şekilde davranmayı hayal dahi edemez. Tıpkı soluduğu hava gibi, savunma kalıbı ona o kadar tanıdık gelir ki, bunu dışarıdan bakıp düşünebileceği bir şey olarak bile kavrayamaz. Bu durum, savunma mekanizmasını fark etmesini ve değiştirmesini daha zor hale getirir.

    Bu tür durumlarda, bir savunma mekanizması o kadar yerleşik hale gelmiş ve kişi için o kadar görünmez olmuşsa, standart analitik uygulama, terapinin ilk aylarını ve hatta yıllarını, kişinin benliğe uyumlu (ego-syntonic) olarak gördüğü savunmayı benliğe yabancı (ego-alien) hale getirmekle geçirmektir. Savunmanın doğrudan ve erken bir şekilde yorumlanması, kişi tarafından yardımcı değil, eleştirel ve yıkıcı olarak algılanır. Bunun nedeni, kişinin temel yaşam tarzının (modus vivendi ) saldırı altında olmasıdır [kişinin öyle hissetmesi]; bu kişi, başka bir şekilde hareket etmeyi hayal dahi edemez. Terapist, bu tür bir danışanla sabırlı bir şekilde çalışmalı ve yalnızca yavaş yavaş, karşılaştığı stresleri ele almanın başka yollarını sorgulamaya başlamalıdır. Bir savunma mekanizması, kişinin başa çıkmaya çalıştığı ana yapı olduğunda, bunu hemen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Psikanalitik literatürde, bu uzun vadeli terapötik süreci, belirli bir karakter türüne nasıl uygulandığına dair tamamen ele alan birçok kitap bulunmaktadır. Örneğin: Mueller ve Aniskiewitz (1986), histerik hastalarla çalışmayı ele almıştır; bu kişiler bastırma (repression), regresyon (regression), konversiyon (conversion) ve dışa vurum (acting out) savunmalarını kullanır. Salzman (1980), obsesyonel danışanlar için bu süreci incelemiştir; bu kişiler duyguları yalıtma (isolation), bölümlendirme (compartmentalization), rasyonalizasyon (rationalization), entelektüelleştirme (intellectualization) ve telafi (undoing) savunmalarına başvurur. Davies ve Frawley (1993), sürekli olarak dissosiyasyon (dissociation) kullanan bireylerle nasıl çalışılacağı üzerine yazmıştır. Bu tür uzun vadeli çalışmalar, kişinin savunma mekanizmalarını fark etmesini ve daha uyumlu başa çıkma stratejileri geliştirmesini hedefler.

    Peki, yalnızca kısa vadeli çalışmalar ya da kriz müdahalesi yapabildiğimiz durumlarda ne olacak? Zaman sınırlı olduğunda, savunmanın karakterolojik olduğunu fark etmek yine de değerlidir, çünkü bu tür bir savunmayı doğrudan ele almak, uzun vadeli bir terapinin erken aşamalarında olduğu gibi mümkün değildir. Örneğin, temel olarak mazoşistik bir karakter yapısına sahip bir kadını ele alalım -bu, kişinin otomatik ve sürekli olarak kendine karşı dönme (turning against the self) ve tersine çevirme (reversal) savunmalarına dayandığını ifade etmenin kısayoludur. Bu kadın, kendi ihtiyaçlarını ancak onları başkalarına yansıtarak ve o başkalarına bakarak yerine getirebilir; kendisine gelince, sürekli olarak kendini hiçe sayar (self-effacing). Uzun vadeli bir terapide, böyle bir kişinin reddettiği, yansıttığı ve başkalarına yönelttiği dürtü ve ihtiyaçları daha iyi entegre etmesi ve ele alması makul bir şekilde beklenebilir. Ancak kısa vadede, bu kadının kendisi için kabul edilemez olarak gördüğü yönleriyle bu şekilde başa çıktığını anlamak ve bu psikoloji içinde çalışmak gereklidir. Dolayısıyla, böyle bir danışanı, kendisine kötü davranan bir partnerine karşı farklı bir davranış sergilemeyi düşünmeye teşvik etmek istiyorsanız, savunmalarına doğrudan saldırarak şu şekilde bir yaklaşım benimseyemezsiniz: “O sana kötü davranıyor! Buna katlanmamalısın. Ona durmazsa oradan çıkıp gideceğini söyle!” (Bu yaklaşım işe yarasaydı, terapide olan çok daha az insan olurdu; çünkü bu, genellikle mağdur durumdaki tanıdıklarına yardım etmeye çalışan profesyonel olmayanların tercih ettiği yöntem gibi görünmektedir.) Bunun yerine, bu kişinin psikolojik yapısını anlamak ve ona daha etkili bir şekilde destek olmak için savunmalarını dikkate alarak bir strateji geliştirmek gerekir.

    Savunmalara doğrudan saldırılar, savunma halindeki kişiyi yalnızca iki seçenekle baş başa bırakır: 1) Savunmadan vazgeçmek, ancak yerine başka bir başa çıkma mekanizması geliştirilmediği için anksiyete, utanç veya suçluluk duygularıyla boğulmak. 2) Savunmasını savunmak ve hayatla başa çıkmak için değer verdiği yöntemine saldıran kişiye karşı koymak. İnsanlar neredeyse her zaman ikinci seçeneği tercih ederler. Bazen, bir savunmadan vazgeçme süreci, terapistin idealizasyonu yoluyla mümkün olabilir. Bu durumda kişi şunu düşünebilir: “Terapistimin benden üstün biri olduğuna olan inancım nedeniyle uyum sağlayacağım. Karakterime aykırı davranma konusundaki kaygılarım, terapistimin benim için neyin iyi olduğunu benden daha iyi bildiğine dair inancımla telafi ediliyor.” Ancak bu durumda, problem sadece yer değiştirir: Artık terapist, emirler veren ve danışanın bu emirleri kendi onuru ve özerkliği pahasına yerine getirdiği hakim bir figür haline gelir. Danışanın kendine zarar veren belirli bir davranışı durdurulmuş olabilir, ancak bağımlılık eğilimi güçlendirilmiş, zayıflatılmamıştır. Bu nedenle, savunmaların üstüne gitmek yerine, danışanın bu mekanizmaları anlamasına ve daha uyumlu yollar geliştirmesine yardımcı olmak daha etkili ve sürdürülebilir bir yaklaşımdır.

    Bu nedenle, tercih edilen savunmalara doğrudan saldırılar başarısız olmaya mahkûm olduğundan, kısa vadeli çalışmalarda çoğu terapist, danışanların savunma kalıplarını dolaylı yollarla ele almayı öğrenir ya da bu savunmaları danışanların büyümesini desteklemek yerine onları felç eden bir unsur olmaktan çıkarmaya çalışır. Örneğin, varsayımsal olarak mazoşistik bir kadınla çalışırken, savunma ihtiyaçlarından çok uzak olmayan bir dil kullanarak müdahaleler yaparsanız, onu daha girişken olmaya ikna etme şansınız çok daha yüksek olur. Bu durumda şöyle bir yaklaşım benimsenebilir:

    “Bob’un seni böyle itip kakmasının onun için gerçekten iyi olup olmadığını merak ediyorum. Onun bir zorba gibi davranmasına izin vermenin onu yozlaştıracağından endişe etmiyor musun? Bu, onun gurur duyabileceği bir öz-imaj (self-image) değil. Taleplerine yanıt verebileceğin bir yol var mı, bu da ona daha mantıklı bir yetişkin olduğu, çatışmaları eşitlik temelinde müzakere ettiği hissini verebilir mi?”

    Bu tür bir yaklaşım, danışanın savunmalarına doğrudan meydan okumadan, daha yapıcı ve uyumlu bir davranış biçimini benimsemesine yardımcı olma potansiyeline sahiptir.

    Bilinçdışı nedenlerle eylemlerini her zaman başkaları için neyin iyi olduğu perspektifinden değerlendirmek zorunda hisseden bir kadın, bu davranışlarının diğer kişi için sağlıklı bir model oluşturmadığını fark ederse, alışkanlık haline gelmiş davranışlarını yeniden değerlendirebilir.

    Bu ilkenin, bir kişinin savunmalarını anlamayı ve yorumları, o kişinin alışılmış düşünme, hissetme ve davranma biçimlerine zarar vermeyecek şekilde çerçevelemeyi temel alan dramatik bir şekilde farklı bir örneğini ele alalım: Karakterolojik olarak psikopatik (characterologically psychopathic) danışanlarla yapılan terapötik müdahalelerin zorluğu. Antisosyal kişiliğe sahip bir adam, her şeyi kapsayan her şeye kadirlik savunmasını (omnipotent control) hesaba katmayan yorumları içselleştiremez. Deneyimli bir polis memuru da bir suçluyu suçunu itiraf ettirmek için, bu kişinin kendisini her zaman kontrolün zirvesinde gören kimliğiyle doğrudan çatışan bir suçlamada bulunamayacağını bilir. Örneğin, “Kontrolden çıktın,” gibi bir açıklama, bir bahane sunsa da zayıflık temelinde olduğu için itirafı teşvik etmez. Benzer şekilde, suçluluk duygusuna hitap eden ifadeler de (“Mağdurlar üzerindeki etkilerini düşünmelisin”) işe yaramaz. Her şeye kadirlik, kusur ya da ahlaki hatayı kabul etmez; bu savunma tamamen güçle ilgilidir. Bu nedenle, bir katile “Mağdurun ailesi için yaptıklarını kabul etmelisin,” demek yerine, polis memurları şöyle der:
    “Şayet ne yaptığının farkında olmadığını iddia edersen, insanlar seni akıl sağlığı bozuk biri olarak görecek. İnsanların seni böyle görmesini mi istiyorsun?” Çoğu antisosyal kişi, zayıf ve akıl sağlığı bozuk olarak algılanmaktansa hapse girme riskini göze almayı tercih eder. Bu yaklaşım, bu tür bireylerle iletişimde daha etkili olabilecek bir stratejidir.

    Bu adli örneğin terapötik karşılığı, terapistin yalan söylemeyi bırakmasını istediği psikopatik bir danışanla ilgilidir. Bu tür bir danışana, neden aldatma ihtiyacı hissettiğine dair empatik yansımalar yapmak, dürüstlüğü teşvik etmeyecektir; çünkü her şeye kadirlik hissini sürdürmeye çalışan bir kişi, ihtiyaçlarını kabul etmeyecektir. Aynı şekilde, dolaylı olarak ahlak dersi veren ifadeler de aynı şekilde dirençle karşılanır ve hayatın acımasızlığını göremeyecek kadar akılsız bir kişinin ikiyüzlü rasyonalizasyonları olarak küçümsenir. Bunun yerine, terapist şu şekilde bir yaklaşım benimseyebilir: “Bak, iyisin. Oldukça ikna edicisin ve burada dürüst olmanı teşvik etmeme rağmen bana yalan söyleme cazibesine karşı koyamadığını görebiliyorum. Eminim beni kandırmayı başaracağın birçok zaman olacak. Ama burada bunu yapman aslında senin yararına değil; çünkü bana masallar anlatmak sadece paranı ve benim zamanımı boşa harcar. Sen kendi psikolojinin uzmanısın: Burada doğruyu söyleyecek cesareti bulman için sana nasıl yardımcı olabilirim?” Danışanın büyüklük hissini (grandiose sense of self) kabul ederek ve dürüstlüğü cesaretle ve bir güç pozisyonuyla ilişkilendirerek, terapist danışanın iş birliği yapma olasılıklarını en üst düzeye çıkarır. Bu yaklaşım, danışanın savunmalarını tehdit etmek yerine onları daha uyumlu bir şekilde yönlendirmeyi amaçlar.

    Savunmaları Sistematik Olarak Ortaya Çıkarmak ve (versus) “Savunmaların Altında Kalmamak”

    Kişilik meseleleri üzerinde derinlemesine çalışmak için hem zaman hem de danışandan bir bağlılık sağlandığında, yine de kişinin özel savunma yapısını değerlendirmek gerekir. Bu, terapistin o kişiye ulaşmak için en etkili iletişim tarzını bilmesini sağlar. Klasik psikanalitik yaklaşım, savunma analizini “yüzeyden derine” (from surface to depth) doğru yapmayı içerir (Fenichel, 1941). Bu yaklaşımda, danışanın zihinsel örgütlenmesi katmanlar halinde görselleştirilir ve her katman, daha derin bir katmandaki içeriği savunur. Terapist, kişinin bilinçli veya neredeyse bilinçli deneyim bölümlerini sistematik ve nazik bir şekilde ele alır. Danışan, giderek daha fazla anlaşıldığını ve güvende olduğunu hissettikçe, savunma, anlam veya deneyim katmanlarının her biri ortaya çıkar. Terapist, bu katmanların her biri ortaya çıktıkça, terapi ilişkisi içinde onları ele alır. Bu süreç, kişinin savunmalarını doğrudan tehdit etmeden, güvenli bir şekilde derinleşmeyi ve danışanın savunmalarının altında yatan temel meselelerle çalışmayı mümkün kılar.

    Örneğin, histerik özellikler sergileyen bir kişi genellikle hoş görünmeye çalışarak (ingratiating) kendini ifade eder. Bu yüzeysel sunumun altında genellikle güvensizlik, düşmanlık ve rekabet duyguları bulunur. Bu daha sert tutumların altında ise ciddi korkular ve derin bir kişisel kırılganlık hissi yer alır. Başka bir deyişle, hoş görünme çabası, düşmanlık tutumlarına karşı bir savunma mekanizmasıdır ve bu düşmanlık da korku ve zayıflık hissine karşı bir savunmadır. Bu dinamikleri sergileyen histerik bir kişilik yapısına sahip bir bireyle çalışırken, terapist başlangıçta şöyle bir yorum yapabilir:
    “Fark ettim ki, benimle her zaman hemfikirsiniz ve genel olarak oldukça uyumlusunuz. Elbette bazen bu kadar uyumlu hissetmediğiniz zamanlar oluyordur.” Bu tür bir yorum, genellikle danışanın kendine yönelik bir öz-eleştiri yapmasına yol açar. Bu süreçte, savunma sistemi zorlanmış ancak tehdit edici boyutta olmadığı için, danışan kendini savunma pozisyonuna geçmeden durumu sorgulamaya başlar. Danışan, hoş görünme çabasını genel bir tarz olarak tanımlamaya başlayabilir ve terapist, danışanla birlikte bu hoş görünme tutumunun hangi duyguları ya da tutumları gizliyor olabileceğini keşfetmeye çalışabilir. Bu yaklaşım, savunmaların doğrudan tehdit edilmeden ele alınmasını sağlar ve danışanın derinlerde yatan duygularına ulaşmayı kolaylaştırır.

    Eğer bunun yerine savunma yapısının “altına inmek” için şu tür bir yorum yapılırsa:
    “Bence bana karşı gerçekten düşmanca duygularınız var” veya “Belki de bu hoş görünme maskesinin altında bana karşı ölümüne korkuyorsunuz” Çoğu danışan, bu tür bir atfı ya kendi bilinçli deneyimlerinden çok uzak bulduğu için belirtilen duyguyu fark etmekte zorlanır ya da kendini travmatik bir şekilde ifşa edilmiş ve tehdit altında hisseder ve tedaviyle iş birliği yapmayı reddeder. Bu yorumun doğru olduğunu varsaymak, elbette fazlasıyla iddialı bir varsayım olur. Aslında, savunmaların işlevleri hakkında hipotezler oluştururken büyük ölçüde yanılma riski olduğundan, yüzeyden derine dikkatlice ilerlemenin geleneksel nedenlerinden biri budur. Terapist, mümkün olduğunca, danışanın terapistin söylediklerini kabul edebileceği ya da reddedebileceği, bunu da üzerinde konuşulan deneyim düzeyiyle bağlantıda kalarak yapabileceği bir seviyede çalışmayı hedefler. Bu tür bir yaklaşım, danışanın, savunmalarını tehdit etmeden sürece katılımını sağlar ve terapist ile danışan arasındaki güveni güçlendirir.

    Yüzeyden derine doğru yorum yapmanın uygunluğuna dair bir başka örnek için, obsesif-kompulsif özelliklere sahip bir danışanı ele alabiliriz. Bu tür bir danışanın klinik sunumu genellikle, derin bir utancı gizleyen tartışmacı ve detaycılık (nitpicking) eğilimine karşı savunma oluşturan, son derece entelektüelleştirilmiş ve iş birliğine açık bir tavırdır. Terapist, genellikle utanç duygusunu doğrudan ele almak yerine, kişinin entelektüelleştirme eğilimini hedef alarak başlar. Bu eğilimin keşfi, genellikle danışanın daha saldırgan bileşenlerine ulaşılmasını sağlar. Danışan, bu tür hoş olmayan düşmanca tutumlarına rağmen giderek daha fazla anlaşıldığını ve kabul edildiğini hissettikçe, bu düşmanlık yumuşar ve nihayetinde utanç alanlarının ortaya çıkmasına olanak tanır. Eğer savunmalarını katman katman geçmeden doğrudan utanç duygusuna ulaşmaya çalışırsanız, danışanı ya derinden utandırma (mortify) riskiyle karşı karşıya kalırsınız ya da yaptığınız yorumun, danışanın entelektüelleştirme eğilimi nedeniyle soğuk bir şekilde reddedilmesiyle karşılaşırsınız. Bu nedenle, danışanın savunmalarını tehdit etmeden güvenli bir şekilde ilerlemek, daha derin duygusal deneyimlere ulaşmanın en etkili yoludur.

    Yüzeyden derine doğru yorum yapmak, neredeyse her zaman tercih edilen yaklaşımdır ve çoğu terapist, psikanalitik metapsikoloji eğitimi almış olsun ya da olmasın, bunu doğal ve sezgisel olarak yapar. “Danışanın olduğu yerden başla” ve “Kişinin savunmasını, yerine koyacak başka bir şey olmadıkça kurcalama” gibi ifadeler, deneyimli süpervizörlerin öğrencilerine her gün söylediği şeylerdir. Ancak, bazı savunma kalıpları, terapistin daha derinlere inen bir strateji benimsemesini gerektirir. Özellikle, hipomanik ve paranoyak danışanlar, terapistlerinin savunmalarının üst tabakasında kalmak yerine bu savunmaların “altına inme” gerekliliğini anlamasına ihtiyaç duyarlar. Bu tür durumlarda, daha doğrudan ve derinlere inen bir müdahale, bu savunma yapılarıyla etkili bir şekilde çalışmak için gerekli olabilir.

    Hipomanik veya siklotimik kişilik kalıpları, öncelikli savunma mekanizması olarak inkârı (denial) kullanan kişiler için kullanılan psikiyatrik etiketlerdir. Hipomanik kişiler genellikle ruh halleri açısından “yüksek” bir modda olur ve bir partinin neşesi, cazibesi, esprisi ve enerjisiyle dikkat çekerler. Ancak, geçmişleri, samimiyet ve hakiki duygusal bağlar konusunda derin zorluklar yaşadıklarını gösterir. Kendileri için önemli hissettirmeye başlayan ilişkilerden hızla kaçarlar. Bu kişiler, inkâr savunmasının zayıfladığı durumlarda, kayıplar, kırılganlık, ölüm gibi hayatın tatsız gerçeklerine maruz kalmaları nedeniyle ani bir şekilde depresyona sürüklenirler. İnkâr bu tür gerçeklerle yüzleşmeyi daha ilkel bir şekilde engeller. Hipomanik bireyler genellikle terapide, bu depresif çöküşlerle başa çıkmak için yardım isterler ve ruh halleri düzeldiği anda terapiyi terk etmeleriyle tanınırlar. Terapistlere genellikle cazibeli ve neşeli bir izlenim verirler, bu yüzden terapistler, bu kadar enerjik ve hafif ruhlu bir kişinin, zaman zaman derin bir umutsuzlukla mücadele ettiğini ifade etmesine şaşırabilirler. Bu dinamikler, hipomanik kişilerin, yüzeydeki enerjik görünümlerine rağmen, derin duygusal acılarla mücadele ettiklerini anlamanın önemini vurgular.

    Hipomanik kişiler inkârı (denial) kullanmada ustadır. İnkâr, son derece katı ve “ya hep ya hiç” tarzında bir savunma mekanizması olduğundan, diğer danışanlarda işe yarayan yüzeyden derine doğru kademeli bir yaklaşımla nazikçe ele alınamaz. Madde bağımlılığı gibi, inkârın kötü şöhretle sıkça rol oynadığı bir durumda deneyimi olan herkes, bazen bu savunma mekanizmasına doğrudan ve güçlü bir şekilde müdahale etmek gerektiğini bilir. Örneğin, bir terapist, hoş görünme savunmasını kullanan bir kişiye hiçbir zaman, “Bana hoş görünmeye çalışıyorsun, bunu bırak!” demeyecekken, özellikle bir danışan kendine zarar verici bir şekilde davranıyorsa, şöyle bir çıkış yapabilir: “İnkârdasın! Gerçeklerle yüzleş!” Bu tür saldırgan bir ifade yerine, “İçkinin kontrolden çıkmaya başladığından endişe ediyor musun?” gibi nazik bir soru yöneltmek genellikle daha fazla inkârı tetikler. Hipomanik bireylerle çalışırken, bu savunma mekanizmasını doğrudan hedef alan, daha kararlı bir yaklaşım gerektiği anlaşılır.

    Hipomanik hastalarda, inkârın karakterolojik doğası (örneğin, yalnızca bir bağımlılıkla sınırlı bir alanda işlememesine karşılık), terapistlerin bunu ele almak için yaratıcı yollar bulmasını gerektirir. Ancak, doğrudan bir saldırı, genellikle ters teperek süreci baltalayabilir. Klinik deneyimler, yüzeyi atlayarak doğrudan derinlere inmenin -inkâr katmanını görmezden gelmenin -çoğu zaman tercih edilen bir teknik olduğunu göstermektedir. Örneğin, siklotimik bir kadın, terapistin yaklaşan tatili bağlamında kendine zarar verici ve dürtüsel davranışlar sergiliyorsa, terapist şu şekilde bir müdahalede bulunabilir: “Bunun farkında olmayabilirsiniz, ama benim yaklaşan tatilime karşı çok fazla anksiyete ile tepki verdiğinize inanıyorum. Sanırım bu, benim geri dönmeyeceğime dair bilinçdışı korkularınıza dayanıyor.” Bu tür bir müdahale, danışan tarafından kabul edilebilir ya da reddedilebilir, ancak genellikle etkili bir şekilde derinlere işler. Öte yandan, terapist daha yüzeyden derine bir yöntemle şu şekilde bir soru yöneltse: “Son dönemdeki içki tüketiminizin ve rastgele ilişkiler kurmanızın benim yaklaşan tatilimle bir ilgisi olup olmadığını merak ediyorum,” Danışan muhtemelen inkârla yanıt verir ve süreçte ilerlemek mümkün olmaz. Bu nedenle, hipomanik danışanlarda inkârı aşmak için yüzeyi atlayarak doğrudan derinlere yönelmek daha etkili bir yaklaşım olabilir.

    Paranoyak hastalar da savundukları şeyin derinine inmek için savunmalarının aşılmasını gerektirir, ancak biraz farklı nedenlerle. Paranoyak kişiler, bilinçdışı düzeyde tehlikeli derecede güçlü olduklarından korkarlar. Bu içsel tehditkâr kötülük hissiyle başa çıkmak için inkâr (denial), reaksiyon formasyonu (reaction formation) ve yansıtma (projection) gibi katı ve ilkel savunmaları kullanmaları, tehdit algısını dışarıdan gelecek şekilde dönüştürür. Bu kişiler, savunmalarını tetikleyen duygulara ve ihtiyaçlara ulaşmak için terapistin savunma yapılarını aşmasına ihtiyaç duyarlar. Bunun iki temel nedeni vardır: 1) Terapisti güçlü ve zeki biri olarak görmeleri gerekir, çünkü aksi takdirde bilinçdışı olarak kendi “kötü güçlerinin” ona zarar vereceğinden korkarlar. 2) Basit bir duyguyu pek çok kez dönüştürdüklerinden, yüzeyden derine doğru çalışmak, onların temel endişelerine asla ulaşamayacaktır. Bu nedenle, paranoyak danışanlarla etkili bir şekilde çalışmak, onların savunmalarını bypass ederek, savundukları temel duygulara ve ihtiyaçlara odaklanmayı gerektirir. Bu yaklaşım, danışanın hem terapiste hem de sürece güven duymasını sağlar ve derinlemesine çalışmayı mümkün kılar.

    İkinci noktayı açıklamak için şu örneği ele alalım: Paranoyak bir kadın, terapiste, kocasının başka bir kadınla görüştüğüne dair hiçbir kanıt olmamasına rağmen bu düşünceden kaynaklanan kaynayan bir öfke ifade eder. Terapist, bu takıntının basit bir yalnızlık hissi ve bir kadın arkadaşıyla yakın olma arzusundan başladığını fark edebilir. Ancak bu his, bir dizi katı savunma mekanizması aracılığıyla şu şekilde dönüşmüştür:

    “Ben kötü biriyim, bu yüzden bir kadından sevgi istemem benim bozulmuşluğumu yansıtıyor. Bu ihtiyaç o kadar güçlü ki, onu erotik olarak deneyimliyorum. Bu kabul edilemez. Belki de bu homoseksüel düşünceleri zihnime koyan kişi o. Kötü olan ben değil, o. Ve bu kadını arzulayan ben değilim—bu benim kocam.”

    Bu dönüşüm, danışanın savunmaları nedeniyle orijinal duygularını bastırıp dışsallaştırdığını gösterir. Terapist, bu katmanları bypass ederek savunmaların altında yatan temel duyguya ulaşmalı ve bu duyguyla çalışmalıdır. Bu tür bir yaklaşım, danışanın hem kendi hislerini anlamasına hem de terapi sürecinde ilerlemesine yardımcı olur.

    Bu nedenle, inkâr (denial), reaksiyon formasyonu (reaction formation), yansıtma (projection) ve yer değiştirme (displacement) yoluyla, basit bir ihtiyaç paranoyak bir takıntıya dönüşür. Eğer terapist yüzeyden derine doğru çalışmayı denerse (örneğin, “Kocanızın bir ilişki yaşadığı fikri hakkında aklınıza ne geliyor?” gibi bir soru sorarsa), bu yalnızca daha fazla paranoyak düşünce döngüsünü tetikleyecektir. Bu tür bir yaklaşım, savunmaları daha da güçlendirebilir ve danışanın temel duygularına ulaşmayı zorlaştırabilir. Bu nedenle, savunmaları bypass ederek, danışanın savunduğu temel ihtiyaçlara ve duygulara odaklanmak daha etkili olacaktır.

    Terapist, bu kadınla şu şekilde bir ifadeyle bağlantı kurmayı başarabilir: “Son zamanlarda kendinizi oldukça yalnız hissettiğinizi düşünüyorum, bu yüzden doğal olarak güvendiğiniz kişilerin sadakati konusunda endişeleniyorsunuz.” Bu, yalnızlığın normal bir duygu olduğu ve danışanın arkadaş bulmak için sahip olduğu seçenekler üzerine bir sorun çözme tartışmasına yol açabilir. Savunmaları bypass eden bir başka müdahale ise şu şekilde olabilir: “Bilinçdışı düzeyde, kendinizde korkunç ve tehlikeli bir şey olduğuna dair güçlü bir inancınız olduğunu hissediyorum. Belki irrasyonel bir seviyede, kocanızın sizin bu kötülüğünüzü gördüğünü ve doğal olarak sizi başka biriyle değiştireceğini düşünüyor olabilirsiniz.” Bu tür bir yaklaşım, paranoyak bir danışanın ilgisini çekebilir ve danışan ile terapist, savunmaların yarattığı paranoyak endişelerin baskısından bir ölçüde kurtulabilir. Bu, hem danışanın savunmalarının altında yatan duygulara ulaşmayı hem de terapötik bir bağ geliştirmeyi kolaylaştırır.

    ÖZET

    Bu bölümde, psikanalitik savunma kavramına dair bazı yönlendirici açıklamalar yaptım ve insanların acıdan korunmak için kullandıkları içsel, öznel ve refleksif yolların klinik pratikteki önemini vurguladım. Okuyucunun, karakterolojik savunma tepkilerini belirli stres faktörlerinin tetiklediği tepkilerden ayırt etmesine yardımcı olmaya çalıştım ve bu ayrımı yapmanın bazı klinik sonuçlarını ele aldım. Bir kişinin savunmalarının kristalleşerek kişilik bozukluğu olarak değerlendirilebilecek bir duruma dönüştüğü durumlarda, bu gözlemin uzun vadeli ve kısa vadeli tedaviler için teknik sonuçlarına değindim. Son olarak, savunmalarla genellikle uygulanan “yüzeyden derine” çalışma yaklaşımının geçerli olmadığı durumları ele aldım. Bu konular, terapistlerin savunmaları daha etkili bir şekilde ele almasına ve danışanlarının öznel deneyimlerini daha iyi anlamasına olanak tanır.

    Vaillant ve McCullough’un (1998, s. 154) gözlemlediği gibi, hepimiz anlaşıldığımızda daha olgun dinamikler sergileriz. Bir kişinin acı veren duygulara karşı nasıl savunduğunu anlamak, onun genel psikolojisini anlamak için kritik öneme sahiptir. Bu anlayışı, kişinin savunmalarını filtreleyip, ona çarpıtamayacağı şekilde iletmeyi öğrenmek ise psikoterapi sanatı için esastır.

  • Gelişimsel Sorunları Değerlendirme (4. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bir kişiyle ilgili ön hazırlık niteliğinde ve geçici bir anlayışı içeren vaka formülasyonu (case formulation) oluşturma sürecinde, çoğu terapist, klinik görüşme (clinical interview) sırasında elde edilen gelişimsel bilgilerin (developmental information) değerlendirilmesine özel bir önem verir. Genellikle, danışanın bireysel geçmişinde, şu temel tanısal soruya makul bir yanıt bulunabilir: “Bu kişi neden şu anda yardım arıyor?” Eğer bir terapist, kişinin doğasını (mizaçsal olarak ve diğer sabit özellikler açısından), mevcut stresörlerin (current stressors) doğasını ve bu stresörlerin o kişi için tetiklediği gelişimsel sorunu (developmental issue) ifade edebiliyorsa, iyi bir dinamik formülasyonun (dynamic formulation) ana hatlarını elde etmiş olur.

    Terapistlerin danışan adaylarına sormakta faydalı bulduğu pek çok soru, olgunlaşma (maturation) ile ilgilidir. Aslında, bir geçmiş (history) alma sürecinin tamamı, psikopatolojinin gelişimsel temellerine dayandığını varsayar. Örneğin, bir ön görüşmeye genellikle kişinin neden tam da bu dönemde profesyonel yardım aradığını ve benzer sorunların daha önce ortaya çıkıp çıkmadığını sorarak başlarız. Kişinin bebekliği ve erken çocukluğu hakkında neler bildiğini sorarız. İlk hatırasını ve ailesiyle ilgili anlatılan hikayeleri öğrenmek isteyebiliriz. (Alfred Adler, 1931’de, bir kişinin ilk hatırasının bireyin kişiliğinin ana temalarını içerdiğini gözlemlemiştir. Bu görüşü destekleyen pek çok ilk hatıraya rastladım, ancak bu alanda yapılmış bir araştırmadan haberdar değilim. Yine de pek çok terapist, kendi deneyimlerinin bu sorgulama yönteminin zenginliğine işaret etmesi nedeniyle Adler’in bu görüşünü benimsemiştir.) Çocukluk dönemindeki ayrılıklara  -örneğin gündüz bakım evi, anaokulu veya ilkokul gibi durumlara- ve bunlara verilen tepkilere dair bilgi edinmek isteriz. Ayrıca aile içinde yaşanan önemli taşınma ya da bozulma durumlarını ve danışanın bunlara nasıl tepki verdiğini sorarız. Çocukluk hastalıkları ve kazaları, okul geçmişi ve iş geçmişi, ilk cinsel deneyim, cinsel geçmiş ve mevcut cinsel yaşam hakkında da bilgi alırız. Bu sorulara verilen yanıtlar bir araya geldiğinde, üzerinde çalışabileceğimiz önemli bir bilgi birikimine sahip oluruz.

    Çoğu analitik uygulayıcı, psikoterapiyi esasen daha önce engellenmiş gelişim süreçlerini yeniden yapılandırmaya yönelik bir çaba olarak gördüğünden (bkz. Emde, 1990), normal gelişimi iyi bir şekilde anlamak oldukça önemlidir. Gertrude ve Rubin Blanck, yıllar önce, terapistlerin tamamlanmamış ya da kötü bir şekilde gerçekleştirilen olgunlaşma görevlerini (maturational tasks) netleştirmelerine yardımcı olmayı amaçlayarak, gelişen psikanalitik gelişim teorisinin kapsamlı bir incelemesini terapötik topluluğa sunmuştur (Blanck & Blanck, 1974, 1979, 1986). Eğer bir terapist, kişinin “doğru rotasına” nasıl geri dönebileceğini anlamak istiyorsa, bu rotanın ne olduğunu bilmesi gereklidir. Daha yakın bir tarihte Greenspan (1997), gelişim psikolojisindeki yeni keşifleri psikoterapi teorisi ile sistematik bir şekilde birleştirmiştir. Analitik terapistlerin, erken bebeklik dönemindeki araştırmalarla ilgili heyecanı, bu çok erken süreçler ile klinik fenomenler arasındaki yakın bağlantıyı görmelerinden kaynaklanmaktadır (bkz. Sander, 1980; Lichtenberg, 1983, 1989; Stern, 1985; Dowling & Rothstein, 1989; Zeanah, Anders, Seifer, & Stern, 1989; Pine, 1990; Slade, 1996; Moskowitz, Monk, Kaye, & Ellman, 1997; Morgan, 1997; Silverman, 1998).

    PSİKANALİTİK GELİŞİM TEORİSİ ÜZERİNE BAZI UYARILAR VE YÖNLENDİRİCİ YORUMLAR

    Psikanalitik teori, muhtemelen Darwin’in düşüncelerinin Freud üzerindeki derin etkisi nedeniyle, başlangıcından itibaren epigenetik bir yapıya sahip olmuştur. Başka bir deyişle, herhangi bir organizmada, dış etkileri nasıl algılayıp yorumladığını ve ardından şekillendirdiğini belirleyen doğal bir olgunlaşma değişiklikleri dizisinin kendiliğinden ortaya çıktığını varsayar. Darwinci terimlerle ifade edildiğinde, bir sel gibi bir felaket, farklı türler üzerinde, onların önceki evrimsel tarihleri ve benzersiz uyum yeteneklerine bağlı olarak farklı etkiler yaratır. Benzer şekilde, bir bireyin yaşamında meydana gelen aynı “nesnel” olay, bu olayın etkisini gösterdiği gelişimsel evreye bağlı olarak psikolojisi üzerinde tamamen farklı sonuçlar doğurur. Örneğin, bir ebeveynin ölümü, iki yaşındaki bir çocuk için dört, dokuz ya da on beş yaşındaki bir çocuğa kıyasla tamamen farklı anlamlara ve etkilere sahiptir.

    Piaget’in özümleme (assimilation) ve uyum sağlama (accommodation) kavramlarıyla uyumlu olarak (Piaget, 1937; Wolff, 1970), analitik gelişim teorisi (analytic developmental theory), bireyin olgunlaşma evresinin, bir stresöre (stressor) verdiği deneyimi belirlediğini ve gelecekteki stresörlerin anlamını ve sonuçlarını yorumlamak için bir şablon oluşturduğunu varsayar. Yetişkinlikte, bireyin hangi olgunlaşma sorunlarının daha iyi veya daha az iyi bir şekilde çözüldüğüne bağlı olarak, belirli stresler kişileri çok farklı şekillerde etkiler, çünkü bu stresler bilinçdışı düzeyde tamamen farklı anlamlar taşır. Bu nedenle, belirli bir stresörün “açık” bağımsız etkisini veya yaşamın belirli bir döneminin stresörlerden bağımsız bir tanımını kesin bir şekilde belirlemek mümkün değildir. Dışsal etkiler (external influences) ve gelişimsel evre (developmental phase), bir bireyin duyusal algıları (sensorium) ile bağlantılı olarak, o kişinin benzersiz insan deneyimi aracılığıyla bir arada anlaşılmalıdır.

    Stres altında insanlar, mevcut durumlarına benzer bir şekilde hissedilen önceki bir gelişimsel zorluğa özgü başa çıkma yöntemlerine geri dönme eğilimi gösterirler: Bu durumda, bir “fikse olma” (fixation) noktasına “regresyon” (regression) yaşanır. Psikanalitik teoride, bir kişinin erken dönemde ihmale, istismara veya diğer bunaltıcı deneyimlere maruz kalmasının, o kişiyi daha savunmasız hale getirdiği ve travmatik koşulların etkilerinin daha yıkıcı ve zamanla birikimli olacağına dair örtük bir varsayım bulunmaktadır. Freud’un olgunlaşma (maturation) ve stresin etkileşimini açıklamak için sıkça kullandığı metaforlardan biri, ilerleyen bir ordu imgesiydi (T. Reik, kişisel iletişim, 29 Ocak 1969). Bir ordu, hedeflerine doğru ilerlerken zaferlerle güçlenir, yenilgilerle zayıflar. Bir ordu ne kadar erken bir yenilgi yaşarsa, gelecekteki zorluklarla başa çıkma kapasitesi o kadar zayıflar. Erken dönem kayıplar, yalnızca bir çatışmada yenilgi anlamına gelmez; aynı zamanda, sonraki savaşları kaybetmek için de bir zemin hazırlar.

    Bu tür bir düşünce, en yıkıcı psikopatolojilerin  -özellikle bipolar bozukluk (bipolar illness) ve şizofrenik durumların (schizophrenic conditions)- psikolojik bir “oral düzeyde fikse olmayı” (fixation on the oral level) yansıttığı sonucuna varılmasına yol açmıştır. Bu fikse olma, o dönemin beklenen çatışmalarını ustalıkla yönetmede yaşanan başarısızlıklardan kaynaklanmaktadır. Daha hafif düzeydeki patolojilerin ise, kökenlerini oedipal evredeki (oedipal phase) ya da daha sonraki sorunlardan aldığı varsayılmıştır. Bazı akademisyenler (örneğin, Wilson, 1995), “ne kadar erken, o kadar kötü” şeklindeki kolaycı varsayımı eleştirmiş olsa da, bu görüş analistler arasında yaygın bir varsayım olarak varlığını sürdürmektedir. Sass (1992, s. 21), bu varsayımın, fenomenolojik anlayışa -özellikle şizofreninin anlaşılmasına- yanlış bir şekilde uygulanmış olan, eleştirel olmayan bir “Büyük Varoluş Zinciri” (Great Chain of Being) imajını ele verdiğini savunur ve bu kavramın yanlış kullanımını keskin bir şekilde eleştirmiştir.

    İlginç bir şekilde, “ilerleyen ordu” metaforuna ve benzer argümanlara rağmen, Freud erken dönem fiksasyonun (early fixation) en büyük sorunlara yol açtığını tutarlı bir şekilde savunmamıştır; aksine, oedipal evreyi (oedipal phase) preoedipal deneyimlerden (preoedipal experience) daha etkili ve önemli olarak yorumlamıştır. Daha ağır psikopatolojilerin daha erken gelişimsel evrelere fikse olmayı yansıttığına dair genel inanç için bir miktar ampirik destek bulunmasına rağmen (örneğin, Silverman, Lachmann, & Milich, 1982), bu varsayım ağır psikopatolojilere genetik katkılar konusundaki araştırmalardan önceye dayanmaktadır ve en az iki açıdan yanıltıcı olabilir: Birincisi, bazı bebeklerin dayanıklılığını (resilience) küçümser; ikincisi ise daha büyük çocukların ve yetişkinlerin dayanıklılığını abartır.

    Bebekler üzerine yapılan araştırmalar (örneğin, Tronick, Als, & Brazelton, 1977; Trevarthan, 1980; Fraiberg, 1980; Lichtenberg, 1983; Stern, 1985; Greenspan, 1989; Tyson & Tyson, 1990; Emde, 1991), yaşamın ilk aylarında küçük bebeklerin beklenenden çok daha proaktif ve uyum sağlayıcı problem çözme becerilerine sahip olduğunu belgelemektedir. Yapısal avantajlara (constitutional advantages) ve empatik duyarlılığa (empathic responsiveness) sahip bazı çocuklar, erken dönem yoksunluk (early deprivation) ve travmalara karşı dikkate değer bir şekilde telafi edici uyum gösterebilirler. Fraiberg ve meslektaşlarının öncü çalışmasından (Fraiberg, 1980) bu yana, bir yaşından küçük, ciddi şekilde zarar görmüş bebeklerle yapılan başarılı erken müdahalelere ilişkin klinik raporlar giderek artmıştır.

    Daha ileri yaştaki bireyler söz konusu olduğunda, Bettelheim’in (1960) ilk kez belirttiği gibi, Nazi toplama kamplarından en iyi şekilde sağ çıkanlar, psikanalistlerin en sağlıklı olarak nitelendireceği kişiler değildi. Mağduriyet deneyimi, erken dönem çatışmalarını sağlam bir şekilde çözmüş gibi görünen birçok kişi için derin ve kalıcı bir hasara yol açmıştır. Travma, hemen her türlü gelişimsel kazanımı aşabilir (Herman, 1992). Daha az yıkıcı bir düzeyde ise, Wallerstein ve Blakeslee (1989), iyi bir erken ebeveynlik deneyimine sahip, duygusal olarak dayanıklı yetişkinlerin bile boşanmadan ciddi şekilde etkilenebileceğini belirtmiştir. Araştırma tasarımlarında bazı zayıflıklar bulunsa da ve bireylerin boşanmaya verdikleri tepkilerde büyük farklılıklar olsa da, birçok terapist bu yazarların tarif ettiklerini doğrulayan danışanlarla karşılaşmıştır. Zor bir ayrılık, son derece yetkin ve daha önce hiçbir belirti göstermemiş yetişkinlerin ne kadar savunmasız olduğunu ortaya çıkarabilir. Ayrılık, özellikle acı verici bir stres türüdür; kamuya açık (separation in a public ) ve potansiyel olarak küçük düşürücü bir bağlamda gerçekleşen ayrılıklar ise neredeyse herkesin psikolojik sağlığını zedeleyebilir.

    Wolff (1996), analitik gelişim teorisinin bebekleri, tedavi sırasında yetişkinlerden türetilen kavramlar aracılığıyla anladığını ve ardından döngüsel bir şekilde, türetilmiş bebeklik kavramlarını yetişkinleri yorumlamak için kullandığını ileri sürer. Bebeklik dönemi araştırmalarının klinik uygulama açısından ne kadar geçerli olduğu konusundaki tartışma, analistler arasında hâlâ hararetli bir konudur ve bu tür bir genel inceleme bölümünde adil bir şekilde temsil edilmesi kolay değildir. Yine de, yaşamın en erken evrelerinde yaşanan hayal kırıklıklarının, bozulmaların, ihmalin ve kötü muamelenin daha sonraki dönemlere göre daha geniş kapsamlı etkiler yarattığına dair sağduyulu fikir, eleştirel olmayan bir şekilde uygulanmadığı sürece yararlı bir yönlendirici varsayım olabilir. Ancak, bilinen bebeklik stresörlerinden ileriye doğru mantık yürütmek, varsayılan nedenlere geriye dönük mantık yürütmekten daha sağlam temellere sahiptir. Örneğin, bir adamın annesinin yaşamının ilk yılının büyük bir kısmında ciddi bir doğum sonrası depresyon geçirmiş olması, bir görüşmecinin adamın ilk yılıyla ilgili güven (trust), kendini yatıştırma kapasitesi (capacity to soothe himself), duygularını düzenleme kapasitesi (capacity to regulate affect) ve yakınlıkla (closeness) ilgili olası çatışmalarını sormasını haklı çıkarabilir. Ancak, bir adamın güven, kendini yatıştırma, duygu düzenleme ve yakınlık konularında sorunlar yaşadığı bilgisinin, otomatik olarak erken dönemdeki annelik bakımının hatalı olduğu sonucunu doğurmaması gerekir. Bu tür varsayımsal atlamalar, gerçek anlamayı engeller ve önemli bilgiler yerine türetilmiş (derived ) bir modeli koyar.

    Klinik deneyimlerim, yetişkinlikteki stresin, bebeklik döneminde makul ölçüde çözümlenmiş olsa bile erken dönem sorunları yeniden etkinleştirebileceğine dair Silvan Tomkins’in (örneğin, 1991) gözlemini sık sık desteklemiştir. Preoedipal temaların (preoedipal themes) gözlemlenmesinden, bir kişinin derinlemesine ve karakterolojik olarak ilkel olduğu sonucuna varılmamalıdır. Örneğin, oedipal evrenin (oedipal phase) tüm önemli görevlerini başarıyla tamamlamış bir bireyde bile orallikle (orality) ilgili belirgin sorunlar olabilir. Gelişimsel fikirlerin psikopatolojiye uygulanmasıyla ilgili sorunu aydınlatmak, bilinçdışı bir çatışmayı (unconscious conflict) yansıtan sorun türleri ile bir gelişimsel duraksamayı (developmental arrest) ifade eden sorun türlerini ayırt etmekle mümkün olabilir.

    Bir Sorunun Bir Çatışma mı Yoksa Gelişimsel Bir Duraksama mı Olduğunu Değerlendirmek

    Freud’un nevrotik semptomların gelişimi modelinin merkezinde, bilinçdışı çatışma (unconscious conflict) kavramı yer alıyordu. Bu tür bir semptom oluşumunun prototipi olarak, Amy adını verdiğim, kurgusal bir Viktorya dönemi kadınını ele alalım. Amy, “iyi kızların” cinsel arzuları olmadığına inanacak şekilde yetiştirilmiştir. Geç ergenlik dönemine geldiğinde, cinsel arzularına dair fiziksel bir ifade bulamadığı için mastürbasyon yapmaya yönelir. Ancak, mastürbasyon ailesi ve altkültürü tarafından ahlaksızlık olarak görüldüğü için, bu düşünceyi bilincine getirmeyi kendisine izin veremez; bu, onun için çok fazla utanç yaratacaktır. Bunun yerine, histerik bir “eldiven felci” (glove paralysis) geliştirir. Sağ eli -mastürbasyon yapmayı kabul edebileceği bir uygulama olsaydı kullanacağı el- işlevsiz hale gelir. “Eldiven felci,” yalnızca elin anestezi ve hareketsizlik durumunu ifade eder; bu, günümüzde ve kültürümüzde sıkça görülmeyen klasik bir konversiyon (conversion) semptomudur, ancak Freud’un döneminde, günümüzde bulimia kadar yaygın bir durumdu. Bu tür bir işlev kaybı, doğrudan histerik bir kökene işaret eder, çünkü nörolojik olarak yalnızca elin felç olması mümkün değildir; kolun da etkilenmesi gereklidir.

    Freud, semptomun birincil kazancının (primary gain) mastürbasyonun bir olasılık olarak ortadan kaldırılması olduğunu, dolayısıyla çatışmanın çözüldüğünü gözlemlerdi. Semptomun “ikincil kazancı” (secondary gain) ise, Amy’nin, cinsel doyumun daha tatmin edici bir şekilde karşılayabileceği duygusal ihtiyaçlarını kısmen karşılayabilecek bir miktar sevgi, ilgi ve şefkat (TLC: Tender Loving Care) alması olabilir. Terapinin amacı, Amy’nin bu çatışmanın farkına varmasını sağlamak olacaktır, böylece kendi cinselliğinden keyif alma arzusunu tolere edebilir hale gelir. Mastürbasyon yapıp yapmamaya karar vermek yine Amy’nin elinde olacaktır; terapinin esas amacı, onun özerkliğini (autonomy) genişletmek ve otomatik olarak bilinçdışına itilip utanç ve suçluluk duygularıyla kaplanan bir konuyu kişisel seçim alanına taşımaktır.

    Örnek olarak obsesif-kompulsif bir semptomu ele alalım. Hipotetik Freudyen bir danışan olan Herman, orta yaşlı bir muhasebeci olarak, gününü, ocağını kapatmak ve kapısını kilitlemekle ilgili karmaşık ritüeller gerçekleştirmeden tamamlayamaz. Gaz kaçağı olursa (ev havaya uçabilir) ya da bir davetsiz misafir girerse (ev sakinleri öldürülebilir) diye kaygılı bir şekilde düşünceler içinde boğulur. Bu obsesif düşünceler ve kompulsif ritüeller, hasta ve huysuz babasını evine aldıklarından beri Herman’ı rahatsız etmektedir. Baba sevgisi ve ona karşı görev duygusunun tamamen bilincinde olan Herman, ona özenle bakar; ancak obsesyonları ve kompulsiyonları, babasının yanında ya da diğer uğraşlarında geçirebileceği zamanı giderek daha fazla engellemekte. Freud, Herman’ın semptomunun birincil kazancının (primary gain), babasına duyduğu bilinçli sevgisi ile bilinçdışı nefreti ve adamın ölmesini istediğine dair arzu arasındaki çatışmayı yönetmek olduğunu söyleyecektir. Babasının havaya uçması veya bir davetsiz misafir tarafından öldürülmesi korkularını, Herman’ın kabul edilemez ve reddedilmiş bir arzusunu ifade eden bilinçdışı düşünceler olarak anlayacaktır. Herman’ın bu semptomlarının ikincil kazancı (secondary gain), obsesyonları ve kompulsiyonları olmasa hasta odasında yapması gereken bazı görevlerden kurtulmuş olmasıdır. Terapide amaç, Herman’ın babasına yönelik olumsuz düşüncelerinin ve duygularının farkına varmasını sağlamak olacaktır. Böylece, tamamen bilinçli bir şekilde, babasına ne kadar çaba göstereceğine karar verebilir hale gelecektir.

    Bu anlatılanlar oldukça temel bilgiler olsa da, Freud’un en basit vakaları bile nadiren bu kadar basitti. Yine de bu kısa öyküleri, bilinçdışı çatışma (unconscious conflict) kökenli etiyolojiler ile gelişimsel bir duraksamayı (developmental arrest) ifade eden etiyolojiler arasındaki farkı göstermek için ele alıyorum. Hem Herman hem de Amy için, belirli bir durum onları psikolojik olarak dengeden çıkarana kadar her şey yolunda gidiyordu. Amy için bu, ergenlik hormonlarının etkisiyle önceki homeostazının bozulmasıydı. Herman için ise hasta babasının onun konforlu rutinlerine müdahalesiydi. Her ikisi de bilinçdışı olarak durumlarına ilişkin hissettikleri bazı yönleri bilmeye tahammül edemedi. Her ikisi de, kültürel olarak tabu olan cinsel ve saldırgan dürtüleri kabul etmenin utancıyla veya suçluluğuyla yüzleşmek yerine semptomatik hale geldi. Onların nevrozları (neuroses), koşullarının doğal olarak ortaya çıkardığı arzu ve hayal kırıklığı duygularını bilinçten uzak tutma ihtiyacından kaynaklanmıştır.

    Ancak Amy’nin eldiven felci, histerik rahatsızlıkların uzun bir serisinin yalnızca bir semptomu olsaydı; bu semptomların ergenlikle birlikte kötüleştiği, ancak temelde Amy’nin küçük bir çocukken bile bayılma, belirsiz rahatsızlıklar, duyusal bozukluklar ve fizyolojik olarak açıklanamayan anesteziler gibi durumlara karşı savunmasız olduğu öğrenilseydi; terapisti ilk görüşmede Amy’nin annesiyle her zaman kötü bir ilişki içinde olduğunu ve büyüyüp annesi gibi olma düşüncesinin her zaman dehşetle doldurduğunu fark etseydi, eldiven felci için yapılacak açıklama farklı ve daha karmaşık olurdu. Bu durumda, Amy’nin mevcut sıkıntılarının, onun hiçbir zaman tam anlamıyla “iyi” olmadığı çok daha geniş bir bozulmuş gelişim modelinin bir parçası olduğu kabul edilirdi. Bu nedenle, bu semptomu ele alacak terapi, Amy’nin mevcut acılarının daha büyük bir gelişimsel zorluklar dizisinin parçası olduğunu göz önünde bulundurmalı ve buna uygun bir şekilde tasarlanmalıydı.

    Benzer şekilde, Herman’ın hayatı boyunca obsesyonlar ve kompulsiyonlar yaşadığını ve şu anda terapiye başvurmasının tek nedeninin, karısının, Herman’ın ruminasyonları (ruminations) ve ritüelleri (ritualizing) nedeniyle hem onun hem de hasta babasının bakım yükünü tamamen üstlenmek zorunda kaldığı için onu terk etmekle tehdit etmesi olduğunu varsayalım. Ayrıca, Herman’ın en erken hatırasının, babasının bitmek bilmeyen eleştirileri ve adamın sevgisini kazanmak için gösterdiği umutsuz çabalar olduğunu düşünelim. Herman’ın banyo ritüelleri, el yıkama ritüelleri, stereotipik cinsel davranışları, kısıtlanmış sosyal ilişkileri ve kronik batıl inançları olduğunu da ekleyelim. Bu tür bir klinik tablo, Herman’ın kişiliği bir çatışma içinde gibi görünse bile, basit bir çatışmaya indirgenemez. Ve bu tür bir vaka için tedavi, bilinçdışı fantezileri bilinç düzeyine çıkarmaktan çok daha fazlasını içermelidir. Öncelikle, tedavinin amacı, uzun bir zaman dilimi boyunca, Herman’ın eleştirel olmayan (noncritical) olarak deneyimleyebileceği bir terapötik ilişki kurmak olmalıdır.

    Bu ikinci hipotetik durumlar, bir görüşmeciye her iki durumda da gelişimsel olarak ciddi bir şeylerin ters gitmiş olduğu sonucunu ilham edecektir. İkinci versiyondaki Amy, her ne sebeple olursa olsun, annesini hayranlık duyulacak kadar değerli biri olarak deneyimleyememiş ve bu nedenle hiçbir açıdan ona benzemek istememiştir. Bir görüşmeci, onun sadece kültürel olarak şartlanmış bir cinsel hazdan kaçınma değil, aynı zamanda derin bir büyüme korkusu taşıdığı sonucuna varabilir. İkinci Herman ise, psikolojik olarak, hâlâ memnun etmeyi arzuladığı bir babadan ayrışmayı ve bireyselleşmeyi başaramamıştır. Her ikisi de olgunlaşma açısından takılıp kalmışlardır. Hayatta makul ölçüde uyum sağlayarak ilerlemeyi başaramamışlardır, çünkü hâlâ yaşamın en erken yıllarındaki sorunları çözmeye çalışmaktadırlar. İlk psikolojik durumlarında, her iki birey de tatmin edici bir şekilde olgunlaşmış ve ardından stres altında regresyon yaşamışken, ikinci versiyonlarında bebeklik döneminden itibaren kötü bir şekilde ele alınmış bir saplantıyı (infantile preoccupation) aşamamışlardır. Her iki senaryoda da belirli semptomları aynı olmasına rağmen, bu semptomların anlamları ve sonuçları oldukça farklıdır.

    Psikanalitik literatür, bu yüzyılın ikinci yarısında, bu iki tür sunum (presentation) arasındaki ayrımı yapmaya büyük önem vermeye başlamıştır. Örneğin, Anna Freud, 1970 yılında şunları yazmıştır:

    “Günümüzde, analistin terapötik hedefi, çatışmaların çözümü ve yetersiz çatışma çözümlerinin iyileştirilmesinin ötesine geçmiştir. Artık temel kusurları, başarısızlıkları, eksiklikleri ve yoksunlukları da kapsamaktadır; örneğin, olumsuz dışsal ve içsel faktörlerin tüm yelpazesi ve bunların sonuçlarının düzeltilmesini amaçlamaktadır. Şahsen, bu iki terapötik görev arasında önemli farklar olduğuna inanıyorum ve teknik tartışmalarının her birinin bu farkları dikkate alması gerektiğini düşünüyorum.” (s. 203)

    Anna Freud’un bahsettiği “temel kusurlar” (basic faults), dürtü (drive) ile engelleme (inhibition) arasındaki çatışmalardan ziyade, temel benlik saygısı (core self-esteem) gibi konuları ele alan ilk analistlerden biri olan Michael Balint’in (örneğin, 1968) çalışmalarına atıfta bulunmaktadır. Stolorow ve Lachmann’ın (1980), savunma süreçleri (defensive processes) ile “savunmanın gelişimsel ön evreleri” (developmental prestages of defense) olarak adlandırdıkları daha yaygın bir olgunlaşma duraksaması arasındaki ayrımı ele aldıkları çalışmaları, bu tür bir ayrım üzerine ufuk açıcı bir makale olarak öne çıkar. Kendilik psikolojisi (self psychology) geleneğinde, iki eşzamanlı gelişim hattına vurgu yapılır: biri dürtüler (drives) ve onların nesneleri (objects) ile ilgili, diğeri ise kendiliğin (self) hissedilen bütünlüğü, iyiliği ve tutarlılığı ile ilgili daha geniş, gelişimsel olarak içsel bir alanı kapsar. Kohut (1971, 1977) ve takipçileri, analistlerin bu ikinci süreci Freud ve erken dönemdeki haleflerinin çoğundan daha iyi anlaması gerektiğini tutarlı bir şekilde savunmuşlardır.

    Bu konuyu ayrıntılı olarak ele alıyorum çünkü iyi bir vaka formülasyonu (case formulation) oluşturmak açısından kritik bir öneme sahiptir. Her görüşmeci, her danışan için acılarının ne kadarının bilinçdışı çatışmalı (unconscious, conflicted) materyali tetikleyen bir tür doğrudan uyaranın sonucu olduğunu ve ne kadarının psikolojik gelişimde bir duraksamayı (arrested psychological development) yansıttığını anlamaya çalışmalıdır. Ayrıca, olgunlaşmanın (maturation) belirgin bir şekilde eşit olmayan bir süreç olabileceğini akılda tutmamız gerekir; bir kişi olağanüstü iyi gelişmiş yeteneklere sahip olabilir ancak örneğin cinsellik, yalnız kalma kapasitesi, yas tutma becerisi veya rekabetle (competitiveness) rahatlık gibi alanlarda ciddi bir eksiklikten muzdarip olabilir. “Fiksasyon” (fixation), basit, tek boyutlu bir durum değildir.

    KLASİK VE POST-FREUDİYEN GELİŞİM MODELLERİ VE KLİNİK UYGULAMALARI

    Bu bölümün geri kalanında, önce erken dönem tamamlanmamış meselelerin (unfinished business) kalıcı etkilerini anlamaya yönelik bir bakış açısıyla konuşuyorum; ardından, belirli türdeki streslerin, kişinin erken gelişiminin ne kadar başarılı olduğuna bakılmaksızın, olgunlaşma kırılganlıklarını (maturational vulnerabilities) nasıl tetikleyebileceğini anlamaya yönelik bir perspektiften ele alıyorum. Her iki kısımda da, bir danışanın bireyselliği hakkında bir anlatı geliştirme sürecinde, psikanalizin ana akım uygulamalarını takip ederek Freud’un ilk üç psikolojik gelişim evresine [oral, anal ve ödipal] en biçimlendirici ve en önemli evreler olarak vurgu yapıyorum. Son olarak, okuyucuyu bağlanma tarzı (attachment style) literatürü ve bunun olası klinik etkileriyle tanıştırıyorum.

    Öncelikle, psikanalitik evre teorisi (psychoanalytic stage theory) üzerine birkaç paragraf sunacağım. Bu konuya zaten aşina olan okuyucular, bu kısmı atlamak isteyebilirler. Bu bölümde, öğretici bir amaçla Freudcu ve post-Freudcu teoriyi basitleştiriyorum; içindeki birçok ilginç problem ve karmaşıklığa yer vermiyorum. Bireysel psikolojilerin kavramsallaştırılması açısından genel modelin alaka düzeyi nedeniyle, bu temel Freudcu çerçevenin faydalı olduğunu varsayan bir üslupla yazıyorum, hatta bir kişi bunun bazı yönlerine katılmasa veya bazı varsayımlarını rahatsız edici bulsa bile. Şunu da belirtmeliyim ki, analitik terapistlerin Freudcu gelişimsel dili kullanma eğilimleri, onların motivasyonun ana bileşeni olarak dürtüyü (drive) ya da bebeklik dönemindeki aktivitelerin ana amacı olarak haz arayışını (pleasure-seeking) görme gibi konularda Freud ile aynı fikirde oldukları anlamına gelmez (bkz. Silverman, 1998).

    Freud’un orijinal gelişim teorisi, üç “bebeklik” (infantile) evreyi, yani oral, anal ve oedipal evreleri vurgular. Bu evrelerin her biri, çocuğun mizacı (constitution) ve bakım verenlerin müdahalelerine bağlı olarak farklı şekilde çözümlenen öngörülebilir meseleler ve çatışmalar içerir. Bu evrelerin tipik olarak altı yaş civarında çözülerek, bireyin kalıcı kişilik yapısının (personality structure) ana hatlarını oluşturduğu düşünülür. Freud ayrıca, bebeklik dönemine özgü ve iki cinsiyete farklı derecelerde uygulanan bazı geçiş evrelerinden (transitional phases) de bahsetmiştir. Bu evreler arasında üretral evre (urethral phase), fallik evre (phallic phase) ve ters veya “negatif” oedipal evre (reverse or “negative” oedipal phase) yer alır. Ancak, bu geçiş evreleri literatürde daha az vurgulanmış ve burada ele alınamayacak kadar fazla bireysel farklılık içermektedir.

    Freud’a göre, oral evrede (oral phase), çocuğun duyusal deneyimi ağız etrafında örgütlenir. Ağız, ifade (expression), keşif (exploration) ve haz (enjoyment) için temel organ olduğu gibi, henüz psikolojik olarak ayrışmamış olduğu emziren anneyle bağlantının aracıdır. Yaklaşık 18 aydan 3 yaşa kadar, çocuğun ilgisi anal konulara (anal concerns) kayar. Bu, kısmen anal sfinkter kasının olgunlaşmasından, kısmen de tuvalet eğitiminin, çocuğun doğal eğilimleri ile medeniyetin -bakımverenler tarafından temsil edilen- talepleri arasındaki ilk çatışmayı temsil etmesinden kaynaklanır. Bu döneme özgü çocukluk kaygıları, uyum (compliance) ve isyan (rebellion), temizlik (cleanliness) ve dağınıklık (mess), verme (giving) ve tutma (withholding), dakiklik (promptness) ve gecikme (lateness), özerklik (autonomy) ve utanç (shame), sadizm (sadism) ve mazoşizm (masochism) gibi karşıtlıklar etrafında şekillenir -bunların tümü, yaşamın ilk bir buçuk yılındaki daha bağlantılı aura ile karşılaştırıldığında, oldukça dyadik (iki kişilik) meselelere işaret eder. Bu evredeki dramaların tümü, eylem kapasitesi (agency) sorusunu içeriyor gibi görünür. Halk arasında, Freud’un “anal” evresi, bu dönemde çocuğun iradesinin ebeveynlerin iradesiyle yoğun bir çatışmaya girdiği için “korkunç ikiler” (terrible twos) olarak anılmıştır.

    Oedipal evrenin (oedipal phase) yaklaşık üç yaşında başlamasıyla birlikte, çocuk, iki başka kişinin kendi yer almadığı bir ilişkiye sahip olabileceğini bilişsel olarak anlamaya başlar. Çocuğun ilgisi, güç (power), ilişki (relationship) ve kimlik (identity) konularına yönelik bir hayranlığa kayar. Cinsiyet farklılıklarına karşı yoğun bir ilgi geliştirir ve bu süreçte, hadım edilme (castration), sakatlanma (mutilation) gibi imgeler ve erkeklerle kadınlar arasındaki farklara ilişkin diğer çocukluk teorileri oluşturur. (Post-Freudcu analitik araştırmacılar, Galenson ve Roiphe’nin 1974’teki çalışmasından başlayarak, çocukların bu soruya Freud’un düşündüğünden çok daha erken bir dönemde ilgi duyduğunu bulmuşlardır. Bununla birlikte, küçük çocuklar bu önceki ilgilerini oedipal üçgenlerle olan deneyimlerine büyük bir yoğunlukla taşırlar.) Bu yaştaki çocuklar, bebeklerin nasıl dünyaya geldiği konusunda derin bir merak içindedirler ve ebeveynlerinin cinsel yaşamına dair karmaşık fanteziler oluştururlar ve bu durumla ilişkili kıskançlıklar yaşarlar.

    Yaklaşık üç veya dört yaş civarında, normal gelişim gösteren çocuklar, önceki evrede görülen iki kişilik güç mücadeleleriyle tanımlanmayan bir kişisel eylem kapasitesinin (personal agency) farkına varırlar.  Ayrıca ölüm gerçeğini kavramaya başlarlar. Ancak, fikirlerin eylemlerden bağımsız olduğuna dair henüz tamamlanmamış bir anlayışları olduğu için [fikirlerle eylemleri bir tuttukları için], bir ebeveyni ortadan kaldırıp diğerine sahip olma doğal arzuları onları korkutur. Yatmadan önce gizli saldırganlara dair kaygılar gibi suçluluk (guilt) ve yansıtılmış suçluluk (projected guilt) tipik olarak bu dönemde görülür. Düşmanca arzulara yönelik bir cezalandırılma korkusu, nihayetinde birincil bakımverenlerle, özellikle de çocuğun en çok rekabet ettiği ebeveynle özdeşleşme (identification) yoluyla çözülür (“Büyüdüğümde babam gibi olabilir ve annem gibi biriyle birlikte olabilirim”). Bu yaştaki çocuklar, bakımverenlerini idealleştirme (idealize) ihtiyacı duyarlar. Kendilik psikologlarının (self psychologists) belirttiği gibi (örneğin, Kohut, 1977), bu bakımverenler, idealleştirilmeye uygun bir şekilde uyumlu (attuned) olmalı ve çocuğun bu idealleştirmeyi bırakma (deidealization) sürecine karşı savunmacı olmayan bir tutum sergilemelidir. Ebeveynlerin bu normal ve beklenen “tahttan indirilmesi” (dethroning), oedipal evrenin sonlarına doğru başlar (örneğin, anaokulu öğretmeninin anneden daha bilgili görülmesi). Bu gelişim döneminin temel kazanımlarından biri, çocukluk otoriteleriyle kurulan karmaşık özdeşleşmelerin doğal bir sonucu olan karmaşık ve iyi içselleştirilmiş bir vicdan duygusunun (sense of conscience) edinilmesidir. Analitik terminolojiyle ifade edecek olursak, olgun bir süperego (superego), önceki evrenin ilkel “tamamen iyi” ve “tamamen kötü” imgelerinin yerini alır.

    Freud, yaklaşık altı yaşından sonra bir gizlilik evresi (latency phase) öngörmüştür. Bu evrede çocuk, özellikle bilinçdışı rahatsız edici fikirleri bilinçten uzak tutan olgun savunma mekanizmaları, özellikle bastırma (repression), geliştirdiği için güçlü ilkel dürtülerle başa çıkma yoğunluğundan geçici olarak kurtulur ve öğrenmeye ve sosyalleşmeye odaklanabilir. Ergenlikte hormonların etkisi, ergenlik dönemini başlatır ve erken dönem çatışmaların ve çözümlerin nihai ve bazen çalkantılı bir şekilde pekiştirilmesini sağlar. Cinsel olgunlukla birlikte, bireylerin tüm oral, anal ve oedipal meselelerini yetişkin cinselliğinin (adult genitality) keyifli bir deneyimine dönüştürmesi mümkün hale gelir. Bu ideal durum, kişinin sevgi, saldırganlık, bağımlılık ve cinselliği başka bir kişiyle ilişkisinde bütünleştirme kapasitesiyle karakterizedir. Freud’un klinik yazılarının çoğu, bu anlatımda olduğu gibi, ilk üç evreye odaklanmıştır. Bunun nedeni, Freud’un, yetişkinlikteki nevrotik sorunların, evrensel birer “çocukluk nevrozu”ndan (childhood neuroses) kaynaklandığına inanmasıdır.

    Freud’un döneminden bu yana, psikanalitik gelişim teorisi, aynı anda iki zıt yönde ilerlemiştir: 1) Preoedipal evrelerin (preoedipal stages) bileşen alt evrelere ayrıştırılması: Bu yaklaşım, Klein (1946), Balint (1960), Winnicott (1965), Mahler (1968; Mahler, Pine & Bergman, 1975), Blanck’ler (G. Blanck & R. Blanck, 1974, 1979; R. Blanck & G. Blanck, 1986) ve Greenspan (1989, 1997) gibi araştırmacıların çalışmalarında görülmektedir. 2) Evre kavramının yaşam döngüsünün daha sonraki bölümlerine genişletilmesi: Bu yönelim ise Erikson (1950), Sullivan (1953), Bios (1962), Levinson, Darrow, Klein, Levinson ve McKee (1978), Kaplan (1984) ve Osofsky ve Diamond (1988) gibi isimlerin çalışmalarıyla temsil edilir. Bu iki yöndeki ayrıntılandırmalar, klinik müdahaleler açısından önemli sonuçlara sahiptir. Preoedipal evrelerin daha ayrıntılı incelenmesi, erken gelişim sorunlarının daha iyi anlaşılmasını sağlarken, evre kavramının yaşamın ileri aşamalarına uygulanması, gelişimsel sorunların yetişkinlik ve yaşlılıkta nasıl devam ettiğini anlamada yeni bir çerçeve sunar.

    Bunun yanı sıra, Erikson’un en etkili isimlerden biri olduğu birçok teorisyen, klasik latans öncesi evreleri (prelatency stages) yeniden yorumlayarak, Freud’un merkezine aldığı gelişimsel temalardan farklı temalara vurgu yapmıştır. Kısacası, Erikson, Freud’un vurguladığı dürtü tatmini (drive satisfaction) çabalarının aksine, ilk üç evrenin kişilerarası görevlerini (interpersonal tasks) ifade etmiştir. Erikson, kendi katkısını Freudyen teorinin bir genişlemesi olarak görmüş, onu tamamen değiştirme amacı taşımamıştır. Günümüz analistlerinin çoğu, Erikson’un izinden giderek, dürtüyü (drive) tek başına vurgulamak yerine, her evreyi karakterize eden ilişkisellik kalitesine (quality of relatedness) odaklanmaktadır. Biyolojik dürtülerin düzenleyici rolünü vurgulamada Freud’un yaklaşımını benimseyenler bile (örneğin, Kernberg, 1992; Bernstein, 1993), bu dürtülerin ilişkisel (relational) ve duygusal (affective) etkilerine Freud’un açıkça yaptığından daha fazla önem vermektedir.

    Bir ön görüşme sırasında, hem bebeklikten ergenlik öncesine kadar olan (infantile-through-preadolescent) ikilemlere, evrelere ve “anlara (moment)” (Pine, 1985) hem de ergenlik sonrası krizlere, evrelere ve geçişlere karşı duyarlı olmak gerekir. Herhangi bir danışanın psikolojisini değerlendirirken, yalnızca kişinin mevcut gelişimsel zorluklarının doğasını değil, aynı zamanda bu zorlukların dayandığı önceki görevlerin doğasını da anlamak önemlidir. Örneğin, genç bir yetişkinle çalışırken, hem yirmili yaşların ortalarındaki gelişimsel görevlerin (özellikle başka bir kişiyle derin bir yakınlık kurma becerisinin kazanılması) hem de bu olgunlaşma zorluklarının yeniden canlandırdığı erken güven ve güvensizlik (trust vs. distrust) meselelerinin farkında olunmalıdır. Bu noktada, psikanalitik bilginin yaşamın ileri evreleri hakkındaki gelişiminin henüz yeterince ilerlemediğini belirtmek gerekir. Erikson, yaşamının son on yılında, yaşam boyu gelişim teorisini (lifespan theory) tekrar yazacak olsaydı, altmış yaşından itibaren her şeyi tek bir kategoriye toplamayacağını sıkça dile getirmiştir (bkz. Erikson, 1997). Ancak kendisi yaşlılık dönemine ulaştığında, altmış beş yaşındaki bir kişinin psikolojisiyle seksen beş yaşındaki bir kişinin psikolojisi arasındaki derin farkı duygusal olarak anlamaya başlamıştır. Psikanalitik fikirlerin gerontolojiyle entegrasyonu bir süredir devam etmektedir (örneğin, Myers, 1984), ancak bu kitap, bu alanın şu anki sınırlamalarını yansıtacaktır.

    Karakter Organizasyonunun Gelişimsel Yönleri

    Klinik bir görüşmenin temel tanısal görevlerinden biri, kişinin karakterolojik olarak organize olduğu gelişimsel düzeyi değerlendirmektir. Kişinin tekrar tekrar mücadele ettiği temel meseleler, yaşamın en erken evresine, Freud’un oral evre (oral phase), Mahler’in ise simbiyotik evre (symbiotic phase) olarak adlandırdığı döneme mi aittir? Eğer öyleyse, görüşmeci şu temaları duyacaktır: Erikson’un temel güven ve güvensizlik (basic trust vs. distrust) çatışması, Sullivan’ın “ben ve ben olmayan” (me vs. not me) karmaşası, R. D. Laing’in (1965) “ontolojik güvensizlik” (ontological insecurity) kavramı ve diğer türevler, bebeğin varoluş ve bireylik (personhood) duygusunu tanımlama mücadelesini yansıtır. Bu düzeydeki bir danışan, düşünceler ve duyguların kendi içinden mi yoksa dışarıdan mı geldiği konusunda kafası karışmış görünebilir. Gerçeklik testi (reality testing) sorunlu olabilir. Duygu düzenleme (affect regulation) zorlayıcı bir mesele haline gelebilir. Danışanın dünyasındaki ana figürlerin bir resmini çıkarmak güçtür, çünkü bu figürler genellikle belirsiz veya genel ifadelerle tanımlanır ve yaşayan bireylerden çok gölgeli kavramlar gibi görünürler. Danışan, kendi temel doğasına ilişkin belirsizlikler ifade edebilir; örneğin, erkek mi kadın mı, heteroseksüel mi homoseksüel mi, her şeye gücü yeten mi yoksa güçsüz mü, iyi mi kötü mü olduğu konusunda emin olmayabilir. Görüşmeci, belirsiz ve rahatsız edici bir şekilde bunaltılmış hissedebilir.

    Yoksa Kişi Freud’un anal evre (anal phase), Mahler’in ise ayrışma-bireyleşme evresi (separation-individuation phase) olarak adlandırdığı dönemin temaları ve çatışmalarıyla mı meşgul? Eğer öyleyse, klinisyen görüşmede iki kişilik bir mücadele (dyadic struggle) hisseder; bu mücadele, Erikson’un (1950) “özerklik ve utanç ile şüphe” (autonomy vs. shame and doubt), Sullivan’ın (1947) “iyi ben ve kötü ben” (good me vs. bad me), Mahler’in (1971) “yaklaşma ve uzaklaşma” (coming closer and darting away), Masterson’ın (1976) “yutulma ve terk edilme depresyonu” (engulfment vs. abandonment depression) veya Kernberg’in (1975) “alternatif ego durumları” (alternating ego states) kavramlarıyla açıklanabilir. Bu durumda, kişinin kendiliğinin (self) varlığı kırılgan görünmez; ancak bebeklik çağı çaresizliği ile saldırgan güçlenme (infantile helplessness and aggressive empowerment) arasındaki mücadele yoğun olur ve klinisyende çok güçlü karşı aktarım (countertransference) tepkileri uyandırır. Bunlar genellikle düşmanlık (hostility), moral çöküntüsü (demoralization) ve kurtarma fantezilerini (rescue fantasies) içerir. Danışanın hayatındaki figürlere dair elde edilen imgeler keskin ve nüanssız olur; bu kişiler, kişinin öznel sahnesinde tamamen iyi (all-good) ya da tamamen kötü (all-bad) rollerde görünür. Ana figürlerin sık sık değiştiğine, ancak her zaman bu tamamen iyi veya tamamen kötü rolleri üstlendiğine dair işaretler olabilir. Gerçeklik testi (reality testing) yeterli düzeyde olsa da, kimlik (identity) zayıf görünür ve kişinin sorunlarını çözme çabalarında inkâr (denial), bölme (splitting) ve yansıtmalı özdeşim (projective identification) gibi ilkel savunmalar baskın olur.

    Yoksa Kişi Dünyayı Oedipal Evre (Oedipal Phase) Merceğinden mi Görüyor? Eğer öyleyse, danışanın cinsellik (sexuality), saldırganlık (aggression) ve/veya bağımlılık (dependency) ile ilgili çatışmalara yatkınlığı gözlemlenir. Ancak bu çatışmalar, şu genel becerilerle birlikte görülür: nesne sürekliliği (object constancy) kapasitesi, kendinin ve başkalarının karmaşıklığını takdir etme, çelişkiye (ambivalence) tolerans, duygusal hayatına dışarıdan bakabilme yeteneği, pişmanlık (remorse) ve sorumluluk (responsibility) duygusu. Bu kişilerde gerçeklik testi (reality testing) güvenilirdir. Başkalarıyla olan ilişkileri bağlılık (devotion), düşüncelilik (consideration) ve başkalarının karmaşıklığını takdir etme özellikleriyle belirginleşir. Danışan, hayatındaki önemli kişileri anlatırken, onları teşhis koyan kişinin zihninde üç boyutlu, canlı birer insan olarak canlandırır. Oedipal organizasyona sahip birey, güçlü bir “benlik” (sense of I-ness) duygusuna sahip ayrı bir kişi olarak algılanır ve acısı belirli bir alanda net bir şekilde tanımlanmış görünür. Görüşmecinin, bu tür bir danışanla karşılaştığında, karşı aktarımı (countertransference) genellikle olumlu ve yapıcıdır (benign).

    Bu tanı yönü, genellikle danışanın karakterolojik olarak simbiyotik-psikotik (symbiotic-psychotic), sınırda (borderline) veya nevrotik (neurotic) düzeyde organize olup olmadığının değerlendirilmesi olarak tanımlanır (hepimizde bu düzeylerin bazı yönleri bulunur, ancak genellikle biri baskındır). Bu kavramsallaştırma yönünün tarihine ve klinik sonuçlarına dair çok daha ayrıntılı bir inceleme, Psychoanalytic Diagnosis (1994) adlı eserimde yer almaktadır. Aynı eserde, bu farklı karakter yapısına sahip hastaların tedavisinde sırasıyla şunların uygulanabilirliği üzerinde de duruyorum: destekleyici terapi (supportive therapy), dışavurumcu terapi (expressive therapy), açığa çıkarıcı terapi (uncovering therapy). Burada yalnızca, görüşmecinin bu kavramsallaştırmasının danışanın nasıl tedavi edileceğini nasıl etkileyebileceğine dair bir örnek vereceğim.

    Destekleyici, dışavurumcu ve açığa çıkarıcı psikoterapilerin hepsi psikanalitik yaklaşımlardır, ancak belirgin bir şekilde farklılık gösterirler. Örneğin, bir kadın patronunun eleştirilerinden ne kadar rahatsız olduğunu anlatıyor olabilir. Destekleyici terapide, klinisyen şu şekilde bir şey söyleyebilir:

    “Bu durumun ne kadar rahatsız edici olabileceğini anlayabiliyorum. Kendinizi bu kadar öfkeli ve incinmiş hissetmek sizin için zor olmalı. Umarım iş yerinde duygularınızı kontrol edebilirsiniz, böylece patronunuz daha fazla eleştiride bulunmaz.”

    İfade edici terapide (expressive therapy), uygun bir müdahale şu şekilde olabilir:

    “İş yerindeki durumların ne kadar kötü olduğunu takdir etmediğimi düşündüğünüzde bana çok öfkeleniyorsunuz. İşinizle ilgili size empati gösterdiğimde, oradaki durumu değiştirme gücüm olmadığı için bana saldırıyorsunuz. Ancak, işleri daha iyi hale getirebileceğiniz yollar önerdiğimde ise, sizi eleştirdiğimi hissettiğiniz için öfkeleniyorsunuz. Sanırım bende yarattığınız, ne yaparsam yapayım yanlış olduğu hissi, sizin sürekli mücadele ettiğiniz bir duygu.”

    Açığa çıkarıcı terapide (uncovering therapy) ise, klinisyen basitçe şu soruyu sorabilir:

    “Patronunuz size birini hatırlatıyor mu?”

    Bu, teknik açısından büyük farklılıklar göstermektedir ve hangi yaklaşımın tercih edileceği, esas olarak bireyin kişilik örgütlenmesinin (personality organization) gelişimsel bir değerlendirmesine bağlıdır.

    Anksiyete ve Depresyon Deneyimine Gelişimsel Katkılar

    Kişilik yapısının farklı olgunlaşma yönlerini anlamak, bir bireyin anksiyete (anxiety) veya depresyon (depression) deneyiminin doğasını değerlendirmede son derece faydalıdır. Bir hastanın anksiyetesi (anxiety) hakkında konuşmalarını dinlediğimizde, genellikle kendi kaygı eğilimlerimizi tanımlayan meseleleri bu anksiyeteyi anlamımıza yansıtırız. Ancak, kaygıların kökeni simbiyotik evre (symbiotic phase), ayrışma-bireyleşme evresi (separation-individuation phase) ya da oedipal evre (oedipal phase) gibi farklı gelişimsel aşamalardan geldiğinde, bu kaygılar belirgin şekilde farklılık gösterir. İlk tür, genellikle yok olma kaygısı (annihilation anxiety) olarak adlandırılır (Hurvich, 1989), ve kendiliğin (self) kuşatılacağı, bir başkası tarafından yutulacağı ya da varlığını tamamen yitireceği korkusudur. Bu, akut şizofrenik bir durumdaki (acute schizophrenic state) tedavisiz bir kişinin yaydığı türden bir kaygıdır ve bunu tanık olarak görmek bile dayanılmazdır, hissetmek ise çok daha zorlayıcıdır. Çoğumuz, bu tür ilkel korkunun (archaic dread) yoğun bebeklik formunu deneyimlemeye karşı güçlü savunma mekanizmalarına sahibiz ve bu savunmaların başarılı bir şekilde kontrol edemediği kişilerde bu acının derinliğini anlamakta zorlanırız. Yok olma kaygısı, yetişkinlerin çoğunun psikolojisinde yakınlık (intimacy) korkularının kalıntıları şeklinde varlığını sürdürür. İnsanların, bir başkasıyla yakın olmanın kendi bağımsız varlıklarını tehdit edeceğine dair kaygılarının kanıtlarını bulmak oldukça kolaydır.

    İkinci tür olan ayrılık kaygısı (separation anxiety), bir şekilde hepimizi etkiler, çünkü ayrılıklar kaçınılmaz olarak ürkütücü çocukluk dönemindeki kopuşların bilinçdışı izlerini (unconscious memory traces) tetikler. Ancak bu kaygı, özellikle sınır düzeyde (borderline level) organize olmuş bireylerin deneyimlerinde yoğun ve merkezi bir rol oynar. Ayrılık kaygısı, kendiliği (self) bir çözünme/basitleşme (dissolution) tehdidiyle karşı karşıya bırakır; ancak bu, yok olma kaygısındaki (annihilation anxiety) kadar radikal bir çözünme değildir. Kişi, bağlandığı kişi olmadığında, kendisini boş (empty) veya önemsiz (insubstantial) hisseder. Bu kaygı, fiziksel şiddet gibi hayatı tehdit eden durumlarda bile bir kişinin bu durumdan çıkmasını engelleyecek kadar güçlü olabilir; örneğin, istismara uğrayan bir eş, fiziksel istismarın acısıyla, yalnız kalma korkusundan (terror of aloneness) daha kolay başa çıkabilir. Bu kaygı, şaşırtıcı derecede regresyonlara ve görünüşte açıklanamaz düşmanlık patlamalarına yol açabilir; bu düşmanlıklar, katatimik cinayet (catathymic homicide) düzeyine kadar varabilir (bkz. Meloy, 1992).

    Üçüncü tür anksiyete, oedipal ya da süperego anksiyetesi (oedipal or superego anxiety), kabul edilemez cinsel, saldırgan veya bağımlı dürtüler nedeniyle cezalandırılma korkusunu içerir. Bu anksiyetede, kendilik (self) ve gerçeklik algısına bir tehdit yoktur; ancak kişinin kendini “yeterince iyi” (good-enough) hissetme duygusu ciddi şekilde zarar görebilir. Bu anksiyete, çocuğun benlik ve gerçeklik duygusunu pekiştirmesinden sonra ortaya çıkmasına rağmen, oldukça yoğun olabilir. Bunun nedeni, oedipal fantezilerin genellikle ölüm ve cezalandırma fikirlerini içermesidir. Kişisel başarı deneyimi, oedipal anksiyetenin yaygın bir tetikleyicisidir: Eğer bir başarı, kişi için bir ebeveyn üzerindeki zaferin duygusal anlamını taşıyorsa, bu kişi, o “suç” için cezalandırılmayı bilinçdışı bir şekilde bekleyerek çok kaygılı ya da semptomatik hale gelebilir.

    Anna Freud, Ego ve Savunma Mekanizmaları (The Ego and the Mechanisms of Defense, 1936) adlı eserinde, ortaya çıktığı psişik yapıya (id, ego veya süperego) göre üç farklı anksiyete türünü karşılaştırmıştır. İd’den kaynaklanan anksiyete, “dürtülerin gücünden korku” (dread of the power of the instincts) olarak adlandırmış ve bu anksiyeteyi yaşayan kişinin tamamen bunalma [bunaltıyla boğulma] tehlikesi altında hissettiğine vurgu yapmıştır. Anna Freud,  ego’dan kaynaklanan anksiyeteyi, babasının izinden giderek “sinyal anksiyetesi” (signal anxiety) olarak adlandırmıştır. Bu, kişinin geçmişte benzer koşullarda yaşadığı tehlikeli bir durumu işaret eden bir korku tepkisidir. Süperegodan kaynaklanan anksiyeteyi, basitçe “süperego anksiyetesi” (superego anxiety) olarak adlandırmış ve bunun, kabul edilemez dürtüler için cezalandırılma korkusu niteliği taşıdığını söylemiştir.

    Anna Freud, babasının kariyerinin sonlarına doğru geliştirdiği yapısal model (structural model) içinde anksiyeteyi açıklamaya çalışıyordu. Bu model, Anna Freud ve çoğu analist tarafından klinik uygulama için önemli bir kazanım olarak görülmüştür. Ancak, onun bu çalışmaları, psikanalitik literatürde bebeklik dönemi üzerine yapılan çalışmaların ve küçük çocuklara ilişkin gözlemler ışığında Freud’un gelişim teorisinin yeniden şekillendirilmesinden önceye denk gelmiştir. Anna Freud’un anksiyete tepkilerini farklılaştıran yapısal yaklaşımını, psikanalitik gelişimsel yollarla da uyumlu olarak görüyorum. Dürtülerin gücünden korku (dread of the power of the instincts), her şeyin mümkün olduğu omnipotent fantezilerin baskın olduğu, gelişimin en erken simbiyotik evresinde (symbiotic phase) doğal bir kaygıdır. Sinyal anksiyetesi (signal anxiety), çocuk ayrışma duygusuna (separateness) ve belleğe (memory) başvurma kapasitesine ulaştığında ortaya çıkar. Süperego anksiyetesi (superego anxiety) ise, oedipal evrenin başarımlarını yansıtır.

    Bir terapistin farklı anksiyete durumlarının öznel olarak ne kadar değişken olabileceğini anlaması, klinik çalışmayı, anksiyeteyi tek bir homojen fenomen olarak ele aldığı durumlara göre çok daha etkili hale getirir. (Tabii ki, bu, farmakolojik müdahalelerin savunucularının genellikle anksiyeteyi ele alış biçimidir ve bu her zaman danışanın uzun vadeli yararına olmaz.) Bir kişinin hangi tür anksiyeteden muzdarip olduğunu, onun açık durumundan otomatik olarak çıkarabilmek mümkün değildir. Örneğin, eğer yasak bir ilişki yaşadığım için zihinsel bir sıkıntı içinde bir terapiste gelirsem, terapist başlangıçta şu soruların yanıtını bilemez: Aşık olduğum kişinin dürtülerimi (drives) harekete geçirmiş olması nedeniyle mi tamamen kuşatılmış durumdayım? Yoksa bilinçdışı olarak bir ilişkinin güvenliğim, itibarım ve aile bütünlüğüm için tehlikeli olduğunu mu algılıyorum? Ya da zina yapıyor olmam nedeniyle içselleştirilmiş bir otoriteden cezalandırılmayı mı bekliyorum? Terapist, farklı anksiyete türleri ve bunların, hangi gelişimsel meselelerin uyarıldığına bağlı olarak değişen öznel anlamları hakkında bir anlayışa sahip değilse, benim deneyimime uygun olup olmayacağı belli olmayan, benzer bir durumda kendisinin vereceği tepkiyi bana yansıtma (project) eğiliminde olacaktır.

    Benzer şekilde, bir kişi depresyondaysa, yaşadığı ıstırap şu şekillerde ortaya çıkabilir: Psikotik düzeyde bir duygu olarak, kişinin kötülüğünün o kadar ezici olduğu hissi ki bu, kendisini kurtarılamaz ve tehlikeli derecede kötü biri olarak algılamasına neden olur. Sınırda düzeyde bir umutsuzluk, boşluk ve travmatik terk edilme hissi olarak. Nevrotik düzeyde bir kanaat olarak, mutluluğun peşinden gitmenin tehlikeli olduğu inancı şeklinde. Bir klinisyenin depresyondaki bir kişiye teselli ve umut sunma biçimi, bir ölçüde, depresyonun öznel doğasına dair doğru bir anlayışa sahip olmasına bağlıdır. Anksiyete veya depresyon çeken birine karşı duyulan sempati, şefkatli insanların doğal bir tepkisidir; ancak, birinin ıstırabının anlamına dair gerçek bir empati, bu ıstırabın özel doğasını ve temsil ettiği gelişimsel meseleleri anlama yetisine dayanır.

    Gelişim, Yaşam Stresleri ve Psikopatoloji

    İnsanlar, hayatlarında meydana gelen ve genellikle bilinçdışı düzeydeki belirli kırılganlıklarını tetikleyen bir şey olduğunda psikoterapiye başvururlar. Bir kişi için tedavi arayışını tetikleyen bir kişisel reddedilme (personal rejection) olabilir; bir diğeri için beklenmedik bir başarı, bir başkası için cinsel bir cazibe, bir diğer kişi için ise zor bir çocuğu yetiştirmenin getirdiği talepler olabilir. Çeşitli streslerin içsel anlamlarına bağlı olarak, bir kişinin dışarıdan gözlemciler için büyük travmalar gibi görünen durumları -örneğin birkaç yakın akrabasının ölümü- kolayca atlatması, ardından diğer insanlar için önemsiz bir sıkıntı gibi görünen -örneğin rekabetçi bir meslektaşın öfkeli bir patlaması- bir stresin altında psikolojik olarak çökmeye başlaması alışılmadık bir durum değildir.

    Psikolojik destek arayışını çok sık tetikleyen bir diğer faktör ise bilinçdışı bir yıldönümü tepkisidir (unconscious anniversary reaction). Örneğin, bir ebeveynin ölümünden sonraki onuncu yıl (kültürümüzde insanların bilinçdışı zihinleri onluk sistemle çalışıyor gibi görünmektedir) veya danışanın, ebeveyninin öldüğü yaştaki kendi yaşına ulaşması bu tür tepkilere neden olabilir. Benzer bir fenomen, bilinçdışı bir “kronometre” (unconscious timekeeper) işlevini düşündürebilir. Örneğin, bir kadının, kürtajla sonlandırdığı bebeğinin doğması beklenen tarihte ya da bu tarihin yıldönümlerinde depresyona girmesi gibi. Genellikle insanlar bu kilometre taşlarının farkında olmadan terapiye gelirler ya da farkına varmış olsalar bile bu olayları önemsiz bularak göz ardı ederler.

    Yetişkinlerin terapi arayışına girdiği diğer yaygın bir dönem, kendi çocuklarından birinin, kendilerinin travmatik bir deneyim yaşadığı yaşa ulaştığı yıldır. Örneğin, yedi yaşında cinsel tacize uğradıysam, kızım bu yaşa ulaştığında bir şekilde semptomatik hale gelmem olasıdır. On üç yaşında babamı kaybettiysem, çocuğum ergenliğe ulaştığında bir tür psikopatoloji riskiyle karşı karşıya olabilirim. Bu tür bir tepki birkaç bileşen içermektedir: 1) Çocuğumla özdeşleşmem (identification with my child) nedeniyle, kendi travmamı bilinçdışı bir şekilde yeniden deneyimlemem. 2) Onun da aynı şeyi yaşayacağına dair batıl bir korku (superstitious fear) ve bu acıyı ondan büyüsel bir şekilde alıp kendime yönlendirme isteği. Benim yaşadığım acıları onun yaşamamasından dolayı bilinçdışı bir kıskançlık (envy) ve düşmanlık (hostility), aynı zamanda onun şansı veya benim iyi anneliğim (good mothering) sayesinde korunuyor olmasına rağmen bunun için minnettarlık hissetmemesine yönelik bir öfke (indignation). Görüşmecilerin, bir kişinin neden şu anda yardım aradığını anlamaya çalışırken bu tür bağlantıları araması önemlidir.

    Bazı stresörler, doğal olarak belirli bir gelişimsel evrenin meselelerini harekete geçirme eğilimindedir. Örneğin, keyfi bir şekilde baskıya maruz kalma ya da zihinsel olarak manipüle edilip kafa karışıklığı yaşama deneyimi (gaslighting, bkz. Calef & Weinshel, 1981), kişinin varoluşu ve gerçeklik algısına dair en erken soruları -yani psikotik-simbiyotik evreye ait meseleleri- gündeme getirme eğilimindedir. Sevilen bir kişiyi kaybetme ya da önemli bir kişi tarafından reddedilme deneyimi, genellikle ayrışma-bireyleşme evresi meselelerini uyarır. Cinsel cazibe ya da üçlü rekabetçi ilişkiler ise çoğunlukla oedipal meseleleri gündeme taşır. Bu süreci anlamak, belirli bir stresörün tetiklediği gelişimsel temalar nedeniyle bir danışanı gereğinden fazla veya yetersiz patolojikleştirmekten kaçınmamızı sağlar. Örneğin, bir adam, yüzünü şekil bozan bir kaza sonrasında kendini gerçek dışı (unreal), moral bozukluğu içinde (demoralized) ve kafası karışmış (confused) hissediyorsa, bu hisler simbiyotik kişilik yapısını (symbiotic personality structure) ifade eden sorunlarla örtüşse bile, bu kişinin böyle bir yapıya sahip olduğu varsayılamaz. Bu durumda, yaşadığı stresin doğası bu tepkileri neredeyse herkesin göstermesine neden olabilir.

    Bağlanma Stilini Değerlendirme

    Gelişim, farklı bağlanma stillerine (attachment styles) sahip bireyler için farklı şekillerde ilerleyebilir ve bu konu, anlamaya henüz başlangıç aşamasında olduğumuz bir alandır. Klinisyenlerin, sabit bir bireysel bağlanma stilini (attachment style) bir gelişimsel duraksama (developmental arrest) ile eşitlememesi önemlidir. 1970’lerin sonlarında, Bowlby’nin (1969, 1973, 1980) bağlanma ve ayrılık üzerine yaptığı çalışmalardan ilham alan bir dizi zekice deney temelinde, Mary Ainsworth ve meslektaşları (Ainsworth, Blehar, Waters, & Wall, 1978) üç belirgin bireysel bağlanma stilini ortaya koymuşlardır: güvenli (secure) (açık ara en büyük kategori), kaçıngan (avoidant) ve ambivalan-dirençli (ambivalent-resistant). Bu bağlanma stillerinin tümü, kaçınganlık ve ambivalansın aşırı uçları hariç, bireysel farklılıkların normal aralığında değerlendirilmiştir.

    Daha sonraki araştırmalar (Main & Solomon, 1986), düzensiz-dağınık (disorganized-disoriented attachment) olarak adlandırılan uyumsuz bir bağlanma stiline sahip dördüncü bir grubun varlığını ortaya koymuştur. Bu bağlanma stilinin, istismara uğrayan bebeklerin yaklaşık yüzde 80’inde (Osofsky, 1995) ve depresif ya da alkolik annelere sahip çocukların yüzde 40-50’sinde (Hertsgaard, 1995) görüldüğü belirlenmiştir. Bu çocuklar bağlanma arayışı içinde olup ardından bunu reddeder; korku, üzüntü, kafa karışıklığı, saldırganlık, panik ve ilgisizlik gibi duygular sergiler; konsantre olmakta zorlanır; ve sık sık dalgın ya da trans benzeri yüz ifadeleri gösterir. Bağlanma stillerinin dördü de, ebeveynlerin bağlanma stilleriyle ilişkili olduğu (Main, Kaplan, & Cassidy, 1985) ve en azından okul yılları boyunca sabit kaldığı gösterilmiştir (Kobak & Sceery, 1988). Klinik deneyimler, bireylerin bağımlılıklarıyla başa çıkmak için geliştirdikleri bu farklı yolların ömür boyu süren eğilimler olabileceğini öne sürmektedir, ancak bunu ampirik olarak doğrulayacak araştırmalara henüz ihtiyaç duyulmaktadır. Bu arada, birçok terapist, danışanlarının bireysel bağlanma stillerini anlamanın, terapötik seçimler yapmada kritik bir öneme sahip olduğunu belirtmiştir (bebeklik dönemi araştırmalarının klinik sonuçları hakkında bkz. Stern, 1985).

    ÖZET

    Bu bölümde, okuyuculara psikanalitik gelişim teorisine dair kısa bir giriş sunmaya çalıştım; bu teorinin hem sorunlarını ve sınırlamalarını hem de avantajlarını ve klinik alandaki önemini vurguladım. Normal gelişim hakkındaki psikanalitik fikirler, günümüzde oldukça hızlı bir şekilde evrilmektedir. Bebeklik ve çocukluk dönemi üzerine yapılan ampirik araştırmalardaki ilerlemeler ve bağlanma teorisinin sürekli olarak geliştirilmesi, psikoterapi tekniklerine yaptığı katkılara rağmen, bu tür bir bölümde tam anlamıyla temsil edilemez. Bununla birlikte, belirli bir danışanda değerlendirilen psikopatolojinin bir çatışma mı yoksa gelişimsel bir duraksama mı yansıttığını değerlendirmenin önemine değindim. Normal psikolojik olgunlaşmaya dair Freudcu ve post-Freudcu ana akım kavramları gözden geçirerek, bunların hem karakter yapısını anlamak hem de farklı türlerdeki anksiyete ve depresif duygulanımların anlamını kavramak açısından taşıdığı sonuçları tartıştım. Son olarak, belirli stresörlerin bir kişinin bireysel psikolojik tepkisini şekillendirmedeki rolüne dikkat çektim.

  • Değiştirilemez Olanı Değerlendirme (3. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Terapi literatüründe, insanların bireysel psikolojilerinin değiştirilemeyen yönleri hakkında çok fazla yazılmamıştır. Psikoterapide biriyle çalıştığımızda, odaklandığımız nokta genellikle değiştirilebilecek olanlardır çünkü bizler değişim temsilcileri olarak işe alınırız. Bununla birlikte, birçok nedenle, bir kişinin durumunda terapötik etkilerle değiştirilemeyen yönlerin önemini kabul etmemiz ve takdir etmemiz gerekir. Bir kişinin temel mizacı (basic temperament), terapinin değiştiremediği bir şeydir ve bireysel psikolojilerinin diğer sabit yönleri de terapötik çabalarımız için sınırlar belirler ve bir bağlam sunar. Bunlar, disleksi ya da bipolar hastalığa yatkınlık gibi genetik yatkınlıkları, fiziksel travma, toksisite veya enfeksiyonun beyinde bıraktığı geri dönüşü olmayan etkileri ve herhangi bir türde kronik fiziksel hastalık veya bedensel kısıtlamayı içermekle birlikte bunlarla sınırlı değildir. Farklı bir düzeyde olmakla birlikte, bir kişinin psikolojik durumunun genel bir formülasyonunda hâlâ önemli bir yer tutan, o kişi için bireysel olarak değiştirilemeyen ve “acı gerçekler (harsh realities)” başlığı altında toplanabilecek yaşam gerçeklerini de anlamak önemlidir. Bunlar arasında hapis cezası, görünür bir azınlık grubunun üyesi olmak ya da otistik bir çocuğa sahip olmak gibi durumlar bulunur.

    Psikoterapi üzerine yazılar genellikle değişim hedefini vurgular: davranışta, duygudurumda, savunma alışkanlıklarında, gelişimsel meşguliyetlerde ve benzeri alanlarda değişim. Ancak psikoterapinin daha az vurgulanan bir yönü, yaşamın değiştirilemez özelliklerine uyum sağlama sürecidir. Bu süreç, danışanın değiştirilemeyen gerçekliklere karşı telafi edici stratejiler geliştirmesini içerir. Uyum süreci, inkârın aşılmasını, büyülü düşüncelerin yas ve başa çıkma becerilerine dönüştürülmesini ve patojenik inançların yerine gerçekçi açıklamaların getirilmesini kapsar. Bu süreç, bir kişinin değiştirilemez özelliklerini kabul etmesi temelinde daha iyi ve daha otantik ilişkilerin kapısını aralar. Elbette, bu başlı başına derin bir değişim türüdür.

    Değiştirilemeyen bir durumu kabul etmek, gereksiz nevrotik “şeytanlarla” yüzleşmek kadar heyecan verici bir terapötik hedef gibi görünmese de, uyum sağlama süreci insanın iyilik hali için hayati öneme sahiptir. Bu süreçten geçen hiç kimse, onun önemini hafife almaz. Genetik olarak derin bir depresyon yatkınlığı olan bir adam, depresif dönemlerden tamamen kurtulmayı bekleyemez; ancak bu dönemlere kendini kabul ederek, kendinden nefret etmek yerine, karşılık verebilmeyi öğrenebilir. Uygun bir ilaç kullanımını, madde bağımlılığı ya da kendini hiçe sayan bir cesaret gösterisinin yerine koyabilir. Ayrıca, sevgisine ihtiyaç duyduğu insanlara yaşadıklarını anlatmayı öğrenebilir, içine kapanarak iletişimden kaçınmak yerine. Depresyon geçmişi olan herkesin onaylayacağı gibi, bunlar hafife alınacak başarılar değildir.

    Herhangi bir terapinin başarılı olabilmesi için makul hedeflere sahip olmak kritik öneme sahiptir. Dinamik bir formülasyon, diğer şeylerin yanı sıra, terapistin zihninde neyin mümkün olup neyin olmadığını netleştirmelidir. Terapistin, danışanla, ulaşılabilir olan hakkında öne sürdüğü geçici hipotezleri paylaşması, her iki tarafın da ilerlemeyi gerçekçi beklentilerle ölçmesine olanak sağlayacak bir zemin hazırlar. Bu iletişim, danışan için bir yas sürecini başlatır; çünkü terapiye gelen her birey, kaçınılmaz olarak, sihirli bir dönüşüm için bazı çocukça umutlar taşımaktadır. Terapist, gerçeğin son derece rahatsız edici yönlerini adlandırabilme kapasitesine sahip olarak bir ego gücü modeli sunar; bu durum, adlandırılan gerçeklik karşısında çaresizlik duygusuna kapılmadan sürdürülebilir. Aynı zamanda empatiyi iletir. Ayrıca, her iki tarafın da moral bozukluğu ve özsaygı kaybından korunmasını sağlar; çünkü ulaşılamaz olanı kovalamak, başarısızlıkla ilgili utanç duygusunu kaçınılmaz olarak doğurur.

    Bu bölümde, değiştirilemez gerçekliklerin çeşitli türlerinin klinik sonuçlarını ele alıyorum. Bu gerçeklikler şunları içermektedir: (1) mizaç, (2) doğrudan psikolojik etkileri olan genetik, doğuştan gelen ve tıbbi durumlar, (3) travma, hastalık veya toksisite nedeniyle oluşan geri dönüşü olmayan beyin durumları, (4) kronik fiziksel hastalıklar dahil olmak üzere değiştirilemez beden özellikleri, (5) değiştirilemez dış koşullar ve (6) kişisel geçmiş. Bu liste muhtemelen kapsamlı değildir, çünkü hayat, herkesin yoluna birbiri ardına aşılması imkânsız engeller çıkarma eğilimindedir. Ancak, bu listenin, benim klinik açıdan temel bir noktayı vurgulamak için yeterince kapsamlı olduğunu umuyorum.

    MİZAÇ

    (TEMPERAMENT)

    Akademik psikologlar, John Watson’ın şu iddialarda bulunduğu aşırı davranışçı ve saf pragmatist dönemden oldukça ilerleme kaydetmiştir: “Bana bir düzine sağlıklı bebek verin… ve rastgele birini alıp, yetenekleri, eğilimleri, yatkınlıkları, becerileri, mesleği ve atalarının ırkı ne olursa olsun, onu istediğim herhangi bir uzmanlık alanında yetiştireceğimi garanti ederim -doktor, avukat, sanatçı, tüccar ve hatta dilenci ya da hırsız” (1925, s. 82). Yaklaşık olarak 20. yüzyılın ortalarından itibaren Sybille Escalona (1968) ve Thomas, Chess ve Birch (1968) gibi araştırmacıların titiz çalışmalarıyla başlayan ve Kagan’ın (1994) kapsamlı analiziyle doruk noktasına ulaşan araştırmalar, temel mizacın birey üzerinde yarattığı sınırlamaları ele alıp tanımlamıştır. Gelişim psikolojisi alanında bir kuşağı etkileyen bu çalışmalar, insanın doğuştan boş bir levha olmadığını ikna edici bir şekilde ortaya koymuştur. Utangaçlıktan uyarılma arayışına kadar, insan özelliklerinin genetik olarak etkilendiğini ve sadece yetiştirilme tarzlarının bir sonucu olarak görülemeyeceğini artık biliyoruz. Terapistlerin insanın doğasına [yaratılışına] (natura) değil de yetiştirilme (nurture) tarzına odaklanmaları, bu mirasın değişebilir bir yönü olduğu gerçeğini yansıtır. Çevre, farklı sonuçlara yol açabilecek şekilde değiştirilebilirdi ve bu, şimdi hayal edilip peşine düşülebilecek bir konudur. Ancak, terapinin çevreye (environment) odaklanması, genetik mirasın önemini küçümsemek olarak yanlış anlaşılmamalıdır.

    Mizacın öneminin özel bir anlam kazandığı yaygın bir klinik deneyim, evlat edinilmiş bir bireyle çalışmayı içerir. Bir kişi, en erken bebeklik döneminden itibaren açıkça sevgi dolu bir aile tarafından yetiştirilmiş olabilir, ancak yine de temel mizacını içgüdüsel olarak anlayan hiç kimse olmadığı için derin bir şekilde yabancılaşmış ve anlaşılmamış hissedebilir. Evlat edinen ebeveynler, kendi çocukları olarak büyüttükleri çocuğun “farklılığını” en aza indirmeye ve o çocuğa duydukları sevginin, biyolojik ebeveynlerin sevgisinden duygusal olarak farklı olmadığı şeklinde algılanmasını umut etmeye eğilimlidirler. Bu tür umutlar nedeniyle, evlat edinen ailelerde sıklıkla bir tür yasaklı duygusal alan (forbidden emotional territory) oluşur. Çocuğun acı ve yalnızlık hislerini ifade etmesi ya da diğer aile üyeleriyle mizacı açısından uyumsuz göründüğü yönleri dile getirmesi adeta bir tabu haline gelir.

    Bu durumun klinik uygulama açısından önemi, bir terapistin mizaca ve onun geniş etkilerine odaklanarak evlat edinilmiş bir danışanın, genellikle ifade edilemeyen duygusal yabancılaşma deneyiminden kaynaklanan acı verici sonuçları ele almasına, incelemesine ve reddetmesine yardımcı olabilmesidir. Mizacı ebeveynleri için yabancı ve problemli olan bir çocuk, genellikle kendinde “bir şeylerin yanlış” olduğuna dair bir inanç geliştirir. Bu tür çıkarımlar, evlat edinilen bireylerde sıklıkla, “Biyolojik ebeveynlerim beni reddetti çünkü benimle ilgili bir şeyler yanlıştı” şeklindeki bir fanteziyle bağlantılıdır. Psikoterapi, bu tür patojenik inançları, danışanın geçmişine dair gerçeklerin gerçekçi bir şekilde takdir edilmesine dönüştürebilir. Evlat edinme süreci doğası gereği rastgele bir süreçtir ve çocuğun doğal adalet arzularıyla çelişir. Bir danışanımın şu sözleri bu gerçeği vurgulamıştı: “Evlat edinme kurumu beni herhangi birine verebilirdi.” Bu sert yaşam gerçeğini anlamak, danışanın biyolojik ebeveynleriyle yaşayan çocuklarla karşılaştırıldığında haksız bir şekilde, kendi ritimlerini ve yoğunluklarını yansıtma olasılığı daha yüksek olan bakıcılardan mahrum kalmış olmasına yas tutmasına yardımcı oldu. Bu farkındalık, içsel utanç ve kötü olma duygusunu, belirli bir kişisel talihsizlik hakkında kabullenmeye doğru kaydırdı.

    Evlat edinilen bireyler, ailelerinde mizaç açısından yalnızlık hisseden tek kişiler değildir. Genetik mirasın bir ölçüde rastlantısal olması nedeniyle, bir birey, ne annesi ne de babası tarafından tanıdık bulunan bir mizacı miras alabilir ya da (belki de daha kaygı verici bir şekilde) bir ebeveyne, nefret edilen bir akrabayı hatırlatan bir mizaçla dünyaya gelebilir. Sakin ebeveynlerin yoğun mizaca sahip çocukları, genellikle her şeye “aşırı tepki verdikleri” için onlarda bir sorun olduğu söylenerek eleştirilirler. Sosyofilik (insan ilişkilerini seven) ebeveynlerin utangaç çocukları, hazır olmadıkları insanlarla agresif bir şekilde tanıştırılmaya zorlanabilirler. Düşük enerjili ebeveynlerin yüksek enerjili çocukları ise hafif eleştiriden fiziksel şiddete kadar değişen tepkilerle karşılaşabilirler. Bu bağlamda, şunu belirtmek gerekir ki, şimdiye kadar uykusuz, bitkin bir ebeveynin savunmasız bir bebeğe vurabileceğini fark etmediğini söyleyen bir yetişkinle karşılaşmadım. Şiddet eğiliminde olan bir ebeveyn, geçmişte kolik ve zor bir bebek olduğunu öğrenerek, kendisinin “kötü” olduğu varsayımını geride bırakabilir. Durumun açık gerçeklerini anlamak, genellikle o duruma atfedilen damgayı ortadan kaldırır.

    Mizaç değiştirilemez olsa da, davranışsal ifadeleri değiştirilebilir. Örneğin, doğuştan utangaç ve sosyal fobisi olan çocuklarla yapılan araştırmalar, onların insanlarla iletişim kurarken kendilerini rahat hissettikleri alanı kademeli olarak genişletmelerine olanak tanıyan, adım adım ilerleyen müdahalelerin geliştirilmesine yol açmıştır (Rapee, 1998). Utangaçlık üzerine yazılmış popüler ancak bilimsel nitelikteki eserler (örneğin, Zimbardo, 1990), utangaç bireylere ve ailelerine büyük bir farkındalık ve rahatlama sağlayabilir. Greenspan’in (1996) “zorlayıcı çocuk (the challenging child)” hakkındaki kitabı, mizacı zorlayıcı çocuklara sahip ebeveynler için adeta bir kurtarıcı olmuştur. Bu durum, genetik bileşenlere sahip diğer birçok koşul için de geçerlidir. Örneğin, daha önce teşhis edilmemiş dikkat eksikliği bozukluğuyla başa çıkan birçok yetişkin, You Mean I’m Not Lazy, Crazy, or Stupid?! (Kelly & Ramundo, 1995) gibi, durumu aydınlatıcı ve pratik yardım sunan kitaplardan hem teselli hem de yararlı bilgiler edinmiştir.

    GENETİK, DOĞUŞTAN GELEN VE PSİKOLOJİK ETKİLERİ OLAN TIBBİ DURUMLAR

    (PSYCHOANALYTIC CASE FORMULATION GENETIC, CONGENITAL, AND MEDICAL CONDITIONS WITH DIRECT PSYCHOLOGICAL EFFECTS)

    Diğer terapistlerin çalışmalarını denetlerken veya onlara danışmanlık yaparken, fiziksel sınırlayıcı durumların ne derece göz ardı edildiği ya da hafife alındığı beni sıkça şaşırtıyor -özellikle de tıbbi geçmişi olan ve yakın zamana kadar “organisite (organicity)”* olarak adlandırılan durumlarla ilgili teşhis değerlendirmesinde daha fazla eğitim almış olduğu varsayılan uygulayıcılar tarafından. *[DSM-IV’te “organik” terimi, “genel bir tıbbi duruma bağlı” ifadesiyle değiştirilmiştir. Bunun nedeni, son araştırmaların, bir zamanlar “fonksiyonel” olarak kabul edilen çeşitli psikopatolojilerin fiziksel temellerini ortaya koymasıdır. Başka bir deyişle, bir zamanlar tamamen bireysel deneyimlerin ifadeleri olarak düşündüğümüz birçok psikopatolojinin organik katkıları olduğu anlaşılmıştır.] Örneğin, yetenekli bir öğrencim, “obsesif-kompulsif” bir Kızılderili çocuğun neden tedaviye iyi yanıt vermediğini anlamakta zorlanıyordu. Ancak, çocuğun temel sorunlarının fetal alkol sendromunun (fetal alcohol syndrome) uzun vadeli etkilerinden kaynaklandığına dair güçlü kanıtları göz ardı ettiği ortaya çıktı. Bir terapistin, bir çocuğun durumunun daha tedavi edilebilir olmasını ve daha iyi bir prognoza sahip olmasını dilemesi anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, mevcut teşhis durumunu reddederek, iyi niyetli bu terapist, çocuğu başarısızlığa mahkûm bir yaklaşıma dahil ediyor ve onun için mevcut olan yardımlardan mahrum bırakıyordu. Bu yardım, büyük ölçüde “yönetim (management)” başlığı altında yer alsa da, bu tür bir engeli olan insanlar için “terapi (therapy)”den daha uygun bir seçenek olabilir.

    Bir ilk görüşme sırasında sıklıkla gözden kaçan bir diğer önemli soru, danışanın psikolojik sorunlarının fiziksel bir hastalığın ifadesi olup olmadığını değerlendirmektir. Depresyonun bağışıklık sistemini zayıflatarak depresif bireylerin sağlıklı bireylere kıyasla daha sık hastalanmasına yol açtığı bilindiği gibi, bunun tersi de doğrudur: Hasta olmak insanları depresyona sokar. Ancak bu genel noktanın ötesinde, psikolojik etkileri iyi belgelenmiş birçok hastalık bulunmaktadır. Örneğin, Lyme hastalığı, diyabet (diabetes mellitus), hipertiroidizm, myasthenia gravis, multipl skleroz, pernisiyöz anemi, romatoid artrit gibi rahatsızlıklar, psikolojik durumlarla yakından ilişkilidir. Bu nedenle, hem tıbbi geçmişi olan hem de olmayan terapistlerin, somatik ve psikolojik sorunları birbirinden ayırmada yardımcı olabilecek James Morrison’ın (1997) When Psychological Problems Mask Medical Disorders adlı faydalı rehberini edinmelerini şiddetle tavsiye ederim.

    Günümüzde ruh sağlığı hizmetlerinin sunulma biçiminde beni endişelendiren noktalardan biri, üçüncü tarafların baskılarının, klinisyenleri daha kısa tedavi süreçlerine yönlendirerek dikkatli bir formülasyon üzerinde “zaman kaybetmemeye” teşvik etmesidir. Özellikle tanısal sürecin nörolojik bir konsültasyon gibi ekstra bir adımı içermesi durumunda, bu eğilim daha da belirginleşmektedir. Ancak, bir hastanın temel rahatsızlığı dışında bir durum için “tedavi edilmesi” durumunda zaman çok daha ciddi şekilde boşa harcanır. Özellikle, yaygın sendrom kategorilerinden herhangi birine kolayca uymayan garip semptomlarla gelen bir danışan söz konusu olduğunda, dikkatli bir gelişimsel geçmiş alınması kritik öneme sahiptir. Bu tür araştırmalar, doğumda oksijen yoksunluğu, gebelik sırasında annenin madde kullanımı ya da reçeteli ilaçların fetal gelişim üzerindeki olası etkileri gibi daha önce göz ardı edilmiş gerçekleri ortaya çıkarabilir. Örneğin, erken yaşta erkeklere özgü davranışlar sergilediğini belirten bir kadının otomatik olarak babasıyla özdeşleştiği sonucuna varmak ciddi bir hata olur. Bunun yerine, birçok olasılıktan biri, prenatal dönemde androjenlere maruz kalmış olabileceğidir (Money, 1988). Bu kadının çocukluk dönemindeki eğilimlerinin nedenleri hormonal bir temele dayalıysa, terapistin bu eğilimlere yönelik yanıtı, nedenlerin deneyimsel olmasına kıyasla anlamlı şekilde farklılık gösterecektir.

    Benzer şekilde, şizofreni ve duygudurum bozuklukları gibi durumların biyolojik alt yapıları hakkında iyi kontrol edilmiş araştırmaların ortaya çıkması, tedavi süreçlerini köklü bir şekilde etkilemiştir. Psikofarmakolojideki ilerlemeler, daha önce asla yardım edilemeyen bazı bireylerin duygusal refahında büyük kazanımlar sağlamıştır. Psikofarmakolojik tedavi ile psikoterapi arasındaki tartışma hâlâ devam etmektedir. İlaç tedavisini konuşma terapisine tercih etme yönündeki öneriler, ilaç şirketlerinin ve sigorta sektörünün bariz mali çıkarlarıyla daha da karmaşık hale gelmektedir. Bununla birlikte, araştırmaların büyük bir kısmı, özellikle ciddi rahatsızlıkları olan bireyler için her iki yaklaşımın da kritik öneme sahip olduğunu göstermektedir. Psikoterapiyi yürüten benim gibi uygulayıcılar, çağdaş dönemde ilaçlara aşırı bağımlılıktan ve terapinin yeterince kullanılmamasından sıkça şikâyet etseler de, duygudurum düzenleyiciler, antidepresanlar ve antipsikotik ilaçlar gibi tedavilerin, daha önce sadece acı çeken ve hayatını kaybeden birçok insan için makul bir yaşamı mümkün kıldığını kabul etmek gerekir. Örneğin, bir kişinin hiperseksüalitesinin farmakolojik olarak tedavi edilebilecek bir manik durumun ifadesi olduğuna dair kanıtları gözden kaçırmak, danışana ciddi bir zarar vermektir.

    KAFA TRAVMASINA, HASTALIĞA VE TOKSİSİTEYE BAĞLI GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN SONUÇLAR

    (IRREVERSIBLE CONSEQUENCES OF HEAD TRAUMA, ILLNESS, AND TOXICITY)

    Eğitimimin erken dönemlerinde bana atanan bir vakayı hâlâ çok net hatırlıyorum. Bu vaka, korkutucu öfke patlamaları yaşayan, 17 yaşında bir genç erkekti. Çalıştığım ruh sağlığı merkezine, lise müdürünü arabasıyla ezmeye çalıştığı için yönlendirilmişti. Vaka hakkında tedavi ekibine sunum yaparken, bana karşı dürüst ve patlamaları konusunda içten bir şekilde üzgün göründüğünü belirttim ve bunun genel bir antisosyal eğilimden daha fazlasını içerdiğini düşündüğümü ifade ettim. Ancak tartışmayı yöneten psikiyatrist, hemen küçümseyici bir tavır takındı ve beni, genç bir terapist olarak bir ergen dolandırıcının tuzağına düşmüş bir örnek olarak gösterdi. Neyse ki, izlenimlerimi otoriter ama daha saygılı bir kişiye iletebildim ve bu kişi, gencin bir nörolog tarafından görülmesine olanak tanıdı. Sonuçta, bu çocuğun temporal lobunda bir lezyon olduğu ve öfke patlamalarının, epilepsiyi kontrol eden ilaçlarla önemli ölçüde azaltılabileceği ortaya çıktı. Eğer o noktada kimse beni dinlemeye istekli olmasaydı -ki bu, yeni başlayan terapistlerin sıklıkla karşılaştığı bir durumdur- bu samimi, kafası karışık ve tehlikeli genç, muhtemelen çocuk adalet sisteminin bir kurbanı haline gelecekti.

    Hem tıbbi geçmişi olan hem de olmayan terapistler, olası beyin patolojilerini aydınlatacak türde bir geçmiş almayı sıklıkla ihmal ederler. Awakenings adlı kitap (Sacks, 1990) ve aynı adlı film, bu tür bir ihmali çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. Hikâye, özellikle vicdanlı bir profesyonelin, hastaların geçmişlerini araştırmakta ısrar ederek, hepsinin 1917’deki “uyku hastalığı” salgınında ensefalit lethargica geçirdiğini öğrenmesiyle, bir grup akıl hastasının ortak özelliklerinin fark edilmesini ve duruma özgü bir tedaviye tabi tutulmasını konu alır. Bu hikâyenin trajedisi, L-Dopa ilacıyla “uyku hastalığı” sonrası komatöz durumların başarılı bir şekilde tedavi edilmesinin, hızla hastalar için dayanılmaz hale gelen yan etkilerle kabusa dönüşmesidir. Bu durum, geçmişi ayrıntılı bir şekilde değerlendirmemenin ne denli ciddi sonuçlar doğurabileceğini açıkça ortaya koymaktadır.

    1917 salgını sırasında ensefalit geçiren ve birkaç hafta komada kalmasına rağmen tamamen iyileşmiş gibi görünen bir adam tanımıştım. On bir yaşında geçirdiği bu olayın beyin hasarına yol açabileceğini açıkça gösteren tek şey, yürüyüşündeki hafif bir tuhaflıktı. Bunun yanı sıra, orduya kabul için yapılan fiziksel bir muayene sırasında, gözbebeklerinin eşit şekilde büyümediğini fark eden bir doktorun ona frengi geçirip geçirmediğini sorması, adamı oldukça rahatsız etmişti. Dışarıdan bakıldığında bu adam tamamen normal görünüyordu. Sağlıklı bir evliliği, mutlu çocukları ve oldukça sorumlu bir işi vardı. Ancak, bazı temel rutinleri bozulduğunda oldukça düzensiz hale geliyor ve moral bozucu durumlarda ahlakçı öfke patlamalarına eğilim gösteriyordu. Ayrıca, belirsizliklere tahammülü yoktu; bir kişiyi ya seviyor ya da tamamen reddediyordu. İnsan ilişkilerindeki bu “gri alanlara” olan tahammülsüzlük, savunma mekanizması olarak bölme ile karakterize edilen bir borderline kişilik bozukluğunu düşündürebilirdi, ancak onun hakkında başka hiçbir şey borderline özelliklere işaret etmiyordu. Bu vaka, beyin hasarının dışa vurumlarının karmaşıklığını ve bu tür durumların kolayca yanlış yorumlanabileceğini anlamak için önemli bir örnek sunar.

    Bu adamın organik kırılganlığı, ancak karısının kanserden ölmesiyle ciddi bir sorun haline geldi. Felaket boyutunda bir duygusal çöküş ve öfke patlamaları yaşadı. Bu yas tutan ve çaresiz durumdaki babayı tedavi eden biri, beyin hasarının kanıtlarını kolayca gözden kaçırabilir ve onu duygusal olarak daha da kaotik bir duruma sokarak, öncelikle duygusal bir rahatlama yönünde teşvik edebilirdi. On yıllardır, beyin hasarı olan kişilerin yaşamında yapı ve rutinin kritik rolünü biliyoruz (Goldstein, 1942). Bu literatürün bulgularına uygun olarak, bu adama ve ailesine en çok yardımcı olan şey, bir terapistin rutini yeniden yapılandırması ve çocuklarını, onun öfke patlamalarına nasıl faydalı bir şekilde yanıt verebilecekleri konusunda eğitmesiydi. Bu terapistin bunu yapabilmesini sağlayan en önemli faktör, görünüşte işlevsel bir bireyde bile beyin disfonksiyonu olasılığını küçümsemeyen bir vaka formülasyonu yaklaşımıydı. Bu örnek, beyin hasarı olan bireylerin tedavisinde, biyolojik kırılganlıkları anlamanın ve onlara uygun müdahaleler geliştirmenin önemini açıkça göstermektedir.

    1980’lerde yapılan araştırmalar (Lewis, Pincus, Feldman, Jackson, & Bard, 1986; Lewis ve diğerleri, 1988), idam cezasına çarptırılmış suçluların şaşırtıcı bir yüzdesinin kalıcı kafa travması yaşadığını ortaya koymuştur. Bu tür yaralanmaların etkileri her zaman tedavi edilebilir olmasa da, yıkıcılığı beyin patolojisinden kaynaklanan bireylerin, fiziksel hasar belirtisi olmadan karakterolojik olarak psikopatik olanlarla aynı araştırma projelerinde veya tedavi programlarında bir arada değerlendirilmesi, kötü araştırmalara ve etkisiz müdahalelere yol açabilir. Bununla birlikte, temporal lobunda lezyon olan öfkeli genç adam örneğinde olduğu gibi, etiyoloji net bir şekilde anlaşıldığında etkili tedavi seçenekleri mevcut olabilir. Bu durum, beyin hasarının değerlendirilmesinin yalnızca araştırma için değil, aynı zamanda bireylerin ihtiyaçlarına uygun müdahaleler geliştirilmesi açısından da kritik önem taşıdığını vurgulamaktadır.

    Görüşme sırasında, bir kişinin önemli bir madde kullanımı geçmişine dair kanıtların olası sonuçlarını da araştırmak gerekir. Birlikte çalıştığım bir kadın, uzun bir düzenli kullanım sürecinin ardından, yirmili yaşlarında neredeyse ölümcül bir kokain doz aşımı yaşamıştı. Bu deneyimin zihinsel çevikliğine geri döndürülemez zararlar verdiğine içtenlikle inanıyordu ve aslında, mevcut ölçülen IQ’su 100’ün oldukça üzerinde olmasına rağmen, doz aşımı öncesinde ölçülen IQ’sundan bir standart sapmadan daha düşük bir seviyedeydi. Terapide onunla rahat bir ilişki kurabilmem için, bağımlılığı sürecinde kendisine geri dönüşü olmayan bir zarar verdiği inancını ciddiye almam kritik önem taşıyordu. Kokain bağımlısı bireylerde uzun vadeli bilişsel bozulmalara işaret eden geniş bir literatür (Huang & Nunes, 1995) göz önünde bulundurulduğunda, onun entelektüel olarak zarar görmüş olabileceğine inanma eğilimindeydim. Bu durum, terapistlerin danışanların kendi algılarını dikkate alarak empatik bir yaklaşımla süreci yönetmesinin önemini vurgular. Böyle bir anlayış, terapötik ilişkiyi güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda bireyin yaşam öyküsüne uygun stratejiler geliştirilmesine olanak sağlar.

    Madde kullanımının diğer olası sonuçları arasında uzun süreli alkol kullanımına bağlı kişilik değişiklikleriyle kendini gösterebilen Marchiafava-Bignami hastalığı, alkoliklerde görülen besin eksikliği kaynaklı rahatsızlıklar, örneğin Korsakoff sendromu (Huang & Nunes, 1995) ve yıllarca düzenli olarak marihuana kullanan bireylerde ortaya çıkan hafıza sorunları ve konsantrasyon kaybı (Schwartz, 1991) bulunmaktadır. Beyne yönelik kimyasal saldırının daha ince ve bireysel farklılıklar gösteren birçok sonucu olduğu ve bunların henüz tam olarak anlaşılmadığı ya da belgelenmediği muhtemeldir. Ancak burada vurgulamak istediğim nokta, danışanla birlikte, geçmiş madde kullanımına bağlı olarak zihinsel kapasitesinde fizyolojik sınırlar olabileceği gerçeğiyle yüzleşmenin, gerçekçi bir terapi için gerekli bir koşul olduğudur. Bu tür bir yaklaşım, danışanın kendilik algısını gerçeklerle uyumlu hale getirmesine yardımcı olurken, terapistin de uygun stratejiler geliştirmesine olanak tanır. Geçmiş madde kullanımının etkilerini dikkate almamak, terapötik sürecin etkisini azaltabilir ve danışanın ihtiyaçlarına duyarsız bir tedavi planı oluşturulmasına yol açabilir.

    DEĞİŞTİRİLEMEZ FİZİKSEL GERÇEKLİKLER

    (UNCHANGEABLE PHYSICAL REALITIES)

    Devam ediyor…

  • Görüşmeye Yönelim (2. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Birinci Bölüm’de psikoterapi hizmetine başvuran bireyleri anlamak için gerekli olduğunu belirttiğim alanlara geçmeden önce, klinik görüşmenin temel değerlerini ve buna bağlı mekaniklerini [işleyişlerini] kendi bakış açımdan kısaca özetlemek istiyorum. Değerlendirme görüşmesi yapma konusunda birkaç iyi kitap mevcuttur, ancak bunların çok azı, yardım arayan kişiyi özellikle psikanalitik bir anlayışla ele almaya yöneliktir. Dahası, bu kitapların çoğu, kişinin sorununu doğru bir şekilde tanımlamakla ilgilenir, ancak bir tanıyı [etiketi] bir terapötik ilişki kurma süreciyle nasıl ilişkilendireceği üzerinde durmaz. Bu bağlantı, bu kitabın ana odağıdır.

    Geleneksel psikanalitik yaklaşımın vaka formülasyonuna dair temel bir giriş arayan okuyucular, bu konuyla ilgili olarak Messer ve Wolitzky’nin (1997) eserini okumaktan fayda sağlayabilirler. Klinik görüşme konusunda eğitim almamış olanlar, önceki kitabımın (McWilliams, 1994) ek bölümünde, titiz terapistlerin bir danışanla ilk görüşmelerinde genellikle sordukları konuların bir taslağını bulabilirler. Ancak, bu oldukça kapsamlı envanter hem eksik hem de fazlasıyla kapsayıcıdır. Örneğin, danışanın belirli semptomları varsa sorulması gereken bazı maddeler eksik olabilir; aynı zamanda, bu taslakta ele alınan her konuyu ayrıntılı olarak sorguladığım bir görüşme gerçekleştirdiğimi de sanmıyorum. İlk oturumların dinamik ve karşılıklı etkileşim içeren doğası, terapistin yalnızca sorular sormakla kalmayıp aynı zamanda danışanın görüşme için getirdiği gündeme saygı duymasını gerektirir ve katı bir formata bağlı kalmayı zorlaştırır. Bir terapistin, kendi sorunlarımın, onların kaynaklarının ve yansımalarının benim bakış açımdan anlaşılmasına izin vermek yerine, ısrarla bir taslağa bağlı kalarak ilerlemesini istemezdim.

    Başka terapistlerin yazılarını okuduğumda, genellikle danışanlarla gerçekten ne yaptıklarını ve ne söylediklerini detaylı bir şekilde aktarmamalarından dolayı hayal kırıklığına uğruyorum. Birkaç dikkate değer istisna dışında, genellikle genellemelere yer veriyorlar ve tanımlayıcı bir dil yerine teorik bir dil kullanıyorlar. Bu tür bir hayal kırıklığını başkalarının da yaşamaması için, bundan sonraki bölümlerde oldukça somut olmaya özen gösterdim. Bu kitabın ilerleyen bölümlerinde, pratik klinik sonuçları olan birçok teorik konuya değineceğim, ancak bu bölümde yalnızca klinik görüşme sürecini, terapistlerin bu süreci nasıl yapılandırma eğiliminde olduklarını etkileyen meseleleri de dahil ederek, basit bir şekilde temsil etmeye çalışıyorum.

    KENDİ BAŞLANGIÇ GÖRÜŞME STİLİM

    Psychoanalytic Diagnosis [Psikanalitik Tanı] kitabım yayınlandığından beri, bireysel danışanlardan karakterolojik çıkarımlar yapmamı sağlayan bilgileri nasıl elde ettiğim sıkça soruldu. Kendi süreçlerimi standart klinik uygulamalar için bir örnek olarak sunma konusunda tereddüt ettim; çünkü bana göre her terapist, kişiliğine, mizacına, inançlarına, aldığı eğitime ve profesyonel durumuna uygun bir görüşme tarzı geliştirir. Benim insanlarla çalışma şeklim oldukça kendine özgüdür, bu unsurların hepsini yansıtır ve farklı bir durumda bulunan, farklı bir tür insan için iyi bir model olmayabilir. Ancak okuyucuların terapistlerin gerçekten nasıl çalıştığına dair meraklarına empatiyle yaklaşarak ve terapistlerin danışanlarına açıkça söylediklerine dair kendini ifşa eden anlatımların görece azlığı göz önüne alındığında, başlangıç görüşmelerimde genellikle izlediğim modelin bir tanımını sunuyorum. Danışanlarımın çoğu bunu okuduğunda, benimle görüşmelerinde tam da bu şekilde ilerlemediğimi iddia edecek ve haklı olacaklardır. Ancak yine de bu, zihnimde olan ve bana rehberlik eden çerçevedir.

    Okuyucunun, klinik durumumun bir ev ofiste (home office) yürütülen bir özel muayene pratiği olduğunu akılda tutması gerekir. Programım yeni bir danışanı kabul etmeme izin vermediğinde, arayanlara bu durumu açıkça belirtirim. Daha sonra, bir saatlik bir görüşme yapmak isteyip istemediklerini sorarım; bu görüşmenin amacı, onları ve ihtiyaçlarını anlamak ve bilinçli bir yönlendirme yapmaktır. Yeni danışan kabul ettiğim zamanlarda, ilk görüşme için gelenler genellikle bizimle çalışacaklarını varsayarlar, ta ki görüşmemiz sırasında aramızdaki uyumun iyi olmadığını hissetmedikçe. Bu nedenle, bir psikoterapi yönlendirme sürecinden ayrı bir değerlendirme sürecinin bulunduğu bazı kliniklerin aksine, benim pratiğimde değerlendirme oturumu genellikle danışan ile benim aramdaki devam eden ilişkinin başlangıcıdır. Bana gelen kişilerin çoğu gönüllü ve kendi isteğiyle başvurmuş bireylerdir. Bu grup içinde hatırı sayılır sayıda borderline ve psikotik psikolojiye sahip birey bulunsa da, kapımı çalan potansiyel danışanların çok azı aşırı derecede dağınık, tehlikeli veya acil hastane yatışına ihtiyaç duyan kişilerden oluşur.

    İlk temasım genellikle telefon aracılığıyla gerçekleşir: Terapiyle ilgilenen kişi beni arar ve genellikle terapi düşünmesinin nedenlerini belirtir. Birkaç dakika dinlerim, verilen bilgileri anladığımı göstermek amacıyla birkaç yorum yapar, sıcak bir bağ kurmaya çalışır ve ardından bir görüşme zamanı ayarlamayı öneririm. Ofisimin adres tarifini veririm ve beklenmedik bir durum ortaya çıkarsa randevuyu yeniden planlamak gerekebileceği için kişinin telefon numarasını alırım. Arayan kişi ücretim, eğitimim veya terapötik yaklaşımım hakkında bir soru sorarsa, yanıtlarım; ancak bazen daha sonra, bu konunun neden danışanın aklında olduğunu anlamaya çalışırım. Eğer ilk temas sesli mesaj yoluyla gerçekleşmişse, geri aradığımda kendimi “Ben Dr. Williams” yerine “Ben Nancy Williams” olarak tanıtırım. Çünkü telefonu danışanın kendisi dışında biri açabilir ve danışanın tedavi arayışını aile üyelerinden gizli tuttuğunu bilmem mümkün değildir. Böyle durumlarda, “Nancy Me Williams kim?” sorusunun, danışan için “Seni arayan bu doktor kim?” sorusundan daha kolay bir şekilde cevaplanabilir olduğunu düşünürüm.

    Randevu saatinde, danışanla tokalaşır, içeri davet eder ve nerede rahat ederse oraya oturmasını söylerim. Kendim masama oturacağımı, çünkü orada not almanın benim için daha kolay olduğunu açıklarım. Ardından, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sorarım ve dinlerim. Danışan iletişim kurar bir şekilde konuştuğu sürece çok az şey söylerim. Eğer utangaç ya da konuşmakta zorluk çeken bir danışanla karşılaşırsam, birçok soru sorar ve aksi takdirde rahatsız edici olabilecek sessizlikleri doldurmaya yardımcı olurum. Kişinin kaygısını ne kadar azaltabilirsem, o kadar iyi olacağını varsayarım. Bir yabancıya dertlerini anlatmak korkutucu olabilir, bu durumu daha az korkutucu hale getirebilecek her şeyi yaparım. Genellikle bol miktarda not alırım; hem önemli bilgileri kaydetmek hem de yeni bir durumla ilgili kendi kaygımı dağıtmak için kendime bir görev yaratmak amacıyla.

    Yaklaşık kırk beş dakika sonra, danışana benimle konuşurken nasıl hissettiğini ve benimle çalışmanın kendisi için rahat olup olmayacağını sorarım. Görüşmenin son birkaç dakikasında şu hedeflere ulaşmayı amaçlarım:

    1. Danışana onu dinlediğimi ve çektiği acıyı anladığımı göstermek,
    2. Anlattığı sorunları anlamlandırmaya yönelik fikirlerime verdiği tepkileri değerlendirmek,
    3. Umut aşılamak,
    4. Düzenli randevu saatleri, görüşme süresi, ödeme, iptal politikası, sigorta düzenlemeleri ve eğer bir üçüncü taraf sürece dahilse sunulacak tanı hakkında bir anlaşma yapmak.

    Bazı terapistler, bu sözleşmenin ana unsurlarını bir bilgi formu olarak yazılı hale getirip her danışana verir.* [*Böyle yazılı bir sözleşmenin örneği için Ek’e bakınız.] Ben henüz bu yöntemi benimsemedim, ancak hem açıklık hem de sorumluluk açısından, özellikle borderline, psikotik veya başka şekilde dağınık bireylerle çalışıyorsanız, bu iyi bir fikir olabilir. Son olarak, terapinin ana sürecine başlamadan önce danışanın dile getirmek istediği herhangi bir endişesi olup olmadığını sorarım ve bu soruları, aşırı derecede müdahaleci hissettirmedikleri sürece, yanıtlarım. Eğer danışan görüşme sırasında normalde inceleyeceğim geçmiş alanlarının çoğunu ele almadıysa, bir sonraki oturumda tam bir geçmiş öyküsü almak istediğimi belirtirim; böylece sorunlarını anlamak için bir bağlamım olur. Bu uygulamalardan her birine yönelik gerekçelerimi, ilerleyen bölümlerde detaylandıracağım.

    Danışanın Terapiste Yönelik Reaksiyonunu Davet Etmek

    Danışana benimle konuşurken nasıl hissettiğini sormamın somut amacı, birlikte çalışıp çalışmayacağımıza karar vermemizdir. Ancak bu soru aynı zamanda, danışanla ilişkimizde onun deneyimlerine ilgi duyacağım mesajını iletmek için tasarlanmıştır. Bu, henüz açıkça fark edilmeyen bir aktarım endişesine kapı aralar (örneğin, “Oldukça rahat hissediyorum, bu garip çünkü bir kadın otorite figürüyle bu konuda konuşmanın zor olacağını düşünmüştüm”). Bu soru ayrıca danışanı terapinin işbirlikçi doğasına alıştırır; yani, danışana, benim onun çalışanı (employee) olduğumu, iyi bir iş çıkarmak istediğimi ve eğer aramızda temel bir uyum hissedilmiyorsa beni değerlendirme veya “işten çıkarma” hakkına sahip olduğunu ima eder.

    Benim bakış açıma göre, danışanın aktarım ihtiyaçlarına ve terapistin narsistik ihtiyaçlarına rağmen, bir terapi ilişkisi -özellikle terapist ve danışanın özerkliğe sahip olduğu bir özel muayene pratiği bağlamında- temelde karşılıklıdır. Danışan, ücretimi ödeyerek bana destek olur. Ben ise danışanı anlamaya ve ona yardım etmeye çalışarak ona destek olurum. Danışana yardım etmeye çalışan arkadaşlar, akrabalar ve diğer kişilerden farklı olarak, karşılığında hiçbir duygusal destek beklemem. Bu nedenle psikoterapötik tedavi, bazı terapi eleştirmenlerinin (örneğin, Schofield, 1986) iddia ettiği gibi kesinlikle “ücretli bir arkadaşlık” değildir. Arkadaşlıkta, her iki tarafın da kişisel paylaşımlarda bulunması, birbirine duygusal olarak destek vermesi ve karşılığında destek alması gibi bir karşılıklılık vardır. Psikoterapideki karşılıklılık ise finansal desteğin duygusal destek ve uzmanlık karşılığında değiş tokuş edilmesidir. Bu düzenleme, insani bir eşitlik içerir ancak yapısal bir eşdeğerlik içermez.

    Anlayış İletimi

    Bir terapiste gelen insanlar genellikle yargılanmaktan, yanlış anlaşılmaktan veya incelikli bir profesyonel küçümseme ile karşılanmaktan korkarlar. Kendi semptomlarını genellikle bir karmaşıklık ve utanç içinde değerlendirirler; onları anlam ifade etmeyen, belirsiz bir deliliğin kanıtı olarak görürler. İlk olarak iletmeye çalıştığım şeylerden biri, sorunlarının anlaşılmaz olmadığını hissettirmektir. İlk seans, güvenle yapılan detaylı yorumlar için uygun bir zaman değildir. Ancak terapistin şu gibi bir şey söylemesi, danışan için genellikle çok yardımcı olabilir:

    • “Babanız hakkında söylediklerinizi göz önüne alırsak, patronunuzla yaşadığınız durumun sizin için neden bu kadar zor olduğunu anlayabiliyorum.”
    • “Kocanızın ölümünün üzerinden tam on yıl geçtiğini fark ettim; depresyonunuz bir yıl dönümü tepkisi olabilir.”
    • “Yaşadığınız bu müdahaleci düşünceler, travmanın yaygın bir yan etkisidir.”

    Bu tür açıklamalar, danışanın sorunlarını anlamlandırmasına ve utanç ya da izolasyon duygularını hafifletmesine yardımcı olabilir.

    İlk görüşmede bu tür açıklamalar yaparken, bunu genellikle bir keşif sürecindeymişim gibi temkinli bir şekilde ifade ederim ve danışana doğru bir yolda olup olmadığımı söylemesi için bir davet sunarım. Bir kişi ne kadar sıkıntılıysa, bu bağlantı kurma yönteminin önemi o kadar artar. Çoğu zaman, ciddi sorunlar yaşayan kişiler sadece bir “kimyasal dengesizlik” ya da bir “genetik kusur” taşıdıkları söylenerek daha fazlasını öğrenmeden bırakılmışlardır. Bu tür açıklamalar, doğru olsa bile, kişinin neden tam da bu dönemde daha fazla acı çektiğini anlamlandırmasına ve konuşma terapisiyle önemli ölçüde yardım alabileceği konusunda umutlanmasına yardımcı olmaz. Bu insanlar bir psikoterapiste “kusurlu” hissederek gelirler ve yaşadıkları şeylerin bir başka kişi tarafından anlaşılabilir olduğunu öğrenmek, onları şaşırtır. Yaşadıkları psikopatolojiyi anlamlı bir şekilde değerlendirmek için başka yollar olduğunu fark etmek, danışanlar üzerinde derin bir etki bırakabilir. Bu tür bir iletişimin tonunu ve yönlendirici değerlerini anlamak isteyen herkese, Harry Stack Sullivan’ın çalışmalarını (örneğin, 1954 tavsiye ederim.

    Hastanın Geçici Formülasyonlarına Tepkilerinin Değerlendirilmesi

    Danışanın, kendisine yönelik sorunları hakkında sunduğum ön varsayımsal anlayışa nasıl tepki verdiği, tedavi sürecinde nasıl çalışacağını anlamam için çok şey ifade eder. Bazı kişiler hemen uyumlu davranırken, bazıları hemen karşıt bir tutum sergiler. Kimileri kendilerini eleştirilmiş hissederken, diğerleri terapistin derin bir empati gösterdiğini düşünür. Bazı bireyler, terapistin daha üstün bir bilgiye sahip olduğunu göstermesiyle kendilerini küçük düşürülmüş gibi hissedeceklerinden, herhangi bir yorumu kabul edemez. Öte yandan, bazı danışanlar, terapistin yalnızca empatik ve destekleyici yansıtmalarda bulunacağı izlenimine kapılırlarsa, bir dolgu oyuncak hayvanla konuşuyorlarmış gibi hissedebilirler. Bu tür tepkiler, hem terapötik ilişkiyi hem de danışanın terapi sürecine katılım biçimini şekillendiren önemli ipuçları sağlar.

    Her bireyin bir terapistten ne kadar ve ne şekilde destek alabileceği konusunda farklılık gösterdiği unutulmamalıdır. Analiz sürecinde bir hasta olduğum dönemde, her şeyi kendim çözmek benim için önemliydi. Bu tutum, benim oldukça karşı-bağımlı kişiliğimi (counterdependent personality) yansıtıyordu. Analistin varlığına ve aktarım tepkilerimle ilgili verilere ihtiyaç duyuyordum, ancak özellikle tedavinin ilk aşamalarında, bir başkasının yorumlarını onaylamaktan veya reddetmektense keşif hissini tercih ediyordum. (Zamanla, karşı-bağımlılığımı anlamada ve değiştirmede önemli ilerlemeler kaydettim ve analistimin söylediklerine daha fazla ilgi duymaya başladım, ancak bu birkaç yıl aldı.) Bu nedenle, çok klasik ve sessiz bir analiz yöntemi benim için idealdi. Ancak bir analist olarak çalışmaya başladığımda, çoğu insanın benden, benim terapistimden istediğimden daha fazla geri bildirim beklediğini görünce şaşırdım. Hatta kendi anlayışlarına ulaşmak için yalnızca mücadele etmeleri gerektiğini teşvik ettiğimde, kendilerini oldukça terk edilmiş hissediyorlardı. İlk bir oturumda, yorumların nasıl karşılanacağını anlamaya çalışmak önemlidir; böylece klinik etkileşim tarzınızı danışanın özel ihtiyaçlarına göre uyarlayabilirsiniz.

    Umut Aşılamak

    Terapistin kendilerine yardımcı olacağına güvenle inanan danışanlar muhtemelen azınlığı oluşturur. Çoğu insan terapiye, psikolojik sorunlarını çözmek için inkar, irade gücü, kişisel gelişim kitapları ve bitkisel ilaçlar gibi birçok yaklaşımı denedikten ve hiçbirinin işe yaramadığını gördükten sonra başvurur. Terapi genellikle bir son çare olarak görülür ve danışanlar bu sürece önemli ölçüde moral bozukluğu ve şüphecilikle gelirler. Mesleğimizi ne kadar yüceltsek de, terapistlerin halk arasında yüksek bir itibara sahip olduğuna inanmak yanıltıcı olur. Psikoterapistler, az da olsa haklı gerekçelerle, genellikle ciddi psikolojik sorunları olan, ancak diğer insanların da “çılgın” olduğunu hatırlayarak kendilerini daha iyi hisseden kişiler olarak görülürler. Bu nedenle, terapiye gelen birçok danışan, bize karşı, sunabileceklerimiz konusunda derin bir şüphe taşır. Yine de, bir terapistle tanıştıklarında ve o kişinin görünüşte aklı başında, yetkin bir insan olduğunu fark ettiklerinde, bir miktar iyimserlik geliştirebilirler. Umut aşılamak, danışanın demoralize olmuş bakış açısını değiştirmeye başlamak için kritik bir adımdır.

    Yeni bir danışan için, terapistin basitçe “Size yardımcı olabileceğimi düşünüyorum” demesi rahatlatıcı bir sürpriz olabilir. Genellikle ilk görüşmenin sonlarına doğru, danışanın sorunları hakkında ön bir anlayış geliştirdiğimde, bu ifadeyi kullanırım ve gerçekten de bunu kastederim. Bu ifadenin bazı varyasyonları şunlar olabilir:

    • “Sorununuz çok uzun süredir devam eden ve yerleşik bir durum. Bu konuda ilerleme kaydetmenize yardımcı olabileceğimi düşünüyorum, ancak bu uzun bir süreç olacak.”
    • “Size yardımcı olabileceğimi düşünüyorum, ancak yalnızca bağımlılığınızı doğrudan ele alıp AA’ya ya da insanları uyuşturucudan kurtarmada başarı oranı yüksek başka bir programa katılırsanız.”
    • “Fobilerinizin bir sonucu olarak diğer insanlarla yaşadığınız uzun vadeli sorunları anlamanıza ve bunlarla başa çıkmanıza yardımcı olabileceğimi düşünüyorum, ancak bu korkunç ataklardan hemen kurtulmak istiyorsanız, önce ya da aynı anda, fobik tepkilerin kısa süreli tedavisi konusunda uzmanlaşmış bir meslektaşıma gitmeyi düşünebilirsiniz.”
    • “Size yardımcı olabileceğimden eminim, ancak bu, aynı zamanda duygu durum bozukluğunuz için bir psikiyatristle ilaç tedavisini de görüşmeniz koşuluna bağlı.”
    • “Değişimin mümkün olduğuna dair hiçbir umudunuz olmadığını ve umutsuzluğunuzun bir sonucu olarak bana geldiğinizi fark ediyorum. Sanırım bir süreliğine ikimizin yerine de umudu ben taşımak zorunda kalacağım.”

    Bu tür ifadeler, danışanın tereddütlerini azaltmaya ve terapinin potansiyeline dair bir güven oluşturmasına yardımcı olabilir.

    Terapi Sözleşmesinin Pratik Yönlerini Ele Alma

    Görüşme Süresi ve Zamanı

    Profesyonel sözleşmenin pratik yönleri konusunda herhangi bir belirsizliğin bırakılmasına gerek yoktur. İki taraf birlikte çalışmaya karar verdikten sonra, ilk görüşmenin bir parçası olarak uygun bir zaman belirlemek önemlidir. Bu zamanın düzenli olması tercih edilir, ancak danışanın programı düzensizse (örneğin, profesyonel müzisyenler veya diğer performans sanatçıları için bu durum geçerli olabilir) ve terapist değişken bir görüşme zamanına uyum sağlayabiliyorsa, bu durum esneklikle ele alınabilir. Terapist, sabah çok erken ya da akşam çok geç saatlerde çalışmak istemiyorsa, hoşnutsuzlukla karşılanacak bir randevu saati sunmamalıdır. İlk görüşmede şuna benzer bir açıklama yapmayı alışkanlık haline getirmişimdir: “Seanslarım 45 dakika sürer. Bazen, özellikle yoğun bir konu konuşuyorsanız, süreyi birkaç dakika aşabiliyorum, ancak genel olarak seansı zamanında bitiririm.” Bazen hastalarım bana beş dakika kala kendilerine haber verip vermeyeceğimi soruyorlar ve ben de genellikle bunu yapmayı kabul ediyorum, ancak daha sonra bu isteğin anlamını anlamaya çalışıyorum. Ofisimde, danışanın görebileceği bir saat bulunur. Böyle bir talebin arkasında genellikle, bastırılmış bir bağımlılık ihtiyacı ve/veya terapistin seansı zamanında bitirme pratiğine yönelik bir düşmanlık yatabilir. Bu tür net açıklamalar, hem terapötik sürecin sınırlarını belirler hem de taraflar arasında sağlıklı bir iletişim kurulmasına olanak tanır.

    Ödeme

    Yeni başlayan terapistler için para konusunda doğrudan konuşmak genellikle zordur. Ben de mesleğe ilk başladığımda, beni bu kadar büyüleyen bir şey için ödeme almayı hayal etmekte bile zorlandığımı hatırlıyorum. Ayrıca, birçok terapist kendisini ve sunduklarını yeterince değerli görmez ya da kendi terapistleriyle karşılaştırılabilir bir ücret talep ettiklerinde endişeli bir rekabet hissi yaşayabilir. Ancak bir süre sonra, kendini feda etmeye yatkın bir terapist bile, bu işin aynı zamanda yaşamını kazanmanın bir yolu olduğunu fark eder. Bu iş, sonsuz derecede tatmin edici olmasının yanı sıra aynı zamanda oldukça talepkar ve yorucudur. Para, profesyonel bir ilişkinin gerçeği olduğuna göre, bu konuda dürüst, özür dilemeden net ve makul bir yaklaşım sergilemek önemlidir. Bu, hem terapistin kendi emeğine değer vermesini hem de danışanla açık ve sağlıklı bir ilişki kurmasını sağlar. Ayrıca, ödeme hakkındaki belirsizlikleri azaltır ve terapötik sürecin daha yapılandırılmış bir çerçevede ilerlemesine katkıda bulunur.

    Böyle bir tutum, terapistin kendi iyilik haliyle uygun bir şekilde ilgilendiğini ifade eder ki bu, özellikle mazoşistik danışanlar için iyi bir örnek teşkil eder. Aynı zamanda sınırları test etmeye eğilimli olanlar için de faydalıdır. Bir keresinde, bir psikiyatristi tedavi ettim ve daha sonra bana, onun için en terapötik şeylerden birinin ilk görüşmemizde gerçekleştiğini söyledi. Ücretimi sorduğunda, ona kırk beş dakikalık bir seans için ne kadar ücret aldığını sordum. Bana ücretini söylediğinde, “Bu benim için de uygundur,” dedim. Aslında, onun ücreti benim normal ücretimden daha yüksekti, ancak onun, kendisinden daha az ücret talep eden birini gizliden gizliye küçümseyeceğini hissetmiştim (bkz. Dokuzuncu Bölüm). Bu etkileşimin nasıl terapötik olduğunu açıklarken, bana güvenebilmek için benim kendi ihtiyaçlarımı gözetip manipüle edilemez biri olduğuma inanması gerektiğini, çünkü annesinin manipüle edilebilir biri olduğunu anlattı.

    Bu benim normalde ücret belirleme yöntemim değildir. Genellikle sadece şu şekilde bir açıklama yaparım: “Ücretim ____. Bununla ilgili bir sorun yaşar mısınız?” Eğer danışan, düzenli ücretimin onun için bir zorluk oluşturduğuna dair makul bir gerekçe sunarsa, özellikle birden fazla seans almak isteyen ve bu seanslardan fayda görebilecek kişiler için ücrette bir miktar esnek olabilirim. (Terapinin standart ücretlerini karşılayamayan danışanları tedavi etmekten keyif aldığım için, haftada dört saat oldukça düşük bir ücretle çalışıyorum. Böyle bir düşük ücretli seans için bir boşluk olduğunda, daha az maddi imkanı olan birini bu yere yerleştirip, belirli bir miktar düşük ücretle çalıştığımı açıklıyorum.) Ayrıca danışana, her seans sonrası mı yoksa aylık mı ödeme yapmayı tercih edeceğini soruyorum. Eğer aylık ödeme yapılacaksa, ödemeyi takip eden ayın ortasına kadar almayı tercih ettiğimi belirtiyorum. Bunun nedeni, daha büyük borçları taşıyabilecek şekilde finansal düzenimi organize etmemiş olmamdır. Danışana, fatura isteyip istemediğini veya sigorta işlemleri için bir faturaya ihtiyacı olup olmadığını soruyorum. Eğer fatura üçüncü bir tarafa sunulacaksa, önceden ödeme yapılmasını ve geri ödemenin danışana gelmesini talep ediyorum. Bu düzenlemeyi, sigorta şirketi personelinin yaptığı hatalar ve gecikmelerin sıklığını açıklayarak gerekçelendiriyorum. Deneyimlerime göre, bu tür hatalar oldukça yaygındır. Bu durumda, sigorta şirketiyle ödeme konusunda mücadele eden ben değil, danışan olacaktır.

    Yönlendirilmiş sağlık şirketiyle (managed care) çalışmam. Eğer bir hastanın sigorta avantajları bir yönlendirilmiş sağlık şirketine bağlıysa, onlara neden bu sistem altında etik terapi yapmanın neredeyse imkansız olduğuna inandığımı açıklarım. Yakın zamana kadar (son dönemde bu konuda farkındalık artmaya başladı), çoğu danışan bu tür düzenlemelerde gizliliklerinin tehlikeye atıldığını öğrenince şok oluyordu. Ayrıca, bir yönlendirilmiş sağlık şirketinin işverenlerine tam kapsamlı psikoterapi hizmetleri sunduğunu pazarlamasına rağmen, gerçekte sadece kısa süreli kriz müdahalesinin karşılandığını öğrenince dehşete kapılıyorlar. Yönetimli bakım organizasyonları, kaliteli ruh sağlığı tedavisini değersizleştirerek ve bunu varlıklı kişiler dışında herkes için erişilemez hale getirerek büyük bir yanıltma gerçekleştirmiştir. Bu, tüm “tıbben gerekli” bakımı sağlayacaklarını vaat ederek ve ardından “tıbbi gereklilik” tanımını neredeyse tüm psikoterapiyi dışlayacak şekilde yeniden tanımlayarak yapılmıştır. Bu kitabın yayımlandığı döneme kadar, bu özünde kusurlu ve etkisiz “maliyet kontrolü” sistemini değiştirmek için güçlü bir kamu hareketinin oluşmasını umuyorum. Çünkü eskiden sağlık hizmetlerini finanse eden paralar artık kurumsal kârlara aktarılıyor.

    Devam ediyor…