Önceki bölümlerde içten dinlemekten bahsettik; tüm bedenimizle dinlemekten; duyguların tüm yapısı boyunca dinlemekten, yani somatik, motorik, imgesel ve sözel kayıtlara kadar dinlemekten. İçten dinlemenin gerçekleştiği alanı yaratmaktan bahsettik: sükunet, açıklık, disiplin. Takip eden bölümlerde, anlama sanatına [art of understanding], terapinin arka planında çalan fa notalarını [bass note] duyabilmek için kulağı geliştirmeye odaklanacağız.
Zamanla ve çokça pratikle, terapide olanların müziğini tam anlamıyla takdir etmeye ve hatta bu müziğe katılmaya başlayabiliriz. Anlama sanatı gerçekten edinilmiş bir sanattır. Freud’dan itibaren geçen yüz yıl içinde geliştirilen perspektifleri içerir. Bir kişinin ömrünü aşan klinik duyarlılıkları gerektirir. Ancak her zaman başlangıç adımları vardır ve benim görevim de bizi bu adımlardan bazılarına götürmektir.
Sonraki bölümlerde, terapinin gerçekleştiği öznelerarası alana birlikte bakacağız (dikkat çekmeden bunu zaten yapmaya başlamıştık). Bu bölümde ise öznelerarasılık (intersubjectivity) kendisini ve bu alandaki analitik üçüncü kişinin birlikte oluşturduğu yeri tartışacağız. Ardından, hastanın “nesne ilişkileri [object relations]” hakkında konuşacağız -hastaların, kendi dünyalarında kendileri ve başkalarıyla nasıl ilişki kurduklarını belirleyen ve sınırlayan içselleştirilmiş ilişkisel yapıları hakkında. Daha sonraki bölümlerde ise, bu içsel “nesneler” dünyasının özel bir tezahürü (dışavurumu) olarak aktarımı [transference] ele alacağız. Kendi karşı-aktarımlarımızın [countertransference] rolüne (ve faydasına) ve hastayla aramızda olan bitenin “bizim” meselelerimizden nasıl ayırt edileceğine bakacağız. Hastanın bizimle ve kendisiyle olma biçimini (ve bizimle ve kendisiyle olmayı reddetme biçimini) yönlendiren ve belirleyen temel kaygıları konuşacağız. Tüm bunları, psikodinamik psikoterapi deneyiminin gerçekten amaçladığı şeyi göz önünde bulundurarak yapacağız: bir kişinin insanlığını daha dolu ve zengin bir şekilde yaşamasını sağlamak.
Amaç
Başlangıçta, psikodinamik psikoterapistler olarak çalışmamızın amacını daha geniş bir şekilde ele alalım. En temel düzeyde, Ogden’ın sözleriyle, psikanalitik psikoterapi (hastanın) “şu ana kadar başardığından, daha dolu anlamda insan olmasına” yardım etmeyi hedefler. Daha sonra şöyle devam eder: “İnsan olma çabası, bir insanın hayatında, zamanla kişisel hayatta kalma mücadelesinden daha önemli hale gelebilecek çok az şeyden biridir” (1997: s. 15).
Ogden, aşağıdaki güzel pasajda, psikoterapötik görevin doğasında var olan bütün insanlık arayışını anlatmak için Goethe’nin Faust’undan yararlanır:
“Ve karar verdim ki en içteki benliğim, tüm insanlığın payına düşeni paylaşacak; onların yüksekliklerini ve derinliklerini anlayacağım, kalbimi tüm sevinç ve üzüntüleriyle dolduracağım, ve bu şekilde kendimi onların seviyesine yükselteceğim; ve onlar gibi ben de yıkılacağım.” (s. 46).
(Ogden, 1997: s. 16)
Amaç bundan daha az değildir: daha bütün anlamda insan olmak. Bu, ifade edilmesi ne kadar kolay olsa da, gerçekleştirilmesi olağanüstü derecede zor bir hedeftir ve hiç kimse bunu tamamen başaramaz. İnsan olmak, yaşamın sıradanlığında kaybolabilir. Başarı için feda edilebilir. Keder ve hayal kırıklığı tarafından boğulabilir. Aşık olmakla taklit edilebilir. Mali kazanç arayışıyla sömürülüp tükenebilir. Aile işlevsizliğinin mirası tarafından sindirilebilir. Bağımlılıklar tarafından emilebilir. Sapkınlıklarla yer değiştirebilir. Mutluluk arayışında kaybolabilir.
Anlama İşi: Alışmak
İçten dinleme [listening deeply] sanatı, bir başkasının gerçekten insan olmasına yardımcı olma hedefine ulaşmak için uzun bir yolu kat etmemizi sağlar. Bu tür bir dinlemenin armağanı gerçekten nadir ve değerlidir. Ancak psikodinamik görevin bundan fazlası var. Psikanalizin gerçek dehası, başlangıcından bu yana, anlama [understanding] işinde yatmaktadır -seanstan seansa ve zamanla duyduklarımızı (bastaki notalarda) anlamakta. Son elli yılda giderek artan bir şekilde, psikanalizin dikkati, sadece hasta içinde olanı değil, hasta ve terapist arasındaki ilişkiyi anlamaya yönelik olmuştur. Neyse ki, bu çalışmanın bir parçası olan anlama işi için, Freud’un kendisi tarafından bize verilen bazı yön belirleyici eksenler vardır.
Birçok kişi, resmi psikanalizin ilineklerini [accident] ve vurgularını [accent] -haftada 4-5 kez yapılan seanslar, divanın kullanımı, enstitü eğitimi, “analist” ve “analizan” kelimelerinin kullanımı- gerçek ya da hakiki [bona fide] psikanalitik psikoterapinin göstergeleri olarak düşünür. Freud bu görüşte değildi. O “aktarımı ve direnci, bilinçdışının varlığını ve rolünü konu edinen her şeyin psikanaliz olarak adlandırılmayı hak ettiğini” söylemiştir (Freud, 1914). Öyleyse bunlar -bilinçdışı, aktarım, büyümeye karşı direnç- anlama sürecimizin yön belirleyici eksenleridir [axes of understanding]. Bunu psikanaliz, psikanalitik psikoterapi, psikodinamik psikoterapi ya da nesne ilişkileri terapisi olarak adlandırsak da -adını ne koyarsak koyalım- eğer anlama çalışmamızı bilinçdışı ve aktarım eksenlerine doğru yönlendiriyorsak, psikanalitik çalışma yapıyoruz demektir.
Anlama sanatından daha ayrıntılı bahsetmeden önce vurgulanması gereken önemli bir noktadan bahsetmek isterim. Psikodinamik (veya psikanalitik) terapistler olarak çoğumuz, haftada 3-4-5 kez yapılan bir psikoterapiyi mümkün kılan bir ortamda çalışmıyoruz. Birçoğumuz, böyle bir terapiyi finansal olarak sürdürebilecek bir popülasyonla çalışmayacağız. Birçoğumuz, haftalık terapiyi zar zor karşılayabilen insanları içeren geniş bir insan yelpazesine hizmet etmeyi bilinçli olarak seçeceğiz. Meslektaşımın psikotik hastasının, haftada 15 dolarlık terapi seanslarını ödemek için Target’ta [Amerika’da yaygın perakende market zinciri] bütün gece çamaşır katladığını hatırlıyorum.
Psikanaliz üzerine zengin araçlar ve bakış açıları, böyle hastalar (ve terapistler) için ulaşılmaz olarak düşünülmemelidir. Eğer amacımız hastalarımıza “bütün insan olma” yolunda yardımcı olmaksa ve bilinçdışı ile aktarım eksenlerine yönelmeyi öğrenebilirsek, o zaman gerçekten psikanalitik psikoterapi yapıyoruz demektir. Elbette, psikanalitik çalışmada bu anlama eksenlerine yönelmeyi öğrenmek küçük bir uğraş değildir ancak öğrenme işine kendini adayanlar için tamamen ulaşılabilirdir. Önümüzdeki sayfalarda bu eksenlere yöneleceğiz.
Öznelerarasılık: Bir…
Öznelerarasılık: temel bir kavram. Psikanaliz, başlangıcından bu yana yaşayan bir sanat biçimi olmuştur ve katkıda bulunanların eklenmesiyle değişmiş ve gelişmiştir. Freud’un çalışmasındaki anlayışın odağı, gerçekten de parlak olduğu kadar, “tek kişili [one-person]” bir psikoloji bağlamındaydı. Bu kişi, analiz edilmek üzere bir analiste gelirdi (genellikle kendisi isteyerek). Analist, hastanın serbest çağrışımlarını dinler ve hastanın semptomlarının bilinçdışı kökenlerini bütünleştirici bir şekilde anlamlandırırdı. Analist, hastanın kendi bilinçdışı motivasyon sistemini görme ve anlama konusundaki dirençleriyle çalışır ve hastanın kendisiyle bu sistemin bir parçası olarak ilişki kurma biçimlerini gözlemlerdi. Analiz sırasında, analist bir hasta ile çalışırken duygusal rahatsızlık veya dengesizlik yaşarsa, bu analistin içinde bir şeylerin ters gittiğinin bir işaretiydi ve hastayı analiz etmeye geri dönebilmek için karşı aktarım sorunlarını çözmek onun göreviydi.
…Artı Bir…
Geçtiğimiz altmış yıl boyunca, psikoterapötik karşılaşmanın yeri giderek teorik terimlerle hastanın ve terapistin katkılarını içerecek şekilde değişti. Winnicott’un gözlemiyle, bebeğe bakan anne olmadığında bir bebekten bahsedilemeyeceği, (Winnicott, 1960), artık terapi odasında bir değil, iki bağlantılı kişi olduğunu fark ediyoruz -iki “özne”- ve her birinin “öznellikleri” terapötik karşılaşma boyunca oyundadır. Bu iki kişi, “analitik ikili [analytic dyad]” dediğimiz şeyi oluşturur. Elbette, dahil olan iki kişinin rolleri asimetriktir. Terapist, Winnicott’un dilinde, hastanın psikolojik gelişimini kolaylaştıran diğeri için bir “kucaklayıcı çevre [holding environment]” sağlamakla ilgilenir; hastanın rolü, zamanla, bu tür bir desteği gerçekten bu gelişimi teşvik eden her şekilde kullanabilmektir.
…Üç Eder
Giderek, Bion’un yazılarının (ve diğer birçok araştırmacının) etkisiyle, hasta ve terapistin birlikte bir “üçüncü” alanı ortaklaşa yarattığını, aralarındaki “intersubjektif” alanı tanımaya başladık. Bu alan, her iki kişinin de farklı şekillerde katkıda bulunduğu, ancak hiçbirinin bireysel olarak sahiplenmediği bir alandır. Bu alanda, her iki kişinin bilinçli ve bilinçdışı ürünleri oluşur, bilgilendirir ve terapideki anlara ve anlayışlara katkıda bulunur.
Ireland (2003), bu öznelerarası karışımı tanımlamak için atomaltı (psişik) parçacıklar metaforunu kullanır. Sanki iki kişinin protonları, nötronları ve elektronları birbirine karışıyor, çekim ve itme etkisi yaratıyor ve karışımlarında yeni bir şey oluşturuyorlar. Ogden, iki kişinin öznel dünyalarının birleşimini temsil eden bu “üçüncü” alanı “öznelerarası analitik üçüncü [intersubjective analytic third]” olarak adlandırmıştır. “Analitik üçüncü [analytic third]”, terapide anlayış çalışmasına derin bir katkıda bulunur ve modern psikanalitik literatürde iyi bir şekilde tanımlanmış ve ayrıntılandırılmıştır (Atwood & Stolorow, 1984; Bion, 1952, 1959, 1962a; Ogden, 1982, 1994, 1997, 2001, 2005, 2009; Sandler, 1976; Stern, 2004’e bakınız).
Üçüncü Alan
Artık belli bir terminolojimiz olduğuna göre, bunun hakkında birlikte yavaşça ve dikkatlice düşünelim. Aslında, terapistler olarak terapiye nasıl açıldığımız ve kendimizi terapi içinde nasıl konumlandırdığımız sayesinde, terapistin veya hastanın tek başına üretemeyeceği (içgörü, anlayış veya deneyim açısından) bir üçüncü deneyim alanı olasılığı yarattığımızı söylüyoruz. Bu üçüncü alan -bu “olasılık”- herhangi iki kişi bir araya geldiğinde veya bir terapist ve bir hasta birlikte çalışmaya karar verdiğinde otomatik olarak yaratılmaz. Herhangi rastgele bir terapötik karşılaşmanın doğal yan ürünü değildir. Yaratılmasının koşulları oldukça özeldir ve şimdiye kadar bahsettiğimiz alan, sessizlik, içten dinleme, terapötik çerçeve ve burada tartışacağımız bazı unsurları içerir. Bu koşullar göz önüne alındığında, bu öznelerarası analitik üçüncünün ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir.
Öznelerarası Ortak Yaratım
Peki, ne tür bir şey ortaya çıkabilir? Önce basit bir hamilelik metaforunu kullanayım. Normal koşullarda, bir hamilelik iki kişinin, yakın ve açık bir samimiyet gerektiren bir cinsel karşılaşmada buluşmasını gerektirir. Bu cinsel buluşma, karşıdaki kişiyle karşılaşmaktan başka bir şey beklemez. Ancak, kutsal anlar, şaşırtıcı bir şekilde, her iki taraftan da bazı parçaları taşıyan ve hiçbirini tamamen yansıtmayan yeni bir şey -üçüncü bir varlık- üretir. Bu yeni varlık yani üçüncü, her iki tarafın tek başına katkıda bulunabileceğinden öte bir şey taşıyacaktır. Bu “üçüncü”, onların dikkatini çekecek ve iki partner arasında benzersiz ve samimi bir buluşma zemini sağlayacaktır. Her ikisi tarafından kavranması, her ikisi tarafından öğrenilmesi, her ikisi tarafından tanınması gerekecektir. Her birine yenilikler getirecektir. Zamanla büyüyecek ve değişecektir. Bu şekilde, bir çiftteki her iki partnerin katkılarından bir üçüncü yaratılır; bu, her iki tarafın parçalarını taşır ama birinden veya diğerinden, hatta ikisinden bile farklıdır ve daha fazlasıdır.
Öznelerarası psikodinamik psikoterapi alanında, analitik üçüncüde ortaya çıkabilecekler, önceki metaforun tam olarak önerdiği gibidir. Yeni bir şey doğar -farklı bir his, paylaşılan bir duygu, başka türlü erişilemeyen bir imge veya metafor, salt çıkarım yoluyla veya hatta zamanla diğerini dikkatle dinleyerek bile ortaya çıkamayacak bir içgörü. Bu alan, diğerinin içsel deneyimine erişim sağlar ve nihayetinde, yalnızca bir ortak yaratım süreci aracılığıyla elde edilebilecek bir anlayış sunar. Bu, aynı zamanda bir gizem ve bir armağandır.
Düşlemleme (Reverie)
Bu yeni şeylerin kendini sunduğu bir form, terapistin (ve genellikle hastanın) düş görme benzeri bir süreç olan “hayallere dalma” ile ortaya çıkar. Düşlemleme [reverie], uyanıkken uyku zamanındaki rüyalara benzer bir süreçtir. Terapistin (veya hastanın) bilincine, “gündelik, sıradan, göz önünde olmayan düşünceler, duygular, fanteziler, tefekkürler, gündüz düşleri, bedensel hisler ve benzeri” biçimlerinde gelir (Ogden, 2001: s. 21). Düşlemler somatik, motorik veya görsel (hatta işitsel) kayıtlar şeklinde kendini gösterebilir (bkz. Bölüm 4 ve 5). Bunlar, kendimizi derin bir iç sessizliğe bırakıp varlığımızın açıklığını en geniş şekilde açtığımızda gerçekleşir. Terapistin oturum sırasında subliminal olarak ortaya çıkan bu süreçler, dinleme/anlama sürecinde temizlenmesi gereken zihinsel kalıntılar gibi görülebilir. Ancak bunlar, ortak yaratılmış analitik üçüncüden çekilmiş olduklarından, bazı anlarda terapisti doğrudan hastanın içsel deneyimine bağlayan ham ögeler içerebilir ve nadir bağlantı anlarına ve başka türlü erişilemeyen içgörülere yol açabilir. Sanki, anlık olarak, tek bir zihni paylaşıyormuşuz gibi hissedilir (bu zihnin ne bize ne de hastaya ait olduğu). Bu tür anlar, karşımızdaki hastanın yerinde olmanın nasıl olduğunu ve bu hasta ile ilişkide olmayı anlamamıza yardımcı olur. Sürecin bu kısmını bu bölümde ve bir sonraki bölümde örneklerle açıklayacağım. Şimdilik bu düşünceyi aklınızda tutun, daha sonra tekrar döneceğiz.
Analitik üçüncüyü birlikte yaratmak için kendini ve terapötik alanı hazırlamak edinilmiş sanatın bir parçasıdır. Kesinlikle içten dinlemeye dayanır. Ancak belki de ondan sadece bir adım daha ileri gider. Bu öznelerarası birlikte yaratma sürecinde, terapistler olarak kendimizi diğerinin psişik enerjisini hissetmeye ve ondan etkilenmeye açmak için örtük bir anlaşma yapmalıyız. Sanki bu çalışma için, normalde yarı geçirgen olan psişik zarlarımızı gönüllü olarak daha geçirgen, daha kolay nüfuz edilebilir, etkilenebilir, diğerinin psişik “parçacıkları” tarafından ihlal edilebilir hale getiriyoruz.
Öznelerarasılık: Karmaşık Bir Süreç
Elimden geldiğince açık olmaya çalışayım. Terapinin çerçevesini (başlangıç, bitiş saatleri, tempo, kim önce konuşacak vb.) kontrol altına alırken, ilk baştan itibaren kendimizi bu kişinin nasıl olduğuna dair bir temel örneklem almak üzere alıcı konumuna getirmeye çalışırız. Bu çabanın hizmetinde, kendi geçirgenliklerimizi ayarlarız ve hastanın parçacıklarının bize nasıl çarptığını, onların enerjisinin bizi nasıl etkilediğini fark etmeye çalışırız. Onları kabul ederiz; parçacıklarının bizim psişik parçacıklarımıza çarpmasına, onları etkilemesine ve bazen onların düzenini değiştirmesine izin veririz. Bazen bu parçacık çarpışması (veya akıntı, veya baştan çıkarma, veya zehirleme) içinde psişik dengeyi kaybederiz. Psişik dengenin nasıl kaybolduğunu gözlemleriz ve bir noktada bunu hastamızla birlikte anlamaya çalışırız.
Başlangıçta, bu birçok form alabilir. Birinin varlığında boğulmuş hissedebiliriz ya da onları gördüğümüzde gerçekten mutlu olabiliriz. Onların çok yakışıklı ve sempatik olduklarını görmek bizi tatmin edebilir. Kendimizi yeterince akıllı veya zeki hissetmeyebiliriz. Seslerinin hacminden veya ritminden nefret edebiliriz. Kendimizi hoş bir şekilde idealize edilmiş veya umutsuzca güvensiz hissedebiliriz. Uygulamamızı biraz farklı bir şekilde yapmaya çekilebiliriz. Kendimizi alışılmadık şekilde endişeli, konuşkan veya yardımsever bir halde bulabiliriz. Bunlar, çeşitli hastalarla kesinlikle hissettiğim şeylerdir.
Herkesle bir his yaşarız. Herkes psikolojik parçacıklar yayar. Bizim görevimiz, bu parçacık bombardımanına (veya banyo [bath] ya da sızıntıya) açık olmak ve buna katılmaktır (bazen istemeden de olsa). Ancak her zaman içimizde terapist olarak tuttuğumuz ve tüm bunların olup bittiğini gözlemleyen bir şey olmalıdır. Bu, bizim görevimizdir; ancak bu tür gözlemleri bilinçli hale getirmek, genellikle ilk başta erişilebilir olmayabilir ve uzun sürecek gibi görünebilir.
Bir “Particul-ar” Örneği
Belki bu süreci anlatan hızlı bir örnek yardımcı olabilir. Geçen Perşembe, sadece üç haftadır gördüğüm bir hastayı görmeyi dört gözle bekliyordum. Kendisi belirgin bir Tip-A [dışa dönük, hırslı, sert bir şekilde organize olmuş, statü bilinci yüksek, sabırsız, endişeli, proaktif, işkolik ve zaman yönetimiyle ilgilenen] işadamı ve terapinin hedefi, midedeki stres mesajlarını daha etkili bir şekilde nasıl aşacağını bulmak. Günün seanslarından önce evde, ne giyeceğime özellikle dikkat ettim. Birkaç seçenekten vazgeçip, daha önce hiç giymediğim bir kıyafet ve Tayland’dan bir arkadaşımın verdiği bir şal seçtim. O gün derli toplu ve sofistike görünmek istedim, ama neden olduğunu bilinçli olarak fark etmedim.
Bu küçük ama önemli bir örnek, bu hasta ile bizim öznelerarası alanımızda oluşan şeylerin bir parçası. Onun içsel mükemmeliyetçilik baskısının, ruhsal yapımda ince bir etkisi olabilir ve bu da bilinçsiz kıyafet seçimlerimi bile etkileyebilir.
Bir diğer örnek ise geçen hafta terapi seansını bitirdiğimde fark ettiğim şey. Su sebiline yürürken, tüm üst kaslarımın gerildiğini ve nefesimin derin olmadığını fark ettim. Seans boyunca baskı altında hissetmiştim. Bu baskı, ona pratik çözümler sunmam için hissettiğim baskıdan kaynaklanıyordu; bunu yapmakta direniyordum ama büyük bir çaba gösteriyordum. Terapinin bu erken aşamasında, rahat olmasam da, parçalarımın bu hastanın alıcı [receiving] tarafında olmanın ne olduğunu hissettiğini biliyorum. Şu ana kadar, parçalarım “derli toplu” ve “işleri teslim etme” baskısı altında hissettiriyor. Zamanla, bu öznelerarası parçaların karışımı devam ettikçe, onun bana bu gerginliği ve baskıyı hissettiren biri olduğunu ve muhtemelen kendisinde de hissettiğini daha iyi anlayabileceğim. İlerledikçe daha derinlemesine örnekler vereceğim, ancak tartışmayı sadece anlık olarak güncel, yeni başlayan, gerçek yaşam deneyimine dayandırmak istedim.
Bu sürecin vazgeçilmez koşulları olan içten dinleme sayesinde, zamanla hastalarımızın üzerimizdeki ruhsal etkisinin farkına varmayı ve bu etkiye daha fazla uyum sağlamayı öğrenebiliriz. Herkesin bir enerjisi, üzerimizde bıraktığı bir etkisi vardır. Bu etkinin farkına varmak ve bu etkiyle içimizde nasıl hareket ettiğimiz -fiziksel deneyimimizde, duygularımızda, düşüncelerimizde ve bu hasta ile olan davranışlarımızda nasıl ince bir şekilde değiştiğimiz-, diğer kişinin içsel psişik alanını anlamaya yönelik önemli bir yapı taşıdır. Ardından, onların parçacıklarının bizimle benzersiz şekilde iç içe geçmesiyle, beklenmedik olanın ortak yaratımı, doğum alanı olarak adlandırdığımız analitik üçüncüde ortaya çıkabilir.
Bu öznelerarası analitik üçüncünün bir vaka örneğini detaylı olarak bir sonraki bölümde sunacağım. Ancak önce, bu öznelerarası alana daha spesifik bir şekilde nasıl girebileceğimizi ve bu süreci yarı zamanlı bir sıraya nasıl sokabileceğimizi açıklamak istiyorum.
Bu sıranın unsurlarını “karşılaşma anları,” “girdap anları” ve “çökme anları” olarak adlandıracağım; bunlar, öznelerarası süreci kendi kendimle konuşurken oluşturduğum kısaltma terimleridir.
Bir Hatırlatma
Hızlı bir hatırlatmada bulunacağım. Şimdi bizi götürdüğüm alan, psikodinamik psikoterapinin açık alanıdır. Diğer perspektiflerden gelen süpervizörler ve meslektaşlar, genellikle semptomları hafifletmeye odaklanan farklı teorik çerçevelerle çalışırlar ve genellikle sizin terapötik ilişki deneyiminize özel olarak ve öncelikli olarak odaklanmazlar. Diğer terapi okullarıyla bazı ortak noktalarımız olduğu gibi; bazı şeyler farklıdır. Elbette dinleme sanatının bazı kısımlarını ortak paylaşıyoruz.
Ancak anlama sanatı -analitik üçüncüde duyduklarımızı ve deneyimlediklerimizi anlamlandırma- diğer terapi okullarından belirgin bir ayrılma noktasıdır. Bu, farklı bir hedef [goal] (birinin bütün insan olmasına yardımcı olmak) ve farklı bir süreç [process] (bilinçdışı, aktarım ve direnç ile analitik üçüncüde çalışma) ile temsil edilir. Psikodinamik bir klinisyen olarak aldığınız kademeli eğitim ve deneyim, analitik üçüncü alanında çalışmanızı ve bu alandan faydalanmanızı optimize etme olasılığını artırır.
Üç “An”
Öyleyse birlikte bu üç unsurdan bahsedelim -üç andan. İlk olarak bu üç bileşenden ilki olan “karşılaşma anları”ndan bahsedeceğim, ancak muhtemelen bu anlara konuşmanın başından beri atıfta bulunduğumu fark edeceksiniz.
Karşılaşma anları
Terapinin geçirgen öznelerarası parçacık karışımında beklenmedik “karşılaşma anları [moments of meeting]” meydana gelebilir. Bunlar, başka türlü bilemeyeceğimiz şeyleri öğrendiğimiz veya başka türlü paylaşamayacağımız şeyleri paylaştığımız anlardır.
Derslerimde, bu anları tanımlamak için bir metafor geliştirdik. Hasta ve terapist arasında büyük bir çorba tenceresi olduğunu hayal ediyoruz. Bu tencerenin içine her iki kişinin (genellikle dile getirilmeyen) psişik katkıları (birinden havuç, kereviz, defne yaprağı vb.; diğerinden soğan, tavuk, sarımsak vb.) giriyor. Çorba pişiyor ve karışık tatları paylaşılan alana (analitik üçüncü) yayılıyor, bazen çorba pişerken hafızayı, içgörüyü, arzuyu, deneyimi uyarıyor veya şu veya bu tadı öneriyor.
Bu ortak yaratılmış dalgalanmalar terapistin bilincine düşlemler [reverie] biçiminde gelir ve kendilerini somatik, motorik veya imgesel (görsel veya hatta işitsel) kayıtlarda sunarlar. Açıkladığım gibi, düşlemler seans sırasında terapistte bilinçaltıyla ilgili olarak [subliminally] gerçekleşir, önemsiz zihinsel molozlar gibi görünür, hatta belki de dinleme/anlama süreci için dikkat dağıtıcı şeylerdir. Ancak onlar ortak yaratılmış analitik üçüncüden (çorba) çekildikleri için, bazı anlarda terapisti hastanın içsel deneyimine tamamen beklenmedik (ve açıkçası açıklanamaz) yollarla doğrudan bağlayan ham elementler (lezzetler) içerebilirler. Ortak yaratılmış çorbada, sanki bazı anlar boyunca tek bir zihni (ikimizden hiçbirine ait olmayan) paylaşırız. Bunu, örneklendirerek anlatmak daha iyi olacağı için önce örnek verip sonra açıklayacağım.
Bir gün, emekli orkestra şefi olan bir hasta ile oturuyordum. Her zamanki gibi, dinlerken sessizdim, onun bu oturumun deneyimine ve benim kendi deneyimime uzanmasına izin veriyordum. Hayatında birçok kayıp yaşamış ve duygusal dünyasını kendisine veya başkalarına çok az gösteren bir hasta olarak duygusal olarak güçlü bir gardı vardı. Bu arada, günlük hayatımın akışında sıklıkla zihnimin bir köşesinde çalan bir şarkı olduğunu bilmenizde fayda var. Bu sadece benim özel DNA’mın bir parçası. Çoğu zaman sessizce oradadır ve hatta ne çaldığını ve bana nasıl hissettiğim hakkında ne söylediğini anlamak için içime dönüp bakmam bile gerekebilir. Bu genellikle başka biriyle birlikteyken olmaz; genellikle sadece yalnızken olur.
Bu oturumda, hastamın erkek partnerinin bazı tıbbi testlerin sonuçlarıyla ilgili mücadelesi hakkında konuşurken, zihnimin arka planında Smetena’nın Moldau‘sunun senfonik seslerini duymaya başladım. İlk başta, dağın yamacından aşağıya doğru çekingen yolculuğuna başlayan küçük dere sesleri vardı. Hastamı dinlemeye devam ettim ve o konuşmaya devam ettikçe, müzik de devam etti. Parçanın kendisi, dere akarsuya, sonra da hızla akan bir akıntıya dönüştükçe güç ve hacim kazanır, ancak bu oturumda, müziğin duyulabilir hacmi zihinsel arka planımda yükselmeye başladı. Öyle belirgin hale geldi ki, hastamın anlatımına odaklanmak için çabalamam gerekiyordu. Her zamanki gibi, bu deneyimi -müzikal bir düşlemleme- ve neden bu müziğin bu oturumda bu zamanda çaldığını merak etmeme izin verdim. Tamamen habersizdim.
Teknik olarak uygunsuz bir şekilde (ki bunu tavsiye etmiyorum) sonunda hastama, “Biliyor musun, bugün sen konuşurken zihnimde Moldau çaldı, tüm oturum boyunca. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum.” dedim. “Bu, profesyonel bir orkestrada yönettiğim ilk parçaydı.” dedi biraz şaşkınlıkla.
Bu, her ikimiz için de şaşırtıcı bir “karşılaşma anı”ydı -bir terapist olarak benim yaratamayacağım bir an. Ama bu, aramızdaki karışmış psikolojik çorba tenceresinden çekilmiş bir düşlemdi. Açıklanamaz ve bilinçdışı olarak aramızda yaratılmış bir an, bu anın etkisi bizi o anda ve sonraki anlarda farklı bir şekilde bağladı. İkimiz de farkında olmadan, bu belirli küçük müzikal parçanın duygusal tonu, bu hastanın hayatında önümüzdeki iki yıl boyunca ortaya çıkacak trajik gerçek yaşam sahnelerinin habercisi olacaktı.
Cuma günü pratiğimden sadece basitliğiyle etkileyici başka bir “karşılaşma anı” örneği vereyim. Noel tatilinden dönen hastamı dinlerken, ellerimin üstünü hafifçe ovuşturduğumu fark ettim. Genellikle bir oturum sırasında düşünceler içinde aşağıya bakarken ellerime dikkat ederim, ama bu sefer, alışılmadık şekilde kuru olduklarını fark ettim. Sağ elimle sol elimin dış yüzeyinde parmaklarımı gezdirirken, elimin kuruluğunu, neredeyse pul pul olma noktasına geldiğini gördüm. Bu benim için oldukça alışılmadık bir durumdu. Dikkatimi hastama geri verdim, tatilden döndükten sonra kendisini birçok açıdan eleştirdiğinden bahsediyordu. Belki de anlık fiziksel deneyimimden etkilenerek, kendisine saldırmaya başladığı tamamen psişik yolu tanımlamak için “otoimmün” kelimesini kısaltılmış bir yol olarak kullandım. Gözlemime beklediğim şekilde yanıt vermeyen hasta, “Evet!” diye coşkuyla yanıtladı, “Ellerim korkunç durumda!” (ellerini ikimizin de görebileceği şekilde kaldırarak). “Tüm tatil boyunca kabardılar! Sanırım bu, bedenimin otoimmün tepkisi.”
Olanlar şunlardı: Aramızdaki çorba tenceresinde, onun bedensel deneyimi benim bedensel deneyimimle (ellerimdeki kuruluk) yansıtılmıştı; “otoimmün” kelime seçimim rastgele kendi zihnimden değil, aramızdaki çorbadan daha anlamlı bir şekilde gelmişti. [Otoimmün] ne kadar basit ve somut bir örnek olsa da, bu tür bir bağlantıyı -bu örnekte, benim bedenim (ellerim) ve konuşmam (“otoimmün”)- farkında olmadan onun deneyimini yansıttığını gösterir. Bu tür bir olay, genellikle analitik üçüncü çorbasından gelen düşlem alanında meydana geliyor gibi görünmektedir.
Şimdiye kadar paylaştığım diğer örneklerle birlikte (örneğin, “küre”, Niagara Şelalesi, bölünmüş ekran TV, küçük kız–gri elbise vb.) bu “karşılaşma anları”, anlık düşlem yoluyla, gerçekten bir sır unsuru önermektedir. Bu sır, mevcut nörobilimimiz tarafından anlaşılmak için çalışılıyor. Ancak bu sır, uyumlanmış (ebeveynler ve) terapistler için rutin bir deneyimdir ve bilimsel araştırmaların dikkatine sunulmaya başlanmaktadır.
Dr. Daniel Stern, tartıştığımız öznelerarasılık alanıyla ilgili güncel nörobiyolojik araştırmaları şu şekilde özetliyor:
Sinir sistemlerimiz başkalarının sinir sistemleri tarafından ele geçirilecek şekilde yapılandırılmıştır, böylece başkalarını sanki kendi tenimizin yanı sıra onların teni gibi deneyimleyebiliriz. Diğer kişiye giden bir tür doğrudan duygu yolu potansiyel olarak açıktır ve biz onların deneyimleriyle rezonansa gireriz ve onlara katılırız, onlar da bizim deneyimlerimize… “Başkalarının niyetlerini okuyabilme” ve onların ne hissettiklerini bedenlerimizde hissetme yeteneğine sahibiz. .. Her ne kadar sezgilerimizin doğrulanmaya ve ince ayar yapılmaya ihtiyacı olsa da bu ‘zihin okuma’ konusunda oldukça başarılıyız,
(Stern, 2004: s. 77)
Neden bazı seviyelerde, bir başkasının “zihnini” veya deneyimini okumaya veya tartıştığımız terimlerle, birlikte yaratılan çorbanın esintilerini yakalamaya donanımlı olabiliriz? Aslında bu kapasitenin temelini hayal etmek için türün hayatta kalmasından daha öteye düşünmemize gerek yok. İnsan olarak, bebeklerin sözel olmayan sinyallerini çözemeseydik, çok azı bebeklikten sağ çıkabilirdi.
Ve terapideki buluşma anlarının bir işlevi [function] vardır. Bunlar, hastanın bilinç öncesi, erişilemez düşüncelerine ve duygularına erişmemizi sağlar (bu analitik üçüncüde bize daha açıktır) -bu erişim, o kişinin oldukça derin, genellikle ifade edilmemiş bir düzeyde görüldüğünü ve anlaşıldığını hissetmesini sağlar. Dahası, böyle bir uyum (genellikle) kendilerine ve bize karşı daha fazla açılmalarına yol açar. Bu nedenle, analitik üçüncüde kendi geçirgenliklerimizi diğerine açtığımızda “karşılaşma anları” potansiyel olarak erişilebilir hale gelir. Bu, içten dinlemenin bir parçasıdır, ancak aynı zamanda anlama sanatının başlangıcıdır.
Girdap anları
Şimdi dikkatimizi öznelerarası deneyimdeki ikinci unsura, yani “girdap anlarına” yönlendirelim. Bu kısım, anlama sanatında daha büyük bir öneme sahiptir çünkü Freud’un aktarım ve direnç eksenlerine daha yakındır ve bilinçdışının sahnesinde gerçekleşir.
Bu, diğer kişinin ruhsal enerjisini hissetmek ve etkilenmek için kendimizi açmak konusunda yaptığımız sessiz anlaşmamıza geri dönmemizi gerektirir. Söylediğim gibi, bu, normalde yarı geçirgen olan ruhsal zarlarımızı diğer kişinin “parçacıklarına” daha geçirgen hale getirmeyi içerir. Terapinin ilk anlarından itibaren hasta ile bir ilişkiye gireriz. Daha iyi ifade etmek gerekirse, hasta ile gönüllü olarak dinamik bir etkileşime gireriz, bu etkileşim, daha önce tartıştığımız türden “karşılaşma anları” üretmenin yanı sıra, bizi bu hastanın ilişkisel dünyasında bir yere yerleştirir.
İlk seansta başlayıp zamanla evrilecek olan ilişkisel etkileşim, hasta olarak onların ve terapist olarak bizim karşılıklı etkileşimimizin ürünü olacaktır. Ancak biz terapistler olarak kendimizi doğru konumlandırırsak, bu etkileşim -ilişki-hastanın içsel ve büyük ölçüde bilinçdışı “nesne” dünyasına (içsel ilişkisel dünya) dayalı olacaktır. Eğer bunun için uygun bir alan yaratırsak -kendi kişisel ilişki kurma yollarımızla alanı kaygıyla doldurmazsak- kendimizi, hastanın şimdiki ve geçmiş yaşamındaki diğer insanlarla ilişki kurarken kullandığı tanıdık ve yönlendirici biçimler olan ilişkisel şablonlarının [relational template] alıcı tarafında bulacağız.
Bu, psikodinamik psikoterapinin özüne yakın bir konudur ve kesinlikle edinilmiş sanatın bir parçasıdır. Hasta ile aramızda harekete geçen etkileşim, hastanın “nesne ilişkisel” dünyasını birinci elden deneyimlememizi sağlar ve onu, tabiri caizse içeriden dışarıya doğru [from the inside out] anlamamıza olanak tanır. Terapide insanlar içinde bulundukları ilişki dünyasından bahsettiklerinde, onların ilişkisel dünyasını dışarıdan bir gözlemci olarak görürüz. Kendimize o dünyada (psişik) katılımcı olmaya izin verdiğimizde, içeriden bir bakış açısı kazanırız. Katılımcı oluruz ki gözlemci olabiliriz ve nihayetinde belki de o dünyayı birlikte dönüştürebiliriz.
Bu, en azından bir süreliğine kendi (ilişkisel) sahamızda oynamayı bırakmak anlamına gelir. Onlarla birlikte bir kişilerarası alana gireriz ve çoğu zaman bu alanın kuralları bilinçdışıdır, bu yüzden onları önceden bilemeyiz. Kendi içimizde yavaşça bu alanın nasıl bir his olduğunu keşfetmeliyiz. Terapinin sembolik çerçevesini (terapinin “kurallarını” ve “disiplinini”) korumamıza rağmen, kendimize başkasının (kişilerarası) oyununda bir karakter olarak yer almaya izin veririz. Bunu yapabilmek için, bir süreliğine kendi tanıdık, kendimize atadığımız rollerle oynadığımız alışılmış kişilerarası senaryomuzdan vazgeçmeli veya bunu askıya almalıyız. Bu senaryonun ayrıcalığını ve rahatlığını gönüllü olarak bırakırız ve başkası tarafından yönetilen, başkası tarafından öncelik verilen bir dünyaya gireriz.
Örneğin, bir hasta bana, ona hem rahatsızlık hem de hayal kırıklığıyla baktığımı hissettiğini söylediğinde buna itiraz etmem ve ona onu “gerçekten” nasıl gördüğümü paylaşmam gerekmiyor. Benim görevim, yanlış anlaşılmanın verdiği rahatsızlığı yaşamak ve bu diyalogda ortaya çıkan duyguları kullanarak hastanın içsel dünyasını daha iyi anlamaktır. Bir hasta, seansa beş dakika geç başlamamın anlamı konusunda kendince emin olduğunda, benim görevim onun duygu dünyasını araştırmak ve anlamaktır, gerçekte olanı veya benim gerçekliğimi öne çıkarmak değil. Daha ince ve bilinçdışı olarak, kendimi bir kişiye saygıyla, diğerine küçümsemeyle davranırken bulduğumda, durup, bu kişilerarası dramada beni hangi pozisyona yönlendirdiklerini anlamaya çalışmak benim görevimdir (bu süreci bir sonraki bölümde detaylı olarak ele alacağım).
Görülme biçimlerimiz ve bize verilen roller kafa karıştırıcı, sarsıcı ve merkezden uzaklaştırıcı olabilir. Ancak bu gönüllü görevlendirme, bizi hasta ile daha yakın temas içine sokar; böylece hastanın iç dünyasında ve dışında olmanın ne anlama geldiğini daha güçlü bir şekilde hissedebiliriz. Şüphesiz, bu kişinin terapi arayışına yönelmesinin bir parçası ve daha bütün insan olma yolunda tıkanmasının büyük bir kısmı, kişinin içinde taşıdığı ilişki eğilimlerinden kaynaklanmaktadır. Bu eğilimler, kişinin hiçbir söz hakkı olmadığı bir zamanda şekillenmiş, ilişkisel hayatla ilgili ince beklentilerdir: insanların tehlikeli olduğu, onlara güvenilmeyeceği, onların nihayetinde hayal kırıklığı yaratacağı veya sürekli desteğe ihtiyaç duydukları; ya da onların vampirleştirici, kırılgan, ilgisiz, cezalandırıcı veya onları anlamaktan aciz olduğu gibi. Bu beklentiler, kişinin ilişkilerinde -ve bizimle olan ilişkisinde- ne bekleyeceğini ve ne deneyimleyeceğini önceden şekillendirir.
Terapi sürecinde biz terapistlerin rolü, hastaların önceden belirlenmiş kalıplarına uymayan yeni bir tür ilişki yaratmaktır. Ancak burası önemli, Beth ve Eric’in güllerini hatırlayın? Eski tür ilişki filizlenmeden önce yeni bir tür ilişkiyi ikame etmeye çalışırsak, süreci durdurmuş oluruz. Çoğu yeni terapist ve birçok deneyimli terapist için bu sezgisel değildir. Bir kişiyi kendi “sevgi alanımıza” ekerek onların mükemmel bir şekilde çiçek açmasını sağlayamaz mıyız?
Cevap hayır. Çünkü belki de her şeyden öte, bizler duygusal olarak gerçeği arayan varlıklarız. Bir kişi terapiye, hayatta neler yaşadığını, bunun sonucunda ne hale geldiğini ve bu süreçte kendisinden ve potansiyellerinden aldığı derin fedakarlıkları kendisi ve bizimle paylaşmak için gelir. Kendi varlığımızı anlamlandırma ihtiyacımız vardır: nedir ve her zaman ne olmuştur? Bu birincildir. Biz terapistler olarak hastalarımızı bu temelde karşılamalı, bu durumu derinlemesine anlamalı ve böyle veya başka bir şekilde görülmeye katlanmalıyız; ancak o zaman onların içinde başka bir şeye psikolojik bir açıklık oluşabilir.
Bunu düşünmek oldukça mantıklı. Hayatımızı belirli varsayımlarla inşa ederiz: bu verildiğinde, böyle olur. Bizim hakkımızda her şey sessizce “verilenler”e [given] dayanır. “Verilenler” genellikle iznimiz olmadan, çoğu durumda, beynimiz ve psikolojimizin en çok şekillendiği evrelerde, en erken bağlanma ilişkilerimizde verilmiştir. Bu noktadan itibaren, “verilenler” genellikle zamanla tutarlı bir şekilde tekrarlanan aile sistemi içinde pekiştirilir. Yerleştiğinde, “verilenler” bizim ve aile sisteminin ötesindeki gerçekliği filtrelememizi sağlar ve böylece “verilenler” kişisel seçim aracı ve kendini gerçekleştiren bir kehanet olarak işlev görür.
Örneğin, bazı insanlar için başkalarının bakımının üstlenilmesi bir “verilen”dir. Bununla uyumlu olarak, bilinçsizce hayatlarına bakım gerektiren insanları seçerler. Terapilere geldiklerinde, bilinçsizce bu etkileri terapistlere yönlendirmeye çalışırlar. “Bugün yorgun görünüyorsunuz, değil mi? Belki erken bitirmeliyiz.” Diğerleri için ise, başkasının her zaman patlama veya çöküş eşiğinde olması bir “verilen”dir (ve bu enerjiyi analitik üçüncü alana enjekte ederler), bu nedenle onların varlığında kendimizde garip bir patlayıcılık hissederiz. Diğerleri için, kimsenin onları görmeyeceği veya onlara yaklaşmayacağı bir “verilen”dir (bu da terapide bilinçsizce deneyimlenebilir ve gerçekleşmesine neden olabilir). Bu, randevu saatini unuttuğumuz hasta olacaktır.
Bu “girdapta” yaşamak, başkasının kişisel dünyasında bu şekilde yaşamak, anlama sanatında kritik bir öneme sahiptir. Burada, hastanın gün içinde çaldığı müziğe biçim ve bağlam veren arka plandaki fa notalarıyla karşılaşırız. Bu alan, içten dinleme sanatına dayalı olarak inşa edilmiştir ve analitik üçüncüdeki “karşılaşma anları” ile desteklenir. Psikodinamik görevin sıfır noktasını tanımlar. Amacımız, hastamıza daha bütün bir insanlık hali kazandırmaktır. Bir kişinin kişisel tiyatrosuna getirdiği önyargılar, eğilimler ve verilenler, bilinçdışında insan olma hallerini kısıtlar ve boğar, bu fırsatı engeller. Faaliyet gösterdiğimiz yer burasıdır ve buraya gelmemizin nedeni budur.
Ancak başlangıçta ve çoğu zaman uzun bir süre boyunca, bir “girdap” olarak kalır -yani, ilk başta nerede olduğumuzu veya ne tür bir rol oynayacağımızı bilmemiz mümkün değildir. Bu tamamen belirgin değildir. Biz, yavaş yavaş ve bilinçsizce, diğer kişinin etkisiyle belirli şekillerde hissetmeye ve belirli şekillerde davranmaya yönlendiriliriz. Bu genellikle uzun bir süre devam eder -bazen aylar, bazen yıllar- ta ki biraz tanınabilir hale gelene kadar. Ve sonra, kendimizle veya hasta ile konuşmak için kelimeler bulmak daha da uzun bir zaman alır.
Klinikteki son haftama geri dönerek örnek verebilirim. Tip-A işadamımla, gergin ve performans odaklı hissediyordum ve normalde çalışılmış tarzımdan çok daha fazla konuşkandım. Beni oyunumdan dışarı çekiyordu. O anda onun sahasında oynuyordum. İşim geri dönmeye çalışmak ve neden başaramadığımı fark etmekti. Diğer bir kadın hastamla, korkuyordum: yetersizliğimden korkuyordum, beni paramparça ettikten sonra terapiyi bırakacağından korkuyordum. Her seans öncesinde karnım düğümlenmiş bir şekilde, endişeli bir şekilde ilerliyorum. Onun dünyasında, duygusal dengeyi bulamıyorum. Haftanın sonunda yıkıcı bir asperger sendromuna benzeri evde yaşayan erkek hastamla, ilişki hakkında konuşmanın neredeyse imkânsız olduğunu gördüm. Bu, diğer hastalarımla yaptığım bir şey değil. Ama beni, henüz keşfetmeye başladığımız evinin sahasına çekiyor. Bu, aile içi her karşılıklı etkileşimin diğerini parçalamak için bir fırsat olarak kullanıldığı bir ev sahası. Bu yüzden beni bilinçsizce bu tür konuşma akışlarının dışına itiyor. Bu, onun için ilişkimizi daha güvenli, ama aynı zamanda kişisel aile ortamının kuraklığını da tekrarladığı için daha tanıdık hale getirmişti. Son olarak, büyük ölçüde sessiz hastamla, terapinin ona nasıl değerli olabileceği konusunda kendimde alışılmadık bir özlem buldum. Her seansta ona bir can simidi sunma konusunda içimde yoğun bir baskı hissediyorum ve bu noktada yeni bir terapide, sadece o baskıyı merak edebilirim ve bu baskının yeni oluşturulan kişisel tiyatromuzda ne anlama gelebileceğini düşünebilirim.
Terapistler olarak, ister farkına varmaya çalışalım ister çalışmayalım, diğerinin girdabında yaşarız. Psikodinamik psikoterapistler olarak, girdabın içinde gönüllü olarak yaşarız; onu davet ederiz. Fakat şu önemlidir ki girdabın dışında kalan her bir parçamızla girdabın içinde neyin canlandırıldığını anlamaya çalışırız –bu hastayla nasıl hissettiğimizi, kendimizi bu hastayla nasıl gördüğümüzü, bu hastayla nasıl farklı olduğumuzu, bu hastayla hangi normal varoluş biçimimizi ihlal ettiğimizi, nasıl farklı hissettiğimizi ve davrandığımızı- ve tüm bunların bize bu hastanın hayatında işgal ettiği ve bizi kişisel misafirleri olarak davet ettiği kişiler arası ve içsel dünya hakkında ne anlattığını. Genellikle, bu anlayışlar bize “an”lar halinde gelir, ki bunları daha sonra açıklayacağım. Fakat burada bahsettiğimiz şey -girdabın içinde yaşamak ve onu anlamlandırmak- bu gerçekten edinilmiş bir sanattır ve terapistler olarak gelişimimizde bize oldukça yavaş bir hızla gelir.
Bu yüzden, şimdiye kadar, karşılaşma anları -çok güzel diyebiliriz. Ama anlar, seanslar, aylar, yıllar süren girdaplar. Hastamızın ilişkisel dünyasının içinde yaşamak. Onu görmek, kendimize tarif etmek, önce kendimize sonra da yavaş yavaş onlara mantıklı kılmak için çabalamak. Çok fazla çalışma gerektirir. Ve sonra, şükürler olsun ki ama nadiren, çökme anları…
Çökme anları
Üç unsurun sonuncusu, öznelerarası analitik üçüncünün alanı aracılığıyla erişilebilir ve bu alanın zaman içinde biriktirilebilen ve hastanın içsel ve kişilerarası dünyasına ilişkin anlayışımızı oluşturmak ve bilgilendirmek için bulmaca parçaları olarak kullanılabilen deneyimler, düşünceler, hisler ve hayaller sağlamasıdır. Analitik üçüncünün girdabında biriken bu deneyimler sonunda bize fark edilemeyecek kadar sessiz “işte bu” anlarında anlamlarını verirler; bu anlara “çökme anları [moments of precipitations]” diyeceğim.
Öncelikle “çökme anları” ifadesinin arkasındaki temel metaforu açıklayayım. Lisede kimya derslerinde, iki elementi birleştirerek yaptığımız deneyleri hatırlıyorum; örneğin tuz ve suyu karıştırdığımızda. Çözeltinin içine tuz eklemeye başladığımızda, belirli bir noktada tuz aniden yoğunlaşarak çözeltiyi terk eder ve beherin dibine çöker, kendisi olarak yani tuz olarak kalırdı.
Zamanla, hastayla aramızda benzersiz bir ilişki oluştururuz. Buna zaman ve deneyim unsurlarını ekleriz ve karıştırırız. Karıştırma süreci devam ederken, daha önce detaylandırılan “karşılaşma anları” gibi, analitik üçüncü alanından gelen birçok “an” yaşarız; bu anlar hastanın o anda daha fazla görülmüş ve anlaşılmış hissetmesine yardımcı olur. Karıştırma sürecini, yani akışı, üzerimize etkilediği veya bizden çıkardığı şeylerle birlikte taşırız.
Ancak genellikle beklenmedik anlarda, analitik üçüncü bir nevi karışımın meta-anlayışları gibi daha derin anlayışlar sunabilir. Bu anlayışlar genellikle ani bir merak şeklinde ortaya çıkar: “… ne anlama geliyor ki?” anı. “Bu hastayla beş yıl boyunca sürekli olarak seansların beş dakika geç bitmesini ve bunu şimdi fark etmeye başlamam ne anlama geliyor?” “Bu hastanın seanslarda bana eğlenceli ve saygısız bir şekilde kendini sunmasını dört gözle beklemem ve hatta onun şeytani gülümsemesini zihin gözümde canlandırmam ne anlama geliyor?” “Hafta sonu hastama yeni köpeği için bir isim önermek üzere neredeyse bastırılamaz bir dürtü hissetmem ne anlama geliyor?”
Bazen, bizim müdahalemiz olmaksızın, çözelti içindeki ilişkide sürekli olarak askıda kalan şeyleri görmemize çağıran çökme anları yaşarız. Bu çökme anları genellikle düşlemleme kapasitemizle arabuluculuk edilir -bedensel, motorik, imgelerle (veya işitsel) kayıtlarımızın dikkatimizi anlık olarak çekmesine izin verme kapasitemizle. Bu çökme anları, daha çok yıldırım çakması gibi değil, loş bir odada açıkça görünen bir şeyi tespit etme gibidir. Düşüncelerimizde, hayal kurmalarımızda tekrarlanan bir şey, ilişkide her zaman orada olan ancak bilinçli gözümüzden kaçan bir yöne dikkat çeker. Bu, terapist olarak belirli bir hasta ile etkileşimde bulunduğumuz ilişki parametrelerinin bazı bölümlerini fark etmemizi sağladığı için önemlidir. Bu anlar, analitik üçüncünün deposunda birikir ve yoğunlaşır, çöker, böylece bu parametreleri ve bu parametrelerdeki katılımımızı görebiliriz. Ardından, bu parametreleri düşünmeye başlayabiliriz ve nihayetinde hastanın yaşamında bağlamsal bir anlayış elde edebiliriz. Dürüstçe-kazanılmış bu bakış açısına (içsel dışsal) sahip olduğumuzda, hastamıza belirli bir doğruluk ve merhametle konuşma hakkını kazanırız. Hastanın içsel psikolojik dünyasında yaşamış ve zorlanmış olduğumuz için, sözlerimiz belirgin bir zarafet ve gerçeklik kombinasyonunu taşır. Ve bu, derin psikolojik hastalarımızın daha bütün insana dönüşmesini teşvik eden ve ona izin veren değişimin gerçekleşebileceği ve hatta gerçekleştiği güçlü bir ortamdır. Ireland (2003: s. 17) süreci şu şekilde özetler:
Her analizde, analiz edilen ile analist arasında psişik parçacıkların sürekli dinamik bir hareketi vardır; bu parçacıklar birbirleriyle karışır, birbirlerine bağlanır ve birbirlerinden itilir, aralarında ileri geri hareket eder, hasta bilinçsizce analisti, ego ve diğerleri hakkında tanıdık bir bilinçdışı hayali paterni eşleşmeye yönlendirir. Analiz edilenin protosymbolik parçacıkları, sözlü ve sözsüz alışverişler aracılığıyla analistin iç yapısına akarak, daha sonra geri döner. Bu döngü tedavi boyunca tekrar tekrar gerçekleşir, her analistin tarafına gelen akışla birlikte, birikim etkisi başlamaya başlar. Bu birikimde, analist kendini transferans deneyimiyle doygun hale getirir ve Bion’un belirttiği gibi, bir “seçilmiş gerçek [selected fact]” ortaya çıkmaya başlar, böylece sembolik genişletme analist içinde şekil almaya başlar. Bu, Braille’e (körler alfabesi) yavaşça dokunulmaya başlanması gibidir.
Bu, öznelerarası analitik üçüncünün kutsal alanındaki analitik süreçtir. Kendimizi duygusal ve ilişkisel olarak hastaya açarız. Birçok “girdap anı” içinde ve çevresinde “karşılaşma anlarına” erişimin tadını çıkarırız. “Çökme anlarıyla” kutsanmışızdır. Bu anlardan özgünlük ve şefkatle konuşuruz. Bu şekilde biriken duygusal gerçeği konuşmamız, hastamızın her zaman orada olan, ancak çok loş bir şekilde aydınlatılmış olanı görmesini sağlar. Bu görme, yeni bir şeyin, daha bütün insani bir şeyin olasılığını -potansiyelini- sağlar -başlangıçta bizimle birlikte, ancak nihayetinde bizim dışımızdaki yaşam alanlarına kadar uzanır- bize terapist olarak bu yüzden geldiler.
Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz: