Duygulanımları Değerlendirme (6. Bölüm)

Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 6. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

Psikanalitik gelenek, klinik uygulama ile teorinin görünürde dayandığı kuramın her zaman tamamen uyumlu olmadığı karmaşık bir teorik geçmişe sahiptir. Freud, çağdaşı olan davranışçılar Watson ve Hull gibi, psikolojik teorisini içgüdüsel dürtünün (instinctual drive) (trieb, Almanca’da güçlü bir davranışsal zorunluluğu ve organizmanın doğuştan gelen ihtiyaçlarına dayalı bir kavramı ima eder) hayal kırıklığına uğraması ya da tatmin edilmesinin sonuçlarına dayandırmaya çalıştı. Sulloway (1979), Freud’un kendini bir bilim insanı olarak görmesinin, onun nihai açıklayıcı birimler olarak içgüdüsel dürtüyü seçmesinde etkili olduğu yönünde ikna edici bir argüman sunmuştur. O dönemde, bugün olduğu gibi, bir kişilik teorisyeni, fizik ve nöroanatomi gibi “katı bilimler”deki meslektaşları tarafından yeterince titiz ve eleştirel görülmeme riskiyle karşı karşıyaydı. Belki de özellikle Freud’un mesleki geçmişi tıbbi araştırmalara dayandığı için, “psikanaliz biliminin” biyoloji bilimine dayanması onun için önemliydi ve 19. yüzyıl biyolojisi büyük ölçüde dürtülerle ilgileniyordu. Spezzano’nun (1993) Freud’un aslında bir duygu teorisine sahip olduğu görüşüne katılmama rağmen, bu teori esasen türetilmiş bir yapıdaydı ve içgüdüsel dürtülere ve bunların değişimlerine yaptığı vurguya dayanmaktaydı.

Freud’dan bu yana pek çok akademisyen, biyolojik dürtüye dayanan bir metapsikolojinin sonuçlarını çeşitli nedenlerle eleştirmiştir. İntersubjektif kuramcılar (ör., Stolorow & Atwood, 1992), ilişkisel analistler (ör., Greenberg & Mitchell, 1983), kendilik psikologları (ör., Kohut, 1971) ve feminist yazarlar (ör., Benjamin, 1988) gibi birçok isim, insanın biyolojik dürtü durumlarının bireysel psikolojileri anlamak ve bu anlayıştan terapötik ilkeler çıkarmak için en iyi başlangıç noktası olmadığını savunmuşlardır. Yine de, çoğumuzun “id” fikrine veya birbiriyle çelişen ihtiyaçların, arzuların ve dürtülerin yoğun bir durumu olarak betimlenen bir yapıya, ya da organik bir boşalmaya doğru içsel bir yönelim hissine dair bir şekilde rezonans kurduğu bir gerçek. Freud’un oral, anal ve genital ifadelerle evrilen cinsel ve saldırgan eğilimler kavramı, muhtemelen birkaç kuşak psikanalitik düşünür için oldukça cazipti; çünkü büyük ölçüde bilinçdışı güçlü kuvvetler tarafından yönlendirildiğimize dair hislerimizi ifade edebilecek bir dil sunuyordu. Eğer bu hissi bize veren dürtü değilse, o zaman bu nedir?

Silvan Tomkins (örn., 1962, 1963, 1991), duyguyu (emotion) araştıran yaratıcı düşünürler dizisinin ilk ismi olarak, belirleyici olanın duygulanımlar (affects) olduğunu savunmuştur. Pek çok post-Freudyen terapist ve akademisyen de (örn., Izard, 1971, 1979; Rosenblatt, 1985; Greenberg & Safran, 1987; Nathanson, 1990; Spezzano, 1993) aynı görüşü paylaşmış ve duygulanımı merkeze alarak kuramlar geliştirmiş ya da gözlemler sunmuşlardır. Bu yaklaşımlar, hem Freud’un dürtü modeline hem de duyguya ayrıcalıklı bir konum tanımayan, daha güncel biliş ve davranış odaklı kuramlara alternatif oluşturmuştur. Son on yıllarda çoğu terapist için açık hale gelmiştir ki, arzuyu ve korkuyu anlamaya yönelik çabalarında –ki herhangi bir insanı anlamanın büyük bir bölümü, o kişinin en derin özlemlerini ve bu özlemlerle bağlantılı kaygılarını anlamaktır– bir kişinin bebekliğinin hangi evresinde biyolojik bir dürtünün engellenmiş ya da aşırı doyurulmuş olduğunu araştırmaktan ziyade, onun duygulanımsal dünyasını değerlendirmek çok daha öğretici olmaktadır.

Tomkins ile çalışmış biri olarak, onun dokuz doğuştan gelen ya da “fiziksel bağlantılı (hard-wired)” duygulanımın varlığına ilişkin parlak ve ampirik olarak desteklenmiş savından derinden etkilenmişimdir (Nathanson, 1992): ilgi-heyecan (interest-excitement), heyecan-sevinç (excitement-joy), şaşırma-irkilme (surprise-startle), korku-dehşet (fear-terror), sıkıntı-ızdırap (distress-anguish), öfke-öfke patlaması/hiddet (anger-rage), hor görme (küçümseme) (dissmell (contempt)), iğrenme (disgust) ve utanç-aşağılanma (shame-humiliation). Bununla birlikte, bu bölümde “duygulanım” terimini biraz daha geniş bir anlamda kullanıyor ve onu ayrık (discrete) bir duygusal deneyim olarak tanımlamayı öğrendiğimiz her türlü zihinsel durum ve uyarılma hali için kullanıyorum. Dolayısıyla bu başlık altında, sevgi, nefret, kıskançlık, minnettarlık, sıkılma, kin, içerleme, suçluluk, gurur, pişmanlık, umut, umutsuzluk, bezginlik, şefkat, intikamcılık, acıma, hor görme, etkilenme ya da duygulanma hissi ve diğer duygusal durumlar gibi çok çeşitli olguları dahil ediyorum.

Psikanalitik bilgi birikimi ilerledikçe, katkıda bulunanlar hem normal gelişimde hem de psikoterapide duygulanımsal olarak neler yaşandığına dair önemli bir bilgi birikimini bir araya getirmiştir. Örneğin, duygulanım bütünleşmesi kapasitesi (capacity for affect integration) (Socarides & Stolorow, 1984-1985) olgunlaşmaya özgü bir başarı olarak açıklanmıştır: En uygun koşullar altında, bireyler giderek kendilerini çeşitli duygulanımlara erişimi olan tek bir kişi olarak deneyimlerler; bu duygulanımların hiçbiri kendiliğin bütünlüğünü tehdit etmez. Yoğun duygulanım “anları” (“moments” of heightened affect) kavramı (Stern, 1985; Pine, 1990), yetişkin psikopatolojisinden geriye dönük spekülatif akıl yürütmelere (post hoc) değil, gelişimsel araştırmalara dayandığından, büyük ölçüde dürtülerin engellenmesi ya da aşırı doyurulması nedeniyle ortaya çıkan kapsamlı psikoseksüel evreye “fiksasyon” (“fixation” at a psychosexual stage) kuramlarının yerini almıştır (bkz. Bölüm 4). Duygulanımı hissetme ve düzenleme kapasitesi, gelişim ve beyin fizyolojisine dair psikanalitik etkili ampirik araştırmaların merkezi bir konusu haline gelmiş ve duygulanım düzenlemesi ile psikoterapi üzerine çok sayıda güncel yazının ortaya çıkmasına yol açmıştır (örn., Pally, 1998; Silverman, 1998).

Herkesin bireysel, kendine özgü duygulanımsal uyarılma örüntüsü farklıdır. Tomkins, bir kişinin güncel olaylar ya da kişisel açımlamalardan oldukça uzak başka konular hakkında konuşmasını izleyerek, yüzündeki yinelenen duygulanım örüntülerini ve bunların ilişkili olduğu konuşma konularını not eder, böylece söz konusu kişinin benzersiz kişiliğinin temel özelliklerine dair şaşırtıcı bir doğrulukla çıkarımlarda bulunabilirdi. Sanırım çoğumuz bunu bilinçdışı bir şekilde sürekli yapıyoruzdur; elbette Tomkins’in genellikle sergileyebildiğinden daha az öngörü gücüyle, ama yine de birinin duygulanımlarını ve bunların belirli meselelerle bağlantısını haritalandırmanın o kişinin karakterini anlamanın anahtarı olduğuna dair bir hisle. (Tomkins, birinin siyasal görüşlerini körlemesine tahmin etmede bile iyiydi. Bir videoyu izleyerek, birinin yüzündeki olumsuz duygulanımların sıkıntı ve tiksinti mi, yoksa öfke ve küçümseme mi olduğunu not ederek, o kişinin liberal mi muhafazakâr mı olduğunu saptayabiliyordu. Bu korelasyonlara getirdiği açıklama gelişimsel açıdan anlamlıydı ve genellikle haklı çıkıyordu.) Bu doğrultuda Kernberg (1997), terapistlerin danışan iletişimlerini en az üç “kanaldan” işlediğini belirtmiştir: (1) sözel iletişim, (2) beden dili ve (3) çoğunlukla yüz ifadeleri ve ses tonuyla aktarılan duygulanımsal aktarım.

Spezzano (1993), karakteri düşünmenin en iyi yolunun, ‘”bir kişinin duygulanımlarının taşıyıcısı ve düzenleyicisi … kişinin duygulanımsal yaşamında olan ile olabilecek olan arasında kurduğu denge, en büyük iyilik hâlinin nasıl sürdürülebileceği ve duygulanımsal acının en iyi nasıl önlenebileceğine dair inancının bir ifadesi” (s. 183) olarak anlaşılması gerektiğini savunmuştur. Bu, insanların özellikle sıkıntı, öfke, korku, utanç, haset, suçluluk ve keder gibi rahatsız edici duygulanımlara karşı kişisel bir savunma kalkanı inşa etmelerinden başka bir şey değildir. Birini anlamak için, sadece onun savunmalarını değil, aynı zamanda bu savunmalar tarafından denetim altında tutulan duygulanımları ve bizzat savunmacı işlev gören duygulanımları da kavramamız gerekir. Hiçbir görüşme sorusu bir kişinin kendi duygulanım örüntüsüne dair doğrudan bir anlatımını ortaya çıkarmaz, ancak bu alanı değerlendirmek çok da zor değildir. Genellikle biz duygulanımı öznel olarak değerlendiririz; duygulanımların bulaşıcı olduğunu varsayarak, anlamak istediğimiz birinin yanında bulunduğumuzda kendi duygulanımsal tepkilerimizi not ederiz.

AKTARIM/KARŞIAKTARIM ALANINDA DUYGULANIMLAR

Terapistler için duygulanıma dikkat etmek hiçbir zaman bir tercih olmamıştır. Hastalar ofislerimizi kendi hisleriyle doldururlar; bize dokunurlar, bize ilham verirler, bizi hayal kırıklığına uğratırlar, cesaretimizi kırarlar, öfkelendirirler, sıkarlar, eğlendirirler, sevindirirler ve şaşırtırlar. Ağlarlar, gülerler, öfkelenirler ve anksiyeteyle titrerler. Onlardan, daha önce sahip olduğumuzu bilmediğimiz hisler hakkında öğreniriz; bu hisler, bizim kişisel psikolojik düzenimizde [personal psychological economies] önemsiz olabilir ama bazı danışanlarımız için paha biçilemez derecede önemlidir. Psikanalitik literatürde karşıaktarıma ilişkin tutumda yaşanan yavaş devrim (rahatsız edici, analiz edilip uzaklaştırılması gereken bir dikkat dağınıklığından, birçok danışanı anlamanın birincil aracına doğru) aslında herhangi bir dönemde dürüst bir klinisyenin göz ardı etmesinin neredeyse imkânsız olduğu bir olgunun dile getirilişinden ibarettir. İnsanlar kendi hislerini terapistlerine enjekte ederler; en yumuşak huylu, en gönlü bol uygulayıcı bile klasik bir paranoid söyleve maruz bırakıldığında öfkeli bir yakınmacıya dönüşebilir. Hastalar, terapistlerinde (treater) tüm yaşamları boyunca mücadele ettikleri çatışmaların paralellerini yaratırlar ve ardından terapistin bunları çözmek için yeni bir yol örnekleyip örnekleyemeyeceğini gözlemlerler. Racker’ın (1968) karşıaktarım ayrımında yaptığı yararlı sınıflama -uyumlu (concordant) (“Çocukken hastanın hissettiğini ben hissediyorum”) ve tamamlayıcı (complementary) (“Hastanın çocukluk bakımverenlerinin hissettiklerini ben hissediyorum”)- terapistlerin, en bunaltıcı danışanların bile duygulanımsal deneyimlerine empatiyle nüfuz etmelerine olanak tanımıştır.

Çoğu zaman, kritik bir tanısal çıkarım yapmayı sağlayan şey, kişinin kendi duygulanımını değerlendirmesidir. Örneğin, özünde depresif (depressive) olan bir birey ile özünde kendini sabote eden (self-defeating) bir bireyi ayırt etmek -ki bu ayrımın tedavi açısından önemli sonuçları vardır (McWilliams, 1994)- terapistin, acı çeken birine karşı sempati hissetmek yerine, onu eleştirme yönünde sadistik bir eğilim hissettiğini fark etmesiyle mümkün olur. Psikopatik bir kişiyle karşı karşıya olunduğunun farkına ise, terapistin kendisini kandırılmış ya da küçümseyici bir şekilde alt edilmiş hissetmesiyle varılabilir. Terapist, görünürde depresif bir sunum altında paranoid bir çekirdeğin varlığını, hastanın kendisine karşı bir mesleki hata davası (malpractice suit) açacağına dair kaygı yüklü bir fantezisini gözlemleyerek fark edebilir. Artık biliyoruz ki, çocuklar konuşmaya başlamadan önce bile, bakımverenlerine duygulanımlarını iletmenin, son derece güvenilir ve son derece etkili, sözel olmayan yollarına sahiptirler (Stern, 1985; Beebe & Lachmann, 1988). Bu bebeklik yetilerinin kalıntıları yetişkinlerde her etkileşimde kendini gösterir. Bir kişi duygusal ıstırabını dil aracılığıyla ne kadar az etkili bir şekilde ifade edebiliyorsa, sözel olmayan mesajları o denli güçlü olma eğilimindedir. Karşıaktarım tepkilerine saygınlık kazandıran ve bunlardan önemli bilgiler çıkaran ilk terapistlerin (örneğin Searles, 1959), genellikle daha ciddi şekilde örselenmiş (disturbed), gündelik konuşmanın sık sık sorunlu olduğu insanlarla çalışıyor olmaları tesadüf değildir.

Bir keresinde, görüşmemizin büyük bir kısmında duygulanımdan ya da benimle canlı bir bağlantıdan tamamen yoksun bir duygusal aura sergileyen bir ergen erkekle görüşme yaptım. Entelektüel düzeyde, geri çekilme (withdrawal) ve tümgüçlü kontrol (omnipotent control) savunmalarına yaslandığını fark ettim. Sonunda, ailenin kedisine düzenli olarak uyguladığı işkenceleri, elle tutulur bir heyecanla ve ayrıntılı biçimde anlatmaya başladı. Benim özel duygusal tepkim neredeyse dayanılmaz bir dehşet ve korkuydu. Görüşmenin sonunda bana tedaviye ihtiyacı olup olmadığını sorduğunda, evet dedim. “Benim gibi orta sınıf, uslu bir çocuk mu?” diye alay etti. “Evet,” dedim ve ekledim: Tedavi olmadan kolayca bir katile dönüşebileceğini düşünüyorum. “Beni şimdiye kadar gerçekten anlamış tek kişi siz oldunuz,” diye yanıtladı, ölümcül bir içtenlikle. Onun sunumunda, benim içimde yarattığı rahatsız edici duygulanımsal yankı dışında, bu çocuğun ruhunun merkezindeki sadistik, antisosyal kaynaşmanın derecesini ele veren hiçbir şey yoktu.

Bu vaka örneği hakkında vurgulamak istediğim nokta -ki bu, terapistlerin bir danışanın savunmalarının altında yatan duygulanım durumunu başarıyla “yakaladıklarında” her defasında deneyimlediklerinin yalnızca özellikle dramatik bir versiyonudur- şudur: Bu çocuk hakkında “anladığım şey” duygusal iletişim yolları aracılığıyla oldu. Elimdeki nesnel verilerden onun tehlikeli biçimde antisosyal olduğu hipotezini türetebilirdim: Antisosyal davranış alanındaki kayda değer araştırmalar ve gözlemler, hayvanlara işkence etmenin yetişkinlikte insanlara yönelik sadistik davranışlarla ilişkili olduğuna işaret etmektedir. Fakat bu verilerin entelektüel olarak kavranışı, bu danışanı anlamamı ve onunla bağlantı kurmamı sağlayan şey değildi; bunu mümkün kılan, onun duygusal durumunun benim üzerimdeki etkisiydi.

Bu bölümü bir uyarıda bulunmadan yapmadan bitirmemeliyim. Temel duygulanımlarımızın evrenselliği (Ekman, 1971, 1980; Tomkins, 1982), disiplinli bir öznelliğe sahip ve aşırı savunmacı olmayan (kuramsal olarak, kendileri “iyi analiz edilmiş” olan) terapistlerin, bir hastanın sunduğu herhangi bir duygulanım durumuna kendi içsel duygusal yaşamlarında yankı bulabilmelerinin temellerini sağlayabileceğini öne sürse de, hepimizin sınırlılıkları vardır. Bir danışanla otururken bizde uyarılan hisler her zaman tamamlayıcı ya da uyumlu bir tepki oluşturmayabilir. Terapistler, yalnızca kendi öznel deneyimimizin dışında olduğu için bir şeyi yanlış anlamamızın da mümkün olabileceğini akılda tutmalıdır.

Klinik dışı ama konuyla ilgili bir örnek vermek gerekirse: Bir arkadaşım vardı; beni sürekli hayal kırıklığına uğratırdı, çünkü pazartesi günü arayacağına defalarca söz verir, ama bunu çarşamba ya da perşembeye kadar yapmazdı. Bununla da kalmaz, aradığında, benim öfkeli hâlime gerçekten şaşırmış görünür ve o kadar çok şeyle uğraştığını, bu yüzden söz verdiği arama zamanının aklından çıkıp gittiğini açıklardı. Ona güvenememek beni öfkelendirdiği ve kendi tepkisel öfkemi, davranışlarında bana ve arkadaşlığımıza dair düşmanca ya da kaçınmacı bir şeyin kanıtı olarak yaşadığım için, onun güvenilmezliğinin bana ve arkadaşlığımıza yönelik olumsuz hisleri ifade ettiğini varsayardım.

Yalnızca, yetişkinlerde dikkat eksikliği bozukluğu (DEB) üzerine verilen bir konferansı (Goldberg, 1998) dinledikten sonra, kendi anlayışımın hatalı olduğunu fark ettim. (Yerinde bir şekilde, konferansın başlığı ‘Geç Gelmek Her Zaman Direnç Olmayabilir’ idi.) Arkadaşımın, hayatındaki ayrıntıları hatırlama ve organize etme güçlükleri nedeniyle başvurduğu bir psikiyatrist tarafından kendisine bir keresinde bu tanının konulduğunu bana söylediğini hatırladım. Ben çok düzenli biriyim ve onun davranışlarını anlayabileceğim alternatif bir çerçeve olmadan, zihinsel dağınıklık ve önceliklendirememe deneyimim yeterli olmadığı için, onun psikolojisiyle empati kuramadım. Davranışının doğru ‘tanısı’yla birlikte, artık bana belirli bir tarihte telefon edeceğini söylediğinde, aramayı birkaç günlük bir aralık içinde bekleyebiliyorum. Eminim ki, artık ona arkadaşlığı gerçekten isteyip istemediğini sorgulamak yerine, öfkemi onun DEB’i hakkında yakınarak idare etmem, onu da rahatlatıyordur. Muhtemelen o da kendini daha iyi anlaşılmış hissediyordur.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir