gocmen ve multecilerle calismak

Göçmenler ve Mültecilerle Psikodinamik Psikoterapide Çalışmak (19. Bölüm)

Photo of author

Editör

Pratyusha Tummala-Narra

2015 yılında, Filistinli mülteciler hariç yaklaşık 244 milyon uluslararası göçmen ve 16 milyon mülteci olduğu tahmin edilmekteydi (Migration Policy Institute, 2017; Pew Research Center, 2017). Ruh sağlığı profesyonelleri giderek artan bir şekilde göçmenler ve mültecilerin özgün ihtiyaçlarını ele almaya çağrılıyordu. Psikanalizde, intrapsişik ve kişilerarası deneyimlerin sosyokültürel boyutları uzun bir süre ihmal edilmiş olmasına rağmen, çağdaş araştırmacılar, göçmenler ve mültecilerin çeşitli deneyimlerini ve kültür, dil, ırk, cinsiyet, etnik köken, sosyal sınıf ve kesişimselliğin psikoterapi sürecindeki rolünü incelemenin önemini fark etmektedirler (Ainslie, Tummala-Narra, Harlem, Barbanel ve Ruth, 2013). Göç ve sürgün bağlamında psikanaliz konusu geniş bir kapsam taşısa da bu bölüm, kültürel açıdan bilinçli psikanalitik pratiğe yönelik kritik olan bazı ortak örüntüleri ve deneyimleri sunmayı amaçlamaktadır. Bu bölüm, göç öncesi ve sonrası bağlamlar, kültürel olarak uyum/entegrasyon sağlama ve bu süreçle ilgili stresler ile travmayı ele almaktadır. Bu faktörlerin, ayrılık ve kaybın ele alınması ile terapötik ilişkinin dinamikleri üzerindeki etkileri tartışılmaktadır.

Göç Bağlamı

Göçün bireyler ve topluluklar üzerindeki etkisinin psikanalitik anlayışları, göçmenler ve mültecilerin belirgin göç öncesi ve sonrası bağlamlarını dikkate alır. Özellikle, mülteciler savaş; siyasi, dini ya da etnik zulüm; ve/veya çevresel afetler nedeniyle evlerinden zorla ayrıldıkları için göç ederler. Pek çok mülteci, nihai yerleşim yerlerine ulaşmadan önce birden fazla kez yerinden edilmiş ve yeniden yerleştirilmiştir (APA, 2012). Bu kişiler, ciddi fiziksel, cinsel ve duygusal travma ve zaman zaman işkence riski altındadırlar ve varacakları ülkelerine gelmeden önce çeşitli mülteci kamplarında yaşamış olabilirler (APA, 2010; Robjant, Hassan ve Katona, 2009). Mültecilerin aksine, özellikle yetişkin olan göçmenler, genellikle doğdukları ülkelerden ayrılma konusunda bir tercihe sahiptirler. Yeni bir ülkeye göç etme nedenleri yoksulluktan ve siyasi ya da sosyal huzursuzluktan kaçma, eğitim ve istihdam olanakları arama ve aile üyeleriyle yeniden bir araya gelme gibi çeşitlilik gösterebilir (APA, 2012). Göçmenlerin göç öncesi bağlamı da, mültecilerde olduğu gibi, kişilerarası, sosyal ve politik travma deneyimlerini içerebilir ve bu deneyimler göç etme kararını tetikleyen bir faktör haline gelebilir (Ainslie ve diğerleri, 2013).

Göç sürecine dair psikanalitik bakış açıları, karmaşık duygusal durumları içeren tüm intrapsişik, kişilerarası ve sosyal deneyim yelpazesini vurgular. Birçok göçmen ve mülteci, ayrılık kaygısı, belirsizlik kaygısıve depresif kaygı gibi çeşitli kaygı türleri deneyimlemektedir (Akhtar, 2011; Grinberg ve Grinberg, 1989). Akhtar (2011), çevresel değişikliklerin ve tanıdık nesnelerin kaybının bireyin egosu üzerindeki olumsuz etkilerini ayrıntılı bir şekilde tanımlamış; bireyin, yeni ve tanıdık olmayan bir fiziksel ve kültürel ortamla karşılaştığında, başlangıçtaki heyecan duygusunun yerini yön kaybı ve pişmanlık duygularının alabileceğini ve kaygı, üzüntü, kafa karışıklığı ve yas duygularının umut ve iyimserlik hisleriyle bir arada bulunabileceğini belirtmiştir. Dahası, bu bireyler ve topluluklar arasında psikolojik sıkıntı deneyimleri, bireysel ve kolektif dayanıklılıkla birlikte var olur ve zaman ve bağlama bağlı olarak değişim gösterebilir (APA, 2012).

Göç sonrası bağlam, yalnızca göçmenin veya mültecinin yeni ve tanıdık olmayan bir çevreye dair deneyimleriyle değil, aynı zamanda barınma, gıda, sağlık hizmetleri ve eğitim gibi temel ihtiyaçları karşılama durumu ve diğer insanların göçmenler ve mültecilere yönelik algılarıyla da şekillenen ikilemler sunar. Göçmenlerin ve mültecilerin yeni ülkelerindeki kabulleri de bu bağlamın bir parçasıdır. Egemen toplumlarda göçmenlere yönelik olumsuz tutumlar, özellikle ırksal ve dini azınlıklara mensup göçmenler için artan bir kaygıya neden olur ve onların yeni kültürel bağlama uyum sağlama çabalarını zedeler.

Uyum Süreci (Acculturation)

Uyum sağlamanın “doğru” ya da “en iyi” bir yolu olmamakla birlikte, bu sürecin belirli yönlerinin göçmenler ve mülteciler için riskler oluşturabileceği belirtilmelidir. Araştırmalar, özellikle ABD’deki baskın kültüre uyum sağlamanın yüksek riskli davranışlarla ilişkilendirilebileceğini göstermektedir (APA, 2012). ABD’deki ırki kökeni farklı olan azınlık göçmenleri üzerine yapılan çalışmaların çoğu, göçmenlerin ABD doğumlu çocuklarının, sağlık, zihinsel sağlık ve eğitim sonuçları açısından, yurt dışında doğmuş akranlarına göre daha kötü durumda olduğunu göstermektedir. Bu durum, göçmen paradoksu olarak adlandırılmıştır (Alegria et al., 2008; García-Coll ve Marks, 2012). Bu bulgular, birinci nesil (ABD’ye yetişkin olarak gelenler) ve ikinci nesil (ABD’de doğup büyüyenler) göçmenlerin uyum süreçlerini ve beraberinde gelen stresi nasıl deneyimledikleri konusunda sorular ortaya koymaktadır. Psikanalitik alandaki araştırmacılar, göç ve kültürel uyum stresi ile ilgili olarak kaygı, depresyon ve kafa karışıklığından oluşan etkileri geniş bir şekilde ele almışlardır. (Akhtar, 2011). Aşağıdaki bölümlerde, uyum sürecinin iki özel yönüne, aile yaşamına ve toplumsal konuma odaklanılacaktır.

Aile Yaşamı

Göçmen aileler, aile yapısı ve farklı aile üyelerinin rollerinin bazen dramatik bir şekilde değişebileceği için yeni zorluklarla sıkça karşılaşırlar. Bazı ailelerde cinsiyet rolleri, ebeveynlerin, çocukların ve büyükanne ve büyükbaba gibi geniş aile üyelerinin günlük yaşamlarını etkileyen biçimlerde dönüşebilir. Genellikle, göçmen ebeveynler, çocuklarının ABD kültürel bağlamında yön bulmalarına yardımcı olmak ve  gözlemlemek ile kendi kültürel, dini ve dil miraslarını koruma arasında mücadele ederler. Göçmen ebeveynler, yeni ülkede ebeveynlik yaparken genellikle benzer etnik kökene sahip diğer göçmenlere güvenme eğilimindedirler, çünkü dil, kültür, yemek ve din gibi ortaklıklar güven duygusu ve “duygusal yenilenme/destek” sağlar. (Akhtar, 2011). Birçok göçmen ve mülteci, kültürü sürdürmek ve eski ülkelerinden ayrı kaldıkları insanlarla bağlantıyı korumak için kültürel mirası aktarma isteği taşır. Bu, bir hastanın oğlunun ABD’ye uyum sağlaması konusundaki endişesini anlatmasında açıkça görülmektedir: “Ona nereden geldiğimizi hatırlatmaya devam etmezsem tamamen unutabilir, fazla Amerikanlaşabilir. O zaman biz nasıl yaşayacağız? Neden buraya geldik?”

Ebeveynlerin göçle ilgili bilinçli ve bilinçdışı duygusal deneyimleri, baskıya maruz kalmaları, kültürel bağları ve göç ile ayrılığa eşlik eden arzuları ve korkuları, kuşaklararası olarak aktarılır ve çocuklar tarafından içselleştirilir (Eisold, 2012; Saketopoulou, 2015; White, 2015). Önemle belirtmek gerekir ki, kültürel perspektifler hem ebeveynler hem de çocuklar için yaşam boyunca dönüşüm geçirir ve eski içsel (intrapsişik) ve kişilerarası çatışmaları yeniden gündeme getirirken yenilerini ortaya çıkarır. Göçmen ve mülteci çocukları, ebeveynlerinin yeni ülkeye ulaşmak için karşılaştıkları engelleri aşmadaki direncini ve/veya tanıdık olmayan bir bağlamla başa çıkma yetilerini fark ederken, ebeveynlerinin hayalleri ve beklentileriyle mücadele ederler. Bir yandan, ikinci kuşak, ebeveynlerinin erişemediği şeyleri elde etmeye yönelir; diğer yandan, ebeveynlerinin kısıtlamalarının ötesinde, baskın kültürde yer almak isterler. Ebeveynlerin ve çocukların farklı uyum süreçleri kuşaklar arası çatışmalara yol açabilir ve bu durum aile yaşamı ve bireylerin ruh sağlığını etkileyen bir stres kaynağı olabilir (Sherry ve Ornstein, 2014). Ne yazık ki, bu tür çatışmalar ve uyum sürecinin dışsal talepleri (örneğin, iş yerine veya okula uyum sağlama, ırkçılığa maruz kalma deneyimi) genellikle ev içinde konuşulmaz ve ev dışında kalan kişiler tarafından fark edilmez.

Toplumsal Konum (Social Location)

Göçmenler ve mülteciler, toplumsal konumlarında önemli değişiklikler yaşarlar. Cinsiyet, ırk, etnik köken, din, dil, sosyal sınıf, fiziksel engellilik ve göçmenlik statüsü gibi kimlik unsurları, kabul edildikleri ülkede farklı psikolojik anlamlar ve toplumsal sonuçlar taşır. Bireyin miras kültürüne dayalı toplumsal kimliği, yeni kültürel bağlama taşınır; ancak bu süreçte toplumsal konuma dair yeni normlar oluşur (Ainslie, 2011). Örneğin, şiddetten kaçıp ülkesinden göç eden bir genç, ten renginden dolayı ABD’de Afrikalı Amerikalı olarak tanımlanabilir. Ancak bu etiket onun için yabancı olup, kültürel kimliğini yansıtmaz. Bu tür durumlarda toplumsal konumun çeşitli yönleri birey üzerinde intrapsişik, kişilerarası ve toplumsal sonuçlar doğurur.

Toplumsal konumun etkileri,toplumsal aynalama (social mirroring) (Suarez-Orozco, 2000) kavramıyla değerlendirilebilir. Bu kavram, Winnicott’un (1971) aynalama konseptini genişleterek, göçmenlerin evleri dışındaki ortamda, özellikle baskın kültürde aldıkları mesajları tanımlamak için kullanılır. Göçmenler ve mülteciler, göç sonrası bağlamda etnik, dilsel ve dini miraslarının kabul gördüğünü deneyimlediklerinde, uyum ve kimlik gelişimi açısından daha geniş bir seçenek yelpazesine erişebilirler. Ancak, toplumsal konumlarına (örneğin, ırk, kültür, cinsiyet, din, sosyal sınıf, engellilik, ulusal köken, göçmenlik statüsü) dair olumsuz mesajlar bu seçenekleri kısıtlar ve baskın kültüre karşı izolasyon, görünmezlik ve kızgınlık gibi savunma mekanizmalarını tetikler. Bazı durumlarda, bireyin köken ülkesindeki toplumsal/sosyal konum algıları ve anlamları, göç edilen ülkedekilerle çelişebilir. Örneğin, 43 yaşındaki Bangladeşli bir göçmen olan hastam Shruti, Bangladeş’te kast sistemi nedeniyle marjinalleşmiş hissettiğini ve ABD’de de düşük gelir ve ırkı yüzünden dışlandığını ifade etti. Şöyle dedi: “Bangladeş’te kast yüzünden çok sorun var; insanlar sana tepeden bakıyor, tıpkı eşimin ailesinin yaptığı gibi. Onlar daha yüksek bir kasttan geliyorlar ve evliliğe tamamen karşılardı. Burada da çok çalışıyoruz ama eğer zengin değilsen ve bizim gibi esmer tenliysen insanlar yine sana tepeden bakıyor. Nerede olursan ol kazanamıyorsun.” Shruti’nin deneyimleri, göç öncesi ve sonrası bağlamlarda olumsuz aynalamayı gösteriyor. Ayrıca bu deneyimlerin kendilik algısını nasıl şekillendirdiğini şu şekilde paylaştı: “Bunu kafama takmamaya çalışıyorum ama bazen kötü hissettiriyor, sanki nereye gidersem gideyim yeterince iyi değilim.”

Çift Kültürlü ve Çift Dilli Kimlik

Göçmenler ve mülteciler arasında kimlik gelişimi, köken ülkesi ile yerleşilen, göç edilen ülke arasındaki fiziksel ve psikolojik mesafenin müzakeresini içerir (Akhtar, 2011). Bu müzakere, çeşitli savunma mekanizmalarının kullanımını içerir: bölme (köken ülkesini ve/veya kabul edilen ülkeyi idealize etme veya değersizleştirme), geri çekilme (sadece kendi kültürel grubu ile ilişki kurma) ve karşı fobik asimilasyon (“-mış gibi” bir kimlik geliştirerek hızlıca ev sahibi kültürle özdeşleşme) (Akhtar, 2011; Lijtmaer, 2001). Bu savunmalar, göçmen ve mültecilerin psikolojik ev algısının merkezindedir ve bu algı yaşam boyunca değişebilir (Tummala-Narra, 2009).

Bazı psikolojik teoriler, kültürel kimlik ve uyum süreçlerini doğrusal bir gelişim süreci olarak ele alırken, psikanalitik teorisyenler, kültürel kimliği dinamik ve akışkan bir süreç olarak görürler (Tummala-Narra, 2016; Yi, 2014). Göçmenler ve mülteciler için kültürel kimlik; aile, kültürel gruplar, dil ve fiziksel çevre (ör. köken ülkesi, baskın toplum) ile psikolojik bağların; içsel ve kişilerarası çatışmaların; bilinçdışı arzular ve korkuların; ve çelişkili kültürel, dilsel ve fiziksel alanlar ile inanç sistemlerini yönetmek için benimsenen savunma mekanizmalarının bir birleşimidir. Kültürel kimlik, yaşam boyu bireyin ruhunu ve kişilerarası ilişkilerini dönüştürücü yollarla şekillendiren dinamik bir süreç olarak da kabul edilir. Kültürel inançlar ve uygulamalar bağlama ve zamana göre değişerek bireyin kendilik ve öteki algısını yeniden şekillendirir.

Ayrıca, yeni bir kültürel ortama uyum sağlama ve bu ortamda yaşama sürecinde dilin anlamları ve kullanımı da zamanla değişebilir. Hastam Monica, ergenlik döneminde önce İspanya’dan İskoçya’ya, ardından ise Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş  ve İngilizce konuşulan ülkelerdeki yaşamına uyum sağlamanın bir yolu olarak giderek ana dilinden “vazgeçmişti”. Monica, İngilizceye daha akıcı bir şekilde hakim oldukça, ebeveynleriyle İspanyolca konuşmayı daha az tercih etmiş ve bu durum ebeveynlerini hayal kırıklığına uğratmıştır. Yetişkin olduğunda, hem İngilizce hem İspanyolca konuşan bir partner ilişkisi olana kadar ailesi ve arkadaşlarıyla yalnızca İngilizce iletişim kurmaya karar vermiştir. Monica, bu ilişkide yalnızca İspanyolca konuşmakla değil, aynı zamanda İspanyolca işlenmiş ve daha sonra İngilizce konuşma becerilerini geliştirme çabası sırasında bilincinden bastırılmış olan çocukluk anıları ve duygusal deneyimlerle de bağlantı kurabildiğini fark etti.

Göçmenler ve mülteciler arasında iki dillilik ve çok dilliliğin intrapsişik ve kişilerarası yönleri, bireylerin, ailelerin ve toplulukların anadilin kimlik oluşumu ve ilişkisel yaşamdaki rolünü nasıl tanımladıklarına dair önemli etkiler taşır. (Ainslie ve ark., 2013; Akhtar, 2011). Bireyin ana dili ve/veya kabul edilen dille olan bağlantısı, hem etnik topluluk içinde hem de baskın toplumda bir aidiyet ya da özgünlük duygusunu gösterebilir. Kültür dile yerleştiği için, kültürel inançların, tutumların ve deneyimlerin ifadesi, herhangi bir belirli dilin kullanımıyla bağlantılıdır. Çift dilli ve çok dilli bireyler, anıları ve duyguları her ayrı dilde benzersiz şekillerde deneyimleyebilir ve bu durum, yaşam deneyimlerinin terapi içinde ve dışında nasıl ifade edildiği üzerinde etkiler yaratabilir (Ainslie ve ark., 2013; APA, 2012; Foster, 1996).

Kesişimsellik Deneyimi

Psikanalitik araştırmacılar, kiişilik gelişiminde kesişimselliğin rolü hakkında giderek daha fazla yazmaktadır. (Crenshaw, 1989; Ruth, 2012; Suchet, 2004). Kesişimsellik terimi, bir bireyin kendilik duygusunun birden fazla kültürel ve grup kimliğiyle nasıl şekillendiğini ifade eder (Mahalingam, Balan ve Haritatos, 2008). Kesişimsellik temelli kültürel bir alanın yaratılması, kişinin köken ülkesinde mümkün olmayabilecek şekillerde yaratıcılığı ve özgürlüğü harekete geçirebilir. Aynı zamanda, kesişimsel kimliğin gelişimi, kimliğin her bir boyutunda bilinçli ve bilinçdışı çatışmaları içerir (Ruth, 2012). Bu süreçte birey, başkalarının kendi kültürel grubuna dair algıları da dahil olmak üzere, önemli ilişkilerin bazı yönlerini içselleştirir. Bu çatışmalar, farklı zamanlarda hem uyum sağlayıcı hem de zarar verici olabilecek şekillerde ele alınır (Tummala-Narra, 2016).

Lobban (2016), göçmenlere, kabul edilen kültürel bağlamda farklılıklarına yönelik verilen tepkilerin, göçmenlerin “çifte bilinç” (Du Bois, 1994) duygusunu ve aradaki boşluklarda durma (Bromberg, 2006) vekendi çoklu kimliklerini özgürce deneyimleme ve ifade etmebecerilerini şekillendirdiğini belirtmiştir. Kimliğin bazı yönleri daha geniş baskın kültürde görünmez olduğunda veya değersizleştirildiğinde bu yönler ayrışabilir ve zamanla bağlamsal süreklilik kaybına yol açabilir (Boulanger, 2015; Ipp, 2010). Ayrıca, birçok göçmen ve mülteci, miras kültürlerinin ve benimsenen kültürün, başkaları tarafından tanınmayan yönleriyle özdeşleştiğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu durum, ABD’de yerel doğmuş bir Beyaz Amerikalı olarak algılanan Kanadalı bir göçmen, baskın olmayan bir aksanla İngilizce konuştuğu için İngilizceyi akıcı konuşamadığı varsayılan bir mülteci veya üçüncü nesil bir Meksika kökenli Amerikalı’nın yabancı olarak algılandığı örneklerde açıkça görülür. Bu örneklerde, kimliğin görünmezliği deneyimi, bir kişinin kendi sosyal konumu ve miras ve benimsenmiş kültürel bağlamlarda aidiyet duygusu hakkında aldığı mesajları nasıl içselleştirdiğini etkiler.

Travmatik Stres

Psikanalitik perspektifler, kişilerarası şiddet ile politik zulüm ve şiddet deneyimleri arasındaki örtüşmeleri ve farklılıkları ele alır. Tüm bu deneyimler, bireysel ve grup yok olma korkusunu, saldırganla özdeşleşmeyi ve travmatik olayların bireysel ve kolektif hafızalarda yer edinişini içerebilir (Ainslie ve ark., 2013; Luci, 2017). Günümüz psikodinamik teorisinde, göçmenler ve mültecilerin yaşamlarındaki sosyal ve politik bağlamların rolüne yönelik artan bir ilgi bulunmaktadır. Bu bağlam, savaş, işkence, terörizm, soykırım, iç savaş, sömürgecilik, sınır dışı edilme ve cinsiyet temelli veya ırk temelli şiddet gibi konuları içermektedir. Kompleks travma kavramsallaştırması (Herman, 1992), daha geniş sistemik adaletsizlik ve şiddet bağlamında travmatik stresin psikodinamik anlayışlarında merkezi bir yer tutmuştur. Bu tür vahşetlerden sağ kalanların intrapsişik yaşamlarını terör deneyiminin etkilediği düşünülmüştür. Bu durum, dissosiyasyon, düzensizleşmiş duygu durumu ve kendilik algısı ile bedensel anılarda kendini gösterir (Boulanger, 2008; Herman, 1992; Luci, 2017; Rothe, 2008).

Harlem (2010), dissosiyasyonu sürgün edilme psikolojisinin temel bir durumu olarak ele almıştır. Şöyle yazmıştır: “Sürgün, sadece (fiziksel olarak) geri dönemeyen birini ifade etmez; o, kendisinin diğer versiyonlarını ‘hatırlayamayan’, farklı zamanlara, fiziksel mekanlara ve ilişkilere kök salmış kendilik versiyonları arasındaki boşlukları köprüleyemeyen, kendilik durumları arasındaki ‘boşluklarda duramayan’ birisidir.” (Harlem, 2010, s. 460). Burada odak noktası, köken ülkesinden kaçış ile yeni bir ülkeye varış arasındaki fiziksel ve psikolojik boşluktur; bu süreçte özellikle sürgün, köken ülkesini terk etme seçimini içermediğinden kendiliğin bazı parçaları kaybolur. Mültecilerde şiddetli travmatizasyonun, kişinin düşünme ve düşünceler ile kavramlar arasında bağlantı kurma özgürlüğünü ifade eden “içsel hareket özgürlüğünün kaybına” yol açtığı da düşünülmektedir; buna “geçmiş ve gelecek hakkında düşünme ve fantezi kurma” da dahildir (Harnischfeger, 2013, s. 24). Bu tür kısıtlamalar, bireyin kendiliğin çeşitli yönlerini keşfetme ve travmatik deneyimlerini başkalarına özgürce ifade etme becerisini zorlaştırır.

Birçok göçmen ve mülteci, baskın kültürel bağlamdaki baskılara ek olarak, etnik ve dini topluluklarında kişilerarası şiddet ve/veya ayrımcılık deneyimleyerek birden fazla dışlanma biçimiyle başa çıkmaktadır. (Tummala-Narra, 2016; Yi, 2014). Örneğin, hastam Patrick, 50’lerinin sonlarında, Güney Afrika’dan gelen eşcinsel bir Siyah göçmen, apartheid döneminde büyüme deneyimini ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmesini anlattı; burada ırkçı ayrımcılık yeni bir biçim almıştı: “Gençken, Güney Afrika’da Beyaz insanlardan korkarak yaşardım. Hâlâ burada (ABD’de) bir Siyah adam olarak kendimi kontrol etmem gerekiyor. Beni vurabilirler, durdurabilirler.” Bir eşcinsel Güney Afrikalı Amerikan olmanın nasıl bir his olduğunu açıklarken, şunları söyledi: “Ailemde ya da kilisemizde gerçek bir kabul yok. Uzak durmam ve birçok kişiye fazla bir şey söylememem gerekiyor. Aksi takdirde, ailem incinir ya da utanır.” Patrick, çocukken bir akrabası tarafından cinsel istismara uğramış ve Güney Afrikalı kültürel mirası ile topluluğuyla bağını sürdürmekte zorlanmıştır: “Ailemdeki ve kilisedeki insanların çocuklara yönelik şiddet hakkında konuşmak istemediklerini görmek zor. Hiçbir sorun açığa çıkmasın diye sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Onlarla birlikte olmak zor.” Patrick’in hem etnik ve dini toplulukları içinde hem de dışında yaşadığı marjinalleşme deneyimleri, farklı bağlamlarda birden fazla türde travmanın karmaşık doğasını ve kimlik üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır.

Psikodinamik Psikoterapi için Değerlendirmeler

Göçmenler ve mültecilerle psikodinamik psikoterapi, göç öncesi, göç sırası ve göç sonrası bağlamda ve yaşam süreci boyunca ortaya çıkan karmaşıklığın tüm yönlerini ele almalıdır. Kültürel açıdan bilgilendirilmiş bir psikanalitik yaklaşım için bazı önemli noktalar bulunmaktadır. Daha önceki çalışmalarımda, psikodinamik psikoterapide sosyokültürel bağlamı ele alan beş temel alanı şu şekilde sıraladım: (1) danışanların ve terapistlerin yerel kültürel anlatılarını ve bunlarla ilgili bilinçli ve bilinçdışı anlam ve motivasyonları tanımak, (2) psikoterapide dil kullanımını ve duyguların ifade edilmesini bağlam içinde ele almak, (3) sosyal baskı ve stereotiplerin, terapisti, danışanı, terapötik süreci ve sonucu nasıl etkilediğine dikkat etmek, (4) kültürün dinamik olduğunu ve bireylerin karmaşık, kesişen kültürel kimlikleri yaratıcı, uyum sağlayıcı ya da kendine zarar verici yollarla müzakere ettiğini tanımak; ve (5) psikanalizde tarihsel travmalar ve sosyokültürel meselelerin ihmalini inceleyerek öz eleştiriyi genişletmek (Tummala-Narra, 2016). Bu çerçeveye göre kültürel yeterlilik, “sosyokültürel bağlamı anlama ve bunun intrapsişik ve kişilerarası süreçler üzerindeki etkisini, terapötik ilişki de dahil olmak üzere, tanıma, anlama ve bunlarla etkileşim kurma sürecidir” (Tummala-Narra, 2016, s. 77). Yakın zamanda yapılan bir niteliksel çalışmada, deneyimli psikanalitik psikologlarla yapılan görüşmelerde, psikanalitik psikoterapide kültürel yeterlilik kavramları, kimlik gelişimi, ilişkisel yaşam ve terapötik süreçte bilinçdışı süreçlerin (örneğin, duygu, çatışma, savunmalar) rolünü vurgulayarak, pratikte bu alanlardaki önemleri desteklemektedir (Tummala-Narra et al., 2018). Bu çerçeveyi göz önünde bulundurarak, aşağıda göçmenler ve mültecilerle psikanalitik veya psikodinamik psikoterapi çalışırken odaklanılması gereken belirli alanları detaylandırıyorum; özellikle yas tutma ve yasa tanıklık etme, ayrıca aktarım ve karşı-aktarım ile ilgilenme.

Yas Tutma ve Tanıklık Etme

Göçmenler ve mültecilerle psikoterapi, ayrılık, kayıp ve travmanın yaşam boyu nasıl deneyimlendiğini dikkate almalıdır. Psikoterapide bu konuları konuşmak uzun süre dissosiye olmuş duygusal ve bedensel deneyimleri tetikleyebilir. Kayıp ve travma deneyimleri dissosiye oldukça, hastalar genellikle bu deneyimler hakkında aktif bir şekilde konuşma başlatmazlar. Kültürel ve dilsel bağlamların, erken söz öncesi deneyimlerle bakım verenlerle içselleştirildiğini ve travmatik deneyimlerin, sözel dilde sembolize edilmek yerine fiziksel bedende kodlanabileceğini göz önünde bulundurmak önemlidir (Ainslie ve diğ., 2013; Harnischfeger, 2016; Luci, 2017; Winnicott, 1971). Ainslie (1998), bir kişinin miras kültüründen kaybı ve/veya ayrılmasının onarılmasında yer alan süreçleri ve stratejileri (savunmalar da dahil olmak üzere) tanımlamak için kültürel yas tutma (cultural mourning) terimini kullanmıştır. Psikoterapide yas tutma, özellikle göçmenlerle yapılan psikodinamik psikoterapinin temel bir yönü olarak düşünülmüştür. Bu, bireyin “üçüncü bireyselleşmesi”ni (Akhtar, 1999) etkilediği için önemlidir; bu süreç, kimlik oluşumu için kritik olan kültürel kayıp ve değişimi birleştirip güçlendirme çabalarıyla karakterizedir. Birçok göçmen ve mülteci için yas tutmanın bir başka önemli yönü, göçün itici gücü olmuş olabilecek, “Amerikan rüyası” gibi daha iyi bir yaşam arayışı için umut kaybıdır (Eng ve Han, 2000).Göçmenler ve mülteciler, travmatik ve travmatik olmayan durumlarda psikoterapide geniş aile ağlarının kaybı, aile yapısındaki değişiklikler, ana dilin kaybı ve ibadet yerlerine erişim kaybı gibi farklı kayıpları yansıtabilirler.

Psikoterapi, bireylerin miras kültürüne ve egemen topluma karşı duyduğu karmaşık duyguları özgürce keşfetmelerine olanak tanıyan önemli bir fiziksel ve psikolojik alan sunar; bu şekilde kendilik, kimlik ve ilişkilerdeki sınırlamalardan sıyrılmalarına imkan verir. Terapistler, kültürel alanları birleştirirken ayrılık ve kaybı tanıyarak, hastaların miras kültürü, aile, etnik ve dini topluluklar ile egemen kültürdeki göç, uyum, kayıp ve umut deneyimleri hakkında diyalog başlatabilirler. Örneğin, bir mülteci hasta, doğduğu ülkeyi bir daha asla ziyaret edemeyeceğini fark edebilir, ve bir göçmen hasta, çocuklarının kendi doğduğu ülkedeki fiziksel ve psikolojik deneyimini asla anlayamayacaklarını fark edebilir. Her iki durumda da, hastanın kendilik algısı, egemen kültürle ve miras kültürüyle olan ilişkisi doğrultusunda değişmeye devam eder. Diğer durumlarda, yeni kültürel bağlama uyum sağlamak için gereken içsel değişiklikler, miras kültürüne veya sevdiklere bağın kaybedilme korkusu ile zorlanabilir. Burada, psikoterapi, bölünmüş ve kesintili kültürel deneyimleri ve kimlikleri keşfetme fırsatı sunar ve hasta ile terapistin daha önce düşünülmemiş kendilik olasılıklarını keşfedeceği geçişsel bir alan yaratır (Oguz, 2012; White, 2015; Winnicott, 1971). Psikoterapi, her iki dilin de iki dilli bir psikoterapi bağlamında mevcut olabileceği durumlarda, miras dili ve yeni dili de birleştirebilir. Hasta, iki veya daha fazla dil arasında geçiş yaparak deneyimlere erişebilir ve bu deneyimleri ifade edebilir.

Hastanın travmatik deneyimler yaşadığı durumlarda, psikoterapi, terapistin, hastanın korku ve yabancılaşma deneyimlerine dair bir tanık ve bu deneyimlerin bir konteyneri olarak aktif bir şekilde katılımını içerir (Boulanger, 2008, s. 650). Tanıklık etme, sosyal, kültürel ve politik bağlamların ve toplumsal baskıların gerçekliklerine, ayrıca hastanın travmatik olaylar ve koşullar içinde hayatta kalma becerisine kulak verme ve yanıt verme sürecidir. Bu süreç, terapistin geleneksel olmayan roller üstlenmesini de gerektirebilir, örneğin hastanın temel haklarını bir mahkemede, işyerinde, sağlık kurumunda veya okulda savunmak gibi (Rothe, 2008; Tummala-Narra, 2016). Psikoterapide tanıklık ederek hastanın anlatısını dinlemek, çeşitli ayrışmış kendilik durumları “arasındaki boşluklarda durabilme” kapasitesinin gelişmesini sağlar (Bromberg, 2006; Yi, 2014). Yi (2014, s. 43), “kültürel düzeltici deneyim”i, terapistin, hastanın travmalarına, aile geçmişine ve yaşam deneyimlerine dikkatlice uyum sağladığı, bu uyumun hastanın kültür, etnik köken ve kimliğin diğer yönlerine ilişkin algılarını dönüştürme olasılığını açtığı psikoterapi için kritik bir süreç olarak tanımlamıştır. Terapistin, hastanın kayıp ve travmayı nasıl deneyimlediğine, ayrıca hastanın zamanla terapiste duygusal deneyimlerini nasıl ifade ettiğine açık kalma becerisi, hastanın yas tutma olasılığını daraltan savunmaları inceleme ve bunlarla başa çıkma kapasitesinde önemli bir rol oynar (Tummala-Narra, 2016).

Aktarım ve Karşı Aktarım

Göçmen ve mülteci hastalarla psikoterapide çalışmak, kültürel kimliklerin müzakere edilmesi gibi karmaşıklıkları içerir. Göç süreci dinamik olduğu için, terapistin sosyokültürel kimliğin bir yönüne odaklanırken diğer yönleri göz ardı etme eğiliminde olabileceğini akılda tutmak önemlidir. Terapistler ve hastalar, etkileşimlerine kendi yaşam deneyimlerini, sosyokültürel geçmişlerini ve kimliklerini taşırlar. Roland (2005), kültürel deneyimlerimizin “karşılaştırmalı deneyimler” aracılığıyla kolayca erişilebilir olduğunu belirtmiştir. Başka bir deyişle, kültürel olarak farklı olduğunu algıladığımız bir hastayla karşılaştığımızda, kendi kültürel bakış açılarımızı bilinçli olarak tanıma eğilimindeyiz. Kültürel farklar karşısında kaygı, rahatsızlık, merak ve heyecan gibi çeşitli duygular ortaya çıkar. Bu duygusal deneyimler, terapötik ilişki içinde farklı davranışsal tepkilere katkıda bulunur. Örneğin, Asyalı Amerikalıların otorite figürleriyle daha yönlendirici bir etkileşim biçimini tercih ettiğini okuyan bir terapist, Asyalı Amerikalı bir danışanla, kültürel olarak duyarlı olacağına inandığı bir şekilde iletişim kurmaya çalışabilir. Ancak bu danışan, bu tür bir etkileşimi tercih etmeyebilir ve daha az yönlendirici bir terapist arıyor olabilir. Bu durumda, terapistin yaklaşımı iyi niyetli olmasına rağmen, Asyalı Amerikalılar arasındaki sosyokültürel deneyimlerin ve kimliklerin çeşitliliğini hesaba katmamaktadır. Psikodinamik psikoterapi, sosyokültürel deneyimlerin benzersiz doğasını ele almak için özellikle uygundur. Terapistler, hastaların kültürel deneyimlerini dinlerken, bu deneyimlerin kendilerine çelişkili ya da beklenmedik görünebileceğini kabul ederek açık fikirli kalmalıdır. Terapist ve danışanın kültürel kimliklerinin birbirine daha az görünür olduğu durumlarda (örneğin, dini azınlık, cinsel azınlık, politik zulüm ve savaş mağduru gibi) bu konu daha da önemli hale gelir (Tummala-Narra, 2016).

Ayrıca, kültürel deneyimlere ve kültürel önyargılara dayalı aktarım ve karşı-aktarım dinamiklerini incelemek de kritiktir. Çağdaş psikanalitik akademisyenler, terapötik ilişkide karşılıklı etkileşimin önemini, terapist ve danışanın aktarım süreçlerinde birbirlerini karşılıklı olarak nasıl etkilediğini ve sosyo-kültürel bağlamın psikoterapideki yansımalarını vurgulamaktadır (Altman, 2010; Harlem, 2010; Yi, 2014) Hastaların ve terapistlerin birbirlerine karşı olan bilinçdışı deneyimleri ve tepkileri, yaşam deneyimleriyle şekillenir; bu deneyimlerin temel bir bileşeni de sosyo-kültürel geçmişleridir. Daha geniş sosyal, politik, ekonomik ve ırksal dinamikler, terapötik ilişkide sıklıkla yansıtılır ve yeniden üretilir (Tummala-Narra, 2016). Örneğin, bir hasta, genellikle baskın kültüre ait olmayan bir isme sahip olan bir terapistin göçmen ya da mülteci olduğunu ve aksanlı konuştuğunu varsayabilir. Benzer şekilde, bir terapist, ekonomik kaynakları sınırlı bir göçmen hastanın yasal olarak ülkede bulunma hakkı olmadığını varsayabilir. Olumlu aktarım da daha geniş sosyal dinamiklerin ve kişisel ilişkilerin bir yansıması olarak gelişebilir. Örneğin, kültürler arası bir terapötik ilişkide, terapist, hastanın etnik kökenine benzeyen bir arkadaş ya da aile üyesiyle olan deneyimlerine dayanarak yeni bir hastaya karşı olumlu duygular geliştirebilir.

Aktarım- karşı-aktarım dinamiklerine dikkat etmek, terapistin, hastanın kültürel veya yerli anlatısını dikkatle dinleme becerisini içerir; terapistin kendi sosyo-kültürel deneyimlerinin, hastanın sözlerinde duyduğu şeyler üzerindeki olası etkisinin farkında olarak bunu yapması gerekir (Seeley, 2005; Tummala-Narra, 2016). Terapistin, hastanın dünya görüşlerine ve terapistin kendi görüşleriyle çelişen varsayımlarına tepkileri, terapistin hasta ile hayal kırıklığı yaşamasına ve psikoterapide çatışmalı sosyokültürel ve travmatik konulara girmekten kaçınmasına sebep olabilir. Hasta da terapistin bu alanlarda rahatsızlık duyduğunu algılayarak belirli konuları tartışmaktan kaçınabilir. Benzer şekilde, ortak bir sosyokültürel geçmişe sahip bir terapist ve danışan, birbirlerine karşı olumsuz duygular yaşamaktan kaçınmak amacıyla belirli kimlik yönlerini incelememeyi tercih edebilir.

Akhtar (2011), göçmen analistlerin ve terapistlerin karşılaştığı birkaç ikilemi vurgulamıştır. Bunlar arasında kültürel tarafsızlığı sürdürme, hastanın etno kültürel olarak farklı veya benzer bir terapist seçme motivasyonunu dikkate alma, kültürel aktarım ile ilgili çağrışımlarını inceleme, terapinin veya analizin miras kültürüne ait olmayan bir dilde yapılması ve paylaşılan yansıtmalar, kültürel uyum farkları ve nostaljiyle karakterize edilen işbirliği durumlarından kaçınma yer almaktadır. Göçmen terapistler, ayrılık, kayıp, travma ve süreksizlik deneyimlerinin hastalarıyla çalışmalarına etkilerini de yazmışlardır (Akhtar, 2006; Ipp, 2010; Khouri, 2012; Lobban, 2013). Bu yazarlar, hastalarla olan etkileşimlerinin, hem hastalarının onlara yönelik algılarından (fiziksel özellikleri, aksanları ve iki dilli olmalarından kaynaklanan) hem de kendi göç, kültürel uyum, sosyal konum ve klinik eğitim deneyimlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir.

Psikanalitik araştırmacılar, benzer etnik ve çapraz etnik ikililerde kültürel deneyimle ilgili benzerlik ve farklar konusunda varsayımlarda bulunmaktan kaçınılması gerektiğini belirtmişlerdir (Akhtar, 2011; Lobban, 2013). Bu, kültürel deneyimin karmaşıklığını ve kesişimselliği dikkate almanın önemini vurgular. Örneğin, benimle aynı yaşta olan bir ikinci kuşak Hint Amerikalı hastam, “Hintli ebeveynlerle nasıl olduğunu bilirsiniz. Eminim onların ne kadar katı olduklarıyla uğraşmak zorunda kaldınız. Burada doğdunuz, yani bilirsiniz,” dedi. Bu hastanın, benim ABD’de doğmuş olduğumu ve katı ve geleneksel ebeveynler tarafından büyütüldüğümü hayal etmesi, sadece kısmen ilişki kurabileceğim bir durumdu. Onun benzersiz deneyimini öğrenmek ve Hint Amerikalı olarak deneyimlerimizi farklılaştırmak amacıyla, “Hintli ebeveynlerim var ama büyürken senin Hintli ebeveynlerinin nasıl olduğunu bilmiyorum. Bana onlardan ve onlarla olan deneyimlerinden bahset,” diye yanıt verdim. Hasta, daha sonra ebeveynleriyle ilgili benim yaşam deneyimlerimden önemli ölçüde farklı bir deneyimi anlattı.

Sonuç

Göçmenler ve mültecilerle psikodinamik psikoterapi çalışmak, kimlik, ilişki yaşamı ve psikolojik iyilik hali üzerinde şekillenen içsel, kişilerarası ve sosyo-kültürel deneyimlerin çok katmanlı bir şekilde ele alınmasını içerir. Göçmenler ve mülteciler arasındaki deneyimlerin çeşitliliği, ayrılık, kayıp ve travma gibi ortak deneyimlerle bir arada var olur. Kültürel değişim, kimlik ve ilişkiler, büyük ölçüde bilinçdışında, yaşam boyu uyumlu ve uyumsuz şekillerde düzenlenir. Psikodinamik psikoterapi, göçmenler ve mülteciler için ayrılık, kayıp, travma ve süreksizliği yas tutma, kültürel deneyimleri birleştirme ve kimlik dönüşümü sağlama açısından kritik bir alan sunar. Terapist, çoklu kültürel anlatıları ve kimliğin çeşitli yönlerini uyumlu bir şekilde dinleme, acı veren anılara tanıklık etme ve hastaların kültürel uyum ve değişim içinde kendilerini tanımlamak için yeni olasılıkları keşfetmelerine yardımcı olmak için benzersiz bir pozisyondadır.

Yorum yapın