icten dinlemenin sanati

İçten Dinlemenin Sanatı ve Gücü (2. Bölüm)

Photo of author

Editör

Bir başka insanı dinlemek nasıl bir şeydir? Gerçekten dinlemek? Bu, tuhaf bir şekilde, duygusal bir sorudur. İnsanlar sürekli olarak birbirleriyle konuşurlar ve birbirlerini dinlerler. Her zaman insani etkileşimde bulunuyoruz. Mağazada, maçta, akşam yemeği masasının etrafında, sınıfta sürekli olarak bunu yapıyoruz.

Peki içten/derinlemesine [deeply] dinlemek nasıl bir şeydir? Aklıma, arkadaşım Gena’nın cenazesinden bir sahne geliyor. Gena, küçük, güzel, koyu saçlı bir kadındı; derin kahverengi gözleri, onun varlığında sizde bir dürüstlük ve içtenlik hissi uyandırıyordu. Biz, arkadaşları, onun küllerini tutacak mezarın etrafında bir araya geldik. Hepimiz aynı şekilde acı çekerek onun bizi bu kadar hızlı terk etmesinden dolayı içimizdeki acıyla sessizce birlikte nefes aldık. Beyin anevrizması, hastaneye kaldırıldı, iyileşiyor gibi oldu ve sonra gitti. O gün konuştuğumuzda, ne kadar az konuştuysak da, birbirimizi Gena’nın dinlediği gibi dinlediğimizi fark ettim; gözlerimiz ve ruhumuz açık, acıyı hissedebilen -hatta fiziksel olarak- şöyle diyordu: “Acınız burada hoş karşılanır. Çantalarını bırakıp bir süre kalabilir. İtilip kakılmayacak. Acele ettirilmeyecek. Daha az acı çekmesi, farklı acı çekmesi ya da kendini oyalaması istenmeyecek. Kendini ifade etmesi bile gerekmeyecek. Sadece var olabilir. Ve biz birlikte olabiliriz -sen, ben, acı.”

İçten dinlemenin sanatı. Sık sık Loyola Hall’daki sınıfların önünden geçerken, başlangıç düzeyindeki danışmanlık öğrencilerinin bir danışmanın bir danışan veya hastayı dinlemesi gereken yeni bir şekilde dinlemeyi pratiğe döktüklerini görürüm. Öğrenciler, sınıflarındaki aynı egzersizi yapan arkadaşlarının gürültüsü arasında karşısındakinin hikayesini duymaya çalışarak masalarda ikili olarak otururlar. Yansıtmalı dinleme pratiği yaparlar, yani birkaç cümle dinlerler ve ardından kişinin duyduklarından bir şeyler geri söylemeye çalışırlar: “Yani, 10K etkinliğine zamanında ulaşmak istediniz.”, “Yani, gelecek çeyrekte derslere kaydolmak için paranız olmayacağı konusunda endişelenmeye başlıyorsunuz.” Çoğu zaman kendi kendime, bunun, yetişkinlerin birbirleriyle yapması için garip bir egzersiz olduğunu düşünürüm, ancak dinlemeye yönelik kültürel yönelimimiz o kadar zayıfladı ki, bir kişinin diğerine aktarmaya çalıştığı içeriğin en erişilebilir katmanlarını bile takip etmemizin öğretilmesi gerekiyor.

Gena’nın gözlerinin bu şekilde, içten dinleme aracı olmasını sağlayan şey neydi? Bu, işin sanatını öğrenme meselesinin özüne çok yakın olduğundan, burada biraz yavaşlayacağız.

Uyumlanma

Psikodinamik terapide dinleme, uyumlanma [attuning] adını verdiğimiz bir sürecin bir parçasıdır. Bu kavram, bebeklerin anneleri veya bakıcıları ile olan ilişkilerinin incelendiği çalışmalarda en hassas şekilde kullanılır. Uyumlanma sürecinde bir kişi (bebek), başlangıçta tamamen sözel olmayan bir şekilde bir şey ifade etmeye çalışır. İyi gittiğinde, diğer kişi sinyalleri alır ve doğru bir şekilde yanıt verir, veya en azından giderek daha doğru yanıtlar verir, ve bebek anlaşıldığını, yatıştırıldığını veya gönderilen ihtiyaca/sinyale uygun bir şekilde karşılandığını hisseder. Uyumlanma  üç adımlı bir süreçtir: sinyal gönderme, sinyal alma/çözümleme ve sinyal yanıtı. Alıcı kişi, sinyali anlamak için kendisini referans olarak kullanmak zorundadır, içindeki duygusal durumları tarayarak sinyalin ne demek istediğini anlamaya çalışmalıdır, sonra bu temelde yanıt vermelidir. Bu nedenle, yanıt verenin yanıtı onun bir parçasını taşır. İmzalıdır. Kişiseldir.

Bu, normal sosyal etkileşimde yaptığımız dinlemeden farklı bir tür dinlemedir. Başka birinin anlattığı hikayeye “iyi bir dinleyici” olmak ile içten dinleme sanatı arasındaki fark burada ortaya çıkar. Uyumlu dinleme, kelimelerin ötesinde gerçekleşir. Genellikle kullandıkları dilden ayrı olarak bir kişiden diğerine duygusal iletişimin, ihtiyaç durumunun veya bir varlık halinin sözsüz iletişimi etrafında odaklanır, Bu, tabii ki, anneler ve bebekleri arasında en belirgin olanıdır, ancak bazıları -Gena gibi- düzenli olarak bu farklı düzeyde dinler.

Uyumlanmış dinleme [attuned listening] psikodinamik psikoterapinin ana unsurlarından biridir, bu yüzden bunun neyi içerdiğine yakından bakalım. Bu bölümde sanatını [art] inceleyeceğim, bir sonraki bölümde ise bilimini [science] ele alacağım.

Ön Hazırlıklar

Psikodinamik bir psikoterapist olmak, tamamen farklı bir şekilde dinleme sanatında usul usul ustalaşmak demektir. Bunun içinde, tam olarak var olduğunu bilmediğimiz insan repertuarımızın parçalarına erişmek vardır. Bu yönüyle, belki de bir müzik enstrümanına hakim olma sürecine benzetilebilir. Zaman, sabır, görünüşte sıkıcı ve sonu gelmez bir pratik gerektirir, ancak zamanla, neredeyse büyülü anlarında, önümüzde yeni manzaralar açılmaya başlar. O hissi hissetmeye başlarız. Onun ruhuna doğru batmaya başlarız. Artık bizde var olmaya, bizi yönlendirmeye, hareket ettirmeye, şaşırtmaya, gizemli hale getirmeye başlar. Artık yapmayı düşündüğümüz bir şey değildir; bizim aracılığımızla gerçekleşen bir şeydir.

Zihin ve bedenlerimizin “uydu antenleri” ile içten dinleme edinilmiş bir sanattır (an acquiered art). Akorlar ve ölçekler gibi temel bilgilerin sayısız saatler boyunca çalışılması üzerine inşa edilmiştir. Zamanla basitten (ve garip) karmaşığa (ve ezici) ve son olarak dakikalar içinde basite (ve bazen zarif) doğru hareket eder.

Ancak bu hassas bir konu ve tam anlamıyla işlevsel hale gelmesi için pek çok şeyin içimizde yerli yerinde olması gerekiyor. Dolayısıyla benim görevim, yazarken bu sanatı ayrıştırmak olacak, yol boyunca oldukça dürüst olacağım. Hala bazı günler yanlış tuşlara basıyor veya ritmi hissedemiyorum. Bazen melodi tamamen akort dışı gibi geliyor. Çok şükür hastalarım bana karşı sabırlı.

Sakinleşme [Quieting Down]

Öncelikle ve en temelde, psikodinamik bir terapistin ihtiyaç duyduğu şekilde içten dinlemeyebilmek için içimizde sakin olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Bugün, burada, karşımızdaki insanla ona yardım edeceğimiz beklentisi ile oturmanın endişesini kontrol edebilmeyi öğrenmek pratik gerektiren bir durumdur.

Acemi veya eğitimdeki bir terapist için bu, dürüst olalım, imkansız bir görevdir. Terapist rolünü üstlenmenin sebep olduğu kaygıyı hızla aşmanın bir yolu yoktur. Çokça “sandalyede [terapist koltuğunda] oturmayı” gerektirir. Başlangıçta, kendimizi izleriz. Gerçekten bu iş için uygun olup olmadığımızı merak ederiz. Gerçekten arkadaşlarımızın ve aile üyelerimizin söylediği kadar iyi olup olmadığımızı merak ederiz. Kendimizi seansta konuşurken duyarız. Bunun etkisini izleriz. Süpervizörümüzün ne söyleyeceğini, ne düşüneceğini, neyi fark edeceğini merak ederiz. Seansın iyi gittiğini görürüz (yah!), seansın bir yere varmadığını görürüz (huh?), seansın tamamen batmakta olduğunu görürüz (uh-oh…). Kendimizi yargılarız, an be an, seans seans. Bu, işkence dolu bir gelişim aşamasıdır ve kaçınılmazdır.

Ancak, acıdan kaçınmaya eğilimli olduğumuz için, doğal olarak bunu atlatmaya çalışırız. Her şeyden önce, işimiz ifade edilen duygularla birlikte oturmak ve dinlemektir. Dinlemenin neden bu kadar etkili olduğunun nedenini ilerledikçe ele alacağım. Şimdi ön hazırlıklardan konuşacağız: “Terapist” rolüne girmek ve dinlemek, sadece dinlemek. Başlangıçta, sadece dinlemekten daha fazlasını isteriz. Özellikle yeni terapistler yardımcı olacak bir şey yapacaklarından emin olmak adına yazılı bir dil ve kesin sonuç verecek teknikler arama eğiliminde olurlar.

Tecrübeli terapistler bile bazen sadece karşısındakini dinlemekle yetinmenin (ve onlarla birlikte olmanın) getirdiği kaygıyı (ve çoğu zaman çaresizliği) savuşturmak için bir şeyler yapmak isterler. Bu yaşadıkları kaygının birçok yüzü vardır. Odadaki duygunun orada bir süre kalması için zamana ihtiyaç duyduğunda, soru sorma şeklini alabilir. “Bunu veya şunu denemeyi hiç düşündünüz mü?” gibi değerli bir öneride bulunmak şeklinde olabilir. Odaya bir ağırlık çöktüğünde veya işler umutsuz hale geldiğinde yaygın bir Amerikan kültürü stratejisi olarak parlak tarafı veya komik tarafı işaret etme dürtüsü olabilir. Ancak anı hafifletmek, sorunları çözmek, bir şeyi düzeltmeye veya daha iyi hale getirmeye çalışmak, hastayı en büyük umutsuzluk noktasında, onları karanlıkta tamamen yalnız bırakabilir. Dinleme ve acının yolunu diğer kişiyle takip etme kapasitesi, zamanla geliştirilmesi gereken bir tolerans ve kas gücüdür.

Bu yüzden, her şeyden önce, yeni ve tecrübeli terapistler olarak dinlemek için içsel olarak sakinleşmeliyiz. Bu da çok kolay bir iş değildir.

An’a Gelmek [Get Present]

Başka bir konu ise danışan için şimdi ve şu anda olmalıyız. Bu, belki de bu ana gelene kadar duygusal varlığımızı sıkıştıran günün saldırılarını silkeleyerek, alıcı bir zihin durumunda olmayı gerektirir. Elbette, başkasıyla birlikte terapiye oturmadan önce kendi hayatımızın streslerinden ve yaralarından geliyoruz. Bazen, paradoksal olarak, bunlar bizi daha hassas ve içsel olarak daha erişilebilir hale getirir. Kendi deneyimlerimde, hayatımda en büyük kayıpları yaşadığım zamanlarda, içsel olarak en açık olduğumu ve başkasının acısıyla birlikte olabilme kapasitemin en yüksek olduğunu gördüm.

Ancak, tabii ki, bazen kendi sorunlarımız kaçınılmaz olarak araya girer. Bazı yaralar, işlev gösterebilmemizi engelleyecek kadar trajiktir. Bu, bir süre geri adım atmamız gereken zamanlardır. Ayrıca, içten acı çektiğimiz ama başkasıyla birlikte olmaya yetecek kadar iyi olduğumuz başka zamanlar da vardır.

Şimdi anlatacaklarım sadece kedi severler için işe yarayacak, ama bu riski göze alacağım. Özellikle, 17 yaşındaki değerli kedim Bear’ı uyutmak zorunda kaldıktan sonraki gün terapi yapmayı hatırlıyorum. İçimde her yerde yakıcı bir acı vardı. Bu durum, birçok açıdan, beni o hafta boyunca tüm hastalarımla daha içten var etti. Sonra, içimdeki herhangi bir uyarı olmaksızın, kendisi de hayvanlara özel bir yakınlığı olan ve bir ay önce kedisini kaybeden bir hastamın yanında buldum kendimi. O gün, birlikte oturduğumuz anlarda, acısı tekrar içimde yankılanmaya başladı, beni içsel olarak dağıtıyordu. Dünyamı ve onun dünyasını aynı anda dengelemeye çalıştım ama sonunda savaşı kaybetmek üzere olduğumu fark ettim, bu yüzden aramızda havada asılı duran bu ağırlığı, neredeyse hiç yapmadığım bir şeyi, ona söylemem gerektiğine karar verdim, O, zaten bildiğini söyledi… (nasıl bilebilirdi ki?). Bu durum ikimizi de rahatlatmış oldu.

Dinlemek – Bir Başlangıç ​​Noktası

Buraya kadar tamam. Böylece, terapistlik yapma işine ve kendi duygularımıza rağmen ya da onların tam içinde var olma işine karar verdikten sonra, bu diğer kişiyi/danışanı dinlemenin karmaşık işine geçiyoruz. Sonuçta dinlemek için oradayız. Yaşam deneyimi ve profesyonel eğitim yoluyla, danışanlarımızın/hastalarımızın söylediklerinin içeriğine yakından dikkat etmeyi öğreniriz. Uyanık, orada ve ilgili olmak. Hatırlamak. Bizim işimiz onların hayatlarına, endişelerine, etraflarındaki onlar için önemli kişilere dair organize bir bakış açısı geliştirmektir. Bu, bazı insanlarla, onların bizimle etkileşim stillerine bağlı olarak  kolayken; bazılarında ise gerçekten hiç değildir. Ancak bu, terapist dışı etkileşimlerimiz yoluyla nispeten eğitildiğimiz bölümdür. Genellikle, insanlar bu alana iyi bir dinleyici oldukları için çekilirler.

Şimdi, sıradan dinlemenin uyumlu dinlemeye dönüştüğü ve uydu anteninin devreye girdiği bir ayrım noktasından bahsetmek istiyorum. Karşımızdaki kişinin bize söylediklerini dinlerken, uyumlu bir dinleyici aynı anda tamamen farklı bir kanaldan daha dinler. İki kanalı aynı anda. Biri, hastamızın bizimle konuştuğu kanal, diğeri ise kullandıkları dilden bağımsız olarak yayınlanan, duygusal beyinlerinden bizimkine doğrudan gelen kanal.

Uyumlu dinleme, hikayeyi dinlememizi ve aynı anda (genellikle öncelikli olarak) bu kişinin varlığında yaşadıklarımıza dikkat etmemizi gerektirir. Yani, karşımızdaki kişinin bize söylediklerine dikkat ederken, aynı zamanda kendimize, onun varlığında içimizde neler olduğuna da dikkat etmemiz gerekir. “Kaslarım gergin mi? Her yerim mi gergin? Sadece kollarımda mı gerginlik var? Hımmm. Endişeli miyim? (Bugün kendi hayatımla ilgili olaylar nedeniyle endişeli mi geldim? Yani, bu gerginlik bana mı ait?) Midem biraz karışık mı? Kalbim ağrıyor mu, hızlanıyor mu ya da çarpıyor mu? Nefes alışverişim nasıl? Normal mi? Sıkışık mı? Nasıl sıkışık? Nefessiz mi kalıyorum? Konuştukça nasıl değişiyor? Şu an ve önceki saat oda içinde hissettiklerim ne kadar  farklı?”

Dün, bir danışma grubunda bir vaka sunulurken, grup üyelerine sunum yapan kişinin vaka hakkında konuşurken kendi bedenlerinde ve duygularında neler yaşadıklarını sorduk. Başka bir deyişle, o an için vaka içeriğini değil, dinleyicilerin deneyimlerini takip ediyorduk. Bir üye “Boğucu, sanki yeterince nefes alamıyorum” dedi. Bir diğeri “dengesizleştirici, sanki Pigpen’in (kendine ait bir toz bulutu içinde hareket eden Snoopy çizgi dizi karakteri) toz bulutunun içindeyim” dedi. İki üye de “dışlanmış, sanki bir şey geçilmezmiş gibi” dedi. Vakayı sunan terapist, bu hastanın yanında ve seansın özetini gruba aktarırken de aynı şekilde hissettiğini bize açıkladı. Bu duygulardan hiç bahsetmemişti, ancak grup, seansı bize yeniden yaşatırken onun hissettiği söze dökülmemiş duygusal deneyimi fark etmişti.

Stereo

Özetle, kendi bedenimizi ve duygularımızı bu şekilde dinlemek, bir yandan diğer kişinin deneyimini dinlerken kendi deneyimimizi taramak için içimizde bir “stereo” kanal açmak anlamına gelir. Elbette, dikkatimiz sözlü tarafa (kültürel olarak tercih edilen kanalımız) zayıf bir şekilde çekildiğinde veya odaklandığında bu imkansızdır. Ve eğer bir sonraki inanılmaz derecede bilge gözlemimizi veya müdahalemizi hazırlamakla meşgulsek, bu daha da imkansızdır.

Peki, iki şeyi aynı anda nasıl dinleriz? Elbette bu kolay bir iş değildir. Aslında, çoklu görev yapmaya uygun değiliz. Bu anlarda gereken şey, dinleyici olarak biraz gevşememizdir; birinin söylediği sözleri veya anlattığı hikayeyi daha az dikkatle dinlememizdir. Tamamen değil, elbette. Ancak içimizde gidip gelebiliriz. Hikaye. İç kontrol. Hikaye. İç kontrol. Bugün bu kişiyle birlikteyken nasıl hissediyorum? Ne gibi geliyor?

Özetle, kendi bedenimizi ve duygularımızı bu şekilde dinlemek, bir yandan diğer kişinin deneyimini dinlerken kendi deneyimimizi taramak için içimizde bir “stereo” kanal açmak anlamına gelir. Elbette, dikkatimiz sözlü (kültürel olarak tercih edilen kanalımız) tarafa çok keskin bir şekilde çekildiğinde veya odaklandığında bu imkansızdır. Ve eğer bir sonraki inanılmaz derecede bilge gözlemimizi veya müdahalemizi hazırlamakla meşgulsek, bu daha da imkansızdır.

Peki, iki şeyi aynı anda nasıl dinleriz? Elbette, bu kolay bir iş değil. Aslında, çoklu görev için uygun değiliz. Bu anlarda gereken şey, dinleyici olarak biraz gevşememizdir; birinin söylediği sözleri veya anlattığı hikayeyi daha az dikkatle dinlememizdir. Tamamen değil, elbette. Ancak içimizde gidip gelebiliriz. Hikaye. İç kontrol. Hikaye. İç kontrol. Bugün bu kişiyle birlikteyken nasıl hissediyorum? Ne gibi geliyor? Bu, bir sonraki cevabımızı formüle etmeye çalışmayı bırakmamızı gerektirir (Winnicott’un deyişiyle, çok “zeki” olmaya çalışma çabasını bırakmamızı (Winnicott, 1968)). Bu, diğer sahnenin bu kısmını içine almamızı gerektirir -duygusal psike-soma’ları (Winnicott’un (1949) adlandırdığı gibi) bizim duygusal psike-somamızla iletişim kurarken, bizimle oldukları anın sözlü olmayan hikayesini anlatırken, ve daha sonra keşfedeceğimiz gibi, bu anın içinde olmanın onlar için ne hissettirdiğini anlatır.

Bu size yeni gelebilir ya da düşünmeden bu şekilde dinlemeye alışmış olabilirsiniz. Ancak, karşınızdaki kişinin varlığında kendinize dikkat etmek, sezgilere aykırı görünse de, içten dinleme sanatının önemli bir parçasıdır. Biz insan maymunları, sürüdeki diğer maymunların deneyimlerini okuyabilmek için mükemmel bir şekilde donatılmışızdır. Hayatta kalmamız ve terapistler olarak uyumlanmamız da buna bağlıdır.

Stereo Ekipmanı

İleri düzey psikodinamik psikoterapi seminerimizde öğrencilere bu tür dinleme duygusunu kazandırmanın yollarından biri, her zaman benim için eğitmen olarak biraz risk toleransı gerektiren bir egzersizdir. Derste, öğrencilerden daha önce tanımadıkları biriyle eşleşmelerini istiyorum. Biri terapist, biri hasta olacak şekilde. (“Hasta” kelimesi, kelime anlamıyla “acı çeken kişi” anlamına gelir; “danışan” ise “ödeyen kişi” demektir. Buradan sonra “hasta” kelimesini tercih ettiğim ve psikodinamik ortamlarda  yaygın tabir olduğu için kullanacağım.) Görevleri, on haftalık dönem boyunca her hafta 50 dakikalık bir “terapi” seansı yapmaktır. İlk beş hafta boyunca, talimatlar “terapist”in 50 dakika boyunca tamamen sessizlik içinde “hasta”yı dinlemesidir.

Tahmin edebileceğiniz gibi, bu her iki taraf için de son derece kaygı verici bir egzersizdi. Öğrenciler bir sonraki hafta derse, birlikte işlediğimiz çeşitli düşük düzey travma durumlarında geri dönerler. “Hastalar” zamanı kendi sözleriyle nasıl dolduracaklarını bilmedikleri, terapistler ise ne yapmaları gerektiğini bilmedikleri için kaygılıydılar.

Sonra ikinci hafta, ardından üçüncü hafta geldi ve farklı bir şey olmaya başladı. “Hastalar”dan, kendi seslerini duymanın deneyiminden keyif almaya başladıklarını duymaya başladım. Ne düşündüklerini keşfediyorlardı. Söyleyecek bir şeyleri olduğunu fark ediyorlardı. Ne hissettiklerini anlıyorlardı. Ve “terapist”lerden, söyleyecek bir şey düşünmek zorunda kalmadıklarında, gerçekten hastalarını duymanın deneyimine dalabildiklerini duymaya başladım. Bana yazılı süreç notlarında, bedenlerinin odadaki duyguyu algıladığını ve hatta zihinlerinin içindeki içsel film ekranında anın duygusunu derinlemesine açıklayan sahneler ve imgeler görmeye başladıklarını rapor etmeye başladılar (bunun hakkında daha fazla bilgi daha sonra).

Dahası, katılımcılar için oldukça şaşırtıcı bir şekilde, “hastalar” sessiz terapistleri tarafından içten dinlenmiş ve içten anlaşılmış hissediyorlardı. Başka bir deyişle, kelimelerin ötesinde, aralarındaki alanda bir şeyler iletiliyordu. O kadar ki, altıncı hafta geldiğinde terapistlerin biraz konuşmasına izin verdiğimde, çoğu (hem “hastalar” hem de “terapistler”) bunu istemediler. Sessizliğin içinde geliştirdikleri kutsal alan üzerinde terapistin iyi niyetli müdahalesini bile istememişlerdi.

Geçen haftadan kısa bir hikaye anlatmak ve yazarken altındaki duyguları dinlemenizi sağlamak istiyorum. Mekan, Güney San Francisco’daki eski bir İrlanda pubında yapılan bir banjo/brass konseriydi. 20 kişilik grup, Gaziler Günü onuruna canlı ve karışık çalıyordu ve marşlar her bir hizmet dalından diğerine geçtikçe, o hizmet dalında görev yapmış grup üyeleri, hizmet dallarını simgeleyen şapkalarını takarak yerlerinde ayağa kalkıyorlardı -Sahil Güvenlik, Hava Kuvvetleri, Donanma, Deniz Piyadeleri, Ordu. Bu oldukça eğlenceli bir etkinlikti.

Donanma marşının ilk notalarında, beyaz bir donanma şapkası takan ve banjo çalan Jack, ön sırada ayağa kalktı ve hızla “U.S.S. Midway” yazılı mavi bir şapkayla değiştirdi. Bu onun gemisiydi, anlamıştım. Birden kendimi, devasa geminin güvertesinde, deniz suyu ve denizci teriyle yıkanmış halde buldum, dizginlenmiş korku ve genç adam cesaretiyle köpüklü suların arasından geçen bir karışımı hissederek. Zihnimde, karşımda duran 70 yaşındaki Jack’in çok daha genç bir versiyonunu, o geminin güvertesinde, güneşte bronzlaşmış ve kaslı bir halde ve savaşın gelişigüzel kaprislerine teslim olmuş halde gördüm.  

Birkaç dakika sonra grup Ordu marşına geçmişti ve uzak köşede Arnold adında 90 yaşlarında zayıf bir adam, kendisini ordu gazisi olarak gösteren yedek yeşil şapkayı takarak ortaya çıktı. Annemle babamın savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’nda savaştığını -gerçekten savaştığını- ve savaşın terörüne ve şiddetine gerçekten yakından şahit olduğunu anında anladım. Şarkıya tümüyle eşlik edemedim çünkü o anın duygusundan boğazım ağrıyordu. Onların hizmetlerinden, gururlarından ve bunun bu adamların her birine o zaman ve hatta şimdi ödediği görünmez kişisel maliyetten çok etkilendim. Gözlerim doldu ama o gece gözyaşlarının yüzümden aşağı akmasına izin vermedim.

Bu -ne zaman, nerede ve nasıl hissetmememiz gerektiği- becerisini zaman içinde öğreniyoruz . İçimizden kopup gelen şeylere karşı kendimizi kapatmanın ne zaman, nerede ve nasıl olacağını öğreniyoruz. İçten dinlemek, kendimizi içeriden o anın duygusuna açmak demektir. Küçükken nasıl buna kapalı olacağımızı öğreniriz. Büyümenin, duygusal olarak bunaldığımızda gözyaşlarına kapılmamak için içsel olarak yeterince güçlü hale gelmek olduğunu öğreniriz. Bu, canımızı acıtan şeylere dikkat etmeme alışkanlığını geliştirmenin yolunu bulmak anlamına gelir.

Deneyime Bağlı Duygusal Repertuarlarımız

Bunların bir kısmı büyüme sürecinin doğasında bulunur; duygularımız dışarıdan uyumlu ve ilgili ebeveynlerimiz tarafından düzenlenirken kendi duygusal durumlarımızı düzenleme kapasitemizi giderek artırırız. Ancak ne yazık ki, birçoğumuz için bu durumun büyük bir kısmı, duygusal durumlarımızın kendi ebeveynlerimiz veya bakıcılarımız tarafından görmezden gelinmesi, geçersiz kılınması veya tanınmaması gibi şekillerde gerçekleşir. Eğer duygularımız dikkate alınmazsa, nörolojik düzeyde –deneyimlere bağlı olarak– dikkate almamayı öğreniriz. Bu kadar basit. Kendi duygusal yelpazemizde ve başkalarındaki tam bir duygu skalasına açık ve rahat olmayı öğreniriz, ya da öğrenmeyiz. Duygulara karşı dikkatli ve meraklı olmayı öğreniriz ve duyguların izini sürmeyi nasıl bileceğimizi öğreniriz, ya da öğrenmeyiz. Bazı duyguların kabul edilebilir olduğunu, bazılarının ise kabul edilebilir olmadığını çok erken öğreniriz. Bazı duyguların veya içsel durumların bizi yalnız bıraktığını, terk ettiğini, bazılarının tehlikeli olduğunu hatta saldırıya uğrattığını öğreniriz. Belki de duyguların veya içsel deneyimlerin içinde tutulduğunda daha güvenli olunduğunu, hatta tamamen silindiğinde daha da güvenli olunduğunu öğreniriz. Ayrıca aile içinde bazı insanların duygularının kabul edilebilir ve ifade edilebilir olduğunu, bazılarının ise kabul edilmediğini öğreniriz.

Gelişimci Stanley Greenspan (1989), bazı bebeklerin sekiz aylıkken zaten kısıtlı bir duygusal repertuvar sergilediğini gözlemlemiştir. Bu kadar erken dönemde, ebeveynlerinin hangi yönlerine katlanabileceğini ve hangi kısımlarının bakıcılarını gergin, bunalmış, öfkeli veya bir şekilde yokluk haline getirdiğini zaten öğrenmişlerdir. Bu küçüklerden bazıları duygusallıklarını düzleştirir, dissosiyatif davranışlara girişir, daha az etkileşimli, daha az talepkar, daha az oyunbaz, daha az muhtaç, daha az öfkeli hale gelir. Sekiz ay içinde!

Massachusetts Üniversitesi-Boston araştırmacılarından  Ed Tronick (Tronick ve diğerleri, 1975), “Sabit Yüz” deneyleri adını verdiği bir dizi deney aracılığıyla, bu duygusal düzleşme sürecinin bir çocukta zaman içinde nasıl meydana gelebileceğine dair mikroskobik bir görünüm sundu. Bunlarda anne-bebek çiftlerinden laboratuvara davet etti ve annelerden altı aylık çocuklarıyla bir süre mama sandalyelerinde oynamalarını istedi. Tronick’in kameraları, burada anlatacağım etkileşimleri kaydetti.

Biz gözlemciler olarak, bebek ile anne arasında koreografisi mükemmel bir şekilde hazırlanmış bir dansa tanık olduk: Anne, bebeği gıdıklamak için neşeli yüzüyle içeri giriyor; bebek neşeyle bağırıyor. Anne, bebeğin nefesini düzenlemesine izin vermek için duruyor; bebek onu oyuna yeniden davet etmek için ağzı ve gözleriyle gülümsüyor. Tronick’in deneycileri daha sonra anneye hareketsiz bir yüz takınarak oyunu bırakması talimatını verdi; kızgın bir yüz değil, depresif bir yüz değil, sadece hareketsiz bir yüz. Daha sonra yaşananlar dikkat çekiciydi. Bebek onun ifadesini fark etti, gözle görülür bir şekilde bundan rahatsız oldu, bakışlarını kendi ellerine sabitleyerek birkaç saniye kendini sakinleştirmeye çalıştı ve sonra onu yeniden devreye sokmak için planlı bir hamle yaptı. Hareketsiz bir yüz sergilemeye devam ederse, görünüşte kopukluğa dayanamayan bebek, giderek parçalanmaya başladı -ilk önce küçük yüz şaşkınlığı ve fiziksel düzensizlik belirtileriyle- dil çıkarma, salya akıtma, hıçkırma; ardından tüm vücut düzensizliği; tüm vücudunda heyecan; ve son olarak sert, anlamlı bir ağlamaya dönüştü.

Gözlemsel ve deneysel olarak bildiğimiz şey, ebeveynlerin bebeklerinin ve küçük çocuklarının duygularına verdikleri tekrarlanan duygusal tepkilerin, çocuğun duygusal repertuarının bazı kısımlarını seçici bir şekilde koruyabildiği ve diğer duyguları erişilemez veya korkutucu hale getirebildiğidir. Duygusal kapasitelerimizin beyin saplarımıza kadar olan gelişimi deneyime bağlıdır (Panksepp ve Biven, 2012). Üstelik onlarca yıldır süren bağlanma araştırmaları, bir ebeveynin çocuğun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarına uyum sağlama modelinin, bebeklerinde öngörülebilir duygusal tepki kalıpları “güvenli”, “kaçıngan”, “kararsız”, “düzensiz” gibi çocukluğa ve ötesine büyük bir tutarlılıkla ilerleyen (Waters ve ark., 2000) bağlanma stilleri oluşturduğunu anlamamıza yardımcı oldu. Bir ebeveyn çocuğun duygusal sinyallerine aldırış etmezse veya toksik tepkiler verirse, çocuğun çok esnek zihni/beyni, bakıcılarıyla ilişkili olarak kendi duygusal ifadesinin sonuçlarını öğrenir ve gerekli ayarlamaları yapar. Bunlar daha sonra çocuğun sonraki ilişkilerine aktardığı kalıplar haline gelir.

Elbette genelde bu sürecin başımıza nasıl geldiğinden habersiz büyüyoruz ve kendimizi hep “şöyle” ya da “şöyle”ymiş gibi düşünme eğilimindeyiz; şu ya da bu şekilde her ne ise. Zaman zaman bir grup yüksek lisans öğrencisine, kaç kişinin yetişkinlikte öfke deneyimi yaşadığını sordum. Çoğunluğu kız olan yirmi beş öğrenciden yaklaşık on tanesi ellerini kaldıracak. Kaç kişinin bebekken veya yeni yürümeye başlayan çocukken sinirlendiğini düşündüğünü sorduğumda yirmi beş el kalkıyor. Bir sonraki soru (kolay bir adım) grubu şaşırtıyor: “Sizce öfkenize ne oldu?”

Asıl Nokta

İşte asıl nokta. Terapistler olarak başkalarının duygularını içten dinleme kapasitemize birçok şey engel olabilir. Biz kendimiz de duygusal repertuarları kısaltmış/kısıtlamış olabiliriz. Kendi duygusal geçmişleri nedeniyle ebeveynlerimizden biri veya her ikisi de bazı duygularımızla birlikte orada olamamış olabilir. Hastalarımızda tuhaf bir şekilde bazı durumlara uyum sağlayamadığımızı hissedebiliriz. Bazı durumlar, tıpkı donuk yüzlü annenin bebeğini terk etmesi gibi, hastayı bir anlığına duygusal olarak terk ederek içeride donup kalmamıza neden olabilir. Bazı durumlar bizi sorun çözme moduna iter, böylece hastanın duygularını bir kenara bırakıp sessizce “neden bunu denemiyorsun?” tarzına geçebiliriz. Bazı şeyler, (bizim farkına varmadığımız) bir dizi kaygılı sorgulamayı tetikleyebilir. Bu durum karmaşıktır çünkü zamanla bastırdıklarımızı kendimizde görmeyiz, dolayısıyla duygusal olarak hangi alanlarda gelişmemiş veya dolayısıyla hastalarımızın duygularına yeterince uyum sağlayamadığımızı bilemeyiz.

Kendi içsel duygusal repertuarımızı bir piyano klavyesi gibi hayal ediyorum. İçimizde bazı tuşlar yapıştırılmış olabilir. Bazen bütün bir oktav eksik olabilir. Ancak kendi içimizdeki müziğin sesine alışırız ve mesela temel notalar eklenirse şarkının nasıl duyulacağını (ve ne kadar güzel olabileceğini) bilemeyiz.

Repertuarın Genişletilmesi

Bu yüzden psikoterapist olarak içten dinleme sanatını öğrenmek isteyenler olarak, kendimiz için uyumlu terapi alma deneyimini yaşamamız gerekiyor. Bu bağlamda başka bir insan, içimizdeki müziği dinleyebilir ve kendi duygusal klavyemizin yapıştırılmış tuşlarını yavaşça ve özenle çözmeye yardımcı olabilir. Bu genellikle acı verici bir süreçtir. Duygusal mirasımızın bazı kısımlarını kaybettiğimizi anlamak (ve bunun nasıl olduğunu anlamak); müziğimizin başından hem başkalarına hem de kendimize  ne kadar zayıf geldiğini fark etmek acı verir; çocukken kolayca ustalaşabildiğimiz şeyleri bir yetişkin olarak beceriksizce uygulamak acı verir. Ancak kimse bize uyumlanmadığı sürece başkasına uyumlanamayız. Kendimizde kapalı olanı başkasında açamayız.

İçten/derin dinleme sanatı. Şimdi yeniden toparlamama izin verin. Bu bölümde, tüm vücudumuzdaki kayıtları ötekinin duygusal ve bedensel deneyimlerinin ön-duygusal parçalarını yakalamaya yardımcı olacak rezonatörler olarak kullanmaktan bahsettik. Daha sonra bu konu hakkında daha çok konuşacağız. Bunu nasıl yapacağımızdan bahsettik: dinlemenin kaygısından kendimizi sakinleştirerek ve kendi duygusal dünyamızda ve ötesinde var olarak. Kendi deneyimimizi tararken eş zamanlı olarak diğerinin deneyimini dinlemekten bahsettik. Ve terapistler olarak kendi deneyim-bağımlı duygusal gelişimimizle sınırlı olduğumuzun acı verici gerçeğine değindik ve kimsenin bize uyumlanmadığı durumlarda başkasına uyumlanamayacağımızdan (attuned) bahsettik.

Şimdi bu bölümü bitirirken kendimi birkaç sayfa önce başladığım yerde, aklımda arkadaşım Gena’yla buluyorum. Gena, başkalarındaki duyguları derinlemesine ve tereddütsüzce dinlerdi. Bunu yapabilmesinin ve bu şekilde olabilmesinin nedeni, zamanla kendi duygularına açılma çalışmasını yapmış olmasıydı. İçten/derin dinleme sanatı. Gena bunu başarmıştı. İzleyen bölümlerde, bunun pratikte nasıl göründüğünü ve neler gerektirdiğini yavaş ve net bir şekilde anlatmaya çalışacağım.

Ama öncelikli olarak bizi bunun bilimine, daha doğrusu psikodinamik psikoterapistler olarak yaptığımız işin sinir bilimine doğru ilerleteceğim. Bu bazıları için benim için olduğu kadar heyecan verici olacak! Bana göre sinir bilim, psikodinamik pratikte,  belli seviyelerde ruhani ve açıklanamaz görünebilecek hususlara meşruluk kazandırıyor.


Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

Yorum yapın