Bu röportaj Britanya Psikanaliz Konseyi’nin (BPC) 2018’deki Psychoanalytic Therapy Now adlı konferansı için gerçekleştirilmiş olup, New Associations ve Uluslararası Psikanaliz Derneği’nin haber bülteni IPA News’de yayınlanmıştır.
Röportaj, Jessica Yakeley tarafından gerçekleştirilmiştir. (MD, British Psychoanalytic Council)
1) 2010’da American Psychologist dergisindeki ‘Psikodinamik Psikoterapinin Etkililiği’ başlıklı makaleniz, uluslararası alanda beğeni topladı ve çokça alıntılanmaya devam ediyor. Bu alana ilginiz nasıl başladı?
Psikanalitik terapinin artık itibarsızlaştırıldığına ve sözde kanıta dayalı terapinin bilimsel olarak kanıtlandığına dair defalarca duyduğumuz yanlış anlatıdan bıkmıştım. Araştırmayı biliyordum ve halkın, siyasete yön verenlerin ve ruh sağlığı uzmanlarının aldatıldığını da. Ayrıca, “kanıta dayalı (evidence-based)” terapinin -ki bu genellikle kısa, manuelleştirilmiş BDT’nin kod sözcüğüdür- çok sayıda hastayı başarısızlığa uğrattığını bizzat kaynağından öğrenmiştim. Üniversite merkezli bir psikiyatri kliniğinde süpervizörlük yapıyordum ve onları her gün görüyordum. Birinin bu yanlışı düzeltmesi gerekiyordu.
Ayrıca bunun arkasında kişisel bir hikaye de var. Akademik dünyayla ilgili hayal kırıklığına uğramıştım ve akademik dergi makaleleri yazmayı bırakmıştım. Bunu, nedenlerini uzun uzun anlatabileceğim minnettarlık gerektirmeyen bir iş olarak görüyorum. Psychodynamic Diagnostic Manual’ in (Psikodinamik Tanı Kılavuzu) ilk baskısında birlikte çalıştığım Bob Wallerstein benden, American Psychologist’ in psikanalitik terapiye ilişkin sözde özel bir sayısı için, psikanalitik sonuç araştırmaları üzerine bir makale yazmamı istedi. Ona artık dergi makaleleri yazmadığımı söyleyip teklifini reddettim.
Bob aylarca her hafta beni aradı. Sonunda pes ettim. Projeyi her şeyden çok mesleğe olan sorumluluk duygusuyla üstlendim ve projeye, Son Akademik Makale anlamına gelen T-LAP (The Last Academic Paper) kısaltmasını verdim. Arkadaşlarım arasında buna hâlâ böyle derim.
Başka bir ironi ise American Psychologist dergisi hiçbir zaman psikanalitik terapi üzerine özel bir sayı yayınlamayı düşünmedi. Hepsi bir yanlış anlaşılmaydı. Benimkiyle birlikte sunulan diğer makaleler reddedilmişti. Psikanalitik olan her şeye karşı öyle bir önyargı var ki, dergi benim taslağımla ilgilenecek bir editör bile bulamadı. Psikanaliz o kadar marjinalleştirilmiştir ki köklü dergiler bile psikanalitik konularla ilgili makaleler yayınlamamaktadır. T-LAP bu yönden bir efsane gibiydi.
2) Psikanalitik ve psikodinamik terapideki mevcut araştırma durumunu nasıl tanımlarsınız?
Mükemmel işler yapan psikanalitik araştırmacılar var. Ancak psikanalizde araştırmayı destekleyen bir kültüre hâlâ sahip değiliz. Psikanalitiğin öneminden bahsedenler bile araştırmaları okumaya zahmet etmiyor. Bazıları araştırmanın önemli olduğunu söylüyor, fakat bunu psikanalitik bilgiye katkıda bulunmanın içsel değerini gördüklerinden dolayı değil, sadece halkla ilişkiler açısından söylüyorlar. Psikanalitik araştırmacılar bazen bu yolda yalnız ilerlerler. Akademik dünyada, psikanalizin artık geçerli kabul edilmediği şeklinde genel bir anlayış hakim olduğu için, psikanalitik araştırmacılar marjinalleştirilir ve psikanalitik toplumun bazı üyeleri tarafından dışlanırlar. Aslında gerçekten ‘bizden biri’ gibi görülmezler.
3) Birleşik Krallık’ta sağlık hizmetleri, delegeler/yetkili kişiler tarafından sürekli sonuç izleme çalışmaları yapma zorunluluğundadır. Bunu komisyon üyelerini memnun etmek için yapılan bir şeyden ziyade anlamlı bir uygulama haline getirmek zordur. Bildiğiniz üzere, Portman Kliniğinde sizin rehberliğinizle SWAP (Shedler-Westen Değerlendirme Prosedürü) aracını kullanıyoruz ve bunu teşhis ve sonuç ölçüsü olarak son derece bilgilendirici buluyoruz. Uzun vadeli tedavide kişilik yapısındaki değişiklikleri gösterebiliyoruz, bu da psikanalitik psikoterapi hizmetimizin sürekli görevlendirilme (commissioning) sürecini sağlamaya yardımcı oluyor. Psikanalitik ve psikodinamik uygulayıcıları, bu gibi mütevazı araştırmaların içinde daha fazla yer almaya nasıl teşvik edersiniz?”
Tam nokta atışı yaptınız. Pek çok psikanalitik klinisyen sonuç araştırmalarına temkinli yaklaşırlar ve bunda haklıdırlar. Sorunlardan biri genellikle psikanalitik terapinin amaçları ile araştırmada kullanılan sonuç ölçüleri arasında derin bir uyumsuzluk bulunmasıdır. Sonuç ölçüleri genellikle DSM (Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı) tanı kriterleri gibi akut semptomlar dışında başka bir şeye odaklanmaz.
Psikanalitik tedavinin başka amaçları da vardır. Bizler, psikanalistlerin tarihsel olarak “yapısal değişim (structural change)” olarak adlandırdıkları, altta yatan psikolojik süreçleri değiştirmeye çalışıyoruz. Psikanalitik tedavi başarılı olduğunda değişen yalnızca semptomlar değildir –kişi (person) de değişir. Kişi kendisinin farklı ve daha iyi bir versiyonu haline gelir; kendi teniyle daha barışık biri, hayatı daha özgür ve daha zengin yaşayabilen birine dönüşür. Psikanalitik terapistler, sonuç araştırmasını ancak ve ancak yaptığımız işle alakalı bir şekilde sonuçları değerlendirdiğimizde anlamlı görmeye başlayacaklardır.
Portman Kliniğindeki araştırmanız, psikanalitik açıdan önemli bir araştırmanın harika bir örneğidir. Psikoterapistlerin kişilikleri psikanalitik açıdan değerlendirmesi için Drew Westen ve benim geliştirdiğimiz Shedler-Westen Değerlendirme Prosedürü (SWAP) kullanıyorsunuz. SWAP, hastalar tarafından doldurulan bir anket değildir. Klinisyenin, hastayı derinlemesine anlayışına dayalı olarak tamamladığı bir değerlendirme aracıdır. SWAP, bilinçdışı zihinsel yaşamı (unconscious mental life) güvenilir ve geçerli bir şekilde değerlendirir. Örneğin, bu, iç psişik çatışma, savunmalar, hayal dünyası, uzlaşma oluşumları, bilinçdışı motivasyonlar, iç ve dış nesne ilişkileri, aktarım eğilimleri, öz deneyim ve ego güçleri ve eksiklikleri olabilir. (Bilgi için https://swapassessment.org adresini ziyaret edebilirsiniz).
Psikanalitik terapinin sonuçlarını SWAP ile incelediğimizde, intrapsişik çatışmada (ruhsal iç çatışma) azalma, göreceli olarak katı ve zarar verici savunmalardan daha olgun ve esnek savunmalara geçiş, daha entegre özne ve nesne temsilleri, sağlıklı psikolojik kaynakların ve yeteneklerin gelişimi gibi unsurları gözlemliyoruz. Bu intrapsişik/içruhsal değişiklikler, semptomlardaki iyileşme ile uyumlu bir şekilde birleşmektedir. Bu içruhsal değişiklikler semptomlardaki iyileşme ile uyumlu bir şekilde birbirini tamamlar.
Sonuç olarak, araştırmanın nihai amacı hastalarımızı daha derinlemesine anlamamıza ve daha etkili bir şekilde çalışmamıza yardımcı olmaktır. Eğer yardımcı olmuyorsa, tüm bunların ne anlamı var?
4) Bir terapist olarak kendi çalışmalarınıza gelirsek, teorik yöneliminizi nasıl tanımlarsınız? Birleşik Krallık’ta, psikanalitik kuramsal okulların çokluğuna çok fazla vurgu yapılmasına rağmen, tartışmasız olarak Kleinian ve Klein sonrası fikirlerin, İngiliz Çağdaş Freudyen veya Bağımsız gelenekler gibi diğer yaklaşımların pahasına, en fazla etkiyi yaratmaya devam ettiği söylenebilir. Üstelik benim deneyimime göre, Otto Kernberg’in çalışmaları iyi bilinmesine rağmen, buradaki pek çok psikoterapi stajyeri, son yıllardaki ilişkisel ve özneler arası gelişmeleri bırakın, ABD’de öne çıkan ego psikolojisi ve benlik psikolojisi gibi diğer psikanalitik ekollerle bile çok az tanışıklığı var. Bu teorik ayrımlar size küçük farklılıkların narsisizmi gibi geliyor mu yoksa kendi eğitiminiz ve pratiğinizde önemliler miydi?
Mesleğimize yönelik bu teorik yönelim seçme fikrinden daha yıkıcı bir şey düşünmek zor. Fikirlerin kendi başlarına değerlendirilmediği, bunun yerine grup sadakatinin ölçütleri veya iç grup/dış grup statülerinin belirleyicileri haline geldiği zaman, eleştirel düşünme sona erer. Bu, bilimsellik değil, kabileciliktir.
Mevcut teorilerin sınırlamalarını ele almak için yeni teoriler ortaya çıkar. Analistler yeni klinik olgularla karşılaştıkça, bunları ele alacak yeni teoriler gelişir. Bu noktada, ”Bu hastaya hangi teorik kavramlar uyuyor ve neden?” sorusunu sormalıyız. Temelde intrapsişik çatışma ile mi uğraşıyoruz? Entegre olmamış veya kötücül benlik ve nesne temsilleri ile mi? Yoksa tutarsız veya olumlu değerli bir benlik duygusu sürdürme zorluğu mu yaşıyoruz? Teorik açıdan ne kadar çok yönlü olursak, daha geniş hasta yelpazesinde de bir o kadar etkili olabiliriz.
Maalesef, başlangıçta belirli hastaları ve konuları ele almak için geliştirilen teorik kavramlar, kapsamlı ekoller ve akımlara dönüştü. Bu akımlar, var olan otoritelerin karşısında tepki olarak ortaya çıktı, ardından yeni otoriteler haline geldi. Bu kalıp belirgin bir şekilde döngüseldir.
5) Web sitenizde kendinizi psikanalitik psikoterapist (psychoanalytic psychotherapist) yerine psikodinamik psikoterapist (psychodynamic psychotherapist) olarak tanımlıyorsunuz. Halk için kafa karıştırıcı olabilecek psikanalitik psikoterapi ile psikodinamik psikoterapi arasındaki farkı nasıl açıklarsınız?
Ben psikodinamik ve psikanalitik terimlerini eş anlamlı bir şekilde kullanıyorum. Çoğu insan psikodinamik teriminin tarihini bilmiyor. Terim, İkinci Dünya Savaşı sonrası tıp eğitimi konferansında yaygınlaştı ve bu konferansta psikanalitik ile eş anlamlı olarak kullanıldı. Söylenenlere göre, bu terimi tanıtanların amacı, psikanalizi kaygıyla karşılayabilecek Amerikalı eğitim direktörlerini fazla endişelendirmeden, psikiyatri içinde psikanalitik eğitime yer sağlamaktı. Kısacası, “psikodinamik” terimi bir tür hileydi.
Ne yazık ki, psikanalitik terimi geniş kesimlerde olumsuz anlamlar kazanmış durumda. Halkla iletişim kurarken genellikle psikodinamik terimini kullanıyorum. Meslektaşlarımla iletişim kurarken ise daha çok psikanalitik demeyi tercih ediyorum.
6) Bununla bağlantılı olarak, genellikle üç harfli kısaltmalar veya “marka isimleri” ile tanımlanan birçok farklı terapi yöntemi var. Bu yöntemler genellikle psikodinamik psikoterapinin geniş çatısı altında sınıflandırılabilir. Ancak bu durum, hastaları ve benim gibi birçok psikoterapisti hangi psikodinamik psikoterapinin diğerlerine göre avantajları olduğu konusunda kafa karıştırabilir. Bunun yararlı bir durum olduğunu düşünüyor musunuz?
Üç ve dört harfli kısaltmalarla bilinen, analitik olmayan terapilerden oluşan bir alfabe çorbamız var. Açıkçası bu utanç verici. Elbette tedaviye yönelik birbirinden tamamen farklı yaklaşımlar yoktur. Öğrenciler temel ilkelere hakim olsalar ve bu temeller üzerine kendilerini geliştirseler kendimi daha iyi hissederdim.
Psikodinamik ”markalar”a gelince, bunları psikanalitik düşüncenin geniş temaları veya akımları altında gruplandırmak mümkündür. Psikanalitik teorinin ana akımlarında sağlam bir arka plan -dürtü teorisi (drive theory), ego psikolojisi (ego psychology), nesne ilişkileri (object relations, benlik psikolojisi (self-psychology), ilişkisel psikanaliz (relational psychanalysis)- tedavilerin genel resim içinde nasıl yer bulduğunu anlamak için bir çerçeve sunar. Her marka kendi bakış açısını sunar, ancak bunları bir bütünün parçaları olarak bütünleştirici bir şekilde düşünmek daha anlamlıdır. Yarışan seslerden ziyade bir senfoninin unsurları olarak düşünebiliriz.
Bütünleştirici düşünceyle neyi kastettiğime dair bir örnek vermek isterim. Bölme (splitting) kavramı, Kernberg’in şiddetli kişilik patolojisine (şu anda Aktarım Odaklı Psikoterapi veya AOP olarak adlandırılıyor) yönelik nesne ilişkileri yaklaşımının merkezinde yer alır. Bazı ilişkisel psikanalistler bölme kavramından nefret ederler ancak “ayrışmış benlik durumları (“dissociated self-states)” kavramını benimserler. Bu durumda düşünülmesi gereken bir şey var: Aynı fenomeni mi yoksa temelde farklı bir şeyi mi tanımlıyorlar? Bir geleneğin dilini diğerine karşı benimseyerek ne kazanırız ya da kaybederiz? Farklı insanlar farklı cevaplara ulaşabilirler, ancak bu sorularla boğuşmanın değeri olduğunu düşünüyorum.
Fakat sorunuzu yanıtlamadım. Sorduğunuz şey, psikodinamik markaların ortaya çıkışının yardımcı olup olmadığıydı. Bu konuda kararsızım. Bunun belirli bir karışıklığa katkıda bulunduğu ortada. Öte yandan, psikanalitik terminolojimizin büyük bir kısmı öyle rahatsız edici ki öğrenciler ve stajyerler duyduklarında hemen soğuyorlar. Dilimiz kullanıcı dostu olmanın tam aksine. Psikanalitik yaklaşımlara ilgi duyabilecek kişileri uzaklaştırıyoruz. Yeni bir nesle ulaşmak için muhtemelen yeni iletişim yolları bulmamız gerekecek. Stajyerlerin BDT’ye yönelmesinin nedenlerinden biri, kavraması basit olmasıdır. Terapiye yeni başlayan terapistler endişelidir ve çoğu zaman bir düzene ihtiyaç duyarlar.
7) Psikanalitik ve psikodinamik terapistler olarak, BDT’yi yeterince değerlendirmeden ve onun faydaları ve psikodinamik psikoterapi ile giderek daha fazla örtüşen alanlarını kabul etmeden çok fazla eleştirel davranıyor olabilir miyiz?
Öğrenilecek bir şeyin olduğu her yerde öğrenmeye açık olmalıyız. Bununla birlikte, BDT uygulayıcıları ile BDT araştırmacıları arasında bir ayrım yapacağım. Uygulayıcılar bizimle aynı klinik zorluklarla mücadele eden meslektaşlarımızdır. Aynı terminolojiyi kullanamayız, ancak klinik deneyimde ortak bir temel var ve diyalog kurabiliyoruz. Öte yandan pek çok akademik araştırmacının işlevsel uygulama deneyimi çok azdır. Kısa, herkese uyan, manuelleştirilmiş tedaviler için baskı yapanlar onlardır. Bazıları klinik uzmanlık fikrini açıkça küçümsüyor. Psikoterapinin geleceğine ilişkin vizyonları, tedavinin minimum düzeyde eğitimli teknisyenler tarafından kullanım kılavuzlarına uygun olarak gerçekleştirildiği bir vizyondur.
10.000 saat kuralını ciddiye alıyorum. Bu kural ustalığı geliştirmek için 10.000 saatlik pratik deneyimin gerektiğini savunur. Bu, müzik performansı, atletik performans, yazma, bilgisayar programlama ve hemen hemen tüm diğer beceri gerektiren faaliyetler için geçerlidir. Bu fikir Malcolm Gladwell’in Outliers adlı kitabında popüler hale geldi. 10.000 saatlik deneyim ustalığı garanti etmez ama ön koşuldur. 10.000 saatlik uygulama tecrübesine sahip gerçek bir klinisyen, muhtemelen benim kendisinden öğrenebileceğim bir şeyler bilen bir meslektaştır. Peki ya işlevsel uygulama deneyimi olmayan bir akademik araştırmacı? Bundan çok emin değilim.
8) Yaklaşık son 20 yılda ortaya çıkan tartışmalı bir konu da terapistin kendini ifade etmesidir. 2015’te Psychology Today’de yayınlanan, Psikodinamik Terapi ve BDT Karşıtlığında Terapötik İlişki başlıklı makalenizde zarif ve başarılı olan ancak terapistiyle yakın bir ilişki kuramayan bir kadının öyküsünü anlatıyorsunuz. Birkaç kez terapiye gitmeyi denediğini ancak bunun hiçbir zaman işe yaramadığını ve terapistlerin her zaman onun onayını aradığını öğreniyoruz. BDT ve diğer ”kanıta dayalı” terapiler konusunda eğitim almış meslektaşlarınızın bunu genellikle fazla önemsemediklerini ifade ediyorsunuz.
Bunu şu şekilde açıklıyorsunuz: “Bazıları Caroline’ın görünüşü veya statüsünden korkmayacak güvenli bir terapiste ihtiyaç duyabileceğini düşünüyor. Psikodinamik açıdan bakıldığında, Caroline’ın terapistinin kişisel olarak güvenli ya da güvensiz olmasının bir önemi yoktur. Caroline’ın varlığındaki güvensizlik hissini fark edecek, bunu bir bilgi olarak değerlendirecek ve onu anlamak üzere kullanacak öz farkındalığa ve cesarete sahip bir terapiste ihtiyacı var.“
Böyle bir terapist şöyle diyebilir: “Biliyorsun, buraya benim yardımım için geldin ama yine de birçok etkileşimimizde, seni etkilemek ya da onayını almak isteğime dair belli belirsiz bir duygunun farkındayım ve bu elbette sana hiç yardımcı olmuyor. Bunun ne anlama geldiğini ve ilişkilerinizde daha genel olarak neler olup bittiğine dair bir şeyleri anlamaya yönelik bir pencere olup olamayacağını anlamaya çalışıyorum. Belki de bu tanıdık gelen bir şeydir.”
Bu hikayede, karşıaktarımınızdan kaynaklanan bir duyguyu doğrudan hastaya açığa vuruyorsunuz. Sanırım pek çok Britanya Psikanaliz Konseyi terapisti karşıaktarım (countertransference) duyguları hakkında açıkça konuşmaktan çekinecek, bunun yerine bu duyguları şu şekilde bir yorum yapmak için kullanacaklardır: “Sizi etkilemek isteyebileceğimden ya da önceki terapistlerinizin yaptığı gibi onayınızı almak isteyebileceğimden endişelenip endişelenmediğinizi merak ediyorum.” Teknikteki bu farklılıklar kulağa çok ince gelebilir ancak bunların önemli olduğunu ve özellikle şu anda eğitim gören terapistler için kafa karışıklığı kaynağı olabileceğini düşünüyorum, bu nedenle düşüncelerinizi merak ediyorum.
Ne yaptığımı açıklamayacağım ve muhtemelen sizin önerdiğiniz doğrultuda bir şeyler söyleyeceğim bir zaman vardı. Ama düşüncem değişti.
Spesifik müdahale hakkında yorum yapmadan önce alanımızın değişimle olan sorunlu ilişkisini ele alalım. Tüm disiplinler büyüyor, gelişiyor ve değişiyor. Büyümeyen şey ölüyor. Ancak psikanaliz kültüründe değişimi evrim olarak değil ihanet olarak görenler var.
Bunu bizzat hissettim. Çok klasik bir analiz yaptım. Hastaları tedavi etmeye başladığımda, kendi analistimin yaptığı gibi çalıştım çünkü bu gerçek psikanalizdi ve ben gerçek bir psikanalist olmak istiyordum. Çok geçmeden bu çalışma şeklinin hastalarıma çoğunlukla yararsız, bazen de zararlı olduğunu keşfettim. Onlara yardım etmek için işleri farklı yapmayı öğrenmem gerekiyordu. Ama bir şekilde, işleri farklı şekilde yapmak, öğrenmek gibi gelmiyordu. Kendi analistime, süpervizörlerime ve öğretmenlerime, yani saygı duyduğum ve hatta sevdiğim insanlara ihanet etmiş gibi hissettim. Ancak şunu kabul etmeliyiz ki “Öğretmenim bunu bu şekilde yaptı” ifadesi klinik kararlar için entelektüel açıdan sağlam bir temel değildir.
Şimdi “Caroline”a dönelim. Açık olmak gerekirse, ayrım gözetmeksizin kendini ifade etmeyi savunmuyorum. Analitik çalışmanın hizmetinde disiplinli, düşünülmüş bir açıklamayı tartışıyoruz. Herhangi bir şeyi açıklamıyorum. Açıkladığım şey, etkileşimimizin burada ve şimdisinde, odada olup bitenlere verdiğim tepkidir.
Hasta ve ben bir şeyleri canlandırıyoruz. Bu tamamen intrapsişik değildir, aramızdaki etkileşimdedir ve bu etkileşim için iki tarafa da ihtiyaç vardır. Başka bir deyişle, terapist bilerek ya da bilmeyerek zaten canlandırmaya katılmaktadır. Bazıları bunu tanımlamak için öznelerarası (intersubjective) terimini kullanabilir.
Farz edin ki “Benim de sizi etkilemek isteyeceğimden ya da onayınızı almak isteyeceğimden endişe edip etmediğinizi merak ediyorum” dedim. Bu, eylemi odak noktasına getirmemiş olurdu. Hasta, “Hayır, senin için bu konuda endişelenmiyordum” ya da belki “Sen ünlü bir doktorsun, beni etkilemene gerek olduğunu düşünmüyorum” diyebilirdi. Hasta aslında benim bu şekilde tepki vereceğimden endişe duymuyor. Bu kişinin benlik yapısıyla uyumludur (ego-syntonic). Bu, onun dünyayı deneyimleme şeklidir. Tıpkı bir balığın suyu nasıl doğal ve görünmez olarak deneyimlemesi gibi.
“Seni etkilemek, onayını almak gibi bir duygunun varlığının farkındayım” dediğimde dikkate alınması gereken bir gerçeği dile getiriyorum. Bu onun deneyimine ilişkin bir spekülasyon değil. Bu, etkileşimi nasıl deneyimlediğime dair bir gerçektir. Ayrıca, hastanın tedaviye samimi ilişkilerinin önünde bir engel olduğu için geldiğini de göz önünde bulunduruyorum. İşte bu engelin bir örneği, şu anda burada.
Yorum (comment) bir açıklama (clarification) ve yüzleştirme (clarification) işlevi görüyor. Aksi takdirde gözden kaçacak bir şeyi açıklığa kavuşturur/netleştirir ve üzerinde düşüneceği beklentisiyle hastanın dikkatini ona yönlendirir. Aynı zamanda anlamı üzerinde birlikte düşünmeye davettir. İşin bir işbirliği olduğu ve bu işte birlikte olduğumuza dair bir meta mesaj var. Onun deneyimini ona yorumlamayacağım. Bir yoruma ulaştığımızda, ki ulaşacağız, bu sadece benim anlayışım değil, bizim anlayışımız olacaktır.
9) İhtiyaç duydukları yardımı diğer profesyonellerden bulamayan insanlara yardım etmekten gurur duyduğunuzu söylüyorsunuz. Bunu nasıl yapabildiğinizi düşünüyorsunuz?
Bu tesadüfi bir uzmanlık. Hemen hemen tüm hastalarımın daha önce yardımcı olmayan ya da çok az yardımı dokunan tedaviler aldığını fark ettim. Birçoğunun daha önce hem psikoterapi hem de farmakoterapi olmak üzere birden fazla tedavisi vardı.
Kabul edelim, ortada çok fazla kötü muamele var. Psikodinamik olarak çalışan, güçlü bir vaka formülasyonu geliştiren, hastayı işbirlikçi bir şekilde dahil eden ve tedaviden ne beklediğine odaklanan bir terapistin başarılı olma olasılığı yüksektir.
10) Son olarak psikanaliz ve psikanalitik terapinin geleceği için ne dilerdiniz ve sizce bu nasıl başarılabilir?
Yaptığımız şey hakkında kamuoyuyla, siyasete yön verenlerle veya diğer ruh sağlığı profesyonelleri ile iyi iletişim kuramıyoruz. Çok fazla dar görüşlü davrandık ve kafamızı, karşılıklı yıkıcı anlaşmazlıklarla meşgul ettik. Psikanaliz tarihsel olarak içe dönmüştür. Diğer terapilerin savunucuları, psikanalizi bir kılıf veya sapma olarak kullanarak boşluğu (çoğunlukla yanlış olan) kendi anlatımlarıyla doldurdular.
Kendi kapalı çevrelerimizin dışındaki öğrencilerle ve meslektaşlarımızla nasıl etkileşim kuracağımızı öğrenmeliyiz. Ayrıca mesleki kavramlarla değil, İngilizce [Türkçe] ile iletişim kurmayı da öğrenmeliyiz. Bütün bunlar mesleğimizin kültürünü değiştirmek anlamına geliyor. Bu kolay bir şey değil.
Jonathan Shedler, PhD | Psychologist, Author
Çevirmen: Enise ÜREK