Kategori: Introduction To Psychoanalysis

Introduction To Psychoanalysis kitabının bölümlerinin çevirilerinin yer aldığı kategori. Kitabın tamamına, bölümler halinde https://yusufbayalan.com/psikanalize-giris/ sayfasından ulaşabilirsiniz.

  • Psikanalize Giriş: Çağdaş Kuram ve Uygulama

    Psikanaliz nedir? Günümüzdeki ruh sağlığı krizi karşısında hâlâ geçerli midir? Psikanaliz, psikolojik sıkıntı ve rahatsızlık yaşayan insanlara nasıl yardımcı olabilir? Bu önemli yeni kitap, psikanalizin, ortaya çıkışından bu yana nasıl değiştiğini ve 21. yüzyılın ruh sağlığı profesyonelleri ile hastalarının ihtiyaç ve kaygılarına nasıl uyum sağladığını inceliyor.

    Bu kitabın ilk kısmı, psikanalizin kökenlerine ve başlıca post-Freudyen okulları -neo-Freudyen, Kleinyen, kişilerarası, kendilik psikolojisi ve Lacancı- karakterize eden kuramlara dair özlü ve tarafsız bir açıklama sunar; ayrıca bu okulların hangi yönlerden örtüştüğü ve nerelerde ayrıştığını ele alır. İkinci kısım ise değerlendirme, serbest çağrışım, rüya analizi, aktarım ve karşı-aktarım gibi psikanalitik tekniğin terapi odasındaki uygulamalarını klinik örnekler aracılığıyla incelemektedir. Psikologlar, psikiyatristler, sosyal hizmet uzmanları, çocuk ruh sağlığı uzmanları ve ruh sağlığı hemşireleri gibi ruh sağlığı alanında çalışan profesyonellerin, kuramsal eğilimleri ya da görevleri ne olursa olsun, psikanalitik yaklaşımın güçlü yönleri, geçerliliği ve sınırlılıkları konusunda bilgi sahibi olmaları gerekmektedir.

    Bu kitap, günümüzdeki psikanalize dair vazgeçilmez, güncel ve erişilebilir bir anlatım sunmaktadır. Baştan sona, psikanalize ilgi duyan 21. yüzyıl okurunun bakış açısı göz önünde bulundurularak şekillendirilmiş olan bu eser, psikanalistler ve ilgili ruh sağlığı profesyonelleri kadar, öğrenciler ve ruh sağlığı tedavisine ilgi duyan herkes için de büyük bir ilgi kaynağıdır.

    KISIM 1: KURAM

    KISIM 2: UYGULAMA

  • Savunma Mekanizmaları (4. Bölüm)

    Ego, genel ifadeyle görevini -yani tehlike, anksiyete ve hoşnutsuzluktan kaçınmayı- yerine getirmek için çeşitli yollar kullanır. Biz bu yollara “savunma mekanizmaları [mechanisms of defence]” adını veriyoruz.

    (Freud, 1937, s. 235)

    2. Bölümde, zihin modellerinin ağırlıklı olarak intrapsişik/ruhsallık içi [intrapsychic], kişilerarası [interpersonal] ya da karma [mixed] modeller olarak nasıl sınıflandırılabileceğini görmüştük. Benzer şekilde, savunma kavramı -hatta bireysel savunma mekanizmalarının kendisi bile- intrapsişik/ruhsallık içi, ilişkisel/kişilerarası ya da karma bir bakış açısından ele alınabilir. Bazı savunmalar esas olarak içsel yaşantıya [internal life] ilişkindir (örneğin, bastırma); bazıları etkileşimsel ya da kişilerarası olgulara karşılık gelir (örneğin, yansıtmalı özdeşim ve bölme); bazıları ise her iki boyutu da içerir -örneğin, inkâr.

    Savunma Kavramı

    Klasik psikanaliz, savunmaları öncelikle intrapsişik/ruhsallık içi bir bakış açısından ele alır; arzu ile dış gerçeklik arasındaki, ya da zihnin farklı yapıları (id, ego, süperego) arasındaki çatışmayı psişik yaşantının merkezine yerleştirir. Bu gerilimlere ve karşıt kuvvetlere uyum sağlama, savunmalar sayesinde mümkün olur: Bilinçdışında işleyen psikolojik düzenekler, çatışmayı en aza indirir, gerilimi azaltır, içsel dengeyi korur, öz-değeri [self-esteem] düzenler ve anksiyeteyle -ister içsel ister dışsal kaynaklı olsun- başa çıkmada merkezi bir rol oynar. Daha çağdaş modeller ise, klasik görüşe saygı göstermekle birlikte, savunmanın dinamik ve kişilerarası boyutlarını daha çok vurgular.

    “Savunma” teriminin kullanımı aslında bir ölçüde talihsizdir. Bu ifade, düşmanca güçlerden gelen bir tehdit olduğu izlenimini yaratır, bir geri çekilme gerekliliğini ima eder ve sanki aşılması gereken bir engel varmış gibi düşünülmesine yol açar. Bu nedenle klinisyenlerin, daha anlamlı bir zihinsel yaşantıya ulaşmak için bastırılmış olanı “açığa çıkarmak” üzere savunmaları “delmeleri” gerektiğini düşünmeleri anlaşılır bir durumdur. Oysa savunmalar aynı zamanda uyumsaldır/adaptiftir [adaptive]; kendilik deneyimini ve ötekilerin algılanış biçimini düzenleyen yapılar olarak işlev görürler. Hem hoş hem de hoş olmayan duyguların etkin bir biçimde düzenlenmesi için gereklidirler. Dolayısıyla, klinik çalışmada savunmaların “delinmesi”, yardım etmekten çok zarar verici olabilir. Bu nedenle çağdaş psikanalitik müdahale anlayışı, “savunmayı yorumla, anksiyeteyi serbest bırak, gizli anlamı ortaya çıkar” şeklindeki katı ve doğrudan yaklaşıma göre çok daha inceliklidir.

    Son dönemde, kategorik yaklaşımların aksine, tanılar-ötesi [transdiagnostik] zihinsel bozukluk kavramsallaştırmaları ön plana çıkmıştır. Bu yaklaşım, bir dizi farklı bozukluğun arkasında yatan temel zihinsel süreçlerin bulunduğunu öne sürer. Savunma mekanizmaları, bu yeni yaklaşım ile oldukça iyi örtüşmektedir. Çünkü savunmalar, tanı kategorilerini aşan yapılardır ve bu sayede, altta yatan psikopatolojiyi klinik olarak düşünmenin işlevsel bir yolunu sunarlar. Ayrıca, savunma mekanizmaları, ilk klinik değerlendirme sürecinde sistematik olarak haritalanması gereken temel zihinsel süreçler arasında yer almaya güçlü adaylardır.

    Örneğin, Kernberg, Yeomans, Clarkin ve Levy (2008), borderline kişilik bozukluğunu (BKB) yalnızca DSM-5’te [American Psychiatric Association, 2013] tanımlanan betimsel [deskriptif] belirtilerle açıklamak yerine, bu bozukluğu, belirli ve gelişimsel olarak erken döneme ait zihinsel mekanizmaların -bölme, inkâr, yansıtma ve yansıtmalı özdeşim- aşırı kullanımıyla tanımlarlar. Bu yaklaşım, BKB’yi tekil ve homojen bir bozukluk olarak değil, değişken ve karmaşık bir durum olarak görmeye olanak tanır; burada işlevsellik düzeyi, kullanılan savunmaların örüntüsüne ve niteliğine göre değişir. Daha ağır etkilenmiş hastalar, bu ilkel savunmaları çok geniş bir bağlamda -örneğin, sosyal ve kişisel ilişkilerin çoğunda- kullanırlar. Buna karşılık, daha az etkilenmiş bireyler, aynı savunmaları yalnızca belirli durumlarda -örneğin, sadece yakın ilişkilerde- devreye sokarlar. Savunma örgütlenmesine dair bu ayrıntılı kavrayış, tedaviye bireyselleştirilmiş bir yaklaşımı mümkün kılar ve DSM-5’in ek bölümünde önerilen boyutsal [dimensional] kişilik bozukluğu modeli ile daha uyumlu bir yaklaşımdır. Bu çerçevede bakıldığında, borderline psikopatolojide görülen şiddetli kişilerarası işlevsizlik ve duygusal düzensizlik, kontrolsüz anksiyetenin tetiklediği belirli savunma mekanizmalarının kullanımından kaynaklanmaktadır.

    Psikanalizde ilişkisel modeller, savunma mekanizmalarını, otantik kendiliğin [authentic self] içinde barındığı koruyucu bir kalkan olarak vurgular: Savunmalar, kusurlu bir ilişkisel çevreye karşı, “hakiki/gerçek [true]” (Winnicott, 1965) ya da “çekirdek [nuclear]” kendilik (Kohut, 1977) gelişimini mümkün kılmaya yönelik bir çabanın parçasıdır. Bu modellerde odak noktası, bireyin çevresel baskıya karşı geliştirdiği uyum süreçleridir. Freud’la tutarlı biçimde, Alvarez (1992) bu görüşü daha da ileri götürür ve bazı savunma biçimlerinin gelişimsel olarak zorunlu olduğunu savunur. Küçük bir çocuğun övünmesi, aşağılık duygusunun üstesinden gelmek ve erkekliğe geçişi sağlamak açısından güçlü bir kuvvet haline gelir; tümgüçlülük ve paranoyak savunmalar, doğuştan gelen, bir yıkıcılıktan, bölünmeden ya da çatışmadan kaçınma biçimleri olmaktan ziyade, çevresel yoksunlukların doğurduğu korku ve umutsuzluk durumlarından kurtulma ve toparlanma çabalarını temsil eder.

    Bowlby (1969), savunma kavramını kişilerarası bir çerçevede yeniden tanımlamış ve bu görüşünü bağlanma kuramına [attachment theory] dayandırmıştır (Holmes & Slade, 2018). Duyarlı ve koruyucu bir bakımverene güvenli bağlanma [secure attachment], çocuğa olumlu ve birincil bir savunma sağlar. Buna karşın, ikincil ya da patolojik savunmalar, çocuğun reddedici ya da güvenilmez bağlanma figürlerine belirli bir yakınlığı sürdürebilmesine olanak tanır. “Kaçıngan bağlanma [avoidant attachment]” biçiminde, hem muhtaçlık hem de saldırganlık bölünerek dışarı atılır; bu, reddedici bir bakımvereni uzaklaştırmamak için geliştirilmiş bir savunmadır. Bu durumda birey, bağlanma figürüne yakın olma ihtiyacına dair çok az bilinçli farkındalığa sahiptir, dışarıdan soğuk ve mesafeli biri olarak görünür. Öte yandan, “ikircikli bağlanma”da [ambivalent attachment], bakımverenin tutarsızlığı, bireyde aşırı yapışma ve kontrolsüz talepkârlık gibi savunma biçimlerini besler.

    Bu formülasyonlar, “kişilik [personality]” dediğimiz yapının, kendilik temsili [self-representation] ile kişilerarası ilişkisellik [interpersonal relatedness] arasındaki etkileşimden oluştuğunu ve bu iki boyutun da, büyük ölçüde, savunma mekanizmalarının nasıl devreye sokulduğuna bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürer (söz konusu askerî metaforu sürdürmek gerekirse). Güvenli bağlanma, ilişkisellik ile kendilik tanımlaması arasında ince bir dengeyi içerir -bu denge, olgun kişilerarası ilişkilenme düzeylerinin gelişimine katkı sağlar. Bu bağlamda savunma mekanizmaları, kişisel özerkliği korurken, aynı zamanda ötekilerin güvenlik ve öz-değer duygusuna katkısını tanıyan yapılar olarak adaptif işleve sahiptir. Bu denge, yakınlık ve aidiyet bağlamında özünde olumlu bir kendilik ve kimlik duygusu gelişimini destekler ve aynı zamanda kişisel dayanıklılığı [resilience] artırır.

    Psikanalitik bakış açısından dayanıklılık, potansiyel olarak stresli bir etkileşimin inkâr edilmek ya da bastırılmak yerine zihinsel olarak temsil edilmesini ve bu temsilin, fail olma kapasitesi [agency], dikkat, genel zekâ ve öz-farkındalık gibi çeşitli psikolojik “mekanizmalar” aracılığıyla değerlendirilmesini içerir. Savunma mekanizmaları, olumsuz yaşantılara verilen duygusal tepkilerin yönetilmesine yardımcı olur -yani kaderin “çılgın oklarına” karşı bir tür içsel düzenleme sağlar. Yıkıcı deneyimlerden sonra toparlanma ve duygusal olarak hayatta kalma, bu süreçlerin temelidir. Ancak bu mekanizmalar, güvensiz bağlanma stillerine sahip bireylerde genellikle zayıflamıştır. Kaçıngan bağlanmaya sahip kişi, zorlayıcı duyguları bastırarak kısa vadeli bir rahatlama elde eder, ancak metabolize edilmemiş bu duygular, ileride felaket boyutunda bir ruhsal çöküntüye ya da psikosomatik belirtilere yol açabilir. Kaygılı bağlanmada ise, yaşanan hayal kırıklıkları aşırı bağımlılığı artırır ve kişi destek bulamadığında, bu durum ciddi regresyonlara neden olabilir.

    Özetle, savunma mekanizmalarının zihinsel yaşamdaki bu yeniden tanımlanışı ve konumlandırılması, bir dizi temel mesele ortaya koymaktadır:

    Birincisi, savunmalar adaptif yapılardır; anksiyete ve diğer duyguların düzenlenmesine katkı sağlarlar, dayanıklılığı artırırlar ve klinisyenler tarafından bu işlevsel rolleriyle saygıyla ele alınmaları gerekir. Psikolojik savunmalar, nasıl ki bağışıklık sistemi enfeksiyonlara ve kansere karşı koruma sağlıyorsa, aynı şekilde psişik bütünlüğün korunması için de gereklidir.

    İkincisi, savunma mekanizmaları, kendilik deneyiminin ve ötekilerin nasıl algılandığı ve onlarla nasıl ilişki kurulduğunun merkezindedir; zamanla birleşerek kararlı ve tanınabilir kişilik özellikleri oluştururlar.

    Üçüncüsü, savunmalar hiyerarşik olarak örgütlenmiştir: Alt düzeydeki (ilkel) savunmaların aşırı kullanımı, daha ağır patoloji ile ilişkilidir; buna karşılık, adaptif düzeydeki savunmaların kullanımı, kişisel dayanıklılığı artırır.

    Dördüncüsü, savunmalar yaşam boyu değişkenlik gösterir; bir yaşam evresinde işlevsel olan bir savunma, başka bir evrede uygunsuz ya da işlevsiz hâle gelebilir.

    Başa çıkma mekanizmaları

    Savunma mekanizmaları, çoğunlukla başa çıkma mekanizmalarıyla [coping mechanisms] karşıtlık içinde ele alınır. Bu ayrımda savunma mekanizmaları: a) bilinçdışı, b) içsel tehditlere karşı devreye giren yapılar olarak görülürken; başa çıkma mekanizmalarının ise: a) bilinçli, b) dışsal tehditlerle baş etmek üzere harekete geçirilen süreçler olduğu varsayılır. Ancak bu ayrım, gerçekte karmaşık bir yapı arz eder (Kramer, 2010). Pek çok gündelik başa çıkma davranışı, tıpkı bir refleks gibi otomatik gerçekleşir; öte yandan, bir şeyi duymayı reddetmek ya da belirli bir duyguyu inkâr etmek gibi bazı savunmalar, tamamen bilinçli düzeyde olabilir. Aslında, dışsal bir tehdidin tehlikeli olarak algılanması bile içsel bir değerlendirme sürecine bağlıdır ve bu değerlendirme de genellikle bilinçdışı öncüller tarafından şekillendirilir. Bu nedenle, içsel ve dışsal çatışma arasında keskin bir ayrım yapılamaz; iki düzlem karmaşık biçimde etkileşim içindedir. Yine de genel bir fark olarak şunu söylemek mümkündür: Savunma mekanizmaları, gerçekliğin algılanma biçimini yeniden örgütler, başa çıkma mekanizmaları ise bir sorunu çözmeye ve gerçekliği değiştirmeye çalışır.

    Başa çıkma stratejileri [coping strategies] öğretilebilir niteliktedir ve zamanla bilişsel-davranışçı stratejilere dönüştürülebilir; bu stratejiler, araştırma amaçları doğrultusunda işlemsel olarak tanımlanabilir. Horowitz, Markham ve Stinson (1990), savunma mekanizmalarını bilişsel psikoloji çerçevesinde kavramsallaştırmaya çalışmışlardır; onlara göre savunmalar, fikirleri sıralayan ve anlamları birleştiren bilişsel kontrol süreçlerinin çıktısıdır. Bu bakımdan, savunma ve başa çıkma mekanizmaları ilişkili olgulardır (Skinner, Edge, Altman & Sherwood, 2003); her ikisi de hem adaptiv olabilir hem de psikopatolojinin kaynağına dönüşebilir. Başa çıkma mekanizmaları, dışsal stres etkenlerinin etkisini azaltmak için harekete geçirilir, savunma mekanizmaları ise, başa çıkma süreçlerinin içsel zihinsel sıkıntıyı azaltmada yetersiz kaldığı durumlarda devreye girer.

    Tarihçe

    Bastırma – temel bir savunma

    Bastırma [repression], yani kabul edilemez arzuların ve anıların bilinçten uzaklaştırılması, klasik psikanalizde birincil savunma mekanizması olarak tanımlanır. İlk kez Freud tarafından ele alınmış (1894, 1915) ve kendisi tarafından, “psikanalizin tüm yapısının üzerine kurulu olduğu temel taş” olarak nitelendirilmiştir (Freud, 1914, s. 16). Başlangıçta Freud, “bastırma” ile “savunma” terimlerini neredeyse birbirinin yerine geçecek şekilde kullanmış ve bu süreçleri, özellikle “histeri”nin gelişimine özgü mekanizmalar olarak görmüştür -yani kabul edilemez duygulanımların bedensel semptomlara dönüştürülmesi. Ancak zamanla bu iki kavramı birbirinden ayırmaya başlamış; “savunma” terimini daha genel bir üst kavram olarak kullanırken, “bastırma”yı ise, gerçeklikle ya da süperego’nun talepleriyle bağdaşmayan arzuların bilinçdışı kalmasını ya da kılık değiştirerek ortaya çıkmasını sağlayan özgül bir mekanizma olarak tanımlamıştır. Ancak aşırı bastırma durumunda, bastırılmış duygular stres karşısında kontrolsüzce yüzeye çıktığında, bu durum nevrotik semptomların ortaya çıkmasına yol açabilir.

    Bastırma, kişinin önemli ve olumsuz yaşantıları kısmen ya da tamamen unutmasını açıklar. Zihnin acı verici anıları aktif biçimde bastırdığı ve anıların zaman içinde niteliksel olarak değiştiği ilkesi, günümüzde genel olarak kabul görmektedir. Bu tür bellek bozulmaları çoğunlukla stresle ilişkili olarak ortaya çıkar. Bastırmayla ilişkili bir başka mekanizma olan dissosiyasyon [dissociation], genellikle Freud’dan önce gelen Janet’ye atfedilir ve günümüzde oldukça tartışmalı bir konu hâline gelmiştir. Bastırma ile dissosiyasyon, kişinin aşırı baskın ve baş edilemez yaşantıları zihinsel olarak düzenlemeye çalıştığı durumları tanımlar; ancak aralarında önemli bir fark vardır: Dissosiyasyon, genellikle geri döndürülebilir olarak kabul edilir, Freud’un birincil bastırma [primary repression] kavramında yer alan içerikler ise, erişilmez ve geri getirilemez olarak düşünülür (bkz. Barratt, 2013, 2016, 2019).

    Bastırma ve dissosiyasyon, çoğunlukla çocukluk çağı travmalarına maruziyet bağlamında ele alınır. Epizodik bellek (olaya dayalı anıların bilinçli hatırlanması) yaklaşık 3–5 yaşlarına kadar gelişmemiş olsa da, çocukların daha erken dönem yaşantıları prosedürel bellek (bedensel, duyusal ve otomatik öğrenmeler) yoluyla kodladıkları düşünülmektedir -her ne kadar bu deneyimleri sonradan tam anlamıyla söze dökemeseler de. Travma, bu kodlama süreçlerini bozar ve bellek sistemini sekteye uğratır; muhtemelen bu durum, hipokampusun normal gelişimini zedeleyerek gerçekleşir (Bremner, 2006). Sonuç olarak, kişi yalnızca parçacıklar hâlinde anılarla baş başa kalabilir: imgeler, kokular, duygular… Ancak bunlar, tutarlı bir anlatıya ya da bütünlüklü bir benlik algısına entegre edilemez. Bu şekilde psişik sıkıntıdan kaçınılır, fakat bu kaçınmanın da bir bedeli vardır. Bastırılmış arzuların ve dürtülerin bilince geri dönmeye yönelik içkin eğilimi -yani “bastırılanın geri dönüşü”- nedeniyle, gerilim ve anksiyete içeride varlığını sürdürür. Bunun sonucunda, içsel çatışmayı hafifletmek, gerilimi azaltmak ve kişilik yapısını dengede tutmak amacıyla “ikincil” savunmalar [“secondary” defences] devreye girer: Kaçınma [avoidance], yansıtma [projection], uyum sağlama/eğilme [complianc] gibi. Ancak tüm bu süreçler, hem içsel hem de dışsal gerçekliğin çarpıtılması pahasına işler.

    Anna Freud

    Savunma mekanizmalarının adaptif ve kişilerarası boyutları, Anna Freud tarafından ayrıntılı biçimde ele alınmıştır (1936). Anna Freud, dinamik savunmalar [dynamic defences] ile kalıcı savunmalar ya da karakter savunmaları [character defence] fenomenlerini birbirinden ayırmıştır; bu ikinci tür savunmalar, Wilhelm Reich’in (1925, 1933) “Charakterpanzerung” ( (karakter zırhı [character-armour]) olarak adlandırdığı yapılarla örneklendirilmiştir. Anna Freud ayrıca bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacak olan saldırganla özdeşleşim [identification with the aggressor] sürecini ayrıntılandırmıştır. Bu savunma ilk kez Ferenczi (1949) tarafından, kişilerarası ve etkileşimsel bir savunma mekanizması olarak tanımlanmıştır. Günümüzde bu mekanizma, rehine müzakereleri, terörizm ve hatta toplumsal değişim gibi alanlarda önemli bir olgu olarak kabul edilmektedir; çünkü birey ya da gruplar, çaresizlik bağlamında güçlü bir figürle özdeşim kurarak kendilerini korumaya çalışırlar.

    Anna Freud ile aynı dönemde yazan ve onun gibi klasik psikanalitik geleneğin ana akımı içinde yer alan Hartmann (1939), ego psikolojisinin kurucusu olarak, egonun yalnızca çatışmayla ilişkili olmayan “çatışmasız alanlarına [conflict-free spheres]” özel bir vurgu yapmıştır. Bu yaklaşım, kişiliğin normal yönlerine ve dolayısıyla “sağlıklı [healthy]” savunmalara duyulan ihtiyaca daha fazla önem verilmesine yol açmıştır.

    Melanie Klein

    Klein (1946), yeni bir savunma dizisinin altını çizdi. Bunlar arasında, nesnenin bölünmesi [splitting of the object], yansıtmalı özdeşim [projective identification], nesneler üzerinde tümgüçlü kontrol, idealleştirme ve değersizleştirme yer alır (bkz. Bölüm 2). Klein’ın “bölme [splitting]” kavramı, başlangıçta Freud’un kullandığı biçimden geliştirilmiştir: Freud, “bölme” terimini ilk olarak çatışma sonucunda ortaya çıkan bilincin bölünmesi anlamında kullanmış; daha sonra ise egonun, daha yıkıcı bir yarılmayla başa çıkabilmek için ikiye ayrılması biçiminde tanımlamıştır. Klein, bu savunma mekanizmalarını ilkel savunmalar olarak görür; yani, psikolojik gelişimin erken evrelerine özgü yapılar olarak değerlendirir. Klein’ın takipçileri bu fikirleri daha da geliştirmiş ve savunmaları artık yalnızca gerektiğinde devreye giren geçici psikolojik süreçler olarak değil, psikolojik rahatsızlık durumlarında katı ve esnekliği azalmış yapılar oluşturan psikolojik düzenekler olarak görmeye başlamışlardır. Bu kişilik düzeyinde kökleşmiş savunma sistemleri, farklı kuramcılar tarafından çeşitli adlarla anılmıştır: narsisistik örgütlenmeler [narcissistic organisations] (Rosenfeld, 1964), savunma örgütlenmeleri [defence organisations] (O’Shaughnessy, 1981), patolojik örgütlenmeler [pathological organisations] (Steiner, 1982). Bu yapılar, Kleinci kuram çerçevesinde, bireyin içinde yerleşik hale gelen ve davranışı güçlü biçimde yöneten denetleyici içsel nesnelerin (controlling internal objects) dışavurumları olarak kavramsallaştırılır (bkz. Bölüm 2). Bu kuramsal çerçevede metaforlar sıklıkla kullanılmaktadır: Meltzer (1968), narsisistik kişiliklerde büyüklenmeci ve yıkıcı ilişki biçimlerinin cazibesine sürekli ikna eden kendiliğin “kurnaz parçası”ndan [foxy part] söz eder. Rosenfeld (1971) ise, kişiliğin iyi parçalarından duygusal “haraç” talep eden içsel bir “mafya çetesi [Mafia gang]” metaforunu kullanır. Bu iyi parçalar, çetenin yıkıcılığı idealleştirmesi ve sevgi ile gerçeği değersizleştirmesiyle işbirliği yapmaya zorlanır. Sohn (1985), dışsal bir nesneyle özdeşim yoluyla oluşturulan ve zayıf, ihtiyaç sahibi parçaların dışlandığı, onların yerine geçen kibirli bir “özdeşleşme figürü”nün [identificate] tüm kişiliği ele geçirdiği tümgüçlü bir kendilikten söz eder (bkz. ayrıca Bölüm 10).

    Bu yapısallaşma [structuralisation], yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal sistemlere ve gruplara da uygulanmıştır. Bion (1961) ve Pines (1985), yıkıcılık tarafından yönlendirilen ya da “kurnaz kendilik parçaları” ve “mafya çeteleri”nin eşdeğeri olan dinamiklerin grup düzeyinde nasıl iş gördüğünü ele almışlardır. Bu fikirler, psikanalitik yaklaşımla örgütlere yönelik yapılan müdahalelerin (örneğin Hinshelwood, 1986, 1994; Jacques, 1955; Menzies Lyth, 1988) temel yapı taşlarını oluşturur. Tüm bu yaklaşımın örtük önermesi şudur: Savunmalar, her ne kadar gündelik psikolojik hayatta gerekli ve koruyucu işlevlere sahip olsalar da, uyumsuz [maladaptive] hâle gelebilir ve bu durumda, tanınabilir kişilik özelliklerinin ve belirti oluşumunun temelini oluştururlar. Bu durum özellikle şu koşullarda ortaya çıkma eğilimindedir: travma karşısında regresyon yoluyla ilkel savunma yöntemlerinin yeniden etkinleşmesi, ya da bu savunmaların, süreğen gelişimsel olumsuzluklar nedeniyle aktif kalmaya devam etmesi (Freud, 1894, 1896, 1926).

    Savunmaların hem gerekli hem de kendine zarar verici olabileceğini öne süren psikanalitik model, Vaillant ve çalışma arkadaşlarının bir grup erkeği geç ergenlikten yaşlılığa kadar izleyen uzunlamasına araştırmalarıyla güçlü biçimde desteklenmiştir (Bond & Vaillant, 1986; Vaillant, 1977, 1992, 2015). Bu çalışmalar, savunma mekanizmalarının normal/olgun düzeyden patolojik düzeye uzanan bir süreklilik içinde yer aldığını ve daha olgun savunma mekanizmalarının kullanımının, yaşamda başarılı uyum sağlama (iş, ilişkiler, sağlık geçmişi) ile anlamlı biçimde ilişkili olduğunu göstermiştir. Beklenebileceği gibi, olgun savunmalar, yapıcı başa çıkma mekanizmalarını harekete geçirebilme kapasitesi ve kişisel dayanıklılık birbiriyle yakından bağlantılıdır.

    Savunma mekanizmalarının (a) psikotik/ilkel ya da olgunlaşmamış, (b) nevrotik ve (c) olgun biçiminde sınıflandırılması, çocukluk dönemindeki belirli psikolojik işleyiş özelliklerini, yetişkinlikte yaşanan duygusal zorluklarla ilişkilendirir. Ancak burada önemli bir nokta vardır: “İlkel [primitive]” savunma mekanizmalarının kullanımı, kendi başına patolojik değildir. Daha önce belirtildiği gibi, bu tür savunmalar, psikolojik olarak sağlıklı bireylerde bile, aşırı stres altında ortaya çıkabilir (Garland, 2002). Asıl uyumsuz [maladaptive] olan, bu savunma mekanizmalarının kalıcı ve sürekli biçimde kullanılmaya devam etmesidir.

    Özet

    Savunma mekanizmalarının temel özellikleri şunlardır:

    • Normal ve adaptif olabildikleri gibi patolojik de olabilirler ve yaşam süreci boyunca değişkenlik gösterirler.
    • Bir ego işlevidirler.
    • Genellikle bilinçdışıdırlar.
    • Dinamik ve sürekli değişen yapılardır; ancak patolojik durumlarda ya da karakter oluşumu sürecinde katı ve sabit sistemlere dönüşebilirler.
    • Uyumsuz hale geldiklerinde, farklı semptom kümeleriyle ilişkilidirler: Örneğin, histeride bastırma; obsesif nevrozda izolasyon ve bozma/geçersiz kılma.

    Şimdi, bazı savunmaları daha ayrıntılı biçimde ele alacağız. İlk olarak, psikotik/ilkel ya da olgunlaşmamış mekanizmalarla başlayacak, ardından bazı nevrotik savunmalara ve nihayet olgun savunmalara geçeceğiz. Tablo 4.1’de, savunma mekanizmalarının bir listesi sunulmaktadır.

    Tablo 4. 1 Savunma mekanizmaları

    İlkel/Olgunlaşmamış [Primitive/immature]Nevrotik [Neurotic]Olgun [Mature]
    Otistik düşlem [Autistic phantasy ]
    Değersizleştirme [Devaluation]
    İdealize etme [Idealisation]
    Pasif-agresyon [Passive-aggression]
    Yansıtma [Projection]
    Yansıtmalı özdeşleşme [Projective identification]
    Bölme [Splitting]
    Yoğunlaşma [Condensation]
    İnkar [Denial]
    Yer değiştirme [Displacement]
    Dissosiyasyon [Dissociation]
    Dışsallaştırma [Externalisation]
    Saldırganla özdeşleşim [Identification with the aggressor]
    Düşünselleştirme [Intellectualisation]
    Karşıt tepki oluşturma [Reaction formation]
    Regresyon [Regression]
    Bastırma [Repression]
    Tersine döndürme [Reversal]
    Somatizasyon [Somatisation]
    Bozma/Yapma [Undoing/doing]
    Mizah [Humor]
    Yüceltme [Sublimation]

    İlkel mekanizmalar

    Bölme (Splitting)

    Klein’in izinden giden çağdaş psikanalistler, “bölme” terimini, bireylerin hem içsel hem de dışsal “nesneler”ini ve dünyayı, “iyi” ve “kötü” olarak ikiye ayırma eğilimlerini tanımlamak için kullanırlar. Bu modele göre çocuk, zihninde annesini iki ayrı kişi olarak bölerek temsil eder: Kötü, hayal kırıklığı yaratan, nefret edilen anne ve iyi, idealleştirilen, sevilen anne. Çocuk, iyi ve kötü anneyi zihinsel olarak kesin biçimde ayrı tutarak, gerçek hayatta iyi ve kötü yanları bir arada barındıran tek bir kişiyi hem sevme hem de ondan nefret etme durumunda yaşanacak ikircikli çatışmadan kaçınır. Bölme sürecinde, çelişkili ve karmaşık deneyimler aynı anda bilinçte tutulamaz; en azından aynı nesneye yönelik olarak birlikte var olamaz. Bu nedenle, sevgi ve nefret duyguları bütünüyle bastırılmasa bile, birbirlerinin yerine geçerek dalgalı bir şekilde yaşanır ve aynı anda hem bilinçli hem de etkin hâlde olamaz.

    Yetişkinlikte bölme, bireyin ambivalansla ve belirsizlikle yaşamakta zorlanması şeklinde kendini gösterir. Bu durum özellikle stresli koşullarda duyguların yoğunlaştığı anlarda belirginleşir. Kşinin karmaşıklığı görebilme yetisi azalır ve yerine şematik (basitleştirilmiş) bir anlayış geçer. Bu durum kaçınılmaz olarak aşırı uç görüşlere yol açabilir. Başkalarına dair ayrımlı temsiller oluşturma ve onların farklı amaç ve inançlarına saygı duyma kapasitesi kaybedilir. Temsiller katılaşır -“Eğer benim yanımda değilsen, düşmanımsın.” anlayışı hâkim olur. Karar verme yetisi bozulur; öz-tanımlama ve öz-değer, kişinin her zaman “haklı”, başkalarının ise “haksız” olmasına bağlı hâle gelir.

    Örnek: Haset edilen kardeşler

    Depresyon yaşayan bir hasta, dört kardeşten biri olarak, annesinin kendisini ihmal ettiğini ve diğer kardeşlerini kayırdığını sürekli dile getiriyordu. Annesinin, kız ve erkek kardeşlerine yönelik bitmeyen ilgisini ve ayrımcı tutumlarını anlatan öyküleri defalarca yineliyor, artık görüşmediği bu kardeşlerine dair kırgınlık ve yabancılaşma duygularını sürdürüyor, annesinin tutumunu affedemiyordu. Aynı şekilde, analistinin diğer hastalarına kendisinden daha nazik ve yardımsever davrandığına karar verdi. Hasetle kuşatılmış bir durumda, analistinin danışma odasının önünde beklemeye başladı ve diğer hastalara, kendisinden daha sık görülüp görülmediklerini sormaya başladı. Seanslarda hasta kendini iyi hissediyordu, ancak danışma odasından çıkar çıkmaz, analistinin ondan nefret ettiğini ve başkalarına gönüllüce sunduğu yardımı ondan acımasızca esirgediğini düşünmeye başlıyordu. Bu durum, bölmenin çarpıcı bir örneğiydi: Seans dışında analisti yalnızca acımasız ve ihmal edici biri olarak görebiliyor; oysa seans içinde onu idealleştirilmiş, şefkatli ve düşünceli bir figür olarak deneyimliyordu. Her ne kadar bu bölme biçimi nereye varacağı öngörülemeyen derecede psikotik bir nitelik taşısa da, en azından bir işe yarıyordu: “İyi” analist, hastanın hasetli saldırılarından korunmuş oluyordu.

    Klein ayrıca, içsel ve dışsal nesnelerin kendilik, veya ego, ile ilişkili olarak var olduklarını göz önünde bulundurarak, bu duruma eşlik eden bir ego bölünmesinin de ortaya çıkabileceğini kabul etmiştir. -yani birbirine karşılık gelen bir “iyi kendilik [good self]” ve “kötü kendilik [bad self]”. Bu görüş, Freud’un terimi daha sonra kullandığı biçimle, “egonun yarılması [splitting of the ego]” fikriyle örtüşür. Freud, bu kavramı fetişizm bağlamında kullanmış ve çelişkili fikirlerin psikoza yakın biçimde aynı anda tutulabildiği bir durumu tanımlamıştır (Freud, 1927). Bu bölünme, nesne temsilleri arasında değil, arzu dolu bir fantezi ile gerçeklik arasındaki çelişkiyle ilişkilidir. Freud bunu şöyle ifade eder: “İçgüdünün doyumunu sürdürmesine izin verilir ve gerçekliğe de uygun bir saygı gösterilir” (Freud, 1940, s. 274) (vurgu bize ait). Freud’un bu terimi kullanımı, muhtemelen Bleuler’in (1924) şizofrenide gözlemlediği iddia edilen “çağrışımların kopması [loosening of associations]” anlatımından etkilenmiş olabilir -yani gerçeklik sınamasındaki bozulmalar.

    Ancak günümüzde, özellikle Kleinci bakış açısı çerçevesinde, bölme bebeklikte zihinsel yaşamın birincil bir olgusu olarak görülmektedir ve bu mekanizmanın, ileriki yaşamda borderline ve psikotik bozuklukların gelişimine katkıda bulunabileceği düşünülmektedir (Kernberg, 1975). Bu tür vakalarda, bölme aşırı bir biçimde işler; algının çarpıtılmasına, duygular üzerine düşünme kapasitesinin azalmasına ve nesne temsillerinin parçalanmasına yol açar.

    Ancak bölme, eğer kategorileştirme ve seçici dikkat süreçlerinin bir yönü olarak görülürse, yalnızca patolojik değil, aynı zamanda zararsız [benign] bir işlev de olabilir. İçsel dünyanın düzenlenmesi, belli bir düzeyde bölmeye dayanır. Bu bağlamda, “iyi bölme” ifadesi, bölmenin ne kadar gerekli bir işlev olduğunu da göstermektedir (Segal, 1973). İyi bölme, ileride gerçekleşecek bütünleştirmenin [integration] bir önkoşulu ve aynı zamanda yargı yetisinin temelidir. Bu yönüyle, bölme, Freud’un (1909) tanımladığı “olumsuzlama [verneinung]” kavramıyla benzerlik taşır. Dünyayı iyi-kötü, doğru–yanlış, siyah–beyaz, cennet–cehennem gibi zıt kutuplara ayırma eğilimi yaşam boyunca yaygın biçimde sürer ve yalnızca bireylere yönelik tutumlarımızı değil, aynı zamanda toplumsal kurumlara, siyasi, dini ve diğer örgütsel yapılara ilişkin bakış açılarımızı da derinden etkiler.

    Yansıtma, özdeşleşme, yansıtmalı özdeşleşme

    Klein’in psikanaliz literatürüne kazandırdığı yansıtmalı özdeşleşme [projective identification] kavramı, yerçekiminin ya da doğal seçilimin keşfiyle karşılaştırılmıştır (Young, 1994). Yansıtmalı özdeşleşme, hem önemli hem de karmaşık bir kavramdır; bu karmaşıklık, kısmen kavramın doğasında bulunan zorluktan, kısmen de adının yanıltıcı olmasından kaynaklanır. Ayrıca, bu kavramın Kleinci psikanalizin temel taşlarından biri olması, ona yönelik klinik önemini aşan düzeyde politik tartışmalara da yol açmaktadır.

    Yansıtma [projection] kavramı görece basit bir yapıya sahiptir ve artık “gündelik psikoloji”nin [folk psychology] sözcük dağarcığına bile girmiştir (Bruner, 1990). Örneğin, bir plajda uzanmakta olan depresif genç bir adamın, “Bu plajdaki herkes son derece mutsuz görünüyor” demesi, açıkça kendi duygulanım durumunu başkalarına yansıttığını gösteren bir durumdur. Zorlayıcı ve kabul edilmesi güç duygularımızı başkalarına yansıtmak oldukça yaygın bir durumdur -örneğin, kendi eksikliklerimizden dolayı yakınımızdaki kişileri suçlamak buna tipik bir örnektir. Dışsallaştırma [externalisation] -yani projeksiyonun dışa yansıtılan uzantısı- bize sorumluluğu reddetme ve böylece suçluluk ve hayal kırıklığından kaçınma olanağı tanır. Ancak bu eğilim müzminleşirse/kökleşirse ve kişinin düşünce yapısına yerleşirse, kontrol odağını -yani olayların üzerindeki denetimin nerede görüldüğünü- başkalarına kaydırır (Rotter, 1966). Bu da şu sonuçlara yol açabilir: süreğen bir mağduriyet duygusu, sınırlı fail olma [agency] kapasitesi ve bireyin kendi yaşamı üzerindeki etkisini inkâr etmesi. Bazen, istenmeyen dürtüler ve duygular yansıtıldıktan sonra bumerang gibi geri döner; bunun sonucu olarak kişi sürekli saldırı altında olduğu hissine kapılır. Bu durumda projeksiyon, döngüsünü tamamlamış olur ve bu da kişide anksiyeteye, ya da eğer uç bir düzeyde yaşanıyorsa, paranoyak sanrılara [paranoid delusion] yol açabilir.

    Özdeşleşme [identification] de benzer şekilde görece basit bir kavramdır; gelişim sürecinde kendilik temsillerinin [self-representation] nasıl inşa edildiğini ve değiştiğini ifade eder. Örneğin, babasının ayakkabılarını giyerek evin içinde dolaşan küçük bir çocuk, yalnızca bir taklit eylemi gerçekleştiriyor gibi görünebilir. Ancak zamanla bu davranış, çocuğun içsel kendilik imgesini etkilemeye başlar ve bu etki daha sonra kişilik özelliğine dönüşürse, burada bir özdeşleşme süreci gerçekleşmiş olur -özellikle de çocuk ileride gerçekten “babasının ayakkabılarını giyerse” ve aile işini devralırsa. Bu durum, Piaget’nin (1954) bilişsel gelişime dair kullandığı “özümleme [assimilation]” ve “akomodasyon/uzlaştırma [accommodation]” metaforlarıyla benzerlik taşır: Akomodasyon, taklide benzer biçimde, bireyin bir mentorun özelliklerini “denemesini”, özümleme ise, özdeşleşme gibi, başkasının özelliklerinin kendiliğe içselleştirilmesini ifade eder.

    Klein’in (1946) ilk biçimiyle ifade ettiği üzere, yansıtmalı özdeşleşme, yansıtma ve özdeşleşme kavramlarını son derece özgül bir biçimde birleştirir. Klein yansıtmalı özdeşleşmeyi, infantil kendiliğin kötü parçalarının diğer kısımlardan bölünerek, anneye ya da anne memesine yansıtıldığı bir fantezi [phantasy] olarak tanımlar. Bu yansıtma sonucunda infant/bebek, annenin kendi kötü parçalarına “dönüştüğünü [become]” hisseder. Burada özellikle iki nokta dikkate değerdir:

    1. Yansıtma, bir nesnenin “üzerine [on to]” değil, “içine [into]” yapılır -bu nesne prototipik olarak anne ya da analisttir.
    2. Yansıtılan şey, basitçe bir duygu ya da tutum değil, kendiliğin bir parçasıdır -hatta doğrudan kendiliktir.

    Bu nedenle, Klein, bebeğin gelişimsel olarak erken bir evresi olan “paranoid–şizoid konumda [paranoid–schizoid position]”, kendi sadistik ve “kötü” yönlerini annenin bedenine yansıttığını hayal etmiştir. Bu işlemin iki amacı vardır:

    1. kendiliği kendi toksisitesinden arındırmak,
    2. aynı zamanda anneyi içeriden kontrol etmek ve ona zarar vermek.

    Eğer bu “kötü parça-nesneler” daha sonra tekrar kendiliğe alınırsa (içe alımla özdeşleşme [introjective identification] yoluyla), birey içinde bir “kötü” özdeşleşme nesnesi [identificate] barındırır: Bu nesne, düşük öz-değer [low self-esteem] ve öz-nefret/kendinden nefret etme [self-hatred] için bir nidus/yuva/çekirdek [nidus] işlevi görür. Bu sırada, kendiliğin “iyi” parçaları da yansıtılıp daha sonra tekrar içselleştirilebilir; bu da öz-değeri artırır, olumlu nesne ilişkilerini güçlendirir. Ancak manik durumlarda bunlar, tümgüçlülüğe [omnipotence] ve görkemliliğe [grandiosity] yol açabilir.

    Bu orijinal formülasyonda, yansıtmalı özdeşleşme, savunmaya yönelik, intrapsişik ve solipsistik/benmerkezci [solipsistic] bir süreç olarak tanımlanır. Bu süreç, kendilik ile onun algıları arasında gerçekleşen zihinsel bir işlemdir; ancak burada, ötekinin aktif katılımı yoktur -yalnızca ötekine dair bir algı söz konusudur. Peki o hâlde, yansıtmalı özdeşleşme ile basit yansıtma arasındaki fark nedir? Klein bu konuda oldukça nettir: Yansıtma, tüm sürecin dayandığı zihinsel “mekanizma”dır, yansıtmalı özdeşleşme ise, bu mekanizmayı ifade eden özgül bir düşlemdir [phantasy]. Spillius (1988a), yansıtmalı özdeşleşmenin, Freud’un orijinal yansıtma kavramına derinlik kattığını öne sürer; çünkü bu süreçte sadece bir duygu ya da özellik değil, kandiliğin parçaları da karşı tarafa yansıtılmaktadır.

    Spillius, Britanyalı yazarların yansıtma ile yansıtmalı özdeşleşme arasındaki ayrımı genellikle önemli bir fark olarak görmediklerini belirtir. Buna karşılık, özellikle Amerikalı yazarlar bu konuya oldukça geniş yer ayırmışlardır (Langs, 1978; Ogden, 1979). Bu yazarlar, yansıtma ile yansıtmalı özdeşleşmeyi sıklıkla şu ölçütle birbirinden ayırırlar: Yansıtmanın alıcısı (karşı taraf) -yani annenin, terapistin ya da başka bir nesnenin- düşlem tarafından duygusal olarak etkilenip etkilenmediği. Bu ayrımda yansıtma, karşı tarafı etkilemeyen bir zihinsel işlem olarak kalırken, yansıtmalı özdeşleşme, yansıtılan parçaların karşı tarafta bir duygusal etki yarattığı, hatta onu davranışsal olarak biçimlendirdiği bir süreçtir. Yansıtmalı özdeşleşmede, yansıtmanın alıcısı olan kişinin eylemleri ve duyguları, bu yansıtma süreci tarafından biçimlendirilir, hatta kimi zaman denetim altına alınır. Örneğin, temel travması çocuklukta yaşadığı ihmal olan bir hastanın analisti, bir seansı “unutabilir” -bu davranış, hastanın zihnindeki terk edilme ve cezalandırıcı bir şekilde zihinden silinme [mental ablation] düşlemlerini gerçekleştirir ve yeniden sahneler. Buna karşılık, basit yansıtmada, yansıtmanın hedefi olan kişi, bu rolün kendisine yüklendiğinden habersiz olabilir ve sürecin duygusal etkisinden tamamen bağımsız kalabilir. Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi, depresif genç adamın projeksiyonuna maruz kalan plajdaki tatilciler bu durumun farkında bile değildirler. Benzer şekilde, paranoyak bir kişi, kötücül niyetleri politikacılara, pop yıldızlarına, kraliyet ailesine -ya da kimi zaman cansız nesnelere- yansıtır; ancak bu kişilerle gerçek bir temas içinde değildir.

    Yansıtma ile yansıtmalı özdeşleşme arasındaki ayrım, temelde Klein’ın yansıtmalı özdeşleşmedeki iletişimsel [communicative] boyuta yaptığı vurguya dayanır. Bu vurgu, üç ayrı kuramsal formülasyonla açıklanabilir:

    Birincisi, yansıtmalı özdeşleşme etkileşimli ve kişilerarası dinamik bir olgudur; bu durumda, yansıtmanın alıcısı (örneğin analist), daha önce de belirtildiği gibi, yansıtan kişiden (hasta) kaynaklanan duyguları hissetmeye ya da o doğrultuda davranmaya yönlendirilebilir. Bu durum, ilk olarak Heimann (1950), ardından Grinberg (1962) ve Racker (1968) tarafından tanımlanan şu klinik bulguyu açıklar: Analistin karşıaktarımsal duyguları, çoğu zaman hastanın içsel dünyasının yansımalarını taşır. Daha önce de değinildiği gibi, bu fikirler -zamanla seyreltilmiş biçimlerde de olsa- psikodinamik çevrelerde yaygın biçimde kabul görmüştür. Örneğin, eğer bir analist sıkılmış, öfkelenmiş ya da hüzünlü hissediyorsa, bu duygular, yansıtmalı özdeşleşme yoluyla hastadan kaynaklanıyor olabilir. Bu bağlamda, “özdeşleşme” artık yansıtmanın hedefinde (örneğin analistin içinde) gerçekleşmektedir; Klein’ın ilk tanımında olduğu gibi yansıtan kişideki bir yanlış algı [misperception] değil, alıcı kişide uyarılmış bir içsel yaşantı söz konusudur.

    İkincisi, Ogden (1979), “özdeşleşme”nin çift yönlü bir süreç olduğunu savunur; yani hem yansıtıcıda [projector] hem de alıcının [recipient] içinde gerçekleşir. Bu görüş, Grotstein (1983, 1984) ve Kernberg (1987) gibi bazı kuramcılar tarafından benimsenmemiştir. Ogden’a göre, yansıtmalı özdeşleşme, yansıtmayı yapan ile alan kişi arasında, bilinçdışı düzeyde bir etkileşim içeren karşılıklı [mutual] bir süreçtir. Örneğin, bir analist, hastası tarafından yansıtmalı özdeşleşme yoluyla reddedici, ilgisiz ya da donuk hissetmeye yönlendirilmişse ve bu duyguların farkında değilse, bu duyguları farkında olmadan davranışa dökebilir (eyleme vurabilir). Örneğin seans sırasında uyuşuk ya da reddedici olabilir. Bu davranışlar ise hastanın bilinçdışında algılanabilir ve böylece süreç döngüsel olarak devam eder. Bu boyut, Ryle (1985) ve Ryle & Kerr (2002) tarafından geliştirilen bilişsel analitik terapi [cognitive analytic therapy] kapsamında işlemselleştirilmiştir. Ryle, yansıtmalı özdeşleşmeyi, hasta ile diğer kişiler arasında kurulan karşılıklı rol prosedürlerinin [reciprocal role procedure] özel bir biçimi olarak ele alır. Bu durumda, hasta ve çevresindekiler arasında yanıtlayıcı bir etkileşim düzeni oluşur. Örneğin, ihmal edilen-ihmal eden, aşağılanan-aşağılayan gibi karşılıklı roller, hastanın ilişkisel örüntüsünü oluşturur. Bu karşılıklı rollerin belirlenmesi, ilk klinik değerlendirme sürecinin önemli bir parçasıdır. Ayrıca, bu örüntülerin terapi sürecinde yeniden canlandığı anların tanınması da tedavi açısından kritik öneme sahiptir.

    Spillius (1994), hastanın, düşlemine analistin uymasını sağlamak amacıyla analist üzerinde kurduğu baskıyı tanımlamak için “çağrışımsal/hatırlatıcı yansıtmalı özdeşleşme [evocatory projective identification]” ifadesini ortaya atmıştır. Sandler’lar (Sandler, 1976a, 1976b; Sandler & Sandler, 1978) ise bu yansıtmalı özdeşleşme yönünü “güncelleştirme [actualisation]” ve “rol tepkiselliği [role responsiveness]” kavramlarıyla açıklarlar. Bu kuramsal çerçevede, analistin, hastanın yansıtmalı özdeşleşme yoluyla kendisine yüklediği role hafifçe yanıt verecek kadar esnek ancak aynı zamanda bu süreci eşzamanlı olarak gözlemleyip yorumlayabilecek kadar içsel olarak kendi merkezinde kalması gerekir. Bu denge, hem yansıtmayı ilişki içinde anlamlı kılmak, hem de onun klinik anlamını açığa çıkarmak açısından kritik önemdedir.

    Yansıtmalı özdeşleşme sürecinin iletişimsel boyutları o denli kapsamlıdır ki, zamanla analitik durum içinde olup biten hemen her şeyi açıklayabilecek bir çerçeveye dönüşebilir. Ancak klinik açıdan şu noktada hata yapılmamalıdır: Analistin yaşadığı her şeyin, hastanın ona “yerleştirdiği [putting into]” bir şeyin sonucu olduğu varsayılmamalıdır. Bu nedenle, “hasta kaynaklı karşıaktarım [patient-derived countertransference]” ile “analist kaynaklı karşıaktarım [analyst-derived countertransference]” arasında -uygulamada her ne kadar ayırt etmek zor olsa da (Money-Kyrle, 1956)- açık bir ayrım yapılması önemlidir. Hasta kaynaklı karşıaktarım, yansıtmalı özdeşleşme sürecine dayanır, oysa analist kaynaklı karşıaktarım, bu süreçle ilişkili değildir ve daha çok analistin kendi iç dünyasına bağlıdır.

    Yansıtmalı özdeşleşme kavramının üçüncü genişletilmiş yorumu, Bion’a (1962, 1963) dayanmaktadır. Klein, yansıtmalı özdeşleşmeyi öncelikle olumsuz bir süreç olarak görmüştür, onu, özellikle paranoid–şizoid konum çerçevesinde, sadistik duyguların yansıtılması biçiminde ele almıştır. Ancak Bion, bu sürecin aynı zamanda “olumlu [positive]” bir biçimi olabileceğini fark etmiştir. Bu olumlu biçim, empatiyi ve annenin işlevini temel alır: Anne, bebeğin yansıttığı ağrılı, saldırgan duyguları alır, bunları “zehrinden arındırır [detoxifies]” (yani işleyip dönüştürür) ve uygun bir zamanda, daha yumuşak ve sindirilebilir bir biçimde bebeğe geri sunar. Bu süreç, duyguların kapsanması [containment] ve zihinselleştirmenin [mentalization]” gelişimi açısından kritiktir. Ancak, Bion’un yansıtmalı özdeşleşme kavramını klinikte kullandığı bazı biçimler tartışmalı olmaya devam etmektedir. Bion, psikotik hastalarla somut biçimlerde konuşulmasını savunmuştur; örneğin şöyle diyebilir: “Beni öldürme korkunu içime itiyorsun.” Bu tür yorumlar zaman zaman başarılı olabilse de, deneyimsiz kişiler tarafından kullanıldığında, en iyi ihtimalle anlaşılmaz, en kötü ihtimalle ise tehlikeli olabilir; bu nedenle, standart bir teknik olarak kullanımı ciddi biçimde eleştirilmiştir (Sandler, 1987). Günümüzde bu tür müdahaleler nadiren kullanılmaktadır; ancak Lucas (1993), klinisyenin “psikotik frekansa ayarlanmasının” ve hastalarla psikotik gerçekliği sorgulamadan, onu kabul eden bir dille konuşmasının gerekliliğini vurgular.

    Bu genişletmelere ve kısıtlamalara rağmen, yansıtmalı özdeşleşme kavramının temelinde, kavramın nesneyi ve baş edilemeyen duyguları kontrol etme yöntemi olarak işlev gördüğü anlayışı yatmaktadır. Burada, egonun bazı yönleri bölünerek başka bir kişiye, canlıya ya da hatta kişinin kendi bedenine yansıtılır; bu dışsal varlıklar daha sonra bu bölünmüş parçaları temsil eder ve onlarla özdeşleşir. Kişi, bu bölünmüş kendilik parçalarıyla başa çıkmak amacıyla, ya karşısındaki kişiyi kontrol etmeye çalışarak ya da kendi bedenine saldırarak -örneğin kasıtlı kendine zarar verme ya da yeme bozuklukları gibi durumlarda- bu parçalar üzerinde kontrol kurmaya çalışır (Motz, 2010).

    Örnek: Kontrolcü öğretmen

    Yirmili yaşlarının sonlarında olan bir erkek, aday öğretmen olarak çalışmaktaydı ve bir grup ergen erkek öğrenciden oluşan bir sınıfın sorumluluğu kendisine verilmişti. Kısa sürede, yaramazlık yapan her öğrenciye karşı içten içe bir öfke duymaya başladı; öyle ki, her dersten önce sınıfı kontrol edemeyeceği korkusuyla tedirgin oluyordu. Beklenebileceği üzere, sınıf gerçekten de giderek daha yıkıcı ve disiplin bozan bir hâl aldı. Bu kişi, zamanla öğrencilerinden nefret etmeye başladı ve kontrolünü kaybedip içlerinden birine vuracağından korkar hâle geldi.

    Psikanaliz sürecinde, bu kişinin kendi ergenliği boyunca son derece “iyi bir çocuk” olduğu ortaya çıktı -itaatkâr, çalışkan, ve hem okulda hem de evde hiçbir sorun çıkarmayan biri. Yetiştirilme tarzının bir sonucu olarak, kendisinde bulunan tüm yıkıcı ve isyankâr yönleri, tehlikeli ve kabul edilemez bularak parçalamış ve kendiliğinden ayırmıştı. Yansıtmalı özdeşleşme süreciyle, bu reddettiği yönlerini şimdi ergen öğrencilerine yansıtıyordu. Bu öğrenciler, onun kendi içinden koparıp attığı isyankâr parçalarla özdeşleşmişti. Kendi istemediği bu yönlerinden korktuğu için,
    öğrencilerini kontrol altına alarak ve cezalandırarak bu parçalar üzerindeki hakimiyetini yeniden kurmaya çabalıyor, ancak bunda başarısız oluyordu.

    Bir psikanalitik seans sırasında, çocukken oyuncak hayvanlar -kaplanlar ve timsahlar- biriktirdiğini ve bunlarla oynadığını hatırladı; bu hayvanları diğer hayvanlara ve insanlara saldırıp onları yemeleri için kullanıyordu. Bu anıdan, bu oyuncak yaratıkların, onun kendi içindeki yansıtılmış saldırgan parçalara beden verdiklerini görmek zor olmadı. Bu parçaları yansıtıp inkâr ederek, kendini savunabilecek ve başkalarıyla -çocukken diğer erkeklerle, büyüdüğünde öğrencileriyle- mücadele edebilecek kadar güçlü olduğu hissini içsel olarak yitirmişti.

    Kendiliğin bazı yönlerinin bilinçdışı olarak bölünüp yansıtılması, psikanalitik literatürde sıklıkla “psikotik düşünme [psychotic thinking]” olarak tanımlanır. Psikozun bu psikanalitik kavramsallaştırmasında, kendilik ile ötekiler arasındaki bilişsel ve duygusal sınırlar geçirgen hâle gelir. Bu da kişinin kendisini, başkalarıyla ilişkisini, ve başkalarının kendisiyle ilişkisini yanlış anlamasına ve çarpıtmasına yol açar. Yansıtmalı özdeşleşme temelinde gelişen kötülük görme sanrıları [persecutory delusions], kişinin kendi “kötü” düşüncelerini dışa yansıtmasının sonucudur; varsanı türü olgular ise, duyusal ve duygulanımsal yaşantının başkalarıyla paylaşılmaması ya da onların deneyiminin göz ardı edilmesi ya da güvenilmez bulunması sonucu oluşur. Bu durumlar, sonunda katı ve sorgulanamaz psikotik kesinlik hâllerine yol açar.

    Kendiliğin iyi yönlerinin de başkalarına yansıtılabileceğini belirtmek önemlidir. Bu nedenle yansıtmalı özdeşleşme, bireyin kendi kişiliğinin, hem iyi hem de “kötü”, temel yönlerinden mahrum kaldığı hissine kapılmasına neden olabilir. Analizin temel görevlerinden biri, hastanın bu yitirilen kendilik parçalarını geri kazanmasına yardımcı olmaktır. Yansıtmalı özdeşleşme bu nedenle önemlidir; çünkü psikanalizin özünü oluşturan şeyiyakın ilişkilerde düşlemlerin etkileşimini– doğrudan hedef alır ve çalışılabilir kılar. Yansıtmalı özdeşleşme, hem savunmacı hem de iletişimsel bir işlemdir; bu süreçte hangi yönün baskın olacağını belirleyen başlıca unsur, analistin tarzı ve yanıt verebilirliği [responsiveness] olabilir (Joseph, 1987). Kavramı anlamlı bir şekilde tanımlamak ve adlandırmak “zor”dur; çünkü bu terim, Klein’ın (1952) oldukça gündelik biçimde yaptığı bir tanımdan türemiştir ve Klein-sonrası [post-Kleinian] genişletmeleri yeterince yansıtmayan bir adı hâlâ korumaktadır. Her ne kadar “iletişimsel yansıtma [communicative projection] ya da “yansıtmalı etkileşim [projective interaction] gibi ifadeler daha uygun görünebilse de, Spillius (1988b), “yansıtmalı özdeşleşme” teriminin genel bir üst kavram olarak korunması gerektiğini ve bu başlık altında çeşitli alt türlerin ayırt edilebileceğini öne sürer. Bu sürecin arkasında yatan birçok güdü -nesneyi kontrol etmek, onun özelliklerini kazanmak, kötü bir niteliği boşaltmak, iyi bir niteliği korumak, ayrılıktan kaçınmak, iletişim kurmakalt türleri tanımlamak için yararlı çıkış noktaları olabilir.

    Nevrotik mekanizmalar

    İnkar ve reddetme

    Bastırma, gelişim sürecinde çocuğun içsel arzuları ile dış dünyanın kısıtlamaları arasında bir denge kurmasını sağlayan birincil savunma mekanizması olarak daha önce ele alınmıştı. Bu mekanizma, çocuğun aşırı düzeyde psikolojik acıya maruz kalmaksızın içsel dünyasını düzenlemesine olanak tanır. Ancak yaşamın ilerleyen dönemlerinde aşırı kullanıldığında, bastırma, duygusal yaşamın bazı yönlerinin bilinçten kopmasına, yani dissosiyasyona yol açar ve -Freud’un özgün görüşlerinde olduğu gibi- klasik kurama göre, histeriyle ilişkilendirilen “belle indifférence” [güzel aldırmazlık] gibi belirti oluşumlarına neden olur.

    Bastırmanın amacı, içsel gerçekliğin bir yönünü bilinçten uzaklaştırmak iken, inkâr [denial] ya da reddetme [disavowal] (Freud, 1940) ise dış gerçeklikle ilgilidir ve bireyin dış dünyadaki belirli bir olguya verdiği tepkiyi reddetmesini ya da duygusal olarak denetim altına almasını sağlar. İnkâr, bir tür bölme [splitting] içerir: Acı verici bir olay bilişsel olarak kabul edilir ancak bu olaya eşlik eden duygusal acı reddedilir. İnkâr, özellikle yas sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kayıp yaşayan kişi, kaybettiği sevdiğinin ölmediğini, yalnızca uzun bir yolculuğa çıktığını savunabilir. Bu durum zamanla reddetmeye dönüşebilir: Ölüm kısmen kabul edilmiştir, ancak örneğin, eşini kaybeden bir kişi yemek masasında hâlâ onun için yer ayırabilir ya da bir ebeveyn, ölen çocuğunun odasını kutsal bir anı mekânına dönüştürebilir.

    Weintrobe (2019), reddetme (disavowal) kavramını, iklim değişikliği inkârını açıklamak için kullanır. Bu durumda kişi, küresel ısınmaya dair bilimsel kanıtları zihinsel olarak kabul eder, ancak aynı anda uçakla seyahat etmeye, fosil yakıtları tüketmeye, et yemeye vb. alışkanlıklarını sürdürmeye devam eder.

    Karşıt tepki oluşturma; saldırganla özdeşleşme

    “Karşıt tepki oluşturma [reaction formation]” terimi, bireylerin bilinçdışı arzu ya da hevesleriyle taban tabana zıt psikolojik bir tutum benimsemeleri durumunu ifade eder. Karşıt tepkiler, sıklıkla erken ergenlik döneminde ortaya çıkar ve yüceltme [sublimation] gibi daha olgun savunmalara geçişte bir köprü işlevi görür. Bu savunma mekanizması, oldukça özgül olabilir -örneğin, nefret edilen bir kişiye karşı aşırı saygı göstermek, ya da başkalarına bakım vererek aslında kendi bakım görme arzusunu maskelemek gibi [Bakım alma arzusunu, karşıtı olan, bakım vermeye dönüştürmek]; ya da daha genel bir biçim alabilir ve bu durumda karakter özelliği hâline gelir. Tüm savunma temelli patolojilerde (adaptif savunmaların tersine) olduğu gibi, karşıt tepki geliştirme de egonun yapısını kalıcı biçimde değiştirir; bu nedenle, tehdit artık ortadan kalkmış olsa bile savunma sürer.

    Her ne kadar Freud (1920) “saldırganla özdeşleşme”ye [identification with the aggressor] üstü kapalı biçimde değinmiş ve Ferenczi (1933) bu terimi, bir çocuğun bir yetişkinin (genellikle bakımverenin) saldırganlığına boyun eğmesini tanımlamak için kullanmış olsa da -daha önce de belirtildiği gibi- bu mekanizmayı ayrıntılı biçimde tanımlayan ve onu süperegonun erken oluşumuyla ilişkilendiren kişi Anna Freud (1936) olmuştur. Saldırganla özdeşim, karşıt tepki oluşturma ile bağlantılıdır çünkü burada da bir tür “duygulanımların tersine çevrimi [reversal of affects]” söz konusudur; aynı zamanda özdeşleşme [identification] mekanizmasıyla da ilişkilidir; hatta bazı yorumlarda, yansıtmalı özdeşleşmenin bir alt türü olarak da görülebilir.

    Örnek: Ağırbaşlı avukat

    Bu sessiz, çekingen ve yumuşak konuşan hasta, çocukluğunda babası tarafından sık sık tehdit edildiğini, küçük düşürüldüğünü ve dövüldüğünü anlatıyordu. Dayak öncesinde, giderek öfkelenen babasından kaçarak odasına sığınır, babası da onu kovalar ve yakalardı. Kovalama sona erdiğinde, küçük çocuk birden sessizleşir, eğilir, ve babası onu döverdi. Bu sırada çocuk tamamen sessiz kalır ve dissosiyatif bir duruma girerdi. İşte bu anda çocuk, kendi kendilik temsilinden ayrılmış, ve kendisini dövecek olan babasıyla (saldırganla) özdeşleşmişti: Artık yaramaz, kötü bedenini cezalandıracak olan baba figürüyle özdeşlik kurmuştu. Yetişkinlikte de hasta, bu saldırganla özdeşim örüntüsünü sürdürüyordu: Gizlice yasa dışı uyuşturucu kullanıyor ve kendine zarar veriyordu. Böylece hem istismarcı hem de istismara uğrayan kendiliği, zihni ve bedeni aracılığıyla yaşamaya devam ediyordu.

    Saldırganla özdeşleşme, kaçınılmaz olarak kendiliğin örgütlenmesini bozar. Artık istismarcı niyet, her ne kadar yabancı ve yabancılaştırıcı olsa da, kendiliğin bir parçası olarak içselleştirilmiştir. Bu durum, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, kendine zarar verici eylemlere yol açabilir. Bu tür süreçler, özellikle süreğen çocukluk travmalarında büyük önem taşır. Bu tür travmaları yaşayan çocuklar, hayatta kalabilmek için kendilerini başkalarına boyun eğmeye, uyumlu ve itaatkâr olmaya koşullayabilirler. Bu durumda zihnin öz-düşünümsel [self-reflective] kısmı kapanır ve saldırganla özdeşim tam anlamıyla gerçekleşmiş olur. Psikanalistlerin, bu sürecin aktarım içinde tekrar edilmesine karşı dikkatli olması gerekir-öneğin, aşırı uyumlu hastalarda olduğu gibi. Bu örüntü, bilince çıkarılmalı, böylece üzerine düşünülüp karşı koyulabilir hâle getirilmelidir.

    Yalıtma ve yapıp-bozma

    Freud, yalıtmayı [isolation: izolasyon, yalıtım, tecrit] ilk olarak, histerik konversiyon ile obsesyonel nevrozu birbirinden ayıran ayırt edici bir özellik olarak tanımlamıştır (Freud, 1892). Freud’a göre, acı verici duygulanımlar, eğer bastırma yoluyla bedensel semptomlara “dönüştürülmezse” [converted], bu durumda bu duygular yalıtma mekanizması yoluyla “nötralize edilebilir” [neutralized] ve böylece birey, bu duygunun acı verici etkisine karşı bağışık hâle gelir. Ancak bu durumda, duygulanım bilinçdışı hâle getirilirken, bu duyguyla ilişkili fikir, yani anlam, duygudan arındırılmış biçimde bilinçte kalır.

    Bu durum, bastırmayla çelişir çünkü bastırmada, bilinçten uzaklaştırılan şey duygulanım değil, “idenin”nin [idea] -bir kavramın, anının ya da imgenin- kendisidir. Aynı şekilde, dissosiyasyondan da farklıdır çünkü dissosiyasyonda, duygulanım ve düşünce bilinçte kalır, ancak ikisi arasındaki bağ kopar -bu da yine kendini koruyucu bir strateji olarak işlev görür. Yalıtmada ise, travmatik bir anı bilinçle erişilebilir durumdadır, ancak duygudan tamamen yoksundur. Bu nedenle, yeni intihar girişiminde bulunmuş ya da kendine zarar vermiş hastalar, bu olaylara yol açan koşulları son derece sakin bir şekilde anlatabilirler ve bu durum, değerlendirme yapan hekimde yanıltıcı bir rahatlık hissi oluşturabilir. Bu tür anlatımlar günümüzde, ön-mentalize [pre-mentalising] döneme özgü “teleolojik/ereksel/amaçsal düşünme [teleological thinking]” örneği olarak görülmektedir (Bateman & Fonagy, 2019): Olaylar ardışık bir sırada anlatılır, ancak eylemde bulunan özne sürecin içinden çıkarılmıştır. Böylece, acı çeken kimse [sufferer] “yalıtılmış” olur -hem eylemlerinden hem de hislerinden.

    Bozma [undoing], sıklıkla “yapma ve geri alma [doing and undoing]” ya da “büyüsel geçersiz kılma [magical undoing]” olarak anılır ve obsesif-kompulsif bozuklukta (OKB) görülen zorlantıların [compulsion] tipik bir örneğidir. Olmamış kılma, bireyin reddettiği libidinal ya da düşmanca arzuları, zihinsel olarak -“yapma” eylemiyle zaten gerçekleştirdiğine inandığı bu arzuları- geri alma, yani zihninde tersine çevirme olanağı sağlar. Böylece, aşırı yeme davranışı gösteren bir kişi, tatlı yiyecekleri oburca tüketmeye yenik düşebilir; ardından, karşı koyamadığı arzularını geçersiz kılmak için suçluluk duygusuyla kendini temizlemeye yönelik girişimlerde bulunabilir. OKB (obsesif-kompulsif bozukluk) tanılı kişiler, örneğin giyinirken ya da evden çıkmadan önce, tehlikeyi önlemek amacıyla bazı eylemleri ritüelistik bir şekilde yerine getirmek zorundaymış gibi hissedebilirler; ancak bu ritüelin herhangi bir ögesi atlanırsa, tüm süreci baştan tekrarlamaları gerekir. Bu tür “(yaptığını) geri alma [undo]”girişimlerinin büyüsel ya da tümgüçlü (omnipotent) bir niteliği vardır: zamanı geri alma, ilk düşmanca düşünce ya da arzunun gerçekliğini inkâr etme ve geçmişi, sanki bu tür niyetler hiç var olmamış gibi yeniden yaratma amacı taşır. Freud’un histeri/OKB ikiliğine geri dönersek, şöyle denebilir: Histeride, kişi düzenlenemeyen duygulanımla baş edemez ve bu durum bedensel semptomlara dönüşür; oysa OKB’de, kişi reddedilen duygulanımı aşırı biçimde denetim altına alır.

    İçselleştirme ve içealım/enkorporasyon

    İçselleştirme [internalisation], içe atma/içeatım [introjection], içe alma/içealım/iç(in)e katma/bedene katma [incorporation] ve özdeşleşme [identification] süreçlerini kapsayan üst bir terimdir ve bireyin, dışsal nesneleri ve ilişkileri içine alarak ve dönüştürerek içsel dünyasını inşa etmesini sağlayan tüm süreçlere işaret eder. İçeatım [introjection], sağlıklı ödipal yolculuğun ayrılmaz bir parçasıdır; bu süreçte çocuklar, ebeveyn çiftinden dışlandıkları ve onlara karşı duydukları haset duygularını, kendi cinsiyetinden olan ebeveynle özdeşim kurarak ve bu yolla bir gün sıranın kendilerine geleceği düşüncesiyle kendilerini teselli ederek aşarlar. Bu süreç, yaşam döngüsü boyunca devam eder; örneğin, genç bireyler yeni ebeveyn olduklarında, kendi çocuklarına yönelik tutumlarında, zamanla içselleştirilmiş ebeveyn tutumlarıyla özdeşim kurarlar. İçeatım (introjection), süperegonun oluşumunda önemli bir rol oynar; çünkü bireyin değerleri, büyük ölçüde ebeveyn tutumlarının içe alınmasından, ya da bazen bu tutumlara doğrudan karşıt bir konum geliştirilmesinden (bu durumda söz konusu olan “olumsuz özdeşleşme”dir [negative identification]), ya da bu iki eğilimin bir bileşiminden türetilir.

    Freud’un, bir kişinin ayrılık ve kayıpla, kaybettiği kişiye “dönüşerek” başa çıkabileceği yönündeki sezgisi, Klein tarafından “yitirilen nesneyle özdeşim [identification with the lost object]” kavramıyla geliştirilmiştir (Klein, 1955). Klein, bu süreci normal yas sürecinin bir parçası olarak görür. Örneğin bir dul, eşinin varlığını içinde hissettiğini söyleyebilir ya da üzüntü ve zorluk anlarında ona danışmak ya da ondan teselli almak için onunla konuşabilir. Ancak bu özdeşim aşırıya kaçarsa, bu durum inkâr edilen ya da ertelenmiş yasın bir parçası hâline gelebilir.

    Piaget’nin akomodasyon/uzlaştırma [accommodation] ve özümseme [assimilation] süreçleri, özdeşimin sonuçlarını anlamamıza yardımcı olur. Normal içeatma [introjection] sürecinde kişi, özdeşim kurduğu nesnenin [identificate] bazı yönlerini “sindirir” ve onları kendi parçası hâline getirir. Buna karşılık, içealma [incorporation], yeme eyleminin psikolojik karşılığıdır ve özdeşim nesnesinin hiçbir dönüşüm ya da özümleme olmaksızın “bütün hâliyle yutulmasını [swallowing whole]” ifade eder. Bu süreç, psikotik bir nitelik taşıyabilir.

    Örnek: Ebeveynin olumsuz imgesiyle özdeşim

    Şiddetli bulimik semptomlarla seyreden borderline kişilik bozukluğu (BPD) tanılı 45 yaşındaki bir kadın, kendini defalarca kesmiş ve intihar girişimlerinde bulunmuştur. Her gün en az 10 mil bisiklete binmekte, akşamları ise bir mil yüzmektedir. Egzersiz yaparken, kendini keserken ve kusmayı tetiklerken, zihninde şu fantezi vardır: Tüm “kötü şeyler” vücudundan dışarı atılmaktadır; özellikle, kusmuğunda kan şeritleri görmesi ona büyük bir rahatlama hissi verir. Hatta şuna inanmaktadır: Bedenine bir bıçak saplayarak, içindeki tüm o kırmızı kötü şeylerin dışarı fışkırdığını görmek, ona mutlak bir dinginlik ve özgürlük sağlayacaktır. Annesinin kendisine sürekli olarak bencil, kötü bir kız dediğini anlatır. Çocukken, durmadan dua ederek bunun doğru olmamasını dilemiştir. Bu, kendini daha az kötü hissetmesini sağlar. Ancak annesinin bu bakışı, onun içinde özümseyemediği, içe alınmış [incorporated] bir nesne olarak kalmıştır. Dua etmek ve çeşitli “geçersiz kılma [undoing]” girişimleri anlık bir rahatlama sağlasa da, kendilik temsili üzerinde kalıcı bir değişiklik yaratmamıştır. Ancak, öfkeli, reddedilmiş ve özlem duyan yönlerini kabul edebildiği noktada, kendine zarar verici davranışları azalmıştır; çünkü bu sayede, annelik içealımı [maternal introject] çözülmeye başlamıştır.

    Aklileştirme ve mantıksallaştırma

    Entelektüalizasyon/düşünselleştirme/aklileştirme [intellectualisation] ve rasyonalizasyon/mantıksallaştırma [rationalisation], siyaset, iş dünyası, tıp -ve psikoloji- gibi pek çok alanda yaygın biçimde görülür. Bu mekanizmalar, olgunlaşmamış savunmalar ile olgun savunmalar arasındaki boşluğu köprüleyen savunmalardır ve yetişkinlikte de herhangi bir açık soruna yol açmadan varlıklarını sürdürebilirler. Entelektüalizasyon, çeşitli alt savunmaları kapsar: Yaşamak yerine düşünmeyi tercih etme, yakınlıktan kaçınmak amacıyla soyut olana aşırı dikkat gösterme gibi. Örneğin, gelişen cinselliğinden korkan bir ergen, evlilik dışı cinsellik üzerine entelektüel düzeyde konuşabilir, ya da gençlerin cinsel davranışlarını ciddi bir şekilde tartışabilir. Rasyonalizasyon ise, bilinçdışı arzulardan kaynaklanan irrasyonel davranışlara, mantıklı, inandırıcı -ve hatta kimi zaman doğru- açıklamalar getirme yoludur. Örneğin, kişi ödipal rekabetten ve yarışmadan duyduğu korkuyu, “Sınavlar zaman kaybıdır”, “Bir insanın gerçekten önemli yönlerini ölçmezler” diyerek mantıksallaştırabilir.

    Olgun mekanizmalar

    Yüceltme [sublimation] ve mizah [humour], bilinçdışı dilek ve arzuların toplumsal olarak kabul edilebilir bir biçimde kısmen ifade edilmesine olanak tanıyan, aynı zamanda toplumu zenginleştiren savunmalar oldukları için, Freud tarafından olgun savunma mekanizmaları olarak onurlandırılmıştır. Yüceltmede, arzular engellenmez, inkâr edilmez ya da saptırılmaz; bunun yerine kanalize edilirler. Saldırgan dürtüler, oyun ya da spor yoluyla ifade bulabilir; sanatta, duygular tanınır, dönüştürülür ve anlamlı hedeflere yönlendirilir; narsistik gereksinimler, zararsız biçimde -örneğin şaka yapmak, kendini göstermek, ya da başarılı bir oyuncu olmak yoluyla- doyurulabilir.

    Örnek: Boya kutusu ve spatula

    50 yaşındaki bir mühendis ve amatör ressam, hayatının en verimli yıllarını adadığı şirketten işten çıkarıldıktan sonra başlayan ve tedaviye dirençli seyreden depresyon nedeniyle psikanalize başvurdu. Babası, savaşta ölmüş olduğu için onu hiç tanımamıştı; dul annesine adanmış, son derece kontrollü ve “iyi” bir çocuk olarak büyümüştü. Annesi, hasta 7 yaşındayken yeniden evlenmişti; hasta, üvey babasının sert disiplinine tek kelime etmeden boyun eğmişti. Asla öfkelenmemekle övünüyordu. Boyun eğici bir kadınla evlenmişti. Depresyonunun başlarında, bir gün evde dekorasyon yaparken, eşi ona yanlış türde bir boya getirmişti.
    Bunun üzerine, dehşet içinde, 5 litrelik boya kutusunu doğrudan yere boca etmiş, evden çıkıp gitmiş ve temizliği eşine bırakmıştı. Analiz ilerledikçe, yakınlık ve mahremiyet özlemi, ve kimsenin onun ne istediğini fark etmemesine duyduğu öfke gibi derinlemesine bastırılmış duygularla temas kurmaya başladı. Daha sonra, kendi de şaşırarak yeniden resim yapmaya başladı; ancak bu kez, geçmişteki gibi titiz çizimlerle değil, kalın boyaları spatula ile doğrudan tuvale yayarak. Daha önce depresyonla ifadesini bulan öfke dolu duygusal ihtiyaçları, bu kez yaşamı besleyen bir yaratıcılığa yüceltilmişti.

    Freud, yüceltmeyi, bir toplumun en ilkel ve derin arzularının, aynı zamanda ideallerinin ve tutkularının ifadesini sağlayan bir taşıyıcı olarak görüyordu -bu ifadeler, karnaval, tiyatro, müzik, şiir, ve dinsel ya da siyasal idealler aracılığıyla ortaya çıkardı. Benzer biçimde, mizah da bize şunları mümkün kılar: Duygularımızı -özellikle saldırgan olanları- sıkıntı yaratmadan “havalandırmak/dışa vurmak [ventilate]” ve paylaşmak; utanç duymadan gerilemek [regrese olmak], özgürce oyunlar oynamak, cezalandırılma korkusu olmadan gülmek, ve keyifle gevşemek. Bazı durumlarda mizah, büyük trajedilerin katlanabilir hâle gelmesini bile sağlayabilir. Bir hastanın gerçek anlamda -savunmacı olmayan bir biçimde- gülebilmesi psikoterapide gerçek ilerlemenin bir göstergesi olarak kabul edilir.

    Araştırma

    Vaillant ve çalışma arkadaşları, olgun savunma mekanizmalarının uyumsal değerini doğrulamışlardır (Vaillant, 2011; Vaillant, Bond, & Vaillant, 1986; Vaillant & Drake, 1985). Liseden mezuniyetlerinden itibaren 40 yıl boyunca izlenen erkekler üzerinde yapılan uzunlamasına çalışmalar, olgun savunmalar kullanan bireylerin, daha mutlu, iş yaşamlarında daha başarılı ve istikrarlı, aile hayatlarında daha dengeli olduklarını, daha az olgun savunmalar kullananlara kıyasla sürekli olarak ortaya koymuştur. Benzer şekilde, Perry ve Cooper (1989), olgunlaşmamış savunma mekanizmalarının psikolojik belirtiler, kişisel sıkıntılar ve zayıf toplumsal işlevsellikle ilişkili olduğunu bulmuşlardır.

    Bu çalışmalar ne kadar önemli olsa da, elde edilen bulgular, savunma mekanizmalarının nedensel rolü ile bu savunmaları ortaya çıkarmış olabilecek gelişimsel süreçler arasında bir ayrım yapmamaktadır. Bununla birlikte, Sartorius, Jablensky ve Regier (1990), ana akım psikiyatrinin, semptomları, nedensel etkenleri, patojenik modelleri ve prognostik türleri birbirine bağlama çabalarının genel olarak başarısız kaldığını öne sürmektedir. Bu bağlamda şu yorumda bulunurlar: “…artık eskimiş olduğu iddia edilen Freudcu savunma mekanizmalarının geri dönüşü yerindedir”. Bu yorum, psikodinamik kuramın psikiyatrik tanı üzerindeki süregiden önemini vurgulamakta ve savunma mekanizmalarının, zihinsel bozukluklara yönelik transdiyagnostik [aratanısal/tanılararası] yaklaşımda yer alması gereken, üst düzey psikolojik süreçler olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır.

    Pek çok savunma mekanizmasının güvenilir biçimde ölçülmesi, günümüzde artık mümkündür; bu ölçümler, öncelikle savunmaları hiyerarşik bir yaklaşımla sınıflandıran ölçekler aracılığıyla yapılmaktadır ve ilkel/olgunlaşmamış ile olgun mekanizmaları ayırt etmeye odaklanır. Haan’ın Savunma ve Başa Çıkma Süreçleri Q-sıralaması (Q-sort) (Haan, 1977), kodlayıcılardan, katılımcıların güncel yaşamları ve geçmiş deneyimleri hakkında bilgi içeren yarı yapılandırılmış görüşmeleri değerlendirmelerini ister. Savunma Mekanizması Değerlendirme Ölçeği [Defence Mechanism Rating Scale] ise (Perry & Henry, 2004), görüşme dökümlerini ve videoya kaydedilmiş oturumları kullanarak,
    bireyin olgunlaşmamış ve olgun savunma mekanizmalarını ne düzeyde kullandığını belirlemeye çalışır.

    Savunma mekanizmaları ile psikopatoloji arasındaki ilişkiye dair bulgular tutarlıdır: Daha olgunlaşmamış (immature) savunma mekanizmaları,
    daha fazla semptom ve davranışsal bozulma ile ilişkilidir. Örneğin, yakın partner şiddetinde, değersizleştirme, idealleştirme (idealisation) ve tümgüçlülük gibi olgunlaşmamış savunmaların sıklığı, fiziksel ve psikolojik saldırganlığın şiddetiyle doğrudan bağlantılıdır. Psikoterapinin savunma örüntüleri üzerindeki etkisine bakıldığında: Johansen, Krebs, Svartberg, Stiles ve Holen (2011), C kümesi kişilik bozukluklarında [çekingen, bağımlı, obsesif-kompulsif] savunma işlevindeki değişimlerin, belirgin iyileşmeyi öngördüğünü bulmuştur. Benzer bir çalışmada, Bond ve Perry (2004), savunmalardaki genel olgunlaşma düzeyi ile psikanalitik psikoterapi sürecinde depresyonun azalması arasında anlamlı bir ilişki saptamıştır.

    Bu bulgular, nedenselliğin yönüne dair önemli bir soruyu gündeme getirir:
    Acaba savunma mekanizmalarının olgunlaşmamış oluşu, zayıf toplumsal işlevselliğe ve psikolojik rahatsızlıklara mı yol açmaktadır, yoksa tersi mi geçerlidir? Bu nedenle, savunma işlevindeki değişimlerle semptomlardaki değişimlerin zamanlaması arasındaki ilişkinin netleştirilmesi büyük önem taşımaktadır: Hangisi önce gelir? Olası senaryolar: Semptomların azalması, bireyin daha olgun savunma düzenlemeleri geliştirmesini sağlayabilir; ya da tam tersine, olgun savunmaların yerleşmesi ve adaptif kullanımının artması,
    bireyin günlük yaşamdaki streslere karşı daha dirençli [resilient] hâle gelmesini önceleyebilir. Her iki olasılık da dikkate alınmalı ve nedensel ilişki yönü dikkatli biçimde araştırılmalıdır.

    Nedensel etken mi yoksa bir sonuç mu olduğu fark etmeksizin, savunma mekanizmalarının dönüştürülmesi, yapıcı bir yaşam sürmek için gerekli olan kimlik, özerklik ve başkalarıyla ilişkilenme arasındaki zorlayıcı dengeyi kurmaya yardımcı olur. Psikanalitik tedavi modelinde savunmaların merkezi bir yer tutması, bu yöntemin iyileştirici ve uzun vadeli gelişim sağlayıcı etkilerinin kısmen buradan kaynaklandığını düşündürebilir.

    Kaynak:

    Okuduğunuz metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice kitabının 4. bölümünün çevirisidir. Kitabın tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

  • Zihin Modelleri (2. Bölüm)

    Bu tür düşünceler, psikanalizin varsayımsal üstyapısının bir parçasıdır; bu yapının herhangi bir bölümü, yetersizliği kanıtlandığı anda, herhangi bir kayıp ya da pişmanlık duymaksızın terk edilebilir ya da değiştirilebilir.

    (Freud, 1925, s. 31)

    Freud’un, yeni fikirlerin önceki temeller üzerine inşa edildiği arkeolojik metaforu (bkz. Bölüm 1), psikanalitik kuramın kendisi için de geçerlidir. Bazı fikirler yeniden işlenirken, bazıları neredeyse özgün hâlleriyle korunmuştur. Freud’un kendisi kuramsal modellerini sürekli olarak gözden geçirmiş ve ihtiyaç duyulduğunda onları köklü biçimde değiştirmekten çekinmemiştir. Onun takipçileri de bu yaklaşımı benimseyerek yoluna devam etmiş ve psikanalitik zihin modelleri de birçok gelişimsel değişim geçirmiştir. Bunun sonucunda, çoğu model tutarlı bir bütün oluşturmaktan ziyade, farklı soyutlama düzeylerinde kavramlar içeren karmaşık bir düşünce matrisi meydana getirmiştir. Birbiriyle çelişkili görünen kuramsal ifadeler zaman zaman rahatsız edici bir biçimde yan yana dururlar; bunun bir nedeni, psikanalitik kuramın birden fazla soyutlama düzeyinde yer alıyor olmasıdır.

    Waelder (1960), psikanalitik kuramın şu soyutlama düzeylerini tanımlamıştır:

    1. Klinik yorum – belirli bir hastaya ilişkin bir kuram ya da formülasyon.
    2. Belirli hasta gruplarına yönelik klinik genellemeler, örneğin “narsisistik örgütlenmeler” (bkz. Bölüm 4).
    3. Savunma mekanizmaları veya aktarım gibi genel psikanalitik kavramlar. Bu bölümde esas olarak odaklanacağımız düzey budur.
    4. Ödipus kompleksi ya da ölüm dürtüsü gibi genel açıklayıcı kavramlar.

    Farklı kuramsal yaklaşımların temelinde, dünyaya ilişkin değişen bazı varsayımlar yatar: yaşantının ne ölçüde çevre tarafından belirlendiği ve ne ölçüde doğuştan geldiği; temelde umutlu mu yoksa “depresif gerçekçi” bir bakış açısının mı benimsendiği; zihne mekanik mi yoksa hümanistik bir çerçeveden mi yaklaşıldığı; determinizm ile özgürlük arasındaki denge; zihinsel süreçlerin kişisel anlamlar ve dil yerine kişisel olmayan kuvvetler olarak mı ele alındığı; zihinselcilik [mentalism] mi yoksa realizm [realism] mi benimsendiği; ve psikolojik fenomenlerin öncelikle içsel [intrapsychic] mi yoksa kişilerarası [interpersonal] mı olarak görüldüğü.

    Tüm bu meseleler, psikanalizin felsefi ve kültürel yorumcuları tarafından ele alınmıştır (Appelbaum, 2013; Cavell, 1988, 1994; Greenberg & Mitchell, 1983; Holmes & Lindley, 1989). Ancak bu kitabın klinik bakış açısından bakıldığında, iki boyut özellikle öne çıkar. İlk olarak, kişilik gelişiminde çevresel [environmental] etkenlerle intrapsişik [intrapsychic] etkenler arasındaki denge; ikinci olarak ise zihinsel olgulara yaklaşımda neden [causation] ve mekanizma [mechanism] mı, yoksa kavrayış [understanding] ve anlam [meaning] mı öncelenmelidir sorusu öne çıkar. Freud, farklı dönemlerde bu tartışmaların her iki yönünde de konumlanmıştır. Başlangıçta, özellikle çocuklukta baştan çıkarılma ya da savaş nevrozu gibi travmatik dış olaylara vurgu yaparak çevresel etkenleri ön plana koymuştur. Ancak daha sonra geliştirdiği dürtü-yapısal modelde [drive-structural model] içsel dünyayı birincil olarak görmüştür. Dışsal olaylar, artık neden olmaktan çok, Ödipus kompleksi gibi doğuştan gelen örüntüleri tetikleyen unsurlar olarak ele alınmıştır. Bu vurgu farkı günümüzde de devam etmektedir. Bu kitapta modelleri intrapsişik [intrapsychic], kişilerarası [interpersonal] ya da karma [mixed] olarak sınıflandıracağız. Benzer şekilde, Freud başlangıçta patolojik zihinsel yaşama dair bilimsel ve nedensel bir açıklama üretmeyi hedeflemişken, çalışmaları ilerledikçe anlam, anlatı ve iletişim konularına giderek daha fazla önem vermeye başlamıştır.

    Klinisyenlerin karşı karşıya kaldığı ikilem şudur: Etkili bir şekilde çalışabilmek için -özellikle mesleki kariyerin başlangıcında- sağlam bir kuramsal çerçeveye ihtiyaç vardır; ancak insan zihninin ve insan güdülerinin tüm işleyişini tek bir modelin bütünüyle açıklayabilmesi pek olası değildir. Uygulamada, çoğu analist temel bağlılıkları belirli bir kuramsal okula dayansa da, farklı kuramlardan oluşan bir bileşimi kullanır. Bu bölüm, kitabın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılandırılacak olan temel psikanalitik kavramların ve modellerin şematik bir genel görünümünü sunmaktadır (karş. Auchincloss, 2015).

    Bilinçdışı

    Bilinçdışı [unconscious] kavramı, genellikle psikanalizle eşanlamlı olarak görülür. Freud her ne kadar bilinçdışını “keşfetmiş” olmasa da (Ellenberger, 1970; Hopkins, 2012), onun normal ve patolojik zihinsel yaşamdaki rolünü sistematik biçimde inceleyen ilk kişidir. Günümüz perspektifinden bakıldığında, bilinçdışı dört temel şekilde kavramsallaştırılmaktadır.

    “Kendi başına bir varlık” olarak bilinçdışı

    Freud başlangıçta bilinçdışını “zihinsel aygıt“ın [mental apparatus] (Laplanche, 1989) bir parçası olarak görmüştür; bu aygıt, Kantçı anlamda doğrudan kavranamayan, ancak rüyalar, nevrotik semptomlar ve dil sürçmeleri gibi “irrasyonel” zihinsel fenomenleri belirleyen bir varlıktır. Freud, kabul edilemeyen anıların, düşlemlerin (phantasies – bu yazım, onları gündüz düşleri ya da bilinçli dilekler anlamındaki “fanteziler“den [fantasies] ayırmak için kullanılır), arzuların, düşüncelerin, fikirlerin ve acı verici yaşantıların bazı yönlerinin, onlara eşlik eden duygularla birlikte bastırma yoluyla bilinçdışına itildiğini öne sürmüştür. Freud, yayımlanmamış eseri “Tasarı”da [Project], bilinçdışının rolüne dair nörobiyolojik bir açıklama geliştirmeyi ummuştur; bu açıklama, psişik enerjinin ya da libidonun akışı, bağlanması ve boşalması temeline dayanır. Her ne kadar bu “hidrolik” model büyük ölçüde geride kalmış olsa da, modern nöropsikoloji, subliminal algılama [subliminal perception] ve “bilinçöncesi işleme [preconscious processing]” aracılığıyla, hayatta kalma açısından yaşamsal birçok zihinsel sürecin farkındalığın dışında gerçekleştiğini doğrulamıştır (Dixon & Henley, 1991; Solms, 2018b). Bu da bizi iki kavram arasında bir ayrım yapmaya götürür: “betimleyici bilinçdışı [descriptive unconscious]”, yani fizyolojimizin diğer yönleri gibi farkında olmadığımız zihinsel yaşantılarımız; ve “dinamik bilinçdışı [dynamic unconscious]”, yani zihinsel acı ya da çatışma potansiyeli taşıyan içeriğin amaçlı biçimde bastırılmasıdır.

    Gizil anlamların deposu olarak bilinçdışı

    Çağdaş psikanalizde mekanizmadan anlam yönelimli bir anlayışa geçişle birlikte, “bilinçdışı” artık hastanın farkında olmadığı duygulanımsal anlamların bir metaforu hâline gelir ve bu anlamlar analistle kurulan ilişki aracılığıyla ortaya çıkar. Bu bağlamda “bilinçdışı” bir isim olmaktan çok bir sıfat işlevi kazanır: “bilinçdışı” bir varlık [the unconscious] değil, “bilinçdışı süreçler” [unconscious processes] söz konusudur. Bu yaklaşım, psikanalizi postmodern düşüncedeki çokanlamlılık [polysemy] kavramıyla ilişkilendirir; yani her kültürel olgu ya da “metin” içerisinde birden fazla anlam bulunabilir. Bu anlayışta analistin görevi, zihinsel aygıtın bir anatomisti olmak değil, bu gizil anlamları birlikte keşfetmektir.

    Bilinçdışının gizemi

    Jung (1916) ve onun yorumcuları (Corbett, 2012; Fink, 2011), bilinçdışının daha soyut, neredeyse mistik bir yönünü vurgulamışlardır. Jung özellikle insan deneyiminin dinsel ve spiritüel yönleriyle ilgilenmiş ve “kolektif bilinçdışı [collective unconscious]” kavramını ortaya atmıştır. Ona göre bu bilinçdışı, Freud’un tanımladığı kişisel bilinçdışından daha derin bir zihinsel düzeyde yer alan, tüm insanlığa ortak, önceden var olan bir anlam ve simge dizisinden oluşur. Bu görüşünü, çok farklı din ve kültürlerin inanç ve mitolojilerinin tarih boyunca ve dünyanın çeşitli bölgelerinde büyük ölçüde ortak temalara sahip olduğu bulgusuna dayandırmıştır. Jung bu yaklaşımı hastalarına da uygulamış ve su, yılan ya da mandalaya benzer desenler gibi rüya imgelerinin “psişik genetik mirası [psychic genetic inheritance]” temsil ettiğini, yani bireysel deneyimlerin özgünlüğünden önce gelen evrensel bir mirasa işaret ettiğini savunmuştur.

    Geçmişteki bilinçdışı ve şimdiki bilinçdışı

    Sandler ve Sandler (1987; Sandler, 2018), klinik açıdan işlevsel bir ayrım yaparak “geçmişteki bilinçdışı [past unconscious]” ile “şimdiki bilinçdışı [present unconscious]” kavramlarını ortaya atmışlardır. Yetişkinin geçmişteki bilinçdışı, yanıtlarını, arzularını ve ihtiyaçlarını çocukluk hâlâ sürüyormuşçasına güçlü biçimde belirlemeye devam eden “içteki çocuk”tur [child within] ve değişmeden kalmış bir biçimde işler. Şimdiki bilinçdışı ise bilinçöncesine (bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır) daha yakın bir yapıda olup, bugündeki dengeyi korumaya yöneliktir; geçmişteki bilinçdışını dönüştürerek onun düşlemsel içeriğine -her ne kadar zayıflatılmış biçimde de olsa- ifade alanı açar. Geçmişteki bilinçdışı, ilkel nesne temsilleriyle işler ve geçmişe göre tepki verirken; şimdiki bilinçdışı, nesneleri bugünde algılandığı ve tasarlandığı şekliyle temsil eder. Sandlerlar, psikanalitik tedavide analistin her zaman şimdiki bilinçdışından geçmişteki bilinçdışına doğru çalışması gerektiğini; yani geçmişteki travmaların yeniden inşasına geçmeden önce analitik etkileşimin “burada-ve-şimdi”sine dikkat edilmesi gerektiğini savunurlar.

    Freud’un modelleri

    Freud’un zihin tasarımı üç temel evrede gelişmiştir: duygulanım-travma modeli [affect-trauma model], topografik model [topographical model] ve yapısal model [structural model] (Sandler, 1972).

    Duygulanım-travma modeli

    Freud’un en erken psikanalitik fikirleri, 1870 Fransız-Prusya Savaşı’ndan kalan travma mağdurlarıyla olan deneyimlerinden etkilenmiştir; bu kişilerdeki histerik felçler, cephede yaşanan travmatik deneyimlerle ilişkili görünmekteydi ve bu dehşet verici olayları dile getirme (duyguyu dışa vurmak [abreact]) olanağı bulduklarında semptomlar hafifliyordu. Freud daha sonra, histerik hastalarının -özellikle kadınların- çocukluklarında olumsuz cinsel yaşantılara sıklıkla değindiklerini fark etti. Bunun üzerine, savaş travmasına benzer bir biçimde, cinsel istismar gibi acı verici dışsal olayların “zihinsel aygıtı” alt edebileceğini ve bunun sonucunda oluşan duygulanımlarla başa çıkamayarak bu etkilerin histeri semptomları biçiminde ortaya çıktığını öne sürdü: ağrılar, felçler, dissosiyatif durumlar, açıklanamayan nöbetler vb. Freud, günümüzde travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) kapsamında değerlendirilen, güncel travmalardan kaynaklandığını düşündüğü “güncel nevrozlar”ı [actual neuroses] (nevrasteni ve anksiyete) -ve özellikle çocukluk travmasının sonucu olarak gördüğü- “psiko-nevrozlar”dan [psycho-neuroses] (histeri ve obsesyonel nevroz) ayırt etmiştir. Ancak bu iki nevroz türü arasında açık bir ilişki vardır: çünkü, Garland’ın (2002) da öne sürdüğü gibi, çocukluk travması bireyi, güncel travmaların etkisine karşı daha duyarlı hâle getiren bir yatkınlık etmeni olarak işlev görür.

    Göllenerek birikmş duygulanımların [dammed-up affects] (hisler gibi) boşalmasının, psişik dengeyi tehdit ederek semptomlara yol açabileceği fikri, Freud’un metapsikolojisinin ilk evresini oluşturan “duygulanım-travma” referans çerçevesi [“affect-trauma” frame of reference] olarak adlandırılmıştır (Zepf & Zepf, 2008). Duygulanım-travma teması, günümüzde de psikanalitik düşüncenin önemli bir parçası olmaya devam etmektedir; özellikle de çocukluk çağı istismarlarının -fiziksel, duygusal ya da cinsel- gerçekliğinin ve bunların fiziksel ve ruhsal sağlık üzerindeki uzun vadeli etkilerinin ortaya konulmuş olmasıyla birlikte (Anda ve ark., 2006). Çocukluk travmasının doğası, farklı yazarlar tarafından farklı biçimlerde ele alınır: bazıları intrapsişik etkenlere, bazıları ise çevresel faktörlere vurgu yapar. İntrapsişik bir perspektiften bakıldığında Klein (1946) ve Kernberg (1975), çocukluktaki yoğun nefret, saldırganlık ve hasetin bizzat içsel olarak travmatik olabileceğini ileri sürerler ve olası sınır kişilik bozukluğu olan bireylerin, özümsenmesi mümkün olmayan bu tür aşırı olumsuz duygulara fazlasıyla maruz kalabileceğini; bunun da aşırı bölme ve yansıtmalara yol açabileceğini öne sürerler (bkz. Bölüm 4). Buna karşılık Kohut’a göre ilksel travma kişilerarasındadır: ebeveyn empatisinin yetersizliği, bütünlüklü bir kendilik duygusunun bozulmasına yol açar ve ilerleyen yaşamda saldırganlık gibi “dağılma ürünleri”nin [disintegration products] ya da bağımlılık, kompulsif cinsellik ve hatta kendine zarar verme gibi kendini yatıştırma girişimlerinin ortaya çıkmasına neden olur.

    Her iki yaklaşımda da travma, acı verici bir duygulanımı harekete geçirir; bu duygulanım, daha sonra bilinçten “kovulur/sürgüne gönderilir” [banished] ancak bu bastırmanın bedeli, ya fizyolojik dengenin bozulması ya da acıyı uzak tutmak için ruhsal enerjinin harcanması olur -oysa bu enerji sevgiye [love] ve oyuna [play] ayrılabilir olmalıydı. Bower (1981), anıların hatırlanmasının duygu durumuna bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Bazı anılar, yalnızca kaydedildikleri sıradaki duygu durumu yeniden yaşandığında hatırlanabilir. Bu da, “aktarımda yeniden sahnelenebilen travmanın [replay]” daha az bunaltıcı bir şekilde işlenmesine olanak tanıdığı anlamına gelir: kayıp yas tutulabilir, öfke ifade edilebilir ve bu bazen kabullenmeye, hatta affetmeye yol açabilir.

    Topografik model

    Yunanca’da topos “yer” anlamına gelir; topografi [topography] ise bir arazinin fiziksel yerleşimini tanımlar. Freud (1915, 1925), “topografik yaklaşım”dan ve “zihinsel edimlerin topografisi”nden söz eder. Bu yaklaşım, onun ünlü buzdağı metaforunda ifadesini bulur: bilinçli zihin, çok daha büyük ama suyun altında kalmış bir bilinçdışı üzerine oturur ve bu ikisinin arasında, bastırılmamış ama o anda etkin olmayan anı ve düşünceleri içeren bilinçöncesi yer alır. Zihnin bilinçdışı, bilinçöncesi ve bilinçli olmak üzere üç ayrı sisteme bölünmesi, Freud’un çalışmalarının ikinci evresini (1897–1923) başlatmıştır; bu modelde hâlâ beynin lokal işlevlerine dair izler mevcuttur ve Freud’un önceki nörolog kimliğine bir gönderme niteliği taşır. Günümüz psikanalizi, topografik kavramları anatomik çağrışımlarından arındırılmış biçimde hâlâ kullanmaktadır; Freud da her bir zihin bölümünü birer “sistem” olarak görerek benzer bir yaklaşım benimsemiştir -örneğin “bilinçdışı sistem”, “bilinçöncesi sistem” vb. Bu yaklaşım, zihnin farklı bölümlerinin rol ve işlevlerine odaklanan “yapısal model”e [structural model] (bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır) yumuşak bir geçişi mümkün kılar. Günümüz nörobilimi hem topografik hem de sistemik unsurları kabul eder. Üçlü beyin modeli [triune brain] -sürüngensel (medulla), paleo-memeli (orta beyin) ve neo-memeli (korteks) bölümleriyle- topografik bir yapıdır; ancak günümüzde beyin işlevleri, limbik sistem [limbic system] gibi ağ yapısı içindeki birbirine bağlı düğüm noktaları ya da merkezler olarak, topografik olmayan terimlerle ele alınmaktadır (Oldham & Fornito, 2019).

    “İki ilke”

    Freud’un kuramsal gelişiminin bu evresinden çıkan temel fikirlerden biri, zihinsel işleyişin “iki ilkesi” arasındaki karşıtlıktır (Freud, 1911): birincil ve ikincil süreç [primary and secondary processes]. İkincil süreç düşüncesi, mantıklıdır; zaman, mekân ve nedensellik yasalarına uyar. Buna karşılık, birincil süreç düşüncesi, rüyalar, düşlemler ve çocukluk yaşantısı gibi alanlara özgüdür; burada zaman, mekân ve mantık yasaları geçerli değildir. Birincil süreç düşüncesinde geçmiş, şimdi ve gelecek birlikte var olabilir; farklı olaylar aynı anda ve aynı yerde meydana gelebilir; bir sözcük ya da görsel simge, birden çok nesneyi temsil edebilir ya da birbirinden farklı, hatta çelişkili anlamlar taşıyabilir. Birincil süreçlere aşina olmak, analitik çalışmanın vazgeçilmez bir önkoşuludur ve bu durum, analistlerin kişisel terapi almalarının zorunlu [de rigueur] sayılmasının pek çok nedeninden yalnızca biridir.

    Bilinçdışı ve bilinçöncesi

    Freud, seçici dikkatin doğası gereği birçok psikolojik sürecin betimleyici anlamda bilinçdışı olduğunu fark etmiştir; yani birey bu süreçlerin farkında değildir, ancak bunlar kolaylıkla bilince getirilebilir. Bu tür süreçler ne bastırmaya tabidir ne de birincil süreçlerin etkisi altındadır. Freud, bu bilinçdışı ama bastırılmamış olguları “bilinçöncesi sistem”e [the system preconscious] atfetmiştir; topografik modelde bu sistemin temel rolü, kolay erişilebilir düşünceler ve anılar için bir depo olmaktır. Ancak Freud’un düşünceleri zamanla geliştikçe, bilinçöncesi sistemin aynı zamanda, bilinçdışı sistemden gelen içgüdüsel arzuları değiştirip onları bilinçli sistem için kabul edilebilir hâle getirebilen bir sansür [censor] gibi de işlev görebileceğini fark etmiştir.

    İçgüdü kuramı

    Psikanalitik kuramın evriminde, duygulanım-travma çerçevesinden topografik modele geçiş, önemli bir dönüşümü temsil eder. İlgi odağı, dış gerçekliğin etkisinden, Freud’un insanlığın içgüdülerle -ya da dürtülerle [drives]- mücadelesi tarafından yönetildiğini düşündüğü içsel dünyaya kaymıştır.

    İçgüdü [instinct] ya da dürtü [drive] kuramı, insan güdülerini [motivation] açıklamak amacıyla Freud tarafından ortaya atılmıştır. Ancak bu kuram çevresinde bir kavramsal karışıklık doğmuştur; çünkü Strachey, Almanca metindeki hem “Instinkt” hem de “Trieb” terimlerini İngilizceye “instinct” olarak çevirmiştir. Freud bu iki terimi zaman zaman birbirinin yerine kullanmış olsa da, Instinkt, doğuştan gelen davranış örüntüleri ve tepkileri ifade eder. Freud, içgüdüleri -fantezilerden [phantasy] oluşan- temel gelişimsel ihtiyaçlar olarak görmüş, bunların buyurgan bir niteliğe sahip olduğunu ve ifade edilip doyurulmaları gerektiğini savunmuştur. Daha güdüleyici bir anlam taşıyan Trieb ise, hayatta kalma ya da üreme gibi genel bir amaca yönelik bir itki ya da basınç anlamına gelir.

    Freud her zaman “inatçı bir düalist” idi (Jones, 1953). İçgüdülere dair ilk formülasyonunda Freud (1905), hem normal gelişimde hem de psikolojik rahatsızlıkların kökeninde cinsel ya da libidinal dürtülere vurgu yapmıştır; daha sonraki dönemlerde ise saldırgan ve yıkıcı dürtülere, yani “ölüm dürtüsü”ne (Freud, 1920, 1930) ağırlık vermiştir. Bu yaklaşım, ikili içgüdü kuramı [dual-instinct theory] olarak tanınır; oysa Freud, daha önce libidoya ek olarak kendini koruma (yani ölüme karşı koyma) dürtülerini de vurgulamıştır. Birey, bu dürtülerin ya da içgüdüsel arzuların merhametine kalmıştır; yetişkinlikte ortaya çıkan semptomlar, bu “ilkel” çocukluk talepleriyle başa çıkmak üzere devreye giren psikolojik savunmalardan kaynaklanır. Bu arzular bilinçdışı sistemin bir parçasıdır; doğuştan gelen bir “boşalma” gereksinimi taşırlar ve bu boşalımı gerçekleştirmek için gelişim sürecinde bir nesneyle bağlantılanırlar.

    Bu klasik şemada, içgüdüsel arzuların bir kaynağı, bir amacı ve bir nesnesi vardır. Bu arzuların çocukluktaki kaynağı bedenseldir ve bu kaynak, ağız, anüs ya da genital bölge gibi bir erotik bölge olabilir; bu bedensel bölgelerde ortaya çıkan duyumlar gerilim oluşturur ve bu gerilim, boşalma yönünde hareket eder. Açlık hissi yaşayan bebek, bu gerilimi emme yoluyla azaltmayı hedefler. Zamanla, bu davranış artar ve içgüdüsel arzunun nesnesi -annenin memesi- sağlandığında açlık giderilmiş olur. Nesnenin varlığı ve niteliği hatırlanır; bebek bir sonraki açlık hissinde memeye dair anıyı canlandırır ve bu düşlem [phantas]) yeniden sahnelenir. Böylece, kaynak, amaç ve nesne, karmaşık bir etkileşimsel düşlem içinde bütünleşmeye başlar ve bu düşlemin bir kısmı bilinçdışı sistemde temsil edilir.

    Bu örnekte yaşantı ve yeniden canlanan anı gerçek bir olaya -beslenmeye- dayansa da, ifadesi ve ardından gelen doyumu gerektiren ihtiyaç, hayal edilen bir olaya ilişkin olarak da ortaya çıkabilir. Eğer çocukluk dönemine ait, arzu doyurucu bir gündüz düşü kişinin iç dünyasında “yaşanır” ve daha sonra bastırılırsa, bilinçdışı sistem bu hayalî olayları birincil süreç ilkelerine göre ele alacak ve dolayısıyla onları gerçekmiş gibi işleyecektir. Bu gözlem, geri getirilen anılar [recovered memories] meselesi açısından klinik olarak büyük önem taşır. Travmatik bir anının geri getirilmesi ile arzu doyurucu bir düşlemin yeniden canlandırılması arasında -her ikisi de bastırmaya tabi olsa da- klinik ortamda ayrım yapmak çoğu zaman zordur. Bu nedenle her iki durumda da temkinli bir yaklaşım gereklidir.

    Topografik modelin sınırlılıkları

    Klinik deneyim, Freud’u topografik modelde giderek artan sayıda tutarsızlık olduğunu kabul etmeye yöneltti. Bunların başında, Freud’un zihin haritasında ideallere [ideals], değerlere [values] ve vicdana [conscience] yer olmadığını fark etmesi geliyordu. Ayrıca Freud, dış dünyanın zihinsel yapılar üzerindeki etkisinin ve savunmaların bilinçdışı doğasının daha ayrıntılı biçimde ele alınması gerektiğini fark etti. Örneğin anksiyete, başlangıçta bastırılmış “bedensel cinsel uyarım”ın ya da libidonun birikimi sonucu ortaya çıktığı düşünülen -cinsel arzunun hoş olmayan bir duyguya dönüştüğü- bir iç kaynaklı durum olarak görülüyordu (bkz. Bölüm 1). Ancak zamanla anksiyetenin yalnızca içsel değil, aynı zamanda doğrudan bir tehdide ya da tehdidin yol açtığı psikolojik çatışmalara tepki olarak da ortaya çıktığı anlaşıldı. Örneğin, ihmal eden bir ebeveyne karşı öfke duyan bir çocuk, bu öfkesini ifade etmekten ebeveynini tümüyle kaybetme korkusu nedeniyle kaçınabilir. Bu türden bir ebeveyn-çocuk ilişkisinin içselleştirilmesi, topografik modelle kolayca bağdaştırılamıyordu.

    Narsisizm Üzerine [On Narcissism] (Freud, 1914) ve Yas ve Melankoli [Mourning and Melancholia] (Freud, 1917) başlıklı makalelerinde Freud, içsel ve dışsal dünyalar arasındaki etkileşime özellikle vurgu yapmaya başlamıştı; bu durum, özellikle içeatım [introjection], içselleştirme [internalisation] ve özdeşim kurma [identification] kavramlarında belirgindir. Freud, örneğin sert ya da cezalandırıcı bir ebeveyn deneyiminin, bir bireyin içsel dünyasının yapısal bir parçası hâline nasıl geldiğini sorgulamaya başlamıştır.

    Yapısal kuram

    Yapısal modelin [structural model] ortaya çıkışı (Freud, 1923), Freud’un bu sorulara yanıt arayışıydı ve bu arayış kuramsallaştırmasının üçüncü ve son evresini (1923–1939) başlatmıştır. “Bilinçdışı” kavramı, Freud’dan önce gerek edebiyatçı ve şairlerce, gerekse bilim insanları tarafından “keşfedilmiş” olduğundan, bu model aynı zamanda yaşlanan Freud’un yalnızca kendisine özgü kalıcı bir kuramsal miras yaratma arzusunu da yansıtıyor olabilir (Barratt, 2019).

    Yapısal modelde, Freud (1923), insan kişiliğinin üç parçası ya da “yapısal bileşeni [structural components]” olduğunu öne sürmüştür; bunlar, bilinen halleriyle id, ego ve süperego olarak çevrilmiştir -ya da Bettelheim’ın (1985) iddiasına göre, yanlış çevrilmiştir. Topografik kuramda olduğu gibi, bu bileşenler de günümüzde yapısal varlıklar olmaktan çok, işlevler olarak düşünülmektedir; yani yavaş değişen ve tepkisel olarak dengeli psikolojik örgütlenmeler (Friedman, 1978; Rapaport, 1967).

    İd

    Freud, “Das Es” terimini -Strachey’nin çevirisiyle kişisel olmayan “o” ya da “id”- psikosomatik hekim George Groddeck’ten ödünç almıştır. Groddeck, bedenlerimiz ve zihinlerimiz üzerinde tam denetim sahibi olmadığımızı, tersine onlar tarafından yaşandığımızı vurgulamak konusunda ısrarlıydı. Freud’un (1933, s. 105) ifadesiyle:

    “İd, kişiliğimizin karanlık, erişilemez parçasıdır… Ona ancak benzetmeler yoluyla yaklaşabiliriz: Onu bir kaos, fokurdayan uyarımlarla dolu bir kazan olarak adlandırırız… İçgüdülerden gelen enerjiyle doludur; ancak herhangi bir örgütlenmesi yoktur, kolektif bir irade üretmez -yalnızca, haz ilkesine uygun olarak içgüdüsel ihtiyaçların doyumunu sağlamaya yönelik bir itki barındırır.”

    Süperego

    Freud’un (1914) yapısal modelden önceki dönemde ortaya koyduğu “ego ideali [ego ideal]” kavramı, yapısal modelde süperego [superego] ya da “üst-benlik [over self]” olarak adlandırılan daha kapsamlı bir yapıya dönüşmüştür. “Süperego”, çocukluktan itibaren ebeveyn ya da diğer otorite figürlerinin ve daha geniş kültürel etkilerin içselleştirilmesi yoluyla oluşan, vicdan ve ideallerin deposu niteliğindedir. Nesne ilişkileri kuramı açısından bakıldığında, süperego yalnızca içselleştirilmiş bir ebeveyn değil, aynı zamanda bireyin kendi saldırganlık ve cezalandırıcılık eğilimlerinin projekte edildiği bir ebeveyn temsili olarak görülür. Bu nedenle, süperegoyu oluşturan içselleştirilmiş ebeveyn ve diğer figürler hem düşlem hem de gerçeklik öğeleriyle şekillenir. Süperego düzeyinde sert ve cezalandırıcı olarak deneyimlenen bir ebeveyn, gerçek yaşamda aslında oldukça yumuşak ya da iyi huylu biri olarak görünebilir.

    Süperegonun suçluluk duygusu, mükemmeliyetçilik ve doğru ya da yanlış olanı yapma kaygısını biçimlendiren bir yapı olarak kavramsallaştırıldığı göz önünde bulundurulduğunda, depresyonun, obsesif bozuklukların ve cinsel güçlüklerin etiyolojisinde önemli bir rol oynadığı kabul edilir. Ancak bireyler, süperegonun yaşamları üzerindeki etkisinin farkında olma düzeyleri açısından farklılık gösterirler. Örneğin, bazı bireyler yapmak istedikleri şeyin toplumda kabul görmüş değerlerle ya da kendi yetiştirilme tarzlarıyla çeliştiğinin oldukça farkındadır; oysa bazı kişilerde bu etki bilinçdışı bir suçluluk duygusu şeklinde ortaya çıkar (Freud, 1923). Örneğin, obsesif-kompulsif eylemleri gerçekleştirme zorunluluğuyla boğuşan bir hasta, bu davranışa neden yöneldiğine dair bilinçli bir fikre sahip olmayabilir ama bu davranışı yerine getirmezse aşırı bir suçluluk hissi yaşayabilir.

    Ego

    “Ego [ego]” ya da “Ben [I]”, kişiliğin akılcı, gerçekliğe yönelmiş ve yürütücü yönlerini tanımlar; ve bu yapı da yine kısmen bilinçli, kısmen bilinçdışıdır. Freud, egonun çift yönlü görevini şöyle tanımlamıştır: Bir yandan ego, ilkel id dürtülerini gerçeklik ilkesine uygun biçimde denetleyip dünyaya uyarlamalı; öte yandan ise, süperegonun taleplerini yumuşatmalı, onun baskılayıcı beklentilerine karşı denge kurmalıdır.

    “Zavallı ego… üç sert efendiye hizmet eder ve onların taleplerini birbiriyle uyumlu hâle getirmek için elinden geleni yapar… Bu üç zalim efendi: dış dünya, süperego ve id’dir.”
    (Freud, 1933, s. 76)

    Yapısal model, topografik modelin üzerine kolayca oturtulamaz. Her ne kadar bilinçdışı sistem ile id genellikle birincil süreç düşüncesine göre işleyen yapılar olarak eşdeğer kabul edilse de, id aynı zamanda yaratıcılık ve oyun için hayati bir kaynak olarak da görülmeye başlandığında, bu işlevler bilinçli düzeyde de ortaya çıkabilir. Tersine, bilinç sistemi ile ego da birbirine denk değildir; çünkü çoğu zaman birey, kişilerarası gerçekliğe savunmacı biçimde nasıl uyum sağlamaya çalıştığının farkında değildir. Yapısal perspektiften bakıldığında, klinik olarak asıl mesele, hastanın bir yönünün farkında olup olmaması değil, zihnin hangi parçasının etkili olduğudur: Hasta birincil süreçlere göre mi davranıyor ve düşünüyor, gereğinden fazla sert bir vicdanın etkisi altında mı, yoksa ego’ya uyumlu bir biçimde mi hareket ediyor?

    Çatışma ve uyum

    Nörolog kökenli Freud için, refleks hareketin ani gerçekleşen doğası ile psişenin iç dünyasında yer alan gecikme arasındaki zamanlığa dayalı temel bir karşıtlık vardır. Bir arzu, şekillendirilir, etkilenir, değiştirilir, geride tutulur (“özgür irade”ye karşılık “özgür istememe” [free won’t]), saptırılır ya da düşüncenin solgun örtüsüyle gizlenir. İçgüdüsel arzular, doğrudan ifade olanağına sahip değildir:

    • Topografik modelde, bilince ulaşabilmeleri için bilinçöncesinden geçmeleri gerekir;
    • Yapısal modelde ise, bu arzuları süperego ve ego engeller.

    Bu arzular bilince ulaştıklarında artık öyle bir ölçüde dönüştürülmüşlerdir ki, ancak rüya analizi ve aktarımın çözümlenmesi yoluyla geriye doğru “yeniden çevrilerek (back translated)” anlamlandırılabilirler. İçgüdüsel arzular, savunma mekanizmalarıyla (bkz. Bölüm 4) örtülüdür; bu mekanizmalar, içsel çatışmayı en aza indirmek üzere devreye girer. Bu çatışma, içgüdüsel arzuların “haz ilkesine” (Freud, 1920) tabi olmasından kaynaklanır -oysa haz ilkesi, her zaman gerçeklik ilkesiyle uyumlu değildir. Yetişkinler için, çocukluk dönemine özgü arzular ve dürtüler, kimi zaman kaçınılmaz olarak yetişkin yaşamının kısıtlamalarıyla çatışma içine girer. İçgüdüsel arzuların doyumu, eğer bireyin kendini koruma gereksinimine tehdit oluşturuyorsa, ahlaki ve etik inançlarıyla çelişiyorsa, ya da toplumsal ve kültürel çevresinin beklentilerine karşı geliyorsa, ertelenir ya da dönüştürülür.

    Freud sonrası modeller

    Klasik modelde psikanaliz, kişiliği doğuştan gelen bir bölünme ve çatışma alanı olarak görme eğilimindedir: içsel talepler ile dış gerçeklik arasındaki bir mücadele, ve çoğu zaman başarısız kalan uyum çabaları… Bastırma, tüm bu çatışmaların bilincin halısının altına süpürülmesi olarak, birincil savunma mekanizması olarak değerlendirilir. Ancak birbirine zıt arzular varlıklarını sürdürür ve “bastırılanın geri dönüşü [return of the repressed]” -Freud’un doğrudan kullanmadığı ama Nietzsche’nin “bengi dönüş/sonsuz dönüş [eternal recurrence]” fikrine benzeyen bir ifade- nedeniyle, psişik gerilim kaçınılmaz olur.

    Ego psikolojisi

    Heinz Hartmann (1939, 1964), ego psikolojisinin kurucusu olarak, klasik kuramdaki çatışma modelini sorgulamış ve onun yerine egonun savunmaya yönelik olmayan yönlerini [non-defensive aspects of the ego] vurgulamıştır (bu yaklaşımı nedeniyle Lacan tarafından sert şekilde eleştirilmiştir; bkz. Bölüm 3, Lacancı bakış). Klasik kuramda ego, id’in talepleri ile dış dünyanın gerekleri arasında sıkışıp kalmış, bir tür çaresiz arabulucu olarak tasarlanırken; Hartmann, egoyu bu çatışma alanının dışında konumlandırmış ve böylece egonun dış dünya ile serbestçe etkileşim kurabildiğini, ayırt edebilme ve seçim yapabilme kapasitesine sahip olduğunu öne sürmüştür. Hartmann’ın modelinde, egonun çatışmasız alanı [conflict-free sphere of the ego], kişilik gelişimi içinde bağımsız olarak oluşur ve çevresel koşullar yeterince elverişli olduğunda, bu alan herhangi bir engelle karşılaşmadan gelişebilir. Bu alan; düşünme, algı, dil, öğrenme, bellek ve akılcı planlama gibi işlevleri kapsar. Kişiliğin bu yönlerinin gelişimi, bireyin haz ve doyum yaşantısını kolaylaştırır.

    Freud, topografik modelde dikkati dış travmadan alıp zihnin iç işleyişine yöneltmiş, yapısal modelde ise odağı yeniden dış gerçeklikle ilişkili hale getirmiştir. Hartmann ise yapısal kuramı bir adım daha ileriye taşıyarak, haz kavramını yalnızca içgüdüsel arzuların doyumuyla değil, aynı zamanda dış dünyanın gerçekten sunabildiği olumlu yaşantılarla da ilişkilendirmiştir. Başka bir deyişle, haz yalnızca içsel dürtülerin doyurulmasından değil, dış dünyanın sağladığı iyi deneyimlerden de kaynaklanabilir.

    Ego psikolojisinin bir diğer önemli katkısı, Freud’un egoyu kişisiz bir “yapı” [impersonal “structure”] olarak görmesi ile, egoyu kendiliğin bir açığa çıkma biçimi [manifestation of the self] olarak ele alan daha deneyimsel bir yaklaşım arasında yapılan ayrımdır -bu ikinci yaklaşım, Kohut’un kendilik psikolojisinde geliştirilmiştir. Avrupa geleneğindeki ego psikolojisinde ise Anna Freud (1936), egonun dış dünya ile ilişkisine ve kişiliğin normal ve uyum sağlayıcı yönlerine özellikle vurgu yapmıştır. Ona göre savunma mekanizmaları yalnızca iç dünyadan kaynaklanan tehlikelere karşı değil, aynı zamanda -örneğin “saldırganla özdeşim [identification with the aggressor]” durumunda olduğu gibi (bkz. Bölüm 4)- çocuğun gelişimsel çevresine yönelik bir yanıttır. Anna Freud’un yaklaşımı, ego psikologlarınınkine kıyasla yapısal modele daha az katı bir bağlılık gösteriyordu; o, topografik modelin klinik açıdan faydalı yönlerini vurgulamaya devam etti. Genel olarak ego psikolojisi, zaman içinde nesne ilişkileri kuramı ile giderek daha fazla bütünleşmiştir (Wallerstein, 2002). Bu birleşimin izleri, örneğin Kernberg (1976, 1980), Gill ve Hoffman (1982), Arlow (1985, 1991) ve Sandler (1987) gibi yazarların çalışmalarında hâlâ açıkça görülmektedir.

    Klein–Bion modeli

    Her ne kadar öncelikli olarak bir kuramcı değil, bir klinisyen olarak tanımlansa da, Melanie Klein’in psikanaliz tarihindeki en özgün ve sarsıcı düşünürlerden biri olduğu genel olarak kabul görür. Klein, topografik modelden yapısal modele geçişin birçok avantajına rağmen, bu süreçte intrapsişik yaşamda bilinçdışı düşlem [phantasy] kavramının gözden yitirildiğini fark etmiştir. Klein, özellikle ödipal öncesi erken dönem yaşantılara odaklanarak, düşlem kavramını psikanalitik kuramsal ve klinik dil içinde yeniden konumlandırmayı amaçlamıştır.

    Kleinci “konumlar”

    Melanie Klein en çok, zihinsel yaşamın iki temel “konum”u [positions] olarak tanımladığı “paranoid–şizoid [paranoid–schizoid]” ve “depresif [depressive]” pozisyonlar ile, “yansıtmalı özdeşim” [projective identification] kavramıyla tanınır (bkz. Bölüm 4). Brown (2010), Klein’in “konumları”nı bireyi içsel yıkıcılıktan korumak üzere harekete geçirilen düşlemler, kaygılar ve savunmalardan oluşan bütünleşmiş kümeler olarak tanımlamıştır. Paranoid–şizoid konumda, kaygının odağı yok olma ve dağılma tehdidi üzerinedir. Bebek, bu türden deneyimleri bölme ve yansıtma (bkz. Bölüm 4) yoluyla düzenlemeye çalışır: “kötü [bad]” deneyimler ayrıştırılır ve nesneye yansıtılır. Bu savunma, kırılgan bebek benliğini geçici olarak istikrara kavuşturur ve korur; ancak bu durumda nesne artık takip eden, zarar verici ve tehdit edici olarak hissedilir. Aynı zamanda, “iyi [good]” deneyimler de güvenli şekilde muhafaza edilmek üzere nesneye yansıtılabilir; bu durumda nesne idealleştirilmiş bir nitelik kazanır.

    Daha sonraki depresif ya da “onarımcı konum”da [reparative position], Carveth, 2018), kaygı artık benliğin hayatta kalmasından çok, kişinin bağımlı olduğu nesnenin hayatta kalması üzerinedir. Birey, öfke ve hayal kırıklığı duyduğu nesnenin, aynı zamanda kendisine doyum sağlayan, sevilen ve seven nesne olduğunu fark eder. Bu farkındalık, ambivalansı ve suçluluğu tetikler. Klein’in “konumları” her ne kadar şematik ve birbirini dışlayıcı gibi görünse de, gündelik yaşamda bireyler bu iki pozisyon arasında sürekli olarak gidip gelir. Ayrıca, bu iki pozisyon arasında yer alan üçüncü bir pozisyon olarak tanımlanan “sınır [borderline]” konum da mevcuttur (bkz. Bölüm 10).

    Düşlemler ve dürtüler

    Freud için libido ve saldırganlık, yapısız fenomenlerdir [structureless phenomena]; bunların biçimi, gelişimsel bedensel evreler ile dürtülerin tatmini ya da hayal kırıklığı tarafından belirlenir. Ancak Klein için dürtüler, baştan itibaren nesnelere yönelmiştir ve önceden biçimlenmiş “birincil düşlemler [primary phantasies]” olarak ortaya çıkar. Bu nedenle zihinsel yaşamın temel birimi, bir nesne-ilişkili [object-related] bilinçdışı bir düşlem hâline gelir; Freud’daki gibi, kendiliğinden nesne yaratarak ifade arayan dürtüsel arzular değil. Klein’a göre bilinçdışı, zihinsel yaşamın en başından itibaren özgül içeriklere sahiptir -örneğin iyi, doyurucu ve seven “meme” gibi düşlemler -ki bunlar, içgüdülerin zihinsel karşılıkları ya da psişik temsilleridir. Bir içgüdüsel arzu, ancak ve yalnızca bilinçdışı bir düşlem olarak deneyimlenebilir (Isaacs, 1943).

    Bebeğin ne ölçüde doğuştan bilgiye sahip olduğu ve bilinçdışı düşlemlerin [unconscious phantasies] gelişim süreci boyunca ne ölçüde oluştuğu sorusu, psikanaliz içinde süregelen bir tartışma konusudur. Klein’a göre, yıkıcılık ve bilinçdışı düşlem doğuştan gelir ve “birincildir [primary]”; dolayısıyla “bebek, annenin varlığına dair doğuştan gelen bilinçdışı bir farkındalığa sahiptir” ve bu da “bebeğin anneyle kurduğu ilksel ilişkinin temelini oluşturan içgüdüsel bilgiyi oluşturur” (Klein, 1957). Bu yaklaşım, Freud’un boş levha [tabula rasa] modelinin aksine, önceden programlanmış bir düşünen bebek [thinking infant] kavramını ortaya koyar. Bu görüş, gelişim psikolojisinden bir ölçüde destek bulmuştur. Ancak Stern’in (1985) sunduğu, uyum içinde olan mutlu bebek-anne ilişki tablosu, Klein’ın birincil haset ve nefret içeren modelinden oldukça farklıdır (bkz. Bölüm 3).

    Bion ve kapsama (containment)

    Freud’un erken yazılarında “nesne [object]”, yalnızca doyum sağlayan ya da doyumu engelleyen bir figür olarak görünür; ancak ödipal evreye gelindiğinde, nesneler artık tam biçimli anne ve baba figürleri hâlini almıştır. Freud, bir bebeğin birkaç yıl içinde dürtülerden insanlarla ilişkilere nasıl geçtiğini ayrıntılı biçimde açıklamamıştır. Klein, dürtü kuramını nesne bulmayla uzlaştırmaya çalışmış ve birincil nesne kavramını geliştirmiştir. Ancak Klein’ın analizanı olan Bion, Kleinci kuramı dürtülerden ilişkiler yönüne doğru belirleyici şekilde kaydırmıştır. Bion’un (1962) geliştirdiği “kapsayan ve kapsanan [container ve contained]” kavramı, yansıtmalı özdeşim (bkz. Bölüm 4) düşüncesini hem genişletmiş hem de olağan gelişimsel bir süreç olarak açıklamıştır. Bu modele göre, annenin prototipik bakım verici rolü, bebeğin projekte ettiği acı, ölüm korkusu, haset, nefret (ve belki de coşku ve sevinç) gibi duyguları kapsamak ve taşımaktır. Bu duygular, besleyici (ya da analiz bağlamında “dinleyen [listening]”) meme tarafından “zararsızlaştırılır [detoxified]” ve bebeğe geri verilir; böylece bebek, kötü yansıtmalardan ziyade anlaşıldığını ve tutulduğunu hissettiren olumlu yaşantılar edinir. Bu süreç aracılığıyla bebek, yaşantılarını anlamlandırmaya başlar ve anksiyeteyi taşıyabilen ve yatıştırabilen bir nesneyi içselleştirir.

    Nesne ilişkileri kuramı

    Bion, Kleinci düşünceyi yalnızca nesnelere değil, nesne ilişkileri düzlemine taşıyarak önemli bir kuramsal kayma gerçekleştirmiştir. Psikanalitik kuramcıların genel olarak üç ana gruba ayrılabileceği öne sürülmüştür:

    1. İçsel dünyaya [internal world] odaklananlar (örneğin Klein),
    2. Dış dünyaya [external world] odaklananlar -yani “Neo-Freudyenler”: Sullivan, Fromm, Horney, Erikson ve Bowlby,
    3. Bu iki uç arasında yer alanlar: Winnicott, Bion ve Kohut.

    Buna ek olarak, nesne ilişkileri kuramları arasında da önemli bir ayrım yapılabilir:

    • Dürtü kuramını içeren nesne ilişkileri modelleri
    • Dürtü kuramını içermeyen modeller

    Fairbairn, Guntrip ve Sullivan, dürtü kuramını kuramlarına entegre etmeye çalışmamışlardır. Buna karşılık, Mahler (bkz. Bölüm 3), Klein, Kernberg ve Kohut, dürtü kuramıyla nesne ilişkileri kuramını bütünleştirmeye çalışmışlardır -gerçi Kohut, görece olarak saldırgan dürtüleri arka plana atmıştır. İngiliz yazarlar -Winnicott, Balint ve Sandler gibi- özellikle klinik formülasyonlarında dürtü kuramı ile nesne ilişkilerini birleştirmekte zorluk çekmemişlerdir. Fairbairn (1952a), Guntrip (1961, 1974), Winnicott (1953) ve Balint (1937), genellikle birlikte “Britanyalı nesne ilişkileri kuramcıları” olarak anılırlar (Greenberg & Mitchell, 1983; Phillips, 1989). Bu yazarların katkıları farklılık gösterse de, aralarında bazı temel varsayımlarda ortaklaştıkları kabul edilir (Westen, 1990).

    Nesne arayışı

    Nesne ilişkileri kuramının merkezinde, bir insanın birincil güdüsel itkisinin başkalarıyla ilişki kurma arzusu olduğu inancı yer alır. Bebeğin erken dönem etkinliği, anneyle temas kurmaya yöneliktir: “Haz, nesneye götüren bir işarettir; tersine değil” (Fairbairn, 1952b) -yani, bizler öncelikle haz arayan varlıklar değil, nesne arayan varlıklarız ve nihai hedef, yalnızca ihtiyaçların doyurulmasını değil, aynı zamanda güvenlik ve rahatlık sağlayan bir başka kişiyle ilişki kurmaktır. Nesne arayışı biçimi, gelişim evresine göre değişir: başlangıçta beslenme ve karşılıklı bakışma yoluyla (Gergely, 2007; Wright, 1991), daha sonra ise ortak etkinlikler ve ilgi alanlarının paylaşımı yoluyla ifade bulur. Bu yaklaşım, haz arayışı kavramını tümüyle dışlamaz; zira Balint’in (1957) yerinde ifadesiyle, birey hem nesne hem de haz arayışındadır. Bununla birlikte, nesne ilişkilerinin başarısız olduğu durumlarda, saplantılı biçimde haz arayışı da psikopatolojik bir tepki hâline gelebilir.

    Temsili dünya

    Nesne ilişkileri kuramının temelinde, kendiliğin [self], onun nesnelerinin [object] ve bu ikisi arasındaki ilişkilerin [relationships] yer aldığı bir içsel dünya [internal world] kavramı yatar. Bu, Sandler’ın “temsili dünya [representational world]” olarak adlandırdığı yapıdır; Sandler bu dünyayı, içsel yaşamın sahnelerinin ve dramalarının oynandığı bir prosenyum sahnesine [proscenium] benzetmiştir. Bu içsel dünyadaki nesneler arasındaki ilişkiler, özellikle birincil süreçler devreye girdiğinde, sonraki ilişkiler için birer kalıp/şablon işlevi görür. Partnerlerle ve analistle kurulan yakın ilişkiler, bu içsel dünyanın yapısı ve dinamiklerinden derinden etkilenir. Ancak, Klein’in “birincil nesne düşlemleri [primary object phantasies]” görüşünden farklı olarak, Fairbairn (1952b), içsel nesnelerin ve onlarla ilişkili düşlemlerin, dış dünyadaki nesnelerin her ihtiyacı doyuramamasının kaçınılmaz “başarısızlığı [failure]” sonucunda ortaya çıktığını savunur. Fairbairn’e göre bu durum, psişenin merkezinde bir bölünmeye yol açar:

    • “Libidinal nesne [libidinal object]”, doyum sağlayan nesnedir.
    • “Anti-libidinal nesne [anti-libidinal object]”, hayal kırıklığı yaratan, engelleyen nesnedir.

    Bu nesneler, karşılık gelen libidinal ve anti-libidinal kendilik temsilleriyle [libidinal and anti-libidinal self-representations] ilişkilidir. Fairbairn’in şemasında agresyon [aggression], bu hayal kırıklıklarına bağlı olarak ikincil ama temel bir örgütleyici faktör olarak ortaya çıkar. Fairbairn şunu da özellikle vurgular: içselleştirilen şey bir “nesne” değil, bir “ilişki”dir.

    Geçiş alanı (transitional space)

    Winnicott -kimi zaman gizemli ifadeler kullansa da psikanalizin en yaratıcı kuramcılarından biri olarak kabul edilir (çalışmaları için bkz. Phillips, 1988; Abram, 2007; Abram ve Hinshelwood, 2018)- yaratıcı kapasitenin ve sağlam bir içsel dünyanın, “yeterince iyi [good-enough]” anne-bebek ilişkisinin bir sonucu olduğunu öne sürmesiyle tanınır. Winnicott’a göre nesne ilişkileri kuramı, yalnızca içsel ve dışsal nesneleri değil, aynı zamanda bu iki alan arasındaki karşılıklı etkileşimi de kapsar. İşte bu karşılıklı etkileşimi “geçiş alanı [transitional space]” olarak adlandırır -bu alan ne bütünüyle içtedir, ne de dışta; arada [between] bir yerdedir.

    Geçiş olguları [transitional phenomena], Freud’un haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasında eksik halkayı oluşturur ve aynı zamanda dürtü kuramını kişilerarası bir bakış açısıyla uzlaştırma çabasıdır (Winnicott, 1965). Winnicott’a göre, dürtü güdümlü çocuk, özellikle heyecanlıyken zihninde ihtiyaçlarına uygun bir “nesne” tasarlar. Tam da bu anda, “yeterince iyi” anne, çocuğun arzusuna karşılık gelen gerçek bir nesneyle ortaya çıkar. Bu “illüzyon” anında bebek, nesneyi kendisinin “yarattığını” hisseder: -“Meme istiyorum”; meme belirir; “Bir memeyi ortaya çıkarabiliyorum.” Bu tür “halüsinatif” dileklerin yinelenmesi ve annenin bu dilekleri somutlaştırması (gerçekleştirmesi), bebeğin kendisini kendi dünyasının yaratıcısı olarak deneyimlemesine yol açar. Bu sağlıklı her şeye kadirlik duygusu [healthy omnipotence], yaratıcı ve oyunbaz bir kendiliğin gelişiminin temelini oluşturur. Ancak bir kez bu “gerçek benlik [true self]” ortaya çıktıktan sonra, bu her şeye kadirlik hissi aşamalı olarak geri çekilmelidir; çocuk artık acı, ayrılık, çaresizlik ve kayıp gibi gerçeklerle yüzleşmeye başlar. Gelişmekte olan bebek, zamanla gerçek ile düşlem arasındaki farkı ayırt etmeye başlar ve dış dünyanın, kendi yansıtma ve düşlemlerinden bağımsız olduğunu fark eder. Böylece, kendilik ve öteki arasındaki güvenli bir ayırt ediş ile, onların karşılıklı ilişkisine dair sağlam bir farkındalık belirginleşmeye başlar.

    Winnicott’un psikopatoloji modelinde, bakımverenlerin sürekli olarak ihmalkâr, dikkatsiz, kendine odaklı, depresif ya da denetleyici olmaları, çocuğu uyum sağlayan bir “sahte kendilik”e [false self], engellenmiş yaratıcılığa ve bastırılmış dürtüsel eğilimlere ve ilişki arzularına yöneltir. Guntrip (1961), analitik ilişkide geçiş alanına yönelik regresyonun, çocuğun sağlıklı her şeye kadirlik duygusundan depresif pozisyona ve “yeterince iyi oluş” deneyimine doğru yeniden ilerleyişini mümkün kıldığını savunur. Balint (1968) ise, Sklar’ın (2017) yorumladığı biçimiyle, özellikle bozulmuş ya da “temel kusur [basic fault]” taşıyan hastaların (örneğin sınır patolojiler) analizinde, regresyonun terapötik bir araç olarak önemini vurgulamıştır.

    Nefret

    Winnicott, geçiş fenomenleri [transitional phenomena] kavramında fantazi ile gerçekliği uzlaştırmaya çalıştığı gibi, pozitif nefret [positive hatred] kavramında da ölüm içgüdüsünü [death instinct] ilişkiselleştirmeye çalışmıştır. Nesnenin Kullanımı [The Use of the Object] makalesinde (Winnicott, 1969), “nesneyle ilişki kurmak [relating to the object]” ve “nesneyi kullanmak [using the object]” olarak adlandırdığı iki tür deneyimi birbirinden ayırt eder. Burada kafa karıştırıcı biçimde “kullanmak” ifadesi günlük dildeki anlamıyla sömürü ya da istismarı ima etmez; aksine insanlarla ve nesnelerle etkileşim kurulan ve onları dönüştürmenin mümkün olduğu olgun bir ilişkiyi belirtir. Winnicott’ın modelinde bu pozitif “kullanım”, yaratıcı yıkıcılığın (yeni başlangıçlar eski olanın terk edilmesini gerektirir) eş zamanlı olarak harekete geçirilmesine ve “nesnenin” (yani bakım veren kişinin) bu nefrete dayanarak sağlam kalma kapasitesine bağlıdır. Başlangıçta nesne, gerçek ya da kendilikten ayrı olmayan, kişinin kendi zihninin bir uzantısı olarak görülür. Daha sonra, ortak dikkat, paylaşılan gerçeklik ve karşılıklı “zihinleştirme” (mentalising; Winnicott sonrası döneme ait bir terim) kapasitesi temelinde farklı bir ilişki türü ortaya çıkar.

    Winnicott, bu gelişimlerin ardındaki itici gücü “nefret [hatred]” olarak görmüştür. Nesnenin kişinin kontrolü dışında olduğunun tanınabilmesi ve deneyimlenebilmesi için, fantezi [phantasy] içinde yok edilmesi, ancak daha sonra gerçeklikte hayatta kaldığının deneyimlenmesi gerekir. Bu sağlıklı nefret, zarar verici bir güç olmaktan çok, ayrışma-bireyleşme [separation-individuation] sürecinin ayrılmaz ve gerekli bir parçası olarak kavramsallaştırılır: “Merhaba nesne! Seni yok ettim” (Winnicott, 1969). Winnicott’ın teorisi, nörobilim alanından gelen ve güvenli bağlanmaya sahip annelerin, güvensiz bağlanmaya sahip olanlara kıyasla bebeklerinin mutsuzluk ve ağlamalarını daha sakin ve soğukkanlı bir şekilde tolere ettiklerini gösteren bulgularla tutarlıdır (Strathearn, Fonagy, Amico ve Montague, 2009).

    Winnicott’ın dürtü temelli ve ilişkisel modelleri yaratıcı biçimde sentezlemesi, Britanya Psikanaliz Cemiyeti [British Psychoanalytical Society] içinde teorik görüşlerin katılaşıp donuklaşmasını önemli ölçüde önlemiştir. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nde pek çok psikanalist, ego psikolojisinin katılığı karşısında rahatsızlık duymaya başlamış, ego psikolojisinin Ödipal durum ve içgüdülere yaptığı vurguyu sınırlayıcı ve kısıtlayıcı bulmuştur. Ayrıca 1960’larda kültürel bir dönüşüm gerçekleşmiş, olumlu anlamda kişisel özgürleşmenin alanı olarak, olumsuz anlamda ise ilişkilerden geri çekilip kendi kendine abartma [self-aggrandisement] ve kendi arzularının esiri olma [self-gratification] alanına dönüş olarak “kendilik [self]” kavramına ilgi artmıştır. Psikanaliz içinde bu iki faktör Heinz Kohut’un kendilik psikolojisinde [self-psychology] kristalleşmiştir. Lasch (1979) ve Schafer’a (1977) göre bu durum, engellenmiş içgüdüsel doyumdan kendini gerçekleştirme kaygısına doğru teorik bir kaymayı temsil etmektedir: Bu, içsel çatışmalar yaşayan suçlu “Ödipal insan”dan [oedipal man], kendiliğin bütünlüğü ve tutarlılığı sorunlarıyla boğuşan “trajik insan”a [tragic man] doğru bir harekettir. Kendilik psikolojisi, ego psikolojisinin ortodoksluğuna karşı bir tepki olmasının yanı sıra, köklerini Sullivan (1962) tarafından ortaya konan kişilerarası modelden de alır.

    Kişilerarası model

    Kişilerarası model [interpersonal model], Sullivan (1962, 1964), Horney (1939), Fromm (1973) ve Erikson (1963) gibi Neo-Freudcular tarafından geliştirilmiş olup, radikal ölçüde ilişkisel bir bakış açısı benimser. Winnicott’ı yeniden ifade edecek olursak, kişilerarası kuramcılar için “tek başına bir birey diye bir şey yoktur”. Sullivan, 1920’lerde şizofreniyi biyolojik olarak belirlenmiş, geri dönüşsüz bir kişilik çöküşü ve zihinsel-duygusal işlevlerin tamamen bozulması olarak gören katı Kraepelinci görüşün hatalı olduğuna ikna olmuş bir psikiyatristti. Zamanının çok ilerisinde bir görüşle, “şizofreni”ye atfedilen birçok özelliğin hastalığın kendisinden değil, kurumsallaşma sürecinden kaynaklandığını fark etti. Salt koruyucu bakım [Tıbbi tedavi veya iyileştirme amacı gütmeyen, yalnızca bireyin temel ihtiyaçlarını -yeme, içme, giyinme, kişisel hijyen gibi- karşılamaya yönelik bakım.] yerine, uyarıcı ve insani ilişkilerin [Zihinsel olarak uyarıcı, duygusal olarak besleyici, kişiliği ve iç dünyayı harekete geçiren, gelişimi destekleyen ilişkiler.] kurulmasını savundu.

    Diğer psikanalitik yaklaşımlarda olduğu gibi, kişilerarası model de erken anne-çocuk etkileşimlerini kişiliğin sonraki gelişimi açısından merkezi bir konumda görür; ancak çocuğun içsel dünyasını belirleyici unsur olarak kabul etmez. Bunun yerine, Freud tarafından ortaya konan dürtü-yapısal [drive-structure] modeli tersine çevrilir. Anksiyete, bilinçdışı içgüdüsel arzuların dışavurum ve doyum arayışından kaynaklanmak yerine, dışarıdan uyarılan bir durum olarak, ötekinin zihin hâline verilen bir yanıt olarak görülür. Çocuk, maruz kaldığı anksiyeteye bağlı olarak belirli zihinsel temsiller oluşturur ve bir “Kötü Ben”in [Bad Me] ötekinin (anne ya da bakımverenin) anksiyetesini tetiklediğini hayal eder. Benzer biçimde, anksiyeteyi azaltan bir “İyi Ben [Good Me]” de yapılandırılır; buna ek olarak, “Ben Olmayan [Not Me]” de ortaya çıkar. “Ben Olmayan”, şiddetli panik ve kafa karışıklığına verilen bir yanıttır ve Guntrip’in kırılgan, çaresiz benliği ile ya da Bion’un şizoid varoluş tarzının merkezindeki boşluk kavramıyla benzerlik taşır; bu yapı, ileride ortaya çıkabilecek psikotik çözülmelerin çekirdeğini oluşturur.

    Anksiyete yüklü yaşantılar, zamanla kalıcı fakat sınırlayıcı kişilerarası stratejilere dönüştürülür. Bu “güvenlik işlemleri [security operations]”, kaçınma, dikkatsizlik, taktiksel biçimde yanlış temsil etme gibi kişilerarası ve zaman zaman zarar verici ya da kendine zarar getirici manevraları içerir. Sullivan’ın kişilerarası psikanalizi, teknik düzeyde önemli bir değişime de katkıda bulunmuş; “rekonstrüksiyon [yeniden inşa]” odaklı yaklaşımdan uzaklaşarak analitik durumdaki “şimdi ve burada”ya [here-and-now]” odaklanan bir yönelimi desteklemiştir. Kişilerarası yaklaşım, psikanalitik kuramın gizemciliğine açık bir tepki olarak doğmuş ve hasta ile analist arasında daha az kuram yüklü, daha işbirlikçi bir ilişkiyi teşvik etmiştir. Aktarım artık esas olarak, karmaşık fantezilerin şimdiyi çarpıttığı bir durumdan çok, yaşamın yoğunlaşmış bir kesiti olarak görülmeye başlanmıştır; bu fanteziler hakkında yalnızca her şeyi gören analistin uzman bilgisine başvurmak yerine, aktarımın doğrudan yaşantı içeriği üzerinde birlikte çalışılması esas alınmıştır.

    Sullivan’ın kişilerarası yaklaşımına olan ilgi, 1980’lerde yeniden canlanmıştır; bu canlanma, kendi dergisi Psychoanalytic Dialogues etrafında şekillenen başka bir post-Freudyen ekol olan ilişkisel psikanalizin [relational psychoanalysis] ortaya çıkışıyla paralel gerçekleşmiştir. İlişkisel hareketin önde gelen isimleri arasında Mitchell (2000), Aron ve çalışma arkadaşları (Aron & Leichich, 2011), Benjamin (2004) ve Bromberg (2011, 2014) yer alır. Sandler’ın “şimdiki bilinçdışı [present unconscious]” kavramında olduğu gibi, ilişkisel psikanalizde de vurgu, terapist ile hasta arasındaki şimdi ve burada ilişkisi ile bu ilişkinin bilinçdışı iletişimlerinin karşılıklılığı ve ortaya çıkan diyalog üzerinedir. İlişkisel psikanaliz, analitik çekingenlik ve tarafsızlık ilkelerine yönelik eleştirileriyle tartışmalıdır; terapistlerin seans içinde sınırlı düzeyde kendilerini açmalarını [self-revelation] meşrulaştırması da bu tartışmanın bir parçasıdır. Bu yaklaşım, hastaların analistlerine duyduğu güveni ve güvenirliliği artırmak açısından olumlu sonuçlar doğurabilir; ancak, aktarım gibi temel bir analitik aracın işlemesini zorlaştırabilir, çünkü aktarım, belirli bir düzeyde analitik belirsizliğe dayanır.

    Kendilik psikolojisi (Self-psychology)

    Kohut (1971, 1977), Amerika Birleşik Devletleri’ndeki psikanalitik ortodoksluğa meydan okuyarak, narsisistik bozukluklara sahip ve giderek daha yaygın hâle gelen hastaların başarıyla tedavi edilebilmesi için Ödipal analizle sınırlı kalmayan yeni bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu ileri sürdü. Kuramının odağı “kendilik [self]” oldu ve arzuların inkârı, engellenmesi ya da karşılanmasının kendilik gelişimi üzerindeki etkisi merkezî bir meseleye dönüştü. Başlangıçta Kohut, nesne ilişkileri kuramı ile ego psikolojisine dayanarak bir yapı inşa etmeye çalıştı ve kendiliği, egonun içinde yer alan zihinsel temsillerden türeyen bir oluşum olarak tasvir etti. Ancak daha sonra kendiliği, içgüdüsel arzuları ve savunmaları kapsayan, kendine özgü bir gelişim çizgisine sahip, üst-düzenleyici [supraordinate] bir yapı olarak görmeye başladı.

    Gerekli narsisizm (Necessary narcissism)

    Ego psikolojisinde Hartmann’ın egonun “çatışmasız bir bölgesi” [conflict-free sphere] olduğunu öne sürmesi gibi, Kohut da kuramını Freud’un “birincil narsisizm [primary narcissism]” kavramı üzerine inşa etti (bkz. Bölüm 3). Kohut, psikolojik sağlığın sürdürülebilmesi için öz-sevginin [self-love] gerekli olduğunu savundu; narsisistik bozuklukların ise, ebeveynin empatik yetersizliklerinden kaynaklanan kendilikteki bozulmalardan doğduğunu ileri sürdü. Öncelikle “iki kutuplu [bipolar]” bir kendilik modeli önerdi, daha sonra ise bunu “üç kutuplu [tripolar]” bir modele dönüştürdü. Bu modelde kendiliğin kutupları; kendini ortaya koyan istekler/hırs/tutku [self-assertive ambitions], ulaşılmış idealler ve değerler [attained ideals and values] ile yetenek ve becerilerdir [talents and skills]. Her bir kutupta yaşanan bir bozulma patolojiye yol açabilir; ancak bu bozulma, diğer kutuplardan birindeki güçlülükle telafi edilebilir.

    Narsisistik kendiliğin [narcissistic self] ayrı bir gelişimsel çizgiyi takip ettiği fikri, Anna Freud’un (1965) dürtü, ego ve nesne ilişkilerine dayalı gelişim hatları [developmental lines] anlayışının bir genişlemesi olarak görülebilir. Ancak kendiliğin, kişilik gelişiminde üst düzeyde yer alan, birleştirici ve kapsayıcı bir vektör olarak konumlandırılması daha tartışmalı bir görüştür. Bu konudaki başlıca anlaşmazlık noktası, Kohut’un saldırgan dürtüleri ikincil olarak görmesidir; ona göre bu dürtüler, empatik yetersizliklerin yol açtığı yeterince bütünleşmemiş bir kendilikten türemektedir. Özellikle Kernberg (1975, 1984), Kohut’un saldırgan dürtülere yaptığı bu vurgu eksikliğine dikkat çekmiştir. Ayrıca Kohut’un şemasında, eğer idealler ve değerler kendiliğin parçaları olarak görülüyorsa, süperegonun örgütleyici bir odak olarak nereye yerleştirileceğini görmek de güçleşmektedir.

    Kendilik psikolojisinin temel katkılarından biri, kendilik nesnesi [self-object] kavramıdır. Bu kavram, kişinin kendiliğini sürdüren, güven veren ve ilgi gösteren bir başkasıyla kurduğu yakın ilişkinin öznel olarak deneyimlenen biçimini ifade eder. “Kendilik nesnesi ihtiyaçları [self-object needs]” başlangıçta narsisistik hastaların tedavisinde tanımlanmış olsa da, günümüzde bu ihtiyaçların evrensel, sürekli ve kendiliğin normal psikolojik işleyişinin bir parçası olduğu kabul edilmektedir. Bu ihtiyaçlar, “kendilik nesnesi aktarımı [self-object transferences]” biçiminde ortaya çıkar (bkz. Bölüm 5); bu aktarım biçimleri arasında aynalanma [mirroring], idealleştirme [idealising] ve ikizlik [twinship] aktarımı yer alır ve her biri üç kutuplu [tripolar] kendiliğin farklı bir kutbuna karşılık gelir.

    “Kendilik-nesnesi [self-object]” terimi, zamanla, başkalarının kişinin kendiliğine yönelik aynalanma, idealleştirme ve ikizlik ihtiyaçlarını karşılama işlevini tanımlamak için genel bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bu ihtiyaçlar hiçbir zaman tamamen geride bırakılmaz; bu nedenle kendilik nesneleri, güven, yatıştırılma, takdir edilme gibi psikolojik ihtiyaçları karşılamak üzere başkalarında sürekli olarak var olan ve sürdürülen yönler olarak görülmelidir. Bu bakış açısı, olgunluğun özü olarak ayrışma-bireyleşme [separation-individuation] sürecine vurgu yapan dürtü-yapısal [drive-structural] ve nesne ilişkileri [object relations] kuramlarından önemli ölçüde ayrılır. Kendilik psikolojisinde odak noktası, yaşam boyunca başkalarından gelen empatik ve onaylayıcı tepkilere duyulan ihtiyaçtır; ancak bu ihtiyaç, zamanla ilkel nesnelere bağımlılıktan olgun bir bağımlılık ilişkisine geçişi içerir (Fosshage, 2003).

    Bağlanma kuramı (Attachment theory)

    Bağlanma kuramı, 1950’ler ve 1960’larda, kısmen John Bowlby’nin eğitimini aldığı psikanalize dair bazı çekinceleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Bowlby’nin eleştirileri arasında, psikanalizin diğer ilişkili disiplinlerle yeterince etkileşim içinde olmaması; psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkışında ve sürmesinde çevresel zorluklar ile travmanın rolünün yeterince önemsenmemesi; kuramsal varsayımların bilimsel olarak değerlendirilmemesi; ve psikanalitik terapide değişim sağlayan unsurun, yorum [interpretation] gibi özgül tekniklere fazla değer atfedilmesi, buna karşın terapötik ilişki gibi daha genel unsurların göz ardı edilmesi yer alıyordu.

    Bağlanma kuramı, zihnin işleyişine dair kapsamlı bir “zihin modeli [model of the mind]” sunma iddiasında değildir; bunun yerine, ana akım analitik kuramda genellikle arka planda bırakılan bir yönü vurgular: yaşam boyunca, özellikle hastalık, tehdit ya da yorgunluk anlarında, anlamlı bir ötekine ya da güvenli bir dayanak noktasına [secure base] yönelik duygusal ve fiziksel yakınlık ihtiyacı. Bu bağlanma dinamiği, böylece “davranışsal bağışıklık sistemi”nin [behavioural immune system] bir yönü olarak görülür; işlevi, koruma ve güvenlik sağlamaktır. Bowlby’nin çalışmalarına psikanalistler başlangıçta mesafeli yaklaşmış olsalar da, günümüzde aralarında Eagle (2013), Fonagy ve Target (2007), Holmes (2013), Holmes ve Slade (2018) ile Slade (2016) gibi isimlerin bulunduğu birçok yazar bu iki yaklaşımı kısmen uzlaştırmaya çalışmışlardır.

    Sonuçlar

    Her gelişmekte olan analist, psikanalitik geleneğin içindeki muhafazakârlık ile yenilikçilik arasındaki gerilimle mücadele etmek zorundadır. Bir uçta, ebeveyn otoritesini devirmek ve kendine ait yeni bir söylem alanı tanımlamak arzusu yer alırken; diğer uçta, geçmişten gelenin iyi olanını koruma kararlılığı vardır. Bu uç tepkiler, yani “Ödipal” tepkiler, istisnai durumlar ve istisnai düşünürler için gerekli olsa da, Thomas Kuhn’un (1962) ifadesiyle, “normal bilim”in [normal science] bir parçası değildir. Gelişmekte olan analist, entelektüel gelişimi süresince sağlıklı bir özdeşim ve ayrışma arasında denge kurmak zorunda olan bir Ödipal çocuk konumundadır; daha sonra ise, analitik topluluğun rekabet hâlindeki farklı fraksiyonlarının seslerini mümkün olduğunca uzlaştırması gereken bir ebeveyn konumuna gelir. Gabbard ve Ogden’in (2009) veciz ifadesiyle, mezuniyet sonrası dönemdeki bir analistin kendi sesini bulma görevi, hem “atalara saygı duymayı” hem de “babayı öldürmeyi” içerir.

    Kendilik psikolojisinin empati vurgusu, olumlu narsisizmi ve dürtü temelli yorumlayıcı analitik tutuma yönelttiği eleştiri, ego psikolojisinin aşırılıklarına karşı gerekli bir denge unsuru olmuştur. Nitekim bu bölümde ele alınan kuramların neredeyse tamamı, hâkim modelin belirli yönlerine duyulan memnuniyetsizlik sonucunda gelişmiştir.

    Freud’un, dönemin fizik biliminden etkilenmiş olan dili yaşamaya devam etmektedir; psikanalistler hâlâ nesne, dürtü ve bunlar arasındaki karşılıklı “dinamiklerden” söz etmektedirler. Öte yandan, çağdaş psikanalitik düşüncede birleştirici bir kuram arayışı sürerken, üç tema öne çıkmaktadır: temsil [representation], duygulanım [affect] ve anlatı [narrative]. Sandler’a (1981) göre, bireyin dış dünyayla ilişkisini yönlendiren şey, kendilik ve nesne temsilleridir. Sandler, birincil güdüleyici unsurun dürtüler değil, güvenlik hissini sürdürebilmek amacıyla duygudurumların düzenlenmesi olduğunu ileri sürer. Benzer şekilde, Stolorow, Brandchaft ve Atwood (1987), içsel (endojen) dürtü kavramının terk edilmesi ve bunun yerine, kendilik ile kendilik-nesneleri arasındaki etkileşim içinde oluşan duygulanımların güdüleyici unsurlar olarak benimsenmesi gerektiğini savunmuşlardır.

    Duygulanım kuramında [affect theory], anlam ile mekanizma kesişir. Anlamlar, sorunlu duygusal deneyimleri tutarlı anlatılar [coherent narratives] hâlinde örgütlemenin bir yoludur; bu anlatılar, kendiliğin dünya ile olan ilişkisini dengeler ve onlara istikrar kazandırır (Elliot & Shapiro, 1992). Yorumlayıcı [interpretive] çalışmanın odağı artık içgüdüsel çatışmalar, arzuların engellenmesi ya da saldırgan dürtüler değil; hastanın duygulanımsal deneyimi, bu deneyimin analitik ilişki içinde yinelenmesi ve bu deneyimin, anlamlı ve yön gösterici anlatılara dönüştürülmesidir. Bu anlatılar, hem gelecekteki eylemler için birer rehber hem de uyarıcı işlevi görür. Pine’ın (1981) “yoğun anlar”ın [intense moments] önemine yaptığı vurgu ile Boston grubunun hem gelişimsel süreçte hem de tedavi sürecinde ortaya çıkan “mutatif anlar [mutative moments]” kavramsallaştırması (Stern ve diğerleri, 1998), bu anlayışın somut örnekleridir.

    Ne var ki, psikanaliz kişiliği “terk edilmiş nesne yatırımlarının bir tortusu [a precipitate of abandoned object cathexes]” olarak gördüğü gibi, kuram ve uygulamadaki değişimlerin de çoğu zaman öncülleri vardır. Örneğin, duygulanımsal yaşantıya odaklanmak yeni bir yaklaşım değildir. Fenichel (1941), direnç [resistance] sorununu şu şekilde özetlemiştir: Ya öfke ya da erotik uyarılma gibi yoğun bir duygulanım, bilinçdışı çatışmaya ilişkin bilişsel farkındalığı perdelemektedir; ya da tam tersi biçimde, entelektüelleştirme, duygulanımsal yaşantıya karşı bir savunma olarak iş görmektedir. Bilişsel ya da duygulanımsal yaşantıya aşırı ölçüde dayanmak, insan güdülenmesi ve etkileşiminin karmaşıklığını anlama kapasitesini zayıflatır ve duygulanım ile biliş arasındaki bütünlüğü kaybettirir.

    Zihne ilişkin psikanalitik modeller, hâlâ bir gelişim ve entelektüel gerilim hâli içindedir. Bazı kuramcılar ve klinisyenler, mevcut psikanalitik düşünceyi aşan, ama ondan köken alan “yeni bir paradigma”nın psikoloji bilimlerinde gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Psikanalizin canlı ve güncel bir disiplin olarak varlığını sürdürebilmesi için, çocuk gelişimi (Fonagy, 2002), sinirbilim (Holmes, 2020; Solms, 2018a), dilbilim (Fonagy & Allison, 2014; Talia ve ark., 2019) ve bilişsel bilim (Bateman & Fonagy, 2019) gibi ilişkili disiplinlerdeki bulgulara kendini açması gerekmektedir. Psikanaliz içinde ve dışında ortaya çıkan benzerlikler, farklılıklar ve çelişkiler, kabul edilmeli ve mümkün olduğunca yeni bir senteze doğru derinlemesine çalışılmalıdır [worked through].

    Kaynak:

    Okuduğunuz metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice kitabının 2. bölümünün çevirisidir. Kitabın tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

  • Değerlendirme Görüşmesi (7. Bölüm)

    Görmek için gözü ve duymak için kulağı olan herkes, hiçbir insanın bir sırrı saklayamayacağına kendini ikna edebilir. Dudakları sessiz kalsa da, parmak uçlarıyla gevezelik eder…

    (Freud, 1905a, s. 76).

    Psikanalitik değerlendirme görüşmesi [psychoanalytic assessment interview], yalnızca hem hasta [patient] hem de analist [analyst] için kritik bir seçim anını temsil ettiği için değil, aynı zamanda ilk karşılaşmanın içindeki uyumlar ve uyumsuzluklarda, yanlış başlangıçlarda ve ortaya çıkan temalarda, tedavi süreci boyunca yaşanacakların büyük ölçüde bir mikrokozmosu bulunduğu için de önemlidir.

    Değerlendirme [assessment]” kelimesi, Latince assidere, yanında oturmak [birinin yanında oturmak, bir şeye bitişik oturmak] fiilinden türemiştir; ancak aynı zamanda yasal duruşmaları ve vergilerin değerlendirilmesini çağrıştıran anlamlar da taşır; bu bağlamda bireyin varlıkları göz önünde bulundurulur ve tartıya konur. Dolayısıyla değerlendirme görüşmesinde iki temel unsur bulunur: Analistin, hastanın sıkıntısını empatik bir şekilde kavrama çabası ve hastanın güçlü ve zayıf yönlerini özetlemeye yönelik daha mesafeli bir yaklaşım. Analistler bu kişinin “analize uygunluğu”nu kendilerine sorarken, hasta da bu tedaviye yatırım yapmanın kendisine nasıl bir fayda sağlayabileceğini anlamaya çalışacaktır.

    “Analize uygun [analysable]” terimi “anlaşılabilir [understandable]” ya da “tedavi edilebilir [treatable]” anlamına gelebilir; oysa bu iki kavram aynı şeyi ifade etmez (Tyson & Sandler, 1971). Pek çok hasta için değerlendirme görüşmesi, psikanaliz bu kişi için en uygun tedavi biçimi olmasa bile, yaşadıkları güçlüklerin netleşmesine ve aydınlanmasına yardımcı olabilir. Görüşmenin amacı, hem hasta hem de analistin, nasıl ilerleyeceklerine karar verebilmelerini sağlayacak yeterlilikte, ilgili bilgi sağlamak ve terapötik çalışmaya dair örnek bir deneyim sunmaktır. Hasta, analiz sürecinin nasıl bir şey olabileceğine dair bir fikir edinir. Hastayı kabul edip etmeyecekleri belli olmayan analistler, duygusal olarak anlamlı bir terapötik karşılaşmanın yaşanabilmesi için yeterince sürece katılmalı, ancak bulgularının başka analistlere ya da terapistlere de genellenebilir olması için yeterince nesnel kalmalıdır.

    Bu ikili işlev -nesnel ve öznel; analistin hastaya, hastanın ise analiste bakışı- psikanalitik değerlendirme literatürüne de yansımıştır. Bazı yazarlar kendilerini açık biçimde tıbbî bir dilin içine yerleştirir: terapinin “endikasyon” ve “kontrendikasyonlarını” listelemek (Malan, 1979), “analize uygunluk” özelliklerini tanımlamak (Coltart, 1986), tanı ve prognoz kriterlerini belirlemek (Kernberg, 1982) ve hastanın kişilik organizasyonunun gelişimsel düzeyini değerlendirmek gibi.

    Psikanalize ya da aslında herhangi bir psikoterapiye yanıtı öngören, tedavi öncesi özelliklere dair deneysel bilgi sınırlıdır (Orlinsky, Grawe ve Parks, 1994). Sağduyuya ve klinik deneyime dayanarak, psikanalizle iyi bir terapötik ilişki kurulabileceğine dair olumlu işaretler ararken, klinisyenler bazı temel temaların altını çizerler. Bu bölüm boyunca bu ana temaları inceleyeceğiz:

    1. Motivasyon [Motivation]. Başvuran kişi başarılı bir tedavi için gereken zamanı, parayı (eğer özel muayenehanene [private practice] ise) ve duygusal enerjiyi ne ölçüde feda etmeye istekli ve hazırdır?

    2. Psikolojik zihinlilik [psychological mindedness] -kendi zihni de dahil olmak üzere, zihnin nasıl çalıştığına karşı bir merak ve kendini gözlemleyebilme kapasitesi.

    3. Ego gücü [ego strength] ve yapıcı ilişkiler kurabilme yetisi ile psikanalitik terapinin içerdiği acı verici farkındalıklar ve regresyonlar karşısında dayanıklılık gösterebilme ve bu süreçten fayda sağlayabilme kapasitesi.

    4. Değerlendirme görüşmesinin kişilerarası yönlerine hastanın verdiği tepkiler, -özellikle de “deneme yorumları”na [trial interpretations] (Hinshelwood, 1991).

    5. Analistin karşıaktarım tepkileri [countertransference reactions] (Carvalho, 2016): Bu tepkiler olumlu, olumsuz ya da nötr olabilir; ancak her durumda hastanın gelişimsel öyküsü ışığında değerlendirilmelidir.

    Analist daha sonra bu unsurları bir formülasyonda bir araya getirecektir; bu formülasyon, hastanın mevcut ve geçmiş yaşam durumunun temel temalarını, özellikle de görüşme sırasında aktarım [transference] ve karşı aktarım [countertransference] biçiminde ortaya çıkanları, özetler.

    Psikolojik tabloların giderek artan karmaşıklığı göz önünde bulundurulduğunda, çağdaş psikanaliz, yarı-tıbbi ve katı bir “endikasyonlar” setinden, “uygunluk [suitability]” (Tyson & Sandler, 1971) kavramına ve bunun gerektirdiği psikanalitik teknik uyarlamalarına (Kernberg, 1984) yönelmiştir. Bu yaklaşım, hastanın psikanalitik tedaviye “uymak [fit]” gerektiği fikrinden ziyade, psikanalitik tedavinin hastaya nasıl uyarlanabileceğine karar verme sorumluluğunu değerlendiriciye yükler. Nitekim borderline kişilik, ilk olarak standart psikanalitik teknikle yanıt vermeyen bir hasta grubunun bağlamında tanımlanmıştır (Stern, 1938). Bu bozukluğa özgü sorunlar dikkate alınarak bazı uyarlamalar geliştirilmiş ve bu uyarlamalar, günümüzde aktarım odaklı psikoterapi [transference-focused psychotherapy] olarak el kitaplarına geçirilmiştir (Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2002).

    Psikoz, genellikle psikanalitik müdahale için bir kontrendikasyon olarak kabul edilir; çünkü olumlu etkilere dair kanıtların yokluğu söz konusudur (Gunderson, 1984; Gunderson, Carpenter ve Strauss, 1975). Ancak bazı psikotik hastalar, uygun bir analistle psikanalitik bir şekilde çalışabilirler (Jackson & Williams, 1994; Lucas, 2009; Rosenfeld, 1952) (ayrıca bkz. Bölüm 10) ve psikanalitik bakışla şekillendirilmiş müdahaleler, psikotik semptomları olan kişilere, ihtiyaçlara uyarlanmış bir yaklaşımla toplum temelli tedavi uygulandığında fayda sağlayabilir (Martindale, 2017).

    Değerlendirme görüşmesini yürütmek

    Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında analist, görüşmeye potansiyel olarak birbiriyle çelişen iki amaçla yaklaşır: ilgili olgusal bilgileri toplamak ve aynı zamanda bilinçdışı malzemenin ortaya çıkabileceği bir atmosfer yaratmak. Doğrudan sorgulama tamamen dışlanırsa önemli veriler kaybolabilir; ancak bu sorgulama biçimi görüşmenin çoğunu domine ederse, analistin eline sadece sorularına verilmiş detaylandırılmamış yanıtlar geçebilir. Pek çok psikanalitik enstitü ve psikoterapi birimi bu sorunun üstesinden gelmek için hastaya görüşme öncesinde doldurulup geri gönderilmesi istenen ayrıntılı bir anket yollar. Bu anket tartışma için yararlı bir temel oluşturabilir, ancak hastalar mahrem ayrıntıların bu kadar kişisel olmayan bir biçimde talep edilmesini ürkütücü bulabilir. Ayrıca bu yöntem, görüşmecinin hastanın kendi hikâyesini nasıl anlattığını duymasını engelleme gibi bir dezavantaja da sahiptir -hastanın hangi noktaya vurgu yaptığı, olayları ve ilişkileri anlatırken kullandığı ses tonu, önemli atlamalar, genel anlatı biçimi (Holmes, 2020; Talia, Muzi, Lingiardi ve Taubner, 2020)- tüm bunlar psikodinamik bilgi açısından hayati kaynaklardır.

    Freud, psikanalitik tedaviyi satranç oyununa benzetmeyi severdi; burada neredeyse sonsuz sayıda olası hamle vardır, ancak oyunun evreleri, açılış stratejileri [opening strategies], orta oyun [middle game] ve oyun sonu [end game] şeklinde, yararlı biçimde ayrılabilir. Benzer şekilde, değerlendirme görüşmesinin açılışında analist muhtemelen her hastayla oldukça standart bir şekilde ilerleyecektir; orta oyun, yorum denemelerini ve bunların duygulanımsal etkilerinin gözlemlenmesini içerecektir; görüşmenin sonunda ise, tüm izlenimlerin bir araya getirilmesi ve tedaviye dair bir karara varılması söz konusu olur.

    Giriş ve ön hazırlıklar

    Bilinçdışı bakış açısından, psikanaliz analist ve hastanın karşılaştığı anda ya da hatta çok daha öncesinde başlar (Thomä & Kächele, 1987).

    Örnek: Sahtekâr

    Analist, hastayı ilk kez almak üzere bekleme odasına gittiğinde, onun yüzünde anlık bir şaşkınlık ve tereddüt ifadesi fark etti. Görüşme sırasında, genç adamın son derece hassas ve tetikte biri olduğu ve sert bir üvey babanın elinde ciddi şekilde acı çektiği ortaya çıktı. Kendi babasını sürekli ve idealize ederek düşündüğünden söz etti; yıllardır onu görmemişti. Analist, bekleme odasındaki tavrını gündeme getirdiğinde, hasta kendisini almaya gelen kişinin kısa, şişman, kel, sakallı ve yabancı aksanlı biri olmasını beklediğini, bu yüzden gelen kişinin bir sahtekâr olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu aktarım temelli algıyı, hastanın kendisine “empoze edilen” reddedici üvey babaya dair kuşkucu hisleriyle ve kendi “gerçek” babasına duyduğu özlemle bağlantılandırmak mümkün oldu.

    Her görüşmeci, kendine özgü bir tarz ve başlangıç hamleleri setine sahip olacaktır. Bunlar, her bir hastanın analitik görüşmenin ruhuna girmesine yardımcı olacak şekilde uyarlanır. Bizim görüşümüze göre, yeni bir hastayı karşılarken, kişinin adını açıkça söyleyerek kendini tanıtması dâhil olmak üzere, “divan dışı [off the couch]” sıradan profesyonel bir nezaketle davranması önemlidir. Bu yaklaşım, hastanın kaygıdan kaynaklı olarak bekleme alanı ile görüşme odası arasındaki yolculukta söylediği, görünüşte önemsiz (ancak çoğu zaman anlamlı) ifadelere geleneksel biçimde karşılık vermeyi de kapsar; terapist bu ifadeleri fark etmeli ve uygun görürse görüşme sırasında bunlara geri dönmelidir (Coltart, 1993).

    Diğer yandan bazı yazarlar, değerlendiricinin her zaman mümkün olduğunca nötr ve sessiz kalması gerektiğini savunur; bu sayede hastanın maksimum düzeyde kaygılanması sağlanarak, daha dostane bir “hastaya karşı tutum: bir doktorun veya sağlık çalışanının hasta ile kurduğu iletişim biçimi, üslubu, tutumu [bedside manner]” atmosferinde fark edilmeyecek olası ruhsal bozulma alanlarına erişim sağlanabileceği düşünülür (Milton, 1997). Bu yaklaşımın etkinliği, hastanın psikolojik bozulma düzeyine bağlıdır. Borderline işlevsellikteki bir hasta, nötr bir yüz ifadesi karşısında o kadar kaygılanabilir ki, bu yapay ultra-nötrlük, hızlı bir şekilde bir destabilizasyona yol açabilir ve değerlendirme süreci yıpratıcı ya da imkânsız hale gelebilir. Genel olarak, ilk görüşmenin başında daha kolaylaştırıcı bir yaklaşım benimsemek ve yalnızca yavaş yavaş daha hale [reticent] hâle gelmek daha güvenlidir. Bazı analitik değerlendirme görüşmeleri birden fazla oturum sürer; bu bağlamda, riskli sayılabilecek bu yaklaşım, bazen ikinci görüşmede bilinçdışı malzemeye odaklanmayı uyarmak ve hastaya tedavinin nasıl olabileceğine dair bir fikir vermek amacıyla faydalı olabilir.

    Örnek: Park yeri bulma güçlüğü

    Diyelim ki hasta, odaya otururken park yeri bulmakta zorlandığını söyledi. Görüşmeyi yapan kişi şu şekilde yanıt verebilir:
    (a) Bölgedeki park sorununun gerçekten bir problem hâline geldiğini söyleyerek hem destekleyici hem de kibar bir müdahalede bulunabilir (destekleyici ve nazik bir müdahale);
    (b) Bu ifadeyi, hastanın kendi zorluklarını “park edebileceği” yani yerleştirebileceği yeterli terapötik alan olup olmadığına dair kaygısının bir yansıması olarak yorumlayabilir (gündelik konuşmanın bilinçdışı anlamına ani bir giriş);
    (c) Kardeş rekabetine ve hastanın rekabetçiliğine dair bir spekülasyon sunarak hayal gücü, yaratıcılık ve belki de oyunsuluk yaratmayı amaçlayan yorumlayıcı bir öneride bulunabilir;
    ya da (d) hiçbir şey söylemeyerek, yolların kalabalıklığıyla ilgili ortak bir şikâyet içine çekilmekten kaçınabilir ve bunun yerine hastanın iç dünyasına odaklanabilir (muhtemelen en sarsıcı müdahale!).

    Açış hamleleri

    Menninger (1958), bir kişinin yardım almak üzere terapiye gelmesinin örtük biçimde bir soru sormak anlamına geldiğini ve bu kişinin muhtemelen oldukça yoğun bir anksiyete içinde olduğunu öne sürer. Bu nedenle, ilk seansa başlamanın analistin sorumluluğunda olduğunu savunur. İnisiyatif [initiative], analiz süreci gerçek anlamda başladığında yeniden hastaya devredilecektir. Genel olarak, analist değerlendirme görüşmesinde, sonraki tedavi oturumlarına kıyasla çok daha aktif ve cesaretlendirici olmalıdır; ancak burada da hâlâ dikkatli bir denge gözetilmelidir: Hastanın içini dökmesini kolaylaştıracak ölçüde sıcaklık gösterilmeli, fakat aktarımı güçlendiren gerekli belirsizlik de bütünüyle yitirilmemelidir.

    Yararlı bir açılış sorusu, hastanın seansa gelirken ya da alınmayı beklerken ne düşündüğünü sormak olabilir. Bu soru, daha en başından itibaren analistin hastanın iç dünyasıyla ilgilendiğini gösterir ve hastaya, kaygılarını kabul edici bir atmosfer içinde ifade etme fırsatı sunar. Bundan sonrası içinse kesin kurallar yoktur; analist, tüm önemli alanları kapsayan ama bu alanların hangi sırayla ele alınacağını önceden belirlemeyen “esnek bir görüşme tekniği”ne [elastic interview technique] (Balint & Balint, 1971) ihtiyaç duyar.

    Sunulan sorun ve onun öncülleri

    Sunulan sorunun [problem] ve onun öncüllerinin [antecedent] net bir şekilde anlaşılması, özellikle hastanın neden tam da şu anda yardım aradığı sorusunun açıklığa kavuşturulması, büyük önem taşır (Malan, 1979). Hasta geçmişine -örneğin çocukluk travmalarına- geçmek için ne kadar istekli olursa olsun, görüşmenin bu kısmı asla atlanmamalıdır. Aşağıda da göreceğimiz gibi, sunulan sorunun dinamik olarak anlaşılması, psikodinamik formülasyonun üç ayağından biridir. “Doktorunuzdan sizinle ilgili biraz bilgi aldım ama en iyisi, sizi buraya yardım aramaya getiren şeyin ne olduğunu kendi kelimelerinizle anlatmanız olurdu,” gibi bir ifade görüşmenin başlamasını sağlar. Sorun uzun süredir devam ediyorsa -ki bu durum sık görülür- o zaman temel sorunun şu şekilde netleştirilmesi gerekir: “Neden şimdi?” Örneğin, bir kocanın terapiye gelme nedeni karısının “Yardım almazsan seni terk ederim” şeklindeki bir ültimatomuysa, bu durum mutlaka ortaya çıkmalıdır; çünkü ancak bu şekilde hastanın değişime yönelik motivasyonu yeterince değerlendirilebilir.

    Görüşme planı

    Analist, görüşmenin sonunda hastanın mevcut yaşam koşullarının ana hatlarını, aile geçmişini, psiko-seksüel geçmiş dâhil olmak üzere ayrıntılı gelişimsel öyküsünü, erken anılarını, önemli kayıp ve travma öyküsünü (cinsel istismar hakkında özel sorular dâhil), rüya yaşamını, ilgi ve yetenek alanlarını, değerlerini, stres ve destek kaynaklarını kapsayan temel bilgileri edinmiş olmak ister. Psikiyatrik yönler de -hastane yatış geçmişi, psikotrop ilaç kullanımı, intihar girişimleri, madde kullanımı ve depresif, obsesyonel ve psikotik fenomenler gibi “mental durum” özellikleri dâhil- ya tıp eğitimi almış psikoterapistler tarafından görüşmede ya da, analist tıbbi ya da psikiyatrik yeterliliğe sahip değilse, yönlendiren kişi tarafından ele alınmalıdır. Bu kadar kapsamlı bir listeyi serbest akan ilk görüşmede tamamlamak her zaman mümkün olmayabilir. Winnicott (1965), psikanalizi “uzatılmış bir öykü alma biçimi [extended form of historytaking]” olarak tanımlamış ve çok sayıda ayrıntının tedavi başladıktan sonra ortaya çıkacağını belirtmiştir. Görüşmeyi yapan kişi, hastanın psikiyatrik durumuna dair uygunluk konusunda emin olamıyorsa, ikinci bir değerlendirme görüşmesi gerekebilir. Göreceğimiz üzere, kapsamlı bir değerlendirme uzun vadede fayda sağlar ve ileride yaşanabilecek güçlüklerin önüne geçebilir.

    Görüşmenin psikodinamik bir “sondaj” olarak işlevi

    Değerlendirme görüşmesinin temel amaçlarından biri, hastanın bilinçdışını harekete geçirecek bir uyarıcı olarak işlev görmesidir. Terapi ortamı ile analistin kişiliği ve tarzı, başlı başına anksiyeteyi tetikler; bu da, doğru düzeyde destek ve mesafe ile ele alındığında, bilinçdışı tepkileri ortaya çıkarabilir. Görüşmeyi yapan kişi, hastanın fantezi dünyasına ulaşmak için doğrudan sorular sorabilir: en erken anıları, uykuya dalarken aklından geçenler, gündüz düşleri ve gizli arzuları (“Gerçekten ne olmasını isterdiniz?” gibi) ve elbette gerçek rüyaları (“Uykudayken olanlarla ilgili ne düşünüyorsunuz? [What do you think about while you are asleep?]” gibi). Amaç, en derin korkuların ve fantezilerin araştırılabileceği bir atmosfer yaratmak ve analistin “çağrışımsal özgürlük [associative freedom]” sağlamaya yönelik çabalarına hastanın verdiği tepkileri değerlendirmektir (Spence, Dahl & Jones, 1993).

    Terapötik müdahaleler: “deneme yorumu “

    Dikkatli dinleme her türlü psikoterapötik karşılaşmanın anahtarı olmakla birlikte, analist tamamen sessiz ya da pasif değildir. Müdahaleleri genellikle açık uçlu sorularla başlar (“Bana ailenizden biraz bahseder misiniz?”) ve ardından açıklamalarla devam eder (“Anne babanızın siz 11 yaşındayken ayrıldığını neredeyse gelişigüzel bir şekilde söylediniz; o zaman neler hissettiğinizi anlatabilir misiniz?”). Görüşmeyi yapan kişi, her zaman belirsiz ve genelleyici ifadeler yerine canlı, ayrıntılı anlatımları araştırır (örn., hasta: “Annem sıradan bir anneydi”; analist: “Bu sizin için nasıl bir şeydi, daha net bir resim çizebilmemiz için birkaç örnek verebilir misiniz?”) ve bu tür belirsizliğin muhtemel savunmacı yönlerine dikkat eder.

    Bir noktada analist, hastanın analitik potansiyelini uygun ağırlıkta bir zorlama [challenge], yüzleştirme [confrontation] ve/veya deneme yorumu [trial interpretation] aracılığıyla yoklamak isteyecektir. Bu müdahaleler, hastadan kendisi hakkında farklı bir şekilde düşünmesini istemek amacıyla sunulan psikanalitik bir hipoteze dayalı bir müdahale kümesidir. Bu tür müdahalelerin tonu ve zamanlaması çok önemlidir ve ancak makul bir terapötik ittifak kurulduktan sonra denenmelidir. Erken yapılırsa, yüzeyde kalır ve etki yaratmaz; incelikten yoksun biçimde sunulursa savunmacı bir tepkiyi tetikler ve terapötik bağı zayıflatır; içerik açısından fazlasıyla entelektüelse duygusal bir tepki uyandıramaz. Etkili olmaları için, oldukça kısa ve sade olmaları gerekir:

    • “Bugünkü randevunuza geç gelmiş olmanızın, gelmek konusunda karışık duygulara sahip olmanızla ilgili olabileceğini düşünüyor musunuz?”(yüzleştirme)
    • “Belki de şu an yaşadığınız depresyonla, kızınızın şu anda sizin ebeveynlerinizin ayrıldığı zamandaki yaşta olması arasında bir bağlantı vardır?”
    • “Acaba depresyonunuzun arkasında, annenizin aniden bir bebek dünyaya getirdiğinde hissettiğiniz öfkeye benzer bir öfke olabilir mi? O zaman artık onun sevgisinin tek nesnesi olmaktan çıkmıştınız.” (yorumlama)
    • “Belki de beni üvey babanız gibi, biraz mesafeli ve umursamaz, sizi sürekli eleştiren biri olarak görüyorsunuzdur.” (aktarım yorumu [transference interpretation])

    Bu müdahalelerin, hastanın itiraz etmesine, değiştirmesine, genişletmesine ya da onları daha derin bir anlatım için sıçrama tahtası olarak kullanmasına imkân tanıyacak ölçüde ihtiyatlı bir üslupla sunulmasının en etkili yaklaşım olduğunu unutmayın -Malan (1979) bu süreci “sıçrayarak ilerleme [leapfrogging]” olarak adlandırır.

    Seçenekler, karar, sözleşme

    Görüşmenin orta evresine ve özellikle de müdahalelere verilen yanıtlara dayanarak, analist iyi sonuçlarla pozitif ilişki içinde olan üç temel “süreç [process]” özelliğini arayacaktır: iyi bir ilişki veya çalışma ittifakı kurabilme yetisi, yorumlarla çalışabilme kapasitesi ve seans sırasında duygusal olarak tepki verebilme yetisi -yani korku, üzüntü ya da öfke gibi duyguların yüzeye çıkmasına izin verebilme.

    Görüşmenin sonunda analist, üzerinde durulan alanları özetleyecek ve hastayla birlikte bu görüşmeyi değerlendirerek bir sonuca varmaya çalışacaktır: “Seansın sonuna yaklaşıyoruz, sanırım buradan sonra ne yapacağımıza karar vermek için birkaç dakikamızı ayırmalıyız”, “Bu şekilde çalışmanın size yardımcı olabileceğini düşünüyor musunuz?”, “Bu, beklediğiniz türden bir şey miydi?” Psikanalizin mevcut tek psikoterapi biçimi olduğu dönemlerde karar oldukça basitti -tedavi edilecek mi, edilmeyecek mi? Günümüzde ise psikanaliz, birçok terapi seçeneğinden yalnızca biridir ve değerlendirilenlerin yalnızca küçük bir yüzdesi haftada beş seanslık tam psikanalize yönlendirilir. 1980’lerde Birleşik Krallık’ta değerlendirme görüşmelerinin duayeni olarak kabul edilen Coltart (1987), kendisine başvuranların yalnızca %5’inin tam psikanalizi tercih ettiğini bildirmiştir. Günümüzde çoğu analist, hastayı mevcut terapi olanakları hakkında bilgilendirmenin, bu seçeneklerin avantaj ve dezavantajlarını birlikte tartışmanın iyi bir uygulama olduğuna inanır. Analist, ardından, hastanın kişisel ve maddi kaynakları ile gerçekçi olarak neyin mümkün olduğu göz önünde bulundurularak, mevcut durumda en iyi yatırımın ne olacağına dair görüşünü açıkça ifade etmelidir. Eğer değerlendirmeyi yapan analist hastayı kendisi almayı planlıyorsa, bu noktada ücretler, haftada kaç kez görüşüleceği, analizin muhtemel süresi, tatil düzenlemeleri gibi pratik konular da mutlaka ele alınmalıdır.

    Genel olarak, bir değerlendirme görüşmesini takiben bir düşünme süreci yaşanması hiç de kötü bir şey değildir: her iki taraf da hemen karar vermemekte hemfikir olabilir. Hasta, karar üzerinde düşünmek ve bunu ailesiyle tartışmak isteyebilir; analist ve hasta, daha uzun bir değerlendirme süreci ya da bir “terapi denemesi [trial of therapy]” (Peterson, 2012) için tekrar görüşmeleri gerektiği sonucuna varabilirler; ya da değerlendirici, eğer hastayı kendisi alamayacaksa, uygun boşlukları meslektaşlarıyla görüşmek durumunda kalabilir.

    Psikodinamik formülasyon

    Görüşme ilerledikçe ya da analist hasta hakkında daha önceden bir şeyler biliyorsa, hastanın zorluklarının doğasına dair hipotezler ve fikirler analistin zihninde şekillenmeye başlar. Strachey’nin (1934) yorum üzerine yazdığı öncü makalesinden bu yana, psikodinamik kavrayış, ilişkisel terimlerle üçlü bir formülasyon çerçevesinde ele alınmıştır: (a) mevcut zorluk [dış dünyadaki veya “şimdi-orada”ki], (b) aktarım durumu [terapi odasındaki veya “şimdi-burada”ki] ve (c) çocukluk veya bebeklik dönemine ait [“o gün-orada”ki] çatışma ya da yoksunluk dizgesi. Bu, Malan’ın (1979) “Kişi Üçgeni”dir [Triangle of Person] -yakın bir diğeri, analist ve ebeveyn(ler) (bkz. Bölüm 8).

    Örnek: Her şeyi yapabilen adam

    John, kırklı yaşlarının ortasında dinç bir adamdı ve hayatında ilk kez, tamamen beklenmedik bir şekilde, işinin üstesinden gelemeyeceğini hissettiği için yardım arayışına girmişti. Yirmili yaşlarının başından itibaren kendi işini kurmuş, başarılı bir inşaat ve geliştirme firması yürütmüş, toplumda saygı gören, mutlu bir evliliği olan, başarılı çocuklara sahip ve çeşitli sportif ilgi alanları bulunan biriydi. Ancak aniden kendini yorgun ve asabi hissetmeye başlamıştı; kayıtsız ama aynı zamanda her ayrıntı için endişeliydi ve düzgün uyuyamıyordu. Her şeyi geride bırakmak istiyor ve zaman zaman intihar düşünceleri yaşıyordu. Antidepresanlar yalnızca çok az yardımcı olmuştu. Bu depresyonun doğrudan tetikleyicisi, oğlunun direksiyonda olduğu sırada, sağa dönmek için beklerken arkadan gelen bir aracın kendilerine çarpmasıyla yaşanan küçük bir trafik kazasıydı. John sarsılmıştı ama başka bir fiziksel travma yaşamamıştı.

    Anne babası sorulduğunda, annesinin geçen yıl öldüğünü oldukça küçümseyici bir şekilde dile getirdi, ancak bunun bir önemi olmadığını çünkü annesinden hoşlanmadığını ve zaten onun Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayıp “doğal vatandaş” olduğunu söyledi. John tek çocuktu; anne babasının o daha bebekken ayrıldıkları ortaya çıktı ve kendisini hiç çocukları olmayan dayısı ve yengesi büyütmüştü. Dayısı ve yengesi ona çok düşkünmüş, hem evde hem de okulda herkesin gözdesi olmuştu: “Tek sorun, annem ya da babam ziyarete geldiğinde ortaya çıkardı; her şeyi alt üst ederlerdi.”

    Görüşme ilerledikçe analist, bu güçlü adamla sanki fiziksel olarak boğuşuyormuş gibi neredeyse bedensel bir duyum yaşamaya başladı. Sanki güreşiyorlarmış gibiydi. Analist, bu noktada kararlı ve otoriter olmanın çok önemli olduğunu hissetti. Örneğin, John, kendisini bir psikanaliz hastası adayı olarak bulmaktan açıkça afallamıştı, çünkü bu durum, onun kendisine dair sahip olduğu -kendi kendine yeten, güçlü ve dengeli- imajla hiç uyuşmuyordu. Normalde (kendi deyimiyle) “psikolojik işler”le ilgilenmeyi hiçbir şekilde hayal bile etmezdi.

    Hinshelwood’un (1991) sözünü ettiği “maksimum acı noktasını [point of maximum pain]” hissederek analist, John’un çocukken anne babasının ayrılığının yarattığı mutsuzluk ve kendi çaresiz konumu karşısında, kendini güçlü ve bağımsız hissetmeye dayalı bir her şeye kadirlik [omnipotens] savunması geliştirdiğini fark etti. Geçirdiği küçük trafik kazası ve annesinin ölümü, onu yeniden bu potansiyel olarak tehlikeli kırılganlık duygularıyla karşı karşıya bırakmıştı. John bu duygularla, her zamanki tarzıyla, mücadele ederek baş etmeye çalışıyordu ancak bu kez aslında kendisiyle savaşıyordu.

    Analist, karşıaktarımlarından yola çıkarak, John’un yardım istemekten duyduğu utancı ve aralarındaki mücadeleyi, “Sen benim gerçek babam değilsin” diyen küçük bir çocuğun, zayıf ama iyi bir figür olarak algıladığı amcasına yönelik tepkisine benzetti. Bu zafer dolu ödipal kendini yüceltme hali artık elinden kayıp gitmekteydi. Analist şöyle dedi:

    “Hayatınız boyunca güçlü ve kuvvetli hissetmek, kendi kendinizin koruyucusu olmak sizin için çok önemli olmuş. Küçük bir çocukken, güç alabileceğiniz bir babanız yoktu. Eksik olan annenizin yokluğu karşısındaki üzüntünüzi ifade edemediniz. Sanki geçirdiğiniz kaza, içinizde hep gizli tuttuğunuz zayıf ve kırılgan oğul-baba yanınıız ortaya çıkardı. Benim gibi birine danışmak, sizin için bir şekilde utanç verici gibi görünüyor; tıpkı amcanıza çok değer vermemiş olmanız gibi.” Bu noktada hasta gevşedi, ilk kez gözyaşı dökerek cinsel ve mecazi anlamda yaşadığı iktidarsızlıktan söz etti ve kendinden, özellikle de öfke patlamalarından ne kadar utandığını anlattı. Bu temas, analiz için bir deneme süreci başlatma konusunda bir uzlaşmaya zemin hazırladı.

    Analistin yorumu, geçmiş ilişkiyi (olmayan baba/”zayıf” amca), mevcut zorluğu (oğlunun “şiddeti” ve bunun baba olarak kendisine etkisi) ve aktarımı (analistle güreşme) bir araya getiren “Kişi Üçgeni”ne dayanmaktaydı. Aynı zamanda bu durum, Malan’ın (1979) “Savunma Üçgeni”ni [Triangle of Defence] de örneklemektedir: anksiyete, savunma ve “gizli dürtü”. John’un anksiyetesi, gücünü ve canlılığını kaybetme korkusuydu; savunması ise çalışmak, savaşmak, iradesini kaba kuvvetle dayatmaktı -bu stratejiler narsisizm ve omnipotansla renklenmişti; gizli dürtüsü ise, güvenebileceği biri tarafından kapsanmak, korunmak ve beslenmek yönündeki arzusuydu.

    Dinamik bir düzeye ulaşmak, Malan’ınki gibi bir formülü uygulamakla ve ardından otomatik olarak uygun yorumu elde etmekle sınırlı bir mesele değildir. Değerlendirici kişi yalnızca hastanın direnciyle değil, kendi direnciyle de mücadele etmek zorundadır. Aşağıda, bir analitik terapistin bu durumu ifade etme çabasına yer verilmiştir:

    …sıklıkla, hastayı oldukça konforlu bir öykü alma düzeyinden bilinçdışı alanına taşımam gerektiğinde içimde neredeyse fiziksel bir isteksizlik hissiyle karşılaşıyorum. Neden doktor-hasta dengesini bozayım? Neden hastayı rahatsız etme ya da hatta onu karşıma alma riskini göze alayım? Ve en önemlisi, bunu en iyi nasıl yaparım? Çoğu zaman, anahtar karşıaktarımdadır; genellikle duygusal bir yanıt biçiminde ortaya çıkar. Gözlerimin arkasında bir yanma hissediyorsam, muhtemelen hasta bir yas halindedir; eğer sinirli hissediyorsam, hasta bastırılmış bir öfke patlamasının eşiğindedir; eğer sıkılmış ve kopuk hissediyorsam, belki de çocukken kendisine hiç odaklanılmamıştır. Hastanın varlığı ve anlattığı hikâyenin bende uyandırdığı her türlü duyum ve fanteziyi müdahalelerimi şekillendirmek için kullanmalıyım; böylece onu -ne kadar kısa bir an için olsa da- durağan ve savunmalı hâlinden duyguların akışkanlığına taşıyabilmeliyim.

    (Holmes, 1995, s. 26)

    Psikanalizde tanı şemaları

    Günümüz psikanalizinin çok dilli [polyglot] doğası, standart bir tanısal şema [diagnostic schema] oluşturmayı güçleştirir. Ancak psikanalitik tedavinin amaçlarından biri, kişilik işlevini bütünleştirerek etkili ve yapıcı ilişkileri desteklemek ve yaşam stresine karşı daha fazla dayanıklılık kazandırmak olduğundan, psikanalistler için mevcut psikiyatrik sınıflamalardan daha klinik olarak anlamlı bir şekilde kişilik işlevini değerlendirmeye yönelik girişimlerde bulunulmuştur. Westen ve Shedler (2007), kişilik patolojisini ölçmek amacıyla Shedler-Westen Değerlendirme Prosedürü (SWAP)’ı geliştirmiştir. Bu prosedür, psikanalitik klinik süreci özellikle vurgular; çünkü değerlendirme sırasında hastanın bir şeyi nasıl anlattığı, klinisyenle nasıl ilişki kurduğu ve klinisyende uyandırdığı karşıaktarımsal tepkiler dikkate alınır. Bu yaklaşım, bireyin dinamik çatışma-savunma örüntüsünü ortaya koyan ve tedavide odak noktası olarak kullanılabilecek klinik olarak anlamlı bir formülasyon üretir.

    Kernberg (1975), kişilik yapılanmasının düzeylerini tanımlar; bu tanımlamada dinamik kuramdan türetilmiş ilkel (pre-ödipal) işleyiş ile olgun (ödipal) işleyiş arasındaki ayrım temel alınır. Kernberg, nevrotik, sınır (borderline) ve psikotik yapıları tanımlayarak, bu yapıların psikanalitik tedaviye olan yanıt düzeyini yansıttığını öne sürer: psikotik yapı en ağır ve en az yanıt veren; nevrotik yapı ise en az ağır ve en çok yanıt veren yapı olarak değerlendirilir (Lowyck, Luyten, Verhaest, Vandeneede & Vermote, 2013; McWilliams, 2011). Kernberg’in geliştirdiği “yapısal görüşme [structural interview]” şu alanları değerlendirmeyi hedefler: kimlik bütünlüğü, savunmaların doğası, nesne ilişkilerinin niteliği ve kendilik-öteki temsilleri, kişinin kendini gözlem kapasitesi, içsel çatışmalar, tipik aktarım ve karşıaktarım süreçleri (Horz-Sagstetter ve ark., 2018). Bu görüşme, kişilik organizasyonunu dinamik bir perspektiften değerlendirmeyi amaçlayan kapsamlı bir klinik araçtır.

    Psikodinamik Tanı Kılavuzu (PTK) [Psychodynamic Diagnostic Manual (PDM)] (Lingiardi & McWilliams, 2017) ile Ölçümlü Psikodinamik Tanı (ÖPT) [Operationalized Psychodynamic Diagnosis (OPD)] (OPD TaskForce, 2008), psikanaliz ve psikanalitik psikoterapi için tedavi planlamasını destekleme amacı taşıyan yaklaşımlardır. Her iki sistem de: bireyin kişilik örüntülerini [personality pattern] tanımlamayı, çatışmalar [conflict], savunmalar [defence], özdüzenleme [self-regulation] ve özdüşünüm [self-reflection], semptom örüntülerini tanımlama [define symptom pattern] gibi zihinsel işleyiş alanlarında ayrıntı elde etmeyi hedefler. Bu standartlaştırılmış değerlendirme yöntemlerini kullanan araştırmalar henüz sınırlıdır ve uygulamada bu sistemlerin gündelik klinik pratiğe girmesi zordur, çünkü oldukça zahmetli ve zaman alıcıdırlar. Buna rağmen, bu yaklaşımlar psikanalizin sadece klinik bilgiye dayalı bir uygulama olmaktan çıkarak, daha ampirik (deneysel ve ölçülebilir) bir yönelim benimsemesine katkı sağlar. Yine de bu geçiş, psikanalitik zihinsel işleyiş anlayışıyla uyumlu bir çerçevede kalmayı sürdürmektedir.

    Psikanalitik “tanı [diagnosis]” kaçınılmaz olarak öznel ve kişiye özgüdür; hem hastanın sunduğu özgün problemlere, hem de analistin tarzı, önkabulleri ve yaratıcılığına göre şekillenir. Bu durum, araştırmacılar açısından zorlayıcı ve sınırlayıcı olabilir; ancak klinik ve varoluşsal gerçekliği yansıttığı kabul edilir. Yukarıda betimlenen vaka farklı bir değerlendirici tarafından farklı şekilde formüle edilebilirdi (Perry, Cooper, & Michels, 1987): Kleinyen bir formülasyon, saldırganlığa çok daha fazla vurgu yapabilir; kazayı, John’un ilkel ve bölünmüş yıkıcılığının, onu tutamayan terk edici annesi bağlamında dışavurumu olarak görebilir; depresyonu ise cezalandırıcı ve intikamcı bir süperegonun tezahürü olarak değerlendirebilir. Kendilik psikolojisi [self-psychology] perspektifi, aktarım içindeki aynalanma [mirroring] unsurlarına odaklanabilirdi; terapistin hissettiği omnipotens çağrışımları, John’un tutarlı ve besleyici bir kendiliknesnesinden [self-object] yoksun olduğu koşullarda başvurduğu savunmalarla paralel değerlendirilebilirdi. Ancak tüm bu yaklaşımlar, farklı psikanalitik geleneklerin kendine özgü dil ve kavramsallaştırmalarıyla ifade edilse de, birbirine benzer dinamik temalar içerir. Bu da, psikanalitik düşüncenin çok sesliliği içinde ortak anlayış alanlarının varlığını gösterir.

    Sınıflandırmadaki zorluklara rağmen, çoğu psikanalist tanı koyma amacıyla hastayı anlamak, sorunun ciddiyetini değerlendirmek, tedaviye yön vermek ve prognoz öngörüsü yapmak için bir tür gelişimsel şema [developmental schema] kullanır (bkz. Bölüm 3). Psikolojik işlev bozukluğunun derecesini gösteren çeşitli göstergeler göz önünde bulundurulur. Bazı klinisyenler, tedavide karşılaşılabilecek muhtemel güçlükleri öngörmek için, ödipal (üç kişili, daha hafif, nevrotik) zorluklarla pre-ödipal (iki kişili, daha ağır, borderline ve narsistik) problemler arasında bir ayrım yapar. Ancak uygulamada, bir hastanın hangi düzeyde işlediğini belirlemek ya da esas sorunun bir eksiklik [deficit] mi yoksa bir çatışma [conflict] mı olduğunu ayırt etmek her zaman kolay değildir. Örneğin John’un genel uyum düzeyi açıkça nevrotikti (yani üç kişili): istikrarlı bir evliliği, düzenli bir işi ve olgunluk düzeyi vardı. Ancak yaşadığı hastalık, onun çocukluktan beri bastırdığı pre-ödipal, narsistik temaları su yüzüne çıkardı. Ebeveynleri tarafından terk edilmiş olması, onda bir eksiklik yaratmıştı; ama aktarımda ortaya çıkan duygulanım bir çatışmaya işaret ediyordu: eksiklik yüzünden öfkeliydi. Bu durum, bir hastanın nevrotik görünmesine rağmen, daha derin düzeyde erken gelişimsel yaralanmalar taşıyabileceğini gösterir. Özellikle narsistik veya borderline örüntüler, görünürdeki sağlıklı işleyişin altında kendini açığa çıkarabilir.

    Ego psikolojisi [ego psychology], gelişimsel düzeyi değerlendirmek için savunmaların olgunluk derecesini temel alır. Vaillant’ın (1986) savunma hiyerarşisi –ilkel [primitive] (örneğin, bölme [splitting]), olgunlaşmamış [immature] (örneğin, “eyleme dökme [acting out]”), nevrotik [neurotic] (örneğin, obsesyonellik [obsessionality]) ve olgun [mature] (örneğin, mizah [humour]) savunmalar- bu konuda faydalı bir çerçeve sunar (bkz. Bölüm 4). Zetzel (1968), “analiz edilebilirlik [analysability]” kavramının özünü; güven düzeyleri, kayıpla baş etme kapasitesi ve iç ve dış gerçeklik ayrımını yapabilme yetisi üzerinden anlamaya çalışır. Gelişimsel bir spektrumun bir ucunda, gerçeklikle teması sağlam olan fakat ödipal arzularını bastıran ve bu nedenle arzularında ketlenmeler yaşayan “iyi histerik [good hysteric]” yer alır (ki Zetzel bu kişiyi -hatalı biçimde- kadın olarak varsayar). Spektrumun diğer ucunda ise, ilişkileri yüzeysel olan ve bir erkekle doyum sağlayacak bir birliktelik arayışının ardında aslında sürekli besleyici bir meme arzulayan “sözde iyi histerik [so-called good hysteric] bulunur. Bu ayrım, hem savunma yapılarını hem de içsel nesne ilişkilerini temel alarak bir hastanın analiz edilebilirliğini değerlendirme girişimidir.

    Kernberg’ün (1984) Kleinyen nesne ilişkileri temelli tanısal şeması, iki temel gelişimsel görevi merkeze alır: saldırganlığın ehlileştirilmesi [taming of aggression] ve duygusal bütün nesne sürekliliğinin sağlanması [achievement of emotional whole-object constancy]. Ağır narsisistik bozukluklara sahip bireyler ne saldırgan ve genital dürtülerini kontrol altına alabilirler ne de bölme savunmasını aşabilirler. Bu tür vakalar genellikle klasik psikanalize uygun değildir; ancak modifiye edilmiş psikanalitik müdahalelere yanıt verebilirler (Stern, Diamond ve Yeomans, 2017). Kernberg’ün orta düzey narsisizm modelinde birey, “kısmi nesne [“part-object]” ilişkileri tarafından denetimsizce yönlendirilir; yani bütün insanlara bir meme, bir penis ya da bir tuvalet gibi işlevsel nesneler olarak davranır. Borderline durumlarda nesne bütündür [whole: yani, meme, penis veya tuvalet değil, bir insansır], ancak istikrarsızdır [unstable] ve yeterince bütünleştirilmemiştir [integrated]; bu nedenle sırayla idealize edilir ve aşağılanır. Nevrotik [neurotic] bireyler, istikrarlı ve bütünleşmiş ilişkilere sahiptirler ancak genital [genitally] konusunda ketlenmişlerdir. Olgun [mature] (başarılı bir şekilde analiz edilmiş ?!) birey, genitalliği sevgi dolu bir ilişki içerisinde bütünleştirebilir ve saldırganlığı uygun biçimde yönlendirebilir; bunu yaparken de başkalarını bütün kişiler olarak görmeye ve onlarla bu düzeyde ilişki kurmaya devam edebilir. Kernberg’in bu şeması faydalı olmakla birlikte, onun örtük bir etik/ahlaki şema içerdiği ve bunun yarı-bilimsel ve nesnel bir sınıflandırmaya dönüştürüldüğü not edilmelidir.

    Psikanalize uygun hastaların seçilmesi

    Yukarıda anlatılanların ima ettiği üzere, bir kişinin psikanalize “uygun [suitable]” olup olmadığını belirleyecek basit bir formül yoktur; ancak tanısal şemalar, olası sakıncalara işaret etmek ve yardımcı olabilecek teknik yaklaşımları önermek açısından yararlıdır. Karar her zaman bağlamsal [contextual] olacaktır; yani analist ile hasta arasındaki ilişkiye ve onların karşılıklı koşullarına bağlıdır. Eğer bir psikodinamik yatılı ya da gündüz hasta tedavi ortamı mevcutsa, özel muayenehane uygulamalarına kıyasla daha akut hastalar psikanalitik olarak tedavi edilebilir. Bağlamsal bir başka boyut da yaştır. Freud (Jung’un aksine), 40 yaşın üzerindeki bireyler için analiz yapılmasına karşı uyarıda bulunmuştur; bu kişilerin değişim için gerekli zihinsel esnekliğe sahip olmadığını düşünmüştür -ki bu oldukça ilginçtir, çünkü Freud psikanalizi ancak kendisi kırklı yaşlarına geldikten sonra icat etmiştir. Günümüzde yaşlı bireylerin de başarılı bir şekilde tedavi edilebildiği açıktır (Couve, 2007; Valenstein, 2000); dahası, psikanalitik vakaların giderek artan bir oranı bu yaş grubundan gelmektedir -ki bunun nedeni kısmen bu bireylerin bu denli pahalı ve yoğun bir tedaviyi karşılayabilecek durumda olmalarıdır. Özetle, “analize uygunluk [analysability]” nesnel bir ölçüt değildir; etkileşimsel ve hatta sosyolojik bir fenomendir.

    Thomä ve Kächele (1987), Freud’un (1905b) bu konuyla ilgili olarak yaptığı iki görünüşte çelişkili ifadeyi karşılaştırırlar (italikler bize aittir):

    Tam anlamıyla emin olmak için, hasta seçimimizi normal zihinsel duruma sahip olanlarla sınırlamalıyız; çünkü psikanalitik yöntemde bu durum, nevrotik belirtiler üzerinde denetim sağlamak için bir dayanak noktası olarak kullanılır.

    (Freud, 1905b, s. 263)

    Ama:

    Psikanalitik terapi, varoluşa kalıcı olarak elverişsiz olan hastaların tedavisi yoluyla ve onlar için yaratılmıştır.

    (Freud, 1905b, s. 262)

    Thomä ve Kächele, Freud’un iki çelişkili gibi görünen ifadesini şu veciz sözle uzlaştırırlar: “Yeterince hasta ki ihtiyaç duysun, yeterince sağlıklı ki dayanabilsin.” Farklı yazarlar tarafından listelenen dahil etme ve hariç tutma kriterleri, değerlendiricinin bir yandan hastalık [illness] ve ihtiyaç [need], diğer yandan ise sağlıklı sağlamlık [healthy robustness] arasında denge bulmasına rehberlik eder. “Aktarım nevrozu [transference neurosis]” kavramı, bu gerekliliğin özünü yakalar: Eğer psikanaliz başarılı olacaksa, hastalık hem ortaya çıkmalı hem de terapötik ittifak içinde tutulabilmelidir. Burada Malan’ın (1979) “artan rahatsızlık yasası [law of increased disturbance]” da geçerlidir: Tedavi sürecinde, hasta muhtemelen işlevselliğinin en bozulmuş düzeyini sergileyecektir. Winnicott’tan esinlenen Casement (1985), bunu hastanın ilk travmasını “her şeye kadirlik alanına [within the area of omnipotence]” getirmesi için gerekli bir süreç olarak görür.

    Psikanalize elverişli veya elverişsiz faktörler üç başlık altında toplanabilir: geçmiş öyküden elde edilen kanıtlar, görüşmenin içeriği ve hastanın kendisi hakkında konuşma tarzı ve yaklaşımı (Malan, 1979; Tyson & Sandler, 1971). En az bir iyi ilişki öyküsü (Erikson’un [1963] “temel güven [basic trust]” kavramına işaret eder) ve bazı olumlu başarı örnekleri teşvik edici olarak değerlendirilir. Bağımlılık, düşük hayal kırıklığı toleransını düşündüren ciddi yıkıcı ya da kendine zarar verici davranışlar; stres karşısında uzun süren psikotik çöküntü öyküsü; ya da yerleşik somatizasyon (eşlik eden “ikincil kazanç [secondary gain]” ile birlikte) değiştirilmemiş [temel] psikanaliz için göreceli kontrendikasyonlar olarak kabul edilir. Ağır obsesif nevroz vakaları başlangıçta psikanalitik olarak tedavi edilebilir kabul edilse de (Freud, 1909), bu hastalar günümüzde en iyi şekilde ilaç ve bilişsel davranışçı terapinin bir kombinasyonu ile tedavi edilir. Ancak obsesif kişilik yapıları, psikanalitik tedavide sık karşılaşılan hasta gruplarındandır. Semptomlara yönelik etkili tedavi seçeneklerinin (bilişsel davranışçı ve farmakolojik) mevcut olması nedeniyle, psikanalize alınan hastaların önemli bir kısmında karakter bozukluğu (kişilerarası ilişkilerde sürekli sorunlara yol açan ve zaman zaman depresyon ya da anksiyete gibi bozukluklara neden olan kalıcı yapısal özellikler) bulunma olasılığı yüksektir. Bu kendine zarar veren ya da yıkıcı örüntülerin değişmesi, yalnızca semptomatik tedaviyle mümkün değildir; dolayısıyla bu vakalar psikanalitik yaklaşıma daha uygun olabilir.

    Daha önce tartıştığımız gibi, görüşme içeriğindeki temel özellikler, hastanın çalışma ittifakı kurma kapasitesi ve deneme yorumlarına duygusal tepkisidir. Hastanın anlatı tarzı, onun ne kadar “psikolojik zihinlilik sahibi” ya da “erişilebilir” olduğunu ortaya koyar; bu terimler, bir dizi psikolojik işlevi özetler: kendini dışarıdan görebilme kapasitesi (Sandler, 1992), iç dünyası üzerine düşünebilme yetisi (Coltart, 1986), psişik acıya tahammül edebilme, egonun hizmetinde gerileyebilme (Kris, 1956), “otobiyografik yeterlilik” (Holmes, 1992), “düşünce akışkanlığı” (Limentani, 1972), öz-düşünümsel işlev ve zihinselleştirme (Bateman & Fonagy, 2019).

    Son olarak, belirsiz ve zor tanımlanabilir bir boyut olan motivasyon [motivation] muhtemelen belirleyici önemdedir. Tedaviyi kendiliğinden arayan, buna güçlü bir şekilde ihtiyaç duyan, bu süreç için çaba harcamaya istekli olan ve hem sürece hem de analistine olumlu bakan bir hasta, büyük olasılıkla iyi sonuçlar alır; zorlukların üstesinden gelir, fedakârlık yapar ve regresyonlarla baş edebilir. Belki de Freud’un (1912), hastanın iyi bir “ahlaki gelişim”e [ethical development] sahip olması gerektiğinden bahsederken kastettiği budur. Symington’ın (1993) sözünü ettiği, narsistin “içsel sabotajcısını [internal saboteur]” dengeleyen temel bir iyilik kıvılcığı da bu olabilir. Bu noktada, analist, nevrozun karanlık manzarasıyla yan yana var olan o sağlığa yöneliş güdüsünün koruyucusu ve savunucusudur; sınıflandırmaya direnen ama başarılı bir terapötik ilişkinin özünü oluşturan umut verici bir olasılıktır bu.

    Kaynak:

    Okuduğunuz metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice kitabının 7. bölümünün çevirisidir. Kitabın tamamı için şuraya bakabilirsiniz.