nesne iliskileri

Nesne İlişkileri (9. Bölüm)

Photo of author

Editör

Herhangi bir çocuğun, bir kaleydoskopa bakamadan büyümesinin üzücü olduğunu düşünüyorum. Kaleydoskop, çocuğun ellerinin en ufak bir hareketiyle anında değişebilen, renkler, desenler ve ışıklarla dolu büyülü bir dünyadır. Nasıl çalıştığına gelince, kaleydoskopun içinde gevşek, renkli objeler (boncuklar, çakıl taşları, cam parçaları) içeren bir ayna çemberi bulunur. İzleyici bir ucundan baktığında, diğer ucundan giren ışık, aynalardan yansıyarak sonsuz sayıda renkli desen oluşturur.

Bu kitap yolculuğunda birlikte kesinlikle kaleydoskopik bir yere girmek üzereyiz. Renkli cam parçalarını önceden sayacağımızı söyleyebiliriz: birkaç yeşil, birkaç kırmızı, birkaç sarı, birkaç mavi parça. Bunları düzgün küçük yığınlar halinde düzenleyebilir ve tam boyutlarını ve şekillerini bilebiliriz. Ancak, bu cam parçaları psikoterapötik ilişkinin kaleydoskopuna yüklendiğinde, karışacaklar ve kesinlik dünyası, daha önce hiç görmediğimiz desenler, renkler ve şekillerle dolu bir dünyaya dönüşecek.

En azından renkli cam parçalarını birlikte seçelim: “nesne ilişkileri” bir büyük yığında, yanındaki yığında “aktarım,” bir başka yığında “karşı aktarım” ve onun yanında yansıtmalı özdeşim. Kaygılar— belki savunmalar da o yığının içinde. Yığınları teker teker incelemeye çalışacağız, ama nihayetinde bunları bir araya getirmenin (ve girdabın) mucizesi bizi bekliyor olacak.

Teori Üzerine Birkaç Söz

Keşfetmek üzere olduğumuz cam yığınları, bize terapi için gelen bireyleri anlamamız açısından terapötik ilişkiye bakış yollarıdır. Anlama, içten dinlemenin ve hastalarımızla karşılaşma, girdap ve çökme anlarında öznelerarası alana girmenin ardından gelir. Ama dinlerken karşılaştıklarımızı anlamak—bir hastanın içsel kalıplarının nedenlerini ve bu kalıpları yerinde tutan kök sistemlerini anlamak—nadiren kendiliğinden ortaya çıkar. İşimizin en önemli parçalarından biri, olayların altındaki psikolojik gerçeği anlama kapasitemizdir. Gerçek, güçlü bir değişim aracıdır. Empatinin rahatlık getirebileceği yerde, gerçekler özgürlük getirebilir.

Bu nedenle, psikodinamik psikoterapistler olarak, teori bizim dostumuzdur ve anlam sanatı konusunda kesinlikle yardımcı olur. Teori, kafa karışıklığımızı birleştirir, bağlar. Bize kelimeler verir. Nereye bakmamız gerektiğini söyler. Bizi kuşatır. Teori, bizi şimdiki ana, bu hastaya getiren alandaki dahilerin algılarını hizmetimize sunar. Lenslerimizi odaklar ve böylece aksi takdirde gözden kaçırabileceğimiz şeyleri görmemizi sağlar.

En küçük kız kardeşim Suzi, yedinci sınıfta gözlük aldı. Uzaktan ağaçların yapraklarını hiç görmemişti ve görülebileceğini hiç bilmiyordu. Yeni gözlükleri, kendi kaynaklarına ve kendi gücüne bırakıldığında ona bulanık kalacak olan herşeyi netleştirmesini sağladı. Teori de böyle çalışır. Odağımızı keskinleştirir; belki de sonsuza kadar belirsiz kalacak olan şeyleri görmemizi sağlar veya daha kötüsü, üzerine düşene kadar fark etmeden gözden kaçıracağımız şeyleri görmemizi sağlar.

Medya psikologlarını dinlemekten acı verici bir şekilde haberdar olduğunuz gibi, hepimiz teoriyle çalışırız. Bazıları tamamen kendi deneyimlerinden çıkarır. Greenberg ve Mitchell’den (1983: s. 3) alıntı yapmak gerekirse,

Her analist, en teorik olmayan bile, en azından dolaylı olarak bir teorisyendir. Bir hastadan duyulanlar, yaşam hakkında bilinenler tarafından şekillendirilir; analistin kendisine bile açıklamasa da bir teori tarafından biçimlendirilir ve bu teori, teknik literatürün içinde ve dışında okuduklarından, gördüklerinden ve yaşadıklarından türetilir.

O zaman, psikodinamik psikoterapide anlamlandırma işini derinden bilgilendirebilecek birkaç teoriye birlikte bakalım. İlk olarak “Nesne İlişkileri” olarak adlandırılan teoriye bakacağız. Bu teori, insanların kendileriyle, başkalarıyla ve terapistler olarak bizlerle ilişkilerinde kendilerini benzersiz şekillerde nasıl konumlandırdıklarını anlamak için temel bir “meta-harita” sağlar.

Nesne İlişkileri?

İlk olarak, “Nesne İlişkileri” isminden bahsedeceğim. Bazı nesiller arası isimler bir sonraki kuşağa taşınmamalıdır. “Nesne İlişkileri Teorisi” de bu isimlerden biridir. Resmen bu isim 1952’de Ronald Fairbairn tarafından verilmiştir (Fairbairn, 1952) ve aslen Freud’u dürtü teorisinin ilk yaratıcısı olarak kabul ettirmek için yapılsa da , dürtü teorisinden uzaklaşmak için bir dönüm noktası görevi görmüştür. Freud, “İçgüdüler ve Değişimleri” adlı makalesinde bir dürtünün üç temel özelliğini tanımlamıştı (Freud, 1915b: s. 121–122). Bir dürtünün kaynağı (fizyolojik), amacı (tatmin: sinir sistemi uyarımın boşaltılması veya ifadesi) ve nesnesi (dürtünün yönlendirildiği son derece değişken varlık) vardı. Bir dürtünün nesnesi yiyecek, seks, belirli bir insan veya bir dizi değiştirilebilir olasılık olabilirdi. Nesne İlişkileri Teorisi, dürtünün bu üçüncü yönünü ele alır ve teorik olarak

insan “nesnesinin” en birincil ve zorlayıcı nesnemiz olduğunu öne sürer. Nesne İlişkileri Teorisi’nin gerçekten insan olan nesnelerle olan ilişkimize odaklanması ve bunu ayrıntılı olarak açıklaması, son altmış yılda psikanalitik söylemin gidişatını değiştirdi. Ancak, Nesne İlişkileri Teorisi ne kadar zengin hale gelirse gelsin, hala bu isimle yaşamak zorundayız. Lisemin adının hala Mother Butler (Rahibe Butler, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde hıristiyan kız okullarının açılmasına öncülük etmiş bir rahibe) Memorial Lisesi olması gibi.

Ancak Nesne İlişkileri Teorisi gerçekten de isminin ötesinde yaşıyor. Psikodinamik psikoterapiye yoğun bir şekilde iki kişilik bir odak kazandırıyor. Burada bunun en yalın şemasını sunacağım çünkü çok sayıda yazar benden önceki konuşmayı çok güzel yaptı (özellikle Greenberg & Mitchell, Sandler, Ogden, St. Claire, McWilliams ve diğerleri)ama birkaç temel noktayı ortaya koymama izin verin. Önceden belirteyim ki, “teori” gerçekte “teoriler”dir: Bu teori alanında zaman içinde yazmış olanların kümülatif (ve bazen de farklı) söylemidir.

Kendilik ve Öteki, Perspektifler ve Tercihler

Nesne İlişkileri Teorisi’ne göre, ilişkilerdeki eğilimlerimiz ve kalıplarımız esasen üç şeye dayanır. Öncelikle, kişilerarası alan hakkındaki algımıza: diğer kişiyi nasıl gördüğümüze—onların güvenliği, güvenilirliği, itibarı, bizi anlama ve kabul etme kapasitesi, bizden beklentileri vb. İkinci olarak, kendi içsel alanımızla ilgili kalıplarımıza: kendimizi nasıl gördüğümüze—değerli, değersiz; saygı görme, kötü muamele görme, hayal kırıklığı yaşama hakkı gibi. Son olarak, ikisi arasındaki etkileşim (interface): algılanma ve muamele görmeyi tercih ettiğimiz yollar – veya kişilerarası ve içsel alanların karışımında ne talep ettiğimiz ve neyi çektiğimiz. Bu, Nesne İlişkileri Teorisi’nin odaklandığı konulardır. Ayrıca, bu ilişkisel perspektiflerin ve tercihlerin nasıl kazanıldığını açıklamaya çalışır.

Kendilik

Herkesin kendine dair bir görüşü vardır. Kendimizi belirli şekillerde görürüz: yetenekli, sevilen, bilge, mücadele eden, yanlış anlaşılan, yalnız, nazik, bakım veren, düşünceli, yabancılaşmış, görünmeyen, etkisiz, yetkin, hayatta kalan, neşeli, bağımlı, garip, depresif, güçlü, takdir edilen, kararlı, kaygılı, paranoyak, parçalanmış. En temel düzeyde, kendimizi sevgiye layık olup olmadığımızı görürüz. Bu kendilik tanımlamaları anlık olarak, yaşam olaylarıyla veya ruh halimizle değişebilir. Ancak, kendimizi deneyimleme biçimimizi tanımlayan belirli bir tutarlılık gösteren özelliklerimiz genellikle mevcuttur.

Öteki

Hepimizin başkalarını gördüğümüz belirli filtreleri vardır; başkaları hakkındaki seçici algımızı yöneten filtreler. Bu filtreler genel olabilir (gerçekten kimseye güvenemezsin ) veya daha spesifik (yakışıklı, dışa dönük erkekler özünde narsisisttir) olabilir. Hiç kimse filtresiz değildir. Hepimiz başkalarını önceden var olan bir prizma kümesinden görürüz. Kimse filtrelerden muaf değildir. Hepimiz başkalarını önceden var olan bir dizi prizma aracılığıyla görürüz. Her birimizin belirli bir kişiyi başkalarının algılarıyla karşılaştırdığı, ancak kişinin karakteri, motivasyonu, hoşluk derecesi, samimiyeti gibi konularda zıt sonuçlar bulduğu deneyimleri olmuştur. Ayrıca, birini başlangıçta belirli bir şekilde gördüğümüzü ve zamanla, görüşümüzü yavaş yavaş rafine edip gözden geçirdiğimizi de deneyimlemişizdir. Özellikle başlangıçta, filtreler aracılığıyla görürüz.

Etkileşim

Hepimizin ilişkilerimizde tercih ettiğimiz bir etkileşim stili [style of interface] vardır: nasıl algılanmak istediğimiz, nasıl ilişki kurmak istediğimiz, bizi rahat hissettiren bir şekilde görülmek ve bağlantı kurmak gibi. Genellikle farklı bağlamlar ve ilişkiler boyunca belirli bir duyguyu bilinçsizce sağlamaya çalışır ve başkalarını bizi görmek istediğimiz şekilde görmeleri, bize istediğimiz gibi davranmaları için çekiştirmeye çalışırız. Tanıdık olduğumuz biçimlerde algılanmak ve davranılmak için çalışırız. Bu hedeflere ulaşmak için tanıdık yöntemler ve hareketler kullanırız. Ben bunlara ilişkilerdeki “dönüşümüz (spin)” diyorum. Örneğin, saygı görmek isteyebiliriz, sıcak olarak deneyimlenmek, bakım görmek, dinlenmek, bağımsız, akıllı veya yaratıcı olarak görülmek, “sorumluluk almak,” barış sağlamak, gerçeği söylemek veya bunların herhangi bir kombinasyonu olmak isteyebiliriz. “Üstte” veya “altta” olmak için sürekli olarak rol kapışabiliriz, ya da gizli kalmak veya hatta göz ardı edilmek ve kötü muamele görmek daha rahat olabilir. Davranışlarımızı—dönüşümüzü (spin)—bilinçsizce şekillendirir, öngörür ve kısıtlarız, böylece alışık olduğumuz, bizim için normal olan şeyleri elde ederiz.

Burada önemli bir sonuç var: Kendimiz ve öteki hakkındaki kavrayışlarımız ve nasıl görünmek ve muamele edilmek istediğimiz, öteki olarak en yakın ve en samimi ilişkiler kurduğumuz kişilerle büyük ölçüde ilişkilidir. Sanki yol boyunca bir dizi dans adımında ustalaştırıyormuşuz gibi. Bu adımları farklı insanlarla deneriz. Bazı insanlar bizimle hiç dans edemez. Bazıları bizim ritmimize mükemmel bir şekilde uyum sağlar ve hatta bazı adımlarımızın arkasında ne olduğunu bile bilir gibi görünür. Bunlar, hayatımız boyunca tanıdığımızı hissettiğimiz insanlardır. İlişkisel olarak, alışık olduğumuz ve yol boyunca pratik yaptığımız şeyleri elde ederken en rahat olduğumuz yer burasıdır çünkü iyi ya da kötü, dansımızın tam olarak nasıl gittiğini biliyoruzdur. Örneğin, kaotik bir ortamda büyüdüysek ve rolümüz gözlemci ve arabulucu olmaksa, düşük çatışmalı bir ilişkinin keyfini özleyebiliriz, ancak kaosun olmadığı ilişkilerde bilinçsizce sıkılabiliriz. Ebeveynler ve aile üyeleriyle az bağlantı kurarak büyüdüysek, bir gün böyle bir bağlantıya sahip olmayı hayal edebiliriz, ancak bizi daha sık veya daha samimi etkileşimlere çekmeye çalışanlar tarafından boğulmuş hissedebiliriz. Tanıdık olana yöneliriz; zamanla öğrendiğimiz ve pratik yaptığımız dans adımlarını kullanma eğilimindeyizdir.

Tanıdık olana kaçınılmaz ilgimiz, Nesne İlişkileri Teorisi’nde büyük bir aksiyomdur ve “tanıdık şekillerde algılanmak ve muamele görmek” için çabaladığımız gözlemini, ona gereken önemi vermeden, göz ardı etmek çok kolay olurdu. Bu nedenle, bir dakikanızı ayırıp şu soruları düşünmek iyi olabilir: “Sizin belirli ‘dönüşünüz’ (spin) nedir?” “Başkaları tarafından nasıl algılanmak, görülmek, muamele edilmek istiyorsunuz, buna ihtiyaç duyuyorsunuz ve bunun için çalışıyorsunuz?” “Olağanüstü bir şekilde anlaşılmadığınızı hissettiğinizde, birinin anlamadığı şey nedir?” Bu sorular aynı sonuca çıkar: Başkalarının bizi tanıdık yollarla karşılaması için (genellikle bilinçsizce) çalışırız.

Nesne İlişkileri Teorisi, ilişkisel “dönüşümüzü”(spin): nasıl karşılanmak ve algılanmak için pozisyon aldığımızı; ve ilişkisel “filtrelerimizi”: diğer kişileri ve kendimizi gördüğümüz temel şablonları açıklamaya çalışır . Teori, bu tür seçicilikler ve ilişkisel eğilimlere nasıl sahip olduğumuzu ayrıntılarıyla açıklar.

Kısa Bir Reklam

Daha ileri gitmeden önce, Nesne İlişkileri Teorisinin reklamını yapmak istiyorum. Terapist olarak işimizin büyük bir kısmı, kendilerini ve ötekilerini (ve bizi) zarar verici şekilde gören ve bu ilişkilerde eşit derecede zarar verici davranışlarda bulunan insanlarla ilgilidir. Ancak pratikte kısa bir süre sonra, bu tür görme ve olma yollarının tartışarak veya mantıkla kolayca değişmediğini keşfederiz. Birinin psikolojik alanında kolayca kenara atılabilecek bir çakıl taşı gibi görünen şey, genellikle bu kişinin dünyasının merkezine bağlı olan çok daha büyük bir şema setine yapışmış olarak ortaya çıkar! Bu nedenle, klinisyenler olarak, bu gizli altyapıları (kendimizde ve hastalarımızda) anlamak için teorik araçlara sahip olmak, uygun saygı, uygun perspektif ve uygun sabırla hareket etmemize yardımcı olur.

Kendilik  ve Ötekinin Kökenleri: Deneyimle Bilgilendirilmiş “Modeller”

Kendiliğimiz ve ötekiler hakkındaki görüşlerimizi ve bunlar arasındaki arzu edilen etkileşim biçimini nasıl ediniriz? Nesne İlişkileri Teorisinin öne sürdüğü basit bir şematik form, “dönüşlerimizin” ve “filtrelerimizin” insan gelişim sürecinin çok erken aşamalarında edinilmeye başladığıdır.

Şöyle ki biz bebekler olarak, bizden önce var olan bir kişilerarası çevreye gireriz. Bu önceden var olan ortama, “doğa/yetiştirme” (nature or nurture) denkleminin “doğa” kısmını oluşturan belirli bir gen karışımıyla gireriz. Sonrasında, belirli bir deneyim setine sahip oluruz (bu da “yetiştirme” kısmıdır) ve bu, kişilerarası dünya hakkında bir psişik izlenim oluşturmamıza neden olur; adeta bir kişilerarası model inşa ederiz. (Burada Lacan’ı (1953) eklersek, bizi önceden belirli kültürel ve dilsel bir çevreye alındığımızı ve bunun da bizi önceden ayrıcalıklı kıldığını ve sınırladığını belirtebiliriz).

Bu model, teoriye göre bebeklik döneminde inşa edilmeye başlanır ve bu model, ötekinin (“nesne”) bize nasıl davrandığını ve bizi nasıl algıladığını içeren bir ve ayrıca bu ilişkideki kendiliği içeren birer resimden oluşur. Ötekinin ve kendiliğin resmi, yaşamın en erken günlerinden itibaren şekillenmeye başlar. Winnicott’u açımlamak gerekirse, biz bebekler olarak, annemizin bize olan muamelesinden ne deneyimliyorsak o deneyimlerden kendimize dair bir resim oluştururuz: onun bize nasıl baktığı ve bizi nasıl gördüğü. Doğrudan alıntı yapmak gerekirse, “Aynanın öncüsü annenin yüzüdür” der. Winnicott aynı bölümde şöyle detaylandırır, “Genelde, bebek [anne ile bakışmalar sırasında] kendisini görür… Bebek açısından annenin neye benzediği, annenin orada ne gördüğü ile ilişkilidir” (Winnicott, 1967: s. 112). Winnicott’a göre, ilk anlarımızdan itibaren, birincil bakım verenlerimizin bize nasıl baktığı, nasıl davrandığı ve nasıl tepki verdiğine dayalı olarak içsel ve kişilerarası gerçekliğimizin modelini inşa ederiz.

Bu durumu daha somut hale getirmek için, uyuşturucu bağımlısı bir annenin bebeği olma deneyimini hayal edin. Hayata doğum öncesi aldığımız uyuşturucudan yoksunluk yaşamanın getireceği büyük fiziksel acı ve rahatsızlıkla başlamak zorunda kalırdık. Bu, Dünya Gezegenine ilk gelişimizi acı verici bir deneyim haline getirirdi. Sonra, yüzde yüz bağımlı olmanın fiziksel deneyimi olurdu, ancak en temel ihtiyaçlarımızı bile sürekli olarak anlayıp karşılayamayan biri tarafından bakım verilmek zorunda kalırdık. Ve—bunu hayal etmek zor olabilir— ama bu anları nasıl değerlendireceğinizi düşünebileceğiniz bir dilinizin olmadığını hayal edin. Buna ek olarak, çabalarımızın alıcı ucunda orada olamayan biriyle bir bağ kurmaya çalışmanın getirdiği kademeli psikolojik hayal kırıklığı olurdu.

Diyelim ki bu aynı düzeydeki tutarsızlık saatler, günler boyunca, gelişimimizin en erken evreleri boyunca devam etti. Şimdi, bu biçimlendirici zaman diliminde, sağ beynimizin duygusal ve kişilerarası dünya hakkındaki temel izlenimlerini oluşturduğumuzu ve bu dünyayı yönetme yollarımızı aktif bir şekilde bağlantıladığımızı ekleyin. Perspektif veya mantık araçlarımız elimizde olmazdı. Bu araçlar gelişimimizin çok daha ileriki dönemlerinde gelir. İnsanların güvenliği ve kendi değerimiz hakkında, birinin dikkatini hak edip etmediğimiz konusunda kelimelere dökülemeyen, ama güçlü hipotezler oluşturma olasılığımız yüksek olurdu.

Bu geçici hipotezler zamanla sürekli olarak pekiştirildiğinde, Mary Ainsworth’un “güvensiz bağlanma” stili olarak adlandırdığı duruma ilerleyebiliriz (Ainsworth et al., 1978). Ainsworth ve ardından gelen birçok bağlanma araştırmacısı, bebek gelişiminin birinci yılı kadar erken bir dönemde, bazı bebeklerin “kaçıngan (avoidant),” “ikircikli” (ambivalent) veya “düzensiz” (disorganized) olmak üzere üç alt türünden birinde bu “güvensiz” bağlanma stilini sergilediklerini gözlemlemiştir; bu, doğa ve yetiştirme(natüre or nurture)  unsurlarına bağlıdır. Buna karşılık, ihtiyaçlarına ve bireyselliğine daha iyi uyum sağlayabilen ebeveynlere doğan bir çocuk, bir yaşına geldiğinde ölçülebilir derecede “güvenli” bir bağlanma geliştirebilir. Buna, insanların genel güvenliği ve bu çocuğun doğuştan gelen değeri hakkında, yine birinin dikkatini hak etme bağlamında, farklı başlangıç (kelimelere dökülmemiş) hipotezler eşlik eder.

Kuramsal Arka Plan

Bazı Nesne İlişkileri Teorisi prensiplerine güven kazandırmak için, burada bir dakika boyunca bu teoriyi güncel bağlanma ve kişilerarası nörobiyoloji araştırmalarından birkaç şeyle aydınlatmak faydalı olabilir. Artık, dil geliştirmeden önce, yaşamın ilk on sekiz ayında, bebeklerin beyinlerinde ve deneyimlerinde sessizce çok sayıda inter- ve intra-kişisel (kişilerarası ve içsel) eylemin gerçekleştiği açıkça ortaya konmuştur (Schore, 2012). Bu erken günlerin gözlemcileri olarak bir bebeğe doğrudan ne düşündüklerini/hissettiklerini/ötekiler veya kendileri hakkında ne inşa ettiklerini soramasak da, bir çocuğun kişilerarası çevresine yönelik bazı sözsüz uyarlamalarını gözlemleyebiliriz ve nihayetinde bu manzarayı net bir şekilde geriye dönük olarak görebiliriz.

Bebeklerle ilgili araştırmacılar, savaş veya ebeveyn hapsi ya da ölümü gibi nedenlerle yetim kalan ya da kronik olarak uyumsuz, ihmal edici veya şiddet dolu ortamlarda yetiştirilen bebekler, küçük çocuklar ve çocukların davranış ve duygusal örüntülerinde ortaya çıkanları dikkatlice incelerler. Bu tür “doğal” deneylerden, belirli erken duygusal yoksunluklarla güçlü bir şekilde ilişkili olan kişilerarası ve içsel sonuçlar olduğunu biliyoruz ve kendilik kavramı (kendilik değerine dair duygular) ve öteki kavramı (temel güven) oldukça tutarlı bir şekilde etkilenir. İnsanlığın temel yönlerinden olan güvene karşı güvensizlik; ilişkide güvenlik ve sevgi duygularına karşı şüphe ve temkinlilik duyguları; öz takdir ve kabul duygularına karşı öz nefret duyguları, işte bunlar bebek gelişiminin en erken günlerinde ve aylarında tehlikede olan şeylerdir.

Kendilik ve öteki kavramlarının (ilk olarak bir yaşında ölçülebilir) zamanla izlerini sürdük ve çocuklar olgunlaşma basamaklarında ilerlerken güçlü tutarlılıklar bulduk. Kasıtlı müdahale olmadan, güvensiz bağlanmış bir yaşındaki çocuklar, güvensiz (“kararsız,” “kaçıngan” veya “düzensiz”) bağlanmış beş yaşındaki çocuklara dönüşür, bu da kararsız, kaçıngan veya düzensiz sekiz yaşındaki çocuklara dönüşür ve bu çocuklar bu örüntüleri ergenliğe taşır ve nihayetinde yetişkin olarak da aynı ilişkisel örüntüleri sergiler. Bu tutarlılıklar, bağlanma araştırmacılarının boylamsal çalışmalarında (Waters ve diğerleri, 2000) güçlü ve iyi yerleştirilmiş durumdadır.

Ek olarak, güncel fonksiyonel MRI teknolojileri sayesinde, artık son derece olumsuz ilişkisel ortamlarda yetişen çocukların beyinlerinde belirli nörolojik bozulmaları gözlemleyebiliyoruz. Bunlardan ikisini özellikle klinik açıdan önemli buluyorum.

İlki, böyle son derece olumsuz ortamlardaki çocuklar için, genç çocuğun kendini yatıştırma stratejisi olarak dissosiyasyonu kullanma sıklığında belirgin değişiklikler olabileceğidir. Bu değişiklikler, dissosiyasyonu yöneten nörolojik yollarda kalıcı değişikliklerle birlikte gelir ve bu durumun kişinin ilerleyen yıllarında daha olası ve belirgin hale gelmesine neden olur (Schore, 2009).

İkincisi, bazı çocuklarda kendilik ve ötekine aracılık eden orbitofrontal merkezlerin bozulmalarını gözlemleyebiliyoruz—bu, içsel ve kişilerarası dünyamızı uygun bir şekilde bütünleştiren beyin bölgesindeki kalıcı değişiklikleri ifade eder. Bu nörolojik değişiklikler çok erken yaşlarda, hayatın ilk on sekiz ayında bile gözlemlenebilir (Gerhardt, 2004; Schore, 2009; Siegel, 2012).

Bu örnekleri paylaşarak, alanımızdaki teorisyenlerin bilimsel topluluğun yeterince hassas ölçüm araçları geliştirmeden çok önce gözlemledikleri olgulara güvenilirlik kazandırmak istiyorum. Beyinlerimiz yaşam boyu plastiktir ve yaşam boyunca yeniden yapılandırma çabalarına açıktır. Ancak temel izler—kendilik ve ötekiler hakkında kemiklerimizde bildiğimiz şeyler—deneyimimizin erken dönemlerinde oluşur ve ilk başta doğru bir şekilde yapılandırılmaları çok daha kolaydır; sonradan yeniden yapılandırılmaları ise çok daha zordur.

Nesne İlişkilerine Geri Dönüş

Nesne İlişkileri teorisyenleri, başlangıç günlerimizden ve aylarımızdan edindiğimiz içsel ve kişilerarası verileri kullanarak kendimizde bir dizi duygusal beklenti oluşturduğumuzu öne sürmüşlerdir. Bunun avantajı, sonraki insan etkileşimleri için ne bekleyeceğimizi ve ne yapacağımızı öngörme ve hazırlık yapma yeteneğidir. Bu zamanla biriktirdiğimiz beklentiler, bizi daha verimli hale getirir. Kişilerarası ve içsel çarkı her seferinde yeniden icat etmek zorunda kalmayız ve eğer dünyanın zaten nasıl olduğunu biliyorsak sürpriz veya hayal kırıklığı yaşamayız. Artık deneyime karşı hazırız (veya açığız).

Düşündüğümüzde, bu, genel olarak insan olmanın öğrenme eğilimiyle tamamen uyumlu bir durumdur. Önceki deneyimlerimiz, yeni şeyler için öngörüde bulunmamıza ve hazırlanmamıza yardımcı olur, ister uzun bölme işlemlerini öğrenmek olsun, ister kişilerarası manzarayı değerlendirmek olsun. Fark şu ki, çok erken yaşlarda (örtük olarak, duygusal olarak bağlantılı sağ beyinle) öğrendiğimiz şeyler, gerçekten çok iyi öğrenilir ve okulda öğrendiğimiz şeylere göre daha az değişime veya revizyona tabidir. Kalanlı  bölme işlemini “sadece biliriz,” ancak kime ve neye güvenmeyeceğimizi ” kemiklerimizde biliriz.”

Alıştırma Mükemmelleştirir

Şimdi, Nesne İlişkileri Teorisi’nde bir adım daha ileri gidelim. Kendimiz için bir tür içsel referans bankası oluşturduğumuzu söylemiştik, bu banka ötekinin ve kendiliğin izlenimlerini içerir. Nesne İlişkileri’ndeki araştırmacılar ayrıca zaman geçtikçe bu izlenimlerin giderek daha fazla içsel ve kişilerarası özgüllüğe sahip olmaya başladığını ileri sürerler. Zamanla, belirli çocukluk çevremizi idare etme açısından kişilerarası daha akıllı hale geliriz.

Bu ne anlama geliyor? Bu, bakım verenlerimiz olarak karşımıza çıkan belirli insanlarla ve aile yapılandırmasındaki diğer her şeyle başa çıkmak için duygusal araçlar geliştirdiğimiz anlamına geliyor. Bu, belirli bir spor için kas geliştirmeye benziyor. O spor için sürekli antrenman yapıyoruz. Bu sporda daha güçlü ve daha sofistike hale geliyoruz. İlgisiz bir sporu denersek, ilk başta ne kasımız ne de tekniğimiz olur. Tenis kortunda mükemmel olabiliriz, ancak futbol sahasında nispeten sakar ve hantal olabiliriz.

Eğer bir çocuk duygusal olarak zorlu bir ortamda büyüyorsa, kendi doğal yeteneklerine göre bu ortamı yönetmek için en uygun stratejileri öğrenmeye mental ve duygusal kaynaklar ayıracaktır. Örneğin, bir çocuk, babanın alkolik ve annenin onunla etkili sınırlar koymakta başarısız olduğu bir ailede büyüyorsa, çocuğun görevi, işe yarayan ve mümkün olan her şekilde babası sınırını aştığında nasıl hareket edeceğini öğrenmektir ve bu çocuğun elindeki kaynaklara bağlıdır. Bu, erken belirtileri okumayı, uyum sağlamayı, görünmez olmayı veya diğer çocuklara bakmayı içerebilir; Ayrıca, eğer anne, baba sarhoş ve tehlikeli olduğunda kırılgan ve yetersizse, çocuğun görevi, yine, mümkün olan her şekilde annesini nasıl yöneteceğini, korkularını nasıl sakinleştireceğini veya onu nasıl güvende tutacağını öğrenmek olacaktır. Ayrıca, tabii ki, bu çocuk tüm bu anlaşmazlıklar arasında kendisinde korku, denge sağlayıcı olarak hissetme ve bunların altında, sıklıkla çocukların düşünce süreci olarak, tüm bunlara (sihirli bir şekilde) sebep olduğu duygularını da yaşayacaktır.

Şimdi, metaforları tenisten akademik hayata çevirerek, o çocuk büyüdüğünde içki içen tehlikeli bir baba ve kırılgan beceriksiz bir anneyle başa çıkma konusunda doktora yapmış olur. Teorisyenler, onun (bilinçsizce) zor kazanılmış bilgi ve becerilerini kullanmasına izin veren durumları arayacağını iddia ediyorlar. Tanıdık olanı tarayacak ve bulduğunda, onunla nasıl başa çıkacağını tam olarak bilecek. Bazılarımız profesyonel hayatlarımızda bunu yaparken buluyoruz kendimizi; bazıları travmayı kişisel hayatlarımızda tekrarlıyoruz.

Patlamaya hazır veya şiddet dolu bir evde büyüyen, tüm çocukluğunu daha normali için dilek dileyen, ancak yetişkin evinde tam olarak aynı türden bir ortam yarattığını gören bir çocuğu tanıyor olabilirsiniz. Ya da kendi muayenehanemde çalışan ve çocukluğunu ara ara psikotik bir anneyle ilgilenerek geçiren ve şimdi çocuklarını evde tutmak için psikolojik olarak çok zayıf olan ebeveynlerle sürekli etkileşim halinde olan sosyal hizmet görevlisi gibi. Psikoterapist olmak bile genellikle çocukken duygusal ortamın nüanslarını okumak ve kendi ebeveynlerimizin duygusal dünyasını dinlemek gibi çocukken öğrendiğimiz becerileri kullanmayı içerir. Bunlar oldukça mantıklı geliyor.

Duralım ve Toparlayalım

Dolayısıyla, çocuklar olumsuz duygusal ortamlarda daha fazla zaman geçirdiklerinde, bu ortamlarda uzmanlaşmış beceriler kazanırlar. Çocuklar bu becerilerle büyürler ve hayatları boyunca bu becerileri kullanabilecekleri yerler ve yollar bulurlar. Bazen, zor kazanılmış becerilerin bu şekilde uygulanması kurtarıcıdır; bazen de trajiktir.

Ancak burada önemli bir nokta var. Bir çocuk kök ailesindeki duygusal zorluklarla başa çıkmak için zaman ve enerji harcadığında, bu duygusal enerjiyi normal, temel çocukluk görevlerine yatırmıyor demektir. Böylelikle bir şey feda ediliyor demektir. O çocuğun gelişmesi ve olması gereken bazı yönleri bu süreçte kayboluyor. Bu hasar görünür değildir. Hiçbir zaman ortaya çıkması için gerekli alana sahip olmamışsa gerçekten neyin olması gerektiğini bilmek zor olabilir. (Bu, psikanalitik psikoterapinin heyecan verici kısımlarından biridir; bazen bu kısımların ortaya çıktığını görebiliriz.)

Toparlayacak olursak, başkalarını nasıl gördüğümüzü etkileyen filtrelerimiz olduğunu, kendimizi nasıl algıladığımızı öğrenme yollarımız olduğunu ve ilişkilerde kendimize özgü bir tarz geliştirdiğimizi belirttik. Bu süreci daha ayrıntılı olarak ele aldık ve bakım verenlerimizin çeşitli yönlerini deneyimleyip bunları nasıl yönettiğimizi açıkladık. Ayrıca, bu deneyimsel referans bankasının, sonraki ilişkisel dünyamızı değerlendirmemize ve yönlendirmemize yardımcı olduğunu, tanıdık olanı bilinçsizce aradığımızı ve bu nedenle tanıdık alanlarda işlemeyi tercih ettiğimizi belirttik.

Bunları çalışmak, düşünmek ve üzerinde durmak neden önemlidir? Cevap basit. Çünkü bu, insanların bize anlamlı gelmesine yardımcı olur ve onlara kendilerini anlamaları konusunda yardımcı olabilir. Eğer bu gerçekleşirse yeni perspektifler, yeni sorular, yeni duygular, yeni özgürlükler, yeni seçimler, yeni parçalar gibi her zaman var olan şeylerin ötesinde yeni bir şeyin ortaya çıkmasını sağlar.

Bir Adım Daha: İçsel Nesneler ve İçselleştirmeler

Şimdi Nesne İlişkileri Teorisi’nde bir adım daha atacağız. Bu klinik olarak faydalı ancak başlangıçta kavraması biraz zor olabilir. Bu yüzden yavaşça ilerleyeceğim ve örnekler sunacağım.

Öncelikle bazı terimler. Teorisyenlerin bahsettiği “içsel nesneler”e sahibiz. Dışsal nesneler, büyürken bizimle ilişki kuran gerçek ebeveynler, bakım verenler ve aile çevresindeki diğer kişilerdir. (Dışsal nesneler, mevcut hayatımızdaki gerçek insanları da ifade edebilir). Bu kişiler—bu gerçek nesneler—kendilik algılarımızın ve öteki algılarımızın oluşumunda oldukça etkilidir.

İçsel nesneler ise, bunun aksine, bu dışsal nesneler hakkındaki erken kavramlarımıza atıfta bulunur. Çocukken (özellikle sıfırdan beşinci yaşlara kadar), dışsal nesnelerimizin çeşitli yönlerini bize temsil eden bir dizi imge veya yapıyı içimizde inşa ederiz. Kendi içimizde, sıkıntılı olduğumuzda bizi sallayan, saçımızı yapan, kardeşlerimizle kavga ettiğimizde bize bağıran, bunaldığında ağlayan annenin bir imgesi olabilir. Bizimle oynayan, bize kitap okuyan, bize şarkı söyleyen veya sinirlendiğinde bizi korkutan babanın bir imgesi olabilir. Bu imgelerin geniş bir yelpazesini kendi içimize küçük insanlar olarak yerleştiririz – kendiliğimizde, ebeveynlerimizin ve önemli bakım verenlerimizin, o zamanlar deneyimlediğimiz gibi, parçalanmış halleri vardır. Bir kez yerleştirildiğinde, bunlar ruhumuzun bir parçası olarak kalıcı olarak içimizde kalır ve yetişkin yıllarımız boyunca kendi içimizde düşünme, hissetme ve davranma biçimlerimizi gizlice etkiler. Biz bunlara içsel nesneler diyoruz.

Teorik olarak, bilinçaltında, bu parçalanmış ebeveyn etkileşimleri—bu içsel nesneler—bizimle ve hayatımızdaki diğer kişilerle ilişkide kalmaya devam edebilir ve bizimle tıpkı küçükken dışsal nesnelerimizin bize davrandığı gibi ilişki kurabilirler. Örneğin, stresli zamanlarda, (genellikle bilinçli olarak değil) bizi sakinleştiren ve ilgilenen içsel nesne annemize başvurabiliriz. Bu bakımı hissedebilir ve kendimizi onun gibi sakinleştirebiliriz. Bir hata yaptığımızda, içsel nesne ebeveynimizin onaylamamasını içimizde hissedebiliriz. İhmalci bir ebeveynimiz varsa, temel ihtiyaçlarımız konusunda (yemek ve uyku gibi) kendimize ihmal edici davranabiliriz. Tehlikeli, şiddetli bir babamız varsa, kendimize karşı psikolojik olarak tehlikeli ve şiddetli olabiliriz. , belki de onun kullandığı kelimeleri ve tonu kullanarak kendimize acımasızca saldırabiliriz.

Dün Şükran Günü aile toplantısında bu duruma küçük bir örnek gördüm. Kayınbiraderim pasta servis ediyordu ve bir parçasını kucağına döktü. “Ne kadar aptalım!” dedi. Ben de, “Benim hatam. Bana sadece küçük bir parça getirmeye çalışıyordun,” dedim. O, “Ben sakarım. Babam bunu her zaman bana bağırarak söylerdi,” yanıtını verdi. “Tüm çocuklar sakardır. Koordinasyonları henüz tam değil,” dedim. O da, “Babam çocukların mükemmel olması gerektiğini düşünüyordu,” dedi. Ben de, “O zaman çocuk yapmamalıydı!” diye karşılık verdim. Ama daha da önemlisi, onun sık sık özeleştirisini sert bir şekilde gözlemlediğimi ve bu anlarda muhtemelen dolaylı olarak sık sık sert olan babasıyla olan çocukluğundan sahneleri ziyaret ettiğimi düşündüm.

Çok Yönlü Tanımlamalar

Şimdi bu içselleştirme süreciyle ilgili bir diğer önemli noktayı ele alalım—yine biraz zor anlaşılabilir olabilir. Bakım verenlerimizle olan erken kişilerarası/duygusal etkileşimlerin her iki tarafını da içimizde depolarız: çocuğun tarafı ve ebeveynin tarafı. Aşağıdakilerin hepsini içselleştiririz: (1) mikro anlarda ebeveynimizin alıcı tarafında olmanın nasıl bir his olduğunu (yatıştırıcı, kısıtlanmış, korkmuş, özlenmiş, vb.); (2) ebeveynimizi eğer böyle bir yönetim gerekliyse yönetmek için başlattığımız kişilerarası stratejiler, (sakinleştirici, destekleyici, olgun, görünmez, vb.); (3) bu anlarda ebeveynimiz olmanın nasıl bir his olduğunu (kontrolden çıkmış, şiddet yanlısı, depresif, endişeli, vb.). Evet! Duygusal etkileşimin her iki tarafını da yetişkinler olarak gerçekten yapmadığımız bir şekilde içselleştiririz. Çocukken, bu şeyler içsel, duygusal hafıza bankalarımızda depolanır ve kimliğimizin, düşünme şeklimizin, hissetme şeklimizin ve işleyişimizin bir parçası haline gelir.

Örneğin, duygusal olarak bakımımıza muhtaç, kırılgan ve yetersiz bir anneye sahipsek, yalnızca bakım veren yönü geliştirmekle kalmaz, aynı zamanda belirli koşulların doğru bir şekilde bir araya gelmesi durumunda duygusal kırılganlık ve yetersiz eğiliminde olan bir yanımızı da barındırırız. Bu da bizi, normalde işlev gösterebileceğimiz bazı anlarda kendimizi yönetemez hale getirebilir. Psikolojik olarak ölü veya içeride depresif bir ebeveynimiz varsa, aynı ölülüğü içimizde taşıyabilir ve onunla mücadele edebiliriz. Eğer ebeveynimiz şiddet eğilimliyse, o şiddet eğilimini içimizde bulabiliriz. Eğer ebeveynimiz hayatın sıradan görevleri için asla yardım istemediyse, aynı özelliği kendimizde de bulabiliriz. Ebeveynlerimizin özelliklerini içselleştirir ve ardından (bazen bizim için anlaşılmaz olsa da) onları sergileriz. Bu, biz terapistler için önemli bir şeydir. Böyle özdeşleşmeler, kişilerin orijinal ebeveyn nesneleriyle olan psikolojik bağlarını korur. (Bu da onları değişime karşı oldukça dirençli hale getirir).

İçselleştirilenleri Dışsallaştırma

Son olarak, içselleştirdiklerimiz -içsel nesnelerimiz- hayatımızdaki diğer insanlara olan davranışlarımızı da etkileyebilir. Bunun birçok örneğini sürekli olarak görürüz. Şiddet mağduru olan çocuk, büyüdüğünde içindeki istismarcıyla birlikte yaşar; kendi çocuklarına karşı istismarcı olabilir.

Neden böyle olur? Neden zihinlerimizin ya da ruhlarımızın, ebeveynlerimizin bize davrandığı gibi, özellikle de bu davranışlar acı verici olmasına rağmen, kendimize veya hayatımızdaki diğer insanlara davranan parçaları olur? Belki de bunun nedenini cevaplamak zor, ama nasılını anlamak daha kolaydır.

Önemli olan, gelişen çocuklar olarak farklı öğrenme yollarına sahip olduğumuzu fark etmektir. Küçük insanlar olarak deneyimleri incelemek yerine, onları özümseriz. Yaşamın ilk on sekiz ayında, sol beyinlerimizin değerlendirme ve tartma hizmetlerinden hiç yararlanamadan, sağ beyinlerimizle (zihnimizin duygusal tarafı) duygusal olarak şekillendirici deneyimleri özümseriz. Sadece özümseriz. Dil öğrenmeye başladığımız ikinci on sekiz ay boyunca, dili öğrenmek için incelemeyiz; onu özümseriz.

Küçük çocuklar, yer aldıkları deneyimlerini özümserler. Duygusal olarak, çocuklar içlerinde mükemmel bir şekilde çapraz eğitilirler. Sadece çocukluk sahnelerinde kendi rollerini değil, aynı zamanda ötekinin rolünü de ustalıkla öğrenirler. Küçük çocuklar olarak babalarının şiddetinin ve öfkesinin hedefi olarak kendileri olmanın ve o anlarda babalarının rolünde şiddet ve öfke dolu olmanın nasıl bir şey olduğunu içselleştirirler. Genç yaşlarda bütün deneyimleri “içselleştiririz”; tam anlamıyla içimize alırız.

İçselleştirme süreciyle ilgili bir diğer önemli şey de, bu süreci çocuklar olarak yaşadığımız duygusal öğelerin geniş yelpazesinde gerçekleştirdiğimizdir. Küçük yaşlarda sadece annenin babanın tehlikeli olduğu anlardaki kırılganlığını ve yetersizliğini değil, aynı zamanda onların nazikliğini, gücünü, kendine olan güvensizliğini ve yoksunluk duygusunu da, onun tüm özellikleri ve durumları boyunca özümseriz. Sadece babanın sarhoş anlarındaki tehlikeliliğini değil, aynı zamanda onun takıntılılığını, buyurganlığını, mizah anlayışını ve yargılayıcı doğasını da içselleştiririz. Sonra, kişilerarası çevremizdeki diğer kişilerden, örneğin ağabeyden, büyükanneden veya dadıdan, onların belirgin özelliklerini de içimize alabiliriz. Bu parçaları ve özellikleri, bizi büyüten kişilerarası çevreden özümseriz. Bunu çocukların öznelliğiyle—duygusal denge veya doğruluk talebi olmaksızın—yaparız. Aynı ailedeki iki çocuk, kendi mizaçları ve ihtiyaçları, belirli bakış açıları, dayanıklılıkları, ebeveynlerin farklı yansımaları, gerçek yaşam dışsal baskıları gibi faktörlere bağlı olarak bu özelliklerin farklı derecelerini veya değerlerini özümserler.

Sonuç olarak, içsel nesnelerden oluşan referans bankamız aslında içimizde canlıdır ve kendi bilinçdışı yaşamına sahiptir, her zaman etkisini göstermeye hazırdır.

Yeniden Bir Araya Getirmek

Hadi şimdiye kadar kaleidoskopumuz için topladığımız Nesne İlişkileri parçalarını sayalım. Bir yanda kendilik , bir yanda ise orijinal kişilerarası dünyamızda gerçekte var olan dışsal nesneler (anne, baba, kardeşler, belki bir bakıcı ya da büyükanne) bulunuyor. Ayrıca, anne ve babanın içimizdeki, onların erken dönemlerdeki, duygusal ve algısal olarak taraflı deneyimlerimize dayanan içselleştirilmiş halleri var. Bu içselleştirilmiş nesnelerin bir uzantısı olarak, bu ötekilerin farklı ruh halleri ve durumları boyunca parçalanmış duygusal parçalarını taşıyoruz. Bu parçaları iki şekilde içselleştiriyoruz: bunlar hem kendiliğin bir parçası olarak hem de kendiliğin içinde, kendilik üzerinde etkili olan bir güç olarak bulunurlar. Sonra, yaşamımız boyunca karşılaştığımız gerçek günlük dışsal ötekiler var: öğretmenler, akranlar, iş arkadaşları, nihayetinde sevdiklerimiz, partnerlerimiz, çocuklarımız, belki de bir terapist. (Evet, bunlar da “nesne” olarak adlandırılıyor—evet, kafa karıştırıcı olabilir!). Son olarak, bu dışsal ötekilerle içimizde ne yaptığımız var. Başka bir deyişle, Nesne İlişkileri teorisinin dünyası oldukça kalabalık bir dünya. Teorik olarak çok fazla şey içeriyor.

Bir adım geri atıp bunu birlikte düşünelim. Kişilerarası gerçekliğimizi yanlış algıladığımız tartışılmazdır. Hepimiz bunu yaparız. Bu, insan olmanın bir parçasıdır. İçimizde, bazen övgü, bazen aşağılama sesleri olarak kendimize yönelik yorumlar yapan bir kaynağın (daha doğru bir ifadeyle, kaynakların) varlığı da tartışılmazdır. Kendimizi farklı duygusal bağlamlarda ve ruh hallerinde farklı deneyimlediğimiz de tartışma götürmez. Bazen makul ve açık fikirliyizdir; bazen de çocukken nefret ettiğimiz annemizin davranışlarına tuhaf bir şekilde benzeyen, olgunlaşmamış ve huysuz bir hâl alırız. İçimizde yalnızca onların genleri değil, duygusal tutumları ve motivasyonlarıyla birlikte ebeveynlerimizin parçaları ve izleri olduğunu hissetmemiz de yine insan olmanın kaderidir. Nesne İlişkileri Teorisi, kişilerarası ve içsel olarak insan olma deneyiminin kırıntılarını ve parçalarını toplar ve bunlar etrafında açıklayıcı bir ağ örmeyi amaçlar.

Birey olarak, bu teori kendimizin duygusal parçalarını, ve kırıntılarını, nevrotik eğilimlerimizi ve tutarsızlıklarımızı anlamamıza yardımcı olur. William Faulkner’ın (1950) Bir Rahibeye Ağıt adlı eserinde ( Requiem for a Nun) yazdığı gibi, kişilerarası ve içsel olarak “Geçmiş asla ölmez. Hatta “geçmiş” bile değildir.” (The past is never dead. It’s not even past.”) şeklindeki ifadeyi görmemizi sağlar.

Klinik olarak, Nesne İlişkileri teorisinin perspektifleri, genellikle kafa karıştırıcı ve karşıt görünen diğer insanların karmaşasında yol alabilmemize büyük bir yardım sağlar. Örneğin, bir adım ileriye gittikten sonra neden belirli bir hastanın sürekli olarak kendini yenilgiye uğrattığını ve kendini sabote ettiğini anlamamıza yardımcı olur. Veya neden birinin kendisine veya bize karşı bu kadar acımasız olduğunu, ya da bazı insanların tüm yaşam becerilerine sahip olmalarına rağmen kritik anlarda en basit günlük zorlukları çözemiyormuş gibi davrandıklarını anlamamıza yardımcı olur. Ayrıca bazı insanların güven konusunda neden bu kadar zorlandığını da açıklığa kavuşturur.

Belki bir veya iki klinik örnek bu kavramları daha net bir şekilde anlamaya yardımcı olur. Seçim yapmak zor, çünkü Nesne İlişkileri Teorisi o kadar güçlü bir görüntüleme merceği sağlıyor ki gördüğüm veya görmüş olduğum insanlardan herhangi birini (veya

kendimi veya “ötekilerini”) seçebilirim. Yaklaşık altı yıl boyunca haftada birkaç kez gördüğüm Jackie adında bir kadını kısaca tarif edeceğim. Jackie 50’li yaşlarının başındaydı, boşanmıştı ve iki yetişkin kızı vardı. Büyük bir kurumsal firmada görsel prodüksiyonda çalışıyordu ve başlangıçta genel depresyon ve bıkkınlık duygularıyla başa çıkmak için geldi.

Jackie zeka olarak ortalamanın çok üstündeydi, ancak hayatın basit görevlerini bile yerine getiremiyordu. Örneğin, kendi fotoğraf makinesini yükleyemiyordu, işi için kritik olan bilgisayar programlarının temel ilkelerini öğrenemiyordu. Ayrıca, bölgesel üniversitenin başvuru formunda verilen bilgileri kullanarak bir derse nasıl kayıt olacağını da anlayamıyordu.

İnsanların kendisi için bir şeyler yapmasını sağlamada iyiydi. Bu, onun kişilerarası “dönüşü”ydü. Bana doktoruna özel erişimi olduğunu ve onunla görüşmek için randevu almasına gerek olmadığını anlattı. Kendisi uğrardı, doktoru onu görürdü ve onu bir çanta dolusu ücretsiz ilaçla gönderirdi. Tezgahın arkasında oturup eczacısıyla görüştüğü özel bir taburesi vardı. 2.000 kişilik bir kilisenin üyesiydi ,kilisenin başpapazıyla haftada bir saat düzenli randevusu vardı. Kilisede, özel olarak onunla ilgilenen onun için dua eden bir “dua ekibi” vardı. Bunun nasıl olduğunu sorduğumda, “Ah, biliyor musun – ıslak kedi rutinimi yaptım ve beni projeleri olarak benimsediler,” dedi. Elbette, ilk başta beni ona “özel” davranmaya yöneltti, haftada iki kez bir buçuk saatlik seans için pazarlık yaptı çünkü 50 dakikalık saatin kendisi için yeterli olmadığını düşünüyordu.

Jackie’nin “dönüşleri” iyi gelişmiş bir Nesne İlişkileri kök sistemine sahipti. Ailesindeki üç çocuktan sonuncusu olarak kabul ediliyordu ve beş yıl süren bir boşluğun ardından aile, birkaç çocuk daha ekleyecekti. Ancak Jackie, annesi tarafından son çocuk olarak düşünülmüş ve bu nedenle ona, sıradan görevler ve sorumluluklar için özel yardım gereken biri gibi davranmıştı. Örneğin, Jackie ilkokula başlamadan önce annesi onun için ilkokul kitaplarını temin etmiş ve böylece ona önceden özel ders vermişti. Jackie okula başladığında, annesi büyük iki çocuğundan her teneffüste Jackie’yi oyun alanında bulmalarını ve zil çaldığında geri dönmesi için sınıfa çağırmalarını istemişti.

Bu özel çocukluk dönemi, sonraki çocukların doğmasıyla aniden sona erdi. Hastam, bu kişilerarası kaybı asla atlatamadı ve yaşamını ve etkileşimde bulunduğu kişilerin yaşamlarını, annesinin bir bebek sahibi olma ihtiyacından kaynaklanan özel hisleri yeniden tatmak üzere düzenledi. Nesne İlişkileri Teorisi çerçevesinde, benimle olan “dönüşünü” ve onun tarafından kullanılmış hissetme duygularımı (annesi tarafından kullanıldığı gibi) anlamlandırabildim. Sonuçta, görüşme zamanlarımızı düzenlemeyi başardık, bana yönelik çocukça özel olma taleplerini fark ettik ve bu yaklaşımın zamanla ona (evliliğini, işini ve kızlarının saygısını kaybetmesi) verdiği korkunç maliyetleri gözlemledik.

Başka bir kısa örnek, güzelliği üzerine kurulu bir yaşam süren bir kadının iki kız ve bir erkek çocuğundan ilk kızıyla ilgili. İlk kız, düşünceli ve zeki biriydi; ikinci kız ise annesinin güzelliğine sahipti ve annesinin gözdesiydi. İlk kız, yetişkin bir ilişkide ciddileştiğinde, yaşadığı kıskançlık duygularıyla, özellikle de erkek arkadaşının eski ilişkilerinin bahsedilmesiyle başa çıkamıyordu. Kendi tepkisini çılgınca ve rahatsız edici buluyordu. Ancak içsel nesne dünyası, kardeşiyle olan kronik olumsuz karşılaştırmadan o kadar yara almıştı ki, erkek arkadaşının (başarısız) hikayelerinin ima ettiği karşılaştırmanın psişik tehdidini yakıcı bir şekilde dayanılmaz buluyordu. İçsel nesne dünyasında, annesinin eşit olmayan sevgisinin alıcı tarafında olmanın nasıl bir his olduğunun izlerini taşıyordu ve (kendisi için görünürdeki temelsizliğe rağmen) bu hissin şimdiki zamanda tekrar harekete geçmesine tahammül edemiyordu.

Kapanış Yorumları

Bu bölümde, Nesne İlişkileri Teorisi’nin genel hatlarını sundum. Bu şematik görünüm göz önüne alındığında, daha incelikli bir yaklaşımla yazan araştırmacıları daha kolay bir şekilde çözümleyebilirsiniz, ki bu da tüm çabaya değer. Bir sonraki bölümde, Nesne İlişkileri Teorisi’nin hasta ile terapist arasındaki ilişkiye uygulanan özel durumuna bakacağız. Bu bir sonraki kaleidoskopik cam yığını, bizi yolculuğun büyüleyici bir parçası olan terapötik ilişkideki “aktarım”ın çok yönlü dünyasına götürecek.



Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

Yorum yapın