Kenneth N. Levy, John R. Keefe ve Johannes C. Ehrenthal
Freud’dan başlayarak psikanalitik teori, benliğin ve kişilerarası ilişkilerin normatif süreçlerine ve psikopatolojinin gelişimi ve tedavisine dair anlayışımızı aydınlatan bir dizi klinik olarak zengin ve kullanışlı kavram sağlamıştır. Psikodinamiklerin merkezinde, diğer kavramların yanı sıra bilinçdışı süreçler, öznel deneyim ve savunma süreçleri gibi yapılara odaklanmak yer almaktadır. Yaygın yanlış anlamaların aksine, psikodinamik kavramlar için çok fazla deneysel destek vardır ve bu bölümde bunları inceleyeceğiz.
Temel ilkeler ve kavramlar
Psikodinamik teorinin merkezinde yer alan bir dizi temel ilke ve kavram vardır. Bunlar arasında, güdüler, arzular ve anılar gibi bazı zihinsel süreçlerin farkındalığa veya bilinçli iç gözleme açık olmadığı fikri yer alır. Bu fikir genellikle bilinçsiz zihinsel fonksiyon (unconscious mental functioning) veya bilinçsiz işleme (unconscious processing) olarak adlandırılır. Bilinçdışı zihinsel süreçler, klinik gözlemlere dayalı kavramsal bir önermeden psikodinamik araştırma alanında bir çalışma alanına evrilmiş (Westen, 1998) ve sosyal psikoloji (Dijksterhuis ve Strick, 2016) ve sinirbilimler (Soon, Brass, Heinze ve Haynes, 2008) içindeki araştırmalara entegre edilmiştir. Bilinçdışı zihinsel yaşama dikkat etmek psikanalitik veya psikodinamik psikoterapinin merkezinde yer almaya devam ederken, deneyimimizin çoğu iç gözlem (introspection), düşünme ve bilinçli karar alma için kullanılabilir ve erişilebilirdir. Wachtel’in (2005) belirttiği gibi bilinç (consciousness), bilinçli (conscious) ve bilinçdışı (unconscious) arasındaki ayrı bir bölümlemeden ziyade, erişilebilirlik ve ifade derecesi meselesi olarak kavramsallaştırılmalıdır. Psikodinamik yaklaşımın bir diğer ilkesi, bazı zihinsel süreçlerin farkındalığımızın dışında olmasına rağmen, insanların endişe verici düşünceleri veya duyguları farkındalıktan dışarı itmeye güdülenmiş olmalarıdır. Bu süreç savunma (defence) veya savunma mekanizması (defence mechanism) fikridir. Bu savunma kavramı genellikle yetişkinlerin anlatılarını, psikofizyolojik verileri ve sinirbilim verilerini inceleyen ampirik literatürde desteklenir ve genel olarak iyi kabul görür (Cramer, 2000). Psikodinamik teorinin merkezinde yer alan üçüncü bir ilke, çocuklukta bakımverenlerle ilişkilerin mevcut ilişkileri şekillendirmede bir rol oynadığı görülen gelişimsel bir bakış açısıdır. Bu, erken deneyim ile sonraki gelişim arasında doğrusal bir ilişki veya kritik bir dönem anlamına gelmez. Gelişimsel psikopatoloji perspektifiyle tutarlı olan psikodinamik teori, deterministik olmaktan çok olasılıkçıdır. Bu perspektiften, çocukluk deneyimleri, genetik (Freud’un yapısal (constitutional) olarak adlandırdığı) faktörlerle birlikte, kişinin kendi içsel deneyimi ve kişinin açık davranışları üzerindeki etkileri açısından ele alınır. Psikodinamik bakış açısının dördüncü ilkesi öznel deneyimin veya olayların bireysel veya kişisel anlamının önemini vurgular. Psikodinamik teorisyenler ve klinisyenler hastanın fenomenolojik deneyimiyle, yani hastanın kendisini, önemli başkalarını ve genel olarak dünyayı nasıl deneyimlediğiyle ilgilenirler. Bu, bilişsel-davranışçı geleneğin şema kavramlarından farklıdır çünkü psikodinamik bir bakış açısından bu şemalar hem açık, bilinçli yönlere hem de örtük, bilinçsiz yönlere sahip olarak görülür ve ikincisi hem örtük kısımları (yani, basitçe farkındalığın ötesinde) hem de savunma amaçlı olarak farkındalığın dışında tutulan kısımları içerir. Psikodinamik model ayrıca bireylerin diğer tahammül edilemez temsillere karşı savunmak için bir temsil kümesini (kendilik ve ötekilerin içsel şablonları) kullanabileceğini öne sürer. Son olarak, bu şemaların duygusal yönlerine ve temsillerin yapısal yönlerine, yani temsillerin farklılaşma ve hiyerarşik bütünleşme derecesine daha fazla dikkat edilmektedir (bkz. Blatt, Auerbach ve Levy, 1997). Gelişimsel, klinik ve nörolojik bilimlerden elde edilen kanıtlar, bu temel öncüller için doğrulama sağlar (bir inceleme için bkz. Westen, 1999). Bilinçdışı süreçler, savunma mekanizmaları, gelişimsel bir bakış açısı ve öznellik fikirlerine ek olarak, aktarım kavramı (ve ilgili karşı-aktarım kavramı) psikodinamik klinik yaklaşımların merkezinde yer alır. Psikanalizde çeşitli zamanlarda Oedipus kompleksi veya psikoseksüel aşamalar gibi diğer kavramlar vurgulanmış olsa da, bu kavramların geçmişte olduğu kadar çağdaş psikodinamik modeller için merkezi olmadığını ileri sürüyoruz.
Bu bölümde, büyük resim perspektifi geliştirmek için klasik ve son araştırmalara odaklanarak temel psikodinamik kavramlara ilişkin kanıtları gözden geçireceğiz. Özellikle, bilinçdışı ve savunma mekanizmaları, aktarım, içgörü ve zihinselleştirmeye ve bu kavramların psikoterapi süreci için bazı çıkarımlarına odaklanacağız. Gelişimsel perspektif psikodinamik bir yaklaşımın merkezinde yer almasına rağmen, artık psikodinamiklere özgü veya benzersiz olmadığı için bu bölümde buna odaklanmayacağız. Ancak, ilgili olduğu yerlerde bağlanma teorisinin bazı yönlerini ele alacağız ve ilgili okuyucuları psikodinamiğin bu yönü için ampirik destek olarak bağlanma teorisi literatürüne yönlendireceğiz (bkz. Levy ve diğerleri, 2015).
Savunma süreçleri
Savunma süreçlerinin psikodinamik kavramsallaştırmaları, ilk olarak Freud tarafından önerildiğinden beri önemli ölçüde evrimleşmiştir. Basitçe söylemek gerekirse, bir savunma mekanizması, tehdit edici düşünceleri veya duyguları farkındalıktan uzaklaştırma sürecidir. Freud, savunmanın sadece bir bastırma olarak görülmediği, aynı zamanda iki rekabet eden fikir arasındaki uzlaşma oluşumu olarak tanımlandığı dürtü teorisini geliştirmiştir: bir yandan bir dilek, bir arzu veya bir istek (itki (impulse)) ve diğer yandan, dileğe, arzuya veya isteğe karşı bir yasak. Bu, içsel bir çatışma yarattı ve savunmacı düşünceler, duygular veya davranışları içeren bir uzlaşma oluşumuyla sonuçlandı. Tipik olarak, çatışmanın bir veya her iki tarafı kısmen veya tamamen farkındalık dışındaydı. Rüyalar, unutma, parafrakslar (Freud sürçmeleri) ve nevrotik semptomların hepsi uzlaşma oluşumları (compromise formations) veya savunma süreçlerinin sonucu olarak görülüyordu. Genellikle, istek veya arzu cinsel veya saldırgandı ve içsel bir dürtüden kaynaklandığı görülüyordu. Uzlaşma oluşumunun hizmetinde, savunmacı çözümler nispeten sağlıklı ve olgun (gerçekliğe dayalı) olmaktan çok sağlıksız, olgunlaşmamış ve hatta altta yatan psikotik semptomlara kadar değişebilir. Daha yeni kavramsallaştırmalar, hoş olmayan duygular, algılar ve bilişler ışığında savunmacı işlemlerin (defensive operations) genel düzenleyici işlevini vurgular. Bu işlemler, daha az olgun mekanizmalardan daha nüanslı stratejilere (Cramer, 2015) doğru bir gelişimsel yörüngeyi takip ederek, bireyin bazı bilgilere odaklanırken diğer bilgileri silerek karmaşık bir dünyada işlevsel kalmasına yardımcı olur. Ancak savunmalar, yüksek düzeyde içsel çatışma veya düşük düzeyde kişilik bütünleşmesi koşulları altında kısıtlayıcı ve işlevsiz hale gelebilir. Klinik bir bakış açısından, savunma mekanizmaları terapistin psikodinamikleri veya “hareket halindeki zihni” gözlemlemesine yardımcı olur. Başlangıçta ağırlıklı olarak intrapsişik olarak görülse de, savunmacı fonksiyon kişilerarası ilişkilere de sızabilir (Westerman, 2018). Savunmacı fonksiyon üzerine yapılan önemli miktardaki ampirik araştırma göz önüne alındığında, örnek çalışmaları vurgulayacak ve bulguların bazılarını tartışacağız.
Savunmalar hiyerarşisi
Savunmanın en sık kullanılan kavramsallaştırması, olgundan (mature) nevrotiğe (neurotic) ve olgunlaşmamış (immature) veya sınırda (borderline) savunmalara kadar şiddette değişen bir savunma hiyerarşisi önermektedir (Perry ve Bond, 2005; Vaillant, Bond ve Vaillant, 1986). Olgun savunmalar, bir dereceye kadar, potansiyel olarak endişe verici zihinsel içeriklerle ilişkili anlamları tanır; buna örnek olarak, rahatsız edici kişilerarası haberlerle günün farklı bir noktasına kadar ilgilenmemeye bilinçli olarak karar vermek (yani, baskılama (suppression)) verilebilir. Nevrotik savunmalar, çatışmalı zihinsel içeriklerin kaçınma (örn. entelektüalizasyon (intellectualization)), yanlış atıf (örn. yer değiştirme (displacement), yansıtma (projection)) veya tehdit edici zihinsel içeriklerin engellenmesi (örn. duygulanımın izole edilmesi (isolation of affect), bastırma (repression)) yoluyla tam bilinçli farkındalığa ulaşmasını engellemeye çalışır. Olgunlaşmamış veya sınırda savunmalar, kaygıyı azaltmak (örneğin değersizleştirme (devaluation)) veya bir çatışmanın bölümlerini abartılı, patolojik bir biçimde ifade etmek (örneğin eyleme dökmek (acting out)) için kendiliğin ve ötekilerin ve/veya dış gerçekliğin temsillerini etkileyen önemli çarpıtmaları içerir. Genel olarak, kendi ve gözlemci tarafından bildirilen savunma işlevlerinin düzeyleri, hem kesitsel hem de boylamsal psikososyal işlev derecesiyle ilişkilidir (Bond, 2004). Kişilik işlevi veya bütünleşmesi düşük seviyelerde olan bireyler önemli miktarda olgunlaşmamış savunmalar kullanırken, kör gözlemcilerin belirli kişilik bozukluklarını (Perry, Presniak ve Olson, 2013) ve semptom bozukluklarını (Bloch, Shear, Markowitz, Leon ve Perry, 1993; Busch, Shear, Cooper, Shapiro ve Leon, 1995) ayırt etmesine olanak tanıyan bazı özel karakteristik savunma örüntüleri vardır.
Ek olarak, sosyal psikolojik ve diğer deneysel bulguları savunma süreçlerinin işleyişini gösterecek şekilde ilişkilendirmek için çabalar sarf edilmiştir (Baumeister, Dale ve Sommer, 1998). Bu doğrultudaki klasik bir çalışma, erkeklerde tipik olarak kendileri tarafından bildirilen uyarılma ile güçlü bir şekilde bağlantılı olan erotik görüntülere verilen penis tepkisini incelemiştir (Adams, Wright ve Lohr, 1996). Çalışmada, özellikle çok veya hiç homofobik olmadığını bildiren görünürde heteroseksüel erkekler seçildi ve onlara hem heteroseksüel hem de homoseksüel erotik fotoğraflar gösterildi. İlginç bir şekilde, yüksek homofobi grubunda, deneklerin yaklaşık yarısı eşcinsel imgelere yanıt olarak penis angorjmanı deneyimlerken, bu düşük homofobik erkeklerde gözlemlenmedi. Yazarlar bunu, homofobinin bazen tepki oluşumu savunmasının bir sonucu olduğuna dair kanıt olarak yorumladılar, böylece çatışan eşcinsel arzuların farkındalığına yanıt olarak veya bu arzuların farkındalığını engellemek için güçlü anti-homoseksüel tutumlar gelişti. Penis tepkisi paradigması yerine bakış sabitlemesi kullanan yakın tarihli bir çalışma, bu bulguyu kavramsal olarak tekrarladı ve homofobik heteroseksüel olarak tanımlanan erkeklerde, daha az homofobik erkeklere kıyasla, eşcinsel erotik imgelere karşı bakış sabitlemesinin daha sık görüldüğünü bildirdi (Cheval vd., 2016). Yansıtma için kanıt olarak gösterilen başka bir çalışmada, yüksek baskılayıcılar olarak sınıflandırılan katılımcıların (Weinberger, Schwartz ve Davidson, 1979), diğer bireylere kıyasla, başkalarının belirsiz davranışlarında kötü olarak gördükleri özellikleri, özellikle de katılımcıların tanıdıklarının, katılımcıların sahip olduğunu belirttiği ancak deneycilere bildirmediği özellikleri algılama olasılıkları daha yüksekti (Newman, Duff ve Baumeister, 1997).
Ancak, genel olarak savunmanın belirli dinamik kavramsallaştırmalarını destekleyen deneysel literatür yeterince gelişmemiştir. Bu tür deneylerden biri, yer değiştirme savunmasına dair kanıt bulmadığını, bir sahte katılımcı tarafından hakarete uğrayan daha narsisistik bireylerin üçüncü bir kişiye karşı artan saldırganlık kanıtı göstermediğini, ancak hakaret eden sahte katılımcıya karşı daha fazla öfke ifade ettiğini gözlemlemiştir (Bushman ve Baumeister, 1998). Yer değiştirmenin bu deneysel işlemleştirmesinin (operationalization) yanlış belirlendiği iddia edilebilir, çünkü yer değiştirme teorik olarak bir bireyin bir nesneye karşı bir duygu konusunda çatışma içinde olmasını gerektirirken, ortalama bir birey (narsisistik bir kişinin narsisistik yaralanmaya misilleme yapmasından bahsetmiyorum bile) daha önce hiç ilişkisi olmayan hakaret eden bir bireye karşı öfke hissetme konusunda muhtemelen çatışma içinde değildir.
Başka bir açıklama ise, belirli savunma mekanizmalarının klinik durumda hastaların merkezi güdüsel konularını (yani, istekler ve korkular) tespit etmek ve anlamak için bazen çok ince göstergeler olarak oldukça alakalı olmalarına rağmen, deney görevleri üzerindeki istikrarları ve istatistiksel etkilerinin oldukça küçük olabileceğidir. Daha geniş yaklaşımların daha sağlam bulgular ürettiği görülmektedir. Örneğin, bağlanma teorisi, hiperaktivasyon ve deaktivasyon stratejilerini içeren, intrapsişik ve kişilerarası düzenleme için dinamik temelli bir model sağlar. Bağlanma teorisi, etkileşimde kendiliğin ve önemli ötekilerin içsel temsillerinin gelişimine yol açan temel bir ilişki kurma ihtiyacı veya güdüsü önermektedir. Birincil bakımverenlerle erken etkileşimlere bağlı olarak, bağlanma ile ilgili güvenli ve güvensiz zihinsel temsiller erken çocukluk döneminde gelişir ve yaşam boyu nispeten sabit kalır (Fraley, 2002; Simpson, Collins, Tran ve Haydon, 2007). Bu zihinsel temsillerle ilgili olarak, bağlanma ile ilgili algı, duygu, biliş ve davranışın hiperaktivasyonu ve deaktivasyonu düzenleyici stilleri vardır (Mikulincer, Shaver ve Pereg, 2003). Bowlby (1980), bu stillerin ardındaki mekanizmaları, çocukların olumsuz ve ihmalkar bakımverenlerle başa çıkmalarına yardımcı olmak için kullandıkları “bilinçsiz savunmacı dışlama” (unconscious defensive exclusion) olarak tanımlamıştır (yani, bakımın rahatsız edici yönlerini farkındalıktan uzak tutarak). Acı veren düşünceleri veya istekleri bilinçli deneyimin dışında tutan iki merkezi savunma düzenleyici mekanizma önerdi: deaktivasyon (deactivation) (yani, bağlanma ile ilgili duyguların ve bilişlerin kapatılması) ve bilişsel bağlantının kesilmesi (cognitive disconnection) (yani, bağlanma ile ilgili olayın ve kişinin buna verdiği duygusal tepkinin ayrılması ve sebebi yerine kişinin kendi içsel durumuyla meşgul olması). Yetişkinlerde bağlanma ile ilgili savunmalar, reddedilme, yalnızlık veya korkudan kaynaklanan sıkıntıyı düzenlemek için aktive edilir. Klasik psikodinamik terimlerle, bir güdü (bağlanma ihtiyacı) vardır ve bu güdü, olası bağlanma figürleriyle ilişki kurma gibi durumsal isteklerle sonuçlanır ve bu isteklere, bu ihtiyaçların yeterince karşılanmayacağı yönündeki gelişimsel olarak edinilmiş beklenti nedeniyle karşı koyulur.
Birincil düzenleyici strateji olarak deaktivasyonun alışkanlık haline gelmiş kullanımıyla birlikte görülen bağlanmayla ilgili kaçınma (attachment-related avoidance), çeşitli deneysel çalışmaların özellikle konusu olmuştur. Bağlanma kaçınmasının (attachment avoidance), bağlanma ile ilgili bilişleri bastırma becerisinin daha iyi olması, bağlanma ile ilgili bilgilerin daha az kodlanması ve normal işleyiş koşulları altında deri iletkenliği ile ölçülen daha düşük sempatik uyarılma seviyeleri ile ilişkili olduğu bulunmuş ve savunma stratejilerinin adaptif doğasını vurgulamıştır (Fraley ve Shaver, 1997; Fraley, Garner ve Shaver, 2000). Ancak, bilişsel veya bağlanma ile ilişkili duygusal yükler bu potansiyel olarak olumlu etkilerin ortadan kalkmasına neden olur (Gillath, Giesbrecht ve Shaver, 2009; Mikulincer, Dolev ve Shaver, 2004), düzenleyici stratejilerdeki katılığın kırılganlığını gösterir. Aynı zamanda incelenen sonuç ölçütünü dikkate almak da önemlidir. Örneğin, bağlanma kaçınmasının özellikle başkalarındaki olumsuz duyguların algılanması, tanınması ve tepkisi üzerinde ana etkileri vardır (Dan ve Raz, 2012; Dewitte, 2011; Suslow, Dannlowski, Arolt ve Ohrmann, 2010) ancak aynı zamanda romantik partnerlerde olumsuz duyguların retrospektif abartılması da vardır (Overall, Fletcher, Simpson ve Fillo, 2015). Durumsal olmayan değişkenler de bağlanma ile ilgili tepki üzerinde etkilidir; örneğin, olumsuz çocukluk deneyimleri ile bağlanma güvensizliği arasındaki etkileşimler psikobiyolojik tepkiselliği ve iyileşmeyi etkileyebilir (Ehrenthal, Levy, Scott ve Granger, 2018). Özetlemek gerekirse, bağlanma teorisi savunma süreçlerini incelemek için bir model sağlayabilirken aynı zamanda bu tür araştırmaların zorluklarına da işaret edebilir. Belirli savunmaların veya savunma düzenleyici stillerinin işleyişini anlamaya odaklanan kapsamlı psikodinamik araştırma programları, düzenleyici savunma süreçlerinin temel ve uygulamalı yönlerini çözmek için paha biçilmez olacaktır.
Psikoterapide savunma değişimi
Savunmanın genel olarak kabul görmüş özellikleri geçerliyse (savunmaların çatışmalı zihinsel içeriklerin farkındalığını önlemek için bilinçsizce hareket etmesi, hem çatışmanın hem de altta yatan semptomların ve işlev bozukluklarının çözüm işleminin engellemesi) savunma fonksiyonundaki gelişmelerin boylamsal tedavi başarısının benzersiz bir işareti olması beklenmelidir. Savunmadaki değişimin bugüne kadarki muhtemelen en titiz incelemesinde, uzun süreli psikodinamik terapi gören karma bir örneklemdeki hastaların (çoğunlukla kişilik bozukluğu olan; n = 21) savunma işlevleri, terapinin başlangıcında, tedavi ortasında (yaklaşık 6 ay) ve 2.5 yıl sonra Savunma Mekanizmaları Derecelendirme Ölçekleri (Perry ve Bond, 2012) kullanılarak kör gözlemciler tarafından derecelendirildi. Tedavinin başlangıcından 2.5 yıla kadar gözlemci tarafından derecelendirilen savunma işlevlerinde daha fazla iyileşme yaşayan hastalar, semptomatoloji ve psikososyal işlevsellikteki alım şiddetini kontrol ederek, sonraki 2.5 yıllık takipte semptomlarda (r = 0.58) ve psikososyal işlevsellikte (r = 0.60) daha iyi iyileşmeler kanıtladılar. Savunma işlevlerindeki iyileşmeler, teorik olarak daha az olgun ve daha az adaptif olduğu düşünülen savunmaların (örn. yansıtmalı özdeşim; d = 20.67) kullanımının azalmasını ve adaptif savunmaların (örn. mizah; d = 0.80) kullanımındaki artışı yansıtıyordu (Perry ve Bond, 2012). Birkaç başka çalışma da savunma işlevlerindeki eş zamanlı gelişmeler ile tıkınırcasına yeme bozukluğunda semptomatik remisyon veya işlevsel gelişmeler (Hill ve ark., 2015), C kümesi kişilik bozukluğunda (Johansen, Krebs, Svartberg, Stiles ve Holen, 2011), depresyonda (Kramer, de Roten, Perry ve Despland, 2013), uyum bozukluğunda (Kramer, Despland, Michel, Drapeau ve de Roten, 2010) ve duygudurum, anksiyete ve kişilik bozukluklarının bir karışımı olan örneklerde (Bond ve Perry, 2004; Lindfors, Knekt, Heinonen, Harkanen ve Virtala, 2015) korelasyonlar buldu.
Savunma mekanizmalarındaki değişim araştırmalarında, genellikle en çok olgun savunma mekanizmalarının ve ilkel savunmaların kullanımının tedavi sırasında değiştiği bildirilmektedir (Perry ve Bond, 2017). Ek olarak, bu savunma bantlarındaki bir değişimin (ancak nevrotik veya yüksek sınırda savunmalarda değil) semptomatik ve işlevsel iyileştirmelerle ilişkili olduğu sıklıkla bulunmuştur (Schauenburg, Willenborg, Sammet ve Ehrenthal, 2007). Bu, savunma repertuarına daha olgun savunmaları dahil ederken aynı anda en çarpıtıcı savunmaların kullanımını azaltmanın bir kombinasyonu yoluyla savunma işlevselliğinin değiştiği sonucuna yol açabilir. Ancak, bu grup düzeyindeki bulgular, savunma stilindeki ve bireyler arasındaki değişimdeki önemli klinik heterojenliği yalanlayabilir ve böylece bireyin karakteristik kullanımına özgü savunmalardaki değişikliklerin terapideki iyileştirmeleri özellikle öngörüp öngörmediğinin değerlendirilmesini davet edebilir. Örneğin, savunma kullanımı anlam oluşturmadan ziyade duygu ve eyleme yüksek oranda odaklandığını gösteren sınırda kişilik özelliklerine sahip bir birey (örn. eyleme dökme), nispeten daha takıntılı, duyguyu azaltan savunmalar (örn. entelektüalizasyon, duygunun izolasyonu) kullanmaktan özellikle faydalanabilir. Ancak, savunmaların dinamik ve statik yönlerini ve bunların duygu düzenlemesi (Aldao, Nolen-Hoeksema ve Schweizer, 2010) veya ego işleyişi (uluslararası bir bakış açısı için bkz. Ehrenthal ve Benecke, 2019) gibi işleyişin diğer yönleriyle nasıl ilişkili olduğunu hesaba katan daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.
Aktarım
Genel olarak, aktarım (transference), önemli ve biçimlendirici ilişkilerin (örneğin ebeveynler ve kardeşlerle) temsili yönlerinin hem bilinçli olarak deneyimlenebileceği hem de/veya bilinçsizce diğer ilişkilere atfedilebileceği bir eğilim olarak kabul edilir (Levy, 2009). Savunmacı işleyişe benzer şekilde, aktarımın sosyal biliş ekonomisiyle yakından ilişkili olan normatif bir yanı vardır ancak ötekilerin algılanmasını önemli ölçüde çarpıtabilir.
Aktarımın deneysel çalışmaları
Aktarım için deneysel desteği tartışırken, genel aktarım (general transference) ve dinamik aktarım (dynamic transference) olarak adlandırılabilecek şeyler arasında ayrım yapmak faydalıdır. Genel aktarım, önemli ilişkilere dair geçmiş deneyimlerden geliştirilen ilişkisel şemaların, mevcut ilişkisel ortamda diğer insanlara yönelik algıları, hedefleri ve davranışları etkilemek üzere ne ölçüde aktive edildiğini ifade eder. Günlük yaşamda genel aktarım örüntülerinin varlığını destekleyen bol miktarda kanıt vardır (Przybylinski ve Andersen, 2012). Genel aktarımı incelemek için tipik bir deneysel paradigma iki adımı gerektirir, ikincisi ilkinden en az bir hafta sonra gerçekleşir ve görünüşte farklı bir çalışma gerektirir. İlk adımda, deneklerden en az iki önemli yaşam figürü için birkaç olumlu ve olumsuz açıklama üretmeleri istenir. İkinci adımda, aynı deneklere, özellikleri ilk adımda sağlanan önemli yaşam figürlerinin özellikleriyle eşleşen, genellikle yüzeysel veya küçük bir dereceye kadar eşleşen bir birey (sözlü açıklama yoluyla veya bir sahte katılımcı şeklinde) sunulur. Bu tür çalışmalardaki alternatif koşul, tipik olarak bir katılımcıyı diğer katılımcıların önemli kişileriyle uyumlu bireylerle eşleştirir. Literatürdeki bu ortak bulgular, sıklıkla insanların, önemli yaşam figürleriyle yüzeysel benzerliği olan bireylerin “boşluklarını” önemli yaşam figürlerinin benzerlikleriyle “doldurup” o yaşam figürlerine benzetmeye çalışırken, bu özellikleri böyle bir benzerliği olmayan bireylere atfetmediklerini göstermektedir (Przybylinski ve Andersen, 2012).
Buna karşılık, aktarımın özellikle dinamik bir anlayışı, kendiliğin diğer güdülenmiş, çatışmalı veya savunmacı bileşenlerinin, aktarımın bir tezahürünü üretmek için ilişkisel şemalarla etkileşime girme yollarını içerir. Örneğin, sevilen bir ebeveyne benzeyen birine karşı alışılmadık derecede olumsuz bir tepki gösteren bir bireyin, gerçekten hoşlanabileceği biriyle (örneğin, ebeveyn ve dolayısıyla tanıdık) çok yakınlaşma konusunda çatışma yaşaması nedeniyle, dinamik aktarım sergilediği söylenebilir.
Dinamik aktarım için mevcut ampirik kanıtların çoğu, bağlanma stillerinin farklı aktarım ifade modellerini nasıl öngördüğünü inceleyen araştırmalardan gelmektedir. Ebeveyn figürüyle ilgili aktarım indüksiyonu geçiren güvenli bir şekilde bağlanmış bireyler, daha kaygılı veya kaçınmacı bağlanan bireylere kıyasla olumlu ruh halinde göreceli bir artış bildirmektedir (Andersen, Bartz, Berenson ve Keczkemethy, 2006). Karşılaştırıldığında, daha kaygılı bağlanan bireyler aktarım indüksiyonu altında benzersiz bir kaygı artışı yaşarken, kaçınmacı bağlanan bireyler kendilerine geçmişteki olumlu bir yaşam figürünü hatırlatan bir bireyden kaçınma motivasyonu ifade eder. Bu nedenle bağlanma stilleri, diğerinin kendileri için ulaşılabilir olup olmadığı endişesi (kaygılı) veya potansiyel olarak arzu edilen bir başkasıyla duygusal temastan kaçınma arzusu (kaçınan) gibi ruh halini ve güdüsel durumları yönlendirmek için aktarım tarafından etkinleştirilen zihinsel temsillerle etkileşime girer. Aktarım süreçlerini içeren başka bir bağlanma çalışmasında, bireylerden gerçek benliklerini tanımladığına inandıkları özelliklerin ve “sahip olmadıkları için en mutlu oldukları ve sahip olmak istemedikleri” özelliklerin listelerini oluşturmaları istendi ve ardından birbiriyle ilgisi olmadığı ileri sürülen üç deneyden birine davet edildiler (Mikulincer ve Horesh, 1999). Deneyler boyunca, daha kaygılı bağlanma stillerine sahip katılımcıların, yeni kişileri katılımcıların kendileri için tanımladıkları özelliklere sahip olarak görme olasılıkları daha yüksekti, yeni kişileri bu kendilik özelliklere sahip olarak doğru bir şekilde hatırlamaları daha kolaydı ve başlangıçta bu şekilde tanımlanmamış olsalar bile yeni kişileri bu özelliklerle tanımlanmış olarak hatırlamaya yönelik bellek önyargıları sergilediler (Mikulincer & Horesh, 1999). Çarpıcı bir şekilde, daha kaçınmacı bağlanmaya sahip olan katılımcılar, kendilik için istenmeyen olarak görülen özelliklerin yeni kişilere yansıtıldığı zıt örüntüyü gösterdi. Bu sonuçlar, daha kaygılı bağlanan hastaların başkalarını kendileri gibi deneyimledikleri aktarım örüntülerine yöneldiklerini, kaçınmacı bağlanan hastaların ise başkalarını kendilerinde hoşlanmadıkları şeylere benzettikleri bir aktarım deneyimleme olasılıklarının daha yüksek olduğunu göstermektedir.
Diğer çalışmalar, geçmiş ilişkisel öykü ve mevcut ruh hali durumu gibi faktörlerin aktarım tezahürlerini ne ölçüde etkilediğini incelemiştir. Bir çalışmada, bireyler kendilerinin kronik olarak ilişkisel olarak tatminsiz hissettiği sevilen önemli bir figürle ilgili olarak aktarım indüksiyonuna tabi tutulmuştur (Berk ve Andersen, 2008). Yalnızca aktarım indüksiyonu koşulunda, bu bireylerin yeni kişiye karşı düşmanlık hissetme derecesi, bu yeni kişiden hoşlanmalarını talep etmek üzere tasarlanmış bir görevdeki davranışsal ısrarlarını öngörmüştür. Yazarlar bunu, aktarımda yaşanan, bireylerin başkalarını tatmin etmemekten dolayı hayal kırıklığına uğradıkları ancak aynı zamanda (sonunda) başkalarının dikkatini ve hoşlanmasını kazanmak için karşılıklı olarak motive oldukları bir çatışmayı göstermek üzere yorumlamışlardır. Başka bir çalışma, diğer üniversite öğrencilerine kıyasla disforik üniversite öğrencilerinin, geçmişten sevilen bir kişiyle ilgili aktarım kaynaklı olduğunda, hayal kırıklığı ve reddedilme beklentileriyle orantılı aktarım örüntüleri deneyimleyeceğini varsaydı (Miranda, Andersen ve Edwards, 2013). Sevilen önemli bir figürle ilgili aktarım indüksiyonuna giren bu disforik öğrenciler, sevilmeyen önemli bir figürle ilgili indüksiyona kıyasla, depresif ruh halinde artışlar gösterdiler ve daha fazla reddedilmiş öz tanım sundular.
Aktarım üzerine terapötik odak
Aktarım yorumu, hastanın terapi dışında başkalarıyla yaşadığı deneyimi, terapistin terapideki deneyimiyle ve hastanın bakımverenlerle yaşadığı geçmiş ilişkilerle ilişkilendiren ve açıklığa kavuşturan incelikli bir yorumdur (Levy, 2009). Psikodinamik klinisyenler ve araştırmacılar arasında baskın bir klinik hipotez, son derece işlevsiz nesne ilişkileri ve daha şiddetli kişilik patolojisi olan hastalar için aktarım yorumlarının çok istikrarsızlaştırıcı olabileceği veya bu tür hastaların bu tür yorumlarla verimli bir şekilde çalışmak için yeterli kapasiteye sahip olmadığıdır. Karşıt bir klinik hipotez, zayıf nesne ilişkileri ve kişilik patolojisi olan hastaların özellikle aktarım yorumlarının kullanımından faydalanabileceğidir. Bütünleştirici bir görüş, aktarım yorumlarının, müdahaleler bu tür hastaların tolere edebileceği şekilde uyarlanırsa, düşük kişilik işlevi seviyelerine sahip bireyler (başkalarını anlama becerilerindeki eksiklikler dahil) için özellikle yararlı olabileceğidir. Son zamanlarda, psikodinamik terapilerin üç denemesi ağırlıklı olarak terapötik ilişkiye ve aktarıma odaklanacak şekilde yapılandırılmıştır. Aktarımın İlk Deneysel Çalışması, psikodinamik terapiyi karma bir bozukluk popülasyonu için karşılaştırmış ve hastaları aktarım yorumları alacak veya almayacak şekilde rastgele belirlemiştir (Høglend vd., 2008). Zayıf kişilik işleyişine sahip hastaların alt örnekleminde (çoğunlukla C kümesi kişilik bozuklukları), aktarım yorumlamaları olmadan uygulanan terapi, hastaların çatışmalarına ve savunma örüntülerine ilişkin içgörülerini geliştirmede daha az etkiliydi (daha sonra bkz.), tutarlı bir şekilde aktarım yorumlamaları kullanan terapiye kıyasla psikososyal işlevsellikte daha kötü gelişmelere yol açtı (Hoglend vd., 2008; Høglend, Dahl, Hersoug, Lorentzen ve Perry, 2011; Johansson vd., 2010). Yukarıda belirtilen bütünleştirici görüşe uygun olarak, daha düşük kişilik işlevi seviyelerine sahip bireyler için, terapistler “ebeveyn” duruşuyla hareket ederse aktarım yorumları özellikle yardımcı olurken, daha yüksek kişilik işlevi seviyelerine sahip bireyler için bunun tersi geçerliydi (Dahl vd., 2014). Borderline kişilik bozukluğu (BKB) olan hasta örneklerinde, aktarım odaklı psikoterapi (AOP), diyalektik davranışçı terapi, dinamik destekleyici terapi ve toplum uzmanları tarafından uygulanan tedavi ile karşılaştırılmıştır (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Doering vd., 2010). Her iki çalışmada da AOP’nin, hastalarda mentalizasyon ve bağlanma güvenliğinde benzersiz bir şekilde iyileşmeleri teşvik ettiği gösterildi (Buchheim, Horz, Rentrop, Doering ve Fischer-Kern, 2012; Fischer-Kern ve diğerleri, 2015; Levy ve diğerleri, 2006), bu da aktarım yorumunun bu popülasyonda özellikle intrapsişik bütünleşmeyi teşvik etmek için benzersiz bir şekilde yardımcı olabileceği görüşüyle tutarlıdır. 3. Bölüm, Çağdaş psikodinamik psikoterapide bağlanma ve mentalizasyon, psikoterapi bağlamında aktarım ve döngüsel ilişkisel örüntülerin daha kapsamlı bir değerlendirmesini sağlar.
Psikodinamik psikoterapi süreçleri
İçgörü
İçgörü, bir bireyin kendi iç çatışmalarını, savunmacı işleyişini ve uyumsuz ilişki örüntülerini ne kadar zengin bir şekilde anladığını ifade eder (Ulberg, Amlo, Dahl ve Høglend, 2017). İçgörünün psikodinamik kavramları hem bilişsel/entelektüel hem de duygusal öz-anlayış (self-understanding) düzeylerini içerir. Kendilerini, alışkanlık haline getirip, sorunlu romantik ilişkiler içinde bulan yüksek içgörüye sahip bireyler, yalnızca bu örüntüyü nasıl ve neden örneklediklerini tanımlayabilmekle kalmaz, aynı zamanda bu çatışmalarla ilişkili duyguları da deneyimlemiş ve bunları tanımayı ve hoş görmeyi öğrenmişlerdir.
Psikodinamik psikoterapi üzerine yapılan birçok çalışmada, tedavi süreci boyunca gözlemci tarafından değerlendirilen içgörüye (observer-rate insight) daha fazla ulaşan hastaların, tedavi sırasında önceki semptomatik iyileşmelerini istatistiksel olarak kontrol ederek bile, daha iyi uzun vadeli sonuçlara sahip olduğu bulunmuştur (Ulberg ve ark., 2017’deki incelemeye bakın). Tersine, içgörüsü iyileşmeyen hastalar terapiden daha az istikrarlı kazanımlar elde etme eğilimindedir ve takip boyunca daha fazla olumlu değişiklik göstermezler. Bu model, içgörüdeki kazanımların akut semptom rahatlamasından anlamlı bir şekilde farklı bir şey içeren, benzersiz, olumlu bir psikolojik değişimi temsil ettiği perspektifiyle tutarlıdır. Bu bakış açısına bir miktar destek sağlayan 22 çalışmanın (1112 kişiyi içeren) yakın tarihli bir meta-analizi, tedavi sonucu üzerinde içgörünün orta düzeyde bir etkisi olduğunu buldu (r = .31; %95 GA = .22 .40), yani çeşitli koşullarda içgörünün psikoterapide gerçekten önemli bir tedavi faktörü olduğunu buldu (Jennissen, Huber, Ehrenthal, Schauenburg ve Dinger, 2018). Yazarlar, meta-analizin moderatör etkileri güvenilir bir şekilde tespit etmek için yetersiz olduğunu ve içgörünün özellikle içgörü odaklı tedavilerde sonuçla ilişkili olup olmadığını veya farklı tedavi türlerine genel olarak uygulanabilir olup olmadığını belirlemek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu belirtiyorlar.
Zihinselleştirme/Reflektif Fonksiyon
Tarihsel olarak, semptomlara odaklanma ile psikodinamik uzmanların yapısal değişim (structural change) olarak adlandırdığı şeye odaklanma açısından psikodinamik tedaviler ile davranışsal ve bilişsel-davranışçı tedaviler arasında bir ayrılık olmuştur. Dinamik uzmanlar yapısal değişimle, kişinin zihninin yapısında veya organizasyonunda meydana gelen değişimi kastediyorlar; bilinçdışı olan şey artık bilinçli, farklılaşmamış olan şey artık farklılaşmış ve bütünleşmemiş olan şey artık bütünleşmiştir. Psikodinamik psikoterapide, yapısal değişim iyileşme için istenen hedef olarak görülüyordu ve semptom değişimi ikincil öneme sahipti. Buna karşılık, Bilişsel-Davranışçı Terapi (BDT) ve özellikle davranışsal tedaviler semptom değişimine ayrıcalık tanıdı. Psikodinamik terapi zamanla semptom değişimine giderek daha fazla dikkat etse de, çoğu dinamik tedavi hala yapısal değişime odaklanıyor ve sıklıkla yapısal değişimi semptom azalmasının meydana geldiği mekanizma olarak kabul ediyor.
Levy vd. (2006) BPD için randomize kontrollü bir çalışma bağlamında bağlanma ve zihinselleştirme/reflektif fonksiyondaki (RF) değişiklik olarak tanımlanan yapısal değişikliği inceledi. AOP alan hastalar, diyalektik-davranışçı terapi (DBT) veya manuelleştirilmiş dinamik-destekleyici terapi alan hastalarla karşılaştırıldığında RF’de üstün iyileşmeler gösterdi (d vs DBT = 0.56, d vs destekleyici = 0.85). Aslında, RF iki karşılaştırma tedavisinden hiçbirinde güvenilir bir şekilde değişmedi. Daha da önemlisi ve bulgulara olan güvenimizi artırarak, bunlar BKB için başka bir randomize çalışmada tekrarlandı: AOP’ye randomize edilen hastalar, RF’lerinin güvenilir bir şekilde artmadığı (Fischer-Kern vd., 2015), uzman topluluk hizmetleri sağlayıcılarıyla olağan geliştirilmiş tedavi koşulundaki hastalarla karşılaştırıldığında, RF’de önemli ölçüde daha fazla iyileşme gösterdi (d = 0.45). İlginç bir şekilde, RF kapasitelerini geliştiren hastaların aynı zamanda daha sağlıklı kişilik organizasyonları geliştirme eğiliminde oldukları görüldü (r = 0.31), bu da farklı temsil türlerini bütünleştirerek kendileri ve ötekiler hakkında karmaşık bir imajı istikrarlı bir şekilde koruma kapasitelerinin arttığını gösteriyor.
Psikodinamik Nörobilim
Psikodinamik terapinin bilişsel-davranışçı terapilerle üretilenlerle aynı oranda ancak onlardan farklı nörobiyolojik değişiklikleri teşvik ettiğine dair kanıtlar artmaktadır (Abbass, Nowoweiski, Bernier, Tarzwell ve Beutel, 2014; Roffman, Gerber ve Glick, 2012). Psikodinamik tedaviler sırasında nörobiyolojik değişiklikler majör depresif bozukluk (MDB), panik bozukluğu, BKB ve somatoform bozuklukta gözlemlenmiştir (Abbass ve ark., 2014; Perez ve ark., 2016; Roffman ve ark., 2014; Wiswede ve ark., 2014). Bu nörobiyolojik değişikliklerin genellikle hastaların terapide deneyimlediği semptomatik iyileşme derecesiyle ilişkili olduğu bulunmuştur.
Buna karşılık, psikodinamik teori, psikodinamik terapilerin çoğu incelemesinde bile, hastaların nörobiyolojik çalışmalarda geçirdikleri incelemeler ve görevler hakkında güçlü bir şekilde bilgi vermemiştir. Örneğin, MDD’nin nörogörüntüleme araştırmalarında, hastalar genellikle n-geri (n-back) çalışma belleği görevleri, Git/Gitme (Go/NoGo) tepki engelleme (response inhibition) ve sinyal algılama (signal detection) görevleri gibi temel nörobilişsel egzersizler yapar, genel yüzleri geniş duygusal kategorileri yansıtacak şekilde sınıflandırır (örn. mutlu, üzgün) veya genel pozitif, negatif veya nötr değerli cümleleri okur (Muller vd., 2017). Bu çalışmalar genellikle belirli beyin bölgelerinde örneklenen temel bir nörobilişsel işlevin MDB’li bireyler arasında yaygın olarak düzensiz olduğunu varsayar ve MDB hastalarındaki bilişsel eksiklikleri ve farklılıkları, örneğin olumsuz değerli uyaranlara yönelik dikkat yanlılığını (attentional bias) tanımlayan araştırmalara dayanır (Warren, Pringle ve Harmer, 2015).
Çarpıcı bir şekilde, MDB hastaları ile kontrol grubu katılımcıları arasında çeşitli tarayıcı görevlerinde kan oksijen seviyesine bağlı (BOLD) aktivasyonu karşılaştıran fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme çalışmalarının yakın zamanda yapılan büyük ölçekli bir meta-analizi (Muller vd., 2017), farklı deneyler arasında tutarlı bir şekilde hiperaktif veya hipoaktif beyin bölgelerinin tekrarlanan alanlarını bulamadı. Depresyonlu hastalar, depresif durumları için birden fazla etiyolojiye sahip heterojen bir grup oluşturur (Fisher ve Boswell, 2016) ve bu, paylaşılan semptomatoloji için ortak nöral substratları yansıtmayabilir. Bu tür nörogörüntüleme görevlerinin, depresif bir durumu ortaya çıkaran ve sürdüren daha ayrıntılı veya kendine özgü kişilerarası (interpersonal) veya zihinsel (intrapersonal) süreçleri yakalamaması mümkündür. Psikodinamik temelli, kişiselleştirilmiş nörogörüntüleme araştırmaları potansiyel olarak daha bilgilendirici, tekrarlanabilir ve klinik olarak ilginç sonuçlar üretebilir.
Depresyonda nörogörüntüleme için yeni bir psikodinamik yaklaşım, bu uyaranların hastaların kendine özgü dinamiklerinin zihinsel temsillerini harekete geçireceği hipotezi altında, hastalar için kişiselleştirilmiş psikodinamik-kişilerarası uyaranlar geliştirmeyi denedi (Kessler vd., 2011). Bu uyaranların yapısını düzenlemek için deneyimli klinisyenler, Operasyonel Psikodinamik Tanı sistemini (OPD Task Force, 2008) kullanarak yapılandırılmış bir klinik görüşme gerçekleştirdiler. Bir katılımcı için en tipik kişilerarası örüntüyü tanımlayan cümlelerden oluşan bireyselleştirilmiş uyaranlar, katılımcıyla ilgili görüşmelerin bağımsız jüriler tarafından kodlanması temelinde oluşturuldu. Örneğin, bir katılımcıya şu kişiselleştirilmiş deneysel uyaran seti atandı: “Başkaları tarafından kabul edilmek istiyorsun,” “Bu yüzden onlar için çok şey yapıyorsun,” “Bu genellikle onlar için çok yakın oluyor, bu yüzden geri çekiliyorlar,” “Böylece kendini boş ve yalnız hissediyorsun.” Hem depresif hem de psikiyatrik olarak sağlıklı denekler için uyaran setleri oluşturuldu ve hem bireysel uyaranların görüntülenmesi hem de trafikte yol bulmak ilgili stresli bir anlatıdan oluşan bir kontrol koşulu için tüm beyin BOLD aktivasyonu örüntülerini karşılaştırıldı. Kontrollerle karşılaştırıldığında, hastalar kontrol anlatısına kıyasla bireysel uyaranlarını görüntülerken özellikle yüksek limbik (örn. amigdala) ve subkortikal (örn. bazal ganglionlar) hiperaktiviteyi düşündüren aktivasyon örüntüleri gösterdiler. Yazarlar bunu, depresif hastaların kişilerarası çatışmalarını yansıtan durumlarla daha fazla duygusal ilişkiye sahip olabileceğini ve bu durumlardan daha fazla duygusal aktivasyon alabileceğini gösterdiği şeklinde yorumladılar.
İlginç bir şekilde, aynı hastalar ve kontrol katılımcıları üzerinde, hastalar 8 aylık psikodinamik terapi aldıktan sonra bir takip çalışması gerçekleştirildi. Bu çalışma, kişiselleştirilmiş deneysel uyaranlarını üretmek için kullanılan OPD’den türetilen intrapsişik çatışmalara ve işlevsiz kişilerarası örüntülere odaklandı (Wiswede vd., 2014). Tedaviden sonra, hastalarda sorunlu kişilerarası örüntüleri hakkında okumaya yanıt olarak limbik ve subkortikal yapıların hiperaktivitesi artık görülmedi. Bu, bu çatışmalarla başa çıkmanın nörobiyolojik bir sinyali olabilir. Tekrarlayan MDB için 15 aylık psikodinamik terapinin bir başka denemesinde de, bu kez Yetişkin Bağlanma Yansıtmalı Resim Sistemi tarafından üretilen bağlanma ile ilgili anlatılardan geliştirilen kişiselleştirilmiş uyaranlar nörogörüntüleme incelemeleri olarak kullanıldı (Buchheim vd., 2012). Benzer şekilde, kontrol grubu katılımcılarına kıyasla limbik normalizasyon tedavi öncesi ve sonrasında gözlemlendi. Bu çalışmaya özgü olarak, görev kaynaklı aktivitenin normalizasyonu subgenual singulat (özellikle tedaviye dirençli depresyonda rol oynar) ve medial prefrontal kortekste (istemli duygusal düzenlemede (voluntary emotion regulation) rol oynar) gözlemlendi ve bu da semptom iyileştirme derecesiyle ilişkiliydi. Bu tür araştırmalar için daha sıkı bir kontrol koşulu, katılımcıların başka bir katılımcı tarafından kişiselleştirilmiş uyaranları da görmesini sağlamak olurdu. Bu, gözlemlenen aktivite farklılıklarının genel olarak kişilerarası anlatılara mı yoksa özel olarak bireyin kendi hayatını tanımlayan sorunlu örüntüleri yansıtan kişilerarası anlatılara mı tepki verdiğini belirlemeye yardımcı olurdu.
Sonuç
Bağlanma teorisi, nörobilim de dahil olmak üzere deneysel psikoloji araştırması ve psikoterapi araştırmasından elde edilen güçlü, biriken kanıtlar, psikodinamik psikoterapinin altında yatan çeşitli yapıların (savunma süreçleri, aktarım ve karşı aktarım, içgörü ve zihinselleştirme) geçerliliğini ve klinik yararlılığını desteklemektedir. Örneğin, aktarım kavramı; şemalar ve örüntü eşleştirme, örtük bellek süreçleri ve bilişsel ve nörolojik bilimlerden gelen diğer kavramlar hakkında bilinenlerle tutarlıdır. Ayrıca, aktarımın yalnızca bir bilişsel-bilgi yanlılığı (cognitive-information bias) veya süreci değil, aynı zamanda bağlanma ve savunma süreçleriyle ilişkili dinamik bir süreç olduğuna dair ilginç ön kanıtlar da vardır. Zihnin psikodinamik modeli üretken bir araştırma çerçevesidir. Psikodinamik psikolojik mekanizmalar üzerine gelecekteki deneysel ve klinik çalışmalar, yalnızca psikoterapi ve değişim süreçlerini açıklığa kavuşturmaya yardımcı olmakla kalmayıp, aynı zamanda insan bilişini ve davranışını zengin bir şekilde tanımlamak ve öngörmek için benzersiz hipotezler ve veriler sağlayabilir.