sessiz hasta

Sessiz Hasta (8. Bölüm)

Photo of author

Editör

Bu bölümde, size bir dizi seans üzerinden sözlerimle, düşüncelerimle, terapötik kusurlarımla içten dinleme sanatı ve anlama sanatının şimdiye kadar özetlediğim kısımlarını en iyi şekilde örneklediğini düşündüğüm unsurları göstermek istiyorum. Kavramları açıklamada belirli bir noktaya kadar ilerleyebiliriz, ancak kaçınılmaz olarak bunları görme ihtiyacı ön plana çıkar. Bu yüzden, kelimesi kelimesine, düşüncesi düşüncesine sunacağım bir dizi seansı seçtim. Odada ve zihnimde bulunmaya ancak bu kadar yakın olabilirsiniz.

Bu belirli görüntüleri sizinle paylaşma konusunda gerçek bir risk alıyorum. Hastamın kimliğini gizlemek için gereken değişiklikler dışında, çalışmamı daha iyi ya da farklı göstermek için bu metni değiştirmedim ya da düzenlemedim. Ham ve makyajsız bir şekilde sunuyorum. Bu sayfalarda gözlemleyeceğiniz terapist, aynı zamanda öznelerarası alanda elde etmeye çalıştığım varlığı hem harika bir şekilde örneklemekte ve hem de tamamen zıttı. Terapistin içten ve analitik olarak dinleme temel görevine büyük bir uyum gösterdiğini göreceksiniz, ancak bu süreçte psikanalitik yönergenin bazı temel kurallarını da ihlal ettiğini fark edeceksiniz.

Öncelikle biliyorum ki bazıları bu çalışmayı beğenmeyebilir; benim geleneksel olmayan yaklaşımlarıma itiraz edebilir; hastamı beklememekle, savunma mekanizmalarını zorlamamakla ilgili eleştirebilir. Bazıları, özellikle psikanalitik alanda nispeten yeni olan terapistlere yönelik bir eserde, hem hastama hem de siz okuyucuma karşı kendimi açıkça ifade etmemden rahatsız olabilir. Ve bu konuda onlarla hemfikirim. Ama eğer geleneksel yaklaşımlarımızın altına inip daha sakin sulara dalarsak, aslında tüm bunların amacı olan, şimdiye kadar bahsettiğim tüm araçları ve bazen anlık olarak icat etmek zorunda kaldığım bazılarını kullanarak bu kişiyi bulmak ve tanımak olduğunu ortaya koymuş oluruz.

Bu yüzden olduğu gibi bırakacağım. Belki de bu özel hastayı kullanmam iyi olacaktır. Gerçek şu ki, bir noktada, hepimiz işimizde bu kombinasyonu sürekli olarak yapıyoruz. Hepimiz koltuğumuzun altında gelenekselin kitabıyla yaklaşırız ama sonra kendimizi özel bir hasta ile, özel parçacık fırtınasında etkileşimde buluruz ve var olmanın bir yolunu bulmamız gerekir.

Başlamadan önce bir girizgah yapacağım. Psikodinamik psikoterapist olarak çalışmalarımı çerçeveleyen ve bilgilendiren teorik eksenlerim var. Bu eksenlere ilerleyen bölümlerde daha derinlemesine değineceğim. Ancak, aynı zamanda hayatımın dokusunda hem klinik hem de özel olarak beni tanımlayan kişisel değerler ve olma biçimleri gibi kişisel yönlendirici eksenlerim de var. Hepimizde bu eksenlere sahibiz aslında. Klinik ve özel olarak kişisel yönelim eksenlerim, bence, zarafet ve hakikat nitelikleridir (Yeni Ahit’teki bir pasajdan Katolik okul günlerimden alınmış bir ifade). Terapist yolunda yürürken kişisel diyalektiğimi ifade etmek için daha iyi bir yol bulamadım. Zarafet bana belki de daha kolay geliyor. Annemin zarafetini aldığımı ve bu zarafeti eski bir ayakkabıyı giyer gibi, düşünmeden, rahatça taşıdığımı düşünüyorum. Doğruluk ise daha zorlu bir mücadele oldu. Onunla daha dikkatliyim, temizleyici veya yok edici gücüne saygı duyuyorum. Bu yüzden, elimden geldiğince, her hasta ile bu dengeyi korumaya çalışıyorum ve başaramadığımda gözümü bu dengenin üzerinde tutmaya özen gösteriyorum.

Her yer karanlık olduğunda, beni yönlendiren yıldızlar bunlardır. Beni bir insan olarak yönlendirirler. Klinik çalışmalarda da hiçbir şeyin anlam kazanmadığı anlarda bana rehberlik ederler. Psikodinamik psikoterapi sanatında edinilecek teknikler ve teknik bilgiler ne kadar varsa -ki var– onların hepsinden önce ve hepsinin temelinde yer alan meselenin özü: Freud’un sözleriyle, “sevgi yoluyla bir tedavi” taşıyıcıları olduğumuz gerçeği ve ruhlarımızın bunun ardında sıralanması gerektiğidir (Bettelheim, 1984).

Bu ruhla, şimdi alçakgönüllülük ve saygıyla, terapi pratiklerimde genç bir kadın olan Sara ile yapılan birkaç gerçek zamanlı seansı sunmak istiyorum. Onunla yaşadığım bazı deneyimleri kullanarak, “karşılaşma anları,” “girdap anları” ve “çökme anları”nın içten dinleme bağlamında nasıl görünebileceğini ağır çekimde göstermeye çalışacağım.

Bu seansları incelerken dikkat etmeniz gereken birkaç nokta var. Birincisi, bu diğer vakalardan farklı; tamamlanmış değil, daha yeni başlamış, uzun süre devam edecek ve haftada birkaç kez olması gereken bir terapinin ilk zahmetli aylarındayız. Şimdilik haftada bir. İkincisi, bu süreç beni terapist olarak normal ritimlerimden ve oyun planımdan oldukça uzaklaştırdı, çünkü hasta, Sara, seanslarda son derece sessiz kalıyor ve kendi deneyim dünyasını güvenle paylaşmak için benim deneyimsel dünyama biraz erişmeye ihtiyaç duyuyor gibi görünüyor.  Bu anlamda vaka, tipik olmayan bir hasta ve karşılığında,tipik olmayan bir terapi örneğini temsil ediyor. Bu, kesinlikle normalde benimseyeceğimden veya onaylayacağımdan çok daha fazla kendini açığa çıkaran bir duruşu ima ediyor. Ancak şimdilik terapinin ilerlemesine hizmet ettiği sürece, zamanla değişeceğinden şüphelenmeme rağmen buna devam edeceğim.

Üçüncüsü, ve özellikle dikkat edilmesi gereken nokta ise, bu hastayla kendi deneyimimi doğrudan paylaşmamın, onun ilişkide herhangi bir tür güven inşa etmesi için ön koşul gibi görünmesidir. Ancak, aynı zamanda, benim örtük hedefimin, onunla olan ilişkim hakkındaki deneyimimden konuşmak değil, bu ilişkinin ona nasıl göründüğü ve nasıl hissettirdiği hakkında konuşmak olduğunu fark etmeye çalışın. Ayrıca, bu hastanın (önceki bir terapistle on yıl geçirdikten sonra) bütün insan olma arayışıyla bu terapiye geldiğini belirtmek de önemlidir; bu, bu yolu seçen herkes için her zaman aşırı cesaret isteyen bir davranış olarak kabul edilmelidir.

Son olarak, bu hasta ile olan “karşılaşma,” “girdap,” ve “çökme” anlarını sunmaya başlarken, gençken tenis oynarken ve şimdi büyük turnuvaları televizyondan izlerken hissettiğim duyguları hatırlıyorum. Kortta olmak ile uzaktan izlemek arasındaki fark yanıltıcıdır. Uzaktan bakıldığında her şey net, mantıklı ve dürüst olmak gerekirse, kolay görünür. Kortta ise tempo yoğundur ve sadece eğitimli içgüdülerinizin sizi yeterince iyi idare etmesini umabilirsiniz. Şimdi sizi bu sessiz hasta, Sara ile birlikte korta götüreyim. Okurken, benim içsel düşüncelerimi yönlendiren bir ışık olarak düşlem kullanımıma ve bu tür içsel düşünceleri doğurmak için gerekli olan sessizliğe dikkat etmeye çalışın.

Söylediğim gibi sessiz, sadece ara sıra temas kuruyor. 32 yaşında ama çok daha yaşlı görünüyor, sanki hayat onun parlaklığını silip süpürmüş gibi. Onunla bir nevi yarışıyormuşuz gibi geliyor bana: Ben, endişeyle onun sessizliğini bozmamaya çalışıyorum; o beni içeri almak istiyor ama aynı zamanda istemiyor. Bazen “Ne düşünüyorsun?” sorusuyla sessizliğimizi bozuyor. Bu şekilde, etkileşimlerimizde ergenlik dönemi bir nitelik var. Sanki onun için asgari güvenlik şartlarıymış gibi temkinli çıkması veya çıkabilmesi için benden belli bir oranda özgünlük istiyor. Son olarak, bir hatırlatma yapacağım. Analitik üçüncüden aldığım, sizinle paylaşacağım karşılaşma, girdap ve çökme deneyimleri yalnızca benim çalışmalarımla sınırlı değil. Diğer psikodinamik yazarların birçoğu, meslektaşlarım ve pratiğimdeki süpervizyon verdiğim terapistler gibi, bu şekilde çalışma deneyimlerini aktardılar. Aşağıda, terapinin dördüncü ve beşinci aylarından kabaca alınmış yedi seanstan alıntılar ekleyeceğim. Seanslar ardışık olup (siz okuyucuya bir uyarı olarak) yavaşça ileriyor olacaklar. Ultra ağır çekim için kemerlerinizi bağlayın. Ancak ağır çekim, samimi ve verimli bir gözlem noktasıdır, bu yüzden izninizle sizi bu uzun, yakın çekim yürüyüşe çıkaracağım. Netlik sağlamak için, kendi düşüncelerimi, meraklarımı ve hayallerimi ve ayrıca okuyucuya bir şeyi açıklamak için yaptığım yorumları belirtmek için italik kullanacağım.

14. Seans (Terapide 3,5. ay)

Bu seansta, on dakikalık sessizlikte, zihnimi odadaki duygulara ve hayal gücüne bırakmıştım. Sara yüzümde bir şey fark etti.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu. Dürüstçe cevap verdim, “Ölmekte olan arkadaşımı düşünüyordum.” O Pazar öğleden sonra bana verdiği basit tavsiyeyi düşünüyordum. 17 yaşındaki kedimin o öğleden sonra ölmek üzere olduğunu düşündüğümü ona söylemiştim. Bana “Onu veterinere götür. Acı çekiyor olabilir.” demişti. Hikayeyi duyan, o ana kadar tamamen sessiz olan hastam, “Benim de 17 yaşında bir kedim var. Adı Notch.” dedi. Notch hakkında hikayeler anlatmaya başladı: onu nasıl edindiğini, adını nasıl koyduğunu, nasıl bir kedi olduğunu. “Adını ben koymadım,” dedi. “Onu mecburen aldım. Ev arkadaşlarım onu bıraktı. O zamandan beri birlikteyiz, yıllardır. Benimle birlikte yürüyor, tıpkı bir köpek gibi. Güneşte oturmayı seviyor. Ona bir gölgelik tutuyorum; burnunda bir cilt kanseri var. Çok havalı bir kedi. Ona güveniyorum. Güvendiğim tek canlı varlık o.”

Bu anlarda, Sara’nın beni hayatının kutsal alanına getirdiğini hissettim. Bu deneyim beni çok etkiledi Bu bir “karşılaşma anıydı” çünkü sessiz, rastgele düşüncelerim onun huzurunda 17 yaşındaki kedime doğru kaymıştı ve ardından onun da 17 yaşında bir kediye sahip olması gibi garip bir tesadüf yaşandı. Bu anlar, bizi psikolojik olarak bağladı.

15. Seans

Bir sonraki seansa geçeceğim. Çok fazla sessizlik ve zihnimin dolaşmasına izin vermek için bolca zaman vardı. Düşlem, boşluk gerektirir ve zihninizin akıntılarının sizi sağa sola götürmesine izin verme isteği gerektirir. Çoğu hasta bu kadar uzun süre sessiz kalamaz. Ancak terapistler olarak, normal sosyal konuşmaların ileri geri hareketlerinden uzaklaşma (böylece gelenin akışında “kendimizi kaybedebiliriz”) konusundaki pratik yeteneğimiz, seanslarımıza sessizlikler alanını davet eder ve izin verir. Bu, edinilmiş sanatta olduğu gibi  Sara ile olan çalışmamda da kritik bir parçadır.

Bir şekilde, sessizlikte, karşısında oturduğumda yüzümde bir ifadenin belirdiğini fark etti. “Ne düşünüyorsun?” diye tekrar sordu. Yine, dürüst bir soru gibi görünüyordu, bir şekilde onun için güvenliği sağlamaya hizmet ediyordu. Konuşması için baskı yapmamak adına, onunla sessiz oturmaya çalışırken aklımdan geçen sahneyi aktarmaya çalıştım. Aklıma gelen sahne, dördüncü sınıfta, yüzü çamur içinde, genç bir kızın rüya benzeri bir görüntüsüydü. Bir odanın köşesinde, dışarıya bakıyordu. Zihinsel sahnemde, çok korkmuş görünüyordu; hareketsiz kalmıştı. Herhangi bir hareket onu daha çok korkutacakmış gibi görünüyordu. O sahneyi sessiz hastamla ilişkilendirdim. Bir zamanlar köşede olmak hakkında bir şiir yazdığını ve “iç eleştirmeninin” onu o köşede kalmaya zorladığını söyledi.

Bir kez daha bir “karşılaşma anı” yaşadığımızı biliyordum; zihnimde oluşan görüntü aramızdaki çorbadan çekilmişti ve yine, bir şeyi gerçekleştirmeye çalışsaydım gerçekleştiremeyeceğim bir şekilde onun deneyimine bağlıydı. Doğrudan anlayabileceğim bir şeyden çok, içsel duygusal sahne yaratıcıma (sağ beyin aracılı) teslim olmamdı. Yine, hayal gücü onun kişisel deneyimine derinden bağlıydı. Freud’un “bir insanın bilinçdışının, bilinçten geçmeden bir başkasının bilinçdışına tepki verebilmesi çok dikkat çekici bir şeydir” (Freud, 1915b: s. 194) gözlemini hatırladım. Şiirinde köşede olduğunu paylaşması karşısında içimden gelen tepki, sanki beni hiç kimsenin paylaşmadığını hayal ettiğim bir dünyaya getirmiş gibi, biraz şaşırmış ve alçakgönüllü hissetmiş olmamdı.

16. Seans

İki hafta sonraki bu oturumda, size ileri geri gidişleri ve bir oturumun arka planındaki düşünce ve duyguları gerçek zamanlı olarak anlatmak için seansın tamamını sunacağım.

Yılbaşı arifesinde -Noel’den sonraki Cuma- her zamanki gibi, siyah tişörtündeki sade altın rengi desen dışında tamamen siyah giyinmiş olarak sessizce içeri girdi. Son görüşmemizden bu yana bir hafta ara vardı. Noel tatilinin sonuydu. Karşıma oturdu, sandalyeye yerleşti ve birkaç dakika ofise baktı. Sonunda başını kaldırıp baktı ve yumuşak bir ses tonu ve sıcaklık, belki de rahatlama hissi taşıyan bir ifadeyle “Merhaba” dedi. Onun ses tonuna uydum. “Merhaba” dedim.

Seansın başında her zaman yaptığı gibi sessizleşti ama bu gün yüzü ve boyalı siyah saçları alışılmadık derecede koyuydu. Aşağıya ve sağına baktı, sandalyesinde biraz öne doğru eğildi, saçını yüzünü kısmen kapatacak şekilde aşağı çekti.

Tüm seansın ondan tek kelime etmeden geçebileceğini bildiğimden (ve korktuğumdan) kendimi belirsizlik içinde hissettim. Aynı zamanda, benimle birlikteyken ne hissettiğini ifade etmek için savaştığını ve kendi iç dünyası hakkında ne kadar bilmemi istediği konusunda da mücadele ettiğini biliyordum. Ona doğru gelmemi mi, yoksa sessizliğinin tüm alanını ona bırakmamı mı istediğini merak ediyordum. Bu benim neredeyse her zaman mevcut olan “girdabımdı”.

Birkaç dakika geçtikten ve o büyük boy sandalyede birkaç kez kıpırdadıktan sonra ara sıra bana, ben de ona bakarken, göze batmayacağını umduğum ilk soruyu sordum. “Ailenin evinden ne zaman döndün?” “Pazartesi,” diye yanıtladı, bana pek bakmadan ama biraz temas kurarak. Dakikalar geçti. Sessizliği böldüm, “O zamandan beri buralardasın.” diye geçici olarak önerdim, bir soru sormaktan ziyade en iyi tahminimi sundum. Biraz duraksadı ve “Evet” dedi.

Bir an için, belki de onun alışılmadık karanlığının kaynağını bulduğumu ve temas kurduğumu düşündüm, bu yüzden kendimi onun bariz acısıyla ve bu acıyı sakladığı ulaşılmaz sessizlikle birlikte sakinleştirmeye başladım. İçimde bir panik duygusu vardı (girdabımda). Onun seanslarımızın sessizliğini nasıl deneyimlediğini merak ediyordum; bu kadar az kelime alışverişiyle bana gelmiş olmasının onun için herhangi bir değeri olup olmadığını düşündüm. Birkaç yıl önce, bir ortaokul öğrencisiyle on sekiz hafta boyunca çocuğun tek bir kelime etmediği ve terapistin de pek konuşmadığı bir seans gerçekleştiren süpervizörlüğünü yaptığım Wendy’yi düşündüm. Wendy bu kaygıyı taşıyabiliyorsa, ben de taşıyabilirdim (terapi, ortaokul kızının seanslar dışındaki uyumunda büyük değişiklikler yapmıştı). Kendi rolümün, onun deneyimlediği şeylere duygusal olarak yaklaşmak olduğunu hatırladım. Karanlığının, içinde intihar düşüncesi barındırıp barındırmadığını merak etmeme izin verdim. Birkaç hafta önce, antidepresanlarını bıraktığını söylemişti. Kaygım arttı. Bu seansın son seansımız olup olmayacağını bilmiyordum. İçimde kendimi sakinleştirmem gerekiyordu. Çocukken düzenli olarak ziyaret ettiğim, genellikle boş olan kiliseyi gözümde canlandırdım; o yerin boşluğu ve sessizliğiyle kendimle uzun süre geçirdiğim anları hatırladım. Bu huzur bulmamı sağladı.

Sakinleştiğimde, odadaki somut duygulara inebildim. Üst karın bölgemde, sonsuz, karanlık, belirsiz bir boşluğa düşme hissini farkettim. Bu duygunun içimde büyümesine izin verdim, nefesimi sessizce ona doğru yönelttim. Sınırsız ve kaçınılmaz gibi görünüyordu Bu zar zor tolere edilebilen hisle uzun süre oturdum – yaklaşık on beş dakika – onun içinde güçlü bir his duymaya yetecek kadar uzun bir süre (bu, eylem halindeki somatik kayıttır. Bunun analitik üçüncüdeki duygusal çorbadan çekildiğine güvenmeyi öğrendim).

İlk olarak o gün onunla ilgili hissettiklerimden bahsettim (ilişkinin ona şu anda nasıl bir his verebileceğine dair hislerim). Çocukken evinden biraz uzakta kendi kalesine çekildiğini ve tüm gücüyle yalnızlığını koruduğunu benimle paylaşmıştı. Ona şöyle dedim: “Bugün kalede olmadığını hissediyorum. Haklı mıyım?” Karanlığın içinden başını kaldırıp göz teması kurdu. “Ne hissettiğini ifade edecek kelimelerin var mı?” Cesaret edebildiğim kadar yumuşak bir şekilde sordum. Hemen başını hayır anlamında salladı. Bir iki dakikalık bir sessizliğin ardından devam ettim: “Düşünceler var mı?” “Evet” dedi. “Bunlardan herhangi birini paylaşabilir misin?” Sorumu düşünmek için durduktan sonra tekrar başını salladı, hayır.

Sessizliğe geri dönmüştük ama içimde onun da, içine tek başına düşmesine izin vermeyeceğim boşlukta onunla birlikte olduğumu bildiğini hissettim. Bana (çorbaya) sessizce yerleştirdiği bu durumun onun içsel deneyimi hakkında ne gibi bir iletişim kurabileceğini; benim belirsizliğimin ve endişemin onun kendi geçmişinde katlanmak zorunda kaldığı duyguları yansıtıp yansıtmadığını merak ettim. Birkaç ay önceki bir seansta depresif ve bazen şiddet yanlısı annesiyle ilgili paylaştığı şeyleri düşündüm; kendisinin fiziksel şiddete maruz kaldığını ama ablasının daha çok şiddete uğradığını söylemişti. Korku ve kafa karışıklığından bahsetmiştik. Düşüncelerimi bırakıp tekrar karanlığa düşme alanına geldim.

Uzun gibi gelen bir sürenin ardından ortaokul yıllarımdan bir sahne zihnimde canlandı. Dördüncü ve altıncı sınıflarda kendimi çok yakın hissettiğim ve bir şekilde onun tarafından görünür olduğum rahibe bir öğretmenim vardı. Okuldan sonra sık sık onu ziyaret eder ve sınıf işlerine yardım etmek için kalırdım. Hatırladığım sahnede, o günde ön büronun yakınındaki kitap deposuna gitmiştik, belki de farklı türde bir sohbet için güvenlik sunuyordu. 13 yaşındaki zihnime ağır bir yük bindiğini hissetti ve bana davetkar bir ses tonuyla şöyle dedi: “Söyle. Ne düşünüyorsun?” Aklıma gelen sahnede, tüm dünyanın bu güvendiğim öğretmenle kaygımı paylaşmasını istediğimi hatırlıyorum; benim için çok zor olan ve hayatımın o noktasında ifade etmesi zor olan iç bölgeye onu dahil etmek. Hatırlıyorum, uzun süre beklemişti ve ben içeride dönen şeyin sadece küçük bir kısmını anlatabildim. Gerçekten bunu ifade edecek kelimelerim yoktu, ama yine de onunla buluştuğumu hissettim.

Bu kişisel sahnenin çok derin duygularını yaşadım ve (bu etkileyici hayalin aramızdaki çorbayla bir ilgisi olduğunu varsayarak) bir sonraki araştırmamı (hayallerimdeki sahnenin hissinden yola çıkarak) formüle ettim.

“İçindeki bir parçan orada ne hissettiğini bilmemi mi istiyor?” diye sordum yumuşak bir şekilde. Yan yan baktı ve “Bir parçam istiyor, diğer parçam istemiyor.” dedi. Kendi cevabından biraz işkence görmüş gibi görünüyordu. Başımı yavaşça salladım, onunla tekrar temas kurduğumu bilerek.

(Suskunluğu ve çekingenliği, benim veya onun için bir oyun anlamına gelmiyor. Hiçbir şekilde böyle hissettirmiyor. Daha çok, müdahale edilmesini gerektiren ama derin bir güvensizlik taşıyan yaralı bir hayvanın duruşuna benziyor.)

Yalnız kaldığımda, bir dizi rastgele düşünceden sonra yeni bir rüya benzeri sahne belirdi, muhtemelen “çorbadan” çekilen. Sahnede, 2.5 fit yüksekliğinde bir beton blok ile çevrilmiş derin, boş bir kuyunun dairesel kenarında duruyordum. Hastam,kuyunun dibindeydi, neredeyse tamamen görünmüyordu, sadece karanlık gözleri yukarıya bakıyordu, kurtuluş ya da yardım umudu olmadan. O, kuyunun dibinde çaresizce sıkışmış bir hayvana benziyordu.O an , onu nasıl çıkaracağımı düşündüm, ama hepsi onun gücüne ve benim tasarlayabileceğim herhangi bir kaldırma aracını tutma isteğine bağlıydı. Sıkışmıştım (sahnedeydim), ama onu çıkarmanın bir yolunu bulmam gerektiğini hissettim; hatta güvenini ve işbirliğini kazanmam gerekiyordu. Ne yapacağımı bilmezken, kendime sahnede bir adım geri çekilip düşünmemi söyledim. İçimde bir değişime izin verdim ve o noktada onu çıkaramasam da, ona bir şey gönderebileceğimi fark ettim. Bir kova indirmeye karar verdim; içinde yavru bir kedi (Onun kedisi Notch’a olan bağlılığını düşündüğümde, bunu memnuniyetle karşılayacağını ve yanıt vereceğini biliyordum) ve bir sandviç; bu onun gücünü artırabilir ve birisinin yukarıda olduğunu bilmesini sağlayabilirdi. Bir süre geçtikten sonra sahne bir adım daha gelişti. Ayrıca, yazabileceği bir şey göndermem gerektiğini düşündüm. Yazma, onun aracı olmuştu.

Seansın artık son on dakikasıydı. Zihnimde olan resmi bilmek isteyip istemediğini sordum (bunu nadiren yaparım çünkü eğitimim bana zihnimde beliren sahneleri doğrudan anlatmayı değil, onlardan bahsetmeyi öğretti). Bilmek istediğini söyledi, bu yüzden sahneyi tarif ettim: derin bir kuyunun dibindeydi, gözlerinden başka hiçbir şey göremiyordum, kimsenin varlığından habersiz yukarı bakıyordu. Sahnede onu oradan nasıl çıkarabileceğimi düşünemediğimi, ancak sonunda ona bazı şeyler indirebileceğime karar verdiğimi söyledim. Ona kuyuya bir kedi yavrusu ve bir sandviç indirmeye karar verdiğimi söyledim. Yarım yamalak gülümsedi.

Bir dakika bekledim, sahnede daha sonra ne olduğunu bilmek isteyip istemediğini sordum. Başını salladı, evet dedi. Ona ayrıca üzerine yazmak için bir şey indirmem gerektiğinin aklıma geldiğini söyledim.

Cevabını izledim. Bana doğru baktı ve sanki bana bir şey söylemeye karar veriyormuş gibi göründü ama kendini durdurdu. “Bir şey söyleyecektin ama kendini tuttun” dedim. Konuşmakla konuşmamak arasında kalmış gibiydi. “Ne?” Diye sordum. “Sana söylerdim ama zamanımız doldu” diye yanıtladı. Biraz şakacı bir tavırla, “Kımıldamıyorum,” dedim. “Çıkmayacak” dedi sonunda. “Bir parçam bunun ortaya çıkmasına izin vermiyor.” Tekrar yavaşça başımı salladım. “Yazabilir misin?” Diye sordum. “Evet.” dedi. “Her şey yolunda mı?” Diye sordum. “Evet” dedi yine yarım bir gülümsemeyle.

İkimiz de gitmek üzere ayağa kalktık. İkimiz için de son derece yoğun bir zaman olmuştu ama sanki aynı felaketin tanıklarıymışız gibi tüm yol boyunca bağlantılı hissettik. İkimiz de kapıya doğru giderken durdum. Yavaş yavaş ve belirgin bir vurguyla ona şöyle dedim: “Bilmemi isteyen tarafın istediğini elde etti.” “Biliyorum,” dedi o gün ilk kez doğrudan bana bakarak.

Bu, son derece yüksek etkili bir andı; onun bir şeylerin “ulaşmış” olduğunu kabul etmesi. Anlamını tam olarak kavrayamadığım ama hissedebildiğim şekilde önemli hissettirdi. Belki fark etmişsinizdir, bu oturum neredeyse tamamen düşlemlerim tarafından yönlendirildi. Tüm yol boyunca karanlığın (girdabın) içinde hissettim ve içimde en çok etki bırakan şeylerin dışarı çıkabilecek kadar istikrarlı olduğuna güvenmek zorundaydım. Hasta ve terapist arasındaki bu neredeyse erişilemez düşünceler ve duygular, alan ve sessizlik tarafından kolaylaştırılır ve bunun tersine, herhangi bir oturumda kesintisiz bir konuşma alışkanlığıyla tamamen erişilemez hale gelir.

17. Seans

Bu bir sonraki seans, tamamen öngöremediğim bir şekilde, önceki seansa bağlı olarak gelişti.

Bir hafta sonraya odaya geldiğinde önceki kadar karanlık görünmüyordu. Normal siyah kazak ve pantolonunun altına, düz turuncu uzun kollu bir bluz giymişti. Oturuma sessiz başladı, ancak ilişkisel alanda son oturumdan kalanlar vardı, bu yüzden önemli olduğu üzere, onunla bu konuda konuşmaya karar verdim. “Geçen hafta hakkında herhangi bir düşüncen var mı?” diye sordum. Koltuğunda kıpırdandı ve yerleşti. “Sözlere dökemediğim bir şey yok,” dedi. Tekrar denedim: “Geçen hafta, seans sonunda ‘Görmemi isteyen tarafın istediğini elde etti” dediğimde, sen ‘Biliyorum’ demiştin. Bunu nasıl hissettin, her iki tarafın için de ne hissettirdi?” Bu sorunun ardından birkaç dakika sessizlik oldu. Sonunda konuştu: “Yalnız olmamak rahatlatıcıydı.” (Sessizlik.) “Peki, görünmek istemeyen tarafın için neydi?” diye sordum. “Yargılanıyor veya küçümseniyor gibi hissettim,” diye yanıtladı.

Bir süre sessizlikten sonra, devam ettim: “Eve döndüğünde, seni bir şekilde gördüğümü bilmek sana ne hissettirdi? Diğer tarafın seni tekrar ortaya doğru sürüklemeye mi çalıştı?” “Oh, evet,” dedi, anlamlı bir şekilde. “Bir bedeli var mı?” diye sordum. Başını sallayarak onayladı.

Birkaç dakika geçmesine izin verdim. Onun kelimelerini düşündüm: “yargılanmış,” “küçümsenmiş.” Bunlar bana acı verici ve trajik geldi. Bu noktada, ona derin bir saygı duyduğumu bilmediğini düşündüm. Bunu bilmesini isterdim ama bunun uzun bir zaman alacağını biliyordum. İçimde bu düşüncelerle boğuşurken nihayet kelimeler buldum.

‘Küçümsenmiş’,” dedim, “özellikle bir şiirde seni sarsan bir kelime gibi.”

Şiir yazdığı için, şiirlerdeki kelimelere referansın onun için anlamlı olacağını düşündüm. İçimde rahatsız oldum; bunu deneyimlemiş olması beni üzdü, ama bunu ona söyleme dürtüsüne karşı koydum. O büyük duyguyu sadece tutmam gerektiğini biliyordum. (Önemli bir not: Bu tür anlarda bir kişinin içsel manzarasını sadece terapistin niyetini veya deneyimini ifade ederek değiştirmesi mümkün değildir. Bu yüzden, onu yargılamadığımı veya küçümsemediğimi söyleme seçeneğini cazip bulsam da vazgeçtim.)

Devam eden sessizlikte, onun içindeki %50-%50 şeklindeki düzenlemeyi düşündüm; görülmek istemek ve istememek, tamamen ortada kalmış, “başabaş,”(dead-heat) “kördüğüm”(dead-lock) şeklinde tanımladığım bir durum. Yine, bu ruminatif düşünceler seansın sonunda analitik üçüncüden rastgele toplanmadıklarını ortaya koyuyorlardı.

Yüzümde birşeyler farkederek “Ne?” diye sordu. Her zamanki gibi ona dürüstçe cevap verdim. Ona içindeki tarafları düşündüğümü söyledim; çok “başabaş (dead- heat) bir rekabet” içinde olduklarını, ellerimle işaret ettim. “kördüğüm,”(dead-lock) dedim, vurgulayarak ve onları jilet kadar ince bir çizgide dengede tutmak için çok fazla duygusal enerji gerektiğini söyledim.

Yine bir sessizlik oldu. Onun için duyduğum üzüntüyü düşündüm; geçen hafta, oturumda söyleyemediği şeyi yazacağını söylediği gerçeğini. Neden yazıyı sunmadığını merak ettim. Görülme ihtiyacının, açıkça arzuladığı bir şeyin, neden bu kadar tehlikeli ve yasaklanmış hale geldiğini düşündüm. Kendi özgünlüğüm—güvenliğim—üzerindeki düşünceleri bir kenara koyarak, hayal etmeye çalıştım. O an aklıma gelen (tamamen girdabın içinde olduğum bir anda) bir “çökme anı” gibi hissettirdi, sanki dokunuşumla Braille alfabesinin bir kısmı beliriyor gibi. Bütün seans boyunca, son seansın (kuyu / kedi yavrusu seansı) deneyimini bilmek için içsel olarak bir özlem duymuştum. Bu özlemi yoğun bir şekilde hissettim ama onun gerçekten buna yorum yapacağı konusunda şüphelerim vardı. Bu duyguyu, seansa başlamadan önce ve seans boyunca, bir kenarda tutmuştum. Yoğun bir özlem duyma ve birinin buna cevap vereceği umudunun azlığı, belki de onun hissettiği bir durumdu (hem geçmişte hem de şimdi), bu duygunun şu an bana yansıtıldığı düşüncesi oluştu. Sonra, yeni bir düşünce (bir başka “çökme anı”): Bağlanma teorisi ve araştırmaları açısından, onun, dezorganize çocuğun (anne veya bakım veren tarafından acı çektirilmiş, savunmasız bırakılmış) yerine konmuş gibiydi.  Henüz çok fazla bilgi vermemişti, ama depresif ve bazen şiddet yanlısı bir annesi olduğunu söylemişti.

Bu düşüncelerin ardından bir kez daha onunla birlikte ilerlemeye cesaret ettim. Görülme konusundaki tereddüdünü ele alarak, dürüstçe sordum: “Tahmin etmemeli miyim?” (yani, onun deneyimine ulaşma çabalarımı ifade etmemeli miyim). “Neden?” diye doğrudan cevap verdi. “Çünkü,” dedim, “sonrasında bir bedel ödenecek.” O da başını “hayır” anlamında salladı, sanki “hayır, tahmin etmeyi bırakma” demek istiyordu.

On dakikamız kaldığının farkındaydım ve onun geçen hafta hakkında yazacağını söylediği şeyi üretmediğini düşündüm; bu oturum, söylenmemiş bir şeyle karanlık şekilde dolu gibi görünüyordu.

Geçen hafta hakkında yazmama kararını ne zaman aldığını sordum. “Yazdım,” dedi. Sonra, şakalaşarak, “Ne zaman benimle paylaşmamaya karar verdin?” diye sordum. İkimiz de kahkaha attık. Durduğumuzda “Gülmek, nötr bir alan gibi geliyor. Senin için de öyle mi?” dedim (yani, gülme yoluyla bağlantı kurabileceğimiz ve bunun için bir bedel ödenmediği görünüyordu). “Evet,” dedi, başını sallayarak.

Saat 4:20’de oturumun sonuna gelmiştik. “Bana bir şey söylemenin eşiğindesin. Cümleye başla, kelimeler gelecektir,” dedim. “Süremiz doldu,” diyerek saatine baktı. “Dur!” dedim sertçe, normalde oturumun bitişine olan sıkı bağlılığımı esneterek. Bir dakika daha bekledi ve sonunda “Notch gitti,” dedi.

Hemen anladım ki bu, onun 17 yaşındaki kedisinin öldüğü anlamına geliyordu. Notch’un onun değerli (ve tek) yoldaşı olduğunu bildiğimden, mideme kürekle vurulmuş gibi hissettim. Hareket edemedim. Oturumun sonunda olmasına rağmen, uzun bir süre oturdum. Birkaç dakika sonra, “Şimdi benim söyleyecek kelimelerim yok,” dedim. Gözyaşlarıma izin verdim ve her iki gözümden de tek bir gözyaşı damlası süzüldü. “Ruhum derin bir hüzün içinde,” dedim. Birkaç dakika daha bekledim. “Ne zaman?” diye sordum. “Geçen hafta salı günü onu uyuttum. Bir veteriner eve geldi,” diye cevap verdi.

Anında ve neredeyse ürkütücü bir şekilde, bir hafta önceki oturumda kuyu boşluğuna ona bir kedi yavrusu indirme hayalimin, onun ölümünden hemen (iki gün) sonraki oturum olduğunu fark ettim. Ayrıca bu oturumun başlarında, “başabaş”(dead-heat) ve “kördüğüm”(dead-lock) gibi kelimeleri rastgele kullanmamın, aslında ölüme belirgin bir atıf olduğunu fark ettim. Bu anlar “karşılaşma anları”ydı.

“İyi kelimelerim yok,” dedim (nedense klişe bir şey söylemek istemedim). Sonunda “Çok, çok üzgünüm,” dedim.

Önceki oturumda düşlemimde, kuyu ve kuyunun dibine bir kediyi indirdiğim sahneye çekilmiştim. Bu olay, kedisinin hayatına son vermek zorunda kaldıktan sadece iki gün sonra gerçekleşmişti. Oturumda, “başabaş” (dead heat), “kördüğüm” (dead lock) gibi kelimeleri kullanmam, kelime dağarcığımda nadir olarak yer almasına rağmen, aramızdaki “üçüncü” alandan tuhaf bir şekilde çekilmiş gibiydi. Notch’ın ölümünden hemen sonraki oturumda bu haberi neden tüm oturum boyunca sakladığını merak ettim, ama bunun belki de onun için çok hassas bir konu olduğunu ve şu anda yapabileceğinin en iyisi olduğunu biliyordum.

18. Seans

Saat tam 3:30’da geldiğinde, onu lobide karşıladım. Onu ofisime davet ettim. Oturduk; seansın yaklaşmakta olduğunun farkındaydım.

Rahatlamak zordu. Sandalyesinin gıcırdadığını duyuyordum. Onarılmış olmasını dilerdim. Servis görevlisi gıcırdamayı gideremeyeceğini söylemişti. Gürültünün onu rahatsız etmesini istemiyordum. Onun serbestçe sallanabilmesini istiyordum. Düşüncelerim, çocukken annem ve babamın yatak odasındaki beyaz, boyalı hasır sallanan sandalyenin gıcırdamasına kaydı. Bebekken orada sallanırdık.

Gergin olduğumun farkındaydım, önceki iki seansta olduğu gibi uyumlanmış ve bağlantıda olmayı özlüyordum. Bu seans o seanslardaki kadar “iyi” olamayacağımdan korkuyordum. Altıncı sınıf öğretmenimi yeniden düşündüm. O (hastam) şu anda ne düşündüğümü sormaz umarım diye düşündüm.

Zihnime daha fazla bebek düşüncesi girdi: Winnicottyen bebekler, Ukraynalı mülteci bebekler, hastanede ikinci günde olan bebek Emma. Onun gözleri. Gözlerimi düşündüm ve onun benim bakışımı nasıl deneyimlediğini düşündüm. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Annesini düşündüm ve onun kaygılı bir anne olup olmadığını merak ettim, onunla birlikte hissettiğim kaygıyı düşündüm. Annesinin onu nasıl gördüğünü ve bebeklerin kırılganlığı ve geçirgenliğini merak ettim.

Ona nasıl olduğunu, gününün nasıl geçtiğini sormak türünde bir şeyler sormak istedim. 

Sonunda, “Nasılsın?” diye sordum. Omuzlarını silkti. 

Onu izledim. Bir şeyler söylemekten vazgeçiyormuş gibi görünerek hareket etti. 

“Bir şey söylemek üzereymiş gibi görünüyordun,” dedim. Omuzlarını silkti, “hayır”, dedi.

Bir süre sessizlikten sonra, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. 

Bugün burada ona nasıl yardımcı olabileceğimi merak ettiğimi söyledim. “Bazen ben de aynı şeyi merak ediyorum,” dedi. 

Bu bana tuhaf bir şekilde esrarengiz geldi, sanki buraya gelmesinin işe yaramaz olabileceğini söylüyor gibiydi (seanslarımızın faydasız olup olmaması ile ilgili merak, birazdan çorbadan tekrar çıkacak).

Sessizliğin orada kalmasına izin verdim. Sonunda o konuştu. “Notch hakkında olduğunu biliyor muydun?” dedi. (Karanlık bir oturumda geçen kedi yavrusu düşlemini veya belki de “kördüğüm” (dead-lock)ve “başabaş”(dead-heat)  ifadeleriyle dolu geçen haftaki oturumu kastediyordu; (Notch’un öldüğünü anlayıp anlamadığımı soruyordu). “Hayır,” dedim. Birkaç kelime daha buldum. “Çok şaşırdım, benim hayalimde ortaya çıkmış olmasına rağmen.” Sessizlik. Sonra konuşmaya başladım, “Geçen haftaki tepkimle ne yaptın?” (Kastettiğim, kendimi mideme kürekle vurulmuş gibi hissetmem, bu durumun hareketsiz kalmamla ve gözyaşlarımla ifade edilmesiydi.) “Önce, onlara inanmadım,” diye cevapladı. “Sonra kendi kayıtsızlığıma şaşırdım.” Ne demek istediğini tam anlayamadım, bu yüzden sordum, “Notch’un vefatından sonraki zamanda mı yoksa geçen haftanın son anlarındaki kayıtsızlık mı?” “Son anlarda,” dedi.

İçten içe rahatsız oldum, çünkü o an tamamen samimi ve savunmasız bir tepki vermiştim. Ona, bir terapist olarak yaşadığım en savunmasız anlardan biri olduğunu söylemek istedim.

“O anda tamamen şaşırdım. Eğer önceden bilseydim, daha dikkatli, dolambaçlı ya da başka bir şekilde tepki verirdim,” dedim Yarım gülümsedi.

Birkaç dakika sonra bir noktada, “Geçen hafta bir kuyuda olduğumdan ve bana bir sandviç ve bir kedi yavrusu uzattığından bahsettin. Sandviçe ihtiyacım vardı ama kedi yavrusu. Kahretsin!” dedi. Ben de onun bu “durugörü” anıyla rahatsız olmuş gibi görünmesine güldüm. Şakacı bir şekilde, “Bana burada o kadar çok alan veriyorsun ki,  ben tehlikeliyim!” dedim. İkimiz de birlikte güldük.

Yeniden sakinleşirken, aklıma 50–50 sayıları geldi. İç dünyasında benim olmamın onun için ne kadar işkence verici olabileceğini düşündüm. Hem güvenli hem de güvensiz; hem güvenilen hem de güvenilmeyen biri gibi görünüyordum.

“Burada benimle olmak gerçek bir 50–50 deneyimi olmalı,” dedim. “Evet,” dedi duygulu bir şekilde. “Bir o tarafa, bir bu tarafa savrulmak gibi olmalı,” dedim. Gülümsedi, bu resimle bağlantı kuruyor gibi görünüyordu.

Aklıma yeni doğmuş Emma geldi; gözleri dünyaya bakıyordu.

“Ne?” dedi, yüzümde bir şey fark edip. “Yakın zamanda hastanede arkadaşlarımın hayatına giren iki günlük bebeğini ziyaret ettim. Bebek Emma. Gözleri çok etkileyiciydi. Neyi aldığını bilmeden dünyayı algılıyordu, çok daha sonra bunun anlamını kavrayacak.” diye yanıtladım.

Bir dakika sonra, ona sormak istediğim bir soru olduğunu, ama sormaktan kaçındığımı, ancak sorunun kafamdan gitmediğini söyledim. Bekledi. “Burada sana bakarken gözlerimi nasıl deneyimliyorsun?” diye sordum, pek bir cevap beklemiyordum.

Soruyu geçiştirmedi (şaşırtıcı bir şekilde). “Bu soruya şöyle cevap vermem gerekiyor: doğru olmayabilir, ama bir takım filtrelerim var dedi. Yavaşça devam etti, “Bazen, kızgınlık gördüğümü düşünüyorum; bazen hayal kırıklığı. Diğer zamanlarda, bilmiyorum.”

Onun yanıtını duyduğumda üzüldüm, ancak transferans içinde onun için güvenilmeyen figür olduğumu hatırlattım kendime. Onu ne kadar zeki ve derin bulduğumu, ona karşı güçlü bir şefkat ve saygı geliştirdiğimi düşündüm. İlk seansımızda çalıştığı sorunlu çocuklar hakkında söylediklerini hatırladım; onlara “derin bir saygı” duyduğunu söylemişti.Şu aşamada gözlerimde göremediği tüm aklımdan geçenler ona karşı hissettiğim şefkat ve hassasiyetle maskesiz kalmışlardı.

“Merak ediyorum” dedim, “Başka bir evrende hayalkırıklığı ve kızgınlıktan başka bir şeye yer olabilir mi? (güldü)”

Bu, ona dair deneyimimi gerçeklik olarak ileri sürmekten çok farklıydı. Hiçbir şekilde onu kabul etmeye zorlamadığım, ısrarcı olmayan bir olasılık sunuyordu. Çoğunlukla onun bilinçdışına yönelikti.

Devam ettim, “Küçük Emma’yı tekrar düşünüyorum. Ne olduklarını bilmeden önce birşeyleri anlamaya çalışıyordu. Gelişmesi zaman alacak. Burada da aynı şey geçerli olabilir diye düşünüyorum.”

Anlamış gibi göründü ve sonra sordu, “Sence önce hangisi gelir, sezgi mi yoksa kendi filtrelerin mi?” Bunu düşündüm, sağ beyin gelişimine dair bilgimden bir şeyler inşa etmeye çalıştım ama o an aklıma hiçbir şey gelmedi. “Sezgi,” diye yavaşça cevapladım. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Bilmiyorum,” dedi.

Sonunda seansın sonu yaklaşırken ona bugünkü etkileşimimizi nasıl deneyimlediğini sordum. “Tamam,” dedi neredeyse sorgulayıcı bir tavırla. “Sen nasıl deneyimledin?” İçimden sıfatları gözden geçirdim, “canlı” kelimesini çok genel bulduğum için reddettim. “temas dolu,” dedim. Sonra devam ettim, “’canlı’ demeyi düşündüm ama bu değildi.” Birkaç kez derin nefes aldım. “Derin nefes alıyorsun,” dedi. “Çünkü temas doluydu,” dedim. Ayağa kalktım. Katlanmış çekini cüzdanından çıkardı ve bana verdi. “Gelecek hafta Perşembe görüşürüz,” dedim. “Evet,” dedi.

19. Seans

Bekleyiş sırasında, yaklaşan seansla ilgili kafamda alışılmadık bir meşguliyet olduğunu fark ettim. Bunu aklımda tuttum; erken gelip, sakinleşmek istedim, birbirimize ne söyleyeceğimizi dört gözle bekliyordum. Gelecek olan şeye olan belirgin yatırımımı sorgulamak için kendime izin verdim.. Şimdi, yatırım ve beklenti girdabın bir parçası olmuştu.

Seans başladı. Her zamanki gibi bir başlangıç sessizliği vardı. Ne bir “Merhaba” ne de başka bir şey. Rahatlamakta zorlandım. Karşımdaki sandalyenin gıcırtısını yine duydum. Yine keşke tamir ettirseydim diye düşündüm. Beş on dakika geçti. Sonunda ona, “Bugün burada rahatlamak zor gibi görünüyor,” dedim. “Evet,” dedi, hissederek.

Birkaç dakika daha geçti. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. Bu soruları, güvenli bir şekilde temas kurmanın bir yolu olarak görmeye başlamıştım. “Bu biraz düşünceden öte gibi,” diye cevap verdim. “Düşünmeyi düşünmek hakkında düşünüyordum” (gülümsedi) “bugün senin için burada bir şeyler yapmam gerektiği konusunda baskı hissettiğimi fark ettim. Bunu fark ettim ve kendime nedenini merak etme fırsatı verdim.” Bu durumu kabullendi ve bir dakika sonra, “Ne düşündüğümü dürüstçe söylediğimde bu nasıl bir duygu uyandırıyor sende?” diye sordum. “Aslında, ferahlatıcı,” dedi, belli bir içtenlikle.

Birkaç dakika sonra, “Kendi soruma bir cevabım olduğunu düşünüyorum,” dedim. (Bir şeylerin olmasını sağlama konusunda hissettiğim baskı hakkındaki soruya.) Cevabı duymak istediğini belirtti. “Bence, senin deneyimlediğin bir baskıyı deneyimliyorum; doğmak isteyen ama henüz hazır olmayan bir şey gibi. Bu bir baskı,” dedim. Durakladım, ardından daha az emin olduğum bir şey sundum. “İkinci düşüncem ise, belki de çocukken bir baskı hissettiğin olabilir; bir tür tetikte olma baskısı.”

Uzun bir duraklamanın ardından sonunda, “Söylediklerinin ilk kısmına katılıyorum,” dedi. Bir rahatlama hissettim ve keşke ikinci kısmı söylemeseydim diye düşündüm. Sessizlik. Ardından, “Eskiden uzun süre tuvalete gidemediğim bir rahatsızlığım vardı. Aslında birkaç kez hastaneye kaldırıldım. Sonunda gidebilirdim, ama sonrasında her beş dakikada bir kusuyordum. Susuz kalıyordum. Bunun neden aklıma geldiğinden emin değilim,” dedi.

Düşündüm ki bu tam olarak onun içinden çıkmasını beklediğim ve hissettiğim baskıyla örtüşüyordu: ondan bir şeyin doğmasını beklemek ve beklemek.

Seansın sonunayaklaşık yirmi dakika kala, “Bugün söylemek istediğin bir şey var gibi görünüyor, doğru mu?” dedim. “Evet,” diye yanıtladı. “Normal ritmin genellikle oturumun sonuna kadar beklemek. Çok fazla boşluk oluyor, sonra bir şey söylüyorsun. Bunu daha erken söyleyip, ardından gelen boşluğu görebilir misin?” diye devam ettim.

Yine sessizlik, kelimelere dökmenin değeri hakkında okuduğum birçok şeyi aklımda gezdirdim.

Sonunda, “Belki bunu resimlerle anlatabilirsin,” dedim. Bu onu harekete geçirmedi, bu yüzden tekrar sessizce devam ettik. Yüzümde bir şey fark etti yine. “Ne?” diye sordu. Her zamanki gibi, düşüncelerimi onunla paylaşmaya çalıştım. Zihnime iki sporcunun yüksek bir tramplende olduğu bir görüntünün geldiğini anlattım.

Bu resim o an için ona pek bir şey çağrıştırmış gibi görünmüyordu ama 1980’lerin olimpiyat madalya sahibi Greg Louganis’i (Gregory Efthimios Louganis, 1984 ve 1988 Yaz Olimpiyatları’nda tramplen ve platformda altın madalya kazanan Amerikalı bir Olimpiyat sporcusudur) düşündüm; hareket etmeden önce sonsuza kadar tahtanın kenarında duracakmış gibi görünüyor, sonra alışılmadık bir zarafetle ve güzellikle, atlayışını gerçekleştiriyordu.

Seansın son beş dakikasına gelmiştik. O sordu, “Süremiz doldu mu?” “hayır dedim, “ve evet” onun tarafından pek az şey söylenmiş seansı bekleyerek sürdürmeye istekli değildim. Bekledim. “Kelimeler,” dedim. Göz teması kurdum ve bir dakika gibi gözüken bir süre boyunca sürdürdüm, bu sürede o da çoğunlukla göz teması kurdu. Çok fazla baskı ve göz teması olup  olmadığını merak ettim. Sonunda, başını sallayarak, “Değişti,” dedi. Tahmin etmeye çalışarak, “Değişti mi? Seans mı değişti? Biz mi değiştik?” (Burada hayal kırıklığına uğramıştım). Başını salladı. “Her ikisi de,” dedi.

Sonunda sordu, “Kelimeleri bulamadığım için beni terapiden çıkaracak mısınız?” “Kesinlikle hayır,” dedim kararlılıkla, ardından karşılık verdim: “Kelimeleri bulamadığın için terapiyi bırakacak mısın?” “Kesinlikle hayır,” dedi aynı kararlılıkla.

Onun terapinin fiziksel deneyimini yansıtabileceğini gözlemlemesini sağlamıştım (hastaneye kaldırılması). Bir şeylerin ortaya çıkması için uzun süre beklememiz gerekebilir ve beklemek acı verici olabilir.

Seansı bitirdim ve o gün bir şekilde terapide ikimizin de anlaştığımızı düşündüm; onun hastaneye yatma hikâyesinde anlattığı gibi, çok daha önce çıkmak isteyen şeyleri tutmanın yarattığı baskıyı ve bunun getirdiği mide bulandırıcı acıyı konuştuk. Sonra, onun oldukça savunmasız sorusu geldi: “Kelimeleri bulamadığım için beni terapiden çıkaracak mısın?” Yine aramızda önemli bir şeyin gerçekleştiğini hissettim ve ne kadar yavaş olursa olsun, giderek artan bir güven duygusunun oluştuğunu fark ettim.

20. Seans

” Kırmızı”dedim, yerine otururken kırmızı ayakkabılarına, kırmızı çoraplarına ve kırmızı kazağına atıfta bulunarak.

Kendi kendime, onun kıyafet seçiminin bilinçsizce son seansımızla ilgili iyi bir duyguyu ya da ruh halindeki bir değişikliği yansıtıyor olabileceğini düşündüm. Rengin kendisi onun açılış hamlesi gibi görünüyordu.

Birkaç dakika bekledim, sonra belki de kıyafetlerinden biraz cesaretlenerek, belki de sadece bir şeyler ortaya koymasını beklemek istemediğimden ve ayrıca kolay başlamadığının bilincinde olarak, “Nasılsın?” dedim. Bunu belki bir dakika düşündü, sonra “Bilmiyorum. Ne zaman olduğuna bağlı,” diye yanıtladı.

Bu, bir satranç maçı başlatıyormuşuz gibi hissettirdi, ki buna hazır değildim. 

“Son yedi gün içinde,” dedim. O da, “Değişken,” dedi. “Hangi aralıkta  ?” dedim. “Bu hafta Notch’u özledim. Ve, ben…” (bunu duyamadım). Ne olduğunu sordum. Evde daha önce olduğu gibi hafta boyunca birkaç kez farklı şeylere tekme atmak istediğini, bulaşık makinesine (önceden tekme attığı için göçükler oluşmuştu) ama yapmadığını söyledi. Niçin böyle hissettin?” diye sordum. “Hatırlayamıyorum. Küçük şeyler” dedi.

İki ergen gibi olduğumuzu, temas kurmaya çalıştığımızı düşündüm. Bunu korkutucu ama cezbedici bulabileceğini düşündüm. Tüm bunların ne anlama geldiğini merak ettim, yoğunluğu anlamak için içten içe bekledim. Burada “girdabın” içindeydim.

Bir iki dakika daha bekledim ve sonra “Geçen haftaki seansın sonu senin için nasıldı? Kelimeleri bulamazsan seni terapiden kovacağımı sordun,” dedim. Sözlerimi düzeltmek için hemen cevap verdi. “Beni terapiden çıkaracağını,” dedi vurgulayarak.

Diyaloğu kelimesi kelimesine aklında tuttuğunu fark ederek, “Üzgünüm, terapiden çıkaracağımı, ben de ‘kesinlikle hayır’ dedim, sonra sana aynı soruyu sordum ve sen de ‘kesinlikle hayır’ dedin,” dedim.

” Bir parçam rahatlamış hissetti,” diye cevap verdi.

Bunun üzerine onun rahatlamış hissetmesinden ben de rahatlamış hissettim.

Ardından, “Senin için nasıldı?” diye sordu. Durdum ve düşündüm, ve onun mükemmel kelime bilgisiyle çalışabileceğime karar verdim. “Silahın ‘patlaması’ anlamında ‘patlama’ kelimesini biliyorsun, değil mi?” dedim. “Evet,” dedi. “Cevabımın patlamasını sevdim. Güçlü ve netti. Bunu sevdim ve sana sorduğum soruyla eşleşmesini de sevdim,” dedim. Kısa bir duraksamanın ardından, ” Söylediklerimi duymak senin için nasıldı?” diye sordum. “Bir parçam buna inanmıyor.”dedi.

Başımı evet anlamında salladım ama içimde bir incinme ve cesaret kırıklığı hissettim. Onu dürüstçe (ve acıyla) güvenilmez hale getiren şeyi düşündüğümde kendimi biraz sakinleştirdim.

Bir süre şizoid hastayla nasıl defalarca çalıştığımı düşündüm. Bunun benim şizoidliğimin bir yansıması olup olmadığını merak ettim ve bunu bir olasılık olarak kabul etmeye çalıştım. Bunun içimde yerleşmesine izin verdim ve bu arada düşüncelerimi şu an sorgulamayı seçmemesini umuyordum.

Bir süre sonra, “Geçen hafta benimle ilgili hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordun,” dedi. Biraz şaşırmıştım ve bu konuda içsel bir mücadele verdim. Ona hızlı bir şekilde karşı çıkmak istemediğim için, kendimle ve onunla daha dürüst olmaya çalıştım. Sonunda, “hayal kırıklığı” kelimesine yakın ama tam olarak o olmayan bir kelime bulmaya çalıştığımı söyledim. Cevabımı dikkatlice kelimelendirerek, onun bunu hemen geçiştirmesini istemediğim gibi tamamen doğru olmayan bir şey de söylemek istemedim. Sonunda zihnimde oluşan resmi ortaya koydum. Geçen hafta onunla birlikte olmanın, ikisinden biri galip gelmeden önce, bir şey söylemek isteyen ve onu susturmak isteyen karşıt dürtülerin (bir elektrik telindeki akımlar gibi) sıkışıp kalmasını izlemek gibi olduğunu söyledim. Dar bir açıklık olduğunu ellerimle gösterdim. O, “Hangisini istedin?” diye sordu. “Konuşmak isteyenini,” dedim. Uzun bir duraksamanın ardından, sonunda doğru hissi yakaladım ve “Öğrencilerinleyken, onlar için içten bir şey umduğun olur mu?” diye sordum. “Evet,” dedi. “Bu, daha çok onun gibiydi,” dedim.

Tekrar sessizliğe gömüldük. Birkaç dakika sonra, aklıma gelen bir şey yüzünden sessizliği bozarak yüksek sesle güldüm; bunu bastıramadım.

“Ne?” dedi. Başımı hafifçe iki yana salladım, sanki “Hayır.” der gibi. “Ne olduğunu söylemeden gülemezsin,” diye ısrar etti yarım bir gülümsemeyle. “Tamam. Geriye doğru takip edebilir miyim bir bakayım.” Biraz çabalayarak, “Senin yoğunluğunu düşünüyordum… ve sonra benim yoğunluğumu. Ve söylediklerimin bir kısmının tamamen saçmalık olduğunu düşündüğünü düşündüm.” dedim. (Gülümsedi.) “Tam olarak böyle düşünmediğini biliyorum ama kendi kendime bu konuda böyle konuştum. Sonra aklıma gelen şey: 1990’ların ortalarında bölümümde bir profesör vardı -Mary Ann Wakefield. Ofisinde büyük bir çekmeceli dosya seti vardı ve üstünde ‘Saçmalık Kovucu’ etiketi olan bir aerosol kutusu vardı.” Tekrar gülümsedi ve “Evet, sanırım bunlardan birini birkaç kez gördüm.” diye cevap verdi. Sonra konuştu, ” Senin iyi sakladığımı sandığım  pek çok ipucunu yakalaman beni şaşırtıyor.” Uzun bir duraklamanın ardından şakacı bir şekilde cevap verdim, “Daha iyi saklaman gerekecek.” Sonra, uzun bir duraklamanın ardından vurgulayarak, “Ama buraya saklamak için gelmedin.” dedim.

Uzun süre sessizce oturdum. Aklıma birkaç şiir geldi. İlk olarak, Frost’un Tamir Duvarı:

“Duvarı sevmeyen bir şey vardır, 

Donmuş toprağın kabarmasını onun altına gönderir, 

Ve üstteki kayaları güneşe döker, 

Ve iki kişinin yan yana geçebileceği boşluklar yaratır.”

Bunu birkaç kez tekrarladım, şiirin daha fazlasını kendi kendime söylemeye çalıştım ve keşke tamamını ezberleseydim diye düşündüm. Neden etmemiştim ki? Bunu, Langston Hughes’un Harlem’inden cümleler izledi.

“Ertelenmiş bir hayale ne olur? 

Güneşte bir kuru üzüm gibi kurur mu? 

Yoksa bir yara gibi iltihaplanır mı… ya da sarkar mı? 

Yoksa patlar mı?”

Zihnimdeki bu şiir telaşının sebebini merak ettim; acaba (çorbanın içinde) onun da aklına şiirler mi geliyordu?

Sonunda, “Ne oldu?” dedi. Ben de “Aklımdan geçen birkaç şiir var. Nedenini merak ediyordum. Sen biliyor musun?” diye sordum. “Hangi şiirler?” diye sordu. En öne çıkanının Frost’un Tamir Duvarı’ı olduğunu söyledim. O şiiri biliyor muydu? “Nasıl geçiyor aklından?” diye sordu. Biraz rahatsızlıkla, “Bu neredeyse çok bariz” dedim. Ardından yavaşça okudum:

“Duvarı sevmeyen bir şey vardır, 

Donmuş toprağın kabarmasını onun altına gönderir, 

Ve üstteki kayaları güneşe döker, 

Ve iki kişinin yan yana geçebileceği boşluklar yaratır.”

Raymond Carver’ın şiirlerini okuyup okumadığımı sordu. “Hayır,” dedim. “O benim en sevdiğim şair,” dedi.

Yine, güvenin arttığı bir an gibi hissettim. Yazıları onun için çok önemliydi ve en sevdiği şairin adını benimle paylaşması, bana onun duygusal benliğine yakın bir şeye erişim sağlıyor gibi hissettirdi.

Seansın sonunda, “Bugün burası senin için nasıldı?” diye sordum. “O soruya ne söyleyeceğimi hiç bilemiyorum,” dedi. “Bir kelime,” dedim. Başını sallayarak, hayır dedi ve “Senin için burası nasıldı?” diye sordu. “Yoğun,” dedim. “Oldukça adil,” dedi, kabul ederek. Sonra ekledi, “Sonunda hiçbir şey bulamadım.” “Aslında buldun,” dedim. Şaşırmış göründü. “En sevdiğin şairi paylaştın,” dedim.

Kapıya doğru yürüdüm ve kapıyı tuttum. Göz teması kurmadan geçti. “Gelecek hafta görüşürüz,” dedim.

Bu seanslar dizisi, uzun ve zorlu bir terapinin üç ayına yayılan sürecin bir parçası olarak gerçekleşti. Zorluğu, hastanın temposuna uyum sağlamak ve bana yönelik transferansal güvensizlik ve yanlış anlamaları taşıma olarak belirtilebilir. Burada sunulanların çoğu girdapta; düşüncelerimin, müdahalelerimin, hayallerimin çoğu zaman karışık ve kör olduğunu söyleyebilirim. Ara sıra, özellikle kedi yavrusu sahnesi ve “kördüğüm (dead lock)” ve “başabaş (dead heat)” kelimelerinin kullanımı gibi, onun içsel deneyimine yakın olduğumu ve kendisini bir şekilde görülmüş hissettiğini gösteren buluşma anları yaşandı. Son seanslardaki sözleri, bunu bana son seansta söylediği “Senin iyi sakladığımı sandığım  pek çok ipucunu yakalaman beni şaşırtıyor.” cümlesiyle ifade etti. Bazen, hastanın girdaptan çıkıp daha keskin bir odaklanmaya geçtiği, özellikle de belki de “düzensiz” bağlanma deneyiminin anlaşılması, benim onu görülmüş hissettirme konusundaki yoğun özlemimin onun çocukluk dönemi annesinin onun yanında olmasını özlemesini yansıtabileceği anlayışı gibi, çökme anları vardı. Bu terapi henüz emekleme aşamasında, ancak belki de hastanın söylenmemiş duygusal dünyasıyla bağlantı kurmada alan, sessizlik ve düşlemlemenin rolünü analitik üçüncü aracılığıyla gösterebilir.

Sonsöz. Psikoterapi eğitim kitaplarında sıklıkla, sonu bilinen vakalar sunulur. Bunu özellikle seçtim, böylece öğrenciler kaygım ve kafa karışıklığımla nasıl başa çıktığımı, nasıl sonuçlanacağını bilmeden nasıl seansta olduğumu bilsinler. Ancak bu sabah bu notları düzenleme işini yaparken, bu seansların gerçekleşmesinden üç yıl sonra, bu hastayla çalışmamda girdiğim bahislerden ve aldığım risklerden memnunum. Terapiye bugün de devam ediyor, haftada iki kez, artık sessiz değil, artık beni amansız bir korku ve güvensizlikle deneyimlemiyor ve terapide giderek gelişiyor.


Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

Yorum yapın