Psikanaliz Okullarına Genel Bir Bakış: Kuram ve Uygulama (2. Bölüm)

Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

I. Kuram

Bağlam İçinde Psikanaliz

Psikanalize, çoğu zaman bu alanla ilgisi olmayan kişiler tarafından eleştirel bir bakışla yaklaşılır. Bu durum, kısmen psikanalizin; üyelerinin insan doğasına ve psikoterapi sürecine dair, psikanalitik olmayan sıradan bir klinisyenin kavrayamayacağı türden hakikatlere erişimi olduğunu düşünen kişilerden oluşan, ayrıcalıklı ve kıymetli bir kulüp olarak algılanmasından kaynaklanır. Bu algıda bir miktar gerçeklik payı vardır; ancak bu bütünüyle doğru değildir, çünkü psikanalitik topluluk, farklı değer ve tutumlara sahip geniş bir insan yelpazesini barındırır. Bununla birlikte, bu üyelik bazı açılardan inkâr edilemez biçimde ayrıcalıklıdır: Büyük ölçüde, ikinci bir ipotek gerektirebilecek denli uzun soluklu bir eğitimi karşılayabilecek sosyoekonomik avantajlara sahip kişilerden oluşur. Psikanalizin, ilişkili araştırma alanlarına ve diğer terapötik yaklaşımlara karşı çoğu zaman küçümseyici -hatta kimi zaman kibirli- bir tutum benimsediğine dair çok az kuşku vardır. Günümüzde psikanalitik eğitim kurumları, psikanalitik eğitime yönelik başvurulardaki azalmayı yakından fark etmektedir. Psikanalitik geleneğe daha fazla öğrenci kazandırma arzusu, kabul süreçlerinin, eğitim içeriğinin ve uygulama biçiminin yeniden gözden geçirilmesine katkı sağlamış ve bu doğrultuda uzun zamandır ihtiyaç duyulan bir değerlendirmeyi beraberinde getirmiştir.

Psikanaliz şu anda bir geçiş evresiyle başa çıkmaya çalışmaktadır. Belki de politik gündemlerle daha fazla ilişkili olan kökleşmiş kuramsal pozisyonlar, giderek daha fazla sorgulanmakta ve değerlendirmeye açılmaktadır. Farklı psikanalitik ekoller ile farklı disiplinler arasında fikir alışverişi ivme kazanmaktadır. Bu değişim hem heyecan verici hem de sarsıcıdır: bazı uygulayıcılar yeniliğe yönelirken, diğerleri psikanalize başka alanların ne katabileceğine karşı adeta duyarsız bir biçimde, benimsedikleri varsayımlara sıkı sıkıya bağlı kalmaktadır.

Tüm bu çabalara rağmen, psikanalitik kurumlar mesleğin gelişimi açısından arzu edilenden daha erişilemez ve içe kapalı bir yapı sergilemeye devam etmektedir. Bu açmazı anlayabilmek, psikanalizin pek de parlak olmayan başlangıcına dair bir kavrayış gerektirir. Freud en başından itibaren muhalefet ve eleştiriyle karşı karşıya kalmıştır. Görüşleri gerçekten de zorlayıcı ve kışkırtıcıydı. Ancak bu görüşler, onun Yahudi olması nedeniyle daha da tartışmalı görülmüştür. Freud, Yahudi kökenlerinin fikirlerinin kabul görmesi üzerindeki etkisinin fazlasıyla farkındaydı. Arkadaşı ve meslektaşı olan İsviçreli psikiyatrist Carl Jung’un -o dönemde psikanalitik harekete bağlı olan tek Yahudi olmayan isim- 1914 yılında Freud’un çevresinden ayrılması üzerine, Freud psikanalizin “Yahudi ulusal meselesi”nden ibaret olarak görüleceğinden kaygı duymuştur.

Freud, Yahudi kimliğiyle olan bağlantıyı geri planda tutmak istemiş olabilir; ancak bu gerçek, başkalarının zihinlerinde ön plandaydı. 1930’larda Nazilerin yükselişiyle birlikte psikanaliz saldırıya uğradı: Freud’un yazıları, Einstein, H.G. Wells, Thomas Mann ve Proust’un eserleriyle birlikte, “içgüdüsel yaşamın ruhu parçalama biçiminde abartılması” gerekçesiyle kamuya açık meydanlarda yakıldı (Ferris, 1997). Darwin’le birlikte Freud da, açık tenli ırkların yüksek değerlerini altüst etmekle suçlanarak hedef haline getirildi. Viyana’daki konumu sürdürülemez hâle geldi. 12 Mart 1938’de Alman birlikleri Avusturya’ya girdi. 13 Mart 1938’de Psikanaliz Derneği’nin yönetim kurulu son kez toplandı. Freud, yaşadıkları durumu, Romalılar Kudüs’teki tapınağı yıktıktan sonra şehri terk ederek sürgünde bir din okulu kuran Rabbi Johannan ben Zakkai’nin kaderine benzetti. Freud, meslektaşlarını bu örneği izlemeye çağırdı. Yönetim kurulu, güçlü bir güven oyu ile, dağılmadan önce Dernek’in Freud’un yerleştiği yerde yeniden yapılandırılması yönünde karar aldı.

Freud Viyana’dan ayrılma konusunda isteksizdi; ancak bir hafta sonra Gestapo, kızı Anna Freud’u sorgulanmak üzere alıkoyduğunda, artık ikna edilmeye ihtiyacı kalmamıştı. Anna ertesi gün serbest bırakıldığında, Freud’un sürgüne gitmesi için planlar çoktan yapılmaya başlanmıştı. Paris üzerinden seyahat ederek Londra’ya kaçtı. Birçok meslektaşı da sürgüne gitmek zorunda kaldı. Amerika, Britanya, Filistin, Avustralya ve Güney Amerika’ya yerleştiler. Almanya’da kalan analistler ise uygulamalarını ancak katı Nazi şartları altında sürdürebildiler; klasik Freudcu analiz ise kabul edilemez sayılmıştı.

Psikanalitik hareketin ilk yıllarında maruz kaldığı son derece gerçek bir zulüm, derin bir yara bıraktı. Freud en başından itibaren psikanalizi saldırılara karşı savunulması gereken bir dava olarak görüyordu ve bu bağlamda ortaya çıkan analitik enstitüler, bu savununun “burçları” olarak değerlendirilebilir (Kirsner, 1990). Ancak bu durumun talihsiz bir sonucu olarak, farklı bakış açıları ve ilişkili araştırma alanları da uzak tutuldu; çünkü bu alanların getireceği değerlendirme, eleştiri ve saldırılardan çekiniliyordu.

Psikanalitik hareketin yaşadığı paranoya, yalnızca dışarıdaki psikanalitik olmayan dünyayla olan ilişkilerinde değil, aynı zamanda psikanalitik kurumun kendi içindeki rakip kuramsal ardılları arasındaki ilişkilerde de dikkat çekici bir özellik olmuştur. Psikanalizin tarihi, bölünmelerin tarihidir. Gerçekten de, psikanaliz, Freud’un bazı fikirlerinden doğmuş ve onları onurlandırmış olmakla birlikte, zamanla kişilik gelişimi konusunda oldukça farklı kuramlar ve psikolojik sorunların tedavisine yönelik farklı teknikler geliştirmiş birçok kuramsal ekolü kapsayan şemsiye bir terimdir.

Britanya’daki psikanalizin gelişimi, çoğulcu bir toplumda yaşamanın zorluklarına dair çok iyi bir örnektir (Hamilton, 1996). Britanya Psikanaliz Derneği, Ernest Jones tarafından kurulmuştur. Kuruluşundan bu yana, üç ayrı grup -Çağdaş Freudçular, Klein’cılar ve Bağımsızlar1– aynı dernek çatısı altında bir arada yaşamak zorunda kalmışlardır; bu da, aynı görüşleri paylaşmayan komşularla yakın temas içinde yaşamanın kaçınılmaz gerilimlerini beraberinde getirmiştir. Ancak tüm bu gerilimlere rağmen, tek bir yapı içerisinde birlikte var olabilmiş olmaları onların önemli bir başarısıdır.

¹ Kişinin bu üç gruptan herhangi birine ait olduğunu kabul etmesi genellikle, eğitim analizini aldığı terapistin yönelimiyle kurduğu aidiyeti yansıtır; yani, eğitim analizini bir Freudçu ile yapan biri, çoğunlukla kendisi de Freudçu olur.

Her bir grup, çoğu hem psikanaliz içindeki ilişkisel hem de gelişimsel perspektiflerden etkilenmiş olan uygulayıcılardan oluşan heterojen bir topluluğu temsil eder; ayrıca, özellikle çağdaş Klein’cı düşünceye yönelenleri de içerir. Anna Freud tarafından eğitilmiş ve ona sadık kalan, dolayısıyla daha uygun biçimde Klasik Freudçular olarak adlandırılabilecek az sayıda yaşlı Freudçu bulunmaktadır. Kuzey Amerika’da ego psikolojisi ve kendilik psikolojisi daha güçlü bir varlığa sahiptir; Klein’cı düşünceler ise daha yavaş benimsenmiştir, ancak son dönem yayınlar bu fikirlerin daha fazla benimsendiğine işaret etmektedir (örneğin bkz. Caper, 2000). Genel olarak, psikanalitik kuramda baskın olan unsur heterojenitedir; öyle ki, bir grubun kendi içindeki farklılıklar, gruplar arasındaki farklılıklar kadar çarpıcı olabilir. Bu durum, analitik düşüncenin zenginliğine katkıda bulunmakla birlikte, şu can alıcı soruyu da gündeme getirir: Acaba bu kuramlardan hangisi -eğer varsa- zihnin ve gelişimin en geçerli modelini sunmaktadır?

Bu bölümün amacı, Freud’dan günümüze psikanalitik düşüncenin gelişimine dair oldukça kısa bir genel bakış sunmaktır. Zorunlu olarak, yalnızca psikanaliz tarihindeki birkaç önemli figürün düşüncelerine yer verilmektedir. Bu genel bakışı sadeleştirmek amacıyla, en etkili iki kuram Freudcu ve Klein’cı başlıkları altında gruplanmış; odak, bu iki baskın figürün öne sürdüğü en belirgin birkaç kavram üzerine yoğunlaştırılmıştır. Ne yazık ki bu, mevcut Freudcu ve Klein’cı kuramların çeşitliliğini ve bu ilk başlangıçlardan türeyen yaklaşımları göz ardı etme pahasına yapılmıştır. Dolayısıyla, burada yalnızca bu iki ana kuramın en yaygın varsayımlarına genel hatlarıyla değinilecek ve Freud sonrası ile Klein sonrası gelişmeler yalnızca yüzeysel biçimde ele alınacaktır. Bu genel bakış, bir sentez girişimi niteliği taşıdığından, farklı ekoller arasındaki daha ince ayrımları göz ardı etmekte ve karmaşık kavramları basitleştirme yönünde eğilim göstermektedir. Bu nedenle, metapsikolojiyle ilgilenenler için, bu metin Freud’un ve Klein’ın özgün metinlerinin dikkatli bir biçimde okunmasının yerini tutmaz.

İlk Yıllar: Freud’un Topografik Zihin Modeli

Freud, intrapsişik çatışma deneyimini açıklamak üzere iki model öne sürmüştür. Bunlardan ilki, üç bilinç düzeyinden oluşan topografik model [topographical model] olarak bilinir. İlk düzey olan bilinç [conscious], o anda farkında olduğumuz şeylere karşılık gelir; örneğin, şu an bu bölümü okumanız gibi. Bilinç düzeyinin altında yer alan bilinçöncesi [preconscious], isteyerek hatırlayabildiğimiz her şeyi içerir. Yani, bilinçöncesi; hatıralar, fikirler ve duyusal izlenimlerden oluşan ve her an dikkatimizde olmasalar da kolaylıkla erişebileceğimiz bir tür hafıza deposu işlevi görür. Bilinçöncesinin altında ise bilinçdışı [unconscious] yer alır.

Freud, bilinçdışı terimini üç farklı anlamda kullanmıştır. İlk olarak, bu terimi betimleyici bir şekilde, herhangi bir anda bilincimizde olmayan ancak yine de bize erişilebilir olan içerikler için kullanmıştır. Bu anlayış, çağdaş psikolojide artık tartışmalı bir görüş olmaktan çıkmıştır. Bilişsel sinirbilim, çalışan beynin büyük bir kısmının bu anlamda bilinçdışı olduğunu göstermiştir; örneğin, bellek bilinçli farkındalık olmaksızın edinilebilir ve düşünme, karar verme, problem çözme gibi süreçlerin tümü bilinçdışı yönler içerir (Milner ve diğ., 1998). Hatta duygusal deneyimlerin işlenmesinin dahi otomatik bir şekilde bilinçdışı düzeyde gerçekleştiği ortaya konmuştur (Solms & Turnbull, 2002). Ayrıca bu tür bir işleme, nöro-mekanizm düzeyinde bilinçli işlemelerden niteliksel olarak farklıdır (Milner ve diğ., 1998).

İkinci olarak, Freud bilinçdışı terimini sistemik bir anlamda kullanmış ve bunu bilincin bir derecesi olarak değil, belirli özelliklere sahip varsayımsal bir zihinsel sistem olarak tanımlamıştır. Son olarak, Freud bu terimi dinamik bilinçdışıyı [dynamic unconscious] ifade etmek için kullanmıştır; yani, olayları harekete geçiren sürekli bir güdülenme kaynağı olarak. Freud’a göre, bilinçdışındaki içeriğin isteyerek hatırlanamaması, bu içeriğin bilince ulaşmasını engelleyen etkin bir gücün, yani bastırmanın [repression] sonucudur. Bu anlamda bilinçdışının, bastırılmış cinsel ve saldırgan dürtüleri, savunmaları, anıları ve hisleri barındırdığı kabul edilir.

Bilinçöncesi ve bilinç sistemleri, düşünmenin alışıldık kurallarına uyar; yani mantıklıdır, gerçeklik testinden geçer ve zaman ile nedensellik açısından çizgisel bir yapı izler. Bu kurallar, genellikle ikincil süreç düşüncesi [secondary process thinking] olarak adlandırılan yapıya özgüdür. Bilinçdışı sistem ise, birincil süreç düşüncesine özgü farklı kurallara tabidir. Bu zihinsel düzeyde bilgi, herhangi bir gerçeklik sınamasına tabi tutulmaz; dolayısıyla çelişkili “hakikatler” bir arada var olabilir ve çelişkiler bolca bulunur. Bu özellikleri nedeniyle bilinçdışı, zihnimizin ilkel ve çocukça bir parçası olarak görülmüştür.

Ego Psikolojisine Doğru: Freud’un Yapısal Zihin Modeli

Freud, “Ego ve İd [The Ego and the Id]” (1923b) adlı makalesinde, topografik modelden yapısal varsayıma geçişini ortaya koymuştur.² Bu yeni model, insan psişesini üç gücün etkileşimi olarak kavramsallaştırır: id [id], ego [ego], süperego [süperego]. Bunlar, her biri kendine özgü bir gündeme ve öncelikler dizisine sahip olan kişiliğimizin üç farklı failidir [agency]. Her birinin ayrı bir kökene sahip olduğu ve “normal” kişilik işleyişini sürdürmede son derece özgül bir rol üstlendiği kabul edilmiştir. Zorluklar, bu faillerin talepleri arasında ortaya çıkabilecek çatışmalardan kaynaklanır. Yapısal modelde çatışma, iki ya da daha fazla intrapsişik3 amacın karşı karşıya gelmesi anlamına gelir. Bu modelde dış dünya ile etkileşime daha fazla önem verilmiştir; zira Freud, çatışmaların yalnızca içsel değil, dışsal baskılardan da kaynaklanabileceğini öne sürmüştür.

2Bu durum, Freud’un, dürtü kavrayışının yanı sıra gerçeklik ilkesi ve haz ilkesine ilişkin olarak çevresel ve biyolojik belirleyicileri tanıyan bir psişik işleyiş yaklaşımı ortaya koymasını mümkün kıldı.

3Bu terim, örneğin id ile süperego arasındaki çatışma gibi, içsel bir çatışmaya işaret eder.

İd (id) – Freud’a göre her birimiz belirli bir miktarda psişik enerji (psychic energy) ile donatılmış olarak dünyaya geliriz. Yeni doğmuş bir bebekte bu psişik enerjinin tamamı id’de yoğunlaşmıştır. İd, doğuştan gelen biyolojik dürtüler (biological drives) (seksüel ve agresif (sexual and aggressive)) bütününe karşılık gelir. Bir dürtü, içsel olarak üretilen biyolojik bir güçtür ve boşalım (deşarj) arayışı içindedir. Dürtü geriliminin birikimi, sübjektif olarak hazsızlık/hoşnutsuzluk (unpleasure) olarak deneyimlenirken, boşalımı haz (pleasure) olarak yaşanır. Tüm dürtüler dört temel özelliğe sahiptir:

  • Bedensel bir kaynak,
  • Belirli bir amaç (örneğin belirli bir haz alma biçimi),
  • Belirli bir basınç (yani uyarılma düzeyini belirleyen nicel bir yoğunluk),
  • Ve bu amacı gerçekleştirmeye olanak tanıyan bir nesne.

İd, sözcük öncesidir (pre-verbal); kendisini imgeler ve semboller aracılığıyla ifade eder. Mantık öncesi bir yapı olarak zaman ya da sınır kavramına sahip değildir. Akıl, mantık, gerçeklik ya da ahlaktan etkilenmez. Temelde, gerçekliğin gerekliliklerine uygun olmayan ilkel bir biliş biçimidir. İd yalnızca tek bir şeyle ilgilenir: organizmanın yaşadığı gerilimleri azaltmak. Freud, doğuştan gelen bu hazzı artırma ve acıyı azaltma eğilimini haz ilkesi (pleasure principle) olarak adlandırmıştır. Freud’a göre, yaşamın ilk yılında bebek esasen narsistiktir; ruhsal işleyişi haz ilkesi tarafından yönetilir ve iç dünya ile dış dünya arasında ayrım yapmaz. Ancak bu görüş, daha sonra gelişim psikologları tarafından kökten biçimde sorgulanmış; bebeğin doğumdan itibaren başkalarıyla ilişki kurmaya aktif olarak yöneldiği ve başkalarının farkında olduğu ortaya konmuştur.

İd tamamen bilinçdışıdır. İçeriği, Freud’un daha önceki topografik modelindeki bilinçdışı sistemle eşdeğer kabul edilebilir. Varlığı, rüyalar ya da dil sürçmeleri gibi türevlere dayanarak dolaylı biçimde çıkarımsanır. İd’in enerjisi, iki tür içgüdüye bölünür: yaşam ve ölüm içgüdüsü (life and death instinct). Yaşam içgüdüsü hayatta kalmaya ve kendini sürdürmeye yöneliktir. Bu içgüdünün enerjisine libido (libido) adı verilir ve Freud’a göre libido, kişiliğimizin tüm katmanlarına nüfuz eden ve bizi yaşam boyunca ileriye taşıyan itici güçtür. Freud, ilk kuramsal biçimlemelerinde, temel dürtümüzün tamamen cinsel nitelikte olduğunu öne sürmüş; diğer tüm amaç ve arzuların ise bu cinsel dürtünün farklı biçimlerde dönüşmesinden türediğini savunmuştur. Günümüzde Freudcu terapistler arasında libido terimi, ilk anlamındaki cinsel çağrışımlarının büyük kısmını yitirmiştir ve esasen dürtü enerjisi (drive energy)4 kavramına atıfta bulunmaktadır. Bu, bir konuya, etkinliğe ya da başkalarıyla kurulan ilişkilere yönelik özel ilgi ve uğraşlarımıza yatırdığımız enerji anlamına gelir. Freud, insanların kişi, nesne ya da düşüncelere psişik enerji yatırımı yaptığına, yani onları katekleştirdiğine inanıyordu. Kateksis (cathexis), bir kişi ya da nesnenin zihinsel temsiline -yani o kişiye dair anılara, düşüncelere ya da fantezilere- bağlanan psişik enerji miktarını ifade eder. Bu tür bir psişik enerji yatırımı, ilgili kişi ya da nesnenin birey açısından taşıdığı duygusal önemin bir göstergesidir.

4Ruhsal enerji kavramı, zihinsel yaşamımızın işleyişini anlamak amacıyla Freud tarafından kullanılmıştır ve psikolojik olaylar ile fiziksel olaylar arasında benzetmeler kurma eğiliminin karakteristik bir örneğidir.

Yaşam içgüdüsüne karşıt olarak ölüm içgüdüsü yer alır. Freud’unkiler de dahil olmak üzere ölüm içgüdüsüne ilişkin tartışmalar genellikle belirsizlik içerir. Ancak Freud’un, insan organizmasını, tüm gerilimlerin ortadan kalktığı bir duruma -başka bir deyişle ölüme- içgüdüsel olarak geri dönmeye yönelen bir yapı olarak gördüğü açıktır. Bu içgüdüsel ölüme yönelim, kendine yönelik saldırgan eğilimleri doğurur. Ancak kendini yok etme eğilimi, libidonun yaşamı koruyucu enerjisi tarafından karşılanıp dengelendiği için, saldırganlık çoğu durumda dış dünyaya yöneltilir. Saldırgan içgüdüler, davranışı harekete geçiren etkenlerden biridir. Kendini koruma içgüdümüz (self-preservative instinct) , amaçlarını gerçekleştirebilmek için belirli bir ölçüde agresyona/saldırganlığa başvurur. Bu bakımdan agresyon, yaşamı sürdürmek için gerekli olan “itici bir işlev”e (Perelberg, 1999) de sahiptir.

Ölüm içgüdüsü, Freud’un en geniş kapsamlı felsefi spekülasyonunu temsil eder. Günümüz Freudyenleri arasında bu kavramı hâlâ savunan çok az kişi kalmıştır; çoğu, bunun yerine suçluluk, saldırganlık, öfke ya da süperego ile yaşanan çatışma gibi kavramları kullanmanın ve bu kavramlar üzerinden çalışmanın çok daha işlevsel olduğunu düşünmektedir. Bu kavramı daha ileriye taşıyanlar ise Klein ekolünün temsilcileridir; onlar, hem kendine hem de başkasına yönelik yıkıcı davranışları tartışırken örtük biçimde ölüm içgüdüsü kavramına başvururlar. Bu tür davranışlar, ölüm içgüdüsünün işleyişinin bir türevi olarak değerlendirilir.

Ego (ego) – İd ne istediğini ve neye ihtiyaç duyduğunu bilse de, bazı açılardan “kör”dür -ne istediğini elde etmenin güvenli ya da etik yollarının ne olduğuna karşı kördür çünkü gerçekliği dikkate almaz. Bu işlevi yerine getirebilmek için Freud, zihnin yeni bir ruhsal bileşen geliştirdiğini öne sürmüştür: ego. Freud, egonun yaklaşık altı aylıkken ortaya çıktığını düşünür. Ego, istemli düşünce ve eylemden sorumludur ve duyular aracılığıyla dış dünya ile temas halindedir. Algı, gerçeklik testi, zaman algısı, düşünme ve muhakeme gibi temel zihinsel işlevlerle ilgilenir. Freud’un gerçekliğe olan ilgisi, yapısal modelde daha belirgin hâle gelir; çünkü bu modelde kişiliğin diğer ögelerine kıyasla egonun gücüne her zamankinden daha fazla vurgu yapmıştır.

Egonun temel işlevi, id ile gerçeklik arasında bir arabulucu olarak hizmet etmektir. İd’in haz ilkesinin aksine ego, gerçeklik ilkesi (reality principle) denen ilkeye göre işler. Egonun rolü gerçekliğe uyum sağlamak olduğundan, psikanalitik terapistlerin değerlendirmekle ilgilendiği işlevselliğin önemli bir yönü hastanın ego gücüdür (ego strength); yani, daha ilkel olanlar başta olmak üzere yoğun savunma mekanizmalarına başvurmadan gerçekliği kabul etme kapasitesidir (bkz. Bölüm 5 ve 7).

Ego hem bilinçli hem de bilinçdışı yönlere sahiptir. Bilinçli ego, genellikle kendilik (self) olarak adlandırdığımız şeye en yakın olandır; buna karşılık, bilinçdışı ego savunucu süreçleri kapsar. Ego ve kendilik terimleri çoğu zaman birbirinin yerine kullanılır ve bu durum -kısmen Freud’un Almanca Ich terimini belirsiz biçimde kullanmasından ötürü- önemli bir kafa karışıklığına yol açar. Hartmann (1950), etkileşimsel bağlama göre egoyu ve kendiliği birbirinden ayırmıştır. Bu çerçevede ego, diğer intrapsişik yapılara (id ve süperego) karşı konumlanırken; kendilik nesnelerle etkileşime giren yapı olarak tanımlanmıştır.⁵

5Ego psikologları, “kendilik”i (self) öznel ve özerk etkinliğin bir kaynağı olmaktan ziyade, temsili bir yapı olarak görme eğilimindedir. Ancak bazıları buna karşı çıkmış ve kendilik kavramının, çevreyle etkileşimi başlatmada çok önemli bir rol oynayan kendiliğin öznel yaşantısını ve kişisel fail oluşunu da içermesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Süperego (superego) – Freud, büyürken çevremizdeki ötekilerin/başkalarının benimsediği fikirleri ve tutumları içimize aldığımızı öne sürmüştür. Üstbenliğin oluşumu, içeatım (introjection) denilen şeyin bir örneğidir; yani çocukken anne babamızın değer ve standartlarını içselleştiririz ve bunlar birleşerek üstbenliği oluşturur. Anne babaların, id’in aşırılıklarını dizginlemede veya engellemede önemli bir rol oynadığı ve çocuğun gerçekliğin taleplerine uyum sağlamasına yardımcı olduğu düşünülmektedir.

Kurallar, soyut ahlaki ilkeler ve olmamız gereken kişinin ideal imgesi, içimizde yaşayan, kesin görüşleri olan ve davranışlarımız belirli bir standardın altında kaldığında eleştirmeye her zaman hazır bir kişi gibi düşünülebilir. İçimizdeki bu kişi, süperegomuza denktir. Süperego iki parçaya ayrılır: Egonun ulaşmayı arzuladığı şeyi temsil eden bir ego ideali (ego ideal) ve ego başarısız olduğunda onu cezalandıran bir vicdan (conscience).

Ego gibi, süperego da kısmen bilinçlidir6 ve kısmen bilinçdışıdır. Çoğumuz, davranışlarımızı yöneten ahlaki kuralların ve standartların bir ölçüde farkında olsak da, bizi etkileyen ancak farkında olmadığımız başka ahlaki, kimi zaman sert ya da cezalandırıcı içsel güçler de vardır.

6Onun bilinçli yönleri ego idealine atıfta bulunur.

Psikoseksüel Gelişim Evreleri

Freud’un, cinsel yaşamımızın doğumla birlikte başladığı yönündeki inancı, onun psikoseksüel gelişim evreleri (stages of psychosexual development) olarak anılan evreleri tanımlamasına neden olmuştur. Freud, hepimizin bir dizi evreden geçtiğini ileri sürmüştür; her bir evrede psişemiz cinsel enerjisini farklı bir erojen bölgeye (erogenous zone), yani bedenimizin haz kaynağı olan bir parçasına yöneltir. Freud ilk olarak oral evreyi (oral stage) (0–1 yaş) ortaya atmıştır; bu evrede haz, esas olarak bebeğin ağız yoluyla, örneğin memeyi ya da başparmağını emmesiyle elde edilir. İkinci evre anal evredir (anal stage) (1–3 yaş); bu evrede haz, dışkıyı tutma ya da dışarı atma üzerinde denetim kurmaktan elde edilir. Günlük gözlemler, küçük çocukların ebeveynlerinden giderek ayrışmalarını test ettikleri bu süreçte, dışkılarını kendi mülkleri olarak görmeye başladıklarını ortaya koyar; çocuklar bu mülkü istedikleri zaman vermek ya da tutmak isterler. Bu dönemde, örneğin tuvalet eğitimi gibi konularda, ebeveynle çocuk arasında çatışma yaşanma potansiyeli oldukça yüksektir. Bu evrede dışkılamanın, sembolik olarak, vermeyi ve tutmayı temsil ettiği söylenir. Metaforik olarak ifade etmek gerekirse, anal evredeki çatışmaların tüm çocuklar açısından ebeveyn denetimine uyum sağlama ya da ona karşı direnme gerekliliği bağlamında büyük bir ikilemi gündeme getirdiği düşünülür.

Üçüncü evre (3–5 yaş), fallik evredir (phallic stage); bu evrede çocuk, genital organlarının daha fazla farkına varmaya başlar ve bu durum cinsel farklılıklara dair merak ve kaygı uyandırır. Fallik evrenin psikolojik gelişimimiz açısından özellikle önemli olduğu düşünülür; çünkü bu evre, Oidipal dramın zeminini oluşturur. Yunan mitolojisinde Oidipus, babasını bilmeden öldürür ve annesiyle evlenir. Benzer şekilde, Freud’a göre tüm çocuklar fallik evrede aynı cinsiyetten ebeveyni saf dışı bırakmayı ve karşı cinsten ebeveyne cinsel sahiplik kurmayı arzularlar. Oidipal evre kavramı, arzu (desire) olgusunu psikolojimizin merkezine yerleştirir.

Oidipus Kompleksi’nin çözümlenmesinin gelişimimiz açısından özellikle kritik olduğu düşünülmektedir. Freud, küçük bir erkek çocuğunun annesine yönelik ensest arzularını barındırdığı anda, aynı zamanda hadım edilme kaygısı da yaşadığını öne sürmüştür -yani çocuğun, yasak arzularından ötürü babasının onu cezalandırarak suçlu organı, yani penisini keseceğinden korkmasıdır.

Kız çocukları penislerinin olmaması nedeniyle erkek çocuğa kastrasyona uğramış gibi görünür ve küçük erkek çocuk benzer bir kadere uğramaktan korkar. Öte yandan kız çocukları, penisle donatılmadan doğmuş olduklarını fark ettiklerinde, kastrasyon anksiyetesinin (castration anxiety) kadınsı karşılığı olarak adlandırılan penis hasedi (penis envy) yaşarlar. Annenin kendilerini penissiz yaratmış olmasından ötürü ona karşı öfke barındırdıkları söylenir. Erkek çocuğun annesine duyduğu arzuyu bastırmasına neden olan şey kastrasyon anksiyetesi iken, kız çocuğunu babaya yönelten şey penis hasedidir; babadan bir çocuk isteme arzusu, aslında penis arzusunun yerini alan bir temsildir.

Zamanla hem erkek hem de kız çocuğunun Ödipal arzuları geri çekilir; rakip olarak deneyimlenen hemcins ebeveynle çatışma içinde kalmak yerine, her ikisi de hemcins ebeveynle özdeşim kurmayı tercih eder ve onun değerlerini, standartlarını ve cinsel yönelimini içselleştirir. Freud’a göre Ödipus kompleksinin çözümü bu nedenle süperegonun gelişimiyle ilişkilidir.

Günümüz Ödipal kuramları, artık Ödipal evredeki çatışmayı birincil bir ensestüel cinsel dürtünün tezahürü olarak görmemektedir. Hem klasik yönelimli hem de ilişkisel yönelimli kuramcılar, Ödipal gelişimi artık üçlü nesne ilişkileri, bilişsel gelişim ve cinsel kimliğin pekişmesi arasındaki karmaşık bir etkileşim olarak kavramsallaştırmaktadırlar. Bu çağdaş versiyonda Ödipal evre, ensestüel cinsellikten ziyade nesne ilişkilerinde ulaşılan yeni bir düzeyle ayırt edilmektedir.

Ödipal evre, gelişimsel açıdan kritik bir öneme sahiptir; çünkü rekabet ve yarış duygularını belirginleştirir ve çocuğu sınırların müzakere edilmesiyle yüzleştirir. Ebeveynler tarafından iyi yönetilen bir rekabet duygusu, çocukta adalet ve hakkaniyet gibi değerlere yönelik yapıcı zihinsel uğraşlara yol açabilir (Raphael-Leff, 1991). Gelişimsel açıdan bakıldığında, çocuğun ebeveynlerini cinsel partnerler olarak tanıması, onların yalnızca kendisine ait ve kalıcı figürler olduğu düşüncesinden vazgeçmesini teşvik eder. Bu, ebeveynlerin birbirleriyle kurduğu ilişkinin, çocuğun onlarla kurabileceği ilişkiden farklı olduğuna dair bir farkındalığı da içerir.

Freudçu Bakış Açısından Nesne İlişkileri

Freudcu modelin özünde, dürtülerin birincil güdüleyici kuvvet olduğu görülür. Daha önce de belirttiğimiz gibi, zihnin esasen biyolojik bedenin içgüdüsel türevleriyle yönlendirildiğine inanılır. İnsan davranışı, dürtü boşalımına bağlı olarak haz arayışıyla güdülenir. Bu modelde, nesne ilişkileri (object relationships) gerilimin boşaltılmasına kıyasla ikincil bir konumda yer alır. Ancak Freud’un anksiyete kuramındaki değişime yakından bakıldığında, nesne ilişkilerinin önemini kendisinin de fark ettiğini görmek mümkündür.

Freud’un topografik modelinde anksiyete, engellenmiş libidonun (yani boşaltılamamış cinsel hislerin) bir üçgenleşmesi (triangulation) olarak anlaşılmıştır. Anksiyete, bu modelde bir boşalma fenomeni (discharge phenomenon) olarak değerlendirilmiş ve saptırılmış bedensel cinsel dürtülerin zihinsel temsiline engel olduğu düşünülmüştür. Bu bağlamda, anksiyetenin kaynağının id olduğu varsayılmıştır. Ancak Freud sonrasında bu formülasyonun hatalı olduğunu kabul etmiştir. İkinci kuramında ise, anksiyetenin esasen id ile süperegonun ego üzerine uyguladığı farklı talepler arasındaki çatışmadan kaynaklandığını öne sürmüştür. Bu yeni anksiyete kavramsallaştırması önemli sonuçlar doğurmuştur. Freud’un enerjetik bir modelden anlam temelli bir modele geçmesine yol açmış; böylece çocukluk arzularının, kayıpla ilişkili çocukluk tehlikeleriyle (örneğin nesnenin kaybı, nesnenin sevgisinin yitimi, genital organın kaybı ya da zarar görmesi [kastrasyon], ceza korkusu [suçluluk]) bağlantılı olduğu varsayılmıştır. Bu modele göre, bilinçte ortaya çıkan tehditkâr bir dilek ifadesi ego için bir tehlike sinyali oluşturur ve bu da anksiyeteye yol açar. Böylece anksiyete hem içsel tehlike hem de dışsal tehlike durumlarıyla ilişkilendirilir.

Kuramsal düzlemdeki bu değişim, Freud’un hem içsel hem de dışsal; gerçek ya da fantezi temelli nesne ilişkilerine verdiği önemi gözler önüne serer. Freud’un ilişkilerin önemine dair takdirini en açık şekilde ifade ettiği yerlerden biri, 1921 tarihli “Grup Psikolojisi ve Ego Analizi (Group Psychology and the Analysis of the Ego)” başlıklı makalesidir. Bu metinde şöyle yazar: “Bireyin ruhsal yaşamında her zaman başka biri yer alır -bir model olarak, bir nesne olarak, bir yardımcı olarak ya da bir karşıt olarak” (1921: 69).

Freud’un egoya dair nesne ilişkisel kurgusu -ki bu kurgu, egonun karakterinin “terk edilmiş nesne yatırımlarının tortusu ve nesne seçimlerinin tarihçesi” ile biçimlendiğini öne sürer (Freud, 1923b: 29)- aynı zamanda, kendiliğin öznel yaşantısının başkalarının imgeleriyle çözülmez biçimde bağlı olduğunu güçlü bir şekilde ima eder. Ruhsal gelişimde başkalarının önemine yönelik bu kabul ifadelerine karşın, psikanalizde nesne ilişkisel bir bakış açısını en açık biçimde dile getiren kişi Melanie Klein olmuştur (bu bölümde ayrıntılı biçimde ele alınacaktır).

Uygulamada kuram – Klasik Freudyen terapi, çocukluktan kaynaklanan cinsel ve agresif arzuların doğurduğu çatışmaların niteliğine ve sonuçlarına odaklanır. Erken çocukluk dönemindeki haz arayıcı cinsel ve agresif arzuların, ebeveyn cezalandırmasıyla ilişkilendiği ve bu nedenle çatışma ve hazsızlık (örneğin anksiyete ve depresyon) ürettiği kabul edilir. Bu tür hazsızlık durumları, mümkün olduğunca hazza izin verirken hazsızlığı azaltmak amacıyla devreye giren savunmaları tetikler. Bu da uzlaşım oluşumlarına (compromise formations) yol açar. Bu uzlaşım oluşumlarının birey üzerinde yarattığı kısıtlamaların düzeyine ya da yol açtıkları yıkıcı davranışların şiddetine bağlı olarak, uzlaşım oluşumu patolojik durumlara (yani semptomlara (symptom)) neden olur. Bu yaklaşıma göre psikopatoloji esasen dürtü ile savunma arasındaki çatışma ve bunun sonucunda ortaya çıkan uzlaşma oluşumlarının bir ürünü olarak anlaşılır.

Bu modele içkin yaygın bir varsayım, tedavi süreci ilerledikçe aktarım içinde dürtü doyumuna yönelik baskının artacağı yönündedir. Bu durum, terapistin hastanın çatışmalarını içgüdüsel dürtülere karşı geliştirilen savunmalar ve egonun id, süperego ve dış gerçeklikle baş ederken oluşturduğu uzlaşma oluşumları açısından incelemesine olanak tanır. Dolayısıyla, terapinin odak noktası dürtü ile savunma arasındaki çatışmadır. Bu yaklaşım tek kişilik bir psikoloji anlayışını benimsediğinden, terapistin rolü hastanın çatışmaları ve bunlarla başa çıkmak için kullandığı savunmalar üzerinde tarafsız bir gözlemci ve yorumcu olmaktır. Değişimin ise, yorumlama yoluyla içgörü kazanılması ve içsel çatışmaların çözümlenmesi sonucunda meydana geldiği kabul edilir.

Günümüzde, Çağdaş Freudyenler her şeyi dürtüler ve savunmalarla açıklama eğiliminde değildirler. Aksine, savunmaların kullanılmasına ve fantezi ile aktarımın inşası ve gelişimine yönelik çeşitli güdülerle daha fazla ilgilenmektedirler (Sandler, 1983). Cinsel ve saldırgan dürtülere ek olarak; güvenlik hissine yönelik tehditlerden, narsisistik yaralanmalardan, suçluluk ya da utanç duygularından ve diğer gerçek tehditlerden kaynaklanan güdüler de dikkate alınmaktadır. Teknik açıdan yaşanan kayma, aktarımın erken dönemdeki yorumlanmasına doğrudur; yani, hastanın terapistle ilişkisi bağlamında deneyimlediği ya da terapiste atfettiği duygu, tutum ya da zihin durumlarının yorumlanmasına. Bu değişim, birçok Çağdaş Freudyen terapisti teknik düzeyde Klein’cı ya da Bağımsız Okul’a mensup meslektaşlarından ayırt edilemez hâle getirmiştir.

Freud’un Ötesinde: Ego Psikolojisi

Ego psikolojisi 1930’larda biçimlenmiştir. Freud’un kuramsallaştırmasının son evresine, yani id, ego ve süperego’dan oluşan yapısal varsayıma dayanmaktadır. Bu alanın başlıca katkı sunanları arasında Heinz Hartmann, Anna Freud, Rudolf Loewenstein, Ernst Kris, Phyllis Greenacre, Otto Fenichel ve Edith Jacobsen yer alır. Hepsi, birbirine bağlı yollarla, Freud’un yapısal kuramını genişletmiş ve değiştirmiştir.

Ego-psikolojik paradigma, Freud’un da öne sürdüğü üzere, egoyu algılayıcı aygıttan (perceptual apparatus) türeyen merkezi yapı olarak konumlandırmıştır. Ego, id, süperego ve dış gerçeklik arasında ödünler geliştirerek bir yürütücü (executive) işlevi görmüştür. Post-Freudyenlerin temel katkısı, Freud’un libidoya ve bilinçdışı güdülenmeye yaptığı aşırı vurguyu dengelemeye yönelikti. Bunun yerine, bilinçli farkındalığın ve egonun adaptif (adaptive) işlevlerinin önemini vurguladılar. Buradaki esas kuramsal yön değişikliği, bilinçdışının içeriğine duyulan ilgiden, bu içerikleri bilinçdışında tutmaya hizmet eden süreçlere -yani savunmalara- yönelmiştir.

Hartmann (1950, 1964), ego psikolojisinin en etkili öncülerinden biriydi. Onun temel katkısı, birey ile dış gerçeklik -yani diğer insanlar- arasındaki ilişkiye dair bir kuramsal açıklama getirmek olmuştur. Dış gerçekliğin gelişim üzerindeki rolü ve etkisi, Hartmann’ın düşüncesinde Freud’unkinden çok daha belirgindir. Bu daha uyum odaklı bakış açısı, çatışmaların biçimlenmesinde çevrenin rolüne daha fazla vurgu yapmış ve o zamana dek egemen olan intrapsişik yaklaşıma kişilerarası bir boyut kazandırmıştır. İlk bakışta bu durum, nesne ilişkisel düşüncenin başlangıcı gibi görünebilir; ancak Hartmann’ın katkısı esasen, ilişkilerin önemine dair bir kabulü Freud’un dürtü modeline yüzeysel olarak eklemekten ibarettir. Bununla birlikte, dürtülerin önceliğinin zamanla aşınması ve gerçekliğin -yani dış dünyayla kurulan ilişkinin- haz deneyimi üzerinde etkili olabileceği düşüncesi, nesne ilişkileri okulunun doğuşuna zemin hazırlamıştır. Nitekim Hartmann, nesne ilişkilerinin ego gelişiminde önemli bir katkı sağlayan etken olduğunu düşünmekteydi; ancak, daha sonra gelen nesne ilişkileri kuramcılarının yaptığı gibi, onları gelişimin temel örgütleyici unsuru olarak görmemiştir.

Freud’un modelinde ego, savunma işlevi nedeniyle zihinsel yapının genel bütünlüğü içinde önemli bir yere sahipti. Hartmann ise Freud’un modelini bir adım ileri taşıyarak, yalnızca egonun savunmaya ilişkin yönlerine odaklanmakla kalmadı; ayrıca, ısrarla belirttiği üzere, id kökenli güçlerden ve çatışmalardan bağımsız olarak gelişen, çatışmasız bir ego alanı (conflict-free sphere of the ego) bulunduğunu savundu. Ego’ya, çatışmaya tabi olmayan bazı otonom işlevler atfedildi. Bir çocuk, Hartmann’ın ortalama beklenen çevre (average expectable environment) olarak tanımladığı koşullarda dünyaya geldiği sürece, doğuştan var olan algı, bellek, düşünme ve devimsel yetiler gibi birincil otonom ego işlevlerinin çatışma tarafından engellenmeden gelişeceği varsayılmıştır.

Hartmann bu nedenle, egonun uyum sağlayıcı (adaptif) yönlerine çok daha fazla odaklanmıştır. Ernst Kris ile birlikte, yaşamda kalmayı temel bir güdüleyici güç olarak anlamış ve çevreye uyumun bu hedef doğrultusunda vazgeçilmez olduğunu savunmuştur. Güncel bebek araştırmaları, Hartmann’ın benimsediği görüşle örtüşmektedir: Yani, yenidoğan bebek, daha en başından itibaren dış gerçekliğe etkin ve uyumlu bir biçimde yönelmiş durumdadır ve karmaşık bilişsel ve algısal ego mekanizmalarıyla donatılmış olarak dünyaya gelir (örneğin bkz. Stern, 1985).

Anna Freud (1965), Freud’un yapısal varsayımını savunan önemli analistlerden bir diğeridir. Ego’nun birincil işlevinin, güçlü içgüdüsel itkilerden, sarsıcı “gerçek deneyimlerde” ya da suçluluk duyguları ve bunlarla ilişkili fantezilerden kaynaklanan anksiyeteye karşı kendiliği (self) savunmak olduğunu vurgulamıştır. Anna Freud, psikopatolojiye tutarlı bir gelişimsel bakış açısı getiren ilk analistlerden biridir. Psikolojik bozuklukların, en etkili şekilde, gelişimsel evrimi içinde çalışılabileceğini ileri sürmüştür. Kuramı, gelişimsel çizgiler (developmental lines) metaforuna dayanır. Çatışmalar yalnızca içdünyasal (intrapsişik) değil, aynı zamanda gelişimsel nitelikte görülmüş ve bu nedenle geçici olarak değerlendirilmiştir. Gelişimsel çatışmalar libidinal evrelerle ilişkili kabul edilse de, saplanma (fixation) ve gerileme (regression) gelişimin tüm çizgileri boyunca ortaya çıkabilir.

Ego psikologları için, dürtüler ve bunların sistem olarak bilinçdışında varsayılan konumu, kuramlarının ve uygulamalarının merkezinde yer almaya devam etmektedir. Modern yapısalcı kuramcılar, üçlü yapının (id, ego, süperego) özünü ve içsel çatışmanın her yerde mevcut olduğu yönündeki temel varsayımı sürdürmekle birlikte, psişik enerji gibi sorunlu kavramları terk etmişlerdir. Tüm zihinsel içerikler, düşünceler, eylemler ve fanteziler, birer uzlaşma oluşumu olarak ele alınmaktadır. Bu uzlaşma, çatışmayı oluşturan dört unsur arasında meydana gelir: (1) yoğun çocukluk dönemi haz arzuları (yani dürtü türevleri (drive derivatives)), (2) bu arzularla ilişkili anksiyete ya da depresif duygulanım (yani hazsızlık), (3) hazsızlığı azaltmak amacıyla devreye giren farklı karmaşıklık düzeylerindeki zihinsel işlemler (yani savunmalar) ve (4) bunun sonucunda ortaya çıkan suçluluk, kendini cezalandırma, pişmanlık ve kefaret (Brenner, 1994).

Uygulamada kuram – Ego psikolojisi, teknik yaklaşımdaki odağı bastırılmış olanın ortaya çıkarılmasından hastanın egosunun değiştirilmesine kaydırmıştır. Yorumlama (interpretation), terapistin kullanabileceği tek müdahale biçimi olarak görülmemekle birlikte, içgörü (insight) kazandıran başlıca müdahale olarak kabul edilmiştir (Kris, 1956).

Ego psikoloğunun temel amacı, hastanın otonom ve çatışmasız ego işleyişini genişletmektir. Bu yaklaşımın teknik yansımaları, analiz yoluyla gözlemleyen egonun güçlendirilmesine odaklanılmasında kendini gösterir; amaç, yaşayan egoya hâkimiyet kazandırmaktır. Günümüzde ego-psikolojik gelenek, kendilerini daha modern ve nesne ilişkilerini daha fazla kabul eden bir yapısal kuram benimsemiş olarak gören terapistlerin çalışmalarında en iyi şekilde temsil edilmektedir. Bununla birlikte, çatışma ve savunmaların analizi, ego psikologlarının klinik uygulamasının merkezinde yer almaya devam etmektedir. Yorumlamaların temel odaklarından biri, içsel çatışma ve hastanın savunmaların işleyişine yönelik farkındalığa gösterdiği dirençtir. Yorumlama, hastanın geçmişin mevcut deneyim üzerinde nasıl dinamik bir bütünlük içinde etkisini sürdürdüğünü kavramasını genişletmeyi amaçlar (Loewenstein, 1958). Daha büyük bir uyum kapasitesi ve gerçeklik testine yönelik yeti, terapinin değer verilen hedefleri olmaya devam etmektedir.

Bu yaklaşım, erken çocukluk dönemindeki travmatik ya da problemli dinamiklerin ve yaşantıların sözel analizle tamamen kavranamayacağı inancını benimser. Bu yönüyle, söz öncesi deneyimlerle, bu deneyimlerin terapötik ilişkideki dalgalanmalar içinde nasıl açığa çıktığı üzerinden çalışılabileceğini savunan Kleinci ve Bağımsız terapistlerden ayrılır.

Ego Psikolojisinden Melanie Klein’a: Nesne İlişkileri7 Kuramının Kökenleri I

7Nesne (object) terimi, kökenini dürtü kuramından alır ve dürtülerin nesnesine gönderme yapar. Psikanaliz içinde bu terim, bir ölçüde uygun olmayan biçimde, yaşamımızdaki önemli insanlara (örneğin ebeveynler, partnerler ve terapistler) atıfta bulunmak üzere kullanılmaya devam etmektedir. Ancak bu kullanım, en uygun biçimiyle, gerçek kişiler (real people) ile değil, içsel nesneler (internal object) ile sınırlı tutulmalıdır.

Anna Freud’un psikanalize en önemli katkısı çocuk psikanalizi alanında olmuştur. Ancak, çocukların tedavisi konusunda uzmanlaşmış başka bir analist -yani Melanie Klein- özellikle Britanya’da ve Güney Amerika’da, psikanalitik kuram ve uygulamanın gelişimi üzerinde çok daha derin ve kalıcı bir etki yaratmıştır.

Melanie Klein 1926 yılında Britanya’ya geldi. Freud’lar 1937’de oraya ulaştığında Klein, çevresinde sadık bir takipçi grubu oluşturmuştu bile. Klein, terapistlerin söz öncesi (pre-verbal) dönemdeki çocuk hakkında çok şey bilebileceğine ve çocuklarla, sözel ifadenin yerine oyunu kullanarak analitik bir biçimde çalışabileceklerine inanıyordu. Ona göre oyun, erişkin hastanın serbest çağrışımlarına denk düşmekteydi. Buna karşın Anna Freud, Klein’ın izleyicilerinin ortaya koyduklarını en iyi ihtimalle sezgi ve tahmin olarak görür ve bu yaklaşıma mesafeli yaklaşırdı. Anna Freud, aktarım nevrozunun (yani, çocuklukta ebeveyn figürlerine karşı geliştirilen tutumların terapi içinde yeniden canlandırılması durumunun), ebeveynlerine yönelik ilk tutumlarını henüz yeni oluşturmaya başlayan çocuklarda gelişemeyeceğini savunmaktaydı. Bu nedenle çocukların gelişiminde gerçek ilişkilerin önemini özellikle vurgulamıştır. Klein ise aynı fikirde değildi: Ona göre çocuklar -hatta çok küçük olanlar bile- tıpkı erişkinler gibiydi; güçlü dürtüler tarafından yönlendiriliyor, bu dürtülerin gücünü kendi yollarıyla ifade edebiliyor ve terapistin yorumlarına yanıt verebiliyorlardı. Klein’ın kuramsal yaklaşımında belirleyici unsur, çocuğun fantezi yaşamına (phantasy life) odaklanmasıydı.8

8Fantezi (phantasy) sözcüğü, bilinçdışı fantezilere gönderme yapmak amacıyla -bilinçli olanlardan ayırt edilebilmesi için- geleneksel olarak bu şekilde [ph ile] yazılmaktadır. Kitap boyunca, özel olarak bilinçli fantezilerden söz edilmediği sürece, bu yazım biçimi korunacaktır.

Anna Freud ile Melanie Klein yalnızca kuramsal konularda değil, başka düzeylerde de ayrıştılar: dinleyici karşısındaki sunum tarzlarında, ifade biçimlerinde ve -belki de daha önemlisi, Coles’un (1992) belirttiği üzere- Freud’un kişiliğinin ve ilgi alanlarının farklı yönleriyle kurdukları ilişkilerde. Aralarındaki rekabet giderek kızıştı ve İngiliz Psikanaliz Derneği (British Psychoanalytic Society) içinde önemli bölünmelere yol açtı. Bu ayrışmalar, bölümün başında da değinilen günümüzdeki kuramsal fraksiyonların ortaya çıkmasına neden oldu. Ne Freudyenlerle ne de Kleinci grupla özdeşleşmeyi kabul eden analistler ise “Bağımsızlar (Independents)” olarak anılmaya başlandı.

Anna Freud babasının fikirlerine sadık kalmayı sürdürürken, Melanie Klein Freud’un kuramı üzerine inşa ederek zihne dair kendine özgü bir kuram geliştirmiştir. Klein, Freud’un libido kuramındaki nesne ilişkileri (object-relations) boyutunu alarak bunu kendi kuramının merkezine yerleştirmiştir (Hurvich, 1998). Klein’a göre dürtüler (drive), belirli nesne ilişkileriyle yakından bağlantılı olan karmaşık psikolojik yapılardır. Dürtüler, Freud’un büyük ölçüde ileri sürdüğü gibi yalnızca gerilim azaltmaya yönelen güçler olmak yerine, belirli nedenlerle belirli nesnelere yönelirler. Daha spesifik olarak, ego psikolojinin dürtüleri dağınık ve ayrışmamış gerilimler olarak gören anlayışının aksine, Kleinci kuramda dürtüler, yöneldikleri nesnelerin özelliklerine dair doğuştan bilgiyle donatılmış dinamik yapılar olarak görülür.

Daha önce de gördüğümüz gibi, Freud tarafından başlatılan ve ego psikologlar tarafından sürdürülen genel kuramsal eğilim, bilinçli zihne yönelik artan bir değer atfına doğru ilerlemiştir. Buna karşın Klein, bireyin iç yaşamına (inner life) odaklanmış ve bilinçdışını yeniden ilgi ve yorumun merkezi alanı olarak konumlandırmıştır. Kuramları, bilinçdışı zihne yönelik derin bir ilgi yansıtır ve id’in şiddet içeren/vahşi (violent) ve saldırgan (aggressive) dünyasını, Freud’un kendisinin bile yaptığı vurgudan daha ciddiyetle ele alır.

Klein’ın çocuklarla doğrudan çalışma deneyimi, psikopatolojiyi daha incelikli biçimde kavramasını sağlamıştır. Freud, zihinsel rahatsızlıkların kökenlerinin erken çocuklukta9 geçen bir ya da iki kritik yıla kadar izlenebileceğini öne sürerek devrimci bir yaklaşım getirmiş olsa da, Klein daha da radikal bir görüş benimsemiştir. Ona göre, ruhsal bozuklukların kökenleri, Freud’un düşündüğünden tarihsel olarak daha uzak bir geçmişe uzanır; bu bağlamda vurgusu yaşamın ilk yılı üzerindedir. Klein’ın kuramları, yaşamın en başından itibaren işlevsel olduğuna inandığı erken zihinsel süreçlerin ayrıntılı ve hassas bir şekilde incelenmesine dayanmaktadır.

9Nitekim, klasik Freudyen kuramda kişilik gelişiminin kritik dönemi, üç ila altı yaş arası olarak kabul edilmekteydi ve bu dönem, esas olarak Ödipal çatışma ve onun çözümü etrafında şekillenmekteydi.

Bilinçdışı fantezinin rolü – Klein, gerçek olayların etkisinden ziyade bireyin öznel yaşantısına büyük önem vermiştir. Kuramının temel ilkelerinden biri, bilinçdışı fantezi (unconscious phantasy) kavramıdır. Bilinçdışı bir fantezi, bir yaşantının ya da ihtiyacın zihinsel temsilidir (mental representation). Klein, doğumdan itibaren tüm bedensel itkilerimizin ve duygulanımsal yaşantılarımızın, fanteziler biçiminde zihinsel bir temsile sahip olduğunu savunmuştur. Bu fanteziler, gelişen iç yaşamımızı -yani iç dünyamızı- renklendirir ve dış dünyaya dair deneyimimizi etkiler. Örneğin, hastalarımdan biri, fiziksel olarak hastalandığında -hastalık ne kadar hafif olursa olsun- bunu oldukça paranoid bir biçimde yaşardı. Soğuk algınlığı ya da grip olduğunda, bunun nedenini çoğunlukla ofis içme suyu sistemini denetlemeyen ihmalkâr yöneticisine ya da son kullanma tarihi geçtiğine inandığı yiyecekleri hazırlayan partnerine atfederdi. Başka bir deyişle, hasta olduğunda devreye giren temel bilinçdışı fantezi, bedeninin zayıf düşmesi ya da işte bir virüs kapmış olması değil, başka biri tarafından zehirlendiği yönündeydi. Sonuç olarak, fiziksel olarak rahatsızlandığında başkalarına karşı oldukça kuşkucu davranıyor, kimsenin ona bakmasına izin vermiyordu. Bu ise yalnızca içsel zulüm yaşantısını daha da derinleştiriyor, çünkü bu sefer de kendini yalnız ve desteklenmemiş hissediyor ve bunu, çevresindekilerin ihmal edici olduğuna dair içsel deneyimini destekleyen yeni bir kanıt olarak kullanıyordu. Bu fantezinin kökeni, psikozlu bir anneyle büyüme deneyimine dayanmaktaydı. Daha sonra bu durumu, annenin kendi sanrısal inançlarıyla çocuğun zihnini “zehirlediği (poisoning)” şeklinde anlamlandırdık.

Öznel düzeyde, fantezi deneyimi oldukça somut nesnelerle ilişkilidir; bu nesnelerin kendiliğe yönelik belirli niyetlere sahip olduğu -genellikle iyi ya da kötü niyetli oldukları- hissedilir. Örneğin, bir bebek için açlık durumu, içeride kendisine saldıran bir kötü nesne (bad object) olarak yaşanabilir. Klein, bebeklerin ve küçük çocukların, dış dünyanın parçalarını içlerine alarak kendi içlerinde bir dünya yarattıkları yönünde bir fanteziye sahip olduklarını öne sürmüştür. Bu durum, çocuğun dış dünyadaki duygularını fantezi yoluyla projekte etmesiyle şekillenen ve dış dünyanın doğru bir temsili olmayan bir iç dünya yaratır.

İçsel dünyanın nasıl inşa edildiğini anlayabilmek için, yansıtma (projection) ve içeatım (introjection) işlevlerini kavramamız gerekir. İntrojeksiyon, bilinçdışı bir içine alma fantezisine dayanır; yani bir şeyi kendine dahil etme yönelimidir. Buna karşılık, projeksiyon, bilinçdışı bir dışarı atma fantezisine -yani bir şeyden “kurtulma” dürtüsüne- dayanır. Örneğin, Klein’a göre oyun, çocuğa zihninin belirli bir yönünü projeksiyon yoluyla dış dünyaya yerleştirme olanağı sağlar; bu da çocuğun iç dünyasında yaşadığı çatışmanın baskısını hafifletir. Örneğin, hastanede ameliyatını bekleyen bir çocuğu ele alalım. Bu çocuk, doktor olduğunu hayal ederek bebeklerle oynayabilir. Oyun sırasında, çocuk ameliyat edilecek olan bebekle konuşarak, endişelenecek bir şey olmadığını söyleyebilir ve onu iyileştirdiğini hayal edebilir. Benzer bir durumda olan başka bir çocuk ise, oyun sırasında kendisini bir bebeği ameliyat eden doktor olarak canlandırabilir; ancak bu kez bebek oyunda ölür. Her iki çocuk da kaygılarını oyun aracılığıyla dışsallaştırmakta, yani projekte etmektedir; ancak ortaya çıkan sonuçlar dramatik biçimde farklıdır ve o an itibarıyla niteliksel olarak farklı içsel gerçekliklere işaret eder. İlk çocuk, oyun yoluyla kendisini rahatlatmayı ve her şeyin yoluna gireceğine dair güven vermeyi başarırken; ikinci çocuk ise, ameliyatın onu öldüreceğine ve kimsenin onu kurtaramayacağına dair derin korkusunu oyunda açığa vurur. Bu ikinci çocuk, oyun yoluyla savunmacı bir biçimde doktorla özdeşim kurmakta; buna karşılık korkmuş kendilik parçası bölünerek oyunda ameliyat sırasında ölen bebeğe yansıtılmaktadır.

Klein’ın projeksiyon ve introjeksiyon tanımları, zihnin çok ilkel bir düzeyde “bir sindirim sistemi gibi (an alimentary tract)” işlediğini çarpıcı biçimde ortaya koyar (Caper, 2000); yani, zihin aksi takdirde içsel çatışmaya yol açabilecek çeşitli duygu ya da zihin durumlarını içine alır ve dışarı atar. İçsel dünya, introjeksiyonlara dayanan özdeşimlerin (identification) bir toplamı olarak anlaşılabilir. Ancak bu karmaşık bir süreçtir; çünkü dış dünyayı içselleştirdiğimizde, içselleştirilen dünya, halihazırda projeksiyon yoluyla değiştirilmiş bir dış dünyadır. Klein’a göre, içsel dünyada var olan hiçbir şey dış dünyanın birebir kopyası olarak değerlendirilemez; çünkü içsel dünya, bebek tarafından sevme (loving) ve nefret etme (hating) itkilerinin dışa yansıtılmasıyla renklendirilmiştir.

İçsel dünyanın, içsel nesnelerle (internal object) dolu olduğu kabul edilir. Caper’ın (2000) ifadesiyle, bunlar “sevdiğimiz ve nefret ettiğimiz kişilerin versiyonları”dır. İçsel nesne, gerçek bir kişinin; projeksiyon ve introjeksiyon süreçleri aracılığıyla -ve bu süreçlerin derecesine bağlı olarak- çarpıtılmış bir versiyonudur. Klein, zihni bir sahne olarak betimlemiş ve bu sahnede içsel bir dramın oynandığını, oyuncuların ise fantezileştirilmiş içsel nesneler ya da kısmi nesneler (part object) olduğunu ifade etmiştir.10 Klein’a göre, içsel nesneler gelişimsel bir ilerleme süreci geçirir: başlangıçta somut ve fiziksel olarak varmış gibi deneyimlenirler; daha sonra, zihinde ve bellekte bir nesnenin temsili hâline gelirler; nihayetinde ise sözcükler ya da diğer sembolik formlar aracılığıyla sembolik temsillere dönüştürülürler (Hinshelwood, 1989).

10Kısmi/parça nesne (part object), nesneyle kurulan ilişkinin ilkel bir biçimini ifade eder; burada “öteki (other)” yalnızca belirli işlevlerine ya da parçalarına indirgenir (örneğin, bebeğin anneyle yalnızca besleyici meme (feeding breast) olarak ilişki kurması gibi).

Zihin durumlarımız (states of mind), içsel dünyamızda neler olup bittiğini gösteren iyi bir barometre işlevi görür. İçimizde -tabiri caizse- iyi huylu nesnelerle dolu olduğumuzu hissettiğimizde, kendimizle ilgili olumlu duygular besler ve güvende hissederiz; çünkü o anda, bizim için en iyisini isteyen ya da bizi desteklemek üzere orada olan iyi içsel nesnelerle ilişki kurmaktayızdır. Buna karşılık, iç dünyamız “kötü” nesnelerle dolu olduğunda, kuşkucu hissetmeye, eleştirilmiş ya da desteksiz hissetmeye daha yatkın oluruz. Daha önce ameliyat öncesinde oyun oynayan çocuklar örneğinde gördüğümüz gibi, ilk çocuğun içsel dünyasının o an itibarıyla ağırlıklı olarak iyi nesnelerle dolu olduğunu ve bu nedenle kendisini ölmeyeceğine dair yatıştırabildiğini söyleyebiliriz.

Klein’a göre fantezi, doğuştan gelen bir yetiydi (innate capacity). Preverbal (sözel öncesi) dönemdeki bebeğin, cinsel birleşme (ilkel bir biçimde), penis ve vajinaya dair doğuştan gelen bir bilgiyle dünyaya geldiğini öne sürdü. Klein, bu doğuştan gelen fantezilerin, bebeğin zengin bilinçdışı fantezi dünyasının temelini oluşturduğunu ve dış gerçeklikle etkileşim hâlinde olduğunu savundu. Bu tür fikirler, Kleinci düşünceye ilk kez yaklaşan kişilerde sıklıkla bir yabancılaşma hissi yaratır. Ancak, onun kuramlaştırmalarının birçok başka yönü son derece yararlı olduğundan, bu fikirleri anlamaya çaba göstermek kesinlikle değer taşır. Daha özel olarak belirtmek gerekirse, doğuştan gelen fantezi (innate phantasy) kavramı sorgulanabilir olsa da, Klein’ın fanteziye dair genel yaklaşımı oldukça sofistike bir bakış sunar: nesne ilişkileri temelli bir fantezi anlayışı. Bu bakış açısına göre, bir fantezide zihinsel olarak başka bir kişiyle ilişki kurar ya da bir başkası tarafından oldukça belirli bir şekilde muamele gördüğümüzü hissederiz. Örneğin, iş yerinde meslektaşlarımıza bir sunum yaparken içimizden şöyle düşünüyor olabiliriz: “Bu berbat oldu. Kimse söylediklerimle ilgilenmiyor. Hepsi beni kendini düzgün ifade edemeyen biri olarak görüyor.” İşte o anda, büyük olasılıkla güçlü bir fantezinin etkisi altındayızdır: Zihnimizdeki “öteki” bizi küçümsemekte ve azarlamaktadır. Klein’a göre, fantezilerimiz psişik yapımızı düzenler. Bu, eğer konuşma sırasında bizi küçümseyen, suçlayan ve eleştiren bir nesneye dair fantezi baskınsa, psişemizin bu fantezi etrafında örgütleneceği anlamına gelir. Eğer bu belirli fanteziyle içsel bir şekilde yüzleşip onu sorgulamayı başaramazsak, bu fantezi başka durumları nasıl yorumladığımızı da renklendirecektir. Aynı gün işten çıktığımızı ve karşıdan karşıya geçerken birinin bize çarpıp sinirli bir şekilde “Önüne baksana!” dediğini hayal edelim. Bu tarz bir yorum tatsızdır, fakat o sıradaki ruh hâlimize bağlı olarak ya bu durumu umursamaz geçeriz ya da bu yorumu zihnimizde baskın olan fanteziye -nesnenin eleştirel, bizimse aptal ya da yetersiz olduğumuz fanteziye- dâhil eder ve böylece bu fanteziyi daha da pekiştiririz.

Klein’a göre, fantezilerin içeriği yalnızca çocuğun dış nesnelerle olan deneyimlerine bağlı değildir. Örneğin bir çocuk, annesi kendisine yatma saatiyle ilgili bir sınır koyup onu yatağa gönderdiği, o esnada anne-babanın birlikte televizyon izlemeye devam ettiği bir durumda, annesini “kötü” olarak fantezileştirebilir. Çocuğun ihtiyacı engellendiğinde, anne artık doyum sağlayan bir nesne olmaktan çıkar; onun yerine çocuğu reddeden ve yalnızca kendisine ait tuttuğu iyi şeylere (sadece televizyon değil, aynı zamanda babayla çocuğu dışlayan özel ve heyecan verici bir ilişki gibi) sahip olan “kötü” bir nesneye dönüşür.

Klein, dış çevrenin çocuğun gelişimi üzerindeki etkisini hiçbir zaman bütünüyle göz ardı etmemiş olsa da, kuramının odağı ağırlıklı olarak çocuğun bilinçdışı fantezi dünyasına yönelmişti. Örneğin o, gelişimi etkileyen unsurun anne ile çocuk arasındaki ilişkinin gerçek durumu değil, bu ilişkinin içselleştirilmiş temsili olduğuna inanıyordu. Klein, fanteziye dayandığı ve bu yolla çevresel etkilerin önemini küçümsediği gerekçesiyle haklı olarak eleştirilmiştir. Bununla birlikte, onun özgün çalışmalarını incelediğimizde, fanteziyi ruhsal gelişimin birincil etkeni olarak vurgulamasının, daha kişilerarası bir bakış açısıyla dengelendiği açıkça görülmektedir:

Küçük bir bebeğin zihninde her içsel deneyim onun fantezileriyle iç içedir; öte yandan, her fantezi de gerçek deneyim öğeleri barındırır. Ancak aktarım durumunu derinlemesine analiz ettiğimizde geçmişi hem gerçekçi hem de fantastik yönleriyle keşfedebiliriz.

(Klein, 1952, s. 59)

1950’li yıllara gelindiğinde Klein, doğuştan gelen yapısal bileşenlerin aynı zamanda gerçek yaşam deneyimleriyle de biçimlendiğini açıkça kabul etmiştir. Bu kişilerarası bakış açısı, oldukça etkili bir başka Klein’cı kuramcı olan Wilfred Bion tarafından daha kapsamlı bir biçimde geliştirilmiştir. Bion’un (1962a, 1962b) ilgisi, annenin “kapsayıcı (container)” olarak rolüne, yani bebeğin duygusal deneyimlerini sindirmesine yardımcı olan bir tür yardımcı “duygusal sindirim sistemi” işlevi görmesine yönelmişti. Bion, dünyaya dair izlenimlerle bunalmış olan bebeğin, bu deneyimleri kabul edip, emip, anlamlı hale getirebilecek başka bir insan zihnine -yani bir kapsayıcıya- ihtiyaç duyduğunu varsaymıştır. Onun fikirleri Klein’ın düşünsel çerçevesi üzerine inşa edilmiş ve içsel ve dışsal gerçeklik arasındaki diyalektik etkileşime daha incelikli bir kavrayış kazandırmıştır.

Paranoid-şizoid konum (paranoid-schizoid position) – Klein’a göre yenidoğan, duygusal deneyimin karmaşıklığıyla başa çıkabilecek bir donanıma sahip değildir. Klein, bu erken evrede bebeğin duygusal deneyimini bir tür siyah-beyaz ikiliği içinde düzenlediğini varsaymıştır. Tüm duyumların kişiselleştirildiğini ve ya iyi ya da kötü nesnelere atfedildiğini öne sürer. Buna göre, yaşamın ilk birkaç ayında bebeğin ihtiyaçlarının karşılanmaması yalnızca acı olarak yaşanmaz; aksine, bu engellenme durumu, dışsal, zulmedici (persecuting) birinin -yani “kötü” bir nesnenin- aktif saldırısı olarak deneyimlenir.

Bebeğin dünyasında anlam kazanan ilk nesne, onun beslenme kaynağı olan memedir (breast). Bebek beslendiğinde meme bol miktarda süt sağlar; ancak başka zamanlarda meme boş olabilir. Bu iki farklı durum, bebekte karşılık gelen iki duygusal tepki uyandırır: ya dikkatli bir anne tarafından bakıldığına dair bir his (yani iyi meme/anne) -ki bu, haz ve doyum deneyimine katkıda bulunur- ya da yoksun bırakılma ya da ihmal edilme deneyimi (yani kötü meme/anne) ve buna eşlik eden öfke, hatta belki de dehşet duygusu. Klein bu nedenle, erken dönemde nesnenin, doyum sağlayıcı ve engelleyici yaşantılara bağlı olarak sırasıyla iyi ve kötü olarak ikiye bölündüğünü öne sürmüştür. Pozitif dürtü ve duygulanımların negatif olanlara göre göreli üstünlüğü, sonraki ruhsal sağlığını belirleyen kritik bir değişken olarak görülmüştür.

Klein, yaşamın en başından itibaren bebeğin içsel bir yok olma korkusu (dread of destruction) hissettiğini ve bu korkunun bir şekilde kendilikten (self) uzaklaştırılması gerektiğini öne sürmüştür. Klein, yaşamın ilk altı ayında, henüz olgunlaşmamış olan erken egonun, kötü nesneden kendini korumak için nesneyle ego arasında bir bölme (splitting) mekanizması geliştirdiğini varsaymıştır.11 Bebeğin bu durumu yönetme biçimi, kendi yıkıcı dürtülerini dış dünyaya yansıtmak yoluyla olur; böylece dış dünya kötü ve zulmedici bir hâl alır.

11Bölme (splitting) savunması kullanıldığında, kendiliğin bir yönü ayrıştırılır ve sanki kendiliğe ait değilmiş gibi yok sayılır ya da silinir. Örneğin, bazı kişiler kendilerinde herhangi bir saldırganlık ya da haset duygusu olduğunu inkâr edebilirler.

Yaşamın bu ilk aylarında, nesnenin bölünmesi, bebeğin nesneyi belirli bir özelliği büyüterek ve diğer tüm özellikleri gölgede bırakarak deneyimlemesine yol açar. “Kötü” nesneler tamamen kötü olarak yaşantılanır ve bebeği yok etmeye yönelik bir niyet taşıyor gibi algılanır. Buna karşılık “iyi” nesneler ise tümüyle iyi olarak hissedilir ve yalnızca bebeğe iyilik yapma arzusuyla hareket ettikleri varsayılır. Emzirme dönemi, kendini ya bakım gören biri ya da ihmal edilen, yoksun bırakılan biri olarak deneyimlemek için bolca fırsat sunar. Bu da, zamanla içselleştirilmiş ilişki temsillerine dönüşen olumlu ve olumsuz ilişki prototiplerinin oluşmasına zemin hazırlar.

Bölme ve yansıtma, bebeğin “iyi”yi koruyabilmesini -yani olumlu nesne temsilini muhafaza etmesini- mümkün kılsa da, aynı zamanda “kötü” olarak deneyimlenen şeyin dışarı atılmasıyla birlikte kötü memeye/nesneye yönelik bir korku ve kuşku hali yaratır. Bu kötü nesne misilleme yapabilir gibi algılandığında, paranoid anksiyeteler tetiklenir. Klein, bu zihinsel durumu bu nedenle paranoid-şizoid konum olarak adlandırmıştır. Bu konum, zihinsel temsillerin aşırı derecede değişkenliğiyle karakterizedir: iyi olan nesne temsili, hızla kötüye dönüşmüş gibi deneyimlenir.

Paranoid-şizoid konum, insan saldırganlığı ve yıkıcılığını psişik yapımızın merkezine yerleştirir. Nitekim Klein’ın düşüncesi, insan yavrusunun doğuştan gelen yıkıcılığı etrafında dönmeye devam etmektedir. Klein, her bireyin başkalarıyla kurduğu ilişkilerde hem libidinal hem de agresif fanteziler (libidinal and aggressive phantasies)geliştirmeye doğuştan yatkın olduğunu savunmuştur.12 Klein’ın paranoid-şizoid konuma ilişkin tanımı, nefret ve hasetin (hate and envy) de tıpkı sevme kapasitesi gibi bebeğin doğuştan sahip olduğu duygusal repertuarın bir parçası olduğuna dair inancını açıkça ortaya koyar.

12Klein, sert süperegonun ölüm dürtüsünün erken bir tezahürü olduğunu düşünmüştür; bu görüşe göre, içe yöneltilmiş ölüm dürtüsü, hem kendiliğe hem de ötekilere yönelik yıkıcılığa yol açar.

Klein, Freud’un ölüm içgüdüsü (death instinct) kavramını daha ileri taşıyarak, hasetin bu içgüdünün en önemli tezahürlerinden biri olduğunu ileri sürmüştür. Klein (1957), erken ve ilkel hasedin, doğuştan gelen saldırganlığın özellikle habis (yıkıcı ve kötü huylu) bir biçimini temsil ettiğini savunur. Bunun nedeni, diğer yıkıcılık türlerinin zaten zulmedici olarak algılanan kötü nesnelere yöneltilmesine karşın, hasedin iyi nesneye yönelik bir nefret olmasıdır; bu durum, iyi nesneye verilecek zarara ilişkin depresif kaygının erken bir şekilde ortaya çıkmasına yol açar. Hasedin, hayal kırıklığı ya da tutarsız ebeveynlik gibi deneyimlerle tetiklenmesi mümkün olsa da, Klein’a göre haset ve diğer saldırganlık biçimleri yoksunlukla zorunlu olarak bağlantılı değildir. Örneğin çocuk, annelik bakımının kaçınılmaz sınırlılıklarına öfke duyabilir, annenin üzerindeki kontrolünü tolere etmekte zorlanabilir ve bu nedenle frustrasyonu yaşamaktansa onu yok etmeyi tercih edebilir.

Klein, çok küçük bebeklere önemli ölçüde bilişsel karmaşıklık yansıtan doğuştan kapasiteler atfetmesi nedeniyle eleştirilmiştir. Örneğin, egoyu tehdit eden dürtülerle baş edebilme kapasitesinin bu dürtüleri bölerek dışsal bir nesneye yansıtma yoluyla yönetilmesi, deneyimin bilişsel örgütlenmesinde belirli bir ayrışma düzeyini varsayar. Ayrıca bu süreç, kendilik ile öteki arasında ayrımlaşmış bir algıyı da ima eder; zira böyle bir ayrım olmaksızın, olumsuz duygulanımın kaynağını egodan dışsal bir nesneye kaydırmak mümkün olmazdı.

Her ne kadar Klein’ın gelişimsel iddiaları başlangıçta gerçek dışı görünse de, daha yakın tarihli gözlemsel kanıtlar bunlardan bazılarıyla örtüşmektedir (Gergely, 1991). Freud’un bebeği, birincil narsisizm durumuna gömülü biçimde betimlediği erken dönem tasvirinin aksine, güncel araştırmalar çok farklı bir bebek profili ortaya koymaktadır -çevresini aktif biçimde algılayan ve öğrenen, adeta fiziksel ve sosyal dünyaya dair belirli beklentilerle donatılmış bir bebek. Nitekim bugün biliyoruz ki bebekler, nispeten karmaşık bilgi işleme, düzenleme ve hatırlama becerilerine sahiptirler (örneğin, erken işleyen bir kısa süreli bellek sistemine sahiptirler) (Gergely, 1991; Stern, 1985); ayrıca insan yüzüne yönelik tercih gibi belirli eğilimler sergilerler. Bebeklik araştırmaları, doğum anında bebeklerin algı ve eylem arasında doğuştan gelen bir koordinasyon sergilediğini ortaya koymuştur; bu, kısa süreli bellek sisteminin varlığına dayanan, yetişkinlerin yüz ifadelerini taklit etme davranışlarıyla kanıtlanmaktadır. Ayrıca, bebeklerin fiziksel nesneleri bütünlük, sınırlılık ve katılık gibi özelliklere sahip varlıklar olarak algıladıklarına işaret eden ampirik bulgular da mevcuttur.13 Gergely (1991) ve Stern (1985), bu erken dönem kapasitelere dair en önemli özelliğin, bebeklerin belirli duyusal modlara bağlı olmayan soyut özelliklere karşı gösterdiği duyarlılık olduğunu ileri sürerler; bebekler, belirli duyulara özgü fiziksel özelliklerden çok, farklı duyu alanları arasında tutarlılık gösteren örüntüleri ayırt edebilmektedirler. Genel olarak, bu çeşitli araştırma alanları, bebeklerin doğuştan itibaren nesne dünyasına dair içsel temsili modeller inşa etmelerini mümkün kılan bilişsel ve algısal becerilerle donanmış olduklarına dair güçlü kanıtlar sunmaktadır.

13Bu tür araştırmalara dair kapsamlı bir derleme için bkz. Gergely (1991).

Depresif konum (depressive position) – Hayatın ikinci altı ayında, Klein, bebeğin yeterli bir gelişim düzeyine ulaştığını ve böylece sevilen ve nefret edilen nesnenin aslında aynı nesne olduğunu fark edebildiğini öne sürmüştür. Bu farkındalık, nesnenin ayrı bir varlık olarak kabulüne dayanan “bütün nesne (whole object)” ile ilişki kurma” kapasitesinin gelişmesine zemin hazırlar. Bu tanıma, başlangıçta “kötü” meme olarak algılanan ve saldırganlık yöneltilen nesnenin, aslında “iyi” meme ile aynı olduğunun kavranmasıyla birlikte, üzüntü, suçluluk ve pişmanlık duygularının eşlik ettiği bir ruhsal durumla birlikte gelişir. Klein bu zihinsel durumu depresif konum olarak adlandırmıştır. Sevgi ve nefret gibi çelişkili duygulara konu olan nesnelerin içselleştirilmesi, bireyde suçluluk duygularının ve bu zarar görmüş nesneleri onarma çabasının baskın olduğu, oldukça rahatsız edici bir içsel dünya yaratır. Nesneye bir bütün olarak yöneltilen bu yeni ilgi biçimi depresif anksiyete (depressive anxiety) olarak adlandırılır.

Depresif konum, nesnelerle ilişki kurmada yeni bir tarzın başlangıcını oluşturur. Paranoid-şizoid konum ile depresif konum arasındaki temel fark, ilkinin başkaları tarafından zarar görme anksiyetesiyle, ikincisinin ise başkasına zarar vermiş olma anksiyetesiyle tanımlanmasıdır. Modern Kleinci kuramcılar (örneğin Steiner, 1992), depresif konumun en kritik yönünü çocuğun ayrı bir varlık olarak kendiliğini kurması ve nesnenin bağımsızlığını fark edebilmesi olarak görürler. Kleinci kuramcılara göre temel gelişimsel zorluk, depresif konumun derinlemesine işlenmesidir. Bu durum, çocuğun öfke nöbetleri ve saldırgan fantezileir karşısında bile sevginin sabit ve sürekli olduğunu öğrenmesini gerektirir. Çocuk bu farkındalığa ulaşana dek, tüm hayal kırıklıklarını ve ayrılıkları, paranoid-şizoid konuma kadar uzanan geçmişteki yıkıcı fantezilerin bir sonucu olarak cezalandırma biçiminde yorumlayacaktır. Bu nedenle çocuk, söz konusu yıkıcı fanteziler için sorumluluk üstlenmeli ve zihinsel onarım eylemlerini yansıtan duyguları -örneğin keder ve suçluluk- deneyimlemelidir.

Klein’ın paranoid-şizoid ve depresif konumlardan söz ederken bir aşamadan (stage) ziyade bir konumdan (position)14 bahsettiğini belirtmek önemlidir. Burada konum terimiyle özellikle bir nesneyle kurulan ilişki bağlamında bir zihin durumu; belirli anksiyeteler, savunmalar ve bilinçdışı fantezilerle ilişkili bir konum kastedilmektedir. Paranoid-şizoid konum, dışsal tehditler karşısında kendini savunmasız hisseden görece zayıf bir kendilikle ilişkili anksiyete ve savunma örüntülerini ifade ederken; depresif konum daha bütünleşmiş bir kendilik yapısıyla ilişkilidir. Klein’ın kuramı, paranoid–şizoid ve depresif konumlar arasında dönüşümlü döngüler bulunduğu fikrini içerir; bu yönüyle Freud’un çizgisel psikoseksüel evre kuramıyla çelişmektedir. Bu iki pozisyon arasında dinamik bir ilişki vardır ve hiçbiri bir kez ve tamamen çözümlenmiş değildir: yaşamımızın belirli dönemlerinde paranoid–şizoid pozisyona gerileyebilir ve paranoid kaygılar tarafından yönetilebiliriz. Genel olarak ifade etmek gerekirse, depresif özellikler paranoid–şizoid özelliklere üstün geldikçe -yani sevgi nefretin önüne geçtikçe- değişim için daha iyi bir prognoz söz konusudur. Onarma arzusu, yıkıcılığı dengeler.

14Klein, evre terimini kullanmak istemediğini açıkça belirtmiştir; zira Freud’un ortaya koyduğu oral, anal ve genital evrelerin yerine geçmeyi amaçlamamıştır. Bu evreleri kendi kuramsal modeli içerisinde sürdürmüştür.

Oidipus kompleksi (Oedipus complex) – Freud ve Klein, Oidipus kompleksinin psikolojik önemi ve çözümüne ilişkin olarak hemfikirdiler. Ancak bu kompleksin gelişimsel açıdan ne zaman ortaya çıktığı konusunda görüş ayrılığına düştüler. Klein, bebeğin yaşamının ilk yılından itibaren Oidipal deneyimlerle baş etmek zorunda kaldığını savunmuştur. Ona göre, bebek daha bu erken gelişim evresindeyken ebeveynlerine karşı yoğun duygular besler; bu duygular arasında, ebeveynler arasındaki ilişkiden dışlanma hissi de yer alır. Klein bu nedenle, bebeğin ebeveynleri birbirleriyle bir ilişki içerisinde olarak deneyimlediğini öne sürmüştür. Bu deneyim, bebeğin ruhsal durumuna bağlı olarak farklı duygusal tonlar kazanabilir. Örneğin, sevgi dolu duygular baskın olduğunda, bebek ebeveynler arasındaki birliği kendisine de fayda sağlayacak yapıcı bir ilişki olarak algılar. Ancak yıkıcı duygular zihinde egemen olduğunda, bebek ebeveynlerini kendisini ya da birbirlerini dışlayan ya da saldıran kötü nesneler olarak deneyimleyebilir.

Klein’e göre Oidipal çatışmanın çözümü, Oidipal rakibe yönelik nefrete karşı sevgi dolu duyguların baskın olmasını gerektirir; bu da hem sevilen hem de nefret edilen ebeveynin çocuğun zihninde bir araya gelmesine olanak tanır. Başka bir deyişle, Oidipus kompleksinin başarılı bir şekilde çözülmesi, bireyin bütün nesne ile ilişki kurabilme kapasitesini yansıtır. Bu bağlamda Klein, Oidipus kompleksini fiilen, depresif kaygıların ve suçluluk duygularının onarım aracılığıyla çözümlenmesine yönelik bir çaba olarak yeniden formüle etmiştir.

Çağdaş Kleinciler, Klein’ın fikirlerini daha da geliştirmiştir. Onlara göre aile üçgeni (family triangle), çocuğun her bir ebeveyniyle ayrı ayrı kurduğu iki bağlantı sağlar. Ancak aynı zamanda, çocuğu ebeveynler arasındaki -ve çocuğun dışında kalan- ilişkiyle de karşı karşıya bırakır:

Ebeveynler arasındaki bağ sevgiyle algılanırsa ve çocuğun zihninde nefret tolere edilebilirse, bu durum çocuğa, üçüncü türden bir nesne ilişkisi prototipi sunar; burada çocuk bir katılımcı değil, bir tanıktır.

(Britton, 1998: 42)

Çocuğun aile üçgeniyle15 nasıl başa çıktığı, çocuğun simgeleştirme yetisi üzerinde önemli etkileri olduğu şeklinde anlaşılmaktadır; yani bireyin deneyimlerini temsil edebilmesi ve bu yolla bir perspektif geliştirebilmesi. Gözlemci konumunu alabilme yetisi, bireyin perspektif geliştirmesini sağlar; bu da farklı bakış açılarını dikkate alabilmeyi ve dolayısıyla başkalarıyla, onların bizden farklı niyetleri, duyguları ya da arzuları olabileceğini anlayarak iletişim kurabilme kapasitemizin temelini oluşturur.

15Bu durum kelimesi kelimesine anlaşılmamalıdır. Ödipus kompleksi yalnızca her iki ebeveynin de bulunduğu ailelerde ortaya çıkmaz; tek ebeveynli ailelerde de işlevseldir. Üçlü yapı, gerçek bir üçlü ilişkiden kaynaklanabileceği gibi, ebeveynlerden birinin zihninde var olan bir “üçüncü (third)” kişi fikrine de dayanabilir; bu durum, diğer ebeveyn fiziksel olarak mevcut olmasa bile geçerlidir.

Uygulamada kuram – Günümüz Kleinci düşüncesi, başlangıçta yalnızca bireyin içsel fantezi dünyasına yaptığı vurgudan (yani tek kişilik bir psikoloji anlayışından) uzaklaşarak, gerçek travmaların ve çevresel yetersizliklerin iç dünyanın içeriğini biçimlendirmedeki rolünü dikkate alan, daha bütünlüklü kişilerarası bir bakış açısını (yani iki kişilik bir psikoloji modelini) benimsemiştir. Kleinci kuramsal formülasyonlar, hastaların yaşadıkları zorlukları anlamada fantezi ile gerçeklik arasındaki karmaşık etkileşimi kapsamlı biçimde ortaya koyar. Kleinci terapist, dışsal yaşantıların projeksiyon ve introjeksiyon süreçleri yoluyla nasıl içselleştirildiğiyle ilgilenir. Ancak uygulama düzeyinde vurgu, daha çok fanteziye ve şimdi ve burada yaşanan terapötik duruma yönelmiş olup, hastanın geçmiş yaşantılarından ziyade mevcut içsel ilişkisel dinamikleri merkeze alınır. Terapist, aktarım ilişkisine odaklanır ve Kleinci yorumların büyük bir bölümü, terapötik ilişkinin karmaşıklıklarını ele alır. Mevcut davranışın geçmişle ilişkilendirildiği daha yeniden inşa edici (reconstructive) yorumların rolü konusunda Kleinciler arasında süregelen bir tartışma vardır. Genel olarak, bu tür yorumlar yapılmakla birlikte, diğer yaklaşımlara kıyasla daha sınırlı biçimde kullanılır; böylece “tüm aktarım durumu”na (total transference situation) odaklanma korunur (Joseph, 1985).

Yorumlar genellikle, hastanın ayrılık anksiyetesi (örneğin terapideki aralara verilen tepkilerde görüldüğü gibi) ve buna karşı geliştirdiği savunmalar, agresyonun yansıtılması ve bunun sonucunda dışarıdan zulmediliyormuş gibi yaşanan deneyim, depresyon ve yas ile hastanın onarma çabaları üzerine yoğunlaşır. Bu vurgu, örneğin ego-psikolojisi perspektifinden etkilenen yorumların içeriğiyle karşıtlık gösterir; zira ego-psikolojisi yaklaşımında odak noktası daha sık olarak Ödipal üçgenleşme, hadım edilme anksiyetesi ve buna karşı geliştirilen savunmalar olur.

Nesne İlişkileri Yaklaşımları II: Britanya Bağımsız Okulu

Britanya’daki psikanalitik hareket, Anna Freud’u takip edenlerle Melanie Klein’ı takip edenler arasında gelişen bölünmelerden derinden etkilendi. Klein’ın fikirlerine en çok duyarlılık gösteren terapistler ve analistler, sonunda nesne ilişkileri okulu (object-relations school) adı altında birleştiler. Nesne ilişkileri yaklaşımının temel ilkesi, öncelikle bağlanma ihtiyaçlarımız tarafından güdüleniyor olmamızdır; yani, diğer insanlarla ilişkiler kurmaya yöneliriz. Eğer dürtülerden (drive) söz etmek mümkünse, bir nesne ilişkileri kuramcısı, dürtülerin ilişkiler bağlamında ortaya çıktığını ve ilişki ihtiyaçlarına ikincil olduğunu söyleyecektir.

Her ne kadar Klein’ın ilgisi bireyin nesnelerle ilişkilerinde olsa da, esasen ilkel dürtüsel itkiler ve bunların içsel nesneler üzerindeki fantazileştirilmiş etkilerine odaklanmıştı. Gerçek insanların, bu fantazilere ve genel olarak psikopatolojiye nasıl katkıda bulunmuş olabilecekleriyle daha az ilgileniyordu. Klein sonrasında nesne ilişkileri kuramlarının yükselişi, gelişimsel meselelere ve özellikle bebeğin anne ya da diğer birincil bakımveren ile olan erken dönem ilişkisinin etkisinin kabulüne yönelik ilgi değişimiyle desteklendi.

Nesne ilişkileri (object relations) terimi ilk kez 1924’te Karl Abraham tarafından yayımlanan bir makalede ortaya çıktı. Bu terim, Ronald Fairbairn ve Donald Winnicott gibi Britanyalı analistlerle güçlü biçimde ilişkilidir. Fairbairn (1954), nesne arayışını, güvenliği ve bağlantıyı, ruhsal düzenlemenin ilkeleri olarak haz ve acıdan çok daha merkezi gördü. Freud’un biyolojizmini reddederek, içselleştirilen şeyin nesne ilişkileri olduğunu vurguladı. Haz ve anksiyete azalması, kendilik ile öteki arasındaki arzu edilen ilişkinin elde edilmesinin ardından geliyordu. Winnicott (1975) ise annenin bebekle olan ilişkisinin temel rolünü vurguladı ve belki de en çok, bebeğine bakım veren fakat aynı zamanda onu kademeli olarak hayal kırıklığına uğratarak bebeğin hayal kırıklığına katlanma kapasitesini geliştirmesine olanak tanıyan “yeterince iyi anne (good enough mother)” ifadesini literatüre kazandırmasıyla tanınır.

Nesne ilişkileri kuramları çeşitlidir ve üzerinde genel bir uzlaşmaya varılmış ortak bir tanıma sahip değildir. Birçok Britanyalı Bağımsız terapist, kendilerini geniş anlamda nesne ilişkileri perspektifiyle özdeşleştirir; ancak tek ve tutarlı bir çerçeveyi benimsemezler. Bu nedenle topluca Bağımsızlar (Independents) olarak adlandırılırlar. Onları bir araya getiren şey, teorik kısıtlamalarla sınırlandırılmaya karşı duydukları isteksizliktir; bu nedenle kendilerini ne tamamen Freudcularla ne de tamamen Kleincilerle özdeşleştirirler.

Bağımsızlar arasındaki ince farklılıkları göz ardı etme riskini göze alarak, Bağımsızların libidinal olarak yönlendirilen yapısal modeli terk ettiklerini ve özellikle en erken dönemdekiler olmak üzere ilişkilerin, gelişen psişe açısından önemini vurguladıklarını söyleyebiliriz. Bu kuramlar, bireyin başkalarıyla etkileşim içinde gelişimini anlamaya yönelik bir bağlılığı yansıtır. Bağımsızlar, iç dünyada fantezinin oynadığı önemli rolü kabul eder; ancak fantezinin doğuştan gelen bir kapasite olarak anlam taşımadığını, aksine bireyin gerçek dışsal nesnelerle etkileşiminden kaynaklandığını ileri sürerler.

Saldırganlığı doğuştan kabul eden Kleinyenlerin aksine, Bağımsızlar onu dışsal müdahalelere tepki olarak görür. Benzer şekilde, çoğu Bağımsız her ne kadar Kleinyenlerin psişik konum kavramını benimsese de, paranoid-şizoid konum birçokları tarafından, çocuğun çevreyle etkileşimi ve travma yaşantısının sonucu olarak ortaya çıkan, esasen “tepkisel bir gelişim (reactive development)” (Rayner, 1991) şeklinde anlaşılır. Çoğu ilişkisel kuramcı gibi, Bağımsızlar da gelişimde Ödipus kompleksinin ve cinselliğin rolünü geri plana itmiştir. Bunun yerini, bilişsel ve sosyal işlevlerdeki temel dönüşümlerle ilişkili olan, ikili ilişkilerden üçlü ilişkilere geçişe duyulan ilgi almıştır.

Bazı çağdaş Kleinyenlerde olduğu gibi, birçok Bağımsız terapist de aktarım ilişkisiyle çalışır. Hastanın içselleştirilmiş en erken ilişkilerinin niteliğini ve bunların aktarımda nasıl ortaya çıktığını araştırmakla ilgilenirler. Aktarım aracılığıyla terapist, hastanın en erken içselleştirilmiş nesne ilişkilerini kavrayabilir. Bu anlayış, hastanın şimdiki zamandaki ilişkilerini açıklığa kavuşturmak için kullanılır; çünkü tüm mevcut ilişkilerin, bu erken dönemde örgütlenmiş kendilik ve nesne temsillerinin kendine özgü merceğinden süzülerek deneyimlendiği varsayılır. Bununla birlikte, birçok Kleinyen’in aksine, Bağımsızlar hastanın yaşantılarının gerçekliğinin tanınmasının önemli olduğunu savunurlar. Geçmişe ait anıları, gerçekten yaşanmış olayların fantezi içinde işlenmiş biçimleri olarak görürler. Bu vurgu, birçok Kleinyen’in başlıca ilgi alanı olan içsel fantezi dünyasına odaklanmaktan belirgin biçimde farklıdır.

Teknik açıdan bakıldığında, birçok Bağımsız terapist, yeniden yapılandırıcı yorumlara ilgi duymaya devam eder. Geçmiş, ilişkilerin temsillerinin gelişimsel kökenine ışık tutması nedeniyle incelenir. Bağımsızlar, hastanın terapide en erken ilişkilerini yeniden canlandırmasını bekler; böylece bu ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi için bir fırsat doğar. Güncelliğini yitirmiş, uyumsuz şemalar (maladaptive schemata) üzerinde çalışılır ve daha yeni, daha uyumlu ilişkisel modellerin geliştirilmesine yönelik adımlar atılır. Bu çalışmanın merkezinde, terapistin hastanın sözel öncesi (pre-verbal) deneyimlerini anlamak amacıyla kullandığı karşıaktarım (countertransference) yer alır.

Kleinyenler, hasta ile terapist arasındaki etkileşime genellikle intrapsişik (intrapsychic) bir odakla yaklaşma eğilimindeyken, Bağımsızlar buna daha çok karşılıklı olarak inşa edilmiş bir kişilerarası alan (interpersonal space) olarak yaklaşırlar. Bağımsız terapistler arasında, hasta ve terapistin bir “geçiş alanı (transitional space)” içinde çalıştığı ve aralarındaki etkileşimlerin ideal olarak yaratıcı bir oyun anlayışına katkıda bulunduğu yönünde bir farkındalık vardır. Bu yaklaşım, bu nedenle, terapötik ilişkinin doğasında var olan karşılıklılığa (mutuality) daha yüksek bir değer verme eğilimini yansıtır. Hastanın olumsuz aktarımına (negative transference) karşı duyarlı olmakla birlikte, Kleinyenlerin aksine fakat Freudyenlerle ortak olarak, birçok Bağımsız terapist iyi bir terapötik ittifakı (therapeutic alliance) kolaylaştırmanın önemini kabul eder ve bunu, hastanın terapiye yönelik olumlu duygularını kullanarak gerçekleştirir.

Kendilik Psikolojisi

1960’lara gelindiğinde klinisyenler, güçlükleri ne dürtü kuramında (drive theory) olduğu gibi içgüdüsel dürtüleri yönetme sorunları, ne ego psikolojisinde (ego psychology) olduğu gibi anksiyeteye karşı savunmaların katı örgütlenmesi, ne de nesne ilişkileri kuramında (object-relations theory) olduğu gibi hastanın yeterince ayrışamadığı içsel nesnelerin etkinleşmesi çerçevesinde yeterince iyi açıklanabilen, zorlayıcı hastalarla ilgili gözlemlerini aktarıyorlardı. Aksine, bunlar kendini “boş hissettiğini” bildiren ve yüzeyde zaman zaman kendinden emin, hatta kibirli ya da grandiyöz görünseler bile, sürekli güvence arayışında olan hastalardı. Heinz Kohut’un kendilik psikolojisi (self psychology), bu özgül hasta grubuna yanıt olarak gelişti.

Kohut, Amerikan psikanalitik hareketinin en etkili ve tartışmalı isimlerinden biri olmuştur. Onun kuramı, esas olarak narsisistik bozukluğu olan hastalarla yaptığı çalışmalardan doğmuştur. Narsisistik bozukluklar, zayıf veya istikrarsız bir benlik duygusunun (sense of self) ve buna bağlı olarak öz-değeri (self-esteem) düzenlemede yaşanan güçlüklerin görüldüğü kişilik bozukluklarıdır. Freud, narsisistik hastaların tedaviye gerekli olan olumlu aktarımı kuramayacak kadar kendine gömülü olduklarını ve bu nedenle psikanalize uygun olmadıklarını düşünürken, Kohut bu hastaların tedaviye uygun olduğunu, ancak standart analitik tekniklerde bazı uyarlamalar yapılması gerektiğini savunmuştur. Kohut’un kuramının gelişiminde narsisistik hastalarla yaptığı çalışmalar büyük etki taşımakla birlikte, zaman içinde kuram ve teknik tüm psikopatoloji türlerine uygulanır hale gelmiştir.

Kohut’a göre, kendilik kohezyonu/uyumu (self-cohesion) insan davranışını yönlendiren birincil güdüdür. Anksiyetenin kökeninde ise kendiliğin bir kusur deneyimi ile bütünlük ve süreklilik duygusundan yoksun olma hali yer alır.16 Nesne ilişkileri kuramcılarının kendilik ve nesne temsilleri arasındaki içselleştirilmiş ilişkilere vurgu yapmalarına karşılık, kendilik psikolojisi dışsal ilişkilerin öz-değeri geliştirme ve sürdürmedeki rolüyle ilgilenir. Savunmalar, yalnızca kişiyi anksiyeteden koruma işleviyle değil, aynı zamanda tutarlı ve olumlu değer atfedilen bir benlik duygusunu sürdürmeye yardımcı olma işleviyle de anlaşılır. Bu doğrultuda Kohut’un çalışmaları, hastaların öz-değerlerini sürdürebilmeleri için çevreden belirli tepkilere ihtiyaç duyma yollarını anlamaya odaklanmıştır.

16Kohut, kendilik (self) terimini neredeyse tüm kişiliği ifade edecek şekilde kullanır.

Kohut, narsisistik ihtiyaçların (narcissistic needs) yaşam boyu sürdüğünü ileri sürmüştür. Narsisizmin gelişiminin kendine özgü bir gelişimsel yolu olduğunu ve bakımveren figürlerin (yani nesnelerin) bunun için özel işlevler gördüğünü öne sürmüştür. Kendiliğin gelişiminde empatiye vurgu yaparak, insani olgunlaşmanın amacının empatik ilişkiler içinde farklılaşma olduğuna dair inancını vurgulamıştır. Kendiliknesnesi (selfobject) terimi, diğer insanların kendilik için yerine getirdiği aynalama (mirroring) işlevini tanımlamak amacıyla kullanılmıştır. Kendiliknesneleri, kişilerden ziyade yatıştırma ya da onaylama gibi işlevleri temsil eden yapılar olarak anlaşılabilir. Kohut’a göre, duygusal olarak varlığımızı sürdürebilmemiz için yaşamımız boyunca çevremizde kendiliknesnelerine ihtiyaç duyarız.

Narsisistik hastalarla çalışmasında Kohut, bu hastaların özellikle iki tür aktarım geliştirme eğiliminde olduklarını gözlemlemiştir: ayna aktarımı (mirror transference) ve idealleştirme aktarım (idealising transference). Ayna aktarımında hasta, onay ve takdir görmek amacıyla terapiste yönelir. Kohut’a göre bu tür onaylayıcı tepkiler, normal gelişim için gereklidir. Çocuğun, aynalayıcı bir tepkiye ihtiyaç duyduğu dönemde ebeveynin empati göstermemesi, ilerleyen yıllarda bütünlük duygusunu ve olumlu öz-değeri koruma konusunda güçlük yaşamasına yol açar. Bu tür empatik tepkilerin yokluğunda çocuğun benlik duygusu parçalanır. Kohut’un terminolojisinde, patolojiden söz ettiğimizde aslında her zaman, çocuğun hayran olunma ve hayranlık duyma yönündeki erken dönem gereksinimlerinin ebeveyn tarafından engellenmesi ya da ihmal edilmesi sonucunda ortaya çıkan bir kendilik patolojisinden17 söz ediyoruzdur.

17Buradaki kendilik (self), egoyu da kapsayan üst düzey bir yapıdır.

Aktarımın ikinci biçimi olan idealleştiren aktarımı, hastanın terapisti kendisini yatıştırmak için varlığı zorunlu olan, her şeye gücü yeten bir ebeveyn figürü olarak deneyimlemesini ifade eder. Kohut, gelişimin önemli bir yönünün, çocuğun ebeveyn figürlerini idealleştirebilme fırsatına sahip olması ve bu figürlerin de idealleştirmeye değer bir model sunmaları olduğunu savunmuştur. Kendilik nesnelerinin empatik tepkileri, çocuksu büyüklük duygusunun gelişmesini kolaylaştırır ve tümgüçlülük hislerini teşvik eder; bu hisler, çocuğun birleşmek istediği idealleştirilmiş bir ebeveyn imgesinin inşa edilmesini sağlar. Ebeveynler çocuğun narsisistik ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığında, hem tümgüçlü kendilik temsili hem de bakımverenin kusursuz temsili katılaşır; bu da tümgüçlü kendilik temsilinin yerine gerçekçi bir kendilik algısının geçmesini engeller.

Klasik Freudcu ve Kleinyen kuramlardan farklı olarak Kohut, merkeze, ebeveynliğin gerçek ve çoğu zaman erken dönem bozukluklarının psikopatolojiye önemli ölçüde katkıda bulunduğu görüşünü koyan bir kuram ortaya koymuştur. Kohut’un görüşleri, Britanya nesne ilişkileri kuramları içinde de izlenebilir. Onun fikirlerinin, Winnicott’un “yeterince iyi annelik” kavramında ve Balint’in (1968) “temel kusur/temel hata (basic fault)” olarak adlandırdığı, annenin çocuğun temel ihtiyaçlarına yanıt vermemesiyle oluştuğunu ileri sürdüğü, bir şeyin eksik olduğu duygusunda yankıları vardır. Benzer şekilde Fairbairn (1954) da şizoid hastasının güçlüklerini, annenin ona kim olduğu için sevildiğini güvence altına alacak deneyimleri sağlayamamasının bir yansıması olarak anlamıştır.

Uygulamada kuram – Bu çerçevede terapinin başlıca hedeflerinden biri, zayıflamış egoyu güçlendirerek, kendilik bütünlüğünde (self-cohesion) belirgin bir kayıp yaşamadan, mükemmelin altında kalan kendilik-nesnesi deneyimlerini yönetebilmesini sağlamaktır. Odak, terapist tarafından empatik biçimde kavranan hastanın benlik algısı (sense of self) üzerindedir. Kendilik ve öteki ile ilgili özdeşimlerin ve etkileşimlerin duygu yüklü düzenlenişlerine dikkat edilir. Terapistin görevi, erken yaşamda varsayılan empatik bakım eksikliğinden kaynaklanan narsisistik savunmaları “düzeltmek/onaylamak”ti/ı/r (correct).

Kohutçu terapistler, otorite karşıtı (anti-authoritarian) bir tutumun gerekliliğini vurgularlar. Onlara göre, hastaya nesneleştirici (objectifying) bir bakış açısıyla yaklaşmak, doğası gereği travmatize edicidir. Bu yaklaşım, hem Freudyen hem de Kleinyen yaklaşımlara hâkim olan teknik tarafsızlıktan uzaklaşmayı temsil eder. Bu bakımdan, söz konusu fikirler, psikanalizin öznelerarasılık (intersubjectivity) ve etkileşimsel (interactional) okullarının ilgi alanlarının merkezinde yer alan, terapistin öznelliğine yönelik güncel ilgi dalgasının öncüllerinden biridir (bu konuya bu bölümde ileride yeniden değinilecektir). Kohut, Freud ve Klein’dan farklı olarak daha az otoriter bir tutum önerse de, zihni kavrayış biçimi hâlâ öznelerarası olmayan (non-intersubjective) bir modele dayanıyor; terapist, hastanın kendiliğinin özünü dışarıdan, kendi öznelliğinden bağımsız bir şekilde nesnel olarak gözlemleyip yorumlayan kişi olarak konumlanıyor.

Postmodernizm Psikanalizle Buluşuyor: Kuzey Amerika Psikanalizinde İlişkisel Yönelim

Freudyen ve Klein’cı psikanalizin merkezinde, biz, diğer nesnelerle birlikte nesnel bir varlık olarak kabul edilen yalıtılmış zihin Kartezyen doktrinini buluruz. Bireyin, bilincinin ya da referans çerçevesinin dışında kalan bir nesnenin doğasını doğru bir şekilde algılayabileceği varsayılır. Bu bakış açısından hareketle, terapistin tarafsızlığına ve nesnelliğine dair bir inancı sürdürmek mümkündür; zira bu, zihinsel yaşamın klinik durumdan bağımsız olarak var olabileceğini öne sürer.

Öznelik ve nesnellik soruları, psikanaliz içinde uzun süredir tartışılmaktadır.18 Bu tür tartışmalar, psikanaliz üzerindeki postmodern düşüncenin etkisini yansıtan öznelerarasılık okulunun gelişiminin merkezinde yer alır. Güncel psikanalitik kuram ve uygulama -özellikle Kuzey Amerika’da- daha ilişkisel, öznelerarası ve sosyal inşacı konumlara doğru kaymıştır. Bunlar, klasik analitik konuma klinik ve epistemolojik bir meydan okuma teşkil eder. Bu yaklaşımlar, klinik malzemeye, ortaya çıktığı ilişkisel matriksten kavramsal olarak yalıtılmış, hastanın zihninde var olan bir varlıkmış gibi yaklaşamayacağımızı savunur (Dunn, 1995).

18Bu tartışmalara dair iyi bir değerlendirme için bkz. Louw ve Pitman (2001).

İlişkisel psikanaliz (relational psychoanalysis), böylece 1980’lerde, kişilerarası psikanalizin kişilerarası etkileşimlerin ayrıntılı incelenmesine yaptığı vurguyu, Britanya nesne ilişkileri kuramının diğer insanlarla içselleştirilmiş ilişkilerin psikolojik önemi hakkındaki fikirleriyle bütünleştirme girişimi olarak ortaya çıktı. İlişkisel kuram ile geleneksel psikanalitik düşünce arasındaki önemli bir fark, güdülenme kuramında (theory of motivation) görülür; bu kuram, birincil önemi içgüdüsel dürtülere (instinctual urges) değil, gerçek kişilerarası ilişkilere (interpersonal relations) atfeder.

Büyük ölçüde Kuzey Amerika’da -ancak yalnızca orada değil- popüler olan ilişkisel gelenek, esasen bir bilinç psikolojisidir (psychology of consciousness): Kuzey Amerika’da, yaşanan bilinçli deneyimin fenomenolojisine, ikili bağlara, duygusal uyuma, sosyal inşaya ve karşılıklı tanınmaya, içgörü ve yorumun rollerinden daha fazla önem veren çağdaş ilişkisel ve öznelerarası kuramcılarla karşılaştırıldığında, post-Freudyenler ve neo-Freudyenler artık azınlıktadırlar.

Öznelerarasılık literatürü, terapist ile hastanın birbirleri üzerindeki karşılıklı etkisinin ince ve karmaşık doğasının tanınmasına ve incelenmesine ve bunun sonuçlarına odaklanır. Pek çok bakımdan, bu konum son derece akla yatkın görünmektedir; zira terapistin, bir kişi olarak, hiçbir etkisi olmadığını ya da terapistlerin, kendi eğitim analizleri sayesinde, kendi bilinçdışları tarafından tökezletilmenin ötesinde olduklarını savunmak imkânsızdır. Başka bir deyişle, terapi odasında olup bitenler kaçınılmaz olarak terapistin kendi psikolojisinden etkilenir. Aksini, herhangi bir kutuplaşmış biçimde savunmak, savunulamazdır. Ancak, psikanalizin öznelerarasılığı içermesi, onun bütünüyle nesnellikten yoksun olduğu anlamına gelmez. Psikanalizin öznel ve nesnel yönlerinin diyalektik olarak ilişkili olduğu düşünülebilir. Nesnellik, öznel sınırlılıklarımız ve kendini tanımada başkasının etkisini birbirinden ayırmanın zorluğu göz önünde bulundurulduğunda, göreli olarak anlaşılmalıdır. Bu durumun terapötik duruma ne ölçüde müdahale ettiği ve böyle bir müdahalenin nasıl ele alınması gerektiği, üzerinde dikkatle tartışmaya değer sorulardır.

Öznelerarasılıkçılar, hastanın özgünlüğüne ve karmaşıklığına ulaşmak için gerekli görülen birden çok kurama açıktır; oysa Freudyen ya da Klein’cı terapistler, tüm hastalara uygulanabilecek tek ve kapsamlı bir zihin kuramının varlığını savunurlar. Postmodernizm, psikanalizi, özünde akıl dışı inançların yattığını ve hiçbir kuramın gerçeği tek başına barındırmadığını kabul etmeye fiilen zorlamıştır; çünkü gerçek her zaman görelidir ya da birlikte inşa edilir, asla sabit değildir. Terapötik durumda bu, gerçeğin terapötik çift tarafından yaratıldığı anlamına gelir.

Levine ve Friedman (2000), öznelerarasılığı, insanın ilişkisel olma hâlinin doğasında var olan niteliğini yansıtan ve herhangi bir zihin kuramından ya da psikanaliz ekolünden kavramsal olarak bağımsız bir “meta kuram (meta theory)” olarak sunarlar. Onlar, şimdi ve burada ilişkisel deneyimlerin, hastanın çatışmalarının ifadesini, yalnızca aktarımın bir sonucu olarak değil, her iki öznelliğin birlikte yeni bağlamlar inşa etmesinin bir sonucu olarak şekillendirdiğini vurgularlar. Hoffman (1992), terapist ile hasta arasında gerçekleşenlerin, her iki tarafın da bilinçdışı arzuları ve savunma gereksinimleri tarafından birlikte belirleneceğini öne sürer. Ogden (1994), öznelerarası gerçekliğe “analitik üçüncü (analytic third)” olarak atıfta bulunur. O, terapistin tepkilerinin asla bütünüyle bireysel olaylar olmadığını savunur. Tersine, terapistin tepkilerinin anlamı, özgün ve asla-bir-daha- yinelenmeyecek-olan spesifik terapötik çift (therapeutic couple) etkileşimleri sayesinde her zaman yeni oluşturulmuş bir gerçekliktir.

Bu geniş ekole bağlı olanların görüşleri çeşitlidir ve kesin bir öznelerarası-ilişkisel görüş yoktur. Psikanalizin kişilerarası okulunun (örneğin, Harry Stack Sullivan, Erich Fromm ve Frieda Fromm Reichmann) temel fikirleri, bu yaklaşımın dayanaklarını oluşturur. Kişilik gelişimi, kişilerarası alanla bağlantılıdır. Ruhsal yaşam, geçmiş bilinçdışı çatışmalardan türeyen sabit yapılar tarafından belirlenmek yerine, geçmiş ve yeni ilişkiler tarafından biçimlendirilir. Bu yaklaşımda, anne-bebek ilişkisine ve ayrılma-bireyleşme ile ilişkili güçlüklere büyük önem atfedilir. Ne cinsellik ne de saldırganlık, ne gelişimin ne de uyumun itici güçleri olarak görülür. Tersine, cinsel ve saldırgan tepkilerin, ilişkilerde neyin olup bittiğine dair belirli beklentileri etkilemiş olan bireyin bebeklik ve erken çocukluk yaşantılarının bağlamında anlaşılabileceği düşünülür. Bu yaklaşımda, bilinçdışı fanteziye, gerçekliğe kıyasla ayrıcalık tanıma konusunda bir isteksizlikle karşılaşırız; ancak günümüzde çoğu terapist, gerçekliğin kaçınılmaz olarak imgelem ve fantezi aracılığıyla deneyimlendiği konusunda hemfikirdir.

Uygulamada kuram – Diğer psikanalitik terapistlerden daha fazla olarak, öznelerarasılıkçılar, terapistin nesnelliğine dair klasik pozitivist görüşü eleştirel biçimde sorgulamışlardır. Öznelerarasılık ekolleri, terapötik ilişkinin doğası hakkında daha açık, kapsayıcı ve eşitlikçi bir diyalog çağrısında bulunur. Terapinin işi, analitik diyalog ve sürecin, terapist ile hasta arasındaki karşılıklı ve kaçınılmaz bilinçdışı duygusal etkileşimleri yansıtacağı ve onlardan oluşacağı kabul edilen bir bağlam içinde, hastanın öznelliğini keşfetmek ve yorumlamaktır. Dolayısıyla psikanalitik sorgulamanın özü, yalnızca hastanın zihnine yönelmiş değildir.

İlişkisel bakış açıları, terapötik karşılaşmayı ve özellikle de teknikte ve uygulamada analistin rolünü kavramsallaştırma biçimimiz üzerinde derin bir etki yaratmıştır. İlişkisel yönelim, analitik çalışmamızda gerçekte ne yaptığımız, ne düşündüğümüz ve ne hissettiğimiz üzerine tartışmayı teşvik etmiştir. İlişkisel analistler, daha fazla kendini açan ve etkileşimli olan kişilerdir; öznel tutumları hakkında hastanın görüşlerini ve değerlendirmelerini öğrenmek isterler ve bunları hastadan talep ederler, ayrıca hastanın yanıt verebilirliğinin (responsiveness) ve tutumunun, analistin varsayılan tavırları, duyarlılığı ve davranışı tarafından tetiklendiğini genellikle kabul ederler.

Teknik açısından sonuçlar önemlidir. Bu yaklaşım, kendini açma gibi daha az geleneksel müdahalelerin kullanımıyla ilişkilendirilir. İlişkisel yönelimdekiler, daha mesafeli bir duruşu sürdürmektense, hastalarıyla yoğun ilişkiler kurmaya inanırlar. Daha büyük bir akışkanlık ve yanıt verebilirlik, terapötik duruşun ayırt edici özellikleridir. Öznelerarasılık geleneği, hastanın terapiste yönelik bağlanmasının ve aktarımının, terapistin hasta ile kurduğu ilişkideki insani yönü ve tutkusundan kaynaklanan duygusal bir katkı olmaksızın en iyi şekilde gerçekleşemeyeceğine kesin olarak inanır (Levine & Friedman, 2000). Bu yaklaşımda, “gerçek (real)” bir ilişki kavramı örtük olarak vardır; burada gözlemci olarak terapist modeli, kendi kişisel psikolojisinin gelişen terapötik süreci şekillendirdiği, paylaşılan bir etkinliğin katılımcısı olarak terapist modeliyle yer değiştirir.

Terapötik ilişki, terapist ile hasta arasında birlikte inşa edilen ve her birinin öznelliğinin, ortaya çıkan diyalogun biçim ve içeriğine katkıda bulunduğu bir yapı olarak anlaşılır.

Terapi çalışması, yeni bir duygulanımsal ilişkisel gelişimin keşfine odaklanır. Hastanın bu duygulanımsal deneyimi içselleştirmesi, sonuçla ilişkili başlıca terapötik etkenlerden biri olarak kabul edilir. Terapide kritik olan, hastanın mevcut kaygılarla ve şimdiki deneyimle başa çıkma biçiminin netleştirilmesidir. Geçmiş olayların yeniden inşası, klinik çalışma açısından önemli görülür. Aktarım kavramı ise, hastanın bilinçdışı fantezisine sabit bir bakış açısını teşvik ettiği düşüncesiyle, daha eleştirel bir şekilde değerlendirilir. Bu yaklaşım, aktarım içindeki agresyonun yorumlanmasına da daha az önem verir; çünkü agresyon, hastadaki içsel çatışmalarla öncelikli olarak bağlantılı olmaktan ziyade, terapistle kurulan olumlu ilişkinin bozulmasının ve empatik tutumun yitirilmesinin bir sonucu olarak anlaşılır.

İlişkisel analiz, özellikle analistin kendini açma meselesiyle ilgili olarak Britanyalı psikanalistlerden çok sayıda eleştiri almıştır. Bir yandan, ilişkisel yaklaşımlar, ikili karşılıklı katılımı vurgulayarak farklılık bariyerlerini ortadan kaldırır ki bu, doğal olarak, analistin seans içinde kendi içsel deneyimlerinden söz etme konusunda daha fazla özgürlüğe sahip olmasını da içerir. Ancak şu soru ortaya çıkar: Sınırı nereye çekeceğiz? Elbette bu, yalnızca tanımlı bir analitik duyarlılık çerçevesi içinde yanıtlanabilecek bir sorudur; bağlamsal olarak belirlenir ve klinik yargıya/muhakemeye açıktır. Ancak bu soru, ilişkisel dönüşün birçok eleştirmenini, Jay Greenberg’in (2001) “psikanalitik aşırılık (psychoanalytic excess)” olarak adlandırdığı ya da Freud’un (1912) “terapötik ihtiras (therapeutic ambition)” diye nitelediği şeyin düzeyi üzerine düşünmeye sevk etmiştir. Aynı şekilde, herhangi bir analitik ikilide ortaya çıkma potansiyeline sahip olan, ancak belki de bu gelişmekte olan analitik uygulama çerçevesi içinde daha da olası görünen, kendini açmanın disiplinsiz kullanımı, karşıaktarım eyleme dökmeleri ve sınır ihlalleri konusunda haklı olarak kaygılanabiliriz.

Çoğu ilişkisel analistin son derece yetkin klinisyenler olduğundan kuşkum yok ve yerleşik uygulama sınırlarının sorgulanmasına yönelik davetleri memnuniyetle karşılanmalıdır. Bununla birlikte, hastaları riske maruz bırakabilecek herhangi bir teknik değişiklik önerisiyle eleştirel biçimde ilgilenmemiz de hayati önem taşır. Analitik yöntemi alışılmış sınırlarının ötesinde uygulama girişimlerinde bulunan bazı erken öncülerimiz gibi -Jung, Rank, Ferenczi ve Groddeck- sözüm ona analitik tedavi adı altında cinsel sınır ihlallerine sürüklendiler ve aynı zamanda karşılıklılık, karşılıklı etkileşim ve eşitlik vurgusuna geri dönüş yönündeki mevcut eğilimden çok da farklı olmayan, karşılıklı analiz savunucularıydılar (Rudnytsky, 2002).

Erken İlişkilerin Önemi: Bağlanma Kuramı ve Bebeklik Araştırmalarının Katkısı

Psikanalize genel bir bakış, bağlanma kuramının (attachment theory) katkıları dikkate alınmadan eksik kalır ve bundan yoksun olması onu çok daha zayıf kılar. Erken dönem Freudyen ve Klein’cı düşünce, yokluk psikolojisinin (psychology of absence) egemenliğindeydi. Bağlanma kuramcıları ve daha geniş anlamda, psikanalitik yönelimli gelişimsel araştırmacılar, çok ihtiyaç duyulan bir “varlık psikolojisi”ne (psychology of presence) (Stern, 2000) katkıda bulunmuşlardır. Gelişimsel araştırmalar, çocuk-bakımveren bağının niteliğine yakından odaklanmış, bunun çocuğun duygulanım düzenleme, öz-değer, kişilerarası işlevsellik ve genel ruh sağlığı gelişimi açısından taşıdığı sonuçları ortaya koymuştur.

Yokluk psikolojisi, “çocuğun gelişiminde, bakımverenin (anne/baba) eksikliği, yoksunluğu veya kaybı üzerinden şekillenen psikoloji anlayışı”, varlık psikolojisi de “çocuğun gelişiminde, bakımverenin mevcudiyeti, duygusal erişilebilirliği ve tutarlı etkileşimi üzerinden şekillenen psikoloji anlayışı” olarak düşünülebilir.

Özellikle Bowlby’nin görüşleri derin bir etki yaratmıştır. Bowlby, nesne ilişkileri yaklaşımlarının psikanalizde etkisini göstermeye başladığı bir dönemde psikanalist olarak eğitim almış Britanyalı bir psikiyatrdı. Bowlby, Melanie Klein’ın süpervizyonunda çalışmış olsa da, bir çocuğun psikanalitik tedavisine annenin dâhil edilip edilmemesi konusunda onunla karşı karşıya gelmiştir -ki Bowlby bu yaklaşımı güçlü biçimde savunuyordu. Bu vurgu farkı, Bowlby’nin -ana akım psikanalitik çevreler tarafından uzun süre görmezden gelinmesinin de etkisiyle- sonunda bu topluluktan kendi isteğiyle geri çekilmesinin başlangıcını işaret etti. Bowlby, uzun yıllar boyunca ana akım psikanaliz içinde görmezden gelindi. Bazı psikanalitik uygulayıcıların Bowlby’nin fikirlerine duyduğu güncel ilgi, özellikle Fonagy’nin (2001) çalışması sayesinde mümkün olmuştur.”

Birçok nesne ilişkileri kuramcısından (örneğin, cinsel ve saldırgan dürtüler ile fantezilere Freud’un verdiği önemi koruyan Winnicott) farklı olarak, Bowlby’nin bağlanma kuramı, yakın kişilerarası ilişkilerdeki duygulanımsal bağa odaklandı. O, bebeğin yakın ilişkiler kurma ve sürdürme gereksinimini vurgulayarak, saldırgan ve libidinal dürtülerin önemini ikinci plana itti. Toplumsal bağları birincil biyolojik verili durumlar olarak gördü. Bakımverenle etkileşimin temel önemde olduğunu ve çocuğa keşif ile kendini geliştirme için güvenli bir temel sağladığını öne sürdü. Bu, gördüğümüz gibi, o dönemin libidinal ve saldırgan içgüdü kuramına dayanan biyolojik determinizmine karşıt bir yaklaşımdı.

Bowlby’nin çalışmaları, II. Dünya Savaşı sırasında, savaş nedeniyle birincil bakımverenlerinden ayrılan çocuklarda bakımverenle temas yoksunluğunun sonuçlarına dair gözlemlerinden doğdu. Bowlby, fikirlerini, bebek bağlanma bağının, insan evrimi boyunca bebeği tehlikelerden ve yırtıcılardan korumak için işlev görmüş, içgüdüsel olarak yönlendirilen bir davranış sistemi olduğunu öne süren etolojik kurama dayandırdı. Bowlby’ye göre, bağlanma davranışları, doğuştan gelen bir güdülenmeyi içeren bir davranış sisteminin parçası olarak görülüyordu; başka bir deyişle, başka bir dürtüye indirgenemezdi.

Bağlanma kuramı, bebeğin nesnelere hayati derecede ilgi duyduğunu, belirli türde görsel ve işitsel düzenlemelere karşı tercihlerde bulunduğunu ve dünyada bazı şeylerin olmasını sağlamaktan hoşlandığını savunur. Günümüzde, bebeğin, fizyolojik, davranışsal, sinirsel ve duygulanımsal sistemlerin hayati düzenlemesini sağlayan kişilerle bağını sürdürmeye yönelik biyolojik olarak belirlenmiş bir eğilime sahip olduğu fikrini destekleyen çok sayıda araştırma bulunmaktadır (Slade, 2000).

Bowlby, çocuğun gerçek deneyimine (real experience) büyük önem vererek, bazı çağdaşlarının iç dünyaya verdiği önceliği ikinci plana itti. Klein ve takipçilerinin, bebeklik fantezisinin rolünü abartarak çocuğun erken yaşamındaki gerçek deneyimlerin rolünü ihmal ettiklerine inanıyordu. Bowlby’ye göre, bebeğin birincil bağlanma figürleriyle yaşadığı gerçek deneyim, ruhsal yapının temelini oluşturur.

Nesne ilişkileri perspektifleriyle tarihsel bağlarına rağmen, bağlanma kuramı psikanaliz içinde, başlangıçta beklenebileceği kadar ilgi görmemiştir. Bunun yerine, geleneksel olarak, normal gelişimle ilgilenen gelişim psikologlarının daha fazla ilgisini çekmiştir (Fonagy, 2001). Psikanalitik kuram ile bağlanma kuramının paralel çizgilerde gelişmiş olmasını, kısmen, Bowlby’nin fikirlerini ampirik olarak doğrulamaya duyduğu yoğun ilgiyle açıklamak mümkündür -ki bu, onun döneminde psikanaliz içinde hiç de yaygın olmayan bir uygulamaydı. Bowlby, bebeklerin gözlemlenebilir davranışlarına ve bakımverenleriyle, özellikle de anneleriyle, etkileşimlerine odaklanmış, erken bağlanma ilişkilerinin kişilik gelişimi üzerindeki etkilerine dair ileriye dönük çalışmalar yapılmasını teşvik etmiştir.

Bowlby’nin çalışmaları, bakımverenlerin çocuğa güvenli bir temel sağlama kapasitelerinin farklılık gösterdiğini açıkça ortaya koymuştur; örneğin, bazı anneler bebeklerinin ağlamalarına yanıt vermekte daha yavaş ya da düzensiz davranırken, diğerleri daha müdahaleci olabilmektedir. Bu gözlemler, araştırmacıların (Ainsworth ve ark., 1978) güvenli bağlanmayı (secure attachment) güvensiz bağlanma (insecure attachment) ile karşılaştırmalarına yol açmış, güvensiz bağlanma ise daha sonra kaçıngan (avoidant), kaygılı-kararsız (anxious-ambivalent) ve düzensiz (disorganised) olarak alt kategorilere ayrılmıştır (Hesse & Main, 2000). Bu dört bağlanma sınıflaması, bakım arayışına verilen farklı tepkileri tanımlar ve içsel deneyimi düzenleyen ile nesne ilişkilerinin gelişimini ve sürdürülmesini yönlendiren yapılardaki farklılıklara işaret eder.

Bağlanma davranış sistemi (attachment behavioural system), Bowlby tarafından “içsel çalışma modelleri (internal working models)” olarak tanımlanan bir dizi bilişsel mekanizma tarafından desteklenir. Bunlar, özneyle diğerinin etkileşim içindeki temsilleri ya da başka bir ifadeyle, kendilik ve öteki şemalarıdır. Güvenli bağlanmalarda, bağlanma figürünün erişilebilir ve yanıt verici olarak deneyimlendiği bir temsil sistemi bulunur. Güvensiz bağlanmalarda ise, bakımverenin yanıt vericiliği kendiliğinden kabul edilmez ve çocuk, algılanan yanıtsızlıkla başa çıkmak için stratejiler geliştirmek zorunda kalır.

Bowlby’nin kuramıyla tutarlı olarak, bu farklı bağlanma stillerinin, bakımverenin sıcaklığı ve yanıt vericiliğindeki farklılıklarla yakından ilişkili olduğu bulunmuştur. Bebeklikte anneye güvenli bağlanma, annenin güvenlik ve sevgiyi güvenilir ve yanıt verici biçimde sağlamasının yanı sıra, besin ve sıcaklık gibi daha temel gereksinimleri karşılamasını da yansıtır. Güvensiz bağlanma ise çoğunlukla bakımverenin yanıtsız ya da tutarsız tepkileriyle ilişkilidir.

Araştırmacılar, bağlanma kuramı kavramını yetişkin davranışı ve kişiliğinin incelenmesine de uygulamışlardır. Bu, yetişkinlerin içsel çalışma modellerinin -yani yetişkinin genel bağlanma modelinin ve bağlanma deneyimlerindeki kendilik modelinin güvenliğinin- incelenmesine imkân tanıyan yetişkin bağlanma görüşmesi’nin (adult attachment interview) (Main, 1995) geliştirilmesine yol açmıştır. Birçok araştırmada, yetişkin bağlanma stillerinin, ilişki sonuçlarını, stresle başa çıkma örüntülerini ve çift iletişimini anlamlı biçimde yordadığı bulunmuştur (Brennan & Shaver, 1994; Kirkpatrick & Davis, 1994).

Bağlanma kuramı ve onun ortaya çıkardığı ilgi çekici gelişimsel araştırmalar, içselleştirilmiş nesne ilişkileri psikanalitik kavramına ve bu modellerin olası kökenlerinin, Klein’cıların öne sürdüğü gibi yansıtma ve içe atım süreçleri yoluyla muhtemelen kısmen çarpıtılmış olsa da, gerçek ilişkisel etkileşimlerde bulunabileceğine dair görüşe dayanak oluşturarak, gelişimsel geçmişin psikanalitik süreç açısından süregelen önemini destekler (Fonagy, 2001).

Sonuçlar: Tek Bir Psikanaliz mi Yoksa Birçok Psikanaliz mi?

Freudyen yaklaşım ve nesne ilişkileri yaklaşımı sıklıkla karşıt olarak ele alınır.19 Freud’un kuramları birçok kez gözden geçirilmiş olsa da, o, dürtülerin gelişimdeki temel güdüleyici güç olduğuna dair merkeze aldığı görüşe sadık kaldı. Freud’a göre, bebeğin bakımveren figürlere bağlanmasının nedeni, onun çaresizliğiydi. Dolayısıyla, bağlanma, bakımverenlerin karşılayabildiği bebeğin ağızla ilgili gereksinimlerine (örneğin, beslenme) yanıt olarak ikincil olarak gelişen bir olgu olarak anlaşılmıştır. Bununla birlikte, Freud’u okurken, bireyin gelişiminin şekillenmesinde ilişkilerin önemini asla göz ardı etmediği açıktır. Sadece birkaçını anmak gerekirse, aktarım, özdeşim ve üstbenliğin gelişimi konusundaki görüşleri, gelişen zihin üzerinde “öteki”nin etkisine dair farkındalığını ortaya koyar.20

19Bkz. R. Wallerstein (1988), “One Psychoanalysis or Many?”, International Journal of Psychoanalysis, 69: 5–21.

20Bazı çağdaş Freudyenler hâlâ yukarıda belirtilen klasik Freudyen görüşleri benimsiyor olsa da, günümüzde bilinçdışı fantezinin ve nesne ilişkilerinin rolüne daha fazla ilgi gösterilmektedir. Bu, Kernberg’in (1985) çalışmalarında örneklendiği üzere, nesne ilişkileri kuramının Freudyen yaklaşıma daha sistematik biçimde dâhil edilmesini yansıtır. Kernberg, libidonun ve saldırganlığın, başkalarıyla yaşanan iyi ve kötü deneyimlerden inşa edildiğini savunur. Ona göre, duygulanım ve biliş, içsel-psişik deneyimler aracılığıyla bütünleşir ve bu da libidinal ve saldırgan dürtü sistemlerini birbirine bağlar. Kendilik-nesne ikili birimleri içinde içselleştirilen nesne ilişkileri, belirli bir duygulanımsal tonla nitelenir. Kernberg, zihinsel yaşamın gelişiminin, kendiliğin ve ötekinin bir duygulanım etrafında yer aldığı “deneyim birimleri”nin (units of experience) bellekte yerleşmesini içerdiğini öne sürmüştür (örneğin, açlıktan ağlayan bir bebeğin annesinin onu besleme tepkisi). Kernberg’e göre, nesne ilişki birimleri bu nedenle içsel-psişik yapının temel yapı taşlarıdır.

Bununla birlikte, ötekilerin önemine verdiği değere rağmen, Freud’un kuramının ilişki merkezli olmaktan ziyade duyu merkezli (sensation dominated) olduğunu söylemek adil olacaktır. Klein, Freud’un fikirlerini çok yenilikçi bir biçimde hem daha ileriye taşıdı hem de geliştirdi; çok erken gelişimsel deneyimlerin önemini vurgularken, ruhsal yaşamda bilinçdışı fantezinin rolünü öne çıkardı. Freud, erken gelişime odaklanırken cinselliği merkeze yerleştirdi; Klein ise, doğuştan gelen yıkıcılığın rolü ile anksiyetenin yaşamın en başından nasıl yönetildiğine odaklandı.

Nasıl ki Freud, ruhsal gelişimde ilişkilerin önemini yeterince vurgulamamakla eleştirilebilirse, Klein da içselleştirilmiş ilişkilerin önemini abartmakla eleştirilebilir; bu ilişkilerin niteliğini, dışsal etkenler kadar doğuştan gelen fantezilere de atfetmiştir. Post-Klein’cıların çalışmaları ise büyük ölçüde bu dengesizliği gidermeye ve gerçek travma ile yoksunluk deneyimlerine ve bunların içsel fantezilerle etkileşimine hak ettiği önemi vermeye odaklanmıştır.

Klein’cı düşünce, Freud’un ortaya koyduğunun alternatifi olan bir metapsikolojiye dönüştü. Bununla birlikte, alternatif bir teknik kuramı da ortaya çıktı. Klein’ın katkısı, Freud’un zamanından bu yana gelişen analitik fikirlerin zenginliği açısından tartışmasız hayatiydi. Özellikle, Britanya Nesne İlişkileri Okulu olarak bilinen gelişime ve psikanaliz içinde en ilgi çekici yazıların bir kısmını üretmiş olan Britanya Bağımsızları’na ilham verdi.

Britanya psikanaliz sahnesine hâkim olan kuramsal düşünce çeşitliliği, uzun yıllar boyunca Kuzey Amerika’da ego psikolojinin güçlü konumuyla tezat oluşturur. Ancak zamanla, başka perspektifler de giderek öne çıkmıştır. Klein’cı düşünce, Britanya’daki popülaritesine kıyasla Kuzey Amerika’da daha yavaş ve çekingen biçimde kök salmıştır. Kohut’un, Britanya’da görece ihmal edilmiş olan kendilik psikolojisi, alternatif bir metapsikoloji ve teknik olarak ortaya çıkmış, ego psikolojik geleneğin teknik tarafsızlığına ve kişisel olmama anlayışına karşı yararlı bir karşıtlık sunmuştur. Önemli olarak, Kohut, ego psikolojik geleneğin merkezinde yer alan çatışma psikolojisine (psychology of conflict) karşıt olarak, bir yoksunluk psikolojisi (psychology of deficit) geliştirmiştir.

Özellikle Kuzey Amerika’da, yorumbilimsel, öznelci ve etkileşimsel yaklaşımlar da artık güçlü bir yer edinmiştir. Kişilerarası, öznelerarası ve etkileşimsel olan, giderek intrapsişiğin yerini almıştır. Bu yaklaşımlar, terapistin kişiliğini hastanın gerçeklik testinin ötesine yerleştirmemek ve Freud’un başlangıçta öne sürdüğü gibi, tarafsızlığa ulaşmanın imkânsızlığını kabul etmek konusunda ortak bir hassasiyeti paylaşırlar.

Freud’un başlangıçta öne sürdüğü gibi, tarafsızlığa ulaşma olasılığı tartışılırken; “psikanaliz” başlığı altında, zihin işleyişine ve tedaviye dair çok sayıda ve birbirinden farklı kuramın yer aldığı görülür. Tüm bu gelişmeler heyecan verici olsa da, bu kuramsal çerçeveler, klinik çalışmalarımızda bize yardımcı olmak için kullandığımız metaforlardan ibarettir. Strenger (1989), farklı psikanalitik yaklaşımları, insan doğasına dair iki tasavvur üzerinden konumlandırır; bunlar, onun klasik (classical) olarak adlandırdığı tasavvuru paylaşan terapistlerden, insan doğasına dair romantik (romantic) bir tasavvuru benimseyen terapistlere uzanan bir süreklilik üzerinde yer alır. Klasik tasavvur, psikopatolojiyi içsel bir çatışma (internal conflict) açısından ele alırken; romantik tasavvur, psikopatolojiyi bir yoksunluk (deficit) açısından değerlendirir. Bu tutumlar, klinik uygulama düzeyindeki farklılıkları da yansıtır. Klasik terapist, aktarımı erken nesne ilişkilerinin rekreasyonu/yeniden canlandırılması (recreation) olarak görür ve terapistin rolünü teknik ve yorumlayıcı olarak değerlendirir. Romantik terapist ise aktarımı, aynı zamanda yeni bir nesne arayışını da içeren bir olgu olarak görür ve terapistin rolünü empatik ilişkilenme yoluyla dönüştürücü (mutative) olarak tanımlar. Analitik terapistler, kendilerini bu süreklilik üzerinde bir yerde konumlandırır ve bu, kısmen, hastalarının iletilerinde neyi öncelikli olarak ele alacaklarını ve bunu terapi odasında nasıl işleyeceklerini belirler.

Farklı psikanaliz ekollerinin ortaya koyduğu üst düzey genel kuramlarda bazı ortak noktalar vardır. Bu kitapta çeşitli ekoller tarafından geniş ölçüde paylaşıldığı düşünülen temel varsayımlar, Tablo 2.1’de özetlenmektedir. Bununla birlikte, sorunların Ödip öncesi mi (yani, başlangıcının sözel ifade olanağından önceki deneyimlerle ilişkili olması) yoksa Ödipal mi olduğu, tek-kişilik psikoloji ile mi yoksa iki-kişilik psikoloji ile mi (yani intrapsişik odak mı yoksa kişilerarası/öznelerarası odak mı) ilgilendiğimiz ve patolojinin çatışmadan mı yoksa yoksunluktan mı kaynaklandığı gibi temel konularda bölünmeler devam etmektedir.

Tablo 2.1 Temel psikanalitik varsayımlar


  • Bilinçli olduğu kadar bilinçdışı bir ruhsal yaşantımız da vardır.
  • Anlam sistemleri, deneyimin hem bilinçli (yani söze dökülebilir) hem de bilinçdışı yönlerini içerir.
  • Nedensellik, dışsal olayların bir özelliği olduğu kadar, ruhsal dünyadaki diğer süreçlerin de bir özelliğidir.
  • Erken ilişkilerimiz, duygulanımsal bir tona sahip ilişki temsillerinin gelişimine katkıda bulunur.
  • İçsel bir yaşantımız vardır ve bu, karşılaştığımız her yeni duruma doku ve renk katar; anlamlar ve fanteziler, davranışın ya da düşüncenin kaynağı olsalar da olmasalar da, davranışı ve düşünceyi biçimlendirir.
  • Süreç ve deneyimden oluşan içsel dünya, bireyin dış dünyayla olan ilişkisine aracılık eder.
  • İçsel dünya, dış dünya ile sürekli dinamik bir etkileşim içindedir; bu nedenle her ikisi de birbirini etkiler.
  • Hepimizin bir gelişimsel hikayesi ve mevcut bir yaşamı vardır; her ikisi de terapi bağlamında anlaşılmalıdır.
  • Terapide, her zaman gelişimsel patoloji ve çatışma patolojisi ile uğraşırız; ancak bunların göreli katkıları hastadan hastaya değişir.

Yoksunluk patolojisinin, çatışma patolojisiyle karşıtlığı çerçevesindeki mesele, klinik tartışmalarda düzenli olarak gündeme gelir. Farklılıklarına rağmen, Freud ve Klein temelde bir çatışma kuramını benimser; oysa Kohut’un kendilik psikolojisi ve birçok öznelerarasılıkçı, bir yoksunluk kuramını benimser. Yoksunluk, çevreden uygun girdinin yetersizliği anlamına gelir. Örneğin Kohut, ebeveynin çocuğu yeterince aynalamamasının, düşük öz-değere ve kişinin kendisini inisiyatifin merkezi olarak deneyimlemekte güçlük yaşamasına yol açtığını savunmuştur. Çağdaş uygulayıcıların çoğu, yoksunluk kavramını kabul eder ve birçok hastanın güçlüklerinin gelişimsel yoksunlukları yansıttığına inanır. Bu anlamda yoksunluk, zorlayıcı erken deneyimlere tepkisel bir uyum olarak anlaşılır. Ancak yoksunluğun kabulü, çatışma kuramını bütünüyle reddetmemiz ya da yalnızca travmatik erken gelişime odaklanan psikopatoloji kuramlarını benimsememiz gerektiği anlamına gelmez. Aksine, çoğu çağdaş modelde vurgu, çatışma ile yoksunluk arasındaki etkileşimin anlaşılması üzerinedir (Gabbard, 1994). Birçok hastada, çatışmanın belirli zamanlarında ve belirli alanlarında yoksunluk belirtilerine rastlayabiliriz (Druck, 1998). Örneğin, hastanın ego ve süperego yapısının düzeyi, onun belirli çatışmaları yönetme biçimini etkileyecektir. Erken dönem ihmali deneyimlemiş ve bu nedenle duygularını yansıtma kapasitesini geliştirememiş bir hasta (yani bir yoksunluk), yakınlık isteğini ve buna dair korkusunu (yani bir çatışmayı) anlamlandırmakta zorlanabilir. Belirli bir yoksunluğun sonucu olarak, hasta bu çatışmayı daha somut, eylem odaklı yollarla yönetebilir (örneğin, bir ilişkiyi hiçbir açıklama yapmadan bitirmek).

Psikanalitik kuramların zenginliği ve çeşitliliği, psikanalizin gücü olduğu kadar, onun başlıca zayıflıklarından biridir. Çoğulculuğu mu yoksa tekçiliği mi benimsememiz gerektiği, özünde bir araştırma sorusudur; araştırma kanıtı olmadan farklı ekoller arasında akılcı bir seçim yapmak imkânsızdır. Mevcut durumda, herhangi bir psikanalitik kuramın güncel kanıtlarla en iyi şekilde örtüştüğünü ikna edici biçimde ortaya koyan bir kanıt bulunmadığından, tek bir kurama eleştirel olmayan bir bağlılık, belirli bir ölçüde kuşkuyla karşılanmalıdır.

Bu kuramsal çeşitliliğin ortasında, aktarım ve karşıaktarım kuramı gibi konularda klinik kuram düzeyinde daha fazla yakınsama buluruz. Ancak bu açıdan bile farklı yaklaşımlar, teknikle ilgili farklı yönleri vurgular; örneğin yorumların öncelikle aktarım üzerinde odaklanıp odaklanmaması gibi. Klinik deneyim bize kısa sürede, en büyük müttefikimizin, hastanın zihin durumundaki -psişik örgütlenme düzeyindeki değişimleri yansıtan- kimi zaman seans içindeki hızlı değişimlere yanıt verebilmemizi sağlayan esnek bir yaklaşım olduğunu öğretir (Akhtar, 2000). Klinik düzeyde, klinik yapılar bir tür ampirik inceleme ve sınamaya tabi tutulabilir. Bu da, klinik terapötik çalışmamızı daha güvenle yönlendirecek ve eleştirmenlerimize yanıt vermemizi sağlayacak bilgiyi geliştirmemize yardımcı olacaktır.

II. Uygulama

Psikanalitik Psikoterapi Nedir?

İnsan varlıkları olarak, “Nedir?” sorusunu “En iyisi nedir?” sorusuna dönüştürme konusunda tuhaf bir kapasiteye sahibiz. Terapötik modeller arasındaki farklılıklar, basitçe “farklılıklar” olmanın ötesinde, çoğu zaman, sözüm ona kazananı belirlemek amacıyla terapötik yaklaşımlar arasında karşılaştırmaların başlangıç noktası hâline gelir. Psikanalitik dünyada, her grubun, kendi farklılıklarını başka bir psikanaliz okuluna karşı ilan ederek kendi kimliğini pekiştirdiği bir kabile zihniyeti hâkimdir. Bu dinamik, genel olarak psikoterapi tarihinde ve psikanaliz ile onun bir uzantısı olan psikanalitik terapi arasındaki ilişkinin tarihinde çok belirgin biçimde görülür.

Psikanaliz, Freud tarafından ilk tasarlandığında, son derece belirli bir hasta grubuyla sınırlı bir tedavi yöntemi olarak görülüyordu. Freud, bu konudaki tutumunda nettir ve tavizsizdir: psikanaliz, yalnızca nevrotik karakter yapısına sahip, aktarım ilişkisi geliştirebilen, motive, eğitimli ve o anda bir kriz içinde olmayan hastalara yardımcı olabilirdi. Bu ölçütlere göre, psikanaliz, günümüzde kamu sağlık hizmetlerinde psikolojik yardım için yönlendirilen hastalara pek bir şey sunamazdı, hatta belki hiçbir şey sunamazdı. Freud’un tasarladığı biçimiyle -ve hâla bazı psikanalistler tarafından da benimsendiği şekliyle- psikanaliz, yeterince hasta olup kapsamlı bir çalışmaya ihtiyaç duyan, ancak bunu [psikanalitik çalışmayı] kullanabilecek kadar da iyi durumda olan hastalarla sınırlı olmalıydı. Başka bir deyişle, sıkıntı yaşayan fakat klasik analitik ortamın getirdiği zorluk ve hayal kırıklıklarına -örneğin divan kullanımı ve psikanalitik seansın yapılandırılmamış doğası gibi tedavinin regresif yönlerine- dayanabilecek yeterli ego gücüne sahip hastalarla sınırlı olmalıydı.

Freud, terapötik açıdan iyimser biri değildi. Ona göre, en iyi analizden beklenebilecek olan, nevrotik ızdırabın “sıradan mutsuzluk (common unhappiness)” ile yer değiştirmesiydi.21 Bu hedef, kesinlikle mütevazı değildir; ancak bazılarına, psikanalizin hastadan talep ettiği ciddi düzeydeki bağlılık göz önüne alındığında, belki de tatmin edici görünmeyebilir. Freud’un, psikanalizi bir tedavi yöntemi olarak görmekten ziyade, zihnin bilimi olarak taşıdığı potansiyelle daha çok ilgilendiğini söylemek yerinde olur. Bununla birlikte, psikanalizin, o dönemde mevcut olan ve yalnızca telkine dayandığını düşündüğü diğer tedavi yöntemlerinden üstün olduğunu savundu. Psikanalizin geniş skalada uygulanmasının, bizi “analizin saf altınını, doğrudan telkinin bakırıyla özgürce alaşım hâline getirmeye zorlayacağı” konusunda uyardı (1919: 168). Elbette Freud, kendi tedavi girişimleri hipnoz kullanımıyla başladığı için, telkinin gücünü olduğu kadar sınırlılıklarını da takdir edebilecek bir konumdaydı.

21Freud’un terapötik kötümserliği, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden kısa bir süre sonra ortaya attığı bir kavram olan ölüm içgüdüsünün (death instinct) gücüne olan inancıyla bağlantılıydı (Freud, 1920).

Freud’a ve o dönemdeki başlıca takipçilerine göre, dolaylı telkin, dikkati hastanın zihninin içeriğinden uzaklaştırıyordu; oysa bu içeriğin analizi, psikolojik hakikate giden yol olarak görülüyordu (Jones, 1997). Telkine dayalı yöntemler, hızlı sonuçlar sunsalar da kalıcı bir iyileşme sağlamayan, ikinci sınıf tedaviler olarak hak ettiği biçimde reddedildi. Telkinden söz etmek ise, elbette, terapötik ilişkinin etkisinden söz etmek demektir. Dolayısıyla, en başından beri etkileşim kavramı, yani iki kişi arasındaki ilişki fikri, kişilerarası etkiyle özdeş (isomorphic) kabul edilmiştir. Ancak bu gerçek, terapötik etkiye dair tartışmalarda sıklıkla göz ardı edilir.

Günümüzde, diplomasi yetisinden bütünüyle yoksun olmadığı sürece, hiçbir psikanalitik uygulayıcı, diğer terapötik yaklaşımları -psikanalitik olsun ya da olmasın- yalnızca telkin yoluyla değişim sağlamakla sınırlı diye kamuoyu önünde küçümsemez. Ancak, diğer yaklaşımların değerini bilinçli olarak kabul etmenin ardında, psikanalizin, çoğu zaman hâlâ, diğer ruhsal değişim yollarından “farklı” olmaktan ziyade “daha iyi” olarak görülmesi gerçeği yatar. İlginçtir ki, bu tutum, psikanalitik terapi ile psikanalizin kendisinin göreli değerleri üzerine yürütülen güncel tartışmalarda da mevcuttur.

Psikanalizin kendisi ile ondan türeyen yaklaşımlar arasındaki iddia edilen farklılıklar, ilgi çekici sorular ortaya çıkarır. En başından beri açıktı ki, psikanalitik terapi kuramsal kökenlerini psikanalizle paylaşsa ve aynı teknikleri kullansa da, dolayısıyla onun meşru bir uzantısı olsa da, bu, gözde bir çocuk değildi. Pek çok kişi, onun klasik yaklaşımın seyreltilmiş bir hâli olduğunu, tıpkı telkin gibi, daha yüzeysel bir değişim ürettiğini savunuyordu. Psikanalitik terapinin yükselişiyle birlikte, Freud’un da uyardığı gibi, psikanalizin altının seyrelme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu hissediliyordu. Bu savunmacı tutum, güncel tartışmalardan bütünüyle kaybolmuş değildir:

Psikanalizin tüm psikopatoloji türleri için evrensel bir tedavi olmadığı ve bazı ağır psikopatolojilerin psikanalizin kendisinden ziyade psikanalitik psikoterapi gerektirdiği kabul edilmekle birlikte… yaygın tutum, bu alanları psikanalitik enstitülerin ve derneklerin çalışma alanı içinde araştırmamaktan yana olmuştur. Buradaki korku, bu tür ilişkili ve türev alanlara odaklanmanın, psikanalitik uygulamanın doğasını seyreltebileceği, psikanalistin kimliğini tehdit edebileceği ve sosyokültürel ortamda psikanalistlerin çalışmalarının, daha az donanımlı ya da kendine özgü biçimde eğitilmiş uygulayıcıların çalışmalarıyla karıştırılmasına yol açabileceğidir (Kernberg, 2002: 328).

Geleneksel olarak, psikanalizin kendisi ile psikanalitik terapi arasındaki fark, kısmen pratik bir yaklaşımla, seans sıklığı açısından kavramsallaştırılır; psikanaliz, haftada en az dört ila beş seansı ifade ederken, psikanalitik terapi haftada en fazla üç seansa kadar olan uygulamaları ifade eder. Psikanaliz, sıklıkla belirli hedeflerin yokluğuyla (yani ucu açık olmasıyla) ve önemli bir karakter değişimini (change) amaçlamasıyla tanımlanırken; psikanalitik terapi, daha sınırlı hedeflere odaklanan ve yalnızca davranış ile karakter yapısında modifikasyonu (modification) amaçlayan bir yaklaşım olarak tanımlanır. Ancak bu ayrımlar, yakından incelendiğinde pek geçerli görünmez: Psikanalitik terapi bile, açık uçlu bir şekilde, yıllarca sürebilir ve hedefleri, tam bir analizin hedefleri kadar iddialı ve geniş kapsamlı olabilir. Elbette, hasta seanslara ne kadar sık katılırsa, terapi o kadar az bir şekilde haftanın olaylarını keşfetmeye kayar; böylece bilinçdışının keşfine daha fazla zaman ayrılabilir ve sıklıkla daha yoğun bir aktarım ilişkisi gelişir.

Tarafsız bir gözle bakıldığında, iki yaklaşımın amaçları arasında kayda değer bir fark yoktur; kullanılan teknikler ya da onları desteklediği öne sürülen kuramlar açısından da bir farklılık bulunmaz. Her iki yaklaşım da aktarımın yorumlanmasına odaklanır; ancak daha kısa süreli ve daha az yoğun psikanalitik terapilerde, aktarımın yalnızca kısmi yönleri, terapinin belirli odağına ve ilgili hastanın hedeflerine uygun olarak yorumlanır. Psikanalitik terapinin, örneğin destekleyici müdahaleler ya da netleştirmeler gibi, psikanalizin kendisinden daha geniş bir müdahale yelpazesi kullandığını öne sürenler olabilir; ancak bu görüşün kanıtlarla desteklenmesi olası değildir, çünkü hiçbir analitik tedavi yalnızca yorumlamaya dayalı değildir.

İki yaklaşımı net biçimde birbirinden ayırma güçlüğü açıktır: günümüzde, belirli bir kuramsal ekol ya da bazı ülkelerde asıl psikanaliz (proper psychoanalysis) olarak kabul edilen şey, başka bir ekol tarafından “sadece psikoterapi (only psychotherapy)” olarak yeniden sınıflandırılabilmektedir. Bu gerilimler, Freud’un döneminde de kendini göstermişti. Freud’un psikanalize uygunluk konusundaki katı ve sınırlı ölçütleri çerçevesinde, Ferenczi bu ortodoks anlayışa meydan okuyan en açık sözlü ve en tartışmalı düşünürlerden biriydi. Bunun bedelini ağır ödedi; çünkü yakın sayılabilecek bir zamana dek, psikanaliz içinde ne yazık ki ihmal edilmiş bir figür olarak kaldı. “Vahşi analiz (wild analysis)” uygulamakla damgalanan Ferenczi, terapist ile kurulan müşfik (benevolent) ilişkinin terapötik etkilerine büyük ilgi duyuyordu. Kendi yaklaşımında, örneğin daha kısa süreli analizler denemek ve analistin daha etkin bir tutum almasını savunmak gibi, yerleşik uygulama ölçütlerini aşan adımlar atarak psikanalizin günümüzdeki öznelerarası (intersubjective) ekolünün bazı özelliklerini önceden sezmişti. Onun çabaları, psikanalizi Freud’un belirlediği çerçeveden daha geniş bir hasta grubuna yayma isteğini yansıtıyordu. Bu tutum, daha sonra Franz Alexander adlı bir başka analist tarafından da benimsendi (Alexander & French, 1946). Alexander, daha ağır ruhsal sorunlar yaşayan bir hasta grubuyla çalışmaya elverişli, daha etkin tekniklerin kullanılmasını savunuyordu. Onun uygulaması, o dönemdeki analistlerin çoğunun benimsediği daha mesafeli ve soğuk duruştan farklı olarak, hastayla daha duygusal olarak içten bir ilişkiye dayanıyordu. Bu yaklaşım, “düzeltici duygusal deneyim (corrective emotional experience)” yoluyla iyileşme anlayışıyla özdeşleşti. Her ne kadar düzeltici duygusal deneyim kavramı, değişim sürecini belki de fazlasıyla basite indirgeyen bir açıklama sunsa da (Jacobs, 2001), aktarım yorumlarının yanı sıra psikanalitik terapideki değiştirici (mutative) unsurlara yönelik ilginin arttığı günümüzde yeniden önem kazanan bir kavramdır (bkz. Bölüm 3).

Uzun yıllar boyunca, psikanaliz topluluğu içinde psikanalizin özünü sulandıracak her türlü girişime karşı önemli bir direnç vardı. Ancak Kuzey Amerika’da, psikanaliz ana akım psikiyatriyle bütünleşme mücadelesi verirken, başlangıçta psikanalize en iyi yanıt vereceği düşünülen gruptan çok daha çeşitli ve zorlu bir hasta kitlesiyle karşı karşıya kaldı. Bu durum, daha ağır ruhsal sorunları olan hastaların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için klasik tekniklerde yapılabilecek değişikliklere yönelik ilgiyi yeniden canlandırmada etkili oldu. Böylece tartışma, destekleyici (supportive) terapi ile keşfedici (exploratory) terapi olarak adlandırılan terapiler arasındaki farklara ve bunların farklı hastalar için uygunluğuna kaydı. Burada, hasta tarafından destekleyici olarak deneyimlenen müdahaleler ile başlı başına bir yaklaşım olarak destekleyici terapi arasındaki farkın altını çizmek önemlidir.

Destekleyici terapi, psikanalitik geleneğin temel fikirlerinden yararlanır. Asıl fark, bu fikirlerin terapötik müdahaleye nasıl dönüştürüldüğünde yatar. Destekleyici terapide, terapist aktarımın ve direncin ortaya çıkma olasılığının çok farkındadır; ancak bunlar yalnızca nadiren yorumlanır. Aktarım yorumlandığında ise genellikle, hastanın yansıtmasını karşılayan ve gerçeği vurgulamayı amaçlayan bir müdahale bağlamında yapılır. Örneğin, diyelim ki hasta terapisti eleştirel biri olarak deneyimliyor; bu durumda destekleyici bir müdahale şu şekilde olabilir: “Sizi eleştiriyormuşum gibi hissettiğinizde çok incindiğinizi görüyorum; fakat aslında söylemeye çalıştığım şeyde bir eleştiri niyetim yoktu.” Destekleyici bir müdahale, hastanın mevcut gerçekliğine, aktarımın gerçekçi unsurları da dahil olmak üzere, yanıt vermeyi içerir. Terapist daha etkileşimlidir ve psikoeğitsel bilgilere daha fazla yer verir. Terapist, hastaya övgü ve cesaretlendirme sunabilir; hatta daha nadir durumlarda, “Sizin durumunuzdaki çoğu insan kendini çok bunalmış hissederdi” gibi, normalleştirici müdahaleler yoluyla bir ölçüde güvence de verebilir. Bu yaklaşım, bu nedenle, daha ağır ruhsal sorunları olan ya da psikanalitik terminolojiyle ifade edersek, “ego gücü” daha düşük olan hastalar için uygun kabul edilir (bkz. Bölüm 4).

Destekleyici ve keşfedici müdahale arasındaki farkı netleştirmek için, seanslarından birine gelmeyi “unutan” bir hastayı örnek alalım. Hasta, terapistini bir sonraki görüşünde, bu durumu nedeniyle kendini sert bir şekilde eleştirsin. Ayrıca, seansın kaçırılmasından önceki hafta terapistin hastalık sebebiyle seansı iptal ettiğini varsayalım. Eğer bu hasta destekleyici bir terapide olsaydı, seansı unutması ve kendini eleştirmesi şöyle bir ifadeyle ele alınabilirdi: “Unuttuğunuz için kötü biri değilsiniz.” Destekleyici terapist ardından, hastanın kendisini her zaman mükemmel davranmaya zorlayan eleştirel bir yanının farkına varmasına yardımcı olmaya çalışabilirdi. Eğer bu hasta keşfedici bir terapide olsaydı, terapist bunun yerine şöyle diyebilirdi: “Bence yalnızca seansınıza gelmeyi unuttuğunuz için kendinize kızgın değilsiniz; aynı zamanda geçen seansı iptal ettiğim için bana da kızgınsınız.” Dolayısıyla keşfedici terapist, hastanın yüzeydeki davranışının ardında yatan unsurlara değinerek müdahale etmeyi amaçlar ve hastanın düşmanlığını (hostility) aktif biçimde ele alarak, bu davranışın bilinçdışı anlamını yorumlar.

Destekleyici terapi mevcut savunmaları ve işlevsellik düzeyini korur ya da güçlendirirken, keşfedici terapi, hastanın çatışmalarını ve kullandığı savunmaları ifade etmesi ve terapistin açığa çıkanları yorumlaması yoluyla kendini anlamanın artmasını teşvik eder. Terapistin müdahaleleri, hastanın terapiste ve diğer önemli kişilere yönelik sorunlu tepkilerini ele alma eğilimindedir.22 Terapiste yönelik olumsuz duygular, destekleyici terapide ancak önemli bir direnç kaynağı haline geldiklerinde aktif olarak ele alınırken, keşfedici terapide en baştan itibaren aktif olarak araştırılır.

22Kısa psikanalitik terapi, destekleyici ya da keşfedici olabilir. Genellikle terapistin, tematik olarak ilişkili dinamik çatışmalardan oluşan bir bütün hakkındaki değerlendirmesine dayanır.

Psikanalitik Psikoterapinin Amaçları: Farklı Bakış Açıları

Psikanaliz, çeşitli kuramsal ekolleri kapsayan bir şemsiye terimdir. Farklılıklarına rağmen, bu ekoller tedavinin amaçları konusunda tek bir noktada birleşir: eğer amacınız çatışmadan kaçınmaksa, hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Freud (1930) bu konuda açık sözlüydü: insanın mutluluğunun Yaratılış planında yer almadığını ve dolayısıyla psikanalitik tedavinin amaçlarından biri olarak da yer almadığını savundu. Çatışmadan kaçınmak, terapinin amacı değildir. Aksine, analitik yaklaşım çatışmayı canlı tutmanın, hatta eğer yerini savunmacı bir boyun eğme ya da mevcut duruma razı olma hâli aldıysa onu yeniden alevlendirmenin önemini vurgular:

İnsanların psikanalize gelmelerinin, acı çekmelerinin nedeni, bir çatışmayı otoriter bir düzen dayatarak bastırmış olmalarıdır… Süperegoyu çatışmanın nedeni değil sabotajcısı olarak düşünmek aydınlatıcı olabilir”

(Phillips, 2001: 129).

Psikanalitik terapinin amaçları zaman içinde evrim geçirmiştir. İlk başta, amaçlar genel metapsikolojik terimlerle formüle edilmişti; burada Freud’un topografik modelinde temel amaç bilinçdışını bilinçli hâle getirmekti. Onun zihnin yapısal modeline geçişiyle uyumlu olarak ise tedavinin amacı, egonun kişilik yapısındaki konumunu güçlendirmek, onun özerkliğini teşvik etmek ve içgüdüsel dürtüler üzerindeki kontrolü geliştirmek hâline geldi:

Analiz, patolojik tepkileri imkânsız hâle getirmeye değil, hastanın egosuna bir yöne ya da diğerine doğru karar verme özgürlüğünü kazandırmaya çalışır.

(Freud, 1923b: 50)

1920’lerde tedavinin bir diğer temel vurgusu, daha sağlam bir egonun yanında, hastanın süperegosunda bir değişim yaratarak onun egoya karşı daha yumuşak ve daha hoşgörülü hâle gelmesini sağlamaktı.

Psikanalizin ilk dönemlerinde, tedavi amaçları bugünkünden daha iddialıydı -hatta kimilerine göre gerçekçi olmaktan uzaktı. Örneğin, Ferenczi, analizi, hastanın tüm karakter oluşum sürecinin içgüdüsel temellerine kadar izlenmesi gereken “gerçek bir yeniden eğitim (a true re-education)” olarak görüyordu. Genel anlamda amaç, yalnızca davranışsal değişim değil, bilinçdışı içsel çatışmaların çözümüne dayalı “yapısal (structural)” bir değişimdi. Davranışsal değişim ise, psikanalitik uygulayıcılar tarafından o dönemde olduğu gibi bugün de sıklıkla daha yüzeysel ve daha az kalıcı olarak değerlendirilmektedir.

Nesne ilişkileri kuramının etkisini artırmasıyla birlikte psikanalizin amaçları da değişti. Nesne ilişkileri kuramcıları, bir analizin temel amacının, hastanın ilişkilerinde iyileşme sağlamak olduğunu savundular. Bu hedef, günümüzde de nesne ilişkileri yaklaşımlarının merkezinde yer almaktadır. 1960’lara gelindiğinde, amaçlar daha idiografik [bireysel farklılıkları araştıran] bir yön kazandı; hastanın bireysel psişik yapısı ve karakterolojik sınırlılıkları dikkate alınmaya başlandı (Sandler & Dreher, 1996). Bu değişim, psikanalizin sınırlarına ilişkin daha gerçekçi bir anlayışın başlangıcını işaret ediyordu. 1970’lerde ise, psikanaliz içinde çoğulculuğa yönelik artan hoşgörü ortamında, psikanalitik yaklaşım daha ağır bozukluklara sahip hasta gruplarına da uygulanmaya başlandı. Hasta ne kadar ağır bozukluklara sahipse, tedavi hedefleri de o ölçüde daha mütevazı hale geldi. Vurgu, kişilik yapısını değiştirme amacından, hastaların kişilik zorlukları veya belirli çatışmaları çerçevesinde mümkün olduğunca yapıcı bir şekilde “bunlarla yaşamasına” ya da “bunları yönetmesine” yardımcı olmaya kaydı. Bu yaklaşım, aynı zamanda tedavi hedeflerinin hastanın yaşam hedefleriyle ilişkilendirilerek daha hasta merkezli bir biçimde kavramsallaştırılmasına da olanak tanıdı.

Terapinin amaçları, özünde, psikanalizin farklı ekollerinin benimsediği zihin modellerini yansıtır. Dolayısıyla ego psikologlarının amacı, çatışmanın çözülmesine dayalı olarak psişik yapının değiştirilmesi ve bunun sonucunda egonun özerkliğinin artmasıdır; böylece ego, çatışmalara, farklı duyguların çekimine ve bilinçdışının mantıksızlığına tahammül edebilir hâle gelir. Tedavide vurgu, bilinçdışı dürtüler ile bilinç arasındaki sorunlu ilişkilere yöneliktir. Kendilik psikologlarının amacı ise kendiliğin daha tutarlı bir uyum/bütünlük kazanmasını sağlamaktır. Nesne ilişkileri kuramcıları, önemli ötekilere ait içsel temsillerin değiştirilmesine ve daha uyumlu dış ilişkilerin geliştirilmesine odaklanır. Klein’cılar ise zulmedici (persecutory) ve depresif kaygıların azaltılmasına, yasla başa çıkabilmeye ve bölünmüş kendilik parçalarının bütünleştirilmesine yardımcı olmaya yoğunlaşır. Klein’a göre psikanalizin görevi, çözümlenmemiş ilkel çatışmaların sürdürdüğü bölünmeleri aşarak psişenin bütünleşmesini kolaylaştırmaktır. Bu, projeksiyonların geri alınmasını (re-owning projections) ve kişide yoğun kaygı uyandıran kendilik yönlerini içinde taşıyabilmeyi gerektirir. Terapi, bireyin ambivalansa tahammül edebilmesine, yani yıkıcı dürtülerden (destructive impulses) kaynaklanan suçluluk yükünü taşıyabilmesine ve onarıcı dürtülerine (reparative impulses) güven duymasına yardımcı olmayı amaçlar.

Ortaya çıkmaktadır ki, amaçları formüle etmenin tek bir yolu yoktur. Günümüzde, kuramlar arasındaki farklılıklara rağmen birçok terapist, analitik çalışmanın merkezinde, hastanın iç dünyası ile dış gerçekliği arasındaki dinamik etkileşimin araştırılmasının yer aldığı konusunda hemfikirdir. Bu araştırma, hastanın, yansıtma süreçlerinin bozucu etkisini daha iyi kavrayabilmesini sağlar. Nihai amaç, ruhsal dengede kalabilmek için aşırı ölçüde bölme ve yansıtma mekanizmalarına başvurmak zorunda olmayan, daha bütünleşmiş bir kendilik oluşmasına olanak tanımaktır.

Belki de Freud’un zamanından bu yana amaçlardaki en önemli değişim, günümüzde daha az sayıda terapistin bastırılmış anıların geri kazanılmasını analitik çalışmanın temel amacı olarak görmesidir. Bunun yerine, kendi üzerine düşünme (self-reflection) kapasitesinin oluşturulması veya geliştirilmesi hedeflenmektedir. Kendi üzerine düşünme kavramı, ego psikolojisi yaklaşımından (Bram & Gabbard, 2001) ortaya çıkmıştır. Bu kavram, bireysel zihnin, kendisini hem başkalarıyla ilişkili olarak kendi davranışları hem de başkalarının kendisine yönelik davranışları açısından düşünmenin nesnesi haline getirme kapasitesini ifade eder. Kendi üzerine düşünme, kişinin kendisinin ve ötekilerin davranışlarını zihinsel durumlar (yani düşünceler, duygular, niyetler ve güdüler) üzerinden anlayabilme yetisini; ayrıca bu zihinsel durumların, “mevcut çok sayıda olası bakış açısından yalnızca birine dayalı olduğu” gerçeğini kavrayabilme becerisini (Fonagy & Target, 1996: 221) ifade eder.

Fonagy ve Target’ın (1996, 2000) tanımında, reflektif işlevsellik/derinlikli düşünme işlevselliği (reflective functioning) kavramı bağlanma kuramı ve araştırmalarından doğmuştur. Bu anlamda reflektif işlevsellik kapasitesi, bedensel yaşantılara sözcükler ve imgeler atfedebilme ve bunları bütünleştirerek psikolojik anlamlar oluşturabilme, yani “zihinselleştirme (mentalising)” yetisini ifade eder. reflektif işlevselliğin, ilişkiler geliştirme ve sürdürme kapasitemizin temelinde yer aldığı düşünülmektedir; çünkü başkalarının davranışlarını onların içsel durumlarına atfedebilmek, bu davranışları daha anlamlı ve öngörülebilir kılar, iletişim ve empatiyi mümkün kılar. Kendi üzerine düşünme kapasitesi bir süreklilik üzerinde konumlanır; bireyin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak daha fazla ya da daha az etkin ve aracılık edici olabilir. Örneğin, travmatik bir yaşantı sonucunda ortaya çıkan şiddetli ruhsal baskı altında bu kapasite zayıflayabilir ve bireyin, travmatik yaşantıyı kendi “kötülüğü”ne atfedilen kişiselleştirilmiş bir saldırı olarak yorumlamasına yol açabilir.

Fonagy ve arkadaşları (2002), tüm terapilerin, terapistin hastayı niyet sahibi (intentional) bir varlık olarak tanıdığı ve hastanın da kendisine niyet sahibi ve gerçek bir varlık olarak yaklaşmasına yardımcı olunduğu bir alan sağlamaya çalıştığını savunur. Başka bir deyişle, tüm terapilerin, en azından kısmen, mentalizasyonu (Allen & Fonagy, 2006) artırma biçimleri aracılığıyla değişime yol açtığını öne sürerler. Mentalizasyon, başkaları ya da kişinin kendi hakkında yapılan hayal gücüne dayalı zihinsel bir etkinlik biçimidir; yani insan davranışını, niyete dayalı zihinsel durumlar (örn. ihtiyaçlar, arzular, duygular, inançlar, hedefler, amaçlar ve nedenler) açısından algılama ve yorumlama sürecidir. Bu nedenle, hangi yaklaşımla ele alınırsa alınsın, terapötik çalışmanın odak noktası ve amacı, zihinsel durumların anlaşılması haline gelir. Bu basit ama son derece sofistike terapi hedefi değerlendirmesi, terapinin ulaşmaya çalıştığı şeyin belki de en anlaşılır açıklamasını sunar.

Psikanalitik Terapide Temel Müdahaleler

Daha önce gördüğümüz gibi, psikanaliz oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan bir alandır. Bu bölümde amaç, belirli bir psikanalitik yaklaşımı savunmaktan ziyade, psikanalitik yaklaşımın diğer terapi yöntemlerinden farkını ortaya koyan ve özünü damıtan ortak unsurları vurgulamaktır. Wallerstein (1992), psikanalizin kuramsal çoğulluğuna rağmen, klinik kuram düzeyinde ortak bir zemin bulunduğunu öne sürer. Sandler ve Dreher (1996) ise bu olguyu, terapistlerin “örtük kuramlar”ı (implicit theories) ile açık kuramları (explicit theories) arasında yaptıkları ayrıma dayandırarak açıklar. Onlara göre örtük kuramlar, açık kuramlara kıyasla daha pragmatiktir ve bu durum, farklı kuramsal eğilimlere sahip psikanalitik terapistler arasında, uygulama düzeyinde daha fazla yakınsama olmasını açıklayabilir.

23Bu bölüm, Jones ve Pulos (1993) ile Blagys ve Hilsenroth (2000)’den uyarlanmıştır.

Yorum (Interpretation)

Geleneksel olarak psikanaliz, yorum (interpretation) kavramıyla ilişkilendirilmiştir. Yorum, başlangıçta bilinçdışını bilince getirme olarak tanımlanmıştır. Freud döneminde terapistin temel işlevi, yani hastanın bilinçli çağrışımlarının bilinçdışı anlamlarını tercüme etmek, yorum yapmaktı. Büyük ölçüde bu, farklı ekoller içinde psikanalitik uygulamanın temel dayanağı olmaya devam etmektedir. Günümüzde ise yorum, kişilerarası temalara değinen ve önemli ötekilerle ve terapistle kurulan ilişki örüntüleri arasında anlamlı bağlantılar kuran müdahaleler olarak da tanımlanmaktadır.

Psikanalitik uygulamanın ilk dönemlerinde, terapistin müdahaleleri hastanın geçmişine ve daha özel olarak da mevcut güçlüklerin geçmiş deneyimlerle bütünleştirilmesine odaklanıyordu. Bu nedenle yorumlar, mevcut örüntüleri açıklığa kavuşturmak amacıyla geçmiş olayların yeniden yapılandırılmasına dayalı olma eğilimindeydi. Her ne kadar aktarım yorumları (bu bölümde tartışıldığı gibi) Freud’un psikanalitik çalışmasının önemli bir parçası olsa da, aktarım yorumunu geçmişteki ya da paralel bir ilişkiye bağlama eğilimi daha baskındı.

Bilişsel-davranışçı terapi (BDT) uygulayıcısının da hastasının olumsuz bilişlerini yorumladığını söyleyebiliriz; ancak psikanalitik bir yorum bundan oldukça farklı görünür. Örneğin, mutsuz bir evliliği olan, kocasından şikâyet eden ve evlilikte sıkışıp kaldığını hissettiği için depresif hisseden bir hastayı ele alalım. Sorun çözme yaklaşımı benimseyen bir BDT terapisti bu duruma şu şekilde yaklaşabilir: “Görünüşe göre bu zor durumdan çıkış yolu olmadığını hissediyorsunuz. Neden bu ilişkiyi bitirmeyi zorlaştıran şeylerin bir listesini yapmıyoruz?” Psikanalitik terapist ise şöyle diyebilir: “Bana kocanızdan ayrılmak istediğinizi söylüyorsunuz, ancak bunu yapmanızı engelleyen bir şey var gibi görünüyor. Acaba sizi geri tutan şey, kocanıza yönelik bir şikâyetiniz olmasa kendinizde yüzleşmekten kaçındığınız bazı rahatsız edici hislere bakmak zorunda kalacak olmanız olabilir mi?” Bu ikinci yorum, bir çözüm bulmaya odaklanmak yerine, hastanın içinde bulunduğu çıkmazın anlamını ve bu ilişkide kalmaya yönelik bilinçdışı gereksinimini anlamaya odaklanır; burada koca, hastanın kendi bölünmüş hislerinin deposu işlevi görür. Bu tür bir yorum, ilk sorun odaklı müdahaleye kıyasla daha zorlayıcıdır.

Analitik Tutum (Analytic Attitude)

Kişilik farklılıklarından kaynaklanan bireysel değişkenlikler olmakla birlikte, analitik terapistler genel olarak çalışmalarına oldukça belirgin bir şekilde yaklaşırlar: mümkün olduğunca fark edilmeyecek (unobtrusive) şekilde hareket etmeye, anonim (anonymous), daha nötr ve tatmin edici olmayan (non-gratifying) bir duruş sergilemeye özen gösterirler. Bu tutum, başlı başına bir müdahale işlevi görür; çünkü çoğu hasta, analitik terapistin kişisel soruları yanıtlamaktaki isteksizliğine, tavsiye veya güvence sunmamasına ya da seansı yapılandırmamasına oldukça kendine özgü biçimlerde tepki verecektir. Terapistin şahsına yönelik bu tepkiler, sonrasında keşif konusu haline gelir ve hastanın nesne ilişkilerinden oluşan iç dünyasının ayrıntılandırılmasına giden bir yol sunar.

Şimdi ve Burada Aktarım Odağı (Here-and-Now Transference Focus)

Nesne ilişkileri kuramının gelişmesiyle birlikte, analitik çalışmanın odağı kişilerarası temalara kaymıştır. Bu vurgu, psikanalitik kuram ve uygulamanın tek-kişilik psikolojiden iki-kişilik psikolojiye doğru evrilmesiyle son 20 yıl içinde sistematik biçimde pekiştirilmiştir. Bu değişimle birlikte, terapist ve hasta tarafından birlikte yaratılan iki kişilik alanın (bi-personal field) farkındalığı da ön plana çıkmıştır. Güncel modeller bu nedenle daha çok şimdi ve burada üzerinde yoğunlaşır. “Şimdi ve burada (here-and-now)” vurgusu, hastanın mevcut ilişkilerinin -ve özellikle öncelikli olarak terapistle kurduğu ilişkinin- keşfini ifade eder. Bu ilişki, içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin bir gerçekleşimi (actualisation) olarak anlaşılır. Dolayısıyla yorumlar, hasta ile terapist arasındaki etkileşim sürecini -yani bir aktarım yorumunu- öne çıkarır ve nihayetinde hastanın yaşamındaki diğer ilişkilerle bağlantılar kurulmasına yol açar.

Ekoller arasında, aktarımın ilk oturumdan itibaren mi yorumlandığı -ki bu, Kleinci yaklaşımlara daha özgüdür- yoksa aktarımın gelişmesine izin verilip yalnızca daha sonra mı yorumlandığı -ki bu da, başlangıçta terapötik ittifakın geliştirilmesine daha fazla önem veren klasik Freudcu yaklaşımlara daha özgüdür- konusunda hâlâ farklılıklar vardır (Couch, 1979). Ancak genel olarak, güncel uygulama giderek daha erken ve daha sistematik aktarım yorumuna doğru kaymış, yeniden yapılandırıcı yorumlara verilen önem ise azalmıştır (bkz. Bölüm 6 ve 8).

Duygulanıma Odaklanma (Focus on Affect)

Duyguların (emotion) ifade edilmesi, psikanalitik çalışmanın merkezinde yer alır. Örneğin, öncelikle hastanın bilişlerine odaklanan BDT’nin aksine, psikanalitik terapi öncelikle hastanın duygulanımsal deneyimini (affective experience) keşfetmeyi hedefler. Elbette, psikanalitik terapistler hastanın düşünce (thought) ve fantezi (phantasy) içeriklerine de dikkat ederler. Ancak psikanalitik terapistler, hastanın getirdiği materyalin aktarım açısından ne ifade ettiğini dinleyerek ve bunu yorumlayarak ele alırlar; böylece belirli düşünce ya da faneazilerle ilişkili örtük (latent) ve açık (manifest) duygulanım olabildiğince “canlı” bir şekilde araştırılabilir. Örneğin öfke ya da küçümseme gibi duygulanımlar, hastanın seansın şimdi ve buradasında terapiste karşı deneyimlediği biçimiyle ele alındığında, seans dışındaki bir olayda bu duygulanımları yaşamış olmasına dair geriye dönük konuşmaktan çok daha faydalıdır. Bir deneyimi aktarmak, görece olarak yoğunluğu azaltılmış bir anlatı üretir ve aktarımın sağladığı anlık deneyimden yoksundur. İşte “şimdi ve burada”daki bu duygulanımsal canlılık, “orada ve o zaman” hissedilmiş deneyimin terapötik olarak yeniden işlenmesine imkân tanır.

Serbest Çağrışım (Free Association)

Psikanalitik terapi, yapılandırılmamış (unstructured) bir yaklaşımdır. Belirli bir problemi keşfetmeye davet eden ve terapistin görevinin bu problemi sorular yoluyla ya da psikoeğitim veya temel şemaların sorgulanması gibi başka müdahaleler aracılığıyla ele almak olduğu pek çok terapi yaklaşımının aksine, psikanalitik terapist seansa herhangi bir yapılandırma olmaksızın yaklaşır ve hastayı da ne söyleyeceğini önceden planlama ihtiyacını bırakmaya davet eder. Serbest çağrışım kuralı, hastanın, önceki hafta ya da seansın birkaç dakika öncesinde konuşulanlarla bağlantılı olup olmadığına bakmaksızın, aklına gelen her şeyi söylemesini ister. Bunun arkasındaki fikir şudur: hasta ancak, mantıksal olarak tutarlı ve amaçlı iletiler üretme gereksinimini bırakabildiğinde, bilinçdışı anksiyeteler veya anlamlar, kendiliğinden oluşan çağrışımlar yoluyla ortaya çıkabilecektir.

Hastanın arzularının, rüyalarının ve fantezilerinin keşfi – Serbest çağrışım kuralı, analitik terapistin ilgi odağını, yani hastanın mantık dışı duyguları, düşünceleri ve fantezileri üzerine yoğunlaşmasını vurgular. Müdahaleler, hastanın yaşantısının daha bilinçdışı yönlerinin ayrıntılandırılması ve ifade edilmesini kolaylaştırmaya yöneliktir; bunlar, örneğin rüyalar aracılığıyla verimli bir şekilde araştırılabilir. Hastanın yaşamına ilişkin dış gerçeklik kabul edilir ve üzerinde çalışılırken, psikanalitik terapist esas olarak hastanın iç gerçekliği ile ve bu gerçekliğin, dış dünyada algılanan olgulara yüklenen özgül anlamı nasıl etkilediğiyle ilgilenir.

Savunmanın ve Direncin Analizi (Analysis of Defence and Resistance)

Tüm psikanalitik yaklaşımlar, hastanın ruhsal acıyla başa çıkma girişimlerini keşfetmeye odaklanır. Yorumlar, çoğu zaman, hastanın acıdan kaçınmak ya da onu yönetmek için kullandığı kendine özgü yolları hastanın dikkatine sunmayı amaçlar. Benzer şekilde, direnç yorumları da, terapinin bağlamı içinde hastanın keşfetmekten kaçındığı konuları ve terapinin ilerlemesini engelleyen diğer davranışları (örneğin seanslara geç gelme, sessizlikler) ele alır (bkz. Bölüm 7).

Karşıaktarımın Kullanımı (Use of Countertransference)

Günümüzde tüm terapötik yaklaşımlar, terapötik ilişkinin kalitesinin terapinin sonucunda önemli olduğunu kabul etmektedir. Ancak yalnızca psikanalitik yaklaşımlar, terapistin hasta karşısında hissettiği kendi duygusal tepkilerini -yani karşıaktarımını- nasıl kullandığına ayrıntılı bir şekilde odaklanır. Karşıaktarımın kullanımı, klinik tabloya bütünüyle hâkimdir. Terapistin hasta ile birlikteyken hastayı deneyimleme biçimi ve onda uyanan duygular, son derece ciddiye alınır ve yansıtma ile yansıtmalı özdeşim (bkz. Bölüm 7 ve 8) gibi süreçlerin anlaşılması yoluyla, hastanın kendi ruhsal durumları hakkında önemli bir bilgi kaynağı olarak değerlendirilir.

Psikanalitik yaklaşımın en ayırt edici özelliklerinden bazılarını damıtmaya çalışırken, yukarıda belirtilen bazı özelliklerin yalnızca psikanalitik uygulayıcılara özgü olmadığını akılda tutmak önemlidir. Örneğin, kişilerarası örüntüler, bilişsel şema odaklı terapistler için de en az psikanalitik terapistler kadar ilgi çekicidir. Hümanistik terapistler de duygulanıma odaklanırlar ve şema temelli bilişsel terapistler de benzer şekilde düşüneceklerdir. Bu açılardan psikanalitik yaklaşımı ayırt eden şey, hastayla gelişen aktarım ilişkisinin ayrıntılı bir şekilde anlaşılması bağlamında, duygulanıma ve kişilerarası temalara tutarlı bir biçimde odaklanmasıdır. Başka bir deyişle, yaklaşımı farklı kılan herhangi tek bir özellik değildir; aksine, bu özelliklerin sistematik bir biçimde birbirine dokunması ve terapötik ilişkinin iniş çıkışları aracılığıyla ele alınmasıdır. Dahası, yukarıda da belirtildiği gibi, psikanalitik terapist çok özel bir tutum benimser (bkz. Bölüm 4). Bir psikanalitik seans, örneğin bir bilişsel-davranışçı seanstan sıklıkla belirgin biçimde farklı hissedilir. Bunun nedeni, terapistin psikanalitik bir seansta kendini daha nötr ve sorgulayıcı bir biçimde ortaya koymasının, çeşitli soruları yanıtlamaya hazır, daha etkin ve yapılandırılmış bir terapistin yarattığı ortamdan çok farklı bir terapötik atmosfer oluşturmasıdır. Psikanalitik terapist, soruyu yanıtlamaktan ziyade, hastanın bu soruyu en başta neden sorduğunu onunla birlikte keşfetmeye yönelir.

Farkı Yaratan Nedir?

Bu sorunun basit ve dürüst cevabı, başarılı bir terapinin temel unsurları hakkında görece az şey bildiğimizdir. Örneğin, BDT ve Kişilerarası Terapi (KT) gibi yaklaşımların etkili olduğu gösterilmiş olsa da, bu terapilerin hangi bileşenlerinin değişimi sağlayan etkenler olduğunu bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz şey, farklılıklarına rağmen birden fazla terapötik yaklaşımın etkili olduğunun gösterilmiş olmasıdır. Ayrıca, psikanalitik çalışmayla tipik olarak ilişkilendirilen kendine özgü vurgu ve teknikler bulunsa da, bunların hiçbiri yalnızca psikanalize özgü değildir. Nitekim, araştırmalardan ortaya çıkan önerme, farklı terapötik yöntemler arasında, teknik düzeyinde, kaynaklandıkları kuramların ilk bakışta düşündürebileceğinden daha fazla ortaklık bulunduğudur.

Her ne kadar terapinin süreci, örneğin BDT ile psikanalitik terapi arasında çoğu zaman niteliksel olarak farklı olsa da, BDT’deki gelişimsel yaklaşımlar ile psikanalitik yaklaşımlar arasında belli bir yakınlaşma olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Daha genel olarak, Bateman’ın belirttiği gibi, “Terapinin marka adı artık uygulamada neler olduğunu göstermemekte ve hatta kuramsal farklılıklar aralığı bile eskisine kıyasla daha dar görünmektedir” (2000: 147).

Genel olarak araştırmalar, uygulayıcının deneyimi arttıkça, uygulama düzeyinde görülen farklılıkların azaldığını göstermektedir. Örneğin, Goldfried ve Weinberger (1998), farklı kuramsal yaklaşımlara (yani, analitik ve analitik olmayan) sahip usta terapistlerin önemli olarak tanımladıkları seanslarda, yönelimler arası çok az fark bulmuşlardır.

Psikanalitik bir terapist tarafından yazılmış psikanalitik terapi üzerine bir kitapta, bu yaklaşıma yönelik bir miktar yanlılık olabileceği tahmin edilebilir. Ancak, psikanalitik müdahalelerin terapötik değeri yalnızca kişisel bir yanlılık meselesi değildir. Aksine, yalnızca kullanılan müdahaleleri değil, değişimle ilişkili olanları da ele alan süreç araştırmaları, geleneksel olarak “psikanalitik müdahaleler” olarak kabul edilen unsurların yararlılığına işaret eden ilginç sonuçlar ortaya koymuştur. Örneğin, Jones ve Pulos (1993) 30 kısa süreli psikodinamik terapi seansı ile 32 BDT seansındaki süreci incelediler. BDT’de daha iyi bir sonuç, bilişsel teknikler tarafından öngörülmedi; bunun yerine, psikodinamik keşif müdahaleleriyle (örneğin, “duygulanımın ortaya çıkarılması”, “rahatsız edici duyguların farkındalığa getirilmesi” ve “zorlukların geçmiş deneyimle bütünleştirilmesi”) ilişkili bulundu. Wiser ve Goldfried (1996), değişim açısından önemli olarak tanımlanan seanslarda, BDT terapistlerinin sıklıkla “hastanın deneyimine ilişkin terapistin bakış açısını sunan ifadeler” olarak tanımlanan yorumları kullandığını tespit etti; ancak çalışma, bu yorumların içeriğini kontrol etmedi. Ablon ve Jones (1999) ise NIMH24 kasetlerinin yeniden analizinde, kısa süreli terapinin süreci ne kadar çok psikodinamik bir yaklaşımla ortak özellik taşıyorsa, etkili olma olasılığının da o kadar yüksek olduğunu buldu.

24Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü’nün (NIMH) depresyon tedavilerine ilişkin çalışması

Psikoterapide Stil ve Teknik

Psikanalitik terapistlerin hastalarıyla yaptıkları çalışmalar, aktarımın yorumlanması gibi belirli tekniklerin kullanılmasına ve bu tekniklerin uygulanış biçimindeki kişisel stile dayanır. Terapistler, terapötik stilleri açısından geniş bir yelpazede farklılık gösterir; daha mesafeli ve sessiz kalanlardan, daha etkileşimli ve kendini açanlara kadar. Bazıları hastayı sürece dahil etmek için mizah kullanır; bazıları ise bunu anlaşılması ve yorumlanması gereken bir sahneleme (enactment) olarak görür. Bazıları kişisel soruları yanıtlamaya istekliyken, diğerleri bunları hastanın kaygısının bir dışavurumu ya da terapistin yanıtlamayı tercih etmesi durumunda bir sahneleme olarak ele alır. Bazıları hastalarını gülümseyerek karşılar; bazıları ise ciddi bir yüz ifadesiyle karşılar. Bu varyasyonlar insan doğası kadar sınırsızdır. Ne kadar tarafsız olmaya çalışırsak çalışalım, her bir terapötik seans farklı hissedilecek ve kendi kişiliğimizin farklı yönlerini, kör noktalarımızla birlikte, açığa çıkaracaktır.

Dolayısıyla teknik, kim olduğumuza ve kendi analitik deneyimlerimize bağlı olarak farklı şekilde yorumlanır. Bu stil farklılıkları ile terapi sonuçları arasındaki ilişki pek iyi anlaşılmış değildir. Ancak, bir yorumun terapötik değerinin yalnızca içeriğine bağlı olmadığı kuvvetle muhtemeldir. Örneğin, yorumun, hastanın kendi başına mantıklı olup olmadığını düşünmesine davet edecek bir biçimde mi yoksa terapist tarafından “hakikat” olarak mı sunulduğu, muhtemelen önemli bir fark yaratır. Bunun nedeni, sözcüklerin ardındaki niyetin önemli olmasıdır. Hastalar, terapistlerinin yalnızca doğru yorumlar üretip üretmedikleriyle değil, aynı zamanda terapistlerinin kendilerine yönelik zihinsel durumu ile ilgilenirler. Örneğin, bir terapist, hastasının düşmanca fantezilerini fark etme konusunda entelektüel açıdan çok yetkin olabilir ancak bunu, kendi entelektüel üstünlüğünü sergileyen, zafer kazanmış bir tavırla yorumlayabilir. Bir başka terapist ise doğru yorum yapabilir fakat bunu öyle mesafeli bir şekilde dile getirir ki hasta kendini nesneleştirilmiş hisseder. Terapist ile hasta arasındaki etkileşimin niteliği kritik bir değişkendir. Bazı iletişim tarzları, muhtemelen iyi bir terapötik ittifakın kurulmasına diğerlerinden daha elverişlidir.

Terapötik stilin teknik üzerindeki etkisi nadiren açıkça formüle edilir. Freud’un uygulamalarının, önerdiği tekniksel yönergelerden önemli ölçüde sapmış olduğu iyi bilinir (bkz. Bölüm 4): yazılarında savunduğu nötr, boş-ekran kişiliğine titizlikle yaklaşmaya çalışan birçok terapistin aksine, Freud çok daha sıcak ve etkileşimliydi. Bu tür özgül olmayan faktörlerin tedavi sonucuna etkisi konusunda öğreneceğimiz çok şey var. Ancak, psikanalizin terapist ile hasta arasındaki ilişkiye yaptığı vurgu göz önüne alındığında, terapistin kişiliğinin sonucu etkileyen belirgin bir etken olarak ortaya çıkmaması şaşırtıcı olurdu.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir