Bilinçdışı İletişim (6. Bölüm)

Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 6. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

3. Bölüm’de de gördüğümüz üzere, sinirbilimsel bulgular bilinçdışı kavramını destekleyen önemli veriler sunmaktadır. Bu bölümde, analiz odasında bilinçdışı iletişime (unconscious communication) nasıl yaklaşılacağına dair bir temel olarak, analitik dinlemenin (analytic listening) temel özelliklerini ele alacağız.

Freud’un (1900) rüyalar ve onların gizli anlamlarına dair çalışmasından itibaren, psikanaliz daima hastanın anlattıklarının yüzeydeki içeriğinin ardında yatanlara odaklanmıştır. Psikanalitik terapist, hastanın anlatısının ayrıntılı ya da renkli içeriğiyle dikkati dağılmadan, hastanın seçip anlattığı hikâyeler aracılığıyla dolaylı olarak neyi iletmeye çalıştığını -ve daha da önemlisi, bu hikâyeleri anlatış biçimi üzerinden neyi aktardığını- titizlikle dinler.

Dinleme Düzeyleri: İletişimde Metin ve Altmetin

İletişim “düzeyleri (level)” fikrini Freud’a borçluyuz. Rüyalar üzerine yaptığı çalışmada Freud (1900), rüyaları anlamanın püf noktasının onları kelimesi kelimesine almamak olduğunu ileri sürmüştür. Bizi, anlamlı alt metne -yani gizli içeriğe (latent content)- ulaşabilmek için rüyanın açık içeriğinin (manifest content) ötesine geçmeye çağırmıştır. Freud, rüya düşüncelerini (dream thoughts) (yani gizli içeriği) ve açık içeriği, aynı konunun farklı iki dildeki versiyonlarına benzetmiştir. Freud’un rüyalar üzerine yaptığı incelemeler, onun en önemli katkılarından birine yol açmıştır: altta yatan gizli içeriğin açık içeriğe nasıl çevrildiğini sağlayan psikolojik işlemleri kavramsallaştırması. Freud bu zihinsel işlem kümesine rüya çalışması (dreamwork) adını vermiştir. Rüya çalışması, bir tür psikodinamik çeviri sistemidir -psikodinamik, çünkü bir düzeyden diğerine yapılan bu çeviri çoğunlukla belli güdülere, özellikle de savunma işlevine hizmet edecek şekilde gerçekleşir. Gizli içeriğin açık içeriğe dönüşümü yalnızca bir çeviri değil, aslında bir tür yanlış çeviridir; çünkü altta yatan metin bilinç için tehdit edici olabilecek unsurlarını azaltmak veya bütünüyle ortadan kaldırmak amacıyla değiştirilir, yani altta yatan metnin üzerinde oynama yapılır.

Freud, gizlemenin [maskelemenin] mümkün olmasını sağlayan çeşitli süreçleri tanımlamıştır. Bir rüyaya baktığımızda, onu ortaya çıkaran rüya düşüncelerine kıyasla ne kadar kısa olduğunun çoğu zaman dikkatimizi çektiğini belirtmiştir. Bu olguyu, yoğunlaştırma (condensation) süreciyle açıklamıştır. Yoğunlaştırma, birden fazla düşüncenin ya da kişinin tek bir unsurda sıkıştırılması anlamına gelir. Açık rüya içeriği, gizli rüya içeriğini oluşturan düşünce, duyum ve arzuların son derece yoğunlaştırılmış bir versiyonudur. Yer değiştirme (displacement), Freud’un, rüyanın asıl odak noktasının başka bir yere kaydırılması sürecini tanımlamak için kullandığı terimdir. Örneğin, açık rüya içeriği bir evdeki tesisat sorunuyla ilgili olabilir; ancak bu, kişinin fiziksel sağlığına dair daha derin kaygılarını yansıtıyor olabilir. Simgeleştirme (symbolisation), rüya çalışmasının en ilgi çekici işlemlerinden biridir ve bu süreçte gizli içeriğin unsurları açık içerikte doğrudan değil, simgesel olarak ifade edilir. Örneğin, “tesisat”ın (plumbing) bedensel işleyişi temsil etmesi bu tür bir simgeselleştirmeye örnektir.

Yoğunlaştırma, yer değiştirme ve simgeselleştirme süreçleri, birincil süreç düşüncesinin (primary-process thinking) işleyişini yansıtır. Bu süreçler, hastanın sunduğu her türlü anlatı yapısında işler durumdadır. Bu da, hastanın anlattığı bir hikâyedeki açık karakterlerin, yalnızca görünürde yer alan kişilerle değil, aynı zamanda bilinçdışı düzeyde başka önemli kişilerle ve çatışmalarla da ilişkili olabileceği anlamına gelir. Özellikle yoğunlaştırma, farklı önemli kişilere ait özelliklerin tek bir figürde birleştirilmesi yoluyla, bu figürün bir dizi gizli düşünce, duygu ya da takıntıyla bilinçdışı olarak ilişkilendirilmesine imkân tanır.

Seans odasında (consulting room) iletişime yaklaşırken, esasen hastanın açık (manifest) düzeydeki iletişimini gizli (latent) içeriğe nasıl çevireceğimizle ilgileniriz. Tıpkı bir rüyayı incelerken olduğu gibi, yüzeydeki ifadenin alttaki anlamı nasıl gizlediğini göz önünde bulundurarak bu çeviriyi yapmaya çalışırız.

Dinleme Modları (Modes of Listening)

Dinleme pasif bir süreç değildir. Her an hastayla birlikte olmayı, onun zihin durumundaki -çoğu zaman çok ince olan- değişimleri izlemeyi gerektirir. Bu değişimler, yer değiştirmekte olan özdeşimleri (identification) ve yansıtmaları (projection) işaret eder ve eğitimsiz bir kulak için fark edilmesi güçtür.

Analitik dinleme farklı şekillerde tanımlanmıştır. Freud, terapistin tüm hasta iletilerine eşit önem vererek ve çevresel algılara da duyarlılığını koruyarak, “tarafsızca askıya alınmış dikkat (evenly suspended attention)” hâlini sürdürmesi gerektiğinden söz etmiştir. Freud çarpıcı bir şekilde, terapistin kendi bilinçdışını alıcı bir organ gibi hastanın gönderen bilinçdışına yöneltmesi gerektiğini ileri sürmüştür:

Herkesin kendi bilinçdışında, başkalarının bilinçdışından gelen ifadeleri yorumlayabileceği bir enstrüman vardır.

(Freud, 1913: 320)

Ne kadar açık dinlemeye çalışırsak çalışalım, hastalarımızın bize söylediklerini kaçınılmaz olarak zihin kuramlarımız aracılığıyla süzeriz; böylece, hastaya yorumlarımızla geri verdiklerimizi değiştirir ve genişletiriz. Freud’un “tarafsızca askıya alınmış dikkat” ilkesinin amacı, imkânsız olan boş bir zihin durumu yaratmak değil; Pine’ın (1998) ifadesiyle, “henüz bağlanmamış ve almaya açık olan (uncommitted and receptive ones)” bir zihin durumuna ulaşmaya çalışmaktır.

Analitik dinlemeye dair birçok tanımda ortak olan nokta, terapistin hastanın yansıtımlarından yararlanması, adeta hasta tarafından “kullanılmasına” izin vermesi gerektiği yönündedir. Bu bağlamda Sandler (1976), “serbest dalgalanan duyarlılık”tan (free-floating responsiveness) söz ederken, Reik (1948), terapistin hastanın öznel yaşantısına kendini ayarlayabilmesini sağlayan “üçüncü bir kulak (a third ear)” geliştirmesini savunmuştur. Bion (1970), terapistin “olumsuz kapasitesi”nden (negative capability)” söz eder -bu, “belleksiz ya da arzusuz (no memory or desire)”dinlemeyi, yani kesinlik ya da önkabullerin etkisine direnç gösteren bir dinleme biçimini ifade eder. Bion’un “belleksiz ya da arzusuz” dinleme çağrısı hem faydalı hem de yanıltıcıdır. Yanıltıcıdır çünkü “dinleme naif değildir (listening is not naive)” (Meissner, 2000: 325); [ifade] dinleyen zihni dolduran fikirleri, kuramları ve yönelimleri -yani kaçınılmaz arka planı- göz ardı eder. Kuram, olası anlamlara dair temel varsayımlar ve beklentiler yaratır. Yine de Bion’un bu sözü, dinlemeyi engelleyebilecek önkabullerden ve aşırı değer verilen düşüncelerden sıyrılma sorumluluğumuzu hatırlatması bakımından faydalıdır; terapistin kendi ihtiyaçlarına olan “bağlılığını” mümkün olduğunca bırakmasını öğütler.

Tüm bu dinleme biçimi tanımları, terapistin hastanın bilinçli ve bilinçdışı iletilerine karşı alıcılığının merkezi önemini yansıtır. Hepsi analitik dinlemenin temel bir yönüne işaret eder: Analitik bir kulakla dinlemek, kendimizi sürece dâhil etmeden mümkün değildir. Bu da bizi şu paradoksla karşı karşıya bırakır:

Analist, hastanın duygusal yaşamının en mahrem ayrıntılarına empatiyle yaklaşabilecek kadar hastaya yakınlık hissetmelidir; ancak aynı zamanda, tutkulu olmayan bir anlayış geliştirebilmek için ondan yeterince uzak durabilmelidir. Psikanalitik çalışmanın en zor gerekliliklerinden biri budur -empatiyle kurulan geçici ve kısmi özdeşim ile gözlemcinin mesafeli konumuna geri dönüş arasında gidip gelmek.

(Greenson, 1967: 279)

Bollas (1996), terapist üzerindeki bu ikili talebe, iki tür dinleme biçimini ayırt ederek yaklaşır: “annesel modu (maternal mode)” ve “babasal mod (paternal mode)”. Annesel mod, daha alıcı, “kucaklayan/tutan (holding)” bir terapötik duruşu ifade ederken; babasal mod, daha aktif ve yorumlayıcı bir terapötik duruşu yansıtır. Bollas’a göre, bu iki mod analitik süreçte birbirini tamamlayıcı roller oynar. Psikanalitik çalışma, terapinin farklı aşamalarında -hatta çoğu zaman aynı seans içinde- farklı duruşlar gerektirir. Örneğin, eğer bir hasta yoğun bir sıkıntı içindeyse, daha zorlayıcı bir etkileşimi tolere edebildiği zamanlara kıyasla, daha annelik modunda işlev görmemiz gerekebilir. Bu iki duruş arasında bir üstünlük yoktur; aksine, ikisi birbirlerini tamamlayıcı niteliktedirler.

Analitik dinleme, sıradan dinlemeden farklı olarak, aynı anda birden fazla katmanda ve birden fazla bağlamı referans alarak gerçekleşir. Bu katmanlı dinleme biçimi, hastanın iletilerinin karmaşıklığını ve örtük gündemlerini dikkate alır. Hastanın seans odasında fiziksel olarak bulunması, en azından bir parçasının orada olmak istediğini gösterir; ancak terapötik sürece ve değişime karşı işleyen dirençler her zaman mevcuttur (bkz. Bölüm 7).

Meissner’ın isabetli biçimde belirttiği gibi:

Hastanın gizlemek istemesi ve analistin duymama ya da duymak istememe yönündeki muhtemel motivasyonları göz önüne alındığında, yanlış iletişim ve hatalı dinleme ihtimalleri hayli fazladır.

(2000: 327)

Yanlış anlama olasılığına karşı uyanık olmak, analitik bir kulakla dinlemeyi hiçbir şeyi peşinen kabul etmeden sürdürmeyi gerektirir. Bu, hastanın söylediği her şeyi sorgulayan ve hiçbir ifadeyi olduğu gibi kabul etmeyen bir kuşkuculuk değildir; daha çok, insanın kendini kandırma eğilimine ve acı verici duygulanımlardan korunmak üzere işleyen dirençlere duyarlı bir dinleme biçimidir. Örneğin, bazı hastalar iyi hazırlanmış, görünürde tutarlı anlatılar sunarlar. Ancak biz dinledikçe, hastanın gerçekte ne hissettiğini duymakta zorlanabiliriz. Ya da hasta bize açıkça ne hissettiğini söyler ama biz bununla duygusal bir bağ kuramayız. Bazen de hastanın bilinçli olarak söylediği şeyin tam tersini duyarız. Kimi zaman en önemli ileti, bize ne söylendiğinde değil, nasıl söylendiğinde yatar. Bazı zamanlardaysa, asıl konuşan sessizliğin kendisidir; kelimeler ise yalnızca sığ kaplar gibi kalır.

Biz, tam olarak orada olmayanı, henüz söylenmemiş olanı, belki de asla söylenmeyecek olanı dinleriz. Söylenen söze ya da ortak anlam varsayımına kapılmamaya özen gösteririz. Çünkü sözcükler, beraberlerinde kişisel ve bütünüyle bireye özgü anlamlar taşır. Hastalarımızın neyi iletmeye çalıştıklarını anlayabilmek için, neyi kastettiklerini sorgulamamız gerekir. Bunu ancak, yüzeyde anlamlı görünen ama aslında henüz anlam kazanmamış çok şeyi gizliyor olabilecek ifadeleri nazikçe sorgulayarak yapabiliriz. Hastaları boşlukları doldurmaya, ne demek istediklerini keşfetmeye, düşlere, imgelere ya da henüz biçim kazanmamış düşüncelere yaptıkları çağrışımları paylaşmaya teşvik etmek önem kazanır. Belirsiz ve muğlak anlamlar, ancak zamanla ve çağrışımsal bağlantılar açığa çıkarıldıkça ele alınabilir.

Meissner’ın ifade ettiği gibi:

Sözcüklerin anlamı asla bütünüyle kavranamaz, yalnızca takip edilebilir.

(2000: 330)

Dolayısıyla analitik dinleme, aynı anda birden fazla söylem düzeyine uyum sağlamamızı ve bunları izlememizi gerektiren son derece incelikli bir beceridir (Adler & Bachant, 1996). Açık içerik, yalnızca bir buzdağının görünen ucudur; altında çok sayıda gönderme ve ima yatar. Ancak, hastanın söylediği şeyin ilk düzeydeki anlamını olduğu gibi kabul etmezsek, iletişim başarısız olur. Bazen psikanalizin sürece ve gizli içeriğe yönelik sürekli ilgisi, bazı terapistler tarafından, hastanın söylediklerinin gerçek içeriğine hiç yanıt verilmemesi şeklinde yorumlanmıştır. Hastanın açıkça söylediklerini göz ardı ederek yalnızca söylemediklerine aşırı odaklanmak, iyi bir terapötik ittifakın gelişimine katkı sağlamaz. Örneğin, bir aradan sonra terapiye gelen bir hastanın, bu sürede yakın birini kaybettiğini anlatması, elbette aradaki kopuklukta terapisti kaybetmiş olma hissine dair bir şeyi de iletme çabası olabilir. Ancak, bu anlamı dile getirmeden önce, hastanın yakınına dair gerçek kaybını kabul etmeden doğrudan bu tür bir yoruma geçmek duyarsız ve faydasız olur. İdeal olarak müdahalelerimiz, hastanın ilettiği açık içeriğin tanınmasını ve bunun yanında muhtemel gizli içeriğin işaret edilmesini birlikte kapsamalıdır. Hastalar, önce söyledikleri şeyin duyulduğunu ve kabul edildiğini hissettiklerinde, bilinçdışı anlamlara dair yorumlarımızı yanlış anlaşılma, şaşkınlık ya da öfke ile karşılamaya daha az eğilimli olurlar.

James başarılı bir iş insanıydı. Haftada bir yapılan terapisine başlayalı sadece birkaç hafta olmuştu ki, bir seansa iş ortağından söz ederek başladı. İş ortağının dürüst olmayabileceğinden endişe duyuyordu. Onun hakkında bazı söylentiler duymuştu ama işe başlarken bunları görmezden gelmeyi seçmişti; çünkü ortağını etkileyici bulmuştu. Ancak şimdi bazı usulsüzlüklerin farkına varmıştı ve bu durum, daha önce duyduğu söylentilerin aslında bir temeli olup olmadığını sorgulamasına yol açmıştı.

Birlikte, James’in “etkileyici” insanlarla özdeşleşme arzusunu fark ettik ve James, yüksek profilli insanlarla birlikte görülme isteğinin, iyiyi kötüden ayırt etme kapasitesini gölgelemesinden endişe ediyordu. James’i dinlerken, ilk görüşmeyi ayarlamak üzere telefonda konuştuğumuz anı hatırladım. Cumartesi günleri çalıştığım için onu cumartesi günü görmek üzere randevu önermiştim. O sırada verdiği yanıt dikkatimi çekmişti: “Cumartesi mi? Terapistlerin böyle bir şey yaptığını düşünmemiştim,” demişti James, şaşkın bir tonda.

Bu konuşma şimdi yeniden aklıma geldi ve bilinçdışı düzeyde James’in bunu terapötik çalışmamızda bir “usulsüzlük” olarak algılamış olabileceğini, bu nedenle bana karşı da kuşku duymaya başlamış olabileceğini düşündüm. Bu olasılığın oldukça güçlü olduğunu hissetsem de, aynı zamanda James’in iş durumuyla ilgili gerçekten kaygılı olduğunu ve bu kaygının haklı sebeplere dayandığını da farkındaydım. Bu nedenle, nihai yorumumda öncelikle onun işine dair kaygısını kabul ettim ve ardından şunu ekledim: “Benimle çalışmaya daha çok yeni başladığınız için, belki de terapi işimizi dürüstlükle yürütüp yürütemeyeceğime güvenip güvenemeyeceğinizi bana hissettiriyor olabilirsiniz.”

Bilinçdışı Mesajın Taşıyıcıları

Bilinçdışı mesajın, beden duruşu, jestler, hareket, yüz ifadesi, ses tonu, konuşma biçimi, cümle yapısı, ritmi, duraklamalar ve sessizlikler gibi sözel olmayan pek çok taşıyıcısı vardır. Bu sözel olmayan ileti biçimleri psikanalitik terapi açısından büyük önem taşır; çünkü biz, dilin ötesinde olanla çalışırız. Anlam ve bilinçdışı fanteziler, hastanın ne söylediğinden çok nasıl söylediğiyle ifade edilebilir: sert bir ton, yumuşak ve neredeyse duyulmayan bir ses ya da hızlı konuşma tarzı, sözlerin içeriğinden çok daha fazlasını -hastanın o andaki ruhsal konumunu- iletebilir.

Jestler -beden duruşu ve hareketleri dâhil olmak üzere- her zaman konuşma sürecine eşlik eder. Fonagy ve Fonagy (1995), el hareketleriyle ilgili mesajların (gestural messages) etkisinin onların sağladığı gizlenme olanağında yattığını öne sürer; bu sayede bölme (splitting) ve inkar (denial) mümkün olur ve jestler, bilinçöncesi hatta bazen bilinçdışı zihinsel içeriklerin iletimi için ideal taşıyıcılar hâline gelir. Fonagy ve Fonagy (1995) ayrıca, duraklamalar, sessizlikler, tamamlanmamış cümleler ve sözdizimsel düzensizliklerin olası düşmanca aktarım ya da karşıaktarım tepkilerine işaret edebileceğine dikkat çeker. Gerçekten de, hastaların bilinçöncesi tutumları çoğu zaman, sözel ifadelere dönüşmeden önce, paralinguistik düzeyde (sözel olmayan ses ve ifade biçimlerinde) dışa vurulur.

Sandra, muayenehanemin (consulting room) kapısında ilk kez durdu ve elini uzatarak tokalaştı. Jestleri güçlü ve kendinden emindi. Üzerinde bir atkı vardı; onu çıkarıp oturduğu sandalyenin arkasına fırlattı. Odaya göz gezdirerek kendinden emin bir şekilde şöyle dedi: “Beğendim.”

Sandra’nın konuşması için benim herhangi bir yönlendirmeme ihtiyacı olmadı. Sert geçen boşanmasını ve adaletsiz mali anlaşmayı anlatmaya koyuldu. İşinden de aynı iş odaklı ve resmi tonla bahsetti. Onun tarafından kuşatılmış ve kontrol altına alınmış hissettim; sanki odayı, kendinden emin bir “Beğendim” ifadesiyle sahiplenmişti. Sandra geldiği andan itibaren bana -sözlü olduğu kadar sözsüz yollarla da” kırılgan ve bana bağımlı olmanın kendisi için çok zor olacağını hissettirdi.

Nitekim seans ilerledikçe belirgin bir örüntü ortaya çıktı: Ne yorumlarsam yorumlayayım, Sandra bir şekilde bunu zaten bildiğini bana hissettirmenin bir yolunu buluyordu. Örneğin, “İyi bir nokta, evet, bunu bir kitapta okumuştum” ya da “Katılıyorum. Bunu her zaman biliyordum” veya “Tam da bunu arkadaşım’a söyledim” diyordu. Görünüşe göre, seansın ilk birkaç saniyesindeki sözsüz etkileşimimiz, sonunda kendi bağımlılığıyla ilgili bir çatışma olarak tanımlayabildiğimiz mesele hakkında oldukça fazla şeyi şimdiden iletmişti.

Sessizliği dinlemek de önemlidir. Bazen sessizlik, faydalı olabilen sessiz ve düşünceli bir ruh halini ifade eder. Diğer zamanlarda ise direncin ya da bir saldırının işareti olabilir. Yüklü sessizlikler, hastayı kendi içe bakışından ya da kendi başına düşünme sorumluluğundan kurtarma baskısı gibi hissedilebilir. Ya da sessizlik, bir silah olarak kullanıldığı için katlanılması zor gelebilir. Sessizlikler ne kadar zorlayıcı hissettirse de, hastayı onları aşmaya zorlayan erken müdahalelerden ve baskılayıcı tutumlardan kaçınmalıyız. Biz de bazen sessizliği, hastaya yönelik kendi düşmanca duygularımızı boşaltmanın bir yolu olarak kullanabiliriz. Bu nedenle, kendi sessizliğimizi de izlememiz ve bunun hastayı mahrum bırakma ya da ihmal etme noktasına vararak terapötik uyumsuzluğu sürdürmediğinden emin olmamız önemlidir.

Geleneksel psikanalitik dinleme, içeriklere, temalara, sembolik ve inkâr edilen anlamlara ve metaforlara kulak vermeye odaklanmıştır. Günümüzde ise hastanın anlatısının yapısının da örtük anlamlarla yüklü olduğu kabul edilmektedir. Main ve çalışma arkadaşlarının bağlanma araştırmaları, dilin yalnızca ne söylediğine değil, nasıl örgütlendiğine de odaklanmamız gerektiğini vurgular. Main (1995), açık bir şekilde tutarlı (coherent) ve tutarsız (incoherent) anlatılar arasında bir ayrım yapar. Main, iş birliğine açık ve tutarlı bir dil ile tutarsız, çarpıtılmış ya da muğlak bir dil arasında ayrım yapar. Tutarsız anlatılar, dinleyiciyi, anlatıcının bilinçdışı olabileceği bağlantıları sezerek bir bütünlük kurmaya ve anlatılan hikâyedeki gerçek ya da örtük anlamı çıkarsamaya zorlar. Main’in yaptığı bu ayrım, bizleri dilsel akıcılıktaki anlık değişimlere, ses tonundaki kaymalara, anlam ve tutarlılıktaki kopmalara ve anlatının parçalanmasına dikkatle kulak vermeye teşvik eder. Araştırmalar, bu tür dil özelliklerinin yetişkin konuşmalarında bağlanma güvensizliğinin göstergeleri olduğunu ortaya koymuştur (Main, 1995) (ayrıca bkz. Bölüm 3).

Slade (2000), Main’in çalışmalarının uygulama alanının, dilin yapısına, sözdizimine (syntax) ve söylemine (discourse) odaklanmak olduğunu öne sürer; bu yapılar, bireyin erken nesne ilişkilerinin dinamiklerini bilinçdışı düzeyde temsil ediyor olabilir. Nitekim Fonagy’nin (2001) çalışmaları, güvenli ya da yansıtıcı reflektif dil ve düşünce örüntülerinin, çocuğun ihtiyaç ve duygularının genişliğini ve karmaşıklığını düşünebilen ya da taşıyabilen içselleştirilmiş bir ötekinin varlığına işaret ettiğini öne sürer. Bu anlamda, güvensiz bağlanmış yetişkinlerin anlatılarında gözlemlenen kopukluklar, tutarsızlıklar ve çelişkiler, bakımverenin çocuğun bakım ve teselli ihtiyacına yanıt verme kapasitesindeki bir kopukluğu ima eder. Hastanın anlatısının yapısına kulak vermek, onun erken dönem bağlanma deneyimlerinin niteliğine ve bu deneyimlerin şu anki ilişkilerine nasıl aktarılmış olabileceğine karşı bizi hassaslaştırır. Terapide önemli bir görev, bu anlatının bazı yönlerini düşünmek ve zihinselleştirmektir. Bu sayede hastaya, Slade’in ifadesiyle:

iyileşme ve içsel bütünleşmeye yol açan, hastanın zihni için güvenli bir zemin

(2000: 1158)

sağlanmış olur.

Bilinçdışı Mesajla Çalışmak

Gizil İçeriği Dinlemek

Daha önce gördüğümüz üzere, rüyalar üzerine yaptığı çalışmalar, Freud’un hatırlanan rüyayı yer değiştirme ve yoğunlaştırma gibi süreçler aracılığıyla karmaşık bir kılık değiştirme (disguise) çalışmasının nihai sonucu olarak ele almasına yol açtı. Hastanın seansa getirdiği herhangi bir hikâye ya da rüya, bilinç düzeylerinin farklı katmanlarında anlam taşıyan bir içerik olarak anlaşılır. Çevrenin bir unsuru ya da onun bir imgesi mecazi (metaforik) olarak kullanılabileceği gibi, hastanın sözünü ettiği kişiler de başka insanları temsil ediyor -bir bakıma onların yerine geçiyor- olabilir. Bu kişiler, hastanın kendisini bir bütün olarak ya da bir parçası şeklinde temsil edebilirler. Hasta ile terapist arasında gelişen diyalogda, hasta, farklı zihin halleriyle ilişkili olan kendilik (kendilik) ve öteki (other) şemalarına ses verir (örneğin, baskın bir ebeveyne öfke duyan bir çocuk olarak kendilik, zamanla yokluğu hissedilen bir ebeveyni arzulayan bir çocuk olarak kendiliğe dönüşebilir). Bir seans içinde, hasta öfkeli dürtülerin öznesi konumunda olabilirken, başka anlarda bir başkasının öfkesinin nesnesi gibi hissedebilir. Bu tür geçişler çoğu zaman doğrudan dil yoluyla ifade edilmez; ancak hastanın anlattığı hikâyelerden ve bu hikâyeleri anlatış biçiminden bu geçişleri çıkarım yoluyla anlayabiliriz.

Sembolik dönüşüm, tehdit edici bir zihinsel olayın -örneğin, yıkıcı bir arzunun- bilinçten basitçe silinmek yerine genellikle sembolik bir kılığa bürünerek varlığını sürdürmesi anlamına gelir. Mesajın bilinçdışı yönlerini saptamak -ki bu, analitik çalışmanın büyük bölümünü oluşturur- bu nedenle sembolik bir çözümleme, yani yorumlama (interpretation) meselesi hâline gelir. Diğer terapi yaklaşımlarından farklı olarak, analitik yaklaşımlarda vurgu, hastanın bilinçdışı iletişimini çözümlemeye yöneliktir. Bilinçdışı iletiyi/mesajı dinlemek oldukça zahmetli bir iştir (bkz. Tablo 6.1). Bu tür bir dinleme sabır gerektirir çünkü bilinçdışı anlam hemen kendini nadiren belli eder. Freud’un çoklu belirlenim (overdetermination) ilkesi, bizi kolaycı ve yüzeysel bağlar kurmaktan sakınmaya davet eder. Aksine, Freud’a göre herhangi bir davranış, rüya ya da fantezi/düşlem (phantasy), birden fazla ve birbiriyle etkileşim hâlindeki etkenin nihai sonucudur. Yorumlarımız bu nedenle söz konusu karmaşıklığı yansıtmalıdır. Bazen, hastanın umutsuzca aktarmaya çalıştığı şeyi anlamlandırabilmemiz için birkaç seans geçmesi gerekebilir. Bu süreçte kendimizi aptal ya da yetersiz hissedebiliriz -özellikle de hasta, her şeyi çözecek bir yorum beklentisiyle üzerimizde baskı kuruyorsa. Analitik çalışmak, bilme ihtiyacımızdan sıyrılmayı ve sorunu hemen çözme arzumuzu bırakmayı gerektirir. Bu, sorunu görmezden gelmek anlamına gelmez; aksine, henüz tam olarak ne olduğu anlaşılmamış bir soruna aceleyle yanıt verme tuzağına düşmemeye çalışmak demektir.

Tablo 6.1 Dinleme düzeyleri

  • İçerik düzeyi: Hastanın bilinçli olarak söyledikleri (örneğin, kim kime ne yapıyor ve kim ne hissediyor?)
  • Anlatının yapısal düzeyi: Anlatı tutarlı mı yoksa tutarsız mı?
  • İşlev düzeyi: Anlatının üzerinizde nasıl bir etkisi var ve bu, hastayı sizinle ilişkisinde nasıl hissettiriyor? (örneğin, anlatı etkileyici olmak, yalvarmak, görmezden gelmek ya da mesafe koymak amacıyla mı kullanılıyor?)

Bilinçdışı mesajların birincil araçları anlatılar, rüyalar ve serbest çağrışımsal bağlantılardır. Bilinçdışı mesaj için elverişli bir alan yaratmada biz terapistler önemli bir rol oynarız. Bu da her şeyden önce serbest çağrışımların ortaya çıkabilmesi için sessizliğe tahammül edebilme kapasitesini gerektirir. Bir oturumu ne kadar çok sorularla ya da başka müdahalelerle yapılandırırsak, bilinçdışı mesajın kendiliğinden ortaya çıkmasını da o kadar engellemiş oluruz. Serbest çağrışımlar için güvenli ve elverişli bir alan oluşturduktan sonra dinlemeye başlarız. Dinlerken her zaman kendimize şu soruyu sormalıyız: Anlatılan hikâyenin bir altmetni (subtext) var mı? (Bkz. Tablo 6.2). Bu, ileride yapacağımız yorumun başlangıç noktasıdır. Aşağıdaki örnekte, Tom’un anlatısını dinlerken kendi düşünce süreçlerimi parantez içinde vererek alt metni nasıl aradığıma dair bir örnek sunuyorum.

Tablo 6.2 Alt metni nasıl dinlemeli

  • Hastanın anlatısının görünürdeki içeriğine bağlı kalmayın. Hikâyeyi ilişki örüntüleri açısından dinleyin; örneğin, kim kime ne yapıyor? Rollerin nasıl değişebileceğine dikkat edin. Örneğin, hasta farklı durumlarda pasif olmaktan aktif olmaya geçtiğini anlatıyor olabilir.
  • Dilsel ifadenin prozodik öğelerini (örneğin ritim ve tonlama) gözlemleyin -bunlar, bilinçten dışlanmış olan önemli materyalin gözlemlenebileceği bir dışavurum biçimi olabilir.
  • Hastanın size anlattığı her ne olursa olsun, hemen atlayıp yorum yapma dürtüsüne direnin. Çağrışım istemek (örneğin, “Aklınıza ne geliyor?”) yardımcı olabilir; bu ister bir rüyanın unsurlarına ister hastanın aktardığı bir olaya yönelik çağrışımlar olsun (örneğin, “X ile yaşananlar hakkında ne düşünüyorsunuz?”).
  • Hasta ile birlikte anlatının içinde baskın olan duygulanımsal yaşantıyı keşfedin. Örneğin, bir meslektaşının başarılarını anlatırken hasta kendini kaygılı, utanç dolu, öfkeli ya da kıskanç mı hissediyor?
  • Hastayı dinlerken nasıl hissettiğinize (yani karşıaktarımınıza) dikkat edin. Örneğin, hasta size bir tanışma randevusunu anlatırken siz kendinizi meraklı, kaygılı ya da heyecanlı mı hissediyorsunuz?
  • Hastanın anlattığı şeyde olası aktarım anlamlarını göz önünde bulundurun. Bazen hastalar bir rüyayı onu gördükten bir hafta sonra anlatırlar ya da işyerinde aylar önce yaşadıkları bir tartışmadan size şimdi bahsederler. Bu durumda aklınızdaki ilk soru şu olmalıdır: “Bu hikâye neden şimdi anlatılıyor?”

Tom, hafif öğrenme güçlüğü olan 40 yaşında bir adamdı. Fiziksel olarak iri yapılıydı ve kişisel hijyeninin problemli olduğu söylenmişti. Kaldığı yurttaki personele yönelik uygunsuz cinsel davranışları nedeniyle yönlendirilmişti. Burada anlatılan seansta, haftada bir yapılan ve bir yıl süren psikoterapisinin sondan bir önceki seansına gelmişti.

Tom seansa, kendisiyle ilgilenmediklerini düşündüğü ebeveynleriyle yaşadığı zorluklardan söz ederek başlar. [Bu seansın sondan bir önceki seansımız olduğunu ve Tom’un buna dair duyguları olabileceğini aklımda tutarak, bana bizim ilişkimizle ilgili bir zorluğu anlatmakta olduğunu ama bunu ebeveynleriyle ilişkisine kaydırarak ifade ettiğini düşünüyorum.] Ardından, ebeveynlerinin onu yurtta sık ziyaret etmedikleri için onlara karşı öfkesini dile getirir. Ailesinin şef olan kardeşini ziyaret etmeyi tercih ettiklerini düşünmektedir. [Anlatının temasında, ebeveyn figürleri tarafından ihmal edilme ve onların başka bir oğula, Tom’un gözünde “tercih edilen” oğula, öncelik vermesi söz konusudur. Tom’un, terapinin sona erdirilmesini benim kendisinden daha çok tercih ettiğim bir başkasına zaman ayırmak istememle ilişkilendirdiği yönünde bir fantezisini bana ilettiğini hipotez olarak düşünüyorum.] Sonra konuşmayı keser ve ayaklarına bakar. Yüzü üzgün görünmektedir. Konuşmaya devam ettiğinde Tom şöyle der: “Ben kötü kokuyorum. Kimse benimle seks yapmak istemiyor. On beş yıldır seks yapmadım. Seks yapsam kadını ezerim. Çok kiloluyum.” [Tom şu anda oldukça zengin serbest çağrışımlar sunmuş oluyor. Başlangıçta kendisine ait iki kişisel özelliği -kokusu ve kilosu- tanımlıyor ve bunların, zihninde, diğer insanlar tarafından reddedilmesiyle ilişkilendiğini ifade ediyor. Ancak mesele bundan daha karmaşıktır; çünkü Tom aynı zamanda seks yaparsa kadını ezeceğini de söylüyor. Bu güçlü imge aracılığıyla Tom, kendi öfke ve öldürücü hislerini ve şu fantezisini iletmektedir: Yakınlık kurmak imkânsızdır, çünkü bir kadına yaklaşırsa onu ezecek/öldürecektir.]

Tom’un mesajlarının anlamını anlayabilmek için söylediklerini bağlamsallaştırmamız gerekir; yani, hikâyesinin içeriğini dinlerken bunun terapinin sondan bir önceki seansı olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Anlatısındaki baskın temalar, ebeveynleri tarafından ihmal edilme/ziyaret edilmeme ve başkaları için itici biri olduğunu düşünmesi, bu nedenle yakınlık kurmanın imkânsız olmasıdır. Burada şunu fark ederiz: Tom, ebeveynlerine yönelik öfkesinden, başkalarının kendisine yaklaşmasını imkânsız kılan şeyin kendisinde olduğunu düşünmeye geçer. Bu temaları terapinin sona ermek üzere olduğu gerçeğiyle ilişkilendirdiğimizde, farklı bir öykü duymaya başlarız. Tom, artık onu görmeyecek olmam nedeniyle bana öfkelidir. Fantezisinde, benim onun yerine görmeyi tercih ettiğim kokmayan, kilolu olmayan başka bir hastam vardır ve terapinin sona ermesinin nedeni budur. Terapinin bitmesine dair başlangıçtaki öfkenin ardında ise şu kaygı yatar: Tom, ilişkileri yok ettiğine inanır ve bu yüzden insanlar -ve ben- ondan uzaklaşmak zorundadır.

Psikanalitik Yorumun Doğası

Yorum yalnızca psikanalize özgü bir teknik değildir. Bilişsel-davranışçı terapistler de, hastalarına düşünceleri ile davranışları arasındaki bağlantıları açık ettiklerinde “yorum” yapmış olurlar. Ancak daha dar ve özgül olarak, psikanalitik anlamda yorum yapmak, bilinçdışı olan bir şeyi (yani, hastanın psikolojik işleyişine dair bir yönü) bilinçli hâle getirmeye yönelik sözel müdahaleleri ifade eder.1

1Burada terimi betimleyici anlamıyla kullanıyorum.

Jane, yoksunluk yaşamış genç bekar bir anneydi ve ilk çocuğunun doğumundan sonra doğum sonrası depresyona girdiği için terapiye gelmişti. Kendi ailesinin onu reddettiğini ve kızının babasının hiçbir ilgi göstermediğini söyledi. Kızını zor bir bebek olarak tanımlıyordu çünkü çoğu zaman ağlıyordu. Taleplerinden dolayı kendini tükenmiş hissediyor ve onu emzirmekte zorlanıyordu. Kızının sürekli aç olduğunu ama memelerinde çok az süt bulunduğunu ve emzirmenin canını yaktığını, bu yüzden de ona biberon vereceğini söylüyordu. Zaman zaman o kadar bezgin hissediyordu ki, bebeği evlatlık vermeyi bile düşünüyordu. Sosyal hizmet görevlisinin onu haftada bir ziyaret ettiğini ama bunun yardımcı olmadığını belirtti.

Bu materyalle karşılaştığımda, Jane’in bebeğiyle yaşadığı zorluğu anlatırken aslında nasıl bir içsel deneyimi aktarmaya çalıştığını kendime soruyorum. Jane bilinçli olarak depresyonda olduğunu bilmektedir ve sunduğu anlatıdan da görüldüğü üzere mevcut durumunu, zorlayıcı olarak algıladığı bir bebeğin talepleriyle ilişkilendirmektedir. Ancak, açık anlatısında eksik olan şey, bebeğinin onun zihninde neden bu kadar obur ve talepkâr bir bebek haline geldiğine dair bir anlamdır -öyle ki, söz konusu anlam, bebeğini evlatlık verme düşüncesine kadar sürüklemiştir onu. Jane’in geçmişinden bildiğim şey, ailesiyle reddedilme içeren zor bir ilişkisi olduğu ve partnerinin de onu terk ettiği idi. Ayrıca haftada bir kez gelen bir sosyal hizmet görevlisi var ama bu ziyaretin iyi bir besin olduğunu düşünmüyor. Büyük olasılıkla içsel olarak kendini yoksun hissediyor ve buna ek olarak küçük bir bebeğin çok gerçek talepleriyle de baş etmek zorunda kalıyor. Anlatısının baskın teması, tükenmiş ve acıyan memelerinin güçlü imgesiyle iletiliyor: Verecek hiçbir şeyi kalmamış gibi hissediyor ve bebeğinin her şeyini ondan aldığını düşünüyor. Bu materyali yorumlarken, bunu Jane’in bilinçdışı bir mesajı olarak ele alabiliriz; yani, tıpkı sürekli ağlayan ve hep aç olan kızı gibi, yatıştırılamayan çok muhtaç bir parçası hakkında bir mesaj. Jane kendi muhtaçlık hali içindeyken, kızını sınırlı kaynaklar için bir rakip gibi deneyimliyor. Onu evlatlık verme fantezisi, zihninde, kızı tarafından fazlasıyla tüketildiği zamanlarda bir çıkış yolu olarak beliriyor.

Bir yorum bir hipotezdir. Hastanın, isterse bu yoruma dair bir şey söylemesini ya da onu görmezden gelmesini davet eder. Bu nedenle, ideal olarak bir yorum; “Söyledikleriniz böyle de anlaşılabilir” anlamını taşıyan, olasılık içeren bir ifade, soru ya da formülasyon biçiminde sunulur. Bir yorum, hastaya onun gerçekte ne düşündüğünü -henüz kendisi farkında olmasa bile- söylediğimiz bir hakikat bildirimi değildir; aksine, hastanın değerlendirmesine sunulan, ona uygun olabilir de olmayabilir de denilen alternatif bir bakış açısı önerisidir.

Yorum kaçınılmaz olarak öznel bir boyut içerir. Yorumlar ne doğru ne de yanlıştır; yalnızca daha az ya da daha çok faydalı olabilirler. Elbette, hastalarımızı iyi tanıdığımızda ve onlarla aylar ya da yıllar boyunca çalıştığımızda, yorumlarımız daha az tereddüt içerebilir ve tekrarlayan örüntüler ortaya çıktığında “doğrudan meseleye girebiliriz”. Bu durum, yoruma bir tür “kesinlik” niteliği kazandırabilir, fakat çoğunlukla hasta bunu böyle deneyimlemez. Bu nedenle bazı yayımlanmış vaka öyküleri sorunlu olabilir: Terapötik ilişkinin hikayesi bağlamından koparıldığında, bazı yorumlar dayanaksız, çılgınca tahminler gibi görünebilir.

Yorumların İçeriği, İşlevi ve Zamanlaması

Yorumların üç temel yönü dikkate alınmalıdır: içeriği (content), işlevi (function) ve zamanlaması (timing).

İçerik

Psikanaliz ekolleri arasındaki farklılıklardan biri, klinik tabloda baskın olan yorumların içeriği düzeyinde bulunabilir. “İçerik”, yapılan yorumun, örneğin, savunmalara mı, intrapsişik etkenlere mi yoksa aktarım ilişkisine mi yönelik olduğunu belirtir. İçerik yalnızca hastanın söylediklerine bağlı olarak değil, terapistin yorum yaptığı düzey tarafından da belirlenir. Örneğin, bir hasta, patronuyla yaşadığı zor bir iş durumundan söz edebilir. Patronunu kendisine karşı düşmanca davranan, duyarsız, zorba biri olarak tanımlar; ona göre patronu her zaman her şeyi kendi istediği gibi yapan biridir. Patronla başa çıkma biçiminde, hasta karakteristik olarak pasif bir tutum sergiler: durumu sineye çekecek, ancak patronuna yönelik düşmanca duygularını gizlice ona karşı duyduğu küçümsemeyle dışa vuracaktır. Böylece hasta, zorba bir patron karşısında kendini hem haklı gören hem de pasif agresif biri olarak sunar. Böyle bir anlatı farklı şekillerde ele alınabilir. Klasik Freudyen modelde, vurgu daha çok dürtünün (örneğin, patrona saldırma ve onu küçük düşürme arzusu) ve savunmanın (örneğin, pasiflik) yorumlanması üzerine olurdu. Daha çağdaş nesne ilişkisel modeller ise savunma ve dürtü yorumuna daha az, ilişkisel ve etkileşimsel perspektiflere daha çok önem verebilir. Örneğin, patronla kurulan ilişkiyi aktarımın bir örneği olarak ele alabilir ve hastanın terapisti bir zorba gibi deneyimlemesini, buna eşlik eden gizli küçümsemesiyle birlikte inceleyebilirler.

Yorumun odağının nasıl belirleneceğine dair kesin “kurallar” yoktur. Bununla birlikte, eğer hasta esas olarak parçalanma (fragmentation) ve sınır dağılması (boundary diffusion) yaşantısıyla baş etmekte zorlanıyorsa, bu durum sabit, tanımlı bir kendilik temsilinin yokluğuna bağlı olarak yeterince sağlam bir ego yapısının bulunmadığını (yani zayıf ego gücünün varlığını) ortaya koyar; bu tür bir yaşantı, genellikle anlam, duygulanım ve arzu gibi daha ince meselelerden ziyade yorumun içeriğinde öncelik kazanır (Greenspan, 1977). Örneğin, hastanın esas deneyimi içsel parçalanma duygusuyken, yorumun hastanın çatışmalı isteklerine odaklanması, hastanın temel deneyimini gözden kaçırmak anlamına gelir ve bu nedenle muhtemelen yardımcı olmayacaktır. Kişiliği daha bütünleşmiş nevrotik hastalarda, yorumlar hastanın söylediklerinin anlamına odaklanabilir. Ancak nesne ilişkileri çok dağınık olan ve duygusal durumlarını düzenleyemeyen, kişiliği daha ağır düzeyde bozulmuş hastalarda, yorumlar hastanın duygulanımsal deneyimine odaklanarak daha fazla yardımcı olabilir; yani, anlamları keşfetmeden önce, hastanın ne hissettiğini tanımlamasına yardımcı olmak öncelikli hale gelir.

Psikanalitik yorumlar çok çeşitli düşünce, duygu ya da davranışlara odaklanabilir:

  • Yorumlar, terapi sürecinde kişiler -buna terapist de dâhil- hakkında çizilen çelişkili tasvirlere ve bu çelişkili temsillerin oluşumunun ardında yatan kaygılara dikkat çekebilir.
  • Yorumlar, seans sırasında hastanın kendilik farkındalığını ve terapistle kurduğu bağlantıyı zedeleyen belirli savunmacı manevralara odaklanabilir; bu tür yorumlar aktarım yorumlarıdır (transference interpretation) (bkz. Bölüm 8).
  • Yorumlar, hastanın kendilik temsillerine (self-representation) yöneltilerek onun olumlu ve olumsuz özelliklerini keşfetmesine ve bu özelliklerin belirli ötekilerin temsilleriyle nasıl bağlantılı olabileceğini incelemesine yardımcı olabilir. Bu tür yorumlar farklı düzeylerde yapılabilir; bilinçdışı anlamlara göndermede bulunabilecekleri gibi, ilk aşamada yalnızca hastanın sahip olduğu örtük tutum ve duyguları açık hâle getirmekle de yetinebilir. Düşünme tarzı daha somut olan hastalarla çalışırken, bu ikinci türden yorumlar, daha keşifçi bir çalışma tarzına kademeli bir geçiş için bir giriş noktası işlevi görebilir.
  • Yorumlar, hastanın eylemlerinde, düşüncelerinde ve duygularında -özellikle de kendisiyle ve başkalarıyla, buna terapist de dâhil olmak üzere, kurduğu ilişkiler bağlamında- tekrarlayan örüntülerin saptanmasına odaklanabilir. Bu tür yorumlar, altta yatan nesne ilişkilerini ve bunlarla bağlantılı olarak sahnelenen ya da ima edilen bilinçdışı fantezileri açığa çıkarmayı amaçlar. Bilinçdışı fantezilerin2 varlığı, hastanın davranışlarından ya da inançlarından çıkarsanır. Örneğin, “Ben kötülükle doluyum” fantezisi aktarımda, hastanın eleştirel yorumları yakalamaya yönelik sürekli bir tetikte oluşu biçiminde tezahür edebilir. “Ben her şeye kadirim” fantazisi ise, hastanın herhangi bir zarar görme olasılığını hiç hesaba katmadan riskli davranışlardan söz etmesiyle kendini gösterebilir.

2Britton (1991), bilinçdışı fantezi (unconscious phantasy) ile inanç (belief) arasında faydalı bir ayrım yapar. Ona göre, fantezi deneyimsel olmayan örtük bellek alanında var olurken inanç bir nesne ilişkisi içinde etkinleşen işleyişin ürettiği zihinsel içerikleri yansıtır.

İşlev

En basit haliyle, bir yorumun işlevlerinden biri, hastanın iletişimlerinin -ne kadar tutarsız ya da karışık olursa olsun- anlamlı olduğunu hastaya iletmektir. Bir yorum, hastanın deneyimini, özellikle de bu deneyimin bilinçdışı yönlerine odaklanarak söze döker. Pek çok yorum, hastanın deneyimini geçerli kılma işlevi görür; temelde, hastanın ne hissettiğinin ötesine geçerek onun içinde bulunduğu durumu anladığımızı ileten, empatiye dayalı incelikli yansımalardır. Örneğin, hasta bir arkadaşıyla bir mesele yüzünden yaşadığı bir tartışmayı anlatıyor ve bu tartışmanın onu üzdüğünü söylüyorsa, bizim yapacağımız yorum yalnızca hastanın dile getirdiği üzüntüsünü tanımakla kalmaz. Bunun ötesine geçerek, bir anlaşmazlığın hasta için neden bu kadar rahatsız edici olduğunu da anlamlandırmaya çalışırız. Örneğin, herhangi bir farklılığı hastanın içsel ruhsal (internal psychic) dengesi için tehdit edici olarak deneyimlediğini varsayabiliriz.

Hastamıza onun ruh hâlini yorumladığımızda, dolaylı olarak kendi duruşumuzu da iletmiş oluruz; yani, onu karmaşık bir zihinsel yaşantıya sahip, düşünen ve hisseden bir varlık olarak ele alırız. Bu ise, zamanla içselleştirme süreci yoluyla hastanın kendi üzerine düşünme işlevine dönüşecek bir refleksiyon/derinlemesine düşünme unsurunu da içerir (bkz. Fonagy ve diğ., 2002). Bir yorum bu nedenle yalnızca içeriği sayesinde değil, aynı zamanda hastaya onun yaşantısını düşünebilen ve onu onaylamanın ötesine geçen harici ve farklı bir nesne deneyimi sunduğu için de potansiyel olarak dönüştürücü/mutatif (mutative) olabilir (Kernberg, 1997).3

3Fonagy ve Fonagy (1995), annenin bebeğin sıkıntısına hem bebeğin yaşantısını kabul eden hem de bebekle bağdaşmayan başka bir duygusal durumu ifade eden çift tonlu (dual-tone) bir mesajla yanıt verdiğinde, bunun bebeğe duygusal yaşantısının kapsandığını (contained) ilettiğini öne sürer.

Pek çok yorum, hastanın içsel olarak deneyimlediği şeyle dış gerçeklik arasında bir bağ kurma işlevi görür. Bu, özellikle ego sınırları bulanık olan daha ağır düzeyde rahatsız hastaların, güçlü duygulanımlar ya da zihin durumları ile algı arasında bağlantılar kurmasına yardımcı olur. Bu tür yorumlar, davranış üzerinde etkisi olan bilinçdışı bir zihnin varlığı fikrine yumuşak bir giriş sağlar.

Yorumların sıklıkla hastanın sıkıntısını “kapsadığı (contain)” söylenir. Hastanın deneyiminin farklı parçalarını bir araya getirerek, bir yorum mecazi anlamda hastayı “kucaklar (hold)”. Yorum yapma eyleminin kendisi bile hasta tarafından, kendisine duyduğumuz ilginin somut bir ifadesi olarak deneyimlenebilir ve bu da oldukça kapsayıcı olarak hissedilebilir. Bazen, hasta için yönetilebilecek tek şey bu tür bir kapsayıcılıktır: bazı hastalar bize anlaşılmak için gelirler, ama anlamak için değil (Steiner, 1993). Anlamak, hastanın sürece aktif olarak katılımını -yani kendi zihninin ve bunun başkaları üzerindeki etkisinin sorumluluğunu duygusal olarak taşıyabilecek kadar sağlam olmasını- varsayar. Yorumların kapsayıcı işlevi önemli olmakla birlikte, özellikle daha ağır bozulmuş hastalarda bu işlev hayati olsa da, kapsayıcılık kendi başına bir amaç değildir (Steiner, 1993). Frosh’un isabetli biçimde ifade ettiği gibi:

Eğer terapi yalnızca kapsayıcılık sağlıyorsa, o zaman gerçek olanla -yani çelişki ve kaybın varlığı ile- asla yüzleşilmez.

(1997b: 108)

Hastalarımızın herhangi bir iletişimini ele alırken, onun acısını dindirmemiz yönündeki daimi baskının her zaman farkında olmamız gerekir. Elbette, bu baskı her türlü terapötik girişimin amaçlarından biridir. Ancak ruhsal acıyı hafifletmenin farklı yolları vardır. Bunlardan biri, hastaya öğüt vermek ya da güvence sunmak gibi bir etkinlikte bulunmaktır. Bu tür müdahaleler, kısa vadede hastaya rahatlama sağlasa da, aynı zamanda ona acısıyla birlikte kalamayacağımızı ve bu acı üzerine düşünemeyeceğimizi de iletebilir. Yorumlayıcı bir tutuma bağlı kalmak, her ne kadar acı verici olsa da, hastaya şu mesajı iletir: Katlanılamaz ruh halleri, başka bir kişiyle birlikte düşünülebilir ve bu kişi hastanın yaşantısını geçerli kılar. Sonuçta, Frosh’un (1997a: 98) belirttiği gibi, belki de terapinin sunabileceği tek şey, “kişilerarası kabulün bir metaforu, yalnız olmadığını gösteren bir işaret”tir. Yorum, bu tür bir kabulü iletmenin yollarından biri olabilir. Hastaya “yalnız olmadığını”, başka bir zihnin kendi zihniyle boğuşmakta (grappling with) olduğunu bildirir. Bu basit ama güçlü işlevin önemini küçümsememeliyiz.

Çalışmamızda, açık, alıcı ve destekleyici bir tutum ile araştırıcı ve “gerçekle yüzleştirici” tutum arasında bir denge kurmamız gerekir. Bir yorum hem hastayı doğrulayabilir hem de onu kapsayabilir; fakat aynı zamanda, birbirinden kopuk unsurları bir araya getirerek nihayetinde meydan okuyucu bir nitelik taşımalıdır. İdeal olarak, bir yorum sadece aydınlatıcı değil, aynı zamanda sarsıcıdır. Yorumlama eylemi, hastanın deneyimini yansıtan bir ifadenin ötesindedir; aynı zamanda hastanın deneyimine yeni bir bakış açısı getirir. Bu nedenle, terapötik sürecin zorlayıcı ama gerekli parçasını hasta tolere edebilsin diye güvenli bir ortam yaratmak önemlidir.

Zamanlama

Bir yorum, mevcut bir içsel durumu ya da kendiliğe veya ötekilere dair yerleşik görüşleri tehdit ettiği hissedilirse dirençle karşılanabilir. Bu nedenle zamanlama son derece önemlidir. Kötü zamanlanmış bir espri gibi, bir yorum da -doğru olsa bile- eğer hasta onu duymaya psikolojik olarak hazır değilse, etkisiz kalabilir, hastayı utandırabilir ya da onunla aramızda bir mesafe yaratabilir. Belirli bir davranış, hasta onun psikolojik anlamını tam olarak kavrayamadan yorumlanırsa, hasta kendini edilgen bir konuma itilmiş gibi hissedebilir; bu da bizim bakış açımızın ayrıcalıklı olduğu izlenimini doğurabilir. Erken yapılan yorumlar, terapiste her şeyi bilen bir özellik kazandırabilir; bu da hem terapistin hem de hastanın “bilmeme” durumunun ortaya çıkardığı temel kaygılardan korunmasına hizmet edebilir. Yorumların -tanımı gereği- hastanın dikkatine yeni bir şey getirme özelliğini taşıdığı göz önüne alındığında, hastanın analitik ilişkiye dair içsel algısının istikrarlı olması ya da istikrara kavuşturulması gerekir ki, hasta bu sarsıcı etkiyi işlevsel biçimde kullanabilsin.

En iyi yorumlar, hastanın kendi yorumuna ulaşmasını sağlayan, zamanlaması iyi ayarlanmış ipuçlarından ibarettir. Bu ipuçları, hastaya dair dinamik anlayışımızdan ve o anda ilişkiye egemen olan özel aktarım matrisinden beslenen, ustaca müdahalelerdir. Analitik çalışmanın amacı, hastanın kendi kendini analiz etme kapasitesini geliştirmektir; hastayı ona ustaca yorumlar sunan bir terapiste bağımlı hale getirmek değildir. Her ne kadar bir yorum yapma dürtüsü hissedebilirsek de, terapi durumunu analitik ustalığımızı sergileyeceğimiz bir alan gibi görme tuzağından kaçınmamız gerekir. Eğer hastanın kendini anlama çabalarını sürekli olarak biz önceden karşılarsak, bu, çocuğunun bir nesneye uzandığını gören annenin her seferinde hemen atılıp o nesneyi çocuğun eline vermesine benzer; bu da çocuğun kendi yetilerini deneme fırsatını elinden alır. Bu nedenle, yorum yaparken çoğu zaman “az, çoktur”. Tarachow şu gözlemde bulunur:

Bir yorum nadiren olabildiğince ileri gitmelidir. Tercihen, hedeflediği sonucun bile gerisinde kalmalıdır. Bu, hastaya sizin yorumunuzu genişletme fırsatı verir, sürece daha fazla katılım sağlar ve yardımınızın kurbanı olmanın yaratabileceği travmayı bir ölçüde hafifletir.

(1963: 49)

İyi bir yorum yalındır, doğrudandır ve şeffaftır. “Şeffaf (transparent)” derken kastettiğim, yorumun hastaya bizim belirli bir anlayışa nasıl vardığımızı göstermesidir. Bu, özellikle terapinin erken evrelerinde önemlidir; çünkü hasta bilinçdışıyla çalışmaya alışkın olmayabilir ve bu nedenle bir yorumu, eğer hastanın seansta bize anlattığı içerikle ya da ifade ettiği baskın duygularla temellendirilmemişse, “gökten düşmüş” gibi deneyimleyebilir. Önemli olan, bu yaklaşımın hastanın bizi her şeyi bilen biri olarak algılamasını en aza indirmesi ve hastanın kendi bilinçdışını anlamlandırmak için benimseyebileceği bir model sunmasıdır.

İki haftalık bir aradan önceki sondan bir önceki seansında, Sara bana oturum sırasında televizyonda insanların ölüme yönelik tutumlarını konu alan bir programı izleyip izlemediğimi sordu. Konuşurken ses tonunun kırılganlaştığını ve konuşma hızının arttığını fark ettim. Sara, programın kendi deneyimini doğruladığını, ölüm hakkında konuşmanın ne kadar zor olduğunu anlamlı bir şekilde gösterdiğini düşündüğünü söyledi. Annesini iki yıl önce kanserden kaybetmişti ve o zamandan beri onun ölümünü kabullenmekte büyük zorluk yaşıyordu. “Ölüm” kelimesini sevmiyor ve seanslarda aktif olarak bu kelimeden kaçınıyordu.

Bu materyale yaklaşırken aklımda iki şey vardı: Sara gerçekten de annesinin kaybıyla ilgili yasını çalışmak üzere terapiye gelmişti ve annesine oldukça bağımlıydı. Bu seans, annesinin ölümünün ikinci yıldönümünden birkaç ay önce gerçekleşmişti. Bu nedenle, söylediklerine hem annesinin gerçek kaybıyla ilgili olarak hem de olası örtük bir iletişim içerecek şekilde yanıt vermek önemli görünüyordu. Bu bağlamda, yaklaşmakta olan terapi arasının ve Sara’nın bana olan bağımlılığının farkındaydım. Daha önceki birkaç seansta, seans saatinde orada olmayacağımdan duyduğu korkuyu ve benim orada olacağıma güvenmekte yaşadığı zorluğu birlikte incelemiştik. Bana olan bağımlılığını karakteristik biçimde hızla küçümsüyor, ancak aynı zamanda katkılarımı çok değerli bulduğunu da beni rahatlatırcasına dile getiriyordu.

İlişkimizdeki bu geçmiş öykü ve özellikle bu seansta getirilen materyal ışığında, Sara’nın bilinçli uğraşını dikkate alarak ve bunun başka ne anlama gelebileceğine dair kendi anlayışımla bağlantı kurarak şu müdahaleyi yaptım: “Annenizin ölüm yıldönümüne yaklaştığımızın farkındayım ve ikimiz de bunun sizi çok kaygılandırdığını biliyoruz. Acaba yaklaşmakta olan aramız [seanslara ara vermek] da sizi kaygılandırıyor olabilir mi, ancak bunu dile getirmek fazla tehlikeli mi geliyor size? Tıpkı bana anlattığınız televizyon programındaki insanların ölüm konuşmalarından kaçınarak sizin deneyiminizi doğrulamaları gibi, sanırım siz de bana bugün “ara konuşmasının” da zor olduğunu söylüyorsunuz.”

Yorumlarımız, hastanın gelişimsel düzeyine bağlı olarak farklı işlevler görecektir. Bu, bir yorumun zamanlamasıyla ilgili olarak dikkate alınması gereken çok önemli bir husustur. Bir yorumun hasta tarafından özgürleştirici mi yoksa dehşet verici mi deneyimleneceği, büyük ölçüde dilin bedene ve ilkel dürtülere olan bağlarından ne derece özgürleştiğiyle ilgilidir. Ancak dil gerçekten bir gösterenler sistemi hâline geldiğinde yorum yardımcı olabilir. Çok bozulmuş hastalarda, özellikle de sembolik kapasitesi ciddi şekilde zedelenmiş psikotik hastalarda, bir yorum mutlaka bir doğrulanma (validation), kapsanma (containment) ya da anlaşılıyor olma (understanding) deneyimine katkıda bulunmayabilir.

Dolayısıyla, ne zaman ve neyi yorumlayacağımızı bilmek, hastanın genel ruhsal bozulma düzeyine ve bir seans içindeki değişen zihin durumlarına ilişkin sürekli değerlendirmemize dayanır. Hastayı farkında olmadığı örüntülerin bilincine vardıran bir yorum ile hastanın daha önce var olmayan bir temsili (representation) edinmesine yardımcı olan bir yorum arasında bir ayrım vardır.” (Edgecumbe, 2000: 19). Daha fazla hasar görmüş hastalarda -ki bu kişilerin duygusal deneyimlerini anlamlandırmalarında kendilerine yardım eden bir ötekine dair çok az deneyimleri olmuş ya da hiç deneyimleri olmamış olabilir- bizim çalışmamız çoğu zaman anlamı açığa çıkarmakla ilgili değil, hastaya anlamı bulması ya da kurması konusunda yardımcı olmakla ilgilidir. Yani, bir hastanın belirli bir şekilde neden hissettiğini keşfetmeye başlamadan önce onun ne hissettiğini bulmasına yardımcı oluruz.

Yorumun Kişilerarası Bağlamı

Bir yorumun türünü dikkate almadan önce, bu yorumun yapıldığı kişilerarası bağlamın niteliği üzerinde düşünmemiz gerekir. Eğer yorumlamanın işlevlerinden biri, hastanın belirli bir konudaki bakış açısını sorgulamaksa, bu riskli bir stratejidir. İçsel psişik statükonun çekimi oldukça güçlü olabilir ve bu nedenle bir yorum, kırılgan bir dengeyi bozma tehdidi taşıyan istenmeyen bir müdahale olarak deneyimlenebilir. Bu nedenle, yorumların, hastanın bizi faydasız, saldırgan ya da cezalandırıcı olarak deneyimlemesini tolere edebilecek güçlü bir terapötik ittifak bağlamında yapılması tercih edilir. Yine de, aktarım çarpıtmaları nedeniyle hasta bizi destekleyici olmayan biri olarak deneyimleyebilir. Bu tür durumlarda, bu algının yorumlanması, destekleyici bir bağlamı yeniden kurmak açısından önemli olur. Her ilişkide olduğu gibi, terapötik ilişkide de zaman zaman yanlış anlamalar ve uyumsuzluklar yaşanacaktır. Asıl önemli olan, bu tür deneyimlerin üzerine düşünülebilmesi ve sorunların yapıcı bir şekilde atlatılabilmesidir. Onarılabilir kopmaların yaşanması ve telafi edilmesi, terapötik ilişkiyi güçlendirir.

Yorum Türleri

Başlıca iki tür analitik yorum vardır: yeniden inşa edici ya da genetik yorumlar4 (reconstructive or genetic interpretations) ve aktarım ya da “şimdi ve burada” yorumları (transference or here-and-now interpretations). Yeniden inşa edici (reconstructive) bir yorum, hastanın duygularına ya da düşüncelerine dikkat çeker; örneğin, bunları gelişimsel kökenleriyle ilişkilendirir (örneğin: “Sanırım eşiniz işiyle ilgili olan biteni sizinle paylaşmadığında öfke hissediyorsunuz, tıpkı çocukken anne babanızın sizi kendi aralarındaki konuşmalarına dahil etmemeleri durumunda hissettiğiniz gibi”). Kleinyen düşünce akımı ana akım psikanalitik uygulamada yerini alana kadar, yeniden inşa edici yorumlar analitik çalışmanın sessiz ve temel unsuru olmuştur (Brenneis, 1999). Daha önce 3. bölümde gördüğümüz gibi, bazı çağdaş yaklaşımlar artık çocukluk olaylarının, geri çağrılması mümkün olmayan erken deneyimlere dayalı olarak şekillenen prosedürler hâline geldiğini öne sürmektedir. Bu bakış açısı, yeniden inşa edici yorumların işlevini ve önceliğini sorgulamıştır.

4Bunlar bazen aktarım dışı (extra-transference) yorumlar olarak da adlandırılır. Bu terim, aktarım yorumu olmayan her türlü müdahaleyi kapsar.

Çalışmamızda, davranışlarımızı organize eden ruhsal yapılara (psychic structure) dikkat etmemiz gerekir. Terapötik değişim, bu yapıların oluşumuna katkıda bulunan yaşantılar değil, doğrudan bu yapılar ele alındığında gerçekleşecektir.5 Yorumlamadaki odak, hastanın aktarım ilişkisinde kendini gösteren örüntüleri ya da işlemleridir. Bu tür yorumlar genellikle “şimdi ve burada” ya da aktarım yorumları olarak adlandırılır. Geçmişteki figürlere yapılan göndermeleri içerebilseler de, esas odaklarını terapi odasında gelişmekte olan, terapistle olan mevcut ilişki üzerinde korurlar (bkz. Bölüm 8).

Aktarımı, hastanın çağrışımlarından, duygulanımlarından ve geçmişi yeniden yaratan ya da yeniden sahneleyen davranışlarından çıkarırız. Günümüzde aktarım, geçmişin birebir bir tekrarı olmaktan ziyade, geçmişten etkilenmiş yeni bir deneyim olarak kabul edilmektedir. Bir aktarım yorumu, hasta-terapist ilişkisine açık bir gönderme yapar ve hastanın ilişki içinde kendini gösteren çatışmalarını açığa çıkarmayı, açıklamayı ve bu çatışmaların keşfini teşvik etmeyi amaçlar. Her ne kadar yorumun odağı hastanın geçmişi olmasa da, aktarım çalışması geçmişin anlaşılmasına götürür; Roys bu durumu şöyle ifade eder:

Bebeklik dönemine ait kaygıların ve savunmaların yeniden yapılandırılmasına yol açan şey, terapistten gelen entelektüel bir açıklama değil, terapistle yaşanan canlı etkileşimin deneyimlenmesidir.

(1999: 37)

Birçok çağdaş yaklaşımda amaç, hastaya gerçekte ne olduğu bakımından bir hakikate (truth) ulaşmak değil, hastanın duygulanımsal deneyimini anlamaktır (Flax, 1981). Bu nedenle, birçok çağdaş terapist, terapötik çabalarını hastanın şu anki (current) kendilik temsillerinin ve ötekilerle ilişkili temsillerinin formülasyonu ve yorumlanmasına odaklar. Bu odaklanma, hastanın geçmişini yeniden yapılandırarak nesnel bir hakikate ulaşılabileceği yanılgısından uzaklaşmayı yansıtır.

Uygulamada, çok az terapist kendini yalnızca aktarım yorumlarıyla ya da yeniden yapılandırıcı yorumlarla sınırlar; ancak farklı kuram ekollerine özgü olarak vurguda farklılıklar bulunur. Bu iki tür yorumun kullanımı, terapi odasında oldukça farklı deneyimlerin ortaya çıkmasına yol açar. Yeniden yapılandırıcı bir yorum, hastanın davranışlarının kökenlerini kesin biçimde geçmişte konumlandırır. Bu bağlamda, hastanın şu anda hissettiği bir öfke örneğin, terapist tarafından geçmişteki önemli bir figüre yönlendirilebilir; böylece terapist ve hasta, odadaki anlık ve yoğun duygusal bir deneyimden korunmuş olur. Buna karşılık, aktarım yorumu daha cesurdur: Hastayı, ne kadar rahatsız edici ya da üzücü olursa olsun, duygusal tepkisini terapötik ilişkinin doğrudanlığı içinde incelemeye davet eder. Bu anlamda, bir aktarım yorumu, hastanın kaçınmak isteyebileceği duygulanıma daha doğrudan bir maruziyet içerir. Dolayısıyla, terapisti de hastanın gelişen anlatısında doğrudan bir ana karakter (protagonist) hâline getirir. Terapisti, hastanın yönelttiği -terapist için de rahatsız edici olabilecek- duyguların hedefi konumuna yerleştirir. Gerçekten de, Waska şu gözlemde bulunur:

Pek çok hasta ve analist, aktarım fantazilerinin keşfinden kaçınmak için genetik yeniden inşayı (genetic reconstruction), serbest çağrışımı ve rüya anımsamalarını savunma olarak kullanır. Hem hastanın hem de analistin, hastanın fantezi yaşamının merkeziliğine ve bu içsel hareketliliğin terapi ilişkisi içinde nasıl oynandığına sürekli olarak geri dönebilme kapasitesi, tedavinin psikanalitik olarak tanımlanmasını sağlayan şeydir.

(Waska, 2000: 28)

Bir diğer yaygın ayrım ise yüzeysel yorumlar (surface interpretation) ile derinlikli yorumlar (depth interpretation) arasındadır. Yüzeysel bir yorum, hastanın bilincine çok yakın olan, yani daha belirgin düzeydeki iletişimle sınırlı kalır. Genel olarak, bu tür bir yoruma karşılık hasta şaşkınlık hissetmektense, terapistin işaret ettiği şeyi -daha önce bilinçli olarak bağlantı kurmamış olsa bile- daha kolay tanıma eğiliminde olur. Hastanın neyi tolere edebileceğinden emin olunamadığı durumlarda, başlangıçta hastanın bilinç düzeyinden en uzak olan, örneğin yıkıcı duygularına ya da fantezilerine dair yorumlardan kaçınmak en iyisidir.

Derinlikli bir yorum genellikle en eski ve bu nedenle bilinçten en uzak olan unsurların yüzeye çıkarılmasını içerir. Busch (2000), derinlikli bir yorumu yapma zamanına geldiğimizde, bunun hastaya artık pek de “derin” gelmemesi gerektiğini önererek faydalı bir bakış açısı sunar. Ross ise şu şekilde ileri gider:

Hâlâ bilinçdışı olan çatışmaların yorumlanması -ki bu çatışmalar ancak dolaylı olarak çıkarım yoluyla anlaşılabilir- analizanın zihinsel özerkliğinin ihlalidir; bilinmezliğin yarattığı dehşeti yatıştırmak amacıyla analistin başvurduğu, erken yapılmış şematikleştirmelerdir.

(Ross, 1999: 98)

Busch ve Ross, hastanın hızına uyan bir yaklaşımı savunur ve bizi, belirsizliğe karşı bir savunma olarak aşırı yorum yapmanın (over-interpreting) ve anlamı erken atfetmenin tehlikelerine karşı uyarırlar.

Devam ediyor… (188)

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir