Psişik Değişim Süreci (3. Bölüm)

Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

Zihin modellerimiz (models of the mind), psikoterapiyi nasıl uyguladığımızı belirler. Bilinçdışı süreçlere ilişkin anlayışımız daha incelikli hâle geldikçe, psişik değişimin (psychic change) nasıl meydana gelebileceğine ve psikanalitik terapinin bu sürece nasıl yardımcı olabileceğine dair yeni bir ışık tutmuştur. Bu bölümde, psikanalitik terapide terapötik etki (therapeutic action) sorusunu ele almak için bir basamak taşı olarak, bilinçdışı algının (unconscious perception) doğasını ve belleğin (memory) işleyişini inceleyeceğiz.

Bilinçdışı İşleme İçin Kanıt

Bilinç (consciousness), insan varlığının ayırt edici bir özelliği olarak kabul edilir. Bununla birlikte, insan zihni üzerindeki bilinmeyen etkenlerin etkisi uzun zamandır kabul edilmektedir. İnsan bilincinin davranışlarının, doğrudan erişemediğimiz güçler tarafından yönlendirildiği düşüncesi, kesinlikle Freud’un özgün bir keşfi değildir. Dinamik bilinçdışı (dynamic unconscious) kavramı Freud tarafından formüle edilmeden önce, tanrılar ya da kader, davranış üzerinde etkili olan ve bireye yabancı olarak deneyimlenen bilinmeyen -ve çoğu zaman yıkıcı- güçler için elverişli birer depo işlevi görmekteydi.

Freud’un erken dönem kuramları, rasyonel, bilinçli zihni; hazcı, benmerkezci ve yıkıcı olarak tasvir edilen irrasyonel bir zihin bölümünden bir bariyerle ayrılmış olarak tanımlıyordu. Freudcu bilinçdışı, içgüdüsel dürtülerin temsilleri (representations of instinctual drives) olarak anlaşılan, doyum bulmamış içgüdüsel arzulardan (wishes) oluşuyordu. Freud, bilinçli olmayan ancak bilinçli hâle gelebilme kapasitesine sahip süreçleri içeren, bilinçöncesi (preconscious) adını verdiği ara bir alan ileri sürdü. Bu model daha sonra, zihnin üç ögesinden oluşan yapısal modele –id, ego ve süperego (bkz. Bölüm 2)- dönüştürülerek geliştirildi. Kısa süre içinde yalnızca id’in değil, ego ve süperego’ya atfedilen birçok işlevin de bilinçdışı olduğu ortaya çıktı.

Freud’dan bu yana, bilinçdışı zihinsel aktiviteye (unconscious mentation) ilişkin kanıtlar istikrarlı biçimde birikmiştir. Bilinçdışı süreçlerin incelenmesi, psikanaliz ile sinirbilim arasındaki kademeli yakınlaşma sayesinde bugün hiç olmadığı kadar heyecan verici ve umut vaat eden bir alan hâline gelmiştir. Bilinçli farkındalığın dışında işleyen etkenler, artık birçok bilişsel psikoloji kuramında kabul edilmektedir. Bilinçdışı etkinliklerin, zihinsel süreçlerin bilincin asla açıklamaya yaklaşamayacağı kadar büyük bir kısmını oluşturduğu anlaşılmıştır. Bilişsel psikoloji ve sinirbilim alanındaki bulgular, davranışlarımızın ve duygusal tepkilerimizin önemli bir bölümünün, bilinci tamamen devre dışı bırakan özerk, bilinçdışı yapılar tarafından kontrol edildiğini defalarca ortaya koymuştur (Damasio, 1999; Pally, 2000). Günümüzde psikanaliz ve bilişsel psikoloji, anlam sistemlerinin deneyimin hem bilinçli hem de bilinçdışı yönlerini içerdiği konusunda da birleşmektedir.

Araştırmacılar, bilişe ilişkin olarak geçerli olan aynı ilkelerin, bilinçdışı (örtük) duygulanımsal ve güdüsel süreçler için de geçerli olduğunu keşfetmeye başlamaktadır. Bu nedenle, bilişsel bilinçdışı (cognitive unconscious) (Kihlstrom, 1987) kavramı artık bilişsel–duygulanımsal–motivasyonel bilinçdışı (cognitive–affective–motivational unconscious) hâlini almaktadır (Brenner, 1982; Sandler, 1987; Westen, 1998). İşlevsel görüntüleme alanındaki ilerlemelerin de katkısıyla, içgüdüsel dürtülerin ve temel duyguların nörobiyolojik temelleri (örn. Etkin ve ark., 2004; Yoshino ve ark., 2005) ile bunların zihinsel/ruhsal yaşam (mental life) içindeki önemi (LeDoux, 1998a; Panksepp, 1998; Rolls, 1995) hakkında artık çok daha fazla bilgiye sahibiz. Yakın tarihli bulgular, Freud’un zihinsel etkinliğin, erken ruhsal gelişimi etkileyen, filogenetik olarak (phylogenetically) eski duygu ve güdü sistemlerine dayandığı yönündeki iddiasını desteklemektedir (LeDoux, 1998a; Panksepp, 1998).

Bilinçdışı duygulanım (unconscious affect) üzerine yapılan araştırmalar, bir hissi hissettiğimizin bilinçli farkındalığı olmaksızın o hissi hissedebileceğimiz ve farkında olmadığımız hislerle hareket edebileceğimiz yönünde ikna edici kanıtlar sunmaktadır (örn. bkz. Westen, 1998). Eşikaltı algı (subliminal perception), örtük biliş (implicit cognition) ve yönlendirilmiş unutma (directed forgetting) gibi laboratuvar paradigmalarına odaklanan çalışmalar, bilinçdışının, bilişin ve duygulanımın sinirsel temeline ilişkin yeni içgörüler sağlamıştır (Stein, Solms ve van Honk, 2006). Başka bir deyişle, artık duygu işlemenin (emotion processing) bilinçli farkındalık olmaksızın başlatılabileceği ve bu şekilde ilerleyebileceği konusunda sağlam kanıtlara sahibiz (Balconi ve Lucchiari, 2008; LeDoux, 1998a; Wiens, 2006; Wong ve ark., 1994).

Bilinçdışına ilişkin en güçlü kanıtlar, algı üzerine yapılan çalışmalardan ortaya çıkmıştır. Algıladığımız şey, son derece karmaşık bir nörofizyolojik sürecin nihai sonucudur. Bir nesneyi algılayabilmek için beyin, nesnenin çevresel özelliklerinin tümünü işler ve bunları bellekte depolanmış örüntülerle karşılaştırır. Mevcut örüntüye uygun bir eşleşme bulunduğunda ise algı gerçekleşir.1 Algısal sistemimiz, yalnızca doğru değil aynı zamanda hızlı algılama gereksinimine yanıt olarak evrimleşmiştir. Bu nedenle beyin, ikiye ayrılmış bir algısal sistem geliştirmiştir (LeDoux, 1995). Daha yavaş işleyen algısal sistem korteksi içerir ve bu nedenle bilinçli farkındalığı da kapsayabilir. Bu sistem, daha ayrıntılı bilgilerin toplanmasına olanak tanır; bu da tepkileri engellememize ve alternatif davranışlar başlatmamıza yardımcı olur. Diğer sistem ise algıyı korteksi devre dışı bırakarak “hızlı yol”dan işler. Bu sistem herhangi bir bilinçli farkındalık içermez. “Hızlı yol” sisteminin (“fast-track” system) sorunu, algıladığımız şeyi daha ince ayrıntılarla değerlendirmeye olanak tanımamasıdır. Bununla birlikte, gündelik yaşamımızdaki birçok durum tam da bu tür bir sisteme dayanır. Bu, algıları hızlı yoldan işlediğimizde, geçmiş deneyimlerin her zaman mevcut algıları etkilediği ve dolayısıyla geçmiş deneyimlere çok benzeyen davranış ya da his örüntülerine katkıda bulunabileceği anlamına gelir.

1Örüntü eşleştirme (pattern matching) ilgi çekicidir; çünkü Pally’nin (2000) vurguladığı gibi, bu durum, hastaların sıklıkla belirli deneyimleri yinelediklerine ilişkin klinik gözlemi kısmen açıklamaktadır. Bu, belirli bir deneyimi yinelemekten ziyade, geçmişte meydana gelmiş olana yönelik bir yanlılıkla durumları yorumlama eğiliminde olduğumuz için tekrarlayan davranış örüntülerine girdiğimizi söylemenin daha doğru olabileceğini düşündürmektedir (Pally, 2000).

Bilinçdışı işlemenin en ilginç örneklerinden bazıları, nörolojik yazında bulunabilir. Örneğin Damasio (1999), artık insanların yüzlerini bilinçli olarak tanıyamayan ancak tanıdık yüzleri bilinçdışı olarak ayırt edebilen yüz agnozili hastaları tanımlar. Deneysel durumlarda bu hastalara yüz fotoğrafları gösterildiğinde, ister tanıdık (örneğin arkadaşlar veya aile üyeleri) ister tanıdık olmayan yüzler olsun, bunların tümü onlar için tanınmaz durumdadır. Ancak her tanıdık yüz gösterildiğinde belirgin bir deri iletkenliği tepkisi oluşurken, tanıdık olmayan yüzlerde böyle bir tepki gözlenmez. Bu durum, hasta herhangi bir tanıma düzeyinin bilinçli farkındalığına sahip olmasa bile, fizyolojik tepkinin farklı bir şey söylediğini göstermektedir: deri iletkenliği tepkisinin büyüklüğü, en yakın akrabalar için daha fazladır. Dolayısıyla, beynimizin belirli bir uyarana ilişkin geçmiş bilgisini açığa vuran özgül bir tepki üretebildiği ve bunu tamamen bilinci devre dışı bırakarak yapabildiği görülmektedir.

Öğrenme çoğu zaman bilinç olmaksızın gerçekleşir. Dolayısıyla, sözde “bilgi”mizin büyük bir kısmı bilinçli ve amaçlı bir biçimde edinilmez. Örneğin, koşullanma yoluyla edinilen bilgi, bilincimizin dışında kalır ve yalnızca dolaylı olarak ifade edilir. Duyusal-motor becerilerin (örneğin araba kullanma ya da bisiklete binme) bilinç, yani hareketle ifade edilen bilginin farkındalığı olmaksızın geri çağrılması, davranışlarımızın bilincin aracılığına ihtiyaç duymadığının en yaygın gündelik örneği olabilir. Bilişsel bilim içinde bu durum örtük işleme (implicit processing) olarak adlandırılır. Bu tür işleme, tekrarlayıcı ve otomatik nitelikteki zihinsel etkinliklere uygulanır; odaklanmış dikkatin ve sözelleştirilmiş deneyimin alanı dışında işleyerek hızlı sınıflandırma ve karar verme olanağı sağlar. (Kihlstrom, 1987). Nitekim, tam da bu tür örtük işlemeye güvenebildiğimiz ve dolayısıyla davranışımızın her an bilinçli bir gözden geçirmesine bağımlı olmadığımız için, dikkat ve zaman açısından özgürleşiriz. Böylece bilinç aygıtı, “organizmamızın temel tasarımı”nda öngörülmeyen çevresel zorluklarla başa çıkmak üzere kullanılabilir (Damasio, 1999).

Artık bilinçdışı algının ve işlemenin kanıtsal temeli öyle bir düzeydedir ki, en azından betimleyici anlamda, hiçbir terapötik yaklaşım bilinçdışının varlığını reddedemez. Bununla birlikte, bilinçdışı işleme, yani bilinçli farkındalık olmaksızın gerçekleşen öğrenme ve algıya ilişkin kanıtlar bulunsa da, dinamik bilinçdışı (dynamic unconscious) kavramı daha problematiktir. Freud’un özgün formülasyonlarında dinamik bilinçdışı, olayları meydana getiren sürekli bir motivasyon/güdülenme kaynağı olarak tasvir edilmiştir. Bu anlamda, bilinçdışında depolananların yalnızca erişilemez olmadığı, aynı zamanda içeriğinin bastırmanın (repression) bir sonucu olduğu öne sürülmüştür. Bastırma, bilinci tehdit edici nitelikteki düşünce ve hislerden koruyan ve dolayısıyla anksiyetenin kaynağı olan bir mekanizma olarak tanımlanmıştır. Freud, başlangıçta Breuer ile birlikte, bastırmanın travmatik olay anılarına etki ederek onları bilinçten uzaklaştırdığını ileri sürmüştür. Daha sonra ise bastırmanın, esas olarak, gerçek olaylara ilişkin anılardan ziyade, çocukluk dönemine ait dürtü ve istekler üzerinde işlediğini öne sürmüştür.

Bastırma kavramı ilginç bir soru ortaya çıkarır; çünkü ancak bir deneyim bilinebildiğinde ve temsil edilebildiğinde gizlenebilir. Belirli bir düşünceyi bilinçdışı düzeyde sürdürebilmek için, öncelikle bir deneyimi belirli ve net bir biçimde ortaya koyma yetisine sahip olmamız gerekir. Gelişim psikolojisi (developmental psychology), deneyimlerimizi istikrarlı ve anlamlı bir biçimde temsil etme yetisinin ancak zamanla geliştiğini göstermiştir. Bu durum, bilişsel açıdan bakıldığında, bastırmanın yaşamın en başından itibaren işleyebilecek bir savunma olmadığına işaret eder. Freud da bastırmayı, zaman içinde gelişen, istenmeyen dürtülere karşı bir savunma biçimi olarak anlamıştır:

Transferans nevrozlarının psikanalitik gözlemi… bizi, bastırmanın başlangıçtan itibaren mevcut olan bir savunma mekanizması olmadığı ve bilinçli ile bilinçdışı zihinsel etkinlik arasında keskin bir ayrım gerçekleşmeden ortaya çıkamayacağı sonucuna götürür.

(Freud, 1915a)

Mevcut kanıtlar temelinde, bastırmanın bütünüyle bilinçdışı bir süreç olduğu ya da esas olarak çocukluk dönemi isteklerine yöneldiği görüşü, çok az ampirik destek bulmaktadır. Dinamik bilinçdışından ve bastırmadan hâlâ bir savunma süreci olarak söz edebilsek de, bu kavramların, artık bellek işleyişi hakkında bildiklerimizle uyumlu biçimde yeniden tanımlanması gerekmektedir. Şimdi dikkatimizi bu konuya çevireceğiz.

Bellek Üzerine Psikanalitik Perspektifler

Bellek (memory) sorunu, yani neyi hatırlayabildiğimiz, neyi hatırlayamadığımız ya da hatırlamak istemediğimiz sorusu, psikanalitik uygulayıcılar ve araştırmacılar için merkezi bir öneme sahiptir. Freud, histerinin doğasına ilişkin erken dönem formülasyonlarında, histerik kişinin sorununu “anıların acısını çekmek” olarak anlamıştır (Freud & Breuer, 1895: 7). Freud ve Breuer (1895), histerik hastanın psişik acısının kaynağının, çocuklukta meydana gelen ancak bilinçli olarak hatırlanamayan travmatik olayları unutamama olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu nedenle terapinin amacı, bastırılmış travmatik olayları yeniden yüzeye çıkarmaktı. Freud her ne kadar daha sonra histeriye ilişkin görüşlerini değiştirmiş olsa da, bellekteki bozukluklar ile psikopatoloji arasındaki bu erken dönem bağlantı, geçmişin açığa çıkarılmasını psikoterapinin gerekli bir amacı olarak gören bazı psikanalitik uygulayıcıların örtük düşüncesinde hâlâ izlenebilmektedir. Belleğe ilişkin bilgimiz giderek daha incelikli hâle geldikçe, klasik psikanalitik bellek anlayışı ve dolayısıyla terapötik etkinin doğasına ilişkin görüş de sorgulanmaya başlanmıştır.

Klinik uygulama açısından özellikle önem taşıyan bir bellek özelliği, belleğin tanımı gereği her zaman yeniden inşa edilmesi ve özellikle de güdülenmeden etkilenmesidir. Bellek, geçmiş olaylar kadar, mevcut bağlam, duygudurum, inançlar ve tutumlardan da etkilenir (Brenneis, 1999). Anılar, olguların doğrudan kopyaları değildir. Aksine, bellek, geri çağırma sırasında karmaşık bir yeniden inşa (reconstruction) sürecinden geçer. Bu, bazı otobiyografik olaylara ilişkin belleğin, özgün olaydan farklı biçimlerde yeniden inşa edilebileceği ya da hiç hatırlanmayabileceği anlamına gelir. Belleğin, özgün ve bozulmamış biçimde depodan geri getirilmeyip sürekli olarak inşa edildiği yönündeki görüş, bilişsel psikoloji ve nörobiyolojideki güncel düşünceyle uyumludur. Bununla birlikte, buradan, erken dönem anıların çoğunlukla yanlış olduğu sonucunu çıkarmak hatalı olur: Araştırmalar, erken dönem anılarda gerçekte önemli ölçüde doğruluk payı bulunduğunu göstermektedir (Brewin ve ark., 1993); ancak bir deneyimin daha ince ayrıntılarının -hasta tarafından canlı biçimde hatırlanıp aktarılmış olsa bile- bütünüyle doğru olması olası değildir.

Artık, sahte anılar (false memory) olarak adlandırılan olguya ilişkin hararetli tartışmaların fazlasıyla farkındayız. Erken dönem anıların güvenilirliği ve erişilebilirliği konusundaki ilgi ve hatta tartışma, on yılı aşkın bir süre önce, medyanın, psikoterapi bağlamında ensest içerikli cinsel istismarın yeniden inşa edilmesine yönelik artan bir eğilime dikkat çekmesiyle ivme kazanmıştır. Rüyalar, anlaşılması güç bedensel duyumlar, belirli aktarım ve karşıaktarım örüntüleri ile dissosiyatif epizodlar, birçok terapist tarafından hastalarının bastırılmış bir travmatik deneyim yaşadıklarının kanıtı olarak kabul edilmiştir. Bu sonuç, analitik verilerin, bilinçli olarak erişilemeyen tarihsel olayları yeniden inşa edip doğrulayabileceği varsayımına dayanmaktaydı. Başka bir deyişle, bu, analitik verilerin “yeterince iyi” olduğu inancını yansıtmaktaydı. Yukarıda belirtilen ve bastırılmış travmanın kanıtı olarak kabul edilmiş belirtilerin her biri, travma ile birlikte görülebilir ve sıklıkla görülür de; ancak yalnızca travma durumunda ortaya çıkmaz. Tehlike, hatırlanmayan olayların niteliğini, yalnızca bu tekrarlayan fenomenlerden herhangi birinin içeriğine dayanarak çıkarsamaya çalışmaktan kaynaklanır.

Belleğin yeniden inşa edildiğini öne sürmek, psikanalitik yeniden inşaların mutlaka yanlış olduğu ya da geri kazanılmış anıların daima ya da çoğunlukla yanlış olduğu anlamına gelmez. Ancak bu, psikoterapi bağlamında yeniden inşalara dayalı “hakikat (truth)” kavramına bir miktar temkinle yaklaşmamız gerektiği anlamına gelir. Kesin olarak ileri sürebileceğimiz tek şey, hastalarımızın doğru olduğuna inandıkları şeylerin, dünyada nasıl hissettikleri ve davrandıkları üzerinde önemli sonuçları olduğudur. Terapistler olarak rolümüz ne bir savunucu ne de bir jüri olmaktır; biz, hastanın iç dünyasını ve bunun dış ilişkileri ile gündelik işlevselliğini nasıl etkilediğini anlamaya yönelik çabalarının kolaylaştırıcılarıyız. Burada, hastaların söylediklerine inanmamayı savunmuyorum. Travma yaşamış hastaların, travmatik deneyimlerinin doğrulanmasına ihtiyaçları vardır. Ancak doğrulayabileceğimiz tek şey, onların bir olaya ilişkin duygulanımsal deneyimi ve buna dair bireysel anlatılarıdır. Önemli olarak, çoğu zaman neyin yaşanmış olabileceğini bilmemekten kaynaklanan anksiyeteye katlanmamız gerekir ki, hastalarımıza da buna katlanabilmeleri için yardımcı olabilelim. Hastalarımızın herhangi bir travmaya dair bilinçli bir anısı olmadığında, ancak biz terapistler olarak semptomatik görünümlerinden travma çıkarsadığımızda, doğru olup olmayabilecek formülasyonların kesin bilgiyle bilinemeyecek biçimde, dayanılmaz anlam boşluklarını doldurmak için aşırı istekli olmamaya özen göstermemiz gerekir. Brenneis’in belirttiği gibi, hem bizde hem de hastalarımızda “mevcut deneyimin gizemlerini çözecek özgün bir olayı bulma yönünde saf bir arzu” vardır (1999: 188). Bu arzu, zaman zaman bizi yanlış yönlendirebilir; çünkü Kris’in hikmetli biçimde hatırlattığı gibi, “Biz ([W]e), nadir istisnalar dışında, baştan çıkarılmanın yaşandığı merdivendeki o öğleden sonra olaylarını bulabilecek durumda değiliz” (1956: 73).

İnsan belleği üzerine yapılan araştırmalar, bu konularda temkinli olma gereğini anlamamıza yardımcı olur. Bu araştırmalar, farklı türlerde bellek sistemleri ve dolayısıyla farklı türlerde anılar bulunduğunu göstermektedir. Bazı anı kümeleri, anbean tutarlı bir biçimde yeniden etkinleşir. Bu anılar, fiziksel, zihinsel ve demografik kimliğimize ilişkin olgularla ilgilidir. Bunlar, dünyada yönümüzü bulmamızı sağlar. Geleneksel olarak bu bellek türüne, farklı biçimlerde, bildirimsel/deklaratif (declarative), açık (explicit)2 ya da otobiyografik bellek (autobiographical memory) denir. Bundan sonra kullanacağım terim olan bildirimsel bellek, olguları ve olayları bilinçli olarak hatırlamamızı sağlayan temel örgütlenmedir. İnsanlara, nesnelere ve yerlere ilişkin bilinçli belleği ifade eder. Temsil ettikleri şeyler bulunmadığında bile olguların ve deneyimlerin bilinçli farkındalığa getirilmesini sağlayan simgesel ya da imgesel bilgiyi içerir. Bu tür bellek, genel ve kişisel olgular ile bilgiye ilişkin anlamsal/semantik belleği (semantic memory) ve belirli olaylara ilişkin olaysal/epizodik belleği (episodic memory) kapsar.

2Açık ve örtük terimleri, sırasıyla, belleğin ifadesinde bilinçli geri çağırmanın söz konusu olup olmamasına işaret eder. Uzun süreli bellek hem açık hem de örtük olabilir. Her ikisi de bilginin kalıcı olarak depolanmasını içerir: Bir türü geri çağrılabilir (yani açık anılar), diğeriyse büyük olasılıkla geri çağrılamaz (yani örtük anılar).

Belleğin, uzun süreler boyunca bastırılmış durumda kalan ve bazılarının ise asla geri çağrılmayan içerikleri de vardır. Davranışlarımızın birçok yönü, “nasıl yapılacağını hatırlama”mıza dayanır ve bunu, belirli bir davranışın nasıl gerçekleştirileceğine dair ayrıntıları bilinçli olarak hatırlamadan yapabiliriz. Bu tür bellek, geleneksel olarak prosedürel (procedural), örtük (implicit) ya da deklaratif olmayan (non-declarative) bellek olarak adlandırılır. Bu bellek türü, azaltılmış ipuçları ya da parçalar üzerinden sonraki tanımlama veya tanımayı kolaylaştıran çağrışımlı belleki (primed memory) (örneğin sözcüklere, seslere ya da şekillere ilişkin), duygusal belleki (emotional memory) ve beceriler, alışkanlıklar ile rutinlere ilişkin prosedürel belleki (procedural memory) kapsar.

Duygusal bellek, bir duruma yönelik duygusal tepkilerin koşullanmış öğrenmesidir ve amigdala aracılığıyla işler. Duygusal bellek -yani belirli bir olaya karşılık olarak oluşan koşullanmış duygusal tepki- ile duygusal bir duruma ilişkin deklaratif bellek -yani duygusal açıdan anlamlı olduğu hissedilen olayların geri çağrılması- arasında bir fark vardır. Klasik koşullanmış duygusal tepkiler (örneğin, klasik koşullanmış beklentiler, tercih ve arzular), yaşamımızın duygusal rengini oluşturur. Bunlar, çevremizin belirli yönlerine ve belirli türdeki ilişkilere yönelik olarak bizi bilinçdışı bir biçimde yönlendirir. Çoğu zaman, bu öğrenmeyle bağlantılı bilinçli bir bellek bulunmaz. LeDoux (1994), biliş için odak noktası olan hipokampusun, bilişsel süreçler gerçekleşmeden önce duyguların etkinleşmesinde rol alabileceğini öne sürmektedir. Araştırmaları, duyguların, talamustan amigdalaya uzanan alternatif yollar aracılığıyla korteksi atlayabileceğini göstermektedir. Bu durum, duygusal açıdan yüklü şemaların, bilincin aracılığı olmaksızın yinelenmesini mümkün kılar.

Duygusal bellek gibi, prosedürel bellek de bilinçdışıdır ve bilinçli geri çağırmadan ziyade performansta kendini gösterir. Bu tür bellek, davranışta ortaya çıkan ancak bunun dışında bilinçdışı kalan becerilerin, şemaların ve kurallara dayalı uyumsal tepkilerin edinilmesini ifade eder. Başkalarıyla birlikte olmanın belirli kalıplaşmış biçimlerini ya da yollarını içerir. Örneğin, “nasıl yardım istenir”e ilişkin iyi koordine edilmiş bir prosedürel sistemimiz olabilir. Bu tür prosedürler, bir kişinin belirli kişilerarası çevreleri bilinçdışı olarak seçmesini biçimlendirir, düzenler ve etkiler. Dahası, duygusal açıdan yüklü olaylar, benzer nitelikteki olayların beklendiği durumlarda özellikle yinelenmeye yatkındır.

Nöropsikoloji, deklaratif ve prosedürel bellek sistemlerinin tamamen birbirinden bağımsız olduğunu göstermiştir. Deklaratif bellek hipokampus ve temporal loblarda yer alır. Prosedürel bellek ise bazal ganglionlar ve beyincik gibi korteksaltı yapılarda bulunur. Deklaratif ve prosedürel bellek sistemleri birbirlerinden görece bağımsızdır. Amnezik hastalar üzerine yapılan çalışmalar, bu bellek sistemlerinde yer alan iki bilgi türünün potansiyel olarak ayrışabileceğine dair kanıt sağlamaktadır: Örneğin, amnezik hastalar, sözcük tanıma görevinde görüldüğü üzere, daha önce sözcükleri öğrenmiş olduklarına dair kanıt sergiler; ancak bu sözcükleri daha önce görüp görmediklerine ilişkin bilinçli bir hatırlama göstermezler. Bu durum, öğrenme deneyiminin bilinçli geri çağrılması olmaksızın prosedürel bilginin edinildiğini göstermektedir. Bu bulgu, prosedürel öğrenme biçimlerindeki bir değişimin, bilinçli ve deklaratif bilgi biçimlerindeki bir değişimden farklı mekanizmalar yoluyla gerçekleşebileceğini düşündürmektedir. Bu konunun psikoterapi açısından önemli sonuçları olduğunu, bu bölümün ilerleyen kısımlarında göreceğiz.

Normal yetişkin gelişiminde, deklaratif ve prosedürel bellek sistemleri örtüşür ve birlikte kullanılır. Örneğin, sürekli tekrar, bir deklaratif belleği prosedürel belleğe dönüştürebilir. Benzer şekilde, belirli düşünce veya duygulardan tekrarlayan biçimde kaçınmak, ilişkili davranışın otomatikleşmesine ve böylece sözde bir bastırmanın oluşmasına yol açabilir. Prosedürel bellek, geçmişi simgesel biçimde temsil etmeksizin deneyimi ve davranışı etkiler; nadiren dile aktarılır. Prosedürel anıların tamamen bilinçli farkındalığın dışında (yani bilinçdışı) işlediğini söyleyebilsek de, bunlar bastırılmış anılar ya da başka türde dinamik bilinçdışı içerikler değildir. Bu, onların doğrudan bilinçli belleğe ve ardından sözcüklere çevrilemeyeceği anlamına gelir; yalnızca dolaylı olarak, çıkarım yoluyla bilinebilirler.

Çocukluğun çok erken yıllarında, prefrontal korteks ve hipokampusun olgunlaşmamış olması nedeniyle deklaratif bellek zayıftır; buna karşın, bazal ganglionlar ve amigdala doğumda iyi gelişmiştir. İlk iki ila üç yıl boyunca çocuk, öncelikle prosedürel bellek sistemine dayanır. Hem insanlarda hem de hayvanlarda deklaratif bellek daha sonra gelişir. Başka bir deyişle, çocuk, geçmişinde yaşadığı belirli bir olayı hatırlayabilmesinden önce, bir şeyleri nasıl yapacağını öğrenir. Araştırmalar, yaşamımızın üçüncü ya da dördüncü yılından öncesine ait olayları hatırlamamızın son derece olasılık dışı olduğunu göstermektedir. Bu, deklaratif anıların bulunmadığı durumlarda, çocukluk dönemine ait deneyimlere ilişkin prosedürel anıların var olabileceği anlamına gelir. Nitekim birçok analitik terapist arasında, sözel öncesi deneyimlerin dolaylı olarak ifade edildiği ve yalnızca karşıaktarımın ustaca kullanımı yoluyla kavranabileceği yönünde ortak bir varsayım vardır.

Deklaratif anılar, ilgili beyin sistemlerinin giderek olgunlaşmasına paralel olarak yaklaşık üç yaş civarında ortaya çıkar. Bu bulgu, Freud’un sözünü ettiği çocukluk amnezisinin, onun ileri sürdüğü gibi Ödipus kompleksinin çözülmesi sırasında belleğin bastırılmasıyla değil; daha çok, deklaratif bellek sisteminin yavaş gelişimiyle ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. Erken dönem deneyimlere sözel erişimin olmayışı, dolayısıyla, bilinçdışı bir savunma süreci olarak bastırmayla pek az ilgili olabilir. Aksine, muhtemelen bu erken deneyimlerin sözel öncesi bir biçimde kodlanmış olmasından ve örneğin bedensel semptomlar aracılığıyla dolaylı olarak ifade edilmesinden kaynaklanır. Bu anlamda, hem çok erken dönem olayları unutmadığımızı hem de hatırlayamadığımızı söylemek doğru olur; bu da, erken çocukluk dönemimizdeki biçimlendirici deneyimlerin bilinçli olarak hatırlanmamasına rağmen üzerimizdeki etkisinin neden devam ettiğini açıklar.

Psişenin gelişimi üzerinde derin bir etki yaratabilecek çok erken dönem olaylar, büyük olasılıkla prosedürel bellekte kodlanır. Prosedürel bellek çok miktarda bilgi depolar; ancak bu bilginin ortaya çıktığı deneyimler nadiren geri çağrılabilir. Prosedürel bellekte, bilinçdışı zihinsel yaşamın bir bileşenine ilişkin biyolojik bir örnek buluruz: prosedürel bilinçdışı (procedural unconscious). Bu, dinamik anlamda bastırmanın bir sonucu olmayan (yani dürtülerle ve çatışmalarla ilgili olmayan), ancak yine de bilince erişilemeyen bilinçdışı bir sistemdir. Buna karşılık, psikanalitik bilinçdışının dinamik anlamdaki dünyası, büyük olasılıkla deklaratif belleği destekleyen sinir sistemlerinde köklenir. Bastırma burada gerçekleşebilir; ancak yalnızca deklaratif belleğe kodlamanın mümkün olduğu bir gelişimsel evrede yaşanan olaylar üzerinde etkili olabilecek bir süreçtir.

Bir bütün olarak ele alındığında, algıya ve belleğe ilişkin mevcut anlayışımız temel bir olguyu işaret etmektedir; Gedo’nun ifade ettiği gibi, “Hayatta en anlamlı olan şey, mutlaka sözcüklerle kodlanmış değildir” (1986: 206). Bunun, bir sonraki bölümde göreceğimiz üzere, psikanalitik terapide değişim sürecini nasıl anlayabileceğimiz açısından önemli sonuçları vardır.

Psikanalitik Terapide Terapötik Etki

Pek çok terapötik yaklaşımın psikolojik değişimi başarıyla teşvik ettiği göz önüne alındığında, bu bakımdan psikanalitik tedavinin benzersiz olmadığı açıktır. Yine de, psikanalizin terapötik sürece özenle odaklanması, psişik değişime katkıda bulunabilecek etkenlere dair yararlı bir ışık tutmaktadır.

Tüm psikanaliz ekolleri, hastanın dünyayı ve diğer insanları algılamadaki kendine özgü biçimlerini, içsel gerçeklik ışığında açıklığa kavuşturmanın ve çözümlemenin, onun dış dünyayı daha net algılamasına yardımcı olacağı görüşünü benimser. Genel olarak, psişik acının kökenlerinin yalnızca travmatik bir dış olay(lar)ın sonucu olmadığı, aynı zamanda olayın öznel olarak nasıl yorumlandığı ve bir dizi bilinçdışı anlam etrafında nasıl örgütlendiği ile ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu konularda geniş bir uzlaşı olmakla birlikte, psişik değişimin psikoterapi yoluyla nasıl gerçekleştiği ve değişimi harekete geçiren teknikler konusunda daha az fikir birliği vardır. Bu görüş ayrılığı, kısmen bu konulardaki ampirik araştırma eksikliğini yansıtır. Bu durum, değişime yol açtığı iddia edilen çeşitli teknikler hakkında abartılı iddiaların ortaya atılmasına zemin hazırlıyor.

Psişik değişim sürecine ilişkin çeşitli görüşler vardır. Her bir görüş, terapötik sürecin ve değişimi kolaylaştırdığına inanılan tekniklerin farklı -bazen de örtüşen- yönlerini vurgular. Şimdi en yaygın açıklamaları kısaca gözden geçirelim. Ancak ben özellikle, mevcut araştırmalarla en tutarlı ve en ikna edici bulduğum açıklamaya odaklanacağım.

Geçmişin Kazısı

Arkeolojik metafor, Freud’un topografik modelinden kaynaklanır.
Basitliğinde etkileyici, kendi döneminde ise devrim niteliğinde olan bu görüş, değişimin, bastırılmış geçmiş olayların hatırlanması ile bu olayların hasta üzerindeki anlam ve etkisinin keşfedilmesinden kaynaklandığını öne sürer. Değişimin, bastırmanın kaldırılması, belleğin geri kazanılması ve bunun sonucunda ortaya çıkan içgörü yoluyla gerçekleştiği kabul edilir. Bu model, çoğu kişinin psikanalize özgü olarak tanımladığı yaklaşımdır.

Bu görüşle çelişmeyen bir başka vurgu da, Freud’un daha sonraki yapısal modelinde, hastanın id ve süperegonun baskılarına daha iyi dayanabilecek daha güçlü bir ego inşa etmesine yardımcı olmanın önemine yapılan vurgudur. Terapinin, hastanın egosunu terapistle bir ittifaka dahil ederek diğer baskı kaynaklarına karşı adeta birlikte mücadele etmelerini sağlayarak bu amaca hizmet ettiği kabul edilir. Özellikle terapistle kurulan ilişkinin, daha ılımlı bir süperegonun içselleştirilmesine olanak tanıdığı düşünülür. Bununla birlikte, geçmişin hatırlanması ve şimdiki davranışla bağlantılar kurulması, terapötik çalışmanın temel unsurlarından biri olmayı sürdürür.

Bu görüşte, belleğin geri kazanılmasına atfedilen merkezi işlev, terapistin rolünün, hastanın çağrışımları aracılığıyla geçmişi yeniden inşa etmek olarak görülmesine yol açar. Hastanın erken dönem deneyimlerine genetik [köken veya gelişime ait] bağlantılar kuran ve içgörüye götüren yeniden yapılandırıcı yorumlar, değişimin önemli etkenleri olarak kabul edilir.

Aktarımda Derinlemesine Çalışma

Kleinci değişim anlayışı, hastanın depresif konuma ulaşabilmesi için paranoid kaygılar ve bunlarla ilişkili savunmalar üzerinde derinlemesine çalışmaya (working through) odaklanır. Değişim, nesneden ayrı olma durumunu yas tutabilme kapasitesinin gelişmesi ve hayal edilen ile gerçek saldırılar sonucunda nesnenin durumuna yönelik suçluluk ve endişeye katlanabilme ile ilişkilendirilir. Depresif konum yerleştiğinde, suçluluk ve endişe duyguları, nesnelere verilen varsayılan zararı onarma isteğine katkıda bulunur. Depresif kaygıları paranoid işleyiş biçimlerine başvurmaksızın yapıcı bir şekilde yönetebilme kapasitesi, bunun sonucunda egonun güçlenmesine yol açar.

Tedavinin temel amaçlarından biri, içgörüden ziyade, kendiliğin ayrışmış yönlerinin daha fazla bütünleşmesini sağlamaktır. Bu görevin, terapide, hastanın katlanılmaz psişik durumlarla nasıl başa çıktığını anlamasına yardımcı olmak amacıyla aktarım olgularının ayrıntılı biçimde incelenmesiyle büyük ölçüde desteklendiği belirtilir. Aktarımın yorumlanmasının, hastanın içsel nesneleriyle ilişkilerinde bir değişimi kolaylaştırdığı ve böylece yaşamındaki önemli ötekileri (significant others) daha gerçekçi değerlendirmesinin önünü açtığı düşünülür. Bu da, iç dünya ile dış dünya arasında daha net bir ayrım yapılmasına imkân tanır. Kleinciler bu nedenle, değişimin, geçmişin bilinçli olarak araştırılmasından değil; terapötik ilişki içinde ortaya çıkan ve aktarımda derinlemesine çalışılan temel kaygılar ile savunmaların değişiminden kaynaklandığını öne sürerler.

Bu değişim anlayışında, anlama (yani içgörü) ile, hastanın iletilerine birlikte gelişen etkileşimin analizi yoluyla anlam kazandıran terapistle kurulan ilişki, birbirinden ayrılmaz. Aktarım ilişkisi, duygulanıma odaklanması -ki bu, psişik değişimin bir etkeni olarak görülür- ve Kleincilerin şimdi ve burada ilişkisinin geçmişin bir sahnelemesi olduğu -yani çocukluk geçmişiyle biçimsel olarak aynı olduğu- görüşünü benimsemeleri nedeniyle, değişim sürecinin anahtarı olarak kabul edilir. Aktarımı yorumlayarak terapistin aynı anda hem geçmişi hem de şimdiyi yorumladığı söylenir (Malcolm, 1989). Bu bakımdan, geçmişin yeniden inşası teknik açısından en önemli unsur olarak görülmez; asıl etkili psişik değişim etkeni, şimdideki sahneleme ve bunun yorumlanmasıdır. Yine de, mevcut örüntülerin geçmişle ilişkilendirilmesinin, hastaya “yaşamında bir süreklilik duygusu” sunduğu kabul edilir (Malcolm, 1986: 73).

Anlatının İyileştirici Gücü

Dil, zamanla yaşamımızın anlatısına dönüşen otobiyografik bir tarih oluşturmaya başlamamıza olanak tanır. Bu, hastanın terapiste sunduğu ve terapötik süreç boyunca gelişmesi muhtemel olan hikâyedir. Günümüzde, terapötik etkinin, hastanın geçmişine ait anlatıların bütünleştirilmesi ve bunun anlatısal tutarlılığa ulaşılmasıyla sonuçlanması şeklinde anlaşılmasına yönelik bir eğilim vardır. Bu anlayışta, fark yaratan şey, anlattığımız hikâyelerdir. Anlatısal gerçeklik, tarihsel gerçeklik kadar “gerçek (real)” kabul edilir. Örneğin Spence (1982), insanların yaşam öykülerinden dolayı kendilerini karmaşık, eksik, acı verici ya da kaotik hissettiklerinde yardım arayışına girdiklerini öne sürmüştür. Psikoterapi, terapistle kurulan ilişki aracılığıyla, hastalara yaşamlarına dair bir anlatı yaratma ya da yaşamlarını yeniden yazma olanağı sağlayarak onlara daha büyük bir bütünlük kazandırır. Dolayısıyla, bu modelde geçmişin yeniden inşası (reconstruction of the past), önemli bir terapötik işlevi sürdürür.

Düzeltici Duygusal Deneyim

Tüm terapiler, terapist ile hasta arasında, hastanın zihninin güvenli bir şekilde keşfedilmesine imkân tanıyan bir ilişki kurmayı amaçlar. Psikanalitik terapistlerin çoğunluğu, değişimin terapistle kurulan ilişki aracılığıyla gerçekleştiği varsayımında birleşir. Ancak bu ilişkinin terapötik etkilerini nasıl ortaya çıkardığı ve böylece değişimi nasıl kolaylaştırdığı, hâlâ yoğun biçimde tartışılan bir sorudur. Örneğin, değişim, terapistin bir aktarım nesnesi hâline gelerek hastanın şimdi ve burada ilişki kurma örüntülerini incelemesine imkân tanımasından mı kaynaklanır (pek çok çağdaş terapistin öne sürdüğü gibi), yoksa insanlar, başkalarına yönelik olumsuz beklentilerini geçersiz kılan, duygusal olarak duyarlı bir terapist ile kurdukları yeni bir kişilerarası deneyim aracılığıyla mı iyileşir?

Terapinin düzeltici bir deneyim olduğu görüşünü benimseyenler, terapötik karşılaşmanın, yeni bir nesne ilişkisi için bir fırsat sunduğunu; bu ilişkinin içselleştirildiğini ve kendilik ile ötekine dair daha patojenik varsayımları geçersiz kıldığını öne sürerler. Basitçe ifade etmek gerekirse, terapist, hastanın hiçbir zaman sahip olmadığı “iyi” nesne hâline gelir. Bu yaklaşım, yeni bir nesne ile kurulan ilişkinin, yeni bakış açıları ve tepki verme biçimlerinin içselleştirilmesiyle birlikte yarar sağladığını öne sürer. Bu bakımdan, hastanın terapistle yaşadığı deneyimi, içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin gözden geçirilmesine yol açan ve bu anlamda eski modelleri “düzelten” yeni bir nesne olarak kullanması ile, düzeltici duygusal deneyim (corrective emotional experience) teriminin daha yaygın kullanımında olduğu gibi, terapistin aktarımda kendini gösteren içselleştirilmiş nesne ilişkilerini yorumlamak yerine, hastaya yeni bir deneyim sunmak amacıyla belirli biçimlerde davranmaya yönelik kasıtlı çabaları arasında ayrım yapmak önemlidir. Bebeklik gelişimi araştırmalarının etkisiyle, terapötik değişim bazen bebekliğin duygusal gelişimine benzer biçimde, bir tür yeni gelişim (new development) olarak anlaşılır; ancak bazı klinisyenler, değişimin hatalı gelişimin yerini almak yerine onunla birlikte gerçekleştiğini, böylece kendiliğin belirli yönlerine ve erken fantezilere karşı daha hoşgörülü hâle geldiğimizi öne sürerler.

Yakın zamana kadar, düzeltici duygusal deneyim kavramı belki de fazlasıyla kolay bir şekilde göz ardı ediliyordu. Ancak aşağıda göreceğimiz üzere, değişim sürecine ilişkin bazı çağdaş görüşler, hastaya karşı niteliksel olarak farklı biçimde tepki veren yeni bir nesneyle yaşanan deneyimin, dili devre dışı bırakarak prosedürel düzeyde değişime gerçekten de katkıda bulunabileceği düşüncesinde birleşmektedir.

Şimdiki Zamanda Değişim: İlişkilerin Örtük Modellerini Açığa Çıkarma

Araştırmaların öncülüğünde ve esas olarak Çağdaş Freudcu gelenek içinde (Sandler & Sandler, 1984, 1997) ortaya çıkan bir değişim anlayışı, yukarıda değinilen çeşitli unsurları tutarlı bir biçimde bir araya getirir. Gördüğümüz üzere, zihinle ilgili çağdaş modeller, ilişkisel deneyimlerimizin büyük ölçüde örtük, prosedürel ya da eyleme dayalı biçimlerde -tanımlayıcı anlamda bilinçdışı fakat mutlaka dinamik anlamda bilinçdışı olmayan şekilde- zihinde temsil edildiği anlayışına dayanmaktadır

Bu psişik değişim anlayışı, hepimizin, kendilik-öteki ilişkilerine dair dinamik şablonların (dynamic templates) ya da başka bir deyişle şemaların (schemata) gelişimine katkıda bulunan biçimlendirici erken dönem kişilerarası deneyimlere sahip olduğunu öne sürer. Bu şablonlar, örtük prosedürel bellek sisteminde (implicit procedural memory system) kodlanır. Bu sistem, bir şeylerin nasıl yapılacağına ve başkalarıyla nasıl ilişki kurulacağına dair bilinçdışı bilgiyi depolar. Sandler ve Sandler (1997), anne–bebek etkileşimlerini, kendilik ve nesne temsillerinin en erken biçimlenmelerinin gerçekleştiği bağlamlar ve kendilik temsilinin temel birimini sağlayan deneyimler olarak görürler. Sandlerlar, bunu geçmiş bilinçdışı (past unconscious) olarak adlandırır. Bu bilinçdışının içeriğine doğrudan erişilemez. Bununla birlikte, ilişkilerle ilgili, gelişmekte olan frontal-limbik devrelere adeta damgalanabilecek prosedürleri depolar ve duygulanım düzenleme stratejileri sağlar; böylece yaşam boyu sosyal-duygusal bilginin işlenmesini etkiler (Schore, 1994).

Buna karşılık, şimdiki bilinçdışı (present unconscious) olarak adlandırılan bilinçdışı, şimdi ve burada yaşanan bilinçdışı çabalarımızı ve tepkilerimizi ifade eder. Herhangi bir türde bastırma ya da sansür söz konusu olacaksa, bunun burada gerçekleştiği kabul edilir. Şimdiki bilinçdışının içeriği bilinçli hâle gelebilse de, çoğu zaman bilince girmesine izin verilmeden önce hâlâ sansüre tabi tutulur. Şimdiki bilinçdışındaki bastırmanın kaldırılması, bize otobiyografik anılara erişim sağlar; ancak prosedürel anıları içeren geçmiş bilinçdışına erişim sağlamaz. Geçmiş ve şimdiki bilinçdışı arasındaki ayrım, mevcut davranışlarımızın, yaşamımızın çok erken dönemlerinde oluşturulmuş şablonlara göre işlediğini vurgularken, aynı zamanda bu şablonlara katkıda bulunan gerçek deneyimlerin büyük ölçüde geri çağrılamaz olduğunu da kabul eder.

Başkalarıyla birlikte olmaya ilişkin prosedürel modeller (procedural model), başlangıçta, şekillenmeye başladıkları dönemde mevcut olan gelişimsel anlama düzeyine göre örgütlenir. Çocuklar, kendileri için önemli olan ötekilerle yaşadıkları deneyimleri içselleştirirler. Bu anlamda içselleştirme, nesnenin imgelerini ya da sözel temsillerini çağrıştırma kapasitesinden önce, simgesel öncesi düzeyde gerçekleşir. Temel temsil biçimi sözcükler veya imgeler değil, “başkalarıyla nasıl birlikte olunur”u düzenleyen eylemsel ilişkisel prosedürlerdir (Stern ve ark., 1998). Bireyin içinde bulunduğu çevreye ve karşılaştığı deneyimlere bağlı olarak, bu prosedürler zamanla, daha gelişmiş anlama düzeylerinin yardımıyla yeniden örgütlenebilir ya da örgütlenmeyebilir. Örneğin, diğer prosedürlerle daha az bütünleşmiş olabilirler ya da başkalarının davranışlarına yönelik, gözden geçirmeye kapalı, korkulu veya düşmanca yorumlar içermeye daha yatkın olabilirler. Ayrıca, kendilik-öteki ilişkisi modelleri, bilinçdışı beklenti ağlarını ya da bilinçdışı fantezileri yansıtır:

Modeller, gerçek deneyimin kopyaları değildir; ancak onların, deneyimin yaşandığı anda mevcut olan arzular ve fanteziler tarafından savunmacı biçimde çarpıtıldıkları kuşkusuzdur.

(Fonagy, 1999b: 217)

Davranışlarımızı düzenleyen ve prosedürler olarak depolanan içsel ilişki modelleri, otobiyografik anıların depolandığı beyin bölgelerinden farklı bölgelerde saklanır. Bu durum, aktarımda yeniden sahnelenen ötekilerle-nasıl birlikte-olunacağına-dair modellerin özerklik kazandığını ve bu modellerin oluşumuna başlangıçta katkıda bulunmuş olabilecek olayların hatırlanmasının, terapötik değişimin gerçekleşmesi için gerekli olmadığını göstermektedir.

Herhangi bir terapötik karşılaşmada, birden fazla kendilik-öteki ilişkisi modeli etkinleşir ve hasta, etkinleşen modelle ilişkili deneyimlere dair hikâyeler üretebilir (Fonagy, 1999b). Bu terapötik etki anlayışında, terapi, mevcut ilişki örüntülerine dair olası anlamları farkındalığa getirmeyi amaçlar. Terapötik değişimin ise, örtük biçimde prosedürler olarak kodlanmış mevcut modellerin geliştirilmesi ve yeniden değerlendirilmesi sonucunda, hastanın ilişkilerinde kullandığı prosedürlerde bir değişim meydana gelmesiyle gerçekleştiği kabul edilir. Bu bakımdan, geçmişin anılar olarak kazılması, değişime giden yol olarak görülmez.

Mutatif (Dönüştürücü) Etkileşimler

Artık, Sandler’ların ortaya koyduğu modele yakın olduğumun açıkça anlaşılacağı kuşkusuzdur. Değişimin prosedürel düzeyde gerçekleştiği fikri, hem psikodinamik hem de gelişimsel düşüncelerden etkilenen ve iki öznelliğin karşılaşmasıyla yeni bağlamların ortaklaşa inşasının önemini vurgulayan kuramcılar ve klinisyenler tarafından daha da geliştirilmiştir (Beebe & Lachmann, 1988, 1994; Sameroff, 1983; Stern ve ark., 1998). Sandler’lar ve Fonagy gibi, bu uygulayıcılar da psişik değişimin kısmen prosedürel düzeyde gerçekleştiğini öne sürmektedir. Bu yaklaşımların katkısı, bu fikirleri temel alır ve teknik açısından sonuçlarını daha açık bir şekilde ortaya koyar; yani, terapistin sözel yorumlarının, dilin kendisini devre dışı bırakan terapist–hasta etkileşimlerinin niteliğinin ve doğasının önemini gölgede bırakan, gereğinden fazla değer atfedilen araçlar hâline gelmiş olabileceğini belirtir. Bu görüşlerin altında yatan varsayım, hasta ve terapistin, katkıları eşit olmasa bile, etkileşimlerinin düzenlenmesine birlikte katkıda bulunduğudur. Bu bakış açısına göre, düzenleme hem ikili (dyadik) sistemin ortaya çıkan bir özelliği hem de bireye ait bir özelliktir. Bu bağlamda, aktarım yorumları dışında da mutatif potansiyele sahip olabilecek çeşitli müdahalelere yer vardır.

Bu bakış açılarını besleyen araştırmalar, gelişim psikolojisi alanından kaynaklanmaktadır. Bu alandaki önemli katkılardan biri, etkileşimin, anne–bebek ikilisinde her iki tarafın da anbean ortaklaşa inşa ettiği, kesintisiz ve karşılıklı olarak belirlenen bir süreç olarak tanımlanmasıdır. Hasta–terapist ilişkisi sorusuna bebeklik araştırmaları açısından yaklaşan Lachmann ve Beebe (1996), etkileşimsel düzenlemenin üç örgütleyici ilkesini öne sürer:

  • süregiden düzenleme (ongoing regulation) (yani yinelenen interaksiyonlar/etkileşimler örüntüsü),
  • bozulma ve onarım (disruption and repair) (yani genel bir örüntünün dışına çıkan bir kesinti) ve
  • yoğunlaşmış duygulanımsal anlar (heightened affective moments) (yani dikkat çekici, dramatik bir an).

Onlar üç ilkenin, hasta ile terapist arasında gerçekleşenleri anlamak için birer metafor işlevi gördüğünü öne sürerler. Ayrıca şu görüşü dile getirirler:

Bir terapötik ikilinin her anında, karşılıklılık, yakınlık, güven, kesintilerin onarımı ve umut beklentilerini düzenleme; aynı zamanda katı, arkaik beklentileri geçersiz kılma potansiyeli vardır.

(Lachmann & Beebe, 1996: 21)

Terapötik durumda, süregiden düzenlemeler, duruş ve yüz ifadelerinden selamlaşma ve vedalaşma ritüellerine kadar uzanır. Lachmann ve Beebe’ye (1996) göre, bunların düzenlenme biçimi yeni beklentiler oluşturur ve bir terapötik etki biçimi oluşturur. Başka bir deyişle, hasta ile terapist arasındaki etkileşimlerin, sözel olarak ifade edilmese bile, niteliksel doğasının dönüştürücü potansiyele sahip olduğunu öne sürmektedirler. Çalışmaları, psikanalitik etkileşimi, anne ile bebek arasındaki alışverişe oldukça benzeyen, sözel olmayan iletişim sinyallerinden oluşan bir süreç olarak gören anlayışı vurgular.

Özellikle Lachmann ve Beebe’nin (1996) “yoğunlaşmış duygulanımsal anlar” kavramına dikkat çekmek isterim. Pine (1981), başlangıçta, anne ile bebek arasındaki, olumlu ya da olumsuz nitelikte olabilen yoğun bir duygulanımsal alışveriş ile karakterize edilen belirli etkileşimleri tanımlamıştı. Bu, sırasıyla, örneğin anne ve bebeğin birlikte çıkardıkları uyumlu mırıldanma seslerini ya da haz verici bir durum olmaksızın yaşanan yoğun uyarılma anlarını ifade edebilir. Pine, bu tür olayların psişik olarak düzenleyici olduğunu, yani bebeğin benzer deneyimleri kategorize etmesini ve beklemesini sağladığını, böylece bilişsel ve duygulanımsal örgütlenmeyi kolaylaştırdığını öne sürer. Beebe ve Lachmann (1994) ise, yoğunlaşmış duygulanımsal anların psişik olarak düzenleyici olduğunu, çünkü içsel düzenlemeye katkıda bulunan ve potansiyel olarak güçlü bir hal/durum3 (potentially powerful state) dönüşümünü tetiklediklerini ileri sürer. Düzenleme, örneğin anne ile bebeğin yüz ifadelerini yansıtarak her birinin yüz ifadesinin giderek artan bir yoğunluğa ulaştığı etkileşimlerde olduğu gibi, olumlu biçimde deneyimlenirse, daha sonraki uyum ya da bir başkasıyla “aynı frekansta olma” deneyimleri, böyle yoğunlaşmış bir an etrafında örgütlenir. Yoğunlaşmış duygulanımsal anlar kavramı kesinlikle yeni değildir ve çoğu terapist, bu tür alışverişlerin, hastalarıyla duygusal açıdan anlamlı bir ilişki geliştirmede vazgeçilmez olduğu konusunda hemfikirdir.

3Burada “hal/durum (state)” terimi, uyarılma ve etkinlik düzeyini, yüz ve ses tonundaki duygulanımı ve bilişi ifade etmek için kullanılmaktadır (Lachmann & Beebe, 1996).

Stern ve ark. (1998), yukarıdaki bazı fikirleri daha ayrıntılı olarak ele alırlar. Makalelerinde, “gerçek” ilişki ve “özgünlük/otantiklik (authenticity)” kavramlarıyla uğraşırlar. Terapötik deneyimlerimizin birçoğunu, terapistle yaşadığımız “özgün, kişi–kişiye bağlantı anları” olarak hatırladığımızı gözlemlerler:

“Otantik” bir karşılaşmadan söz ettiğimizde, başka birine verilen duygulanımsal bir tepkiyle ortaya çıkan kendiliğin kişisel bir yönünü açığa çıkaran iletileri kastediyoruz. Bu ise karşıdakine kişisel bir imza niteliği taşır ve iki katılımcıya özgü yeni bir ikili durum yaratır.

(1998: 917)

Bu özel alışverişleri “karşılaşma anları (moments of meeting)” olarak adlandırırlar. Bu “anlar”, genel anlamda, yeni kişilerarası deneyimler için fırsatlar sunan kişilerarası olaylardır (Lachmann & Beebe, 1996). Stern ve ark. (1998), bu anların hem hasta hem de terapist için “örtük ilişkisel bilgi”yi (implicit relational knowing) yeniden düzenlediğini öne sürerler. Bu görüş, yazarların sözel yorumlar yoluyla edinildiğini varsaydıkları “deklaratif bilgi (declarative knowledge)” ile, “hasta ile terapist arasındaki gerçek etkileşim deneyimleri yoluyla edinilen” “örtük ilişkisel bilgi” arasında yaptıkları önemli bir ayrıma dayanır. Karşılaşma anlarının, “örtük ilişkisel bilgi” alanını doğrudan etkileyerek onu değiştiren yeni bir öznelerarası ortamın oluşumuna katkıda bulunduğunu öne sürerler. Bu nedenle, bu tür müdahalelerin mutatif/dönüştürücü olduğu kabul edilir. Bu müdahaleler, geçmiş deneyimin şimdiki zamanda yeniden bağlamsallaştırılmasını kolaylaştıran “birlikte olma biçimlerindeki değişiklikler” yoluyla değişim sağlar;

öyle ki kişi, farklı bir zihinsel manzara içinden hareket eder hâle gelir ve bu da şimdiki zamanda ve gelecekte yeni davranışlar ile deneyimlerin ortaya çıkmasına yol açar.

(Stern ve ark., 1998: 918)

Hastanın iç dünyasına egemen olan nesne ilişkilerinin geliştirilmesini esas olarak aktarımın yorumlanmasının sağladığı yönündeki görüşün aksine, Stern ve meslektaşları, hasta ile terapist arasındaki etkileşim anlarının önemini vurgular. Bu etkileşim anları, terapötik ilişkide etkileşimin yeni bir düzeyine ilerlemeyi kolaylaştıran yeni bir örtük anılar dizisinin oluşumunu temsil eder. Terapistin görevi, yerleşmiş ancak tatmin edici olmayan “birlikte olma (being with)” biçimlerinin çözülmesini kolaylaştırırken aynı zamanda yeni deneyimlere doğru ilerlemektir. Yeniden örgütlenme anları, kişilerarası alanda açılan yeni bir boşlukta gerçekleşen, yeni türden öznelerarası karşılaşmaları içerir ve her iki tarafın da birbirlerine karşı yeni bir biçimde fail (agent) olmasına olanak tanır. Etkileşimleri boyunca, hasta ve terapist, kendilerini, özgün ve karmaşık öznelerarası ilişkisellik sistemlerinin ortaya çıkan bir özelliğini yansıtan, birbirleriyle farklı bir şekilde birlikte bulurlar.

Stern ve ark. (1998) tarafından ortaya konan görüşün klinik açıdan önemli sonucu, psişik değişimin, hastanın ne olduğunu fark etmesine dayanmak zorunda olmayabileceğidir. Başka bir deyişle, bu terapötik etki anlayışı, psişik değişimi kolaylaştırmak için içgörünün gerekli olmayabileceğini öne sürer. Bunun yerine, terapinin niteliksel olarak farklı etkileşim türleri için sunduğu fırsat, etki için prosedürel stratejilerin artmasını teşvik eder, ki bu da, bir kişinin bir başkasıyla etkileşim kurma biçimlerine yansır. Burada terapötik ilişki, örtük biçimde iletilen (Lyons-Ruth, 1999) bir bilgi kaynağı olarak kavramsallaştırılır; yani dil aracılığını devre dışı bırakır. Başka bir yerde, hasta ile terapist arasındaki mizahi alışverişlerin, farklı bir biçimde ilişki kurma fırsatı sunduğunu belirtmiştim (Lemma, 2000). Eğer terapötik etkileşime bu şekilde yaklaşacak olursak, dilin ritim ve tonlama gibi prosodik unsurları, terapist ile hasta arasında değiş tokuş edilen kelimelerin kendisi kadar, hatta onlardan daha fazla, etkileşimin etkili unsurları olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla bu bakış açısı, bizi dilin duygulanımsal bileşenlerine dikkat etmeye teşvik eder.

Geliştikçe, “başkalarıyla birlikte olma”ya ilişkin yeni edimsel (enactive) prosedürlerin giderek daha fazla bütünleşmesi ve ifade edilebilmesi, mevcut edimsel örgütlenmeleri istikrarsızlaştırır ve değişimin motoru işlevini görür. Terapistle kurulan ilişki, mevcut edimsel prosedürleri zorlayan yeni deneyimler için fırsatlar sunar. Bağlanma araştırmaları, edimsel prosedürlerin, tutarlı ve iş birliğine dayalı öznel etkileşim biçimlerine katılım yoluyla daha fazla ifade edilir ve bütünleştirilir hâle geldiğini göstermiştir. İlişkilerin tutarlı içsel çalışma modellerinin gelişimi, ebeveyn–çocuk diyaloğunun tutarlı biçimlerine katılım deneyimine bağlıdır. Bu tür diyaloglar, bakımverenin çocuğun zihin durumuna yönelik açıklığının niteliğiyle karakterizedir. Böyle etkileşimlerde çocuğun duygulanımsal ya da güdüsel durumları tanınır ve onların üzerinde durulur; böylece çocuğun duygulanımsal deneyimini düzenlemesine yardımcı olunur. Ebeveyn, çocuğun duygusal deneyimine “iskele (scaffolding)” sağlar (Lyons-Ruth, 1999).

Duygusal iskele kurma fikrini örneklemek için, bir süredir üzerinde çalıştığı resmin üzerine bir kavanoz dolusu boyayı deviren bir çocuğu ele alalım. Bu olduğunda çocuk birdenbire ağlamaya başlar. Bir senaryoda anne hemen gelir, çocuğu teselli eder ve ona şöyle der: “Bazen böyle şeyler olur ve bu gerçekten üzücüdür. Sence tekrar denemeli miyiz?” Burada anne, çocuğun duygusal deneyimini kabul eder; çocuğu yeniden resim yapmaya davet eder, böylece dolaylı olarak aslında çok da felaket bir şey olmadığını ima eder; ancak aynı zamanda resme devam edip etmeme kararını da çocuğun kendi tercihine bırakır. Başka bir deyişle, anne çocuğun yaşadığı deneyime saygı duyar, ancak çocuğun içsel hayal kırıklığı ve düş kırıklığı hâlinin aşılabileceğini de ifade eder. Başka bir versiyonda ise anne koşarak gelir ve “Ne yaptın sen? Şimdi bunu temizlemek zorundayım. Sen kötü bir kızsın. Odana git” der. Bu senaryoda, pek çok farklı nedenle oldukça stres altında olabilecek anne, zihninin kendi meşguliyetleriyle öylesine dolu olduğunu gösterir ki olaya suçlayıcı bir şekilde tepki verir ve çocuğa yaşadığı deneyimi duygusal olarak işlemesi için bir fırsat tanımaz. Önemli olarak, anne burada kritik bir atıfta bulunur: Bu olayın, çocuğun “kötü” olması nedeniyle yaşandığını çocuğa iletir. Bu ikinci etkileşim ise ne işbirlikçi ne de tutarlıdır.

Benim benimsediğim değişim anlayışında, düzeltici duygusal deneyim kavramının izlerini görmek mümkündür. Burada, hasta; zihinselleştirme (mentalize) kapasitesine sahip olan ve ilişki kurma biçimiyle, hastanın duygusal deneyimine örtük olarak anlam atfeden ve hastanın, kendi zihninden ayrı bir varlık olduğunu kabul eden yeni bir nesne/terapist4 deneyiminden yarar sağlar. Bu psişik değişim modeli, terapistle yaşanan yeni deneyimin örtük prosedürleri değiştirerek nasıl bir dönüşüme yol açabileceğine dair daha ince ayarlı bir açıklama sunar. Bu modele göre, psikanalizde yorumlanamaz nitelikteki değişimlerin büyük bölümü, bildirimsel olmayan (non-declarative) süreçlere -yani prosedürel olarak bilinçdışı olan süreçlere- dayanır. Başka bir deyişle, Lyons-Ruth’un ifade ettiği gibi:

araç mesajın kendisidir; yani, anlamın örgütlenişi, edimsel (enactive) ilişkisel diyalogun örgütlenişinde örtük olarak bulunur ve bir şekilde bilinebilmesi için reflektif düşünceler ya da söze dökme gerektirmez.

(1999: 578)5

4Ben, terapistin örneğin erken ebeveynlik yetersizliklerini “düzeltmeyi (correct)”” amaçlayan aktif davranışlar sergilemesi gerektiğini savunmuyorum. Terapistin rolü, bu tür eksikliklerin hasta üzerinde yaratmış olabileceği etkiyi anlamak ve bunu yaparken örtük biçimde hastaya “yeni” bir deneyim sunmaktır.

5Bu, Bollas’ın (1997) ortaya koyduğu “düşünülmemiş bilinen (unthought known)” kavramını çağrıştırmaktadır.

Bu bakış açısı, psikoterapinin psişik değişimin aracı olarak konuşulan söze yaptığı geleneksel vurguyu sorgular. Bunun yerine, edimsel bilgiyi (enactive knowledge) sözcüklere dönüştürmenin -ya da istenirse “yorumlama”nın- terapötik bir araç olarak gereğinden fazla değer görmüş olabileceğini öne sürer:

Eğer ötekilerle bir şeyler yapma biçimine ilişkin temsil, anlamsal (semantik) ve duygulanımsal anlamı, davranışsal ve etkileşimsel süreçlerle bütünleştiriyorsa, o hâlde belirli bir örtük ilişkisel sürece birden fazla yoldan erişilebilir ve temsil değişimi; duygulanımsal deneyimdeki, bilişsel anlamadaki ya da etkileşimsel karşılaşmalardaki değişimler aracılığıyla -yorumlar gibi belirli bir boyuta ayrıcalıklı bir statü atfetmeye gerek kalmaksızın- harekete geçirilebilir.

(Lyons-Ruth, 1999: 601)

Hayatımız hakkında anlattığımız hikâyelerin göreliliğini fazlasıyla vurgulayan post-modern zeitgeist (zamanın ruhu) içinde, farklı ekollerden psikoterapiler, terapötik süreci giderek artan şekilde, hastanın kendi hayatını anlatmasına ve yeniden yazmasına imkân veren güvenli koşulları sağlayan bir süreç olarak görmeye başlamışlardır. Bu, terapi işlevlerinden biri olabilir ve terapinin nihai sonucuna katkıda bulunabilir. Ancak Frosh’un son derece yerinde bir biçimde ifade ettiği gibi:

Bir şey hakkında birçok hikâye anlatılabilir; bu, onların hepsinin eşdeğer olmasından değil, dilin doğasındaki yetersizlikten kaynaklanır. Gerçek, fazlasıyla kaygandır; simgesel sistemin dışında durur.

(1997a: 98)

Terapi karşılaşmasını benzersiz ve ayrıcalıklı kılan şey, anlatı süreci için bir kişilerarası bağlam sunmasıdır. Dolayısıyla, değişimin terapist ile hasta arasındaki kişilerarası alanda gerçekleşmesi mümkün olabilir ve bu alanda yaşananlar söze dökülemese bile yine de dönüştürücü/mutatif bir nitelik taşıyabilir.

Sonuçlar

Bir psikanalitik terapiste, hastaya yardımcı olabilmek için geçmişi anlamanın önemli olup olmadığını sorarsanız, çoğu bu konuda hemfikir olacaktır. Çocukluk yıllarımız, yaşamımızın en biçimlendirici dönemi olarak kabul edilir. Ancak, geçmişin bugünü nasıl etkilediği sorusu, nispeten yakın zamana kadar netlik kazanmamış ve bu durum, terapötik etkinin doğasına ilişkin soruları daha da karmaşık hale getirmiştir.

Freud, psikanaliz uygulamaya ilk başladığında, bastırılmış dürtüsel istekleri bilinç düzeyine çıkararak bunların kabulüne yönelik dirençlerin aşılması ve duygulanımın boşaltılmasının (discharge of affect) terapötik önemine inanıyordu. Bastırılmış erken dönem anıların geri getirilmesi, psikoterapinin meşru hedefi olarak görülüyordu. Bu amaçla, geçmiş ile şimdiki zamanı birbirine bağlayan yeniden yapılandırıcı yorumlar (reconstructive interpretations), analitik uygulamanın temel dayanağını oluşturuyordu. Freudcu geleneğin küçük bir kısmı ise, değişimi esasen geçmiş anıların geri getirilmesine ve erken dönem olayların yeniden yapılandırılmasına dayanan, daha çok intrapsişik (intrapsychic) bir süreç olarak gören klasik yaklaşıma dayalı bir modeli benimsemeye devam etmektedir.

Bununla birlikte, eğer değişim, burada incelenen kimi çağdaş modellerin öne sürdüğü gibi, duygusal açıdan yüklü çeşitli durumlarda başkalarıyla birlikte olmanın örtük yordamlarının ayrıntılandırılması ve inceltilmesine dayanıyorsa, bilinçdışını bilinçli hâle getirmek psikoterapideki değişim sürecine hakkını vermemektedir. Nitekim günümüzde, kuramsal ekolleri ne olursa olsun birçok terapist, analitik çabalarını, şimdi ve burada aktarım ilişkisini ve hastanın içsel gerçekliğinin anlaşılmasını keşfetmeye ayırmaktadır. Geçmişe yapılan göndermelerin sıklığı değişmekle birlikte, yeniden inşa edici yorumlar artık erken dönem Freudçuların bu tür müdahalelere atfettikleri merkezi konumu korumamaktadır.

Gelişimsel bakış açılarından etkilenen çağdaş Freudçular da değişimi şimdi ve burada gerçekleşen bir olgu olarak görmektedirler. Buna uygun olarak, müdahaleleri çoğu zaman Kleincıların, nesne ilişkileri kuramcılarının ve öznelerarasıcıların müdahalelerinden ayırt edilemez. Bir fark varsa, muhtemelen Freudçuların geçmişe diğerlerinden daha fazla atıfta bulunma eğiliminde olmalarıdır. Freudçular ile Kleincılar, aktarımın yorumlanmasına mı yoksa yeniden inşa edici yorumlara mı odaklandıkları bakımından hastanın iletilerine farklı biçimde yaklaşsalar da, yine de şimdinin geçmişle izomorfik/eşbiçimli olduğu inancını paylaşırlar. Bu durum, gelişimsel bir bakış açısını benimseyerek, şimdi ve burada durumunu, gelişimin farklı evrelerinde yaşanan deneyimler yoluyla dönüşmüş, yüksek ölçüde değiştirilmiş bir türev olarak anlayan Britanya Bağımsızlarını onlardan ayırır.

Tüm çağdaş değişim açıklamaları, farklı şekillerde kavramsallaştırılmış olsa da, genel olarak hasta ile terapist arasındaki ilişkinin öneminde birleşmektedir. Hangi yaklaşımın en geçerli olduğu ise henüz bilinmemektedir. Terapistin ruhsal değişimi kolaylaştıran hangi işlev(ler)i yerine getirdiğini anlamamıza yardımcı olacak araştırmalara ihtiyaç vardır. Eğer terapötik etkileşime dair anlayışımızı, çocuğun hem kendi hem de ötekilerin davranışlarını zihinsel durumlar açısından düşünme kapasitesini geliştirmesine yardımcı olan, yeterince iyi ebeveynin erken dönemde yerine getirdiği işleve dayandırırsak, o hâlde ruhsal değişimin, hastanın iletilerini çözümlen­diren ve onlara anlam katan, ona niyetler ve arzular atfeden terapistte yeni bir nesne bulması yoluyla gerçekleştiği yönünde bir varsayımda bulunabiliriz. Bu, hastayı, zihinsel durumlarını çarpıtmadan düşünebilen bir ötekiyle birlikte olmanın yeni bir deneyimiyle tanıştırır. Kimi zaman tamamlanmamış, biçimlenmemiş yaşantıları bir anlatı hâline getirebilmek, muhtemelen anlam yaratmanın bir parçası olduğu ve hastanın zihninin içeriğine ilgi gösteren, yaşantılarına anlam katan bir başka kişiyle birlikte oluşturulduğu için, oldukça rahatlatıcı gelebilir. Bu, psikanalitik çalışmanın işlevlerinden biri olabilir. Fonagy’nin belirttiği gibi:

Psikanaliz, bir anlatı yaratmaktan daha fazlasıdır; kendiliğin ötekiyle birlikte deneyimlenmesinin yeni bir yolunun etkin bir biçimde inşasıdır.

(Fonagy, 1999b: 218)

Bu yeni deneyim, kısmen terapistin aktarım içindeki hasta yaşantısına dair sözlü yorumlarına bağlı olsa da, terapist ile hastanın etkileşim biçiminin de örtük olarak büyük ölçüde bilgi iletmesi olasıdır. Dolayısıyla değişim, bu tür örtük iletilerin niteliğine de dayanarak prosedürel düzeyde bir değişime yol açabilir.

“Yorumdan daha fazlası”na (Stern ve ark., 1998) yönelik mevcut ilgi, değişime katkıda bulunan terapötik sürecin diğer unsurlarına dair araştırmalara da zemin hazırlayabilir. Hasta ile terapist arasındaki ilişkinin en geniş anlamıyla işlevlerinin daha fazla farkına varmamız, psikoterapinin nasıl işlediğine dair anlayışımıza çok şey katacaktır:

Bir değişim ancak, hasta ile terapist arasında, şeyleri farklı görme, neyi yapabileceğimizi ve neyi yapamayacağımızı fark etme, bize ait olanı ve olmayanı anlama iklimini oluşturan bir kişilerarası süreç yaratıldığında gerçekleşebilir.

(Bateman, 2000: 153)

Yaptığımız yorumlar, içgörüye götüren sözcüklerden fazlasıdır. En iyi hâliyle bir yorum, hastaya farklı bir ilişki kurma biçimini deneyimleme fırsatı sunan karşılıklı bir etkileşim biçimidir. Hastalarımızın değişmesine yardımcı olma gibi hassas bir göreve yaklaşırken, onlarla yaptığımız sözel alışverişlerin içeriğine daha az, bu alışverişlerin temelinde yatan niteliksel sürece ise daha çok odaklanmamız gerektiğini kendimize hatırlatmamız yerinde olacaktır.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir