Yazar: Editör

  • Öğrenmeye Devam Etme (31. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Psychotherapy: A Clinical Manual [Psikodinamik Psikoterapi: Klinik Bir Manuel]’in 31. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

  • Diğer Ego İşlevlerini Geliştirme (28. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Psychotherapy: A Clinical Manual [Psikodinamik Psikoterapi: Klinik Bir Manuel]’in 28. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Temel kavramlar

    Ego işlevlerini geliştirmek, psikodinamik psikoterapinin temel amaçlarından biridir.

    Açığa çıkarıcı (uncovering) ve destekleyici (supporting) stratejilerin her ikisi de, gerçeklik sınaması, yargılama, uyarıcı düzenleme, benlik farkındalığı ve bilişsel işlevler gibi ego işlevlerini güçlendirmede hastalara yardımcı olabilir.

    Bir kişinin ego işlevlerini “yapabiliyor” ya da “yapamıyor” oluşunu belirlemek, açığa çıkarıcı ya da destekleyici müdahale arasında seçim yapmada temel bir unsurdur.

    Son üç bölümde, üç önemli ego işlevinin geliştirilmesini ele aldık: öz-değer (self-esteem) düzenlenmesi ve benlik algıları (self-perceptions), başkalarıyla ilişkiler ve karakteristik uyumlar (savunmalar dahil). Bu bölümde ise, hem açığa çıkarıcı hem de destekleyici stratejiler kullanarak diğer birçok ego işlevlerini geliştirmeye yönelik stratejileri tartışacağız.

    Yapabiliyorlar mı yoksa yapamıyorlar mı?

    Bir kişinin ego işleviyle ilişkili bir sorununa yardımcı olabilmek için, hastanın bu ego işlevini yerine getirme kapasitesine sahip olduğu hâlde bilinçdışı bir etken tarafından bu kapasiteyi kullanmasının engellenip engellenmediğini ya da hastanın bu ego işlevini yerine getirme kapasitesinden yoksun olup olmadığını değerlendirmemiz gerekir. Geleneksel olarak bu durum, çatışma mı, eksiklik mi sorusu çerçevesinde ele alınmıştır. Kişi ego işlevini yerine getirme kapasitesine sahip olduğu hâlde bunu kullanamıyorsa, bu durumun bir çatışmadan (conflict) kaynaklandığı; kişi ego işlevini yerine getirme kapasitesinden yoksunsa, bunun bir yetersizlikten (deficit) kaynaklandığı düşünülmüştür [15]. Ancak günümüzde, işlevdeki bozulmanın yalnızca çatışmalardan değil, duygulanımlar, fanteziler ve savunmalar gibi diğer bilinçdışı etkenlerden de kaynaklanabileceğini biliyoruz. Ayrıca, ego işlevlerini yerine getirme kapasitesine sahip bireylerin, stres, tıbbi hastalıklar, psikiyatrik sendromlar ya da işlevselliklerini kısa süreliğine aşırı zorlayan diğer koşullar nedeniyle bu işlevleri geçici olarak kullanma yetilerini yitirebildiklerini de biliyoruz. Bu nedenle, bir kişinin ego kapasitelerini “yapabiliyorlar mı?” ya da “yapamıyorlar mı?” sorusu üzerinden değerlendirmek, bu tür sorunları anlamada daha uygun bir yaklaşım olabilir.

    Bay A., 45 yaşında, başarılı bir iş insanıdır ve babasının ölümünden kısa bir süre sonra terapiye başvurur. Mirasın vasisi olarak atanmıştır ancak babasının mali işlerini düzenlemekte kendini yetersiz hissetmektedir. Babası ölmeden önce, Bay A. onun “mali durumunu batırdığı” ve işleri çocuklarının üzerine yıktığı için öfkelidir. Şimdi ise dikkat eksikliği bozukluğu yaşadığından kuşkulanmakta ve uyarıcı bir ilaç gerekip gerekmediğini merak etmektedir. Anamnez alındığında, iş yerinde mali konuları herhangi bir zorluk yaşamadan organize edebildiği, ancak yalnızca babasının mirasını düzenleme sürecinde güçlük yaşadığı anlaşılır. Bu durumda, Bay A.’nın mali konularda organize olma kapasitesine sahip olduğu ancak babasına ve babasının ölümüne ilişkin bilinçdışı duyguların, bu özel durumda yetilerini en iyi şekilde kullanmasını engellediği varsayılabilir.

    Bu örnekte, Bay A.’nın mali işlerini organize edebildiğini biliyoruz çünkü:

    • geçmişte bu alan hiçbir zaman onun için bir zayıflık noktası olmamıştır,
    • şu anda yaşamının diğer alanlarında örgütlenme becerilerini görünür bir zorluk yaşamadan kullanmaktadır.

    Babasıyla ilgili bilinçdışı duyguları, onun genel olarak sağlam olan mali konuları düzenleme yetisini yaşamının belirli bir alanında kullanmasını engellemektedir. Bu durumda, açığa çıkarıcı bir strateji uygulanması uygun olur. Şimdi bununla zıt bir örnek olan Bay B.’yi düşünelim:

    Bay B., 45 yaşında bir yazardır ve evini kaybetme korkusuyla terapiye başvurur. İkinci bir ipotek almıştır ve aylık ödemeleri yapamamaktadır. Bütçesi hakkında sorular sorduğunuzda, hiç bütçe yapmadığı ve giderlerini karşılamak için aylık ne kadar gelire ihtiyacı olduğunu bilmediği ortaya çıkar. Anamnez, onun yaşamı boyunca çeşitli alanlarda planlama güçlükleri yaşadığını gösterir; tatil planı yapamama ya da hafta sonu zamanını yönetememe gibi sorunlar bunlara dâhildir. Çocukken bir öğrenme güçlüğü tanısı aldığını düşündüğünü, ancak bunun hangi türde olduğunu bilmediğini belirtir.

    Bay B. mali işlerini organize edemez. Anamnezi, yaşamının hiçbir alanında bunu yapamadığını göstermektedir; bu da bu becerinin kronik bir ego zayıflığı alanı olduğunu düşündürür. Bu durumda, destekleyici stratejilerin uygulanması uygun olur. Son olarak, Bay C.’nin durumunu ele alalım:

    Bay C., boşanma sürecinde major depresyon belirtileriyle başvuran 45 yaşında bir lise müdürüdür. Yirmi yıllık evliliğinin ardından eşi, en yakın arkadaşı için kendisini terk etmiştir. Derin bir yıkım içindedir ve uykusuzluk (insomnia), zevk alamama (anhedoni) ve yaklaşık 7 kiloluk bir kilo kaybı yaşamaktadır. Çocuklarını kaybetmekten korkmasına rağmen, bir avukat tutmak ve gerekli vekâlet ücretini ödemek için herhangi bir adım atmamıştır. Aslında, her zaman ailenin mali işlerinden sorumlu kişi olmasına karşın, son üç aydır hiçbir faturasını ödememiştir ve kısa süre önce ödenmemiş faturalar nedeniyle elektriği kesilmiştir.

    Bu durum çok daha belirsiz bir tablodur. Açıkça görülmektedir ki Bay C. geçmişte mali işlerini organize etme kapasitesine sahipti -peki şu anda ne oluyor? Bilinçdışı düşünceler ve duygular mı Bay C.’nin temelde sağlam olan mali düzenleme kapasitesini kullanmasını engelliyor? Yoksa depresyon, anksiyete ya da akut yas mı onun örgütlenme becerilerini zayıflatıyor? Şu anda bildiğimiz tek şey, Bay C.’nin şu aşamada bu temel ego işlevini kullanamadığı ve bu nedenle işlevselliğinin bozulmuş durumda olduğudur. Bu nedenle, mevcut durumda Bay C.’nin ego işlevinin desteğe ihtiyaç duyduğunu ve bazı temel işlevleri yerine getiremeyeceğini varsaymamız gerekir.

    Amaç

    Psikodinamik psikoterapinin temel amaçlarından biri, bireylerin ego işlevlerini geliştirmelerine yardımcı olmaktır. Kişilerin ego işlevleri zayıf ya da eksik olduğunda, onlara yeni kapasiteler geliştirmeleri veya zayıflamış olanları güçlendirmeleri konusunda yardımcı olabiliriz. Kişiler bilinçdışı süreçler nedeniyle ego işlevlerini kullanamıyorsa, sahip oldukları bu kapasitelerin “önündeki engelleri kaldırmalarına (unblock)” yardımcı olabiliriz.

    Sorunu tanımak

    Bir kişinin bir ego işlevini yerine getirip getiremeyeceğini nasıl anlayabiliriz?

    Bu durumu ayırt etmek için kullanılabilecek bazı stratejiler şunlardır:

    Sorun genel mi, yoksa seçmeli mi?

    Bir kişinin bir ego işlevini kullanıp kullanamadığını anlamada muhtemelen en iyi yol budur. Bir hasta annesi dışında herkese geri dönüş yapabiliyor mu? Pahalı ayakkabılar satın alırkenki durum dışında her koşulda sağlıklı bir yargılama yapabiliyor mu? Bodrumda 18 yaşındaki oğlu davul çalarkenki durum dışında yüksek seslere tahammül edebiliyor mu? Bu tür durumlar, bireyin söz konusu ego işlevlerini kullanma kapasitesine sahip olduğunu, ancak bilinçdışı etkenlerin bu kapasitenin kullanılmasını engellediğini düşündürür.

    Aşağıdaki soruları sormak, bu ayrımı yapmanıza yardımcı olabilir:

    Bu durumun sizin için bir sorun oluşturmadığı herhangi bir durum var mı?

    Bunu yalnızca kaygılı, yorgun, depresif olduğunuzda ya da tanımadığınız insanlarla birlikteyken mi yapamadığınızı fark ediyorsunuz?

    Zor olsa da bunu yapabilmenizi sağlayan herhangi bir stratejiniz var mı?

    Sorun uzun süredir mi var, yoksa yeni mi ortaya çıktı?

    Bir ego işlevine ilişkin sorun çocuklukta ya da ergenlikte başlamışsa, kişinin bu kapasiteden yoksun olma olasılığı, bu işlevin bilinçdışı duygular, fanteziler veya çatışmalar tarafından kronik olarak engellenmiş olmasından daha yüksektir. Bu durum bilişsel alanlardaki birçok problem için geçerlidir, ancak dürtü kontrolü ve muhakeme gibi ego işlevleri için de geçerli olabilir.

    Aşağıda bu duruma ilişkin iki karşıt örnek yer almaktadır:

    Bay D., zamanını doğru yönetemediği için işini kaybetme riski altındadır. Daha önce üst düzey bir danışman olarak çalışan Bay D., geçmişte büyük, çok merkezli projeleri başarıyla yönetebilmiştir. Ancak büyük bir işten çıkarma dalgasında işini kaybettikten sonra, gönülsüzce şu anki, çok daha alt düzeydeki işini kabul etmiştir. Patronuna karşı küçümseyici bir tavır içindedir ve çalışma saatlerinde isteksiz hisseder.

    Bay D.’nin zaman yönetimi becerileri son dönemde zayıflamıştır, ancak geçmişte bu alanda oldukça başarılıydı. Bu nedenle, bilinçdışı duyguların geçmişte sağlam olan zaman yönetimi becerilerini engellediğine dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır.

    Bay E., zamanını doğru yönetemediği için işini kaybetme riski altındadır. Bu konuda çocukluğundan beri güçlük yaşamaktadır -lise ve üniversite yılları boyunca uzun vadeli projeleri yönetilebilir görevlere ayırmasına yardımcı olan özel öğretmenlerle çalışmıştır. Kısa bir süre uyarıcı ilaçlar kullanmış, ancak daha sonra bunlara olan ihtiyacını “aştığını” düşünerek “bunu kendi başına yapmak” istemiştir. Şimdi ilk işinde, zamanı kendi başına yönetememekte ve birçok projede geride olduğunu bildiği için patronundan kaçmaktadır.

    Bay E.’nin zaman yönetimiyle ilgili bu güçlüğü çocukluktan beri yaşadığına dair güçlü kanıtlar vardır. Belirli görevleri yerine getiremeyeceğine dair kaygısı, geçmişte bu görevleri hiçbir zaman yardım almadan yapamamış olması nedeniyle temellidir. Ne yazık ki, geçmişte kendisine yardımcı olan başa çıkma becerilerini kullanmak, gerçekçi sınırlılıklarını kabul etmek ve yardım istemek yerine; yardım ihtiyacını inkâr etmek ve patronundan kaçınmak gibi uyumsuz başa çıkma yollarına başvurmaktadır.

    Ego işlevindeki sorun diğer psikiyatrik semptomlarla ilişkili mi?

    Ego işlevlerinin tam olarak nasıl geliştiği bilinmemekle birlikte, duygudurum ve anksiyete bozuklukları, madde kötüye kullanımı ve diğer psikiyatrik sendromlar gibi sorunların (i) ego işlevlerinin nasıl geliştiği ve (ii) zaman içinde ne ölçüde işlevsel kaldıkları üzerinde etkili olduğu açıktır [16]. Örneğin, ergenliğin erken döneminde -çoğu gencin duygulanımı düzenleme ve dürtüleri kontrol etme kapasitesini geliştirdiği kritik bir evrede- bipolar bozukluk geliştiren bir genç, yetişkinlikte de bu ego işlevi alanlarında kalıcı güçlükler yaşayabilir; hatta duygudurum bozukluğu yatışmış dönemlerde bile bu zorluklar sürebilir. Dolayısıyla, bir hastanın ego işlevlerindeki görünür güçlüklerin diğer psikiyatrik sorunlarla birlikte ortaya çıkıp çıkmadığını ya da bu sorunlar tarafından şiddetlenip şiddetlenmediğini belirlemek, kişinin belirli bir ego işlevini “yapabiliyor mu yoksa yapamıyor mu” sorusuna yanıt vermede yardımcı olabilir. Aşağıda bu duruma ilişkin birkaç örnek yer almaktadır:

    Normalde oldukça kararlı bir kişi olan Bay F., depresif dönemlerinde karar verme becerisini yitirir. Bu durum, onun ve terapistinin nüksün erken belirtilerini fark etmek için kullandıkları bir işaret haline gelmiştir.

    Genel olarak çok sorumlu bir anne olmasına rağmen, Bayan G. kaygılı olduğunda çocuklarıyla ilgili muhakeme yeteneği bozulur -onları okuldan almayı unutur ya da dışarıda normalde izin vermeyeceği kadar fazla kalmalarına müsaade eder.

    Yeni bir panik atak geçirme korkusuyla, Bay H. önemli bir iş toplantısında kalamamış ve odadan dışarı çıkmıştır. Korku tarafından kuşatıldığında, dürtü kontrolü bozulur.

    Bu örneklerde, kişinin belirli bir ego işlevini “yapabiliyor mu, yoksa yapamıyor mu” sorusunu doğru değerlendirebilmek için, belirtilerin tüm örüntüsünü (semptom kümesini) anlamak büyük önem taşır.

    Terapötik Stratejiler

    Bir kişinin belirli bir ego işlevini yerine getirip getiremediğine ilişkin değerlendirme, terapötik stratejiyi doğrudan belirler. Genel olarak, açığa çıkarıcı stratejiler, ego işlevinin önüne geçen bilinçdışı etkenleri “ortadan kaldırma”ya yardımcı olurken; destekleyici stratejiler, zayıflamış ego işlevlerini desteklemeye veya eksik ego işlevlerinin yerini doldurmaya hizmet eder.

    Bu farklı yaklaşımları, çeşitli ego işlevleriyle ilişkili olarak açıklayacağız:

    • gerçeklik sınaması / gerçeklik duygusu (reality testing/sense of reality)
    • yargılama / dürtü kontrolü (judgment/impulse control)
    • uyarım düzenlemesi (stimulus regulation)
    • benlik farkındalığı (self-awareness)
    • biliş (cognition)

    Bu alanların her birini incelerken, terapötik stratejilere ilişkin karar verme sürecinizi keskinleştirmeye başlamak için aşağıda belirtilen sorular üzerinde düşünebilirsiniz:

    • Ego işlevindeki sorun genel mi yoksa seçici mi?
    • Sorun uzun süredir mi var, yoksa yeni mi ortaya çıktı?
    • Sorun, diğer psikiyatrik belirti çeşitleriyle ilişkili mi?
    • Danışan, ego işlevini terapistten yalnızca asgari düzeyde yardım alarak yerine getirebiliyor mu, yoksa terapistin eksik kapasitenin kullanılmasında “temin edici (supply)” ya da “yardımcı (assist)” bir rol üstlenmesi mi gerekiyor?

    Gerçeklik Sınaması / Gerçeklik Duygusu

    Gerçeklik sınamasında (reality testing) bozulma yaşamak için psikotik olmak gerekmez. Açık biçimde psikotik olmayan kişilik bozukluğu hastaları bile, inkâr (denial) ya da yansıtma (projection) gibi, gerçekliği bulanıklaştıran savunmaları kullanmalarına bağlı olarak yanlış algılar veya çarpıtmalar yaşayabilirler (Bkz. Bölüm 4). Bu tür savunmalar genellikle borderline kişilik bozukluğu olan hastalarda görülür, ancak daha üst düzey savunmaları kullanan hastalarda da ortaya çıkabilir.

    Aşağıda, gerçeklik sınamasında bozulma yaşayan iki hastaya ilişkin örnekler yer almaktadır. Her örneği okurken, yukarıda belirtilen soruları kendinize sormayı unutmayın.

    Vaka 1

    Bay I., 37 yaşında, bekar, işsiz bir erkektir ve şizofreni öyküsü bulunmaktadır. Dört erkek kardeşin en büyüğüdür; kardeşlerinden üçü hekimdir. En küçük kardeşinin saygın bir araştırma bursu kazandığını öğrendikten kısa bir süre sonra, Bay I. antipsikotik ilacını aniden bırakır ve belirgin sanrılarla hastaneye yatırılır. Aşağıda, hastaneye kabul görüşmesinden bir bölüm yer almaktadır:

    Terapist: Hastaneye neden geldiğinizi bana biraz anlatabilir misiniz? (soru)

    Bay I: (kaygılı biçimde etrafına bakınır, sonra alçak sesle mırıldanır) Tuskegee deneyi.

    Terapist: Sizi henüz yeterince tanımıyorum, bu yüzden tam olarak ne demek istediğinizi anlayamıyorum; ancak acil servisteki doktorlardan, Tuskegee deneyi gibi bir şeyin sizin başınıza geliyor olabileceğinden korktuğunuzu anladım. (ilgi ve anlayış gösterme, ortak sorgulama)

    Bay I: Bu konuda konuşamam. Devlet beni öldürür.

    Terapist: Bir konuda sizi rahatlatabilirim -burası bir araştırma hastanesi değil, burada deney yapılmıyor ve sizi endişelendiren türde şeylere karşı insanları koruyan yasalar var. (güvence verme, yanlış algıları düzeltme)

    Bay I: Beynimi istiyorlar. Çok nadir bir rahatsızlığım var. Bu, kardeşimin fikriydi. Doktorlara saçmaladığımı söyledi.

    Terapist: Sanırım kardeşiniz, hastalığınız için aldığınız ilacı bıraktıktan sonra düşüncelerinizin yeniden karıştığından endişe etmiş olabilir. Sizce bu mümkün olabilir mi? (yanlış algıları düzeltme, alternatif düşünme yollarını ortaklaşa keşfetme)

    Bay I: Ne? Aaa… Seroquel’den mi bahsediyorsunuz?… Artık ona ihtiyacım yok… değil mi?

    Bu durumda, gerçeklik sınamasındaki bozulma büyük olasılıkla hastanın ilacını bırakmasıyla tetiklenen, uzun süredir devam eden psikotik bir hastalığın akut alevlenmesinden kaynaklanmaktadır. Terapist, Bay I.’nin ilaç tedavisine uymamasının, kardeşinin son başarısına karşı geliştirdiği bilinçdışı bir tepkiyle ilişkili olabileceğini fark eder ve Bay I.’nin “nadir” ve özel bir araştırma hastası olduğuna dair paranoid ve büyüsel sanrılarının, başarısızlık ve kıskançlık gibi acı verici duyguları telafi etmeye hizmet ediyor olabileceğini öne sürer. Ancak terapist, bu içgörüler müdahale biçimini yönlendirse de, en azından bu anda Bay I.’nin gerçekliği sanrıdan ayırt edemediğini değerlendirir. Bu nedenle, hastanın ilacına yeniden başlamasının yanı sıra, terapist eksik olan ego işlevini “temin etmesi” (supply) gerektiğine karar verir.

    Vaka 2

    Bayan J, mezuniyetine yalnızca iki hafta kalmış, 18 yaşında bir lise son sınıf öğrencisidir. Üç yıldır kaygı ve depresyon belirtileri, aralıklı intihar düşünceleri ve tıkınırcasına yeme davranışları nedeniyle psikoterapi görmektedir; bu belirtilerin tümü genellikle her yeni okul yılının başında kötüleşmektedir. Terapistiyle sağlam bir terapötik ittifakı vardır ve tedavinin yardımıyla oldukça iyi işlev görmektedir. Lisenin son yılı boyunca okula dönüşte herhangi bir sorun yaşamamış, üniversite başvuru sürecini de görünür bir zorluk olmadan tamamlamıştır. Sadece bir hafta önce mutlu ve dengeli görünüyorken, terapist ailesinden bir “acil” mesajı alır: Bayan J. “paranoyak” davranmaktadır. Hastanın tıbbi bir rahatsızlığının olmadığından ve herhangi bir madde kullanmadığından emin olduktan sonra, terapist bir sonraki seansta aşağıdaki diyaloğu gerçekleştirir:

    Bayan J (ağlayarak) Sizden nefret ediyorum! Sizi kızdırdığımı biliyorum ve beni hayatınızdan çıkarmak için fırsat kolluyordunuz!

    Terapist Sizin bana çok öfkeli olduğunuz açık. Biraz yavaşlayalım ve aramızda neler olup bittiğini anlamaya çalışalım. Bu düşünceler ne zamandır var sizde? (duyguları adlandırma, yavaşlatma, açıkça ilişkiye katılma, ortak gerçeklik sınaması)

    Bayan J (sinirli biçimde) Bilmiyorum. Birkaç gün oldu. Mezuniyet balosundan sonra.

    Terapist Mezuniyet balosu… nasıl geçti peki? (soru)

    Bayan J Berbattı -tam bir saçmalıktı- buluştuğum çocuk beni orada terk etti. Eve yalnız dönerken tuhaf bir his geldi -sanki bedenimin dışındaydım- herkesin benden nefret ettiğini düşündüm, özellikle sizin! -sanki bütün bunların başıma gelmesini bekliyormuşsunuz gibi hissettim. (ağlayarak) Kendimi delirecek gibi hissediyorum.

    Terapist Sizinle biliyoruz ki, yoğun stres altındayken bazen zihinsel olarak biraz dağılmış hissedebiliyorsunuz, değil mi? Birkaç yıl önce, yaz için yurtdışına gitmeden önce buna benzer bir şey yaşadığınızı hatırlıyor musunuz? Belki unuttunuz -o zaman da kendinizle konuşarak bu durumdan çıkmıştınız ve uzun sürmemişti. Şimdi sizi strese sokan bir şey olabileceğini düşünüyor musunuz? (açıklama, hastaya kapasitesini hatırlatma, iyimserlik sunma, soru)

    Bayan J Her şey çok anlamsız geliyor. Balo korkunçtu. Onu gerçekten sabırsızlıkla beklemiştim, ama oraya gidince her şey sahte geldi. Herkes iki hafta içinde ayrılacakken neden büyük bir parti yapıp mutluymuş gibi davranıyoruz ki?

    Terapist Belki de size her şey gerçekdışı geliyor, çünkü gerçekten de gerçekdışı bir şey yaşamak üzeresiniz -iki ay içinde evden ayrılacaksınız. Bu, arkadaşlarınızı, ailenizi -ve beni- bırakmak anlamına geliyor. Sanırım bu durum sizi fark ettiğinizden daha fazla sarsıyor olabilir. (yorum)

    Bayan J Buradan ayrılmak zorunda olduğuma inanamıyorum -sizden… Bu yıl boyunca beni bir arada tutan kişi sizdiniz. Siz olmadan bunu nasıl başaracağım?

    Bu örnekte, Bayan J. psikotik bir hastalığa sahip değildir; ancak lise mezuniyeti, evden ayrılma, terapistiyle olan tedavisinin sonlanması ve üniversiteye başlama gibi bir dizi önemli dönüm noktasının yarattığı koşullar içinde gerçeklik sınamasıyla ilgili güçlük yaşamaktadır. Geçmişte de bu tür geçişler ve ayrılıklar sırasında benzer zorluklar yaşamıştır. Terapisti, yakın dönemde herhangi bir madde kullanımı, tıbbi sorun ya da bu ani dağınık ve paranoid düşünceleri açıklayabilecek başka bir psikiyatrik problem olmadığını hızla belirler. Terapist, Bayan J.’nin gerçeklik sınamasıyla ilgili yaşadığı bu güçlüğün, ebeveynlerinden ve terapistinden ayrılmaya ilişkin bilinçdışı anksiyetesine; ayrıca hâlâ onlara ihtiyaç duyma ve onlara bağımlı olma durumuna eşlik eden utanç ve öfke gibi çatışmalı duygularına bağlı olduğundan makul ölçüde emindir. Ancak terapist, Bayan J.’nin bu zor duyguları keşfedebilmesi için, öncelikle onun kendini güvende hissetmesine yardımcı olması, yoğun duygulanımlarını yatıştırması ve kendisine yönelik paranoid algılarını azaltması gerektiğini bilir.

    Unutulmamalıdır ki, insanların gerçekliği sınama kapasitesi farklı derecelerde olabilir. Bay I., gerçekliği hiç sınayamaz durumdadır ve bu kapasitenin terapist tarafından temin edilmesine (supply) ihtiyaç duyar; buna karşılık Bayan J., stres altındayken paranoid hale gelmiş ve terapistin, onun gerçekliği sınama kapasitesini kullanmasına yardımcı olmasına (assist) ihtiyaç duymaktadır. Ancak terapist ve Bayan J., dengesini yitirmesine yol açan bilinçdışı etkenleri ortaya çıkarabilmeden önce bu kapasitenin desteklenmesi gerekir. Her iki örnekte de terapistin nazik ve ölçülü biçimde hastalara yardımcı olmaya çalıştığı görülür:

    • yanlış algıladıklarını fark etmelerini sağlamakta,
    • alternatif bakış açılarını daha esnek bir şekilde değerlendirmelerine rehberlik etmektedir.

    Muhakeme ve dürtü kontrolü

    İyi muhakemeye (judgment) sahip kişiler, davranışlarının sonuçlarını öngörebilme, diğer insanların muhtemel tepkilerini tahmin edebilme ve gerektiğinde kendilerini tutma, duruma uyum sağlama (shift set) ve planlarını yeniden değerlendirme kapasitesine sahiptir. Bu nedenle, sağlam muhakeme yetisi, iyi bir dürtü kontrolünü (impulse control) gerektirir; muhakemeyi geliştirmek genellikle dürtüselliği azaltmakla el ele gider. Muhakemedeki ve dürtü kontrolündeki bozulmaların yaşamı tehdit eden bir duruma yol açabileceği hallerde, doğrudan müdahale etmemiz gerekebilir (örneğin hastayı hastaneye yatırmak veya güvenli cinsel davranış önlemleri almaya yönlendirmek gibi -bkz. Bölüm 10). Ancak muhakemedeki ve dürtü kontrolündeki bozulma, hastanın, bir başkasının veya terapötik sürecin güvenliğini doğrudan tehlikeye atmıyorsa, amacımız bu işlevleri destekleyici veya açığa çıkarıcı teknikler aracılığıyla geliştirmektir. Aşağıda, muhakemede ve dürtü kontrolünde bozulma gösteren iki hasta örneği yer almaktadır. İlk örnekte terapist, zayıflamış ego kapasitelerini güçlendirmek için çoğunlukla destekleyici müdahaleler (temin etme ve yardım etme) kullanırken; ikinci örnekte terapist, hastaya yardımcı olmak için hem destekleyici hem de açığa çıkarıcı yaklaşımlardan yararlanmaktadır.

    Vaka 1

    Bay K., 28 yaşında bir radyo reklamı satıcısıdır. Babasının ısrarıyla terapiye başvurmuş ve “İşimden bıktım, babam da kiramı ödemekten bıktı. Neden umursuyor anlamıyorum -işlerim yolundayken zaten hiç ilgilenmez,” demiştir. Bay K., büyük bir hevesle başladığı yeni işlerden kısa sürede sıkılıp ayrıldığını ya da kovulduğunu anlatır. Bu, son üç yıl içindeki üçüncü işidir; ve sadece birkaç ay sonra “bütün gün mızmız müşterilerle telefonda konuşmaktan bıktığını” söyler. Terapistine, o hafta neredeyse işi bırakacağını; çünkü patronunun, üç aylık satış hedefinin oldukça gerisinde olduğunu ve o ay altı kez geç kaldığını kendisine söylediğini aktarır.

    Bay K: Patronuma işini başına çalmasını söylemek istedim. Eleştiriden geçilmiyor ama yardım ettiği yok.

    Terapist: Zorlayıcı bir durum gibi görünüyor. Günümüzde iş piyasası nasıl? (empati kurma, soru sorma, olası sonuçları birlikte düşünme)

    Bay K: Berbat. Bu işi bulmam üç ay ve beş mülakat sürdü.

    Terapist: Yani işi bırakmak sizi yeniden o sürece geri götürür. (sonuçları birlikte düşünmeye devam etme)

    Bay K: O an bunu hiç aklıma getiremiyorum. O kadar sinirleniyorum ki, aklımdan uçup gidiyor.

    Terapist: Anlıyorum -o anlarda kullanabileceğiniz bazı stratejiler üzerinde birlikte düşünelim. (ortak problem çözme)

    Terapist, hastanın patronuyla yaşadığı çatışmanın aslında babasıyla olan ilişkisine ait bir dinamiği eyleme döküp dökmediğini (acting out) ve bu nedenle bilinçdışı etkenlerin onun zayıf muhakeme yetisinde rol oynayıp oynamadığını merak eder. Ancak terapist, üç hazır oluş ilkesini (bkz. Bölüm 17) -ittifakın durumu (şu ana kadar mevcut değil), hastanın ego işlevi (zayıflamış) ve tedavinin evresi (ilk görüşme)- ile birlikte hastanın işini kaybetme riskini de dikkate alarak, bilinçdışı çatışmaları destekleyici biçimde atlamayı tercih eder. Bu nedenle terapist, şu aşamada bilinçdışı çatışmaları doğrudan ele almak yerine, terapötik ittifakı kurmaya odaklanır ve destekleyici müdahaleler aracılığıyla Bay K.’nin zayıflamış muhakeme, dürtü kontrolü ve uyumsuz başa çıkma örüntülerini güçlendirmeyi amaçlar.

    Terapist, Bay K.’nin zayıflamış muhakemesini ve dürtü kontrolünü güçlendirmek amacıyla, temin edici ve yardımcı müdahaleleri bir arada kullanır. Bu kapsamda empati kurma, olası sonuçları birlikte düşünme ve ortak problem çözme gibi yaklaşımlardan yararlanır.

    Vaka 2

    Bayan L., 42 yaşında, evli bir iş yöneticisidir. Kocası kısa süre önce bir ilişki yaşadığını ve boşanmak istediğini açıklamıştır. Bayan L. hâlâ şoktadır ve durumu arkadaşlarına ya da ailesine -özellikle de kocasını hiçbir zaman sevmemiş ve “O tam bir çıkarcı, tıpkı baban gibi” demiş olan annesine- söyleyecek kadar utanç duymaktadır. Yurt dışı seyahati için havaalanına giderken şirketin genel müdürüyle aynı taksiyi paylaşır ve onunla flört etmeye başlar. Her ne kadar arkadaşları onu kararlarını “fazla düşünme eğiliminde olan temkinli biri” olarak tanımlasa da, meslektaşını otel odasına bir içki içmeye davet eder ve geceyi onunla geçirir. Seyahatten döndükten sonra, Bayan L. eski terapistini arar. Aşağıda, onların ilk görüşmesinden bir bölüm yer almaktadır:

    Bayan L.: Bu iş tamamen kontrolden çıkıyor! Bunu bitirmem gerektiğini biliyorum. O evli! Ama her sesini duyduğumda kendimi tutamıyorum. Neden böyle yapıyorum?

    Terapist: Bu konuda sizin bir fikriniz var mı? (yüzleştirme)

    Bayan L.: O zeki. Yakışıklı. Bana kendimi çekici ve arzu edilir hissettiriyor.

    Terapist: Hımm… ama sanırım bu konuda hisleriniz biraz daha karmaşık. (soru, yüzleştirme)

    Bayan L.: Evet -bu delilik! Patronla birlikte olmak mı? Akıl hastası olmalıyım- sürekli kendime “onu arama” diyorum, ama farkına varmadan yine arıyorum.

    Terapist: Bu dönem sizin için gerçekten çok zor geçti. Şu anda bu ilişkiye odaklandığınızı biliyorum, ama kocanız gittikten sonra sizi ilk kez görüyorum. (empati kurma, yüzleştirme)

    Bayan L.: (hıçkırarak ağlar) Tamamen aşağılanmış hissediyorum! Yine!

    Terapist: Yine mi? -anladığım kadarıyla bu durum, hâlâ kocanızla ilgili taşıdığınız duygularla bağlantılı. (netleştirme)

    Bayan L.: Bilmiyorum -muhtemelen “İnanamıyorum, yine yaptı!” diye düşünüyorsunuzdur.

    Terapist: Kocanızın ihaneti yıkıcıydı. Belki de patronunuzu baştan çıkarmak, kendinizi kontrolün sizde olduğu bir konumda hissetmenizin, anneniz gibi kurban rolüne düşmemenizin bir yoluydu. (yorum, genetik bileşenle)

    Bayan L.: Sanırım şunu demek istiyorsunuz: İstersem durumu kontrol altına alabilirim. Yani her şey sadece onun elinde değil.

    Yakın zamanda yaşadığı ve öz-değerine ağır bir darbe vuran aşağılayıcı bir olayın ardından, normalde son derece özdenetimli ve kusursuz bir muhakeme yetisine sahip olan bu kadın, birdenbire dengesiz ve riskli davranışlar sergilemeye başlar. Terapisti, destekleyici ve açığa çıkarıcı müdahaleleri harmanlayarak, onun davranışlarının hem kendisinden hem de başkalarından gizlediği bilinçdışı düşünceler ve duygularla nasıl bağlantılı olduğunu anlamaya başlamasına yardımcı olur.

    Kognisyon

    Bazı hastalar, dikkat, bellek ve doğrusal düşünme gibi temel bilişsel işlevlerde yaşam boyu süren güçlükler yaşarlar. Diğer bazı hastalar ise temel bilişsel işlevleri sağlam olmasına rağmen bu işlevleri koordinasyon içinde kullanmakta zorlanırlar. Bu hastalar genellikle öncelik belirleme, işleri zamanında başlatma ve tamamlama, görevleri takip etme, uzun vadeli projeleri bitirme ya da geleceğe yönelik plan yapma gibi alanlarda sorun yaşarlar. Bu tür koordinasyon gerektiren etkinlikler kimi zaman “yürütücü” bilişsel işlevler (“executive” cognitive functions) olarak adlandırılır [17]. Bazı kişiler ise “sentetik (synthetic)” ya da soyut düşünme (abstract thinking) olarak tanımlanan bilişsel alanda güçlük yaşarlar; bu zorluklar, farklı düşünceler, duygular ve deneyimler arasında bağlantı kuramama, örüntüleri fark edememe, tutarsızlıkları anlamlandıramama ve yaşantılarla bunlara verilen tepkiler arasında ilişki kuramama şeklinde görülebilir [18]. Bu tür bilişsel güçlükleri olan hastalar genellikle -en azından başlangıçta- bu görece zayıf alanları güçlendirmeyi amaçlayan daha destekleyici bir yaklaşımdan fayda görürler. Ancak, bilinçdışı duyguların genel olarak sağlam olan bilişsel becerileri engellediğine dair güçlü kanıtlar varsa, daha açığa çıkarıcı bir yaklaşım yararlı olabilir. Aşağıda, bilişsel işlevlerde farklı sorunları olan iki hastaya ilişkin örnekler yer almaktadır -ilki daha küresel ve uzun sürelidir, ikincisi ise daha seçici nitelikte olup son yaşam stresörleriyle tetiklenen bilinçdışı çatışmalarla ilişkili görünmektedir.

    Vaka 1

    Bay M., birinci sınıfta başarısız notlar aldığı için okul yönetimi tarafından dönem izni (ara verme) almayı düşünmesi istenen 18 yaşında bir üniversite öğrencisidir. Ebeveynleri, onun “yeniden toparlanmasına” ve dönemi bitirmesine yardımcı olabilmek amacıyla bir danışmaya getirmiştir. Ailesi, Bay M.’nin kronik olarak huzursuz, yerinde duramayan, aşırı konuşkan biri olduğunu; lisenin son iki yılında ödevlerini tamamlamak ve üniversite başvurularını zamanında bitirmek için özel öğretmen desteğine ihtiyaç duyduğunu belirtir. Bay M., okul yılı başlarken kendi başına işlev gösterebileceği konusunda oldukça iyimserdir; ancak şimdi tüm derslerinde ciddi biçimde geridedir. Terapistin odasında panik halindedir; dönemi bitiremeyecek kadar bunaldığını, ama “kuyruğunu bacaklarının arasına alıp” eve dönmeyi de hayal bile edemediğini söyler. Terapist tüm öyküyü aldıktan ve Bay M.’nin belirtilerini değerlendirdikten sonra, ikisi arasında şu diyalog gerçekleşir:

    Bay M: (bacaklarını sinirli bir şekilde sallar ve ellerini saçlarının arasından geçirir) Ne yapacağımı bilmiyorum. Sıkıştım kaldım.

    Terapist: Sıkıştınız mı? (yüzleştirme)

    Bay M: Dönemi tamamlayabileceğimi sanmıyorum. Ama okulu bırakacak olursam, kış tatilinde lisede arkadaşlarıma ne diyeceğim? Onlara tam bir başarısız olduğumu mu söyleyeceğim?

    Terapist: Olayı öyle görebilirsiniz, ya da çevrenizdekilere bir süredir ihtiyacınız olandan daha fazla yardıma gereksinim duyduğunuzu anlatmaya çalıştığınızı da söyleyebilirsiniz. Belki okul çalışmalarında sizi zorlayan şeyleri birlikte ele alabiliriz, böylece size en iyi şekilde yardımcı olacak bir plan oluşturabiliriz. (yorumlama, açıkça ilişkiye katılma, ortak sorgulama)

    Bay M: (biraz canlanarak) Sanırım haklısınız -peki, ne öneriyorsunuz?

    Terapist: Öncelikle, hâlâ özel öğretmen desteğine ya da organizasyon konusunda yardıma ihtiyaç duymakta utanılacak hiçbir şey yok. Bu tür desteğe kaç kişinin ihtiyaç duyduğunu duysanız şaşırırsınız -hem de yalnızca öğrenciler değil. Görünüşe göre dikkat eksikliği bozukluğu olup olmadığını değerlendirmek için bir danışma da almanız iyi olur; birçok belirtiniz bu tabloyla örtüşüyor ve ilaç tedavisi size gerçekten yardımcı olabilir. Ardından, yaşadığınız zorlukların bazılarını daha yakından inceleyebiliriz. Belki siz başlayabilirsin… en son hangi ödevde zorlandığınızı hatırlıyor musunuz? (güvence verme, geçerlilik kazandırma, genelleştirme, ortak çalışma)

    Bay M.: O tarih araştırma projesi beni bitirdi -tam da beni çileden çıkaran türden şeydi- nereden başlayacağımı bilemedim, bu yüzden kâğıt yığını altına gömdüm.

    Terapist: Harika -başlamak için mükemmel bir nokta. O hâlde, ödevi ilk aldığınızda neler yaptığınızı konuşalım… (övgü, ortak sorgulama)

    Ebeveynlerden alınan öykü, terapistin ilk izlenimiyle tutarlıdır ve uzun süredir tanı konmamış bir dikkat eksikliği bozukluğuna işaret etmektedir. Terapist, üniversite düzeyindeki akademik zorluklarla karşılaşan Bay M.’nin, ebeveynlerinin desteği ve yönlendirmesi olmaksızın bir çalışma planı oluşturamadığını ya da zamanını etkili bir şekilde yönetemediğini düşünür. Uygun kaynakları harekete geçirmek ve yardım istemek yerine, Bay M. okul çalışmalarından kaçınmıştır. Terapist, Bay M.’nin örgütlenme ve zaman yönetimi sorunlarını ele alırken aynı zamanda öz-değerini güçlendirmek amacıyla hem temin edici hem de yardımcı teknikleri kullanarak bu hassas sürece yaklaşır.

    Vaka 2

    Bayan N., üç yetişkin çocuğu olan, kısa süre önce dul kalmış 59 yaşında bir annedir ve “Zamanımı doğru yönetemediğim için işimi kaybetme riski altındayım” der. Bayan N., geçmişte çok talep gören bir örgütsel psikoloji danışmanı olduğunu ve karmaşık, çok yönlü sorumlulukları başarıyla yürütebildiğini açıklar. Ancak büyük bir işten çıkarma dalgası sonrasında işini kaybetmiş ve önemli ölçüde maaş kesintisiyle, şu anki daha alt düzeydeki pozisyonu kabul etmek zorunda kalmıştır. Bayan N., çalışma saatleri boyunca isteksiz ve dikkati dağılmış hissettiğini, zihninin sık sık başka yerlere kaydığını ve raporlarını zamanında amirine teslim etmekte giderek daha fazla güçlük yaşadığını belirtir.

    Bayan N.: Bir yıl önce bu tür işleri gözüm kapalı, bir elim bağlı yapabilirdim. Bazen Alzheimer mı oluyorum diye düşünüyorum.

    Terapist: Belleğinizle ilgili herhangi bir sorun fark etmedim, ama zamanınızı yönetmekte ya da yaşamınızın diğer alanlarında düzenli kalmakta -faturalarınzı ödemek, doktor randevularınızı ayarlamak, tatil planlamak gibi- zorluk yaşıyor musunuz? (güvence verme, soru)

    Bayan N.: Pek sayılmaz. Zaten tuhaf olan da bu. İş dışında her şey yolunda, ama ofise geldiğimde sanki siyah bir örtü iniyor üzerime.

    Terapist: Siyah örtü? (yüzleştirme)

    Bayan N.: Evet, siyah bir örtü… sanki kendi cenazeme gidiyormuşum gibi! (güler)

    Terapist: Son zamanlarda pek çok kayıp yaşadınız. (empati kurma, netleştirme)

    Bayan N.: Jerry’nin ölümünün üzerinden tam bir yıl geçti. (gözleri dolar) Eğer hâlâ yaşıyor olsaydı, bu berbat işte çalışmak zorunda kalmazdım.

    Terapist: Onu ne kadar özlediğiniz açık. Ama sanırım aynı zamanda artık kendinize bakmak zorunda olmanızdan dolayı ona karşı öfke de hissediyorsunuz. Bu duygunun, işte yaşadığınız bazı zorluklarla bağlantılı olabileceğini düşünüyorum. (empati kurma, duyguyu adlandırma, yorum)

    Bayan N.: Onu bu kadar özlediğim için ona karşı öfke hissetmekten nefret ediyorum, ama keşke şu anda seçeneklerim olsaydı… oysa hiç yok.

    Bayan N.’nin “siyah örtü” metaforu, terapiste onun şu anda yaşadığı güçlüklerin, kocasının ölümüne ilişkin bilinçdışı duygularla bağlantılı olabileceğini düşündürür. Yüzleştirmenin ardından terapist, Bayan N’nin bilinçdışı öfkesinin işteki işlevselliğini engelleme biçimini yorumlayabilir hale gelir.

    Bayan N.’nin durumu, Bay M.’ninkinden birkaç açıdan farklıdır. Bayan N. geçmişte bu işlevleri kolaylıkla yerine getirebilmekteydi. Şu anda performansındaki bozulmaya katkıda bulunabilecek açık ve belirgin bilinçdışı unsurlar bulunmaktadır. Son olarak, terapistin bu bilinçdışı unsurları Bayan N. ile tartışma girişimi, onun çağrışımlarını derhal derinleştirmiştir.

    Özfarkındalık / Psikolojik zihinlilik

    Tüm psikodinamik psikoterapilerde -ağırlıklı olarak destekleyici nitelikte olanlarda bile- her zaman hastanın kendini anlamasını geliştirmeye çalışırız. Ancak, Bölüm 3’te tartışıldığı üzere, bazı kişiler zihinlerini bilinçdışı unsurlar içeren bir yapı olarak kolaylıkla kavramsallaştırabilirken, bazıları bunu yapamaz. Hastaların kendi zihinsel işleyişleri hakkında nasıl düşündüklerini değerlendirmek, hangi tür tekniklerin daha uygun olacağını belirlemede çok önemlidir. Açığa çıkarıcı teknikler, hastanın içsel zihinsel yaşamı üzerine en azından temel düzeyde düşünebilme (öz-düşünüm, self-reflection) kapasitesine sahip olmasını gerektirirken; destekleyici müdahaleler, bu kapasitenin geliştirilmesine veya güçlendirilmesine yardımcı olabilir. Aşağıda, öz-düşünüm (self-reflection) kapasitesiyle ilişkili iki örnek yer almaktadır:

    Vaka 1

    Bayan O., 10 yaşın altındaki üç çocuğu olan, 36 yaşında evli bir kadındır. Dahiliye uzmanı tarafından, altta yatan bir depresyon olasılığı açısından değerlendirilmek üzere yönlendirilmiştir. Bayan O. görüşmeye başlar başlamaz baş ağrısı, sırt ve boyun rahatsızlığı ve “korkunç” adet öncesi sendromu (PMS) gibi çok sayıda fiziksel yakınmadan söz eder; bu şikâyetler için birçok uzmana başvurmuştur. Bu belirtiler, bir yıl önce bebeğinin doğumundan sonra başlamış ve artık çocuklarına bakma kapasitesini ciddi şekilde kısıtlamaktadır. Aşağıda, ilk değerlendirme görüşmesinden bir kesit yer almaktadır:

    Bayan O.: Doktorum antidepresan kullanmam gerektiğini düşünüyor.

    Terapist: Peki siz ne düşünüyorsunuz? (soru)

    Bayan O.: Sanırım acı çekiyorum.

    Terapist: Sizce şu anda bu ağrılara neden olan bir şey olabilir mi? (soru)

    Bayan O.: Nereden bileyim ben? Ben doktor değilim. Onlar da ne olduğunu çözemedi ama bir şey var. Kesinlikle kafamda değil.

    Terapist: Bu durumun sizin için gerçekten zorlayıcı olduğu anlaşılıyor. Günün belirli zamanlarında ya da bazı durumlarda ağrının azaldığını ya da arttığını fark ediyor musunuz? (empati kurma, soru)

    Bayan O.: Sabahlar en kötü zaman -kahvaltıyı hazırlamak, çocukları okula göndermek, bir yandan da bebeği tutmak zorundayım…

    Terapist: Bu stres düzeyinizi inanılmaz yükseltiyor olmalı… Dahiliye uzmanının da söylediği gibi, stres kas gerginliğini artırarak ve sempatik sinir sistemini uyararak ağrıyı gerçekten şiddetlendirebilir. (empati kurma, geçerlilik kazandırma, bilgilendirme)

    Bayan O.: Bunun farkında değildim. Ben sadece ağrıyı hissediyorum, ama haklısınız -stres muhtemelen durumu daha da kötüleştiriyor.

    Değerlendirme süreci boyunca terapist, Bayan O.’nun gergin ve mutsuz görünmesine rağmen majör depresif bozukluk tanı ölçütlerini karşılamadığını belirler. Ancak, Bayan O.’nun sorunlarının düşünceleri ve duygularıyla nasıl ilişkili olabileceğini düşünmekte güçlük yaşadığı açıktır. Bu ego zayıflığının uzun süredir mevcut olduğu düşünülse de, son bir yıla kadar ilişkilerinde veya genel işlevselliğinde belirgin bir probleme yol açmamıştır. Terapist, Bayan O.’nun bedensel uğraşının (somatik preoccupation), en küçük çocuğunun doğumunun tetiklediği, kabul edilmesi zor öfke ve hoşnutsuzluk duygularına karşı bir savunma olabileceğini öne sürer. Bununla birlikte, terapist bu aşamada Bayan O.’nun, yalnızca duygularını adlandırma ve yaşamındaki olaylara verdiği duygusal tepkileri fark etme konusunda yardıma ihtiyacı olduğunu fark eder. Bu nedenle terapist, başlangıçta onun savunmasını “izlemeye” karar verir -yani, zorluklarını bedensel şikâyetleri üzerinden konuşarak ele alır, ancak aynı zamanda olaylara farklı bir açıdan bakmasına yardımcı olmaya çalışır. Terapötik strateji, Bayan O.’nun yaşadığı ağrının stres ve duygularıyla ilişkili olabileceğini yavaş yavaş fark etmesini sağlamaktır. Bu, özfarkındalığı artırmaya yönelik ilk adım olabilir.

    Vaka 2

    Bayan P., hangi lisansüstü programa gideceğine “karar veremediğini” söyleyen 32 yaşında bir kadındır. İki oldukça iyi teklif almıştır ve iki gün içinde karar vermesi gerektiğini belirterek “panik halinde” olduğunu ifade eder. Kendisinin genellikle karar verme konusunda oldukça iyi olduğunu, ancak bu durumun “onu delirtmekte” olduğunu söyler. İlk seansta yanında, artıları ve eksileri listelenmiş çok sayıda kâğıt getirir. Ayrıca iki yıldır birlikte olduğu erkek arkadaşının, programlardan birinin bulunduğu şehirde yaşadığını belirtir; ancak “bu konunun bir etken olmadığında” ısrar eder. Aşağıda, seanstan bir bölüm yer almaktadır:

    Bayan P.: Yani, Y Üniversitesi’nin yurtları daha iyi ama Z. Üniversitesi’nin bursu daha yüksek. Ah! Sürekli aynı döngünün içinde dönüp duruyorum.

    Terapist: Döngü mü? (yüzleştirme)

    Bayan P.: Evet -tam karar verecek gibi hissediyorum, sonra başka bir şey çıkıyor ve yine en başa dönüyorum. Erkek arkadaşımı da bu konuda delirtiyorum -saatlerce telefonda bunun üzerine konuştuk.

    Terapist: Onun bir fikri var mı? (soru)

    Bayan P.: Hayır -tamamen dengeli biri, bu iyi bir şey- bu konunun tamamen benimle ve benim ne istediğimle ilgili olmasına bütünüyle kendini adamış durumda. Harika biri -bu konuda fikrini belirtmesini asla istemem- kesinlikle hayır.

    Terapist: Birçok “hayır” duydum -acaba ondan bir fikir duymayı aslında biraz istiyor olabilir misiniz? (yüzleştirme)

    Bayan P.: Hayır dedim çünkü gerçekten hayır demek istedim -ben eğitimli, bağımsız bir kadınım ve kariyerim her şeyden önce gelir. Doğru değil mi

    Terapist: Elbette bu tamamen size bağlı, ama bu konuda birden fazla duygunuz olabileceğini düşünüyorum. Bir yanınız tamamen bağımsız olmak isterken, diğer yanınız onun sizinle gerçekten birlikte olmak istemesini arzuluyor olabilirsiniz. (yüzleştirme)

    Bayan P.: (gözleri dolar) -32 yaşındayım! Daha genç olmuyorum! Doktoramı bitirmem en az altı yıl sürecek -o zaman 38 olacağım. Belki de onun umurunda bile değil.

    Terapist: Ailenizin olması meselesinden mi bahsediyorsunuz? (yüzleştirme)

    Bayan P.: Bunun benim için önemli olmasından nefret ediyorum, ama sanırım öyle.

    Terapist: Belki de bu durumu programların “artıları ve eksileri” üzerinden düşünmek, onun sizinle birlikte olma konusunda daha girişken davranmamasının sizi ne kadar incittiğini düşünmekten daha kolay geliyordur. (yorum)

    Bayan P.: (sandalyeye yaslanır) Bunu kabullenmek zor, ama mantıklı geliyor. Yurtların nasıl olduğuna neden bu kadar takıldığımı şimdi anlıyorum.

    Bu durumda, hasta genellikle karar verebilen bir kişidir; bu nedenle terapist, bilinçdışında kalan bir etkenin Bayan P.’nin bu durumu aşırı somut bir biçimde düşünmesine yol açıyor olabileceğini öne sürüyor. Birlikte yürüttükleri çalışmada, Bayan P.’nin özfarkındalık (self-awareness) kapasitesinin, bilinçdışı düşünceler ve duygular tarafından engellendiğini keşfederler. Terapistin onun bunu fark etmesine yardımcı olması, Bayan P.’nin durumuna ilişkin daha düşünümsel (reflective) bir bakış geliştirme yetisini yeniden kazanmasını sağlar.

    Uyarıcı Düzenlemesi (Stimulus Regulation)

    Duyusal uyarıcılara (sensory stimuli) aşırı duyarlılık -ister kronik ister akut, ister hafif ister şiddetli biçimde olsun- hem tıbbi hem de psikiyatrik birçok durumla ilişkilendirilmiştir; bunlar basit anksiyeteden akut stres tepkilerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Bununla birlikte, duyusal aşırı yüklenme (sensory overload) sorunu, genel olarak sağlıklı çocuklarda ve yetişkinlerde tek başına da görülebilir [19]. Destekleyici müdahaleler, duyusal aşırı yüklenmeyle başa çıkma ve onu önleme konusunda çeşitli stratejiler öğretmeyi hedefler. Buna karşılık, açığa çıkarıcı yaklaşımlar, geçici olarak hastanın duyusal uyarıcıları düzenleme kapasitesini zayıflatan duygusal sıkıntı kaynaklarını ele almada yararlı olabilir.

    Vaka 1

    Bayan Q., hafif düzeyde otizmi olan 53 yaşında bir kadındır ve uzun yıllardır posta dağıtıcısı olarak çalışmaktadır; performans değerlendirmeleri her zaman mükemmeldir. Buzda kayıp düşmesinin ardından geçici olarak görevinden alınmış ve doğrudan müşterilerle iletişim kurmasını gerektiren bir gişe hizmeti işine geçmesi istenmiştir. Bayan Q., bu yeni pozisyona geçtiğinden beri daha kaygılı ve bunalmış hissettiğini belirtiyor. Üstteki ışıkların sert ve rahatsız edici olduğunu -“gözlerimi acıtıyorlar”- söylüyor. Postanedeki arka plan seslerini filtrelemekte zorlanmaktadır, müşterileri dinlemek ya da telefonda konuşmak onun için neredeyse imkânsız hale gelmiştir.

    Bayan Q.: Gürültüler beynimin içinden patlayarak geçiyor gibi hissediyorum. Bu da beni felç olmuş gibi hissettiriyor. Bazı sesler beni her zaman rahatsız etmiştir -mesela radyodaki parazit sesi gibi- bu yüzden onlardan uzak dururum. Ama işimden uzak duramam. Çığlık atmak istiyorum. Hiç bu kadar kötü olmamıştı.

    Terapist: Bu kadar zorlanmanıza rağmen dayanmanız gerçekten çok cesurca. Geçmişte size yardımcı olan şeyler nelerdi? (övgü, soru)

    Bayan Q.: Bazen kulak tıkacı takarım -özellikle metroya binmem gerekirse. Ama postanede müşterileri duymam ve telefona cevap vermem gerekiyor.

    Terapist: O hâlde yaratıcı olmamız ve ortamı sizin için daha katlanılabilir hale getirecek başka yollar düşünmemiz gerekecek. Karanlık ve sessiz bir odada bir süre uzanmayı denemeye ne dersiniz? Ya da belki ışıklardan ve sesten birkaç dakikalığına uzaklaşmak için banyoda biraz daha fazla zaman geçirmek işe yarayabilir mi? (açıkça ilişkiye katılma, öneri)

    Bayan Q.: Yani küçük bir mola vermek gibi… Bu fikri sevdim.

    Burada terapist, hastayla birlikte duyusal girdiyi azaltmanın ve aşırı uyarıcı yüklenmesine tahammül etmenin yollarını düşünmek için aktif biçimde çalışmaktadır.

    Vaka 2

    Bayan R., kocasının horlamasının “dayanabileceğinden fazla” olduğunu söyleyerek uyku ilacına ihtiyacı olduğunu belirtir. Geceleri sık sık sinirle yatak odasından çıkar, ortak yorganı alıp oturma odasına gider ve burada birkaç saat huzursuz bir şekilde uyur. Terapist, Bayan R.’nin 30 yıldır evli olduğunu ve kocasının her zaman horladığını öğrenir. Ancak bu durum onu yalnızca son iki aydır rahatsız etmeye başlamıştır. Terapist iki ay önce ne olduğunu sorduğunda, Bayan R. “Ah, hiçbir şey. En küçük oğlumuzu üniversiteye bırakıp döndüğümüzden beri rahatsız etmeye başladı,” der. Aşağıda ilk görüşmeden bir kesit yer almaktadır:

    Bayan R.: Akşam yemeğinde bile gerginim. Düşünüyorum -aman Tanrım, neredeyse yatma zamanı. O testere sesi! Sadece düşünmek bile kasılmama neden oluyor.

    Terapist: Yani Eylül’de başladı -doğru mu? (soru)

    Bayan R.: Evet -James’i üniversiteye bırakıp eve döndüğümüz zamandı.

    Terapist: Vay canına -üç oğlan da okulda- ev farklı geliyordur! (çağrışım daveti)
    Bayan R: Haklısınız -öyle. Artık yerde kirli çorap yok -televizyonu istediğim zaman açabiliyorum- odalardan yüksek müzik sesleri gelmiyor.

    Terapist: Çok sessiz olmalı. (çağrışım daveti)

    Bayan R.: Sanırım öyle. Artık sadece biz varız.

    Terapist: Yani artık sadece birbirinizi duyuyorsunuz. (deneyimi söze dökme)

    Bayan R.: Hımm -doğru- artık sadece kocamı duyuyorum, üstelik çoğu gün konuştuğum tek kişi o. Biraz yalnız hissettiriyor.

    Terapist: Görünüşe göre çocukları özlüyorsunuz. (yüzleştirme)

    Bayan R: Onları bu kadar özleyeceğimi düşünmemiştim -diğer ikisi gittiğinde özlemiştim ama James benim en küçük oğlum- harika bir çocuktu -sık sık geç saatlere kadar film izlerdik. Kocam kitaplardan ya da filmlerden hoşlanmaz -çalışır, arkadaşlarıyla bowling oynamayı ve futbolu sever- James gerçekten benim dostum gibiydi. Onu çok özlüyorum.

    Terapist: Horlamadan gerçekten rahatsız olduğunuzu biliyorum -ama bu durumun sembolik bir anlamı olabilir- yalnızca kocanızla baş başa kalmış olmanızdan dolayı biraz huzursuzsun gibi görünüyorsunuz. (yorum)

    Bayan R.: Sanırım öyleyim -keşke o üniversiteye gitseydi de James evde kalsaydı. Ama bunu yüksek sesle söyleyince korkunç geliyor…

    Bu yeni ortaya çıkan gürültüye duyarlılık, farkında olunmayan düşünce ve duyguların etkisini düşündürmektedir. Terapist, bu yeni sorunun bir duygudurum bozukluğu, anksiyete ya da madde kullanımına bağlı olmadığından emin olduktan sonra, bilinçdışı anlamları dinlemeye başlar. Bu durumda, Bayan R.’nin kocasının horlamasına karşı duyarlılığı, onun kabul edilemez bulduğu bir arzuyu -kocasının yerini oğlu ile değiştirme isteğini- örtmektedir. Terapistin, bu anlamı Bayan R.’nin fark etmesine yardımcı olması, yeni ortaya çıkan belirtilerini anlamasında da katkı sağlayacaktır.

    Bu bölümlerde terapötik hedeflere ilişkin sunduğumuz kısa vaka örnekleri oldukça öz olsa da, kalıcı bir değişime ulaşmak genellikle birçok yineleme gerektirir. Bu sürece “derinlemesine çalışma (working through)” diyoruz ve bir sonraki bölümümüzün konusu da budur.

  • Psikanalitik Adayların Yaratıcılığını Yok Etmenin Otuz Yolu (Otto F. Kernberg)

    Otto F. Kernberg

    Past-President, International Psychoanalytic Association (IPA)

    New York Presbyterian Hospital-Cornell Medical Center, Westchester Division, USA

    Giriş (Paolo Migone)

    Kernberg, Uluslararası Psikanalitik Birliği’nin (IPA) başkanlığına başlamasına yakın bir zamanda bu makaleyi yazmıştı ve bu nedenle bunun aynı zamanda siyasi bir anlamı da olduğunu söyleyebiliriz: Bu durum, psikanalitik kurumun da hissettiği, eğitimin hassas konuları hakkında daha açık bir şekilde konuşma ihtiyacına işaret ediyor olabilir. Kernberg, on yıl önce, 1986’da, “Psikanalitik Eğitimin Kurumsal Sorunları” başlıklı bir başka önemli makale yazmıştı. Bu makalede, bazı enstitülerin “paranoyak atmosferinden” (s. 803), eğitimin eğitimsel ve terapötik yönleri arasındaki zorlu ilişkiden, “adayların enstitü için ‘ilk analiz’ ve mezuniyetten sonra ‘kendileri için’ ‘ikinci analiz’ yapmaları uygulamasının hâlâ devam eden uygulamasından” (s. 802), eğitim analistlerinin adayların ilerlemesi hakkında rapor verme geleneğinin oldukça tartışmalı olmasından vb. cesurca bahsetmişti. 2001 yılında IPA Yürütme Kurulu’nda, “Psikanalitik Eğitimdeki Yeniliklere İlişkin Bazı Düşünceler” başlıklı (Psicoterapia e scienze umane dergisinde İtalyancaya çevrilmiştir) bir başka ilginç makale sunmuştu.

    Hem 1986 hem de 1996 tarihli makaleleri, son kitabı olan Gruplar ve Örgütlerde İdeoloji, Çatışma ve Liderlik‘in (New Haven, CT: Yale University Press, 1998; İtalyanca çevirisi: Gruplardaki ilişkiler (Le relazioni nei gruppi). Milano: Cortina, 1999) sırasıyla 12. ve 14. bölümleri olarak yayınlanmıştır. Bu kitap, yazarın Kleincı geçmişinin de katkısıyla, her zaman ilgi odağında olan büyük grupların ve örgütlerin psikodinamikleri konusundaki denemelerini bir araya getirmektedir.

    Psikanalizin kuramsal statüsüyle sıkı sıkıya ilişkili olan psikanalitik eğitimin önemli ve güncel sorununu burada ayrıntılı olarak tartışmak mümkün değildir. Bahsedilebilecek pek çok katkı arasında, tesadüfen Alman Psikanaliz Derneği’nin başkanlığını yapmış olması nedeniyle örgütlü psikanalizin önemli isimlerinden biri olan Cremerius’un (1986, 1987, 1989, 1996, vb.) bazı makaleleri ve Kirsner’in (2000, 2001) kelime oyunuyla “özgür olmayan çağrışımlar”, yani psikanalitik çağrışımların iç dinamiklerini sosyolojik bir bakış açısıyla analiz ettiği son yazıları sayılabilir.

    Kernberg’in bu makalesi Uluslararası Psikanaliz Dergisi, 1996, 77, 5: 1031-1040 (“Psikanalitik adayların yaratıcılığını yok etmek için otuz yöntem”) dergisinde yayımlanmış ve yayımlanmasından birkaç hafta önce Uluslararası Psikanaliz Dergisi (IJPA) web sitesine eklenmiştir. Bu, IJPA Tartışma Grubu tarafından tartışmaya seçilen ilk makaleydi: hem tartışma (M.W. Miller, J. Canestri, J. Johns, C. Hombas, M.B. Buchholz, A. Hayman, D. Eyre, L.E. Pellanda, C.C.H. Cullander, D. Eyre, A. Burland, M. Ponsi ve M. Rossi Monti, W.J. Massicotte ve E. Gillett’in müdahaleleriyle) hem de Paul Williams tarafından yazılan özet (daha sonra Uluslararası Psikanaliz Dergisi, 1997, 78, 3: 633-637’de yayınlanmıştır) IJPA web sitesinden indirilebilir.Yukarıda da değinildiği gibi, bu makale aynı zamanda yukarıda adı geçen Grup ve Örgütlerde İdeoloji, Çatışma ve Liderlik kitabının 14. bölümü (s. 238-249) olarak da yayınlanmıştır; burada kullanılan başlık kitabın başlığıdır. İtalyanca çevirisi Gli argonauti dergisinde yayımlandı, 1998, 76: 1-14 (“Psikanalizde adayların yaratıcılığını yok etmek için otuz yöntem”).Yazara, Londra Psikanaliz Enstitüsüne ve Milano’daki Sağlık Bilgi Merkezi (Centro per l’Informazione Sanitaria s.r.l.) ‘ye (Gli argonauti dergisinin yayıncısı) izinleri için teşekkür ederiz.

    “Psikoterapinin Sorunları” bölümünde yayınlanan dokümanların ardından mümkün olduğunca yorum veya eleştirel tartışmalara yer verilmektedir .Otto Kernberg’in bu makalesi için, İtalyan Psikanalitik Derneği’nin (SPI) iki analisti Maria Ponsi ve Mario Rossi Monti’nin yazdığı bir yorumu (İtalyanca) yayınlıyoruz:

    Tartışmaya git (İtalyanca): Otto Kernberg’in “Psikanalitik Enstitülerde Öğrencilerin Yaratıcılığını Yok Etmek İçin Otuz Yöntem” başlıklı makalesi hakkında, Maria Ponsi ve Mario Rossi Monti https://psychomedia.it/pm/modther/probpsiter/kernberg-2.htm

    Birkaç yıl önce, psikanalitik eğitimdeki adayların yaratıcılığını artırmanın yolları hakkında bir meslektaşımla tartışırken, o meslektaşım bana gülümseyerek şunları söyledi: “Sorunumuz yaratıcılığı teşvik etmek değil, işimizin doğası gereği doğal olarak uyarılan yaratıcılığı engellememeye çalışmaktır” (Lore Schacht, kişisel iletişim). Onun yorumu, farklı psikanalitik topluluklarda ve enstitülerde psikanalitik eğitime katılmam, ders vermem ve eğitim almam sırasında anılarımı ve gözlemlerimi tetikledi. Bu çalışmanın olumlu bir formatı için okuyucuyu, bir yandan psikanalitik enstitülerin örgütsel yapısı ve işleyişi arasındaki ilişkinin, diğer yandan da psikanalitik eğitim üzerindeki etkilerinin sistematik bir analizini sunduğum 1986 tarihli bir makaleye yönlendiriyorum. Günümüzde psikanalitik eğitimdeki sorunlara dair mükemmel bir genel bakış sunan Wallerstein’ın (1993) Buenos Aires’teki Beşinci IPA Eğitim Analistleri Konferansı özeti, aşağıda yer alanlar için önemli bir arka plan oluşturabilir.

    Psikanalitik adayların yaratıcılığını engellemenin yollarını içeren aşağıdaki listenin kapsamlı olması beklenmemektedir, ancak baskın sorunları kapsadığını umuyorum. İşte enstitülerimizde öğrenme sürecinde yaratıcılığı etkili bir şekilde nasıl engelleyebileceğimize dair tavsiyem:

    1. Başvuruların işlenmesini yavaşlatın; adayların kabulünü geciktirin; adaylara bilgi verilmesini yavaşlatın: bu da onların da yavaşlamasına yardımcı olacaktır. Adayların ilerlemesi sistematik olarak yavaş ve zahmetliyse,yazılı vaka materyalleri çok sayıda revizyona tabi tutulursa ve özellikle, eğer belirsizlik içinde uzun süre beklemek onların ilerleme deneyimlerinin düzenli bir parçası haline gelirse, onlar da tepki vermede ve inisiyatif almada yavaşlama eğiliminde olacaklardır. Kabul ve ilerleme süreci ne kadar yavaş olursa, adaylar mezuniyet, özerklik ve dernek üyeliğine katılma yolundaki son adımlardan o kadar kaçınacaklardır; ve elbette, bilimsel katkılarda bulunmaları, eğer bunu başarabilirlerse, o kadar uzun sürecektir.

    2. Freud’un yazıları adayların kendi başlarına düşünme konusundaki ilgilerini azaltmak için yararlı bir şekilde kullanılabilir. Eğitmenler adayların Freud’u tarihsel sıraya göre, eksiksiz ve ayrıntılı bir şekilde dikkatlice okumaları konusunda ısrarcı olmalı ve adayların Freud’un teorisinin herhangi bir noktada tam olarak ne olduğunu öğrendiklerinden emin olmalıdırlar. Eğitmenler, Freud’un sonuçlarına yönelik herhangi bir eleştirel analizin, öğrenciler Freud’u tamamen okuyana kadar (ve psikanalitik alanda çok daha fazla deneyim ve bilgi sahibi olana kadar) ertelenmesi gerektiği mesajını net bir şekilde iletmelidir. Öncelikle Freud’un ne düşündüğünü ve mümkün olduğunca çoğunu bilmeleri gerekir: bu nedenle Freud’un yazılarının öğretisini, onun çalışmalarına yönelik dışarıdan veya çağdaş eleştirilerden, çağdaş tartışmalı konulardan veya yakıcı güncelliğin klinik sorunlarından ayırmak yararlıdır. Freud’un çalışmalarının diğer kuramlar veya eleştirilerle kirlenmesinden korunması, adayların psikanalitik düşüncenin daha ileriki gelişmelerine olan ilgisinin giderek azalmasında harikalar yaratacaktır. Eğitmenin, Freud’un düşünce sürecinin değil, Freud’un vardığı sonuçların öğretilmesi ve ezberlenmesi gerektiğini aklında tutması önemlidir: aslında, eğer öğrenciler Freud’un kaçınılmaz olarak devrim niteliğinde olan düşünce metodolojisini kavrarlarsa, bu onları onun özgünlüğüyle tehlikeli özdeşleşmelere götürebilir ve böylece onun sonuçlarına yönelik izole ve ayrıntılı odaklanmanın amacını boşa çıkarabilir (Green, 1991).

    3. Freud’un yazıları hakkında olası heyecanın bozulmasının faydalı bir şekilde pekiştirilmesi, her yeni seminerin başında Freud’un en yaratıcı ve önemli makalelerinden bazılarının verilmesiyle sağlanabilir. Bu makalelerde Freud’un söylediği her şey ayrıntılı olarak ele alınır ve Freud’un sonuçları vurgulanır. Freud’un eserlerinin kalıcı yönlerinin bu şekilde güven verici bir şekilde tekrarlanması, müfredatta bunlara verilen özel bir vurguyla bir araya geldiğinde, öğrencileri Freud’un katkısına karşı duyarsızlaştırıyor; bu uyuşukluk süreci, öğrencilerden Freud’un eserlerinin kapsamlı özetlerini yazmaları veya herkesin daha önce okuduğu şeyleri sınıfın geri kalanına özetlemeleri istendiğinde çok daha iyi hale geliyor. Freud’un tüm eserlerinin içeriğine ilişkin özel incelemeler yapılarak diğer seminerlere geçişin ön koşulu olarak süreç ilerletilebilir.

    4. Belirli psikanalitik kurumunuzun gözde yazarı olan herhangi bir önemli teorisyenin veya katkıda bulunan kişinin görüşlerini sorgulama eğiliminde olan adaylara karşı çok dikkatli olun. Eleştirel düşüncenin, baskın (dominant) liderinizin görüşlerinin onaylanmasına yol açtığı sürece hoş karşılandığını açıkça iletin. Öğrencilere verdiğiniz ödevlerden heyecan duyan ve tam olarak ikna olan öğrencileri ödüllendirdiğinizden emin olun (elbette “normalden sapan (deviant) okullar”ın katkıları hariç: bunların öğrenciler arasında uygun bir kuşku ve öfke uyandırması beklenir). Kurumunuzun resmi görüşüne katılan öğrencilere takdirinizi, incelikli ama tutarlı bir biçimde gösterirseniz, yeni, farklı, sorgulayıcı veya aykırı görüşler geliştirme isteği yavaş yavaş ortadan kalkabilir (Giovannetti, 1991; Infante, 1991; Lussier, 1991).

    5. Adaylarınızı psikanalitik topluluğunuzun bilimsel toplantılarına çok erken katılmaktan veya saygın meslektaşlarının birbirleriyle keskin bir şekilde fikir ayrılığına düşebileceği toplantılara davet edilmekten korumaya çalışın. Bu, kişisel eğitim analizinin, özellikle eğitim analistinin anonimliğini bozabilecek dış etkenlerden etkilenmemesi gerektiğinin vurgulanmasıyla haklı gösterilebilir. Küçük bir psikanalitik topluluk içinde, adayların psikanalitik topluluk toplantılarına katılmasını yasaklamak her zaman haklı gösterilebilir; çünkü böyle küçük bir grubun, adaylar ile analistleri arasındaki temasları oturumlar dışında engelleyememesi söz konusu olabilir ve bu, enstitünün öğretiminin psikanalitik düşüncenin aktif bilimsel dünyasından izole edilmesini mükemmel bir şekilde haklı çıkarır.

    6. Seçmeli dersleri dikkatli bir şekilde kontrol edin: Bunlar genellikle fakültedeki genç üyeler tarafından yeni ve zorlayıcı fikirler sunmak için kullanılır. İsteğe bağlı seminerleri genel olarak dikkatlice izleyin ve bunların toplumunuzun veya enstitünüzün baskın görüşlerine karşılık gelen psikanalize yönelik uyumlu, bütüncül yaklaşımı bozabileceği olasılığına karşı alarmda olun.

    7. Lisans ve lisansüstü seminerleri arasında kesin bir ayrım yapın. Neyse ki, çoğu psikanalitik kurum, adaylar ve lisansüstü analistlerin aynı seminerlerde erken bir şekilde karıştırılmasının önlenmesinin önemini sezgisel olarak anlıyor: Adayların, mezunlarda bastırmayı öğrendikleri belirsizlikleri ve sorgulayıcı tutumları keşfetme olasılıkları çok yüksek. Bu durum, psikanalitik eğitimin etkinliğinin sağlıklı bir şekilde idealize edilmesini ve adaylar ile mezunlar arasında çok büyük farklılıklar olduğu yanılsamasını bozabilir.

    8. Öğrencilerde büyüklerine karşı sağlıklı bir saygının korunması, belirli dersleri veya seminerleri öğretmek üzere eğitim analisti olmak isteyen kıdemli eğitim analistleri ve genç analistlerden oluşan ekiplerin kurulmasıyla sağlanabilir. Fakültedeki yaşlı ve genç üyeler arasında net bir hiyerarşi oluşturun. Eğer genç analist kıdemli analistin görüşlerine saygıyla eğilirse ve tüm davranışlarıyla kıdemli otoriteyi sorgusuz sualsiz kabul ettiğini gösterirse; eğer herhangi bir semineri verirken inisiyatif alma derecesi konusunda belirsizlik gösterirse, yerleşik otoriteyi kabul etmek ve sorgulamamak gerektiği mesajı güçlenecektir. Hiyerarşiyi basit yollarla vurgulayabilirsiniz: örneğin, mesleki toplantıların ön sıralarını kıdemli öğretim üyelerine ayırmak gibi.

    9. Mezuniyet ritüellerini bulduğunuz her türlü akıllıca yolla güçlendirin: Bu, büyük potansiyelleri olan bir alandır. Örneğin, adaylardan mezuniyet için bir vaka yazmalarını isteyebilir ve daha sonra yazılarını çok sayıda revizyon ve düzeltmeye tabi tutabilirsiniz. Bu deneyim sayesinde adaylar, yayın için kabul edilebilir bir makale yazmanın muazzam zorluklarına karşı sağlıklı bir saygı kazanırlar. Aksi takdirde adayın psikanalitik topluluk önünde bir bildiri sunması istenebilir. Tartışmacılar o topluluğun en kıdemli üyeleri olmalıdır (uzun zamandır kendileri bir makale yazmamış olabilirler). Bilimsel bir makalenin neleri içermesi gerektiği konusundaki zorlu beklentileri, adayın sunumunun kapsamlı bir şekilde eleştirilmesiyle iletilebilir. Yahut da bu tür kıdemli psikanalistlerden oluşan bir komite aynı mesajı iletebilir. Bazı ülkelerde, aynı etki, bir adayın makalesinin psikanalitik topluluğa kabul kriterlerini karşılayıp karşılamadığına dair tüm topluluk üyelerinin gizli oylamasıyla da elde edildi. Toplumdaki önemli siyasi bölünmeler genç mezunların otomatik olarak kendi eğitim analistlerinin iktidar grubuna kaymasına neden olduğunda, nitelikli bilimsel makale, bilimsel çalışmayla ilgili tehlikeler konusunda büyük bir endişe kaynağı haline gelebilir (Bruzzone ve diğerleri, 1985).

    10. Psikanalitik teori ve tekniğin, özellikle de psikanalizin diğer alanlara uygulanmasının, kişinin psikanaliz bilimine katkıda bulunma çabasını haklı çıkaracak kadar derin ve sağlam bir anlayışa sahip olması için uzun yıllar klinik deneyime ihtiyaç duyulduğu mesajını vurgulayın. Adayların yalnızca bildirilerini sunma değil, aynı zamanda bunları yayınlama (!) girişimlerinin, çözülmemiş Oidipus rekabetçiliğini veya narsistik çatışmaları ne ölçüde yansıtabileceği sorusunu nazik ama erken bir zamanda gündeme getirin. Genç psikanalistler nadiren yayın yapıyorsa ve yazılarını yayınlamadan önce derneklerindeki kıdemli üyelerden onay alıyorlarsa, bu gelenek adaylar arasında yaygınlaşacak ve onların yayınlama korkusunu pekiştirebilecektir. Doğal olarak, adayları kendi yeni, orijinal fikirlerini yazmaya teşvik etmekten kaçının: Yazmak bir angarya, bir zorunluluk olmalı, asla bir zevk olmamalı, psikanaliz bilimine öğrenciyken katkıda bulunmanın getirdiği erken bir gurur kaynağı olmalıdır (Britton, 1994).

      11. Psikanalizin yalnızca kendi kurumunuzdan uzak yerlerde ve tercihen öğrencilerinizin çoğunun bilmediği bir dilde anlaşılıp doğru şekilde uygulanabileceğini belirtmek çok faydalı olabilir. Eğer eğitimin gerekleri, öğrencilerin zamanlarının büyük bir kısmını o uzak ideal ülkede geçirmelerine izin vermeyecek düzeydeyse, gerçek ve tek teori ve tekniğin öğretildiği yerden bu kadar uzakta bir yerde psikanalitik bilimi geliştirmeye çalışmanın faydasız olduğuna ikna olabilirler. Ve bu inanç kalıcı olacaktır.

      12. Adayların başka dernek veya enstitülere erken başvurmaları, kongre ve toplantılara katılmaları veya başka kurumlardaki analitik çalışmalarda yer almaları engellenmelidir. Bu, özellikle kendi şehrinizdeki, bölgenizdeki veya ülkenizdeki toplantılar için geçerlidir ve adaylarınızın erişemediği, uzaktaki veya farklı bir dile sahip yerlerin idealleştirilmesini tamamlar. Neyse ki, bazı psikanalitik topluluklar ve enstitüler, iyi hazırlanmış bir toplantıda azamete uğrayacak nadir durumlar dışında, yabancı ziyaretçilerin müdahalesine karşı güçlü duvarlar örmüşlerdir; ve dünyanın birçok yerinde, bir adayın bir enstitüden diğerine, bir ülkeden diğerine ve hatta bir şehirden diğerine, birçok engeli aşmadan geçmesi çok zordur. Bu, potansiyel olarak zararlı kıyaslamaların, psikanalitik enstitülerin ve toplulukların yeni eğitim metodolojileriyle denemelerinin farkındalığının ve şüpheli bir değişim ve inovasyon ruhunun bulaşmasının önlenmesine yardımcı olur.

      13. Öğrencilerin bir seminerden diğerine makul olarak alabilecekleri yayın sayısının her zaman iki katını atayın. Onlardan meslektaşlarına özetler sunmalarını isteyin, bu makaleleri ne kadar detaylı okuduklarını test edin ve daha önce de belirtildiği gibi, Freud’un daha önce birçok seminerde okudukları makalelerini de eklemeyi unutmayın. Bir diğer yararlı mesaj da yirmi yıldan daha kısa bir süre önce yayınlanmış hiçbir makaleyi ödev olarak vermemek olabilir: bu, gerçekten önemli katkıların zaten yapılmış olduğu ve teori veya teknikteki son veya yeni gelişmelerden, elbette öğrencilerin zihninde filizlenen fikirler de dahil olmak üzere, çok az şey beklenmesi gerektiği mesajını iletir.

      14. Adayların kendi eğitim analistleri tarafından verilen seminerlere katılıp katılmama kararını, analist ve analiz edilenin bu konuyu birlikte incelemesine açık bırakan bazı kurumların aksine, adayların kendi eğitim analistleri tarafından verilen bir seminere asla katılmamaları gerektiği kesin bir ilke haline getirilmiştir. Hatta, analistlerinin mesleki çalışmaları hakkında nesnel bilgilerin aktarımı bozabileceği toplantılara, panellere veya diğer mesleki toplantılara katılmamalarını sağlayın; aksi takdirde analitik eğitim için gerekli olan anonimlik bozulur. Anonimlik, analiz edilemeyen idealleştirmeyi ve sağlıklı bir güvensizliği besler (Kernberg, 1986).

      15. Okuma listelerinde, kendi kurumunuzun önde gelen isimlerinin eserlerine yer vermek, ideal olarak bu eserlerin kendileri tarafından değil, kendi mevcut veya eski öğrencileri tarafından öğretilmesi çok faydalı olabilir. Yerel liderlerin görüşlerini destekleyen ve zayıflıklarını ortaya koymak için sadece bir veya iki muhalif görüş içeren uyumlu makaleler verdiğinizden emin olun. Referans listelerine odaklanma, öğrencinin ilerleme gereksinimlerinin bir parçası olarak bilimsel bir makale veya vaka çalışması ödeviyle tamamlanabilir; öğrencinin makalesinin gözlemlerini desteklemek için yerel olarak tercih edilen teorisyenlerden alıntı yapma gerekliliğine dikkat edilir.

      16. İdeal olarak, öğrencilerin mümkün olduğunca uzun süre alternatif psikanalitik okullara maruz kalması önlenmelidir. İleri düzey öğrencilere yönelik seminerlerde muhalif veya sapkın yaklaşımları temsil eden belirli makaleler, karşıt görüşlerin dengelenmesi bağlamında kısaca incelenmeli ve uygun şekilde eleştirilmelidir. Kısa seminerlere farklı bakış açılarına sahip liderlerin davet edilmesi, istisnai olarak öğrencilerin, mezunların ve ders hocalarının da katılması oldukça faydalıdır. İkincisi, öğrencilerin yabancı görüşün temsilcisinin acımasızca parçalanmasına tanıklık edebilmelerini sağlamak için katılabilir. Görüşleri saygılı ama kararlı bir şekilde eleştirilen önde gelen bir muhalif ile yapılacak bir günlük seminerler, yerel okulun en iyisini bildiği, öğrencinin zihninin huzur içinde olabileceği ve yeni fikirlerin tehlikeli olsalar bile yıkıcı potansiyellerinin çalınabileceği konusunda güvence sağlamaya katkıda bulunabilir.

      17. Deneyimsiz adayların vakalarını her zaman daha deneyimli adayların ve öğretim üyelerinin huzurunda sunmalarını sağlayın. Bir adayın grubuna bir vakayı sunanlar asla en deneyimli analistler olmamalıdır: işin belirsizlikleri ve kıdemli analistlerin kaçınılmaz hataları, profesyonel çalışmalarına yeni başlayan adayların özeleştiri duygusunu, azarlanma korkusunu ve doğal tevazularını ortadan kaldırabilir. Mezunların adaylardan çok daha iyi işler çıkardığı, eğitim analistlerinin mezunlardan çok daha iyi işler çıkardığı ve yaşlı eğitim analistlerinin gençlerden çok daha iyi işler çıkardığı inancı, adayın kendine olan güvenini sarsmaktadır.

      18. Seminerlerdeki uyum ortamını tehdit eden, kıdemli eğitmenlerine meydan okuyan veya analizanlarının yanında eğitim analistlerine karşı konuşmaya cesaret eden (elbette bu tür konuşmaları kendi oturumlarında rapor edecekleri muhtemel) alışılmadık derecede eleştirel veya asi adayların nazikçe geri çekildiğinden veya istifa etmeye teşvik edildiğinden emin olun. Örneğin, denetlenen analitik vakalarının onaylanmasında uzun gecikmeler yaşanarak bunu yapmak çok da zor değildir. Ayrıca seminer liderlerinin sorunlu adayların eleştirel bir şekilde tartışıldığı toplantılar düzenlemeleri de mümkündür. Bu görüşmelere ilişkin bilgiler, adaylara ancak dolaylı yoldan, kişisel danışmanlar veya soruşturmacılar aracılığıyla ulaşıyor ve bu kişiler, enstitüde adaylara yönelik var olan olumsuz tutumu dostane bir dille aktarıyorlar. Bir aday, kendisi hakkında söylenenler hakkında üçüncü ve dördüncü kişiler aracılığıyla yeterli bilgi alırsa, bu durum onun kuruma karşı tutumunu ya istediği yönde değiştirecek ya da istifa etmesine yol açacaktır. Bir aday istifa ettiğinde veya istifa etmesi istendiğinde, bir daha onun adını anmayın ve tüm mesele hakkında gizli bir sessizlik koruyun: Kimsenin konuşmak istemediği, korkutucu ve tehlikeli bir şeyin yaşandığı mesajı, öğrenci topluluğu üzerinde güçlü bir etki yaratacaktır.

      19. Son yıllarda, psikanalitik eğitimde heyecanı azaltmak için harika bir yöntem geliştirildi: Giriş niteliğinde, gayri resmi, hazırlık niteliğinde bir ders yılı: Burada, tüm psikanalitik teori ve teknik, daha sonra ayrıntılı olarak tartışılacak olan Freud’un düşüncesinin önemli noktalarına değinilerek, öğrencilere psikanalizin başlangıcından günümüze kısa bir giriş tarihi sunularak, tüm bunların daha sonra bilgilerinin derinleştirileceği alanlar olduğu vurgulanarak, basit, giriş seviyesindeki bir üniversite düzeyinde kısaca özetlenebilir. Birçok aday psikanalitik teoriyi çeşitli düzeylerde zaten öğrenmiş olacağından, tekrarla köreltme (dulling) süreci bu giriş düzeyinden itibaren başlayacaktır. Bu şekilde, neyin öğretileceğini tam olarak bilememe hissi ve daha derinlemesine bir araştırma için sabırsız bir istek uyandırılabilir; ayrıca, temel kavramların rutin bir şekilde basitleştirilmesi, çok daha sonra ayrıntılı olarak incelendiğinde heyecanlarını yok edebilir. Ve doğal olarak, bu yöntemi “giriş” seviyesinde verilen herhangi bir derse olan ilgiyi kaybetmek ve “asıl meselenin” başka bir yerde sunulacağını ima etmek için kullanabilirsiniz.

      20. Psikanalitik teknik konusunda güncel bir ders vermeyin. Psikanalitik tekniğin öğretimini Freud’un psikanalitik yönteme ilişkin giriş niteliğindeki yazılarına ve vaka çalışmalarına yoğunlaştırın: Fare Adam, Kurt Adam, Dora, Küçük Hans elbette Freud’un çalışmalarının kapsamlı bir şekilde incelenmesinde ele alınmış olacaktır; ancak şimdi bu yazılar psikanalitik tekniğin genel prensiplerini öğretmek amacıyla tekrar okunabilir. Adaylar, psikanalitik sürece ilişkin yeni gelişmeler ve alternatif yaklaşımlar hakkında başka yerlerden bilgi edinirlerse (ki bu, ne yazık ki, şu anda neredeyse kaçınılmazdır), ego-psikolojisi, Fransız okulları, İngiliz okulları vb. gibi farklı yaklaşımlara aşina olmamalarından kaynaklanan kaygıları, işleri konusunda artan bir güvensizliğe yol açacaktır. Bu durum, günümüz hasta popülasyonunun bize sunduğu zorluklara katkıda bulunma konusundaki güvenlerini zedeleyecektir. Aynı zamanda psikanalitik çalışmanın aslında sezgisel olarak ustalaşılacak bir sanat olduğu ve büyüme ve sezginin kişisel analiz ve süpervizyondaki ilerlemeye bağlı olacağı ince mesajı verilirse, bu kaygı uzun süre yararlı engelleyici etkilerini sürdürebilir (Arlow, 1991).

      21. Yöneticiler, adayların kendi çalışmalarına ve kendi deneyimleri yoluyla öğrenme olasılıklarına olan güvenlerini engellemede önemli bir işlev görebilirler. Danışmanların mümkün olduğunca az konuşması önemlidir. Hatta, adayın analizde sabırlı olması ve danışmanıyla ilişkisi arasında doğal bir süreklilik deneyimlemesi faydalı olabilir. Süpervizörün, adayın hastalarıyla yaptığı çalışmayı dikkatlice ve sessizce dinlemesi, ara sıra adayın nerede hata yaptığını gösteren yorumlar yapması, adayı işiyle ilgili sağlıklı bir belirsizlik ve tevazu içinde tutabilir. Danışmanının görüşlerini belirleyen zihinsel çerçeveyi kendisi için inşa etme çabası, hastasıyla yaptığı çalışmayı önemli ölçüde etkileyecek ölçüde zihnini meşgul edecektir. Aday, danışmanının tavsiyelerine sorgulamadan uymanın ve yaptığı yorumun, danışmanın anladığı yorum olduğunu ona göstermenin, kendisini çalışmalarında ciddi hatalardan kurtaracağını bilmelidir. Bu gelişim, adayın tedavi durumunda kendi görüşlerini test ederken hastanın özerk gelişimine saygı duyarak yaratıcı bir şekilde gelişen ve değişen bir teori ve kişisel bir teknik çerçeveyi kendisi için entegre edebileceği tehlikeli süreci önleyecektir. Eğer süpervizörler süpervizyona ilişkin eğitim yaklaşımlarını tartışmak üzere bir araya gelmezlerse ve psikanalitik tekniği öğreten öğretim üyeleri ile kontrol vakalarının süpervizörleri arasında tam bir ayrılık sürdürülürse, üretken bir kaos ve karışıklık, adayların analitik becerilere yaratıcı bir şekilde katkıda bulunmaya cesaret edebilecek kadar hakim olmaları için uzun yıllar gerekeceği konusunda farkındalık kazanmalarına yol açabilir.

      22. Eğitim analizinin teşvik ettiği idealleştirme süreçlerinin karşılığı olan belli bir ölçüde paranoyak korku, çoğu psikanalitik kuruma nüfuz eder; ancak, aslında tüm toplumsal örgütlerin bu tür gelişmelerle mücadele ettiğini unutmamak önemlidir. Bu tür paranoyak korku, adayların bağımsız çalışmalardan, cesur girişimlerden ve zorlu araştırmalardan caydırılmasına katkıda bulunabilir. Neyse ki, paranoyak korkuları çeşitli önlemlerle artırmak zor değil: En etkili yöntem, eğitim analistlerinin adayların kendileriyle birlikte analizdeki gelişimleri hakkında raporlama yapmasıdır. Eğitim analistlerinin raporlanması geleneği, yani eğitim analistlerinin eğitim komitesine analiz edilenlerin derslere başlamaya veya ilk kontrol vakasını almaya vb. hazır olup olmadıkları hakkında bilgi vermeleri, psikanalitik eğitimin bir parçası olarak icat edilen en paranoyak araç olmuştur. Bu aracın artık çoğu psikanalitik enstitü tarafından ortadan kaldırılmış ve hatta etik dışı ilan edilmiş olması üzücüdür. Neyse ki, bazı eğitim analistlerinin çeşitli adaylar hakkındaki gerçek duygularını hafif jestlerle ve tek kelime etmeden belirtme eğilimi hâlâ canlı tutulmaktadır: Bu tutum, “telefon bağlantısı kesilmiş” sisteminin kullanılmasıyla, yani adayların eğitim analistlerine diğer adayların kendileri hakkında ne söylediği hakkında söylediklerinin, bu eğitim analistleri tarafından misilleme amaçlı hareketler için bir ilham kaynağı olarak kullanılmasıyla beslenebilir. En azından, dikkatsiz bir yorumun bu tür sonuçlarına ilişkin korku, paranoyak gelişmeler için sağlıklı bir destektir (Dulchin & Segal, 1982a, 1982b; Lifschutz, 1976).

      23. Adaylarda paranoyak korkuyu artırmanın bir diğer meşru yöntemi de, gereklilikler, beklentiler, kurallar, yönetmelikler ve şikayetlerin giderilmesine yönelik kanallar hakkında eksiksiz ve yeterli bilgi vermemektir. Öncelikle, adayları ilerleme durumları veya öğretmenler ve öğretim üyeleri tarafından nasıl görüldükleri konusunda düzenli olarak bilgilendirmeyin ve eksikliklerini veya başarısızlıklarını yalnızca yukarıda açıklanan dolaylı yollarla bildirin. Danışmanların danışman adaylarına karşı açık sözlü ve açık sözlü olmamaları, böylece adayların nasıl değerlendirildiklerini yalnızca aday danışmanından, enstitü müdüründen veya dedikodu çarkından dolaylı olarak öğrenmeleri, paranoyak tutumların güçlenmesine güçlü bir şekilde katkıda bulunabilir. Tüm adayların sorularını resmi kitapçığa yönlendirmek ve periyodik bilgi toplama ve paylaşım toplantılarından kaçınmak tamamen meşrudur. Bazı enstitülerde, müdür tüm adaylarla görüşür ve bu da rahatlama, özerklik ve otoriteye karşı potansiyel meydan okumalar ortamı yaratır ki bunların hepsi tehlikelidir!

      24. Yerel psikanalitik topluluğunun üst düzey liderlerinin ilettiği mesajlar son derece önemlidir. En kıdemli ve güçlü eğitim analistlerinin yazı yazma konusunda büyük bir güvensizlik ve korku içinde olduklarının açıkça dile getirilmesi, onlarla sağlıklı bir özdeşleşmeyi teşvik edebilir. Daha da etkili bir örnek, eski moda ama neyse ki hâlâ mevcut olan “eşlik (convoy)” sistemiyle temsil edilebilir: Az sayıda çok kıdemli eğitim analisti, yerel gruplarında en çok arzu edilen analistlerdir ve kişisel analizde o kadar çok adayları vardır ki, bilimsel toplantılara gitmek için, hatta topluluğun bilimsel çalışmalarına aktif olarak katılmak için bile enerjileri kalmamıştır. Aktarımın saflığını korumak için, asla toplum içinde ağızlarını açmazlar ve büyük ustalardan biriyle analiz yapma şansına sahip olan adaylar arasındaki karşılıklı dostluklar, ittifaklar ve rekabetler, dengeleyici bir idealizasyon ve edilgenliğe yol açar. Bu model, adayların bağımsız ve eleştirel düşünmesini engellemede oldukça etkilidir.

      25. Öğrencilerinizin mesleki beklentileri açısından nispeten tek tip bir öğrenci topluluğu oluşturmaya çalışın. Gerçek bir analist yalnızca psikanaliz yapmak, ofisinde analitik hastalarla çalışmanın özgürlüğünü deneyimlemek istemeli ve gerçek analitik çalışmayı, ciddi derecede gerilemiş hastalarla, çocuklarla veya psikotiklerle psikoterapötik çalışma yürütmek veya psikanalitik ortam dışında akademik çalışmalara katılmak, araştırma yapmak, kurumsal liderlik üstlenmek veya sanatla ilgilenmek gibi mesleki geçmişinin diğer yönlerine uygulayarak sulandırmaktan kesinlikle kaçınmalıdır. Psikanalitik teori ve tekniğe yönelik en büyük zorluklar, mesleki alanımızın sınırlarında ortaya çıkar ve bu tür sınırlayıcı çalışmalara yatırım yapmaktan kaçınmak, yalnızca psikanalitik çalışmanın saflığını değil, aynı zamanda psikanalizin sınırları ve uygulamaları hakkında zorlu ve potansiyel olarak yıkıcı soruların gündeme gelmesini de korur. Psikanalizi başka bir mesleki alanda uygulamak isteyen asi, felsefi ve psikanalitik anlayış arasındaki sınırlarla ilgilenen filozof, nöropsikolojik geçmişini tamamlamak isteyen deneysel araştırmacıyı kabul edip eğitmekten kaçının. Adayların böylesine koruyucu bir şekilde seçilmesi etkili bir şekilde gerçekleştirildiyse, psikanalizin entelektüel yönleriyle ilgilenen birkaç “özel öğrenciye” hoşgörüyle yaklaşabilirsiniz. Ancak onları gerçek öğrenci topluluğundan açıkça ayrı tutmalı, klinik seminerlere katılımlarını sınırlamalı ve kısacası, gerçek analitik eğitim ile “ikincil” girişimler arasında bir uçurum olduğu mesajını vermelisiniz. Yetkisiz klinik çalışmalar konusunda her zaman öfkenizi hissetmeleri ve tam teşekküllü bir klinik eğitim programında değillerse psikanalizi tam olarak anlamalarının imkansız olduğunun farkında olmaları gereken diğer alanlardan akademisyenlere “kısmi klinik eğitim” vermeyin.

      26. Aynı şekilde, disiplinlerarası bilimsel araştırmaların tamamı, adayın temel kimliği, sanat, toplumsal sorunlar, felsefe ve sinirbilim araştırmalarına yönelik psikanalitik yaklaşımın sulandırıcı ve potansiyel olarak aşındırıcı etkilerine dayanabilecek kadar güvence altına alındıktan sonra, eğitimin çok ileri aşamalarına devredilmeli ve derslerin son yılındaki isteğe bağlı seminerlere sıkıştırılmalıdır. Bunun tersi bir yaklaşım ise, psikanalitik teorinin henüz keşfedilmeye başlandığı bir noktada, örneğin psikanalitik dürtü teorisinin alternatif modeller veya insan motivasyon ekollerinden etkilenmeden veya sorgulanmadan özümsenmesi gereken bir dönemde, çevresel bilimler çalışmalarını sürece dahil etmek olacaktır. Ya da, örneğin, depresyonun psikanalitik teorisini öğretirken, psikodinamikler ile depresyonun biyolojik belirleyicileri arasındaki ilişkinin erkenden gündeme getirilmesi, gerçek bir psikanalitik inancı tehdit edebilir.

      27. Öğretmenler ve öğrenciler, seminerler ve süpervizyonlar, adaylar ve öğretim üyeleri arasındaki tüm anlaşmazlıkları “terapi koltuğuna geri’’ (back to couch) yönlendirin: Aktarımsal eylemin psikanalitik eğitimin önemli bir komplikasyonu olduğunu ve tüm öğrencilerin memnuniyetsizliklerinde her zaman aktarımsal unsurlar bulunduğunu unutmayın. Bir adayın zorlayıcı sorular sorma, yaratıcı düşünme veya alternatif formülasyonlar geliştirme yönündeki aşırı baskısının genellikle derin aktarımsal kökleri vardır ve kişisel analitik durumda çözülmelidir. Bu aynı zamanda öğretim üyelerinin birlik içinde kalması, bireysel öğrencilerden veya genel olarak öğrenci topluluğundan gelen zorluklarla karşılaşan öğretmenlerin birlik içinde olması gerektiği anlamına gelir. Birlikli bir öğretim üyesi topluluğu, öğrenci topluluğunun aktarımsal gerilemesinin teşhis edilebileceği ve bireysel psikanalitik deneyimlerine geri döndürülebileceği sağlam ve istikrarlı bir yapı sağlar.

      28. Özetlenen tüm ilkeler ve öneriler, öğretim kadrosunun kendi yaratıcılık ruhuyla dolu olması durumunda yeterli olmazdı. Kadronun yaratıcılığını engellemek zor ama imkansız olmayan bir iştir: Yaratıcılığı engellenen bir kadro, öğrencilerle ilişkilerinde böyle bir süreci bilinçsizce yeniden üretmenin en iyi garantisi olacaktır. İşte sizin en büyük zorluğunuz: Psikanalitik toplulukta üyelerinin yaratıcılığını engellemek için ne yapabilirsiniz? Neyse ki, uzun yıllara dayanan deneyimlerimiz bize, eğitim sürecinin psikanalitik topluluğun toplumsal yapısına hiyerarşik olarak genişletilmesinin kolayca başarılabileceği ve en etkili yöntem olabileceğini göstermiştir. Burada, özellikle faydalı olan şey, adayın enstitü mezunundan dernek üyesi, tam üye, eğitim analisti, eğitim komitesi üyesi ve/veya devam eden büyük bir seminerin sorumlusu olma yolundaki her aşamasında güçlü engellerin geliştirilmesidir. Güçlü siyasi gruplara bağlılığın, böyle bir gelişimi teşvik etmede gerçek mesleki veya bilimsel başarılardan daha önemli olduğunu açıkça belirtin. Bir adımdan diğerine geçme yollarının, toplumda sürekli bir güvensizlik ve paranoya havası yaratacak kadar belirsiz ve muğlak olduğundan emin olun. Her kademede ilerlemeyi belirlemek için sık sık gizli oylamalar yapın ve bu oyların grubunuzdaki siyasi süreçlerden etkilendiğine dair herkese açık bir mesaj verin.

      29. Her şeyden önce, bir eğitim analisti olmak için neyin gerekli olduğu, bu kararların nasıl, nerede ve kim tarafından alındığı ve bir eğitim analisti olarak kabul edilip reddedilmenin travmatik etkilerinden korkan birinin şikayetlerini gidermek için ne tür bir geri bildirim veya mekanizma bekleyebileceği konusunda gizlilik, gizlilik ve belirsizlik koruyun. Eğitim analistleri topluluğu, otorite ve prestij sahipleri olarak kendini ne kadar ayrı ve uyumlu tutarsa, seçim sürecinin engelleyici etkileri tüm eğitim kurumunu o kadar çok etkileyecektir. Bu, yalnızca adayları değil, tüm öğretim üyelerini ve tüm toplumu aynı çizgide tutmak için en güvenilir ve etkili aracınızdır.

      30. Adayların yaratıcılığını engelleyen kanıtlanmış yöntemleri tehdit edebilecek tehlikeli gelişmelerden şüphelenildiğinde, psikanalitik eğitimin temel amacının, öğrencilere yeni bilgi geliştirmek için bilineni edindirmek değil, psikanalizle ilgili kanıtlanmış bilgiyi edindirerek onun sulandırılmasını, çarpıtılmasını, bozulmasını ve kötüye kullanılmasını önlemek olduğunu unutmamak gerekir.

      Şunu asla unutmayın: Kıvılcım olan yerde yangın çıkabilir, özellikle de bu kıvılcım kuru odunun ortasında belirirse: Çok geç olmadan söndürün!

      Özet

      Yazar, adayların çalışmalarında yaratıcılığın teşvik edilmesi veya engellenmesiyle ilgili psikanalitik eğitimin biçimsel yönlerini ele almaktadır. Adayların yaratıcılığını engelleyen ve dolayısıyla psikanalitik eğitimdeki dikkatimizi gerektiren sorunları ortaya koyan psikanalitik enstitülerin otuz özelliğine değinmektedir. Bu özellikler arasında adayların kurumsal ilerlemesinin sistematik olarak yavaşlatılması, Freud’un temel makalelerinin tekrar tekrar ve sorgusuz sualsiz öğretilmesi, teorik yaklaşımlara ilişkin monolitik eğilimler, adayların psikanalitik topluluğun mesleki ve bilimsel faaliyetlerinden soyutlanması, psikanalitik öğretim üyeleri arasındaki hiyerarşik ilişkilerin vurgulanması, mezuniyet ritüelleri, adayların özgün katkılarının engellenmesi, enstitülerin entelektüel izolasyonu, kıdemli öğretim üyeleri tarafından klinik çalışmaların tam olarak sunulmaması, psikanalitik teknikle ilgili tartışmaların incelenmesinin ihmal edilmesi, öğretim üyeleri arasındaki ilişkinin ve adayların gereksinimlerinin “paranoyajenik” özellikleri, “konvoy” sistemi, psikanalizin bilimsel ve kültürel sınırlarının ve uygulamalarının incelenmesinin ihmal edilmesi ve eğitim analistlerinin atanması etrafındaki kurumsal çatışmaların etkileri yer almaktadır.

      Referanslar

      Arlow J.A. (1991). Address to the graduating class of the San Francisco Psychoanalytic Institute, 16 June 1990. Amer. Psychoanalyst, 25: 15-16, 21.

      Brotton R. (1994). Publication anxiety: conflict between communication and affiliation. Int. J. Psychoanal., 75: 1213-1224.

      Bruzzone M. et al. (1985). Regression and persecution in analytic training. Reflections on experience. Int. Rev. Psychoanal., 12: 411-415.

      Cremerius J. (1986). Alla ricerca di tracce perdute. Il “Movimento psicoanalitico” e la miseria della istituzione psicoanalitica. Psyche, 40: 1036-1091 (Ital. transl.: Psicoterapia e Scienze Umane, 1987, XXI, 3: 3-34).

      Cremerius J. (1987). Wenn wir also Psychoanalytiker die psychoanalytische Ausbildung organisieren, müssen wir sie psychoanalytisch organisieren! Psyche, 41, 12: 1067-1096 (Ital. transl.: Quando noi, psicoanalisti, organizziamo il training psicoanalitico, dobbiamo farlo in maniera psicoanalitica! Quaderni. Associazione di Studi Psicoanalitici, 1991, II, 3: 5-23 [part I and II], 4: 24-35 [part III]).

      Cremerius J. (1989). Analisi didattica e potere. La trasformazione di un metodo di insegnamento-apprendimento in strumento di potere della psicoanalisi istituzionalizzata. Psicoterapia e Scienze Umane, XXIII, 3: 4-27.

      Cremerius J. (1996). I limiti dell’autorischiaramento analitico e la gerarchia della formazione istituzionalizzata. Luzifer-Amor, 9, 17, 18: 68-83 (Ital. transl.:  Psicoterapia e Scienze Umanee, 1999, XXXIII, 3: 5-22).

      Dulchin J. & Segal A.J. (1982a). The ambiguity of confidentiality in a psychoanalytic institute. Psychiat., 45: 13-25.

      Dulchin J. & Segal A.J. (1982b). Third party confidences: the uses of information in a psychoanalytic institute. Psychiat., 45: 27-37.

      Giovannetti M. De Freitas (1991). The couch and the Medusa: brief considerations on the nature of the boundaries in the psychoanalytic Institution. Fifth IPA Conference of Training Analysts, Buenos Aires (unpublished).

      Green A. (1991). Preliminaries to a discussion of the function of theory in psychoanalytic training. Fifth IPA Conference of Training Analysts, Buenos Aires (unpublished).

      Infante J.A. (1991). The teaching of psychoanalysis: common ground. Fifth IPA Conference of Training Analysts, Buenos Aires (unpublished).

      Kernberg O.F. (1986). Institutional problems of psychoanalytic education. J. Am. Psychoanal. Ass., 4: 799-834. Also in: Kernberg, 1998, ch. 14, pp. 238-249 (Ital. transl.: Problemi istituzionali del training psicoanalitico. Psicoterapia e Scienze Umane, 1987, XXI, 4: 3-32).

      Kernberg O.F. (1992). Authoritarism, culture, and personality in psychoanalytic education. Journal of the International Association for the History of Psychoanalysis, 1992: 341-354. Also in: Kernberg, 1998, ch. 13, pp. 230-237.

      Kernberg O.F. (1998). Ideology, Conflict, and Leadership in Groups and Organizations. New Haven, CT: Yale University Press (Ital. transl.: Le relazioni nei gruppi. Ideologia, conflitto, leadership. Milano: Cortina, 1999).

      Kernberg O.F. (2001). “Some thoughts regarding innovations in psychoanalytic education”. Presentation at the International Psychoanalytic Association (IPA) Executive Council Meeting in Puerto Vallarta, Mexico, January 7, 2001 (Final Draft: January 30, 2001). Trad. it.: Alcuni pensieri sulle innovazioni nella formazione psicoanalitica. Psicoterapia e Scienze Umane, 2003, XXXVII, 2: 35-49.

      Kirsner D. (2000). Unfree Associations: Inside Psychoanalytic Institute. London: Process Press.

      Kirsner D. (2001). The future of psychoanalytic institutes. Psychoanalytic Psychology, 18, 2: 195-212 (Italian transl.: Psicoterapia e Scienze Umane, 2003, XXXVII, 2: 51-71).

      Lifschutz J.E. (1976). A critique of reporting and assessment in the training analysis. J. Amer. Psychoanal. Ass., 24: 43-59.

      Lussier A. (1991). Our training ideology. Fifth IPA Conference of Training Analysts, Buenos Aires (unpublished).

      Wallerstein R.S. (1993). Between chaos and petrification: a summary of the fifth IPA conference of training analysts. Int. J. Psychoanal., 74: 165-178.

      Otto F. Kernberg, M.D.

      New York Presbyterian Hospital-Cornell Medical Center, Westchester Division

      21 Bloomingdale Road

      White Plains, N.Y. 10605

      USA

      Tel.: 914-997-5714

      E-Mail: okernber@med.cornell.edu

      Copyright © Institute of Psycho-Analysis, London

    1. Aktarım ve Karşıaktarım (8. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 8. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      Psikoterapi, ilişkisel bir bağlamda gelişir: hasta ve terapist ilişkiye kendi kişisel güdülerini ve ihtiyaçlarını getirir. Terapötik ilişki, tüm ilişkiler gibi, arzu ve bilinçli ile bilinçdışı fantazilerimizle (phantasy) yoğrulmuştur. İlişki her zaman “hareket halinde”dir (Lyons-Ruth, 1999). Özellikle analitik literatür, bu özgün karşılaşmanın iniş çıkışlarını anlamaya olanak tanıyan zengin bir çerçeve sunar.

      Teknikteki önemli ilerlemeler, nesne ilişkileri yaklaşımları sayesinde mümkün olmuştur. Bu gelişmeler, yaşamsal önemde bir olgunun fark edilmesinden doğar: hastanın güçlüklerine dair en değerli içgörüler, hastanın halihazırdaki nesneleriyle -ve en az bunun kadar önemlisi, seansta terapistiyle (yani aktarım (transference))- kurduğu ilişkiyi incelemekle elde edilir. Hastanın terapistle ilişkisine dikkatle bakmak, halihazırdaki, nesne ilişkilerinin içsel dünyasından süzülerek kendine özgü bir biçimde okunmasını açığa çıkarır. Bu, şimdiyi geçmiş üzerinden okumak değil; tersine, aktarımı, halihazırdaki duyguların, fantezilerin ve kendiliğin parçalarının terapistle ilişkide dışsallaştırıldığı bir süreç olarak ele alır. Bu, terapistin, içselleştirilmiş erken gelişimsel modellerin -belli ölçüde projektif süreçlerle değişime uğramış- ilişkisel sonuçlarını deneyimlemesine imkân tanır. Bu anlamda aktarım içinde çalışmak, şimdiki anın anlamla yüklü olduğunu kavramamıza olanak verir ve onun çözümlemesi, ruhsal değişime doğru bir “kral yolu (royal road)” sunar.

      Birçok terapist için, “şimdi ve burada” aktarımının yorumlanması tekniğin merkezindedir. Bu, hasta ile terapist arasındaki etkileşimlerdeki “hareket ve etkinliği” kavramsallaştırmanın bir yoludur (Joseph, 1985: 447). Buna uygun olarak, terapistin dikkati öncelikle hastanın zihin durumundaki küçük değişimleri izlemeye ve hastanın, içsel ve dışsal nesnelerini kullanarak güvenle yaşayabileceği -kimi zaman gelişimi ciddi biçimde sınırlayan ve kısıtlayan- bir dünya kurma biçimine yoğunlaşır (Steiner, 1993). Bu çalışma birden çok “düzeyde” gerçekleşir (Roth, 2001) ve bunun sonucunda terapistin kaçınılmaz olarak yaşayabileceği sahnelemelerin dikkatle izlenmesini gerektirir (Steiner, 2000).

      Önceki dönemlerde görülen, “Beni mi kastediyorsunuz” türünden karikatürize etme ve aşırı yorumlama eğilimi, giderek daha sofistike ve farklılaşmış bir yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde, yorumların zamanlaması ve sıklığının önemine, aktarım odaklı çalışmaya hastanın an be an gösterdiği toleransın değerlendirilmesine (Rosenfeld, 1983) ve aktarım dinamiklerine yorumlamada en faydalı biçimde nasıl yaklaşılabileceğine (örneğin terapist-merkezli yorumların kullanımı; Steiner, 1993) dikkatle özen gösterilmektedir.

      Bu bölüm, aktarım bağlamında çalışmaya ve karşıaktarımı müdahalelerimize yön vermek için nasıl kullanabileceğimize odaklanacaktır. Öncelikle farklı ama ilişkili kavramların tanımlarını ve aralarındaki ayrımları gözden geçireceğiz. Ardından, aktarım bağlamında çalışmanın neyi içerdiğini ve müdahalelerimize yön vermek için karşıaktarımı nasıl kullanabileceğimizi daha yakından inceleyeceğiz.

      Aktarım1

      1Freud, tüm insan ilişkilerinin çocukluk aktarımından izler taşıdığına inanıyordu. Bu bölümün amacı, gündelik yaşamda aktarımın varlığına ilişkin ampirik kanıtları gözden geçirmek değildir. Ancak şunu söylemek yeterlidir ki, önemli bir ötekinin zihinsel temsili, yeni biriyle karşılaşma yoluyla tetiklenebilir ve bu da o kişi hakkında gerçekte bildiklerimizin ötesine geçen çıkarımlar yapmamıza neden olabilir. Bu tetiklenme süreci bilinçdışı olarak da gerçekleşebilir (bkz. Glassman & Andersen, 1999).

      “Psikanalitik gözlem” diye yazar Bion, “ne olmuş olanla ne de olacak olanla ilgilidir; onun ilgilendiği, olmakta olandır” (1967: 17). Bu durumun en açık göründüğü yer, aktarımda çalışmaya [working in the transference] yönelik analitik odaktır. Psikanalizde uzun zamandır, terapist ile hasta arasında gelişen son derece özel ilişki ön plandadır. Bu ilişkinin kendine özgü yanları, aktarım ilişkisinin kavramsallaştırılmasını ele aldığımızda en belirgin hâlini alır.

      Freud, aktarım terimini ilk kez 1905’te, kendi hastalarıyla yaptığı çalışmaları rapor ederken kullandı. Hastanın kendisine olan bağlılığındaki değişikliklerin farkına vardı; bu değişiklikler, güçlü olumlu ya da olumsuz duyguların deneyimiyle karakterize ediliyordu. Bu duygular, bir “yanlış bağlantı”nın (false connection)sonucu olarak ortaya çıkan “aktarım” olarak değerlendirildi. Freud, analiz sürecinde uyarılan eski dürtü ve fantezilerin “yeni baskılar”ı (new editions) olarak aktarımı görmeye başladı; burada terapist, hastanın geçmişindeki daha önceki bir kişinin yerini alıyordu. Freud’u izleyenler, analitik görevi esasen bir aktarım regresyonunu2 (transference regression) teşvik etmek, böylece hastanın infantil nevrozu temelinde bir aktarım nevrozu3 (transference neurosis) kurmak olarak gördüler. Terapist duygusal önem kazandığında ve aktarım arzularının hedefi hâline geldiğinde ise, bu arzuları doyurmaya direnç gösterdi. Bu hayal kırıklığının, yoğun duygulanımlara yol açtığı ve böylece hastanın çatışmalarının daha açık bir biçimde ortaya çıktığı, dolayısıyla terapist tarafından yorumlanabildiği söylenirdi.

      2Klasik Freudçular ve ego psikologları, genel olarak, bu görüşü sürdürme eğilimindedirler.
      3Aktarım nevrozu, nevrotik semptomların kökenlerine ulaşmak amacıyla aktarımda çocukluk nevrozuna yönelik bir regresyondur.

      Freud (1912), aktarımın terapötik durum tarafından yaratılmadığını; yalnızca açığa çıkarıldığını açıkça belirtmiştir. Çoğu psikanalitik terapist bu görüşe katılır ve terapistin etkinliğinin yalnızca aktarımın görünür biçimlerini şekillendirdiğini, ayrıca hastanın zihninde zaten oluşmuş olan idealleştirme eğilimlerinin ya da otoriteyle ilişkilerinin, terapistle etkileşime girdiğinde açığa çıkmasına imkân veren bir bağlam sağladığını öne sürer.

      Klasik Freudcu konumda terapist, aktarımı Freud’un yineleme zorlantısı (repetition compulsion) kavrayışıyla uyumlu olarak geçmişin bir tekrarı olarak anladı. Bu, bastırılmış erken dönem deneyimlerin sözlü olarak aktarılamayacağına dair Freud’un inancını yansıtıyordu. Freud’un öne sürdüğü üzere, bu deneyimler bunun yerine eyleme dökülür; yani, zorlantılı biçimde yinelenen davranışlara aktarılır.

      “Hasta, eskiden ebeveynlerinin otoritesine karşı meydan okuyan ve eleştirel olan biri olduğunu hatırladığını söylemez,” diye yazmıştı Freud:

      Bunun yerine doktora karşı öyle davranır. …Bazı cinsel etkinliklerden dolayı yoğun biçimde utandığını ve bunların ortaya çıkmasından korktuğunu hatırlamaz, ama şu anda başlamış olduğu tedaviden utandığını açıkça belli eder ve bunu herkesten gizlemeye çalışır. …Bu, onun hatırlama biçimidir.

      (1914: 150)

      Dolayısıyla aktarım, belleğe karşı bir direnç olarak anlaşılıyordu; çünkü belleği devre dışı bırakarak onun yerine arzuların ve çatışmaların terapistle ilişkide yeniden eyleme dökülmesine yol açıyordu.

      Freud’dan bu yana aktarım teriminin kullanımı genişletilmiştir (Sandler ve diğerleri, 1973). Günümüzde bazı terapistler, hastanın terapistle ilişkisinin tüm yönlerini aktarım olarak görmektedirler (Joseph, 1985). Bu yaklaşıma sıklıkla, Strachey’nin (1934) ilk kez dile getirdiği, en dönüştürücü yorumların aktarım yorumları olduğuna dair inanç eşlik etmektedir. Görünüşe göre terapistler, bu meselede kendilerini genel olarak konumlandırdıkları bir süreklilik üzerinde yer almaktadırlar. Bu [spektrum], “toplam aktarım”a (total transference) (Joseph, 1985) inanan ve neredeyse yalnızca şimdi ve burada aktarım yorumuna odaklananlardan, ilişkisinin gerçek ve çarpıtılmış yönleri arasında açık bir ayrım yapanlara ve müdahale yelpazeleri arasında aktarım dışı (extra-transference) olarak isimlendirilen yorumları (örneğin, yeniden yapılandırıcı yorumlar) da içerenlere kadar uzanmaktadır (Hamilton, 1996). Çoğunlukla Klein’ci klinisyenlerden oluşan ilk grup için aktarım, “sadece geçmişten gelen eski tutumların, olayların ve travmaların bir yinelenmesi değildir; o, bilinçdışı fantezinin şimdi ve burada dışsallaştırılmasıdır” (Hinshelwood, 1989: 15). Bu, aktarımın Freudcu kavramsallaştırmasıyla karşılaştırıldığında önemli bir farklılıktır; çünkü bu yaklaşım, aktarımın yalnızca hastanın geçmişteki önemli figürlerle ilişki kurma örüntülerinin bir yinelenmesi olmadığını öne sürer; daha ziyade, hastanın iç dünyasının, terapiste ve analitik ortama yönelik bütüncül tutumunda açığa çıkması olarak görülür. Şimdi ve burada eyleme dökülen şey, içselleştirilmiş bir nesne ilişkisidir; örneğin, biz, hastanın deneyiminde onu aşağılayan eleştirel bir öteki haline geliriz.

      Başlangıçta Freud, terapisti hastanın üzerine (onto) yansıttığı bir ayna olarak kavramsallaştırmıştı. Günümüzde ise sıkça, hastanın terapistin içine (into) yansıttığından söz ederiz. Bu, önemli bir anlayış değişikliğini işaret eder; öyle ki artık yalnızca hastanın terapisti algısının çarpıtıldığı ve bu nedenle terapiste yönelik davranışlarının bu çarpıtmaya dayandığı söylenmekle kalmaz, aynı zamanda hastanın, fantezi (phantasy) düzeyinde, terapistin zihni üzerinde de etkili olduğu, terapistin içine yansıtarak terapistin kendisinin de bu yansıtmadan etkilenebileceği kabul edilir. Bu, önceki bölümde tanıtılmış olan yansıtmalı özdeşim (projective identification) düşüncesidir.

      Aktarımı, geçmişi temel alarak şimdinin yanlış okunması olarak gören Freud’un aksine, farklı kuramsal yönelimlere sahip birçok çağdaş uygulayıcı, aktarımı artık hastanın mevcut duygulanımlarının ve kendiliğinin parçalarının terapistle ilişkiye dışsallaştırıldığı bir süreç olarak anlamaktadır. Bu, iyi huylu, olumlu duygular ve fantezilerle yüklü nesne ilişkilerinin yansıtılmasını, yani olumlu aktarımı (positive transference), ve daha düşmanca duygular ve fantezilerle yüklü olanların yansıtılmasını, yani olumsuz aktarımı (negative transference) içerir.

      Günümüz analitik uygulamalarında şimdi ve burada aktarım yorumu baskın durumdadır. Ancak buradan, aktarımın tarihsel boyutlarına hiç dikkat edilmediği sonucunu çıkarmak hatalı olur. Hastanın geçmişine dair bağlantılar, tüm terapistler tarafından farklı derecelerde kurulmaktadır. Bununla birlikte, üç psikanalitik grubu da kapsayan birçok çağdaş terapist için aktarım bağlamında çalışmak, esasen hastanın terapistle ilişkisi bağlamında ortaya çıkan bilinçdışı fantezilerin incelenmesini içerir; geçmişe yönelik aşırı sık, “genetik” ya da yeniden yapılandırıcı diye isimlendirilen bağlantılara başvurmadan.

      Karşıaktarım

      Karşıaktarım (countertransference), terapistin hastasına yönelik duygusal tepkilerini açıklayan olgu, çeşitli biçimlerde tanımlanmıştır. Freud’un döneminde terapistler, hastaya yönelik duygusal tepkilerini kendi “kör noktaları”nın bir yansıması olarak görmüşlerdir. Freud, 1912’de, terapistin şöyle davranması gerektiğini ifade etmiştir:

      bir cerrah gibi, kendine ait tüm duyguları -insani sempati duygusu da dahil- bir kenara bırakmalı ve zihnini tek bir amaca, yani operasyonu olabildiğince ustalıkla gerçekleştirme amacına yoğunlaştırmalıdır.

      Duygularının müdahalesi olmaksızın pürüzsüz bir ameliyat yapan cerrah metaforu, birçok terapistin içselleştirdiği analitik kişiliği derinden şekillendirmiştir; bu kişilik, perhiz, anonimli̇k ve tarafsızlık kurallarının zırhıyla desteklenmiştir (bkz. Bölüm 3). Günümüzde bile bazı ego psikologları arasında, terapistin duygusal tepkileri esasen terapistin çözümlenmemiş sorunlarının bir işareti olarak değerlendirilmeye devam etmektedir. Terapistin, kör noktalarını izleyip daha ileri düzeyde analiz edebildiği sürece, hastanın bilinçdışının nesnel gözlemcisi ve yorumlayıcısı olarak işlev görmekte özgür olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte, karşıaktarımın terapistin kör noktalarının yol açtığı teknik hatalarla sınırlandırılmasıyla, Freud’un ve ego psikologlarının terapötik durumda “terapistin öznelliğinin her yerde varlığı”nı (Dunn, 1995: 725) göz ardı ettikleri öne sürülmüştür.

      Terapistin duygusal tepkilerine yönelik bu çarpık tutumu düzelten, Heimann’ın (1950) çalışması olmuştur. Heimann, terapistin hastasına yönelik duygusal tepkisini bir engel değil, teknik bir araç olarak değerlendiren farklı bir karşıaktarım anlayışına dikkat çekmiştir. Bu bakış açısı, günümüz çağdaş uygulamalarını derinden etkilemiştir. Bion’un (1967), klinik durumda “hafızanın ve arzunun”4 (memory and desire) cazibesine direnilmesi ve elimizdeki tek “gerçekler (facts)” olarak duygusal deneyimimize dayanılması yönündeki çağrısı, karşıaktarıma hastanın zihni hakkında ayrıcalıklı bir bilgi kaynağı olarak verilen çağdaş önemi işaret etmektedir. Bu yaklaşım, kendi duygusal tepkilerimiz aracılığıyla, hastanın zihin durumuna ilişkin bilgiye, bu bilginin açıkça sözel olarak iletilmesine gerek kalmaksızın erişebildiğimiz anlamına gelir. Yıllar içinde, karşıaktarımın tekniğe müdahale eden bir şey olarak görülmesinden, terapistin bu tür tepkilerinin hastanın bilinçdışı iletilerini anlamanın bir yolu olarak değerlendirilmesine doğru belirgin bir kayma yaşanmıştır; böylece bu tepkiler, mevcut malzemenin analitik yorumlarına doğrudan rehberlik eden bir işlev üstlenmiştir.

      4Bion, belleğin yanıltıcı olduğunu çünkü bilinçdışı süreçler tarafından çarpıtılmaya açık bulunduğunu, iyileştirme arzusunun ise hastayı gözlemleme ve anlama kapasitesine müdahale ettiğini ileri sürmüştür.

      Klein’cı perspektiften ve birçok nesne ilişkileri perspektifinden bakıldığında, karşıaktarım, kaynağı ne olursa olsun terapistin hastaya yönelik tüm tepkilerini kapsar; bu da terapistin öznelliğine daha fazla hoşgörü tanınmasına olanak sağlar. Bu yaklaşımlarda görevimiz, bir yandan hasta için kimi temsil eder hale geldiğimizi ve herhangi bir anda hangi içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin harekete geçtiğini anlamak, diğer yandan da bu yansıtmaların dışına çıktığımızda kim olduğumuzla bağlantıyı sürdürmektir. Ancak hepimizin bildiği gibi bu, söylemesi kolay fakat uygulaması zor bir durumdur; çünkü Dunn’ın belirttiği gibi:

      terapistin hastanın psişik gerçekliğine ilişkin algıları da bilinçdışı fantezi merceği aracılığıyla kurulmakta ve bu mercek tarafından çarpıtılmaktadır. Terapistin nesnel bir gözlemci olduğu, yalnızca hastanın aktarımını yansıttığı varsayımı savunulamazdır.

      (1995: 725)

      Gerçekten de, duygusal tepkilerimizi hastanın bilinçdışı iletişimine bir yanıt olarak ortaya çıkanlardan, bizim sözde nevrotik tepkilerimizden güvenilir biçimde nasıl ayırabileceğimizi görmek güçtür. Kernberg’in hatırlattığı gibi:

      Terapi durumunda terapistin hastaya yönelik bilinçli ve bilinçdışı tepkileri, hem hastanın gerçekliğine hem de aktarımına bir yanıt olduğu kadar, terapistin kendi gerçeklik gereksinimlerine ve nevrotik gereksinimlerine de bir yanıttır. Bu yaklaşım aynı zamanda bu duygusal tepkilerin derinden kaynaşmış olduğunu da ima eder.

      (1965: 49)

      Herhangi bir terapötik ilişki sürecinde, hastalarımızla geçici ve kısmi özdeşimler yaşayacağız; ancak taahhüdümüz, onlarla bir “öteki” olarak ilişki kurmak ve onları kendimizle karıştırmamaktır. Bu ise, hem bizde hem de hastada işleyen bilinçdışı güçler tarafından belirlenen etkileşimde, kendi yansıtmalarımızı dikkatle izlememizi gerektirir. Heimann, bunun neden böyle olduğuna dair açık bir açıklama sunar:

      Zihin …varoluşu boyunca içeatım (introjection) ve yansıtma (projection) gibi temel ve asli süreçleri kullanarak uyum sağlar ve ilerler.… Bu içe alma ve dışa atma, organizma ile dış dünya arasında etkin bir etkileşimden oluşur; özne ile nesne arasındaki tüm ilişkinin temeli bu örüntüye dayanır …son çözümlemede birbirimizle olan tüm karmaşık ilişkilerimizin dibinde bunu bulabiliriz.

      (1943: 507)

      Daha belirgin olarak, hasta kendiliğinin istenmeyen yönlerinden kurtulmak için yansıtmalı özdeşimden yararlanır. 6. Bölüm’de gördüğümüz üzere, yansıtmalı özdeşim, “hastanın bilinçdışından terapistin bilinçdışına uzanan ve zihinsel içeriklerin doğrudan birinden diğerine aktarılmasını kolaylaştıran bir tür hat” varsayar (Jacobs, 2001: 6). Kavram ilham verici ve klinik açıdan son derece yararlı olmakla birlikte, “rezonansın yeniden üretimle aynı şey olmadığı” gerçeğini gözden kaçırmamak önemlidir (Jacobs, 2001). Başka bir deyişle, hastanın bize yansıttıkları ve içimize yerleştirdikleri, kişisel deneyimlerimiz ve fantezilerimiz tarafından değişikliğe uğrayacaktır. Dolayısıyla hiçbir zaman hastanınki “ile aynı” olamaz, ancak hastanın deneyimine dair yaklaşık bir his vererek onu daha iyi anlamamıza hizmet edebilir.

      Karşıaktarım, artık birçok klinisyen tarafından -hatta çoğu tarafından- terapötik değişimin dayanak noktası olarak görülmektedir. Ancak bu konum potansiyel olarak sorunludur. Freud’un karşıaktarımı, terapistin kendi kör noktalarını yansıtan ve bu nedenle daha kişisel bir analiz için ipucu işlevi gören bir olgu olarak kavrayışından uzaklaşırken, elimizde kötüye kullanıma açık bir kavram kalmıştır. Eğer hissettiklerimiz ve zaman zaman sergileyebileceğimiz davranışlar daima hastanın yansıtmalarıyla ilişkilendirilerek anlaşılabilirse, bu durumda kendi tarafımızdan eyleme dökmeyi oluşturan davranışları açıklayıp geçmek için elverişli bir yol ortaya çıkar. Ayrıca, duygusal tepkilerimizin önemi kimi zaman öylesine vurgulanmıştır ki, hastanın gerçek deneyimi ve seans sırasında aktardıkları göz ardı edilmiştir:

      Henüz on beş yıl öncesine kadar birçok terapist, hastalara ilişkin kendi duygularını tartışmaya isteksizdi; bu duygular nedeniyle eleştirilebileceklerinden ve bunların kötü bir terapötik uygulamanın göstergesi sayılacağından korkuyorlardı. Bugünkü durum ise tamamen farklıdır. Hatta bazen terapistleri, hastanın getirdiği malzemeyi tartışmaya yönlendirmek zor olur; çünkü tersine, kendi hissettiklerinden ve hasta hakkında ne düşündüklerinden söz etmektedirler.

      (Giovacchini, 1985: 447)

      Karşıaktarım, hastanın bilinçdışına giden yararlı bir yol olsa da, bu o kadar vurgulanmıştır ki, karşıaktarım tepkilerinin hastayı anlamamıza engel olduğu durumlar ihmal edilmiştir. Örneğin, kendini yeterli hissetmeyen ya da hastalarına zarar verme konusunda kaygı duyan terapistlerin, tedaviyi yarıda bırakan hastalara sahip olma eğiliminde olduklarına dair bazı kanıtlar vardır (Vaslamatzis ve diğerleri, 1989). Benzer şekilde, kendi saldırganlıklarıyla çatışma yaşayan ve kayıpla ilgili zorlukları olan terapistler, kısa süreli terapide daha fazla sorun deneyimleme eğilimindedirler (Ursano & Hales, 1986). Dolayısıyla, karşıaktarımın Freud’un ilk anlamında, bizim kendi çözümlenmemiş sorunlarımızın hastaya yardımcı olmamızın önüne geçtiği açıktır.

      Dolayısıyla, karşıaktarımın daha çağdaş kullanımında, analitik çalışmayı hem kolaylaştırabileceği hem de potansiyel olarak engelleyebileceği söylenebilir. Terapistler olarak, ne hastanın gerçeklik testinin ötesinde olduğumuzu ne de hata yapmaktan muaf olduğumuzu unutmamakta fayda vardır. Terapötik çalışma bize hastalarımıza yardımcı olma fırsatları sunduğu gibi, kendi gereksinimlerimizi, özellikle beğenilme, ihtiyaç duyulma ya da kurtarıcı olma gereksinimlerimizi doyurma fırsatları da sunar:

      Analizde, tıpkı yaşamda olduğu gibi, daima var olan güçler olarak işleyen doğal ve normal öz-değer (self-esteem) gereksinimlerimiz, zaman zaman terapist için önemli bir zorluk kaynağı oluşturabilir.

      (Jacobs, 2001: 667)

      Jacobs (2001), hastaların sıklıkla, savunmacı nedenlerle karşıaktarım unsurlarına (yani terapistin gereksinimlerine ve çatışmalarına) ilişkin doğru algılarını bastırdıklarını, inkâr ettiklerini ya da akla uygun hale getirdiklerini ve bu konuda terapistleriyle yüzleşmediklerini öne sürmektedir. Jacobs, algının aktarım ve yansıtmalı özdeşim süreçlerinden süzülerek geçmesine rağmen, hastanın yine de davranışlarımızın bazı yönlerini doğru biçimde algılayabileceğini faydalı bir biçimde hatırlatır.

      Yanlış kullanıldığında karşıaktarım kavramı, kendi çözümlenmemiş çatışmalarımızı hastaya boşaltmamıza izin veren bir araç haline gelir. Bununla birlikte, düşünceli ve dürüst bir yaklaşımla ele alındığında, hastaya yönelik duygusal tepkilerimiz, hastanın sözel olarak dile getiremeyeceklerine dair yararlı kılavuzlardır. Bunlar, bize hastanın zihinsel durumu ve anlık gereksinimleri hakkında önemli bilgi kaynakları sunar. Hastanın güçlüklerine ilişkin formülasyonumuz ve hasta ile geliştirdiğimiz terapötik ilişkinin öyküsüyle birlikte ele alındığında, bu tepkiler nihai yorumlarımız için bir kanıt kaynağı oluşturur.

      Somatik Karşıaktarım

      Terapistler olarak bizler her zaman soma (soma) ile psişe (psyche) arasındaki sınırda çalışırız. Dünyaya dair deneyimimiz kaçınılmaz olarak bedenimizin kendine özgü bakış açısından dolaylı biçimde şekillenmiş olduğundan [Yani dünyaya dair deneyimimiz, doğrudan değil, bedenimizin sınırları, duyuları ve özellikleri aracılığıyla gerçekleşir.], beden ile zihin arasındaki ilişkiyi anlamak için gerçek ve muhayyel bedenin (real and imagined body) sınırında, tek bir beden ile iki ya da daha fazla bedenin sınırında düşünmek zorundayız. Gerçekten de, terapistin bedeni, özellikle bedenin bir şekilde değişikliğe uğradığı durumlarda -örneğin hastalık yoluyla ya da daha sıradan biçimlerde, görünümdeki yüzeysel değişikliklerle (örneğin saç kesimi)- hastanın çağrışımları ve fantazileri için güçlü bir katalizör işlevi görür.

      Nesneden istikrarlı bir ayrım kurmakta ve sürdürmekte güçlük yaşayan hastalar, genellikle belirgin simgeleştirme zorlukları sergilerler ve terapistin bedenine güçlü bir şekilde yansıtma yapabilirler -psikotik hastalarla ve otistik çocuklarla çalışan terapistlerin de sıkça gözlemlediği gibi. Terapistin buna bağlı somatik karşıaktarımsal tepkileri, sözel ifadelere uğramadan bedende bırakılan yansıtmalı süreçlerin bir sonucu olarak anlaşılabilir. Somatik karşıaktarım (somatic countertransference) ile kastettiğim, terapistin bedende huzursuzluk hissetmesi; nefeste değişiklikler yaşaması; yorgun, uykulu ya da huzursuz hissetmesi; kaşıntı ya da bulantı hissetmesi gibi çok çeşitli duyusal ve devinsel deneyimlerdir.

      Somatik karşıaktarımın altta yatan mekanizmalarını anlamak için nörobilimsel araştırmalara yönelmenin yararlı olduğunu gördüm. Günümüzde motor sistem artık yalnızca icracı bir role indirgenmemektedir; bunun çok daha karmaşık olduğu, görsel, işitsel ve dokunsal alanlarla yakından bağlantılı önalın ve parietal alanların bir mozaiğinden oluştuğu düşünülmektedir. Bunun bir sonucu olarak, algının doğrudan eylemin dinamiklerine gömülü olduğu görülmektedir. Ayna nöronları bunu örnekler; çünkü başkalarının eylemlerinin ve hatta niyetlerinin tanınmasının, ilk aşamada motor kaynaklarımıza bağlı olduğunu gösterirler. Basitçe ifade etmek gerekirse, ayna nöronlarının keşfi, düşüncenin devinim-içideki-bedenden (body-in-movement) kaynaklandığını ortaya koymaktadır.

      Vittorio Gallese ve meslektaşlarının çalışmaları, bedensel karşıaktarımı anlamamız açısından özellikle önemlidir. Gallese (2007) şunu ileri sürmektedir:

      Sosyal biliş (social cognition) yalnızca ‘sosyal üstbiliş (social metacognition)’ değildir; yani başkasının zihninin içeriğini soyut temsiller aracılığıyla açık biçimde düşünmekten ibaret değildir. Aynı zamanda kişilerarası ilişkilerin deneyimsel bir boyutu vardır; bu boyut başkalarının gerçekleştirdiği eylemlerin anlamını, onların yaşadıkları duyguları ve hisleri doğrudan kavramayı mümkün kılar. Sosyal bilişin bu boyutu, bedende cisimleşmiştir; çünkü yaşanmış bedenimize dair sahip olduğumuz çok yönlü deneyimsel bilgi ile başkalarına dair edindiğimiz deneyim arasında aracılık eder.

      (s. 16; italikler eklenmiştir)

      Gallese, eyleme ilişkin yansıtma mekanizmasının ve beynimizdeki diğer yansıtma mekanizmalarının, bedenleşmiş simülasyonun tezahürleri olduğunu öne sürmüştür. Bedenleşmiş simülasyon (embodied simulation), her şeyden önce Gallese’nin “bedenlerarasılık (intercorporeity)” olarak adlandırdığı olgu biçiminde görülen, deneysel temelli yeni bir öznelerarasılık kavrayışı sunmaktadır. Eylemler, duygular ve hislerle ilişkili beden durumlarının içsel, dilsel olmayan temsilleri, gözlemcide sanki gözlemlenen kişiyle benzer bir eylemi gerçekleştiriyor ya da benzer bir duygu veya his yaşıyormuşçasına harekete geçirilir.

      İzomorfik bir format aracılığıyla, başkalarının eylemlerini kendi motor temsillerimize, başkalarının duygularını ve hislerini ise kendi vissero-motor (viscero-motor) ve somatosensoriyel (somatosensory) temsillerimize eşleyebiliriz. Gallese’ye göre, bizim ve diğer primatların beyinleri, bize doğrudan başkalarının zihinlerine dair içgörü kazandıran temel işlevsel bir mekanizma olarak bedensel simülasyonu geliştirmiş görünmektedir; bu da başkalarıyla empati kurma kapasitemizi ve ek olarak, zihinselleştirme kapasitemizi mümkün kılmaktadır.

      Analitik duruma geri dönersek, terapistler olarak biliriz ki hastanın “bedensel zihin durumları (bodily states of mind)” (Wrye, 1997) kaçınılmaz olarak bizim bedensel zihin durumlarımızı etkiler ve onlardan etkilenir: hasta beden aracılığıyla iletişim kurar ve terapist bu iletileri kendi bedeninin içinde alır. Ancak bu, hastanın deneyimlediklerinin özdeş bir yansıması olarak kabul edilemez; çünkü terapist tarafından alım sürecinde, yansıtılan şey aynı zamanda terapistin kendi iç dünyası tarafından da değiştirilir (Arizmendi, 2008).5

      5Bilinçdışı devinsel, duygulanımsal bellek ve fantezi süreçleri arasındaki son derece karmaşık ilişki, bu bölümün kapsamının ötesindedir.

      Günümüzde terapistin kendi öznelliğinin kaçınılmazlığı, birçok farklı ekolden terapistler tarafından kabul edilmektedir (bu “olgu”nun teknik sonuçları ekoller arasında çok farklı biçimlerde ele alınsa da). Bu öznellik, bedensel bir boyut içerir ve terapistin fiziksel varlığı ile onun bedenselliğinin katkıda bulunduğu duygusal atmosfer aracılığıyla ifade bulur. Bu nedenle, terapistin, bir-bedende-var-oluşun (being-in-a-body) kendisi için ne anlama geldiğiyle bağlantıda olması zorunludur. Bedensel doğamız hepimiz için güçlükler barındırır ve bedensel karşıaktarım aracılığıyla terapist ile hasta arasında gerçekleşenleri yakalamanın yaşamsal bir kaydını sunar. Analitik çalışma, yalnızca hastanın bedenini değil, aynı zamanda kendi bedenimizi de akılda tutmamızı ve bedene dayalı “kör noktalarımızı” izlememizi gerektirir.

      Sözel ifadelere uğramadan işleyen simgesel öncesi (pre-symbolic) iletişim biçimlerini düşündüğümüzde, klinik durumda eyleme dökme olasılığının her zaman geniş olduğunun hemen farkına varırız; çünkü burada, hastanın ve terapistin kendi bedensel deneyimini sembolik olarak işleme kapasitesinin geçici olarak bozulabileceği bir durumda, simgesel öncesi işleyiş alanındayız. Bu tür bedensel deneyimlerin, Bion’un (1967) ifadesini ödünç alırsak, “bir düşünen ile düşünülenler (thoughts with a thinker)” haline gelmesi ve sonunda hastayla paylaşılması gerekir; böylece sembolleştirme kapasitesinin gelişimini destekler.

      Terapötik İttifak ve Sözde Gerçek İlişki

      Aktarım ve karşıaktarım kavramları, Freud’un en önemli ve ilham verici katkılarından birini temsil eder: o, hastayla duygusal bir ilişkinin varlığını fark eden ilk terapist olmuştur. O zamandan bu yana klinisyenler, klinik çalışma sürecinde ortaya çıkabilecek karmaşık yansıtmalara karşı uyarılmışlardır. Bu kavramlar yararlıdır, ancak uygulamada kimi zaman bir aktarım ya da karşıaktarım tepkisini, hastanın terapiste tepkisinden ya da terapistin hastanın gerçek yaşam deneyimlerine dair anlatısına verdiği duygusal ve/veya gerçekçi bir tepkiden ayırt etmek güç olabilir. Bu kavramlar ele alınırken, bu nedenle, terapötik ittifak (therapeutic alliance) ve “gerçek (real)” ilişkiyle ilgili kavramların incelenmesi önemlidir.

    2. Psikososyal Öykü Alma ve Yaygın Psikolojik Bozukluklara Yönelik Tarama (5. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?‘ın [Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum?] 5. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      Doğru bir tanıya ulaşmak ve etkili bir tedavi planı oluşturmak amacıyla, hastanın çocukluğu, kültürel kimliği ve sonraki gelişimi ile madde kullanımı, anksiyete bozuklukları, travma, psikotik belirtiler ve manik ataklar hakkında ilgili öykünün toplanması önemlidir.

      ÜÇÜNCÜ SEANSIN BAŞLANGICI

      Psikiyatrik değerlendirme seanslarını pek sevdiğim söylenemez. Süreç içinde yürütülen tedavi ise farklıdır. Bir hastayla zaman içinde çalışmak, onun en yakıcı ve mahrem meseleleri üzerinde birlikte düşünmek özel bir ayrıcalıktır. Buna karşın konsültasyon seansları biraz zahmetlidir; çünkü kısa sürede çok fazla bilgi toplamam gerekir. Konsültasyon sürecini tamamen atlamak istediğim zamanlar olmuştur, ancak şimdi kapsamlı bir değerlendirmeyle başlamanın etkili bir psikoterapi için en iyi yol olduğunu kabul etmiş durumdayım. Neyse ki, bu bölümde gözden geçirilen soruları tamamladığımda sürecin yarısından fazlasını geride bırakmış olurum.

      Sallie’nin birinci ve ikinci ziyaretlerinin kısa bir özeti: Birinci seansta, Sallie’nin temel meselesine odaklandım ve görüşmeyi yalnızca intihar riski ve güvenlik gibi ruhsal durum muayenesinin en acil kısımlarını değerlendirmek üzere yönlendirdim -hasta cinayete dair bir niyet taşımıyorsa ya da açık şekilde psikotik değilse. İkinci seansta ise daha yapılandırılmış bir yaklaşım benimsedim ve Sallie’ye mevcut depresif belirtileriyle geçmişteki psikiyatrik ve tıbbi öyküsü hakkında sorular yönelttim.

      Özel muayenehanemde, bu tür uzun süreli bir konsültasyon sunma esnekliğine sahibim. Bu yaklaşımı tercih ediyorum çünkü terapötik ittifakı kurma gerekliliği ile klinik açıdan önemli bilgileri toplama ihtiyacı arasında en iyi dengeyi sağlıyor. Klinik ortamımda ise üç seanstan oluşan bir konsültasyon süreci yürütme lüksüm yok; ancak benzer bir yaklaşımı takip ediyorum ve gerekli bilgileri 90 dakikalık tek bir değerlendirme seansı sırasında topluyorum. (Sallie’nin konsültasyon özeti ve ruhsal durum muayenesi için 6. Bölüm’deki Şekil 6.1’e bakınız.)

      3. seansta, ilk soru turum Sallie’nin gelişimsel öyküsüne odaklanacaktır. Görüşme öncesinde, elimde halihazırda bulunan bilgileri gözden geçiririm ve hâlâ ele almam gereken soruları özellikle not ederim. 4.1 Numaralı Örnek’te özetlenen stratejiyi kullanarak, seansın ilk 10 dakikasında Sallie serbestçe konuştuktan sonra onu nazikçe bölerim; bunu yaparken, empatik bir ifadeyle konuşmayı yönlendiririm. (Örneğin: “Bu gerçekten zor bir dönem olmuş. Son bir haftadır nasıl hissettiğinizi de duymak isterim elbette, ama bu seansı ve gerekirse bir sonrakini, etkili bir tedavi planı oluşturmak için ihtiyaç duyduğum bilgileri tamamlamak amacıyla kullanmak istiyorum.”)

      GELİŞİMSEL ÖYKÜNÜN ALINMASI

      Gelişimsel öyküyü alırken, Freud’un temel önermesinden ilham alırım: Bir kişi, hem sevgi/aşk [love] hem de çalışma/iş [work] yaşamında başarılı olduğunda duygusal açıdan dengelidir. Bir çocuk için, yakın aile çevresi ve okul, ilk sevgi ve çalışma deneyimlerini temsil eder. Zamanla, Gane ailesinin her bir üyesi hakkında bilgi ediniyor ve zihnimde Sallie’nin anne babası ve erkek kardeşiyle olan etkileşimlerinin bir resmini çiziyorum. Çocuklar olgunlaştıkça, akranlarıyla anlamlı ilişkiler kurarlar; bu nedenle Sallie’nin geçmişteki ve şimdiki arkadaşlıklarıyla romantik ilişkilerine de odaklanıyorum.

      Bir değerlendirme sırasında öğrenmek istediğim tüm genel bilgileri toplayamayabilirim, ancak tedavi ilerledikçe Sallie’nin çocukluğu hakkında daha fazla şey öğreneceğim. Onun tüm yaş dönemlerindeki deneyimleriyle ilgileniyorum; okul öncesinden başlayarak, çocukluk (ilkokul dönemi), ergenlik ve sonrasına kadar. Okul yaşamında sürekli ve belirgin zorluklar, fark edilmemiş bir dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ya da öğrenme bozukluğunun işareti olabilir.

      Sallie’nin yaşamına dair bir izlenim oluştururken, çocuklukta yaşanan önemli olaylara kulak vereceğim -özellikle de bir çocuğu derinden etkileyebilecek türden olaylara: bir akrabanın ya da arkadaşın ölümü, annenin düşük yapması, ülke ya da okul bölgesi değiştirme, boşanma ya da hastalığın hem hastanın kendisinde hem de ona yakın birinde görülmesi gibi. Olayın gerçekleştiği zamandaki hastanın yaşı da önemlidir. Örneğin, 4 yaşındaki bir çocuk, ailesel bir krizi 10 yaşındaki bir çocuktan farklı bir şekilde işler.

      Olumlu anılar da en az diğerleri kadar önemlidir. Sallie’nin gelişimine dair net bir tablo oluşturabilmek için, zamanla onun mutlu aile anılarını, çocukken en sevdiği aktiviteleri, doğal yeteneklerini ve çocukluk hayallerini de öğrenmek isteyeceğim.

      Tüm bu bilgileri toplarken, Sallie’nin şu anda yaşamında neden tatmin duygusu bulmakta zorlandığını anlamaya çalışacağım. İlginçtir ki, çalışma ve sevgi yaşamındaki zorluklar birbiriyle iç içe geçmiş olabilir.

      Bir gelişimsel öykü toplamak için terapistin kullanabileceği iki temel strateji vardır ve her birinin kendine özgü avantajları ve dezavantajları bulunur. Ardışık yaklaşımda [sequential approach], terapist hastanın geçmişini yavaş yavaş sorgular; doğumdan başlayarak gelişim basamakları boyunca ilerleyerek bugüne kadar gelir.

      Ardışık yaklaşımla, Sallie’nin çocukluğu hakkında son derece ayrıntılı bilgi edinmiş olurum; ancak bunun terapötik bir bedeli olabilir. Bu kadar fazla bilgi toplayabilmek için oldukça yönlendirici olmam gerekir ve duygusal olarak önemli konuları daha ayrıntılı ele alma fırsatlarını kaçırabilirim. Süreç uzarsa, Sallie ayrıca asıl sorunu olan Charlie hakkında konuşulmadığı için hayal kırıklığına uğrayabilir.

      Gelişimsel öyküyü toplamayı, Sallie’nin mevcut sorunu ile doğrudan ilişkili olan geçmiş deneyimlerine dair sorular sorarak yapmayı tercih ediyorum. Bu yöntem, 5.1 Numaralı Örnek’te gösterilmektedir.

      ÖRNEK 5.1

      Danışanın yönlendirmesiyle gelişimsel öykünün alınması

      SALLIE: Charlie ve ayrılık hakkında kendimi gerçekten kötü hissediyorum. (Burnunu çeker.)

      TERAPİST: (Sallie’nin devam etmesini bekleyerek ilgili bir sessizlikle durur.)

      SALLIE: Artık ne diyeceğimi bile bilmiyorum.

      TERAPİST: Daha önce Charlie ile ilişkinizin diğer erkek arkadaşlarınızla olan ilişkilerinizden çok farklı hissettirdiğini söylemiştiniz. Bu konuda bana biraz daha fazla bir şeyler anlatabilir misiniz?

      SALLIE: Evet, tabii. İlk erkek arkadaşımın adı Larry’di. Üniversite birinci sınıftayken 3 ay boyunca birlikteydik. Çok tatlıydı ama gerçekten çok sıkıcıydı.

      TERAPİST: Onu sıkıcı yapan neydi?

      SALLIE: Garip bir şey. Başta beni ona çeken özellikler, ilişkinin sonunda dayanamadığım nedenler haline geldi.

      TERAPİST: Neydi o özellikler?

      SALLIE: Yani, ilk başta onun en iyisi olduğunu düşündüm. Bana sürekli çiçek getirirdi. Beni örnek alıyor gibiydi. Yani, beni ne denir ona -ha evet, bir tür podyuma çıkarmış gibiydi. Temelde, Larry beni mükemmel biri sanıyordu ve ben de buna karşı çıkmadım tabii. (Gülümser.) Ama onun üzerinde fazla baskı kurmama izin veriyordu. Bu pek iyi bir şey değildi sanırım.

      TERAPİST: Bana bazı örnekler verebilir misiniz?

      SALLIE: Bilmiyorum…

      TERAPİST: (İlgili bir ifadeyle sessizce bekler.)

      SALLIE: Mesela, dışarıda yemek yemek istersem yemeğe giderdik. Alışverişe gitmek istersem alışverişe giderdik. Başta her şeyin benim istediğim gibi gitmesini çok seviyordum ama sonra (bunu söylemekten nefret ediyorum ama sanırım doğru)… onu kullanmaya başladım. Sanırım biraz baskıcıydım ve o kendini hiç savunmadı. Bu kulağa korkunç geliyor ama sıkıldığımı düşünüyorum.

      TERAPİST: İlişki nasıl sona erdi?

      SALLIE:Hmm, aslında ilişkiyi bitirmek için biraz yalan söyledim. Larry’ye derslerime zaman ayırmam gerektiğini ve bir erkek arkadaşla uğraşacak vaktim olmadığını söyledim. Sonra da telefonlarına cevap vermemeye başladım. Sonunda durumu anladı.

      TERAPİST: Bu sizin için nasıldı?

      SALLIE: Daha fazla üzülmediğim için kendimi suçlu hissediyorum. Belki de kalpsiz biriyimdir, bilmiyorum. Ama ilişkiyi bitirdikten sonra üzerimden sanki on kilo kalkmış gibi hissettim. Larry bana çok iyi davranmasına rağmen, onun yanında kendimi sıkışmış gibi hissediyordum.

      TERAPİST: Larry ile neyin işe yarayıp neyin yaramadığını anlamak için zaman ayırmışsınız. Peki ikinci erkek arkadaşınızla neler oldu?

      SALLIE: Ah, Alec… şey, o tıp fakültesine hazırlanan bir öğrenciydi. Tanıştığımızda biyokimya okuyordu. Bana odaklanmaktan başka hedefleri varmış gibi görünüyordu ve bu hoşuma gitmişti.

      Ama çok garip bir şey oldu. Birkaç ay çıktıktan sonra, davranışları tıpkı Larry gibi olmaya başladı. Bu çok garipti. Başta çok bağımsızdı ama birdenbire sürekli bana yaranmaya başladı. Nasıl olduğunu tam olarak bilmiyorum ama üstünlüğün bende olduğunu fark ettiğimde, yine ilgimi kaybettim.

      İşte bu yüzden Charlie çok özel biri. İlginç biri ve benimle aynı fikirde olmasa bile savunmaya hazır olduğu fikirleri var. Onunla hayat hiç sıkıcı değildi. Bazen onunla evlenmeyi hayal ederdim… (Birden gözlerini kaçırır ve gözleri dolar.)

      TERAPİST: Bu ayrılık bu kadar acı vericiydi çünkü çok özel biriyle karşılaştığınızı hissettiniz?

      SALLIE: Evet, doğru.

      TERAPİST: Charlie ile evli olmak nasıl olurdu sizce?

      SALLIE: Eğlenceli. Hep birlikte yeni maceralar. Risk almak. Annemle babamın evliliği gibi değil.

      TERAPİST: Bana biraz annenizle babanızın ilişkilerinden bahsedebilir misiniz?

      SALLIE: Neden? Onlarda bir sorun yok ki. (Rahatsız görünüyor.)

      TERAPİST: [Sallie’nin, ebeveynlerinin ilişkisini eleştirdiğimi düşündüğünü fark edip soruyu yeniden formüle ediyorum.] Bir partner ararken, insanın anne babasının ilişkilerinden etkilenmemesi imkânsız. Onların evliliği nasıl bir şey?

      SALLIE: Ah, fena değil.

      TERAPİST: Biraz daha anlatabilir misiniz?

      SALLIE: Aslında gayet iyi geçiniyorlar. Ama çok farklılar.

      TERAPİST: Nasıl farklılar?

      SALLIE: Annem bana hep bir sinekkuşunu hatırlatır. Hiç durmaz; inanılmaz bir enerjisi vardır. Ben büyürken tüm arkadaşlarım hep bizim eve gelmek isterdi çünkü annem en eğlenceli kişiydi. Çok yenilikçidir. İkimizin de modaya ilgisi var. Size söylemiş miydim? Lisede “en iyi giyinen” seçilmiştim ama asıl ödülü annem hak etmişti; birlikte alışverişe çıkar, kafamdaki tarzı oluşturmam için zaman harcardı.

      TERAPİST: Ev dışında da çalışıyor mu anneniz?

      SALLIE: Annem yarı zamanlı emlak danışmanı. Seviyor işini ama hayalindeki meslek bu değil. Kendi işini kurmaktan çok bahseder ama kardeşim daha da iyileşip üniversiteye başlayana kadar beklemek istiyor.

      Yine de bana çok destek olur. Ekonomi okumamı çok seviyor. Hep der ki, mezun olunca ne yapmak istersem, ekonomi bana bunun altyapısını sağlayacak.

      TERAPİST: Annenizin babanızdan çok farklı olduğunu söylemiştiniz. Biraz daha bahseder misiniz? [Sallie’nin kardeşinin sağlığıyla ilgili daha fazla detay sormayı aklıma not ediyorum.]

      SALLIE: Babam biraz sessiz biridir. Çok espri yapar ama evde hep sakinleştirici etkisi olmuştur. Annem dur durak bilmeden koşturur, babam ise bir köşede oturup kitap okumaktan ya da televizyon izlemekten mutlu olur. Bence birbirlerine iyi geliyorlar ama gerçekten çok farklılar.

      TERAPİST: Babanız ne iş yapıyor?

      SALLIE: Bir elektronik mağazasının yöneticisi. Teknolojik aletleri sever, insanlarla da arası iyidir ama eve geldiğinde tek istediği bizimle vakit geçirmek olur. Okuma arkadaşım da odur; aynı şeyleri okuyup sonra üzerine konuşuruz. Buna bayılırım.

      TERAPİST: Peki, anne babanız birlikte nasıl bir çift?

      SALLIE: Sevimliler aslında. Ama çok da didişirler. Annem her şeyin belli bir şekilde olmasını ister, bu yüzden sık sık tartışırlar.

      Terapist: Tipik bir tartışma sırasında neler olur?
      [Sallie’nin kullandığı “tartışma” kelimesini aynalayarak iletişimini sürdürürüm.]

      SALLIE: Mesela annem birilerini akşam yemeğine davet etmek ister, babam da sadece sessiz bir gece geçirmek isterse, bu konuda en az yarım saat, bazen daha uzun süre bağırışırlar. Bu tür küçük anlaşmazlıkların nasıl bu kadar büyüdüğüne şaşırıyorum.

      TERAPİST: Tartışmalarını dinlerken ne hissediyorsunuz?

      SALLIE: Sinir oluyorum. Aptalca geliyor ama onların tarzı bu işte.

      TERAPİST: Peki bu tartışmalar genellikle nasıl sona erer?

      SALLIE: Hep aynı şekilde biter. Babam kavga etmekten bıkar, annem dediğini yaptırır. Babamın buna içerlememesi tuhaf geliyor bana. Eğer onun kadar geri adım atıyor olsaydım, ben içerlerdim. Ama o bize hep şöyle der: “Bunun anneniz için ne kadar önemli olduğunu fark etmemişim, o yüzden onun istediği gibi yapacağız.” Sonra araları tekrar çok iyi olur -ta ki bir sonraki kavgaya kadar.

      TERAPİST: Bu tarz kavga etmeleri ilişkilerinin ne zamandır bir parçası?

      SALLIE: Hımm, kendimi bildim bileli böyle ama belki son birkaç yılda daha sık olur oldu.

      Sallie’nin çağrışımlarını takip edip ayrıntılı sorular sorduğumda, onun boyun eğici eski erkek arkadaşlarına dair anlatımı, doğal bir şekilde anne babasından söz etmeye yöneliyor. Olayları belirli ayrıntılarla ve duygularla betimliyor; anlattıkları doğası gereği ilgi çekici. Sallie’nin bazı eski erkek arkadaşları üzerindeki üstünlüğüyle annesinin babasıyla olan etkileşimleri arasında olası bir benzerlik fark etsem de bunu dile getirmiyorum. Terapi sürecinin bu kadar başında, net bir bağlantı kurmak için elimde yeterli bilgi yok; daha da önemlisi, Sallie’nin bana ve terapi sürecine yavaş yavaş güven geliştirmekte olduğu bu aşamada bu düşüncelerimi paylaşmam entrüsiv/müdahaleci [intrusive] gelebilir.

      Örnek 5.1 aynı zamanda, Sallie genel ve belirsiz ifadelerle konuşmaya başladığında onun daha somut konuşmasına yardımcı olan bazı teknikleri de gözler önüne seriyor. Sallie, ebeveynlerinin evliliğine olan ilgimin patoloji arayışına yönelik üstü kapalı bir girişim olduğundan endişelendiğinde, soru sorma niyetimi açıkça ifade ediyoeum: “Bir eş ararken, ebeveynlerinin ilişkisine dair yaşantından etkilenmemek mümkün değildir. Onların evliliği nasıldı?” Ebeveynlerinin evliliğini “iyi” olarak tanımladığında ise, daha fazla ayrıntı istiyorum.

      Bu görüşmede, Sallie Larry ile olan ayrılığını anlattıktan sonra “Bu sizin için nasıl bir şeydi?” sorusunu kullanıyorum. Duygularını ifade etmekte zorlanan bir hasta için, bu soru yaygın olarak kullanılan “Bu size nasıl hissettirdi?” sorusuna kıyasla daha az tehditkâr gelebilir. “Bu sizin için nasıl bir şeydi?” ya da benzer şekilde “Bu sizi nasıl etkiledi?” gibi sorular sayesinde Sallie, kendisi için daha ulaşılabilir olanı seçerek ya düşünsel ya da duygusal bir yanıt verebilir. Terapi ilerledikçe ve duygularını ifade etme konusunda daha rahat hale geldikçe, duygulara daha doğrudan odaklanabilirim; ancak şu aşamada temel amacım, konuşmayı ve terapötik ittifakı kolaylaştırmaktır.

      Bu tercih edilen öykü alma yaklaşımı, veri toplamayı yönlendirmek yerine hastanın çağrışımlarını takip etmeyi gerektirdiğinden, Sallie’nin erken çocukluğuna dair bilgi edinmek daha fazla zaman alır. Bazı konulara (ilkokul dönemi, en iyi arkadaşı, erkek kardeşiyle ilgili daha fazla ayrıntı, ergenlik süreci) ancak terapinin ilerleyen aşamalarında değinilebilir. Sallie ofisten ayrıldıktan sonra, ilerideki seanslarda ayrıntılandırılması gereken bazı başlıkları not alabilirim. Bir diğer seçenek ise, ilk seansın sonunda Bölüm 4’ün sonunda yer alan anketi Sallie’ye vererek bazı ek geçmiş bilgileri elde etmektir; ardından, 5.1 Numaralı Örnek’te gösterilen yöntemi kullanarak zaman içinde bu ayrıntıları tamamlayabilirim.

      KÜLTÜREL KİMLİK HAKKINDA SORU SORMA1

      Bir hastanın kültürel kimliğini öğrenmek, terapistin hasta hakkında daha derin bir anlayış geliştirmesini sağlar. Kültürel kimlik, herhangi bir gruba aidiyet duygusunu ifade eden kapsayıcı bir tanımdır ve bu kimliği belirleyen kişi hastanın kendisidir. Bir kişinin kültürel kimliği çoklu etkenlere bağlı olabilir ve etnisite, ırk, din, milliyet (ya da anne babasının veya büyükanne-büyükbabasının milliyeti), sosyal sınıf, kuşak, cinsel ya da toplumsal cinsiyet kimliği, konuşulan diller ya da yaşanılan yer gibi unsurları içerebilir veya içermeyebilir. (Daha fazla örnek için bkz. Şekil 5.1.)

      Irk [Race]Mahalle/bölge [Neighborhood/region]
      Etnik köken [Ethnicity]İlgiler [Interests]
      Din [Religion]Uyruk (kişisel ve/veya aile) [Nationality (personal and/or family)]
      Konuşulan diller[Languages spoken]Bölgesel spor takımı [Regional sports team]
      Nesil [Generation]Sosyal sınıf [Social class]
      Cinsel kimlik [Sexual identity]Kariyer [Career]
      Cinsiyet kimliği [Gender identity]İlgi alanları/hobiler [Interests/hobbies]
      Kalıtım [Heritage]Siyasi yakınlık [Political affiliation]
      ŞEKİL 5.1. Kültürel kimlik içinde yer alabilecek olası unsurlar (tamamlayıcı olmayan liste).

      Hastalara kültürel kimlikleri hakkında ve bunun mevcut sıkıntılarını herhangi bir şekilde etkileyip etkilemediği konusunda sorular sorduğumda, onların kişisel deneyimlerine dair anlayışım genişler: 40 yaşında, bir lisede müzik öğretmeni olarak çalışan bir hasta, Katolik inancının kendisi için bir teselli ve destek kaynağı olduğunu, ancak şimdi başka bir erkeğe âşık olmasıyla içsel çatışmalara yol açtığını ifade eder; 31 yaşında Siyah bir bilgisayar mühendisi, Siyah kilisesiyle güçlü bağından ve haftada bir kez çevrim içi video oyunu oynadığı üniversite arkadaşları grubundan söz eder; doğumdan hemen sonra dindar bir Yahudi aile tarafından evlat edinilmiş Asya kökenli genç bir kadın, hem bağlılık hem de her iki topluluğa karşı bir miktar yabancılık hissetme arasında sıkışmış olduğunu dile getirir; 35 yaşında, bekar bir anne ise Boston Red Sox takımının sıkı bir taraftarı olduğunu ve takımın maçlarının zor zamanlarda ona büyük bir teselli sağladığını belirtir. Ben, hastaların kimliklerine dair tüm yönlere saygılı ve içten bir merakla yaklaşırım. Hastalar birden fazla farklı grupla kültürel ve toplumsal bir bağ hissedebilir ve bireyin kültürel kimliği, önemli bir gurur ve dayanıklılık kaynağı olabilir. Kültürel kimliğin açıkça tartışılması, hastanın benzersiz bakış açısına duyulan ilgiyi ve geliştirdiği güçlü yönleri ile başa çıkma stratejilerinin değerli bulunduğunu gösteren bir işarettir.

      1Kültürel kimlik üzerine hazırlanan bu yeni bölümün yanı sıra, 93. sayfadaki “Hastanızla Sistemik Irkçılık Hakkında Konuşmak” başlıklı bölümün oluşturulması sürecinde sundukları bilgeliğe dayalı katkı ve rehberlik için Dr. Juliana Chen, Dr. Tanishia Choice, Dr. Christine Crawford, Dr. Maria Jose Lisotto ve Dr. Nhi-Ha Trinh’e minnettarım.

      Kültürel kimliğe dair açık uçlu soru, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği hakkında soru sormak için de en sevdiğim yöntemdir. Eğer hasta bu bilgileri benimle paylaşmaya hazırsa, kültürel kimlikle ilgili soru (örnek bir diyalog için bkz. Örnek 5.2) bu konuda doğal bir giriş sağlar. Bu anı, hastaya tercih ettiği zamirleri (she/her/hers, he/him/his, they/them/theirs veya başka bir alternatif) sormak için de seçebilirim.

      Kültürel kimlikle ilgili soruyu sorduktan sonra (bkz. Örnek 5.2), bir sonraki sorularım, her bir topluluğun hasta için ne ifade ettiğini netleştirmeye başlar. Örneğin, bir hastanın LGBTQIA+ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, kuir, çift cinsiyetlilik/interseks, transseksüel, aseksüel [lesbian, gay, bisexual, transgender, queer, intersex, agender, asexual] ve müttefik terimlerinin yaygın bir kısaltması) topluluğunun bir parçası olduğunu öğrenirsem, hastanın kişisel deneyimi ve ilişkileri; aileden gördüğü ya da görmediği destek; LGBTQIA+ topluluğuyla olan etkileşimleri; ve çocuklukta, okulda ya da işyerinde maruz kaldığı ayrımcılıkla ilgili daha fazla ayrıntı sorarım. Bir hastanın değindiği bir şeye aşina değilsem ya da öyküsünün herhangi bir kısmıyla ilgili sorularım varsa, bilgi sahibi olmadığım bir alanda bilgiliymiş gibi davranmak yerine mutlaka açıklama isterim. Her hastanın kendine özgü kültürel değerlerini, inançlarını ve tutumlarını öğrenirken, herhangi bir gruba yönelik stereotipleştirmeden ya da aşırı genellemeden kaçınmaya özen gösteririm. Amaç, hastanın kendisini bütünüyle ifade edebileceği bir ortam yaratmak ve böylece onun deneyimlerinin tüm genişliğine ve derinliğine odaklanabilmektir.

      Psikoterapinin herhangi bir yönünde olduğu gibi, soru sorulmadığında, yanlış varsayımlarda bulunmak kolaydır. Dışarıdan bakıldığında benzer bir kültürel kimliğe sahip gibi görünen iki kişi, aynı soruya çok farklı yanıtlar verebilir. Jesse ve Rafael, her ikisi de Boston’da yüksek lisans öğrencisidir; babaları Meksika’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş ve beyaz anneleri Ortabatı’da büyümüşlerdir. Ancak bu iki erkek, kültürel kimlikleriyle ilgili soruları çok farklı şekillerde yanıtlayabilirler. Jesse, Meksikalı ailesi ve kültürüyle olan bağlarından, iki dilli olmanın sağladığı avantajlardan gururla söz edebilir ve ardından ailesinin psikoterapinin amacı ya da etkinliğiyle çok az karşılaşmış olduğunu ekleyebilir. Rafael’in aile geçmişi benzer görünse de, ona kültürel kimliğini tarif etmesi istendiğinde, Minnesota Vikings’e olan uzun süreli bağlılığından ve 18 yaşına kadar her yılın en güzel aylarının Minnesota’daki büyükbabasının çiftliğinde çalışarak geçen yazlar olduğundan söz eder. Şehir yaşamını stresli bulmakta ve Ortabatı’nın kırsalında yaşamanın ve çalışmanın kendisine daha uygun olup olmayacağını düşünmektedir.

      Peki ya terapist ile hasta aynı kültürel kimliği paylaşıyorsa? Los Angeles kökenli Yahudi bir beyaz kadın olarak, kendi deneyimimin Yahudi hastalarımla aynı olduğunu varsaymam mümkün değildir. Yahudi yaşamına dair birçok yönü bilsem ve farkında olsam da, her yeni hasta için Yahudiliğin ne anlam ifade ettiğini sormadan anlayabileceğimi varsaymam. Bir hasta Yahudiliğe dair benim aşina olmadığım bir yönü dile getirdiğinde, bunu öğrenmek için açıkça sorarım. Hasta ile ortak bir geçmişi paylaştığımızın ikimiz tarafından da farkında olunması nedeniyle bu konu hakkında kendiliğinden konuşmak bana daha kolay gelebilir; ancak bu ortak mirası paylaşıyor olmam, hastanın kişisel deneyimlerinin ayrıntılarını bildiğim anlamına gelmez ve kestirme yollara başvurmamam son derece önemlidir. Amacım, her hastanın kendine özgü öyküsünün ayrıntılarını öğrenmek ve herhangi bir varsayımda bulunmaktan kaçınmaktır. Bu yaklaşım, daha genel biçimde, terapist ile hastanın aynı ırk, etnik köken ya da cinsel yönelime sahip olduğu durumlara da uygulanabilir.

      Hastalar ile terapistlerin ırksal/etnik eşleşmelerine ilişkin araştırmalar gelişmeye devam etmekte olup, karmaşık bir tablo ortaya çıkmaktadır. Benzer bir geçmişi paylaşmanın ötesinde, terapi sonucunu etkileyen sayısız etken vardır: deneyim, ulaşılabilirlik, güçlü bir terapötik ittifak kurma becerisi, utandırmadan ama merakla soru sorma kapasitesi, öğrenmeye açıklık ve benzeri unsurlar. Benzer geçmişe sahip bir terapistle tedaviye başlamak, hastanın kendini başlangıçta daha rahat hissetmesini sağlayabilir ancak zamanla farklı geçmişe sahip bir terapist de, dikkatli ve duyarlı bir şekilde dinleyip hastanın özgün deneyimini anlamaya çalıştığında hastanın güvenini kazanabilir. Benzer bir geçmişi paylaşmak, terapiste yeni bir hasta ile hızlı bir başlangıç yapma avantajı sağlayabilir, fakat bu, farklı geçmişe sahip terapistlerin bu farkı kapatamayacağı anlamına gelmez (Cabral & Smith, 2011).

      Kültürel kimlik hakkında soru sormak, deneyimsiz klinisyen için rahatsız edici gelebilir; ancak pratikle birlikte bu soruların sorulması kolaylaşır. Psikoterapideki diğer her konu gibi, ilk görüşmede yalnızca temel bilgileri öğrenirim. Konu bir kez açıldığında, hastanın öyküsü büyük olasılıkla zamanla daha da karmaşık bir hâl alır ve bizim anlayışımız da yavaş yavaş derinleşir. DSM-5’te yer alan 16 soruluk yarı yapılandırılmış bir görüşme formu olan Kültürel Formülasyon Görüşmesi [Cultural Formulation Interview – CFI] (psikiyatri derneğinin [psychiatry.org] sitesinde “CFI” aranarak bulunabilir), kültürün bir hastanın deneyimi üzerindeki etkisini daha derinlemesine inceleme imkânı sunar. CFI ve ona eşlik eden çevrimiçi ek modüller, kültürel meseleler üzerine hasta-terapist iletişimini güçlendirerek olumlu klinik sonuçları destekler (American Psychiatric Association, 2013b).

      ÖRNEK 5.2

      Hastaya kültürel kimliği hakkında soru sormak

      TERAPİST: Ailenizi tanımaya başladıkça, arka planınız ve kültürel kimliğiniz hakkında biraz daha fazla şey bilmem, deneyiminizi anlamama yardımcı olur.

      SALLIE: Tam olarak ne demek istiyorsunuz?

      TERAPİST: Her birey kendi kültürel kimliğini kendisi belirler ve bu kimlik genellikle kişinin kendini ait hissettiği ya da özdeşleştiği gruplardan oluşur. Bu gruplar her türlü grubu içerebilir -etnik köken ya da ırk, din, konuştuğunuz diller, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, kendinizi yakın hissettiğiniz coğrafi bölgeler ya da özel ilgi grupları gibi. Eğer bir gruba aidiyet hissediyorsanız, bu da kültürel kimliğinizin bir parçasıdır. Örneğin, size hangi zamirleri tercih ettiğinizi henüz sormadım. Bunu benimle paylaşır mısınız?

      SALLIE: Ah, she/her/hers (kadın zamirleri) hoşuma gidiyor; bu oldukça net ve ben heteroseksüelim. Daha önce Katolik olduğumu söylemiştim ama aslında pek uygulamıyorum.

      TERAPİST: Dininizin hayatınızdaki yeri hakkında bana biraz daha fazla bilgi verebilir misiniz?

      SALLIE: Bence Katoliklik ailem içinde değer verilen bir şey -her iki tarafta da aslında. Babamın annesi Filipinli ve kendisi dindar bir Katolik; annemin tarafı ise İrlanda Katoliklerinden oluşuyor. Din, kesinlikle çocukluğumun bir parçasıydı; ailem her zaman kiliseye giderdi ve tatilleri birlikte kutlardık. Bu aralar kiliseye gitmiyorum ama inancım kesinlikle kimliğimin hâlâ önemli bir parçası.

      TERAPİST: Bu son zor dönemde inancınıza yöneldiniz mi?

      SALLIE: İlginç bir soru. Aslında yönelmedim, belki de evden uzakta olduğum için. Evde olsaydım kiliseye gitmeyi ya da papazımla iletişime geçmeyi düşünebilirdim ama son birkaç yıldır okulda yaşadığımdan beri, kendi mahallemdeki kiliseyle bağlantım pek kalmadı. Burada okulda, Katolik Öğrenci Topluluğu’ndaki öğrencilerle de pek uyuşamadım.

      TERAPİST: Birlikte görüşmelerimiz sırasında inancınızın sizin için neden önemli olduğu hakkında daha fazla şey öğrenmeyi gerçekten isterim. Şu anda bana her iki aile tarafınız hakkında biraz daha fazla bilgi verebilir misiniz?

      SALLIE: Ne yazık ki babamın ailesini çok sık göremiyorum; ülkenin öbür ucunda yaşıyorlar ama gerçekten çok tatlı insanlar. Büyükbabam, tıpkı babam gibi daha sessiz biridir; kendisi beyazdır ve ailesi Bay area kökenlidir. Düşününce biraz ilginç geliyor; tıpkı babam gibi o da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş, oldukça dışa dönük bir kadınla evlenmiş. Büyükannem de annem gibi atılgan biridir ve onunla konuşmak çok kolaydır. Ayrıca harika bir aşçıdır. “Pancit” adında inanılmaz bir Filipin erişte yemeği vardır ve ziyarete gittiğimde her zaman onu yapar. Hiç Tagalogca konuşamıyorum ama başkalarının bu dili konuştuğunu anlayabiliyorum. Umarım bir gün Filipinler’i ziyaret etme şansım olur da bu mirasımın bu yönünü daha iyi tanıyabilirim.

      TERAPİST: Filipin kökeniniz kültürel kimliğinizin önemli bir parçası; bunu benimle paylaştığınız için teşekkür ederim. Güneydoğu Asya kökeniniz göz önüne alındığında, siz ya da babanızın ailesinden biri hiç ayrımcılık ya da ırkçılıkla karşılaştınız mı?

      SALLIE: Aslında babam bu konuda çok fazla konuşmaz. Zaman zaman çocukluğundan birkaç hikâye anlatmıştır ama beni doğrudan etkilemediği için bu konu üzerine çok fazla düşünmedim. Büyükbabam ve büyükannemi daha sık görseydim muhtemelen daha fazla ayrıntı bilirdim. Şimdi size annemin tarafını mı anlatayım?

      TERAPİST: Evet. Dinlemeyi çok isterim.

      SALLIE: Yani, annem aslında İrlanda kökenli ama 20’li yaşlarının başında Amerika Birleşik Devletleri’ne taşınmış. Her yaz Dublin’deki teyzemizi ve amcamızı ziyaret ederiz. İrlandalı kuzenlerimi çok seviyorum; onlar çok eğlenceli. Keşke Amerika’da yaşıyor olsalar da onları yılda bir defadan daha fazla görebilsem. Bu yüzden, İrlanda kökenlerimle de kendimi kesinlikle bağlantılı hissediyorum.

      TERAPİST: Bana biraz daha anlatabilir misiniz?

      SALLIE: Kuzenlerim harika insanlar; yaz tatili sırasında, vardığım andan ayrıldığım güne kadar birbirimizden ayrılmayız ama ziyaret sadece yaklaşık iki hafta sürer. Yıl içinde iletişimde kalmaya çalışıyoruz ama hepimiz çok meşgul oluyoruz. Annemin ailesiyle kıyasladığımda bizim ailemiz biraz farklı; annem ailesinden ayrılıp Amerika’ya taşındığı, kariyer odaklı olduğu ve sadece iki çocuğu olduğu için biraz öncü sayılır.

      TERAPİST: Annenizin hayat yolculuğu, kardeşlerine kıyasla oldukça benzersiz. Ailenizin hikâyesi, şu anda yaşadığınız zorlukları nasıl etkiliyor?

      SALLIE: Hmm, bilmiyorum. Geniş ailem hayatımda olumlu bir yere sahip ama okul yılı boyunca çok fazla destek sağlayamıyorlar. Belki de annemin ailesinde öncü bir rol üstlenmiş olması, üniversiteye yaklaşımımı genel olarak etkiliyordur.

      TERAPİST: Biraz daha açabilir misiniz? Annenizin kardeşlerine kıyasla biraz öncü bir figür olmasını siz nasıl deneyimliyorsunuz?

      SALLIE: Ah, onunla gerçekten gurur duyuyorum. Ve benim için çok önemli bir rehber. Gelecekteki kariyerimle ilgili bazı beklentileri de var ama bunu takdir ediyorum. Yani, belki biraz stres ekliyor ama genel olarak bu olumlu bir şey.

      TERAPİST: Bunu benimle paylaştığınız için teşekkür ederim. Bu, okulda şu anki durumunuzu daha iyi anlamama yardımcı olacak önemli bir bilgi. Kültürel kimliğinizle ilgili bilmem gerektiğini düşündüğünüz başka bir yön var mı?

      SALLIE: Kampüste, okulda bir pazarlama kulübünün üyesiyim. Birkaç yıldır üyeyim… bu sayılır mı?

      TERAPİST: Evet, her şey sayılır. Ait olduğunuz ve sizin için önemli olan her grup, kültürel kimliğinizin bir parçası olarak kabul edilir.

      Sallie’nin, kültürel kimliğiyle ilgili sorularıma verdiği yanıtlar, onun kendine özgü deneyimini daha derinlemesine anlamamı sağlıyor. Son birkaç yıldır ilk değerlendirme görüşmelerime bu soruyu eklediğimden beri, hastalarımın geçmişleri ve onlar için önemli olan kimlik grupları hakkındaki bilgim önemli ölçüde arttı. Bu konu bir kez açıldığında, hastalar kendileri için anlamlı olan kültürel kutlamaların ayrıntılarını da rahatlıkla paylaşabiliyorlar; buna belirli geleneksel yemeklerin, ritüellerin ve bayramların kişisel anlamları da dâhildir. Bir hastanın dünyası bana açıldıkça, o kişiyi anlama kapasitem de genişler.

      Ayrıca, kültürel kimlik hakkında soru sorarak hastanın yaşantısına dair varsayımlarda bulunmaktan kaçınmış olurum. Sormamış olsaydım, Sallie’nin dörtte bir Filipinli olduğunu ve annesinin İrlanda’dan geldiğini bilemezdim. Bir terapist olarak, ancak bu soruyu sorarsam hastanın kültürel kimliğini öğrenebilirim; aksi takdirde, kendi içsel önyargılarım doğrultusunda, hastanın adı, görünüşü ya da davranışlarına dayanarak basitleştirmelere veya varsayımlara yönelebilirim.

      Kültürel kimlik hakkında soru sormak, bu konunun keşfi için bir kapı aralar; çokkültürlü danışmanlık ve terapi – ÇKDT [MCT – Multicultural Counseling and Therapy] yaklaşımı ise bu yolculuğu daha da derinleştirmek için bir yöntem sunar. ÇKDT, bir hastanın geçmişinin psikoterapi deneyimini ve hangi müdahalelerin daha etkili olabileceğini etkilediği anlayışıyla, hastanın kültürel güçlü yönlerini tedavi planına dahil eder. ÇKDT özellikle kültürel alçakgönüllülüğü [cultural humility] teşvik eder. Bu yaklaşım, terapistlerin kendi içsel önyargılarını ve önkabullerini fark etmelerini ve bunların terapötik etkileşimleri nasıl etkileyebileceğini öğrenmelerini gerektirir; bu öğrenme süreci sürekli olup hastaya özgüdür (Sue, Arredondo ve McDavis, 1992). Araştırmalar, kültürel alçakgönüllülüğü, üstünlükten uzak durmayı ve saygılı, duyarlı bir merakı içeren bir terapötik duruşun güçlü bir terapötik ittifakı ve olumlu terapi sonuçlarını desteklediğini göstermiştir (Hook, Davis, Owen, Worthington ve Utsey, 2013). Bu önemli konuya derinlemesine girmek bu kitabın kapsamını aşsa da, ÇKDT’ye odaklanan önerilen kaynaklar için Ek Okuma ve Kaynaklar listesine göz atmanızı tavsiye ederim.

      Hastanızla Sistematik Irkçılık Hakkında Konuşmak2

      Yıllar önceki eğitimim sırasında, hastalarla cinsellik, toplumsal cinsiyet, para ve aile sırları hakkında nasıl konuşulacağına dair tartışmalar müfredatın bir parçasıydı. Terapi sürecinin bir süper gücünün, zor konuları duyarlılıkla konuşma isteği ve kapasitesi olduğunu erkenden kavradım. Bu tür konuşmaları başlatmak ve sürdürmek için uygun kelimeleri öğrenmek benim için heyecan vericiydi. Kültürel kimlik ve farklılıklar hakkında konuşmaları teşvik etmeye yönelik rehberlik de sağlanıyordu, ancak benim deneyimime göre bir konu adeta dokunulmazdı: ırkçılık. Merak ediyordum: Bir terapist, özellikle de ırkı hastadan farklıysa, ırkçılık ve önyargı deneyimleri hakkında bir hastayla nasıl duyarlılıkla konuşabilir? Beyaz bir psikiyatrist olarak, bu farkı psikoterapi süreci içinde dile getirmek düşünceli bir yaklaşım mı olur, yoksa bağ kurma ve ittifak oluşturma sürecine engel mi teşkil eder? Irkçılık hakkında hastalarla nasıl konuşulacağına dair kaynaklar mevcuttu, ancak bu bilgiler eğitimime düzenli olarak entegre edilmemişti.

      Bu kitapta önyargı, ırkçılık ve sosyal adalet konularını nasıl ele alacağımı düşünerek oldukça zaman harcadım; bu meselelerin önemini vurgulamak istedim ama aynı zamanda bu konularda bir otorite olmadığımın da farkındayım. Bu konuya bir giriş olarak, bazı sorular ortaya koyacak, temel düzeyde bazı rehberlikler sunacak, uzmanların sesine yer verecek ve ardından kitabın sonunda yer alan Ek Okuma ve Kaynaklar listesinde daha kapsamlı yönlendirmeler sunacağım.

      Bu konuda düşünme ya da konuşma konusunda daha az yaşantısal deneyimi olan okurlara, bu tartışma bir miktar rahatsızlık verse bile geri çekilmek yerine konuya yönelmelerini öneririm. Klinik mükemmeliyete giden yol, terapistlerin konuşulması kolay olmayan ve kimi zaman rahatsızlık verebilecek karmaşık konular hakkında bilgi edinmesini gerektirir. Bu, insan deneyimini daha derinlemesine anlama fırsatıdır.

      Irkçı Karşıtı Olmak

    3. Analitik Ortam ve Analitik Tutum (4. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      Analitik ortam (analytic setting) ya da çerçeve (frame)1, genel olarak, fiziksel ortamın ve psikanalitik sözleşmenin kurulmasını ve sürdürülmesini kapsadığı şeklinde düşünülür. Bu sözleşme; zamanın, seans sıklığının, divan kullanımının, ücretin ve terapistin rolünün müzakere edilmesini içerir (Bleger, 1967; Langs, 1998; Modell, 1989; Winnicott, 1956). Bazı terapistler, bu kavramın içine “analizin verilerinin (data of analysis)” sınırlarının çizilmesini, yani hastanın serbest çağrışımlarını (Busch, 1995) ve analitik tutumu (analytic attitude) da dâhil eder. Birçok kişi ayrıca, terapistin zihninde yer alan bir yapı olarak ortamı, yani terapistin içsel ortamını -gerçekliğin, simgesellik, fantezi, aktarım ve bilinçdışı anlam gibi kavramlarla tanımlandığı psişik bir arena (psychic arena)- da bu kapsama alır (Parsons, 2007: 1444). Başkaları ise bu kavrama terapistin kuramsal eğilimlerini de ekler (Donnet, 2005). Bu bölümde, analitik ortam terimi, hem pragmatik parametreleri hem de Parsons’un (2007) tanımladığı biçimiyle terapistin içsel ortamını ifade etmektedir.

      1Ortam (setting) ve çerçeve (frame) terimlerini birbirinin yerine kullanıyorum.

      Ortamın işlevi üzerine kapsamlı biçimde yazılmıştır. Geleneksel olarak, hastanın aktarımının kademeli olarak açığa çıkması için gerekli kapsayıcılık ve uyarımı sağlayan temel “arka plan” olarak anlaşılmıştır (bkz. Bölüm 9). Nesne ilişkileri modelinde ise, aktarımın dinamik özgüllüğünü kazandıran bilinçdışı fantezilerin ortaya çıkmasına imkân tanıdığı da eklenebilir. Buna bağlı olarak, terapistin rolü, ortamın koruyucusu olmaktır. Bu, terapistin yalnızca hastanın ortama nasıl tepki verdiğine (onun yaratabileceği bilinçdışı fanteziler ve dirençler) dikkatle odaklanmasını değil, aynı zamanda analitik sürecin gelişimini ya (serbest dalgalanan/salınımlı dikkat yoluyla) kolaylaştırabilecek ya da (terapistin kendi dirençleri ve “kör noktaları” yoluyla) engelleyebilecek kendi içsel süreçlerini de dikkatle izlemesini gerektirir.

      Tüm insani faaliyetler bir çerçeve içinde gerçekleşir: bunlar, belirli bir fiziksel ve psişik alanda (space) ortaya çıkar. Terapi de farklı değildir. Ortamın tutarlılığı, seansların belirlenmiş süresi ve divan kullanımı gibi analitik çerçevenin pragmatik özellikleri, terapötik alanı, ilişkilerin gerçekleştiği diğer alanlardan ayırır. Bu ayrım, terapistlerin benimsemeleri teşvik edilen analitik tutumsal duruşla (analytic attitudinal stance) daha da pekiştirilir: hastanın yansıtmalarını alabilmek ve böylece aktarımın gelişmesi için verimli bir zemin sağlamak amacıyla, terapistin “normal” denilen kişiliğini bir ölçüde engellemesini gerektiren, görece dikkat çekmeyen (unobtrusive), tarafsız/yansız (neutral), anonim (anonymous) ve profesyonel (professional) bir duruş. Hasta, bir terapistle, bir arkadaşına da açabileceği duygu ve düşünceleri paylaşabilse de, terapist, hastanın iletilerine, hastanın yaşamındaki diğer kişilerin benimsediğinden niteliksel olarak farklı, çok belirli bir tutumla karşılık verir: öğüt vermez, pratik yardım sunmaz ya da garanti vermez. Bunun yerine, hastanın iletilerinin bilinçdışı anlamını dinler ve yorumlar (bkz. Bölüm 6).

      Analitik tutumla birlikte analitik ortam, birçok diğer sosyal ve mesleki karşılaşma ile çelişen ölçüde kendine özgü bir alan yaratır. Çoğu insani ilişki, süresi dakikasına kadar belirlenmemiş bağlamlarda gerçekleşir ve el sıkışmak ya da havadan sudan konuşmak, bilinçdışı arzuları tartışma konusu kılmasından ziyade, sosyal etkileşimi akıcı kılar. Tıbbi ya da hukuki profesyonellerle kurulanlar gibi, mesleki ve sınırları belirli ilişkiler bile analitik durumun “garipliğine” bu denli yaklaşmaz. Bu nedenle, konuya yabancı olanlar için analitik ortamın, bilinçli ve/veya bilinçdışı, kaygılara ve paranoid fantezilere2 yol açabilmesi şaşırtıcı değildir.

      2Terapistin daha mesafeli duruşundan en az rahatsız görünen hastalar, yakınlıktan tehdit algılayan, daha kaçınmacı kişilikler olma eğilimindedir. Bu nedenle, mesafeyi güven verici bulurlar.

      Analitik çerçevenin (analytic frame) temel özellikleri, psikanalitik uygulamada en çok satan beş fikir listesi gibi okunur: tutarlılık (consistency), güvenilirlik (reliability), tarafsızlık (neutrality), anonimlik (anonymity) ve perhiz (abstinence). Bu çerçeveden sapıldığında, eğitim sırasında birçok uygulayıcının içselleştirdiği analitik süperego ile baş etmek zorunda kalmak işten bile değildir. Elbette kurallar için istisnalar vardır; bunlar, Strachey’nin (1934) klinik psikanalizi yürütemeyecek hastalarla çalışırken standart teknik denilen tutumdan sapmaları karşılamak amacıyla geliştirdiği, “değişkenler (parameters)” kavramına ilişkin özgün düşüncesinde somutlaşır. Az sayıda istisna dışında, Freud tarafından ortaya konan kurallar, çerçeveye ilişkin çağdaş görüşlerin temel dayanağı hâline gelmiştir. Yalnızca tarihsel bir ayrıntı olmanın ötesinde dikkat çekici olan husus, Freud’un kendi uygulamasının çerçeve konusunda daha esnek oluşudur: örneğin çay, sandviç ve tütsülenmiş ringa balığı, “Sıçan Adam (Rat Man)” ile yaptığı çalışmalarda sıra dışı sayılmayan olgulardı.

      Kuralların varlığı, iyi gerekçelere dayanır. Bu bölümün amaçlarından biri, terapötik çerçevenin neden ideal olarak belirli pratik düzenlemelere yöneldiğini ve terapistin belirli bir tutum benimsemesini teşvik ettiğini ortaya koymaktır. Bununla birlikte, kuralların sorgulanması da gerekir; bu, inatçı bir karşı çıkma arzusundan değil, kuralların, psikopatolojisi daha hafif olan hastalarda dahi farklı bir yanıt gerektiren klinik durumlar karşısında nesneleşip esnekliğini yitirme tehlikesi taşımasından ötürüdür. Ayrıca, kurallar, belirli uygulamaların ampirik olarak sınanıp etkili olduğunun gösterilmesinden ziyade, ne yazık ki psikanalitik uygulamanın büyük bir kısmının dayandığı rivayete dayalı gelenek temelinde standart uygulama olarak benimsenmektedir. Bu tür araştırmalar yapılıncaya kadar, en iyi ihtimalle, belirli şeyleri, başka türlü yapmaktan daha etkili olduğu kanıtlandığı için değil, her zaman böyle yapıldığı ve uygulamada “işe yaradığı” için yaptığımız varsayılabilir. Durum buysa, kurallar esnek olması ve gözden geçirilmeye açık tutulması gereken yol gösterici işaretlerdir. Nitekim, çerçeve terimi, her bir hasta–terapist ikilisinin özgün ihtiyaçlarına yanıt vermekten ziyade sabit bir şeyi çağrıştırdığı için yararlı olmayan bir terim olabilir.

      Analitik Ortamın İşlevleri

      Sözleşme Olarak Ortam

      En temel düzeyde, çerçevenin (frame) parametrelerinin belirlenmesi, terapötik çalışmanın başlangıcını işaret eder. Bu, hastaya terapötik ilişkinin diğer ilişkilerden açıkça farklı olduğunu ve belirli kurallar çerçevesinde işlediğini gösterir; ayrıca hem hastanın hem de terapistin bu kurallara uymayı kabul ettiğini ifade eder. Çerçevenin temel parametrelerini ortaya koyduğumuzda, aslında çalışma sözleşmesini tanımlamış oluruz. Bu, ilişkinin sınırlarını açık bir şekilde ortaya koyar; böylece bu sınırların herhangi bir ihlali -örneğin seansları uzatma girişimleri ya da geç gelme- yoruma açık hâle gelir. Eğer hastamıza seansların 50 dakika süreceğini baştan net olarak belirtmemişsek, odadan çıkmasının on dakika sürmesini yorumlamak zorlaşır. Çerçeveden sapmayı anlamlı biçimde yorumlayabilmemiz için, çerçevenin koşullarının terapinin başında netleştirilmiş olması gerekir.

      Çerçevenin daha pragmatik yönleri çok açık ve belirlenmesi kolaydır; örneğin ücret ve seansların zamanlaması gibi. Diğerleri ise -analitik tutum (analytic attitude) gibi- hiçbir zaman açıkça ifade edilmez, ancak ilk görüşmeyi yürütme biçimimizde ve hastayla sonraki tüm etkileşimlerimizde her zaman örtük olarak bulunur. Örneğin, bilişsel davranışçı terapiye (BDT) yönelik bir değerlendirme, psikanalitik terapiye yönelik bir değerlendirmeye kıyasla çok daha yapılandırılmış ve terapist yönelimlidir. Bunun nedeni, psikanalitik bir değerlendirmede amaçlardan birinin, hastaya psikanalitik bir çalışma yürütmenin nasıl bir şey olabileceğine dair bir fikir vermek ve bize de hastanın daha az yapılandırılmış bir terapötik alandan yararlanma kapasitesini değerlendirme fırsatı sunmak olmasıdır (bkz. Bölüm 5).3

      3İlk görüşme ile sonraki seanslar arasında yaklaşım ve tutum açısından belirli bir tutarlılığı korumak önemlidir. Konsültasyon ile terapi arasındaki belirgin yaklaşım farklılıkları, hastayı kafa karışıklığına uğratabilir veya onu rahatsız edebilir.

      Gerçeklik Olarak Çerçeve

      Çerçevenin temel işlevlerinden biri, terapinin gerçekliğe dayandırılmasını sağlamaktır. Belirli bir günde, belirlenmiş bir süre boyunca ulaşılabilir olmamız, hastanın bizimle ilgili geliştirebileceği sayısız fanteziye ve durumun yarattığı mahremiyet ile tetiklenen ilkel bakım ve ilgi görme arzusuna karşı keskin, gerçeklik odaklı bir karşıtlık oluşturur. Sınırlı erişilebilirliğimiz, aynı zamanda, hastanın bakım görme arzusunun terapötik durumun gerçekliği tarafından engellenmesiyle ihmal edilme ya da reddedilme duygularını da gündeme getirebilir. Çerçeve, bu şekilde, hastaya, sınırsız ilgi görme arzusu ne kadar yoğun hissedilirse hissedilsin, talebe göre terapi yapmanın mümkün olmadığını hatırlatır. Empati ve ilgimizin kapsayıcı olarak -ve bazı hastalar için yeni bir duygusal deneyim sağlayıcı olarak- yaşanması umulsa da, terapötik ilişki kaçınılmaz olarak hastayı hayal kırıklığına uğratır ve onda bir tatminsizlik yaratır. Hastanın bu durumu nasıl yönettiği, analitik çalışmanın odak noktalarından biri haline gelir. Başlangıçta hastayla üzerinde uzlaşılan çerçeve, hastanın bizimle nasıl ilişkilendiğinin bir parçası haline gelir; yani biz, hasta için örneğin, her zaman zamanında gelen, her zaman divanın arkasında oturan ve her zaman Noel ile Paskalya’da ara veren terapist oluruz. Bu özellikler, hastanın zihninde bizim dönüştüğümüz nesnenin ayrılmaz parçaları olarak yaşantılanır. Bu, hastanın, nesnesi/terapisti hakkında bildiğini düşündüğü şeylerin bir parçasıdır. Dolayısıyla, bu çerçevede yapılacak herhangi bir değişiklik, hastanın nesnesini bildiğine dair öznel yaşantısına meydan okur. Örneğin, eğer ben her zaman zamanında gelen biri olmuşsam ve bir kez geç kalırsam, hasta beni “her zaman zamanında gelen terapist” olarak değil, “her zaman zamanında gelmeyebilen terapist” olarak deneyimlemek zorunda kalır. Bu durum, ayrı veya farklı hissetmekte zorluk yaşayan hastalar için oldukça sarsıcı olabilir.

      Güvenli çerçeve, hastanın terapisti “kullanabileceği” (Winnicott, 1971) müdahalesiz bir alan yaratır. Bu alanın güvenli olması gerekir; çünkü bu alan içinde hasta, çoğu zaman zulmedici nitelikte olan ve önemli düzeyde anksiyete uyandıran çeşitli duygularını ifade etme ihtiyacı duyabilir. Winnicott, saldırıya uğrayan bir nesnenin bu saldırıdan sağ çıkmasının ve karşılık vermemesinin bebek için gelişimsel önemini vurgulamıştır. Bu durum, nesnenin “nesnel” hâle gelmesini -yani bebeğin, onun kendiliğinden ayrı olarak var olduğunu fark etmesini- sağlar. Winnicott’a göre bu, “nesne kullanımı”nın başlangıcını işaret eder. Bu fikirleri terapötik duruma uygularsak, analitik çerçevenin işlevlerinden birinin, hastanın hem her şeye gücü yetme hâlini hem de yoksunluğu deneyimleyebileceği ve terapistin hastanın saldırılarından sağ çıkacağı bilgisinin eşlik ettiği bir ortam yaratmak olduğunu söyleyebiliriz.

      Çerçeve aracılığıyla gerçekliğe dayandırılmaktan yalnızca hasta değil, biz de faydalanırız. Psikoterapi çalışması, hem hastayı hem de terapisti, son derece mahrem, yoğun ve kimi zaman yüksek düzeyde uyarıcı bir ilişkinin içine çeker. Hasta bizi her şeye gücü yeten bir figür olarak deneyimleyebileceği gibi, biz de hastayı, örneğin kendi içimizdeki muhtaç çocuk yanımız olarak deneyimleyebiliriz. Bizim tarafımızdan yapılan bu tür yansıtmalar, geçmiş yaraları hasta aracılığıyla onarma arzusuna katkıda bulunabilir; ancak bu duygular, eyleme dökülmek yerine anlaşılması gereken duygulardır. Çerçevenin belirlediği sınırlar, hastayla kurulan ilişkinin asla kişisel çatışmaları ya da engellenmiş arzuları çözmenin bir ikamesi hâline gelmemesi gerektiğini bize hatırlatır. Bu sınırlar, kendimizi izlememize de yardımcı olur: Örneğin, bir seansı kararlaştırılan sürenin ötesine uzatmamız, çerçeveden sapmamız anlamına gelir ve bu sapma, ilişkide ve/veya kendimizde dikkate alınması gereken bir durum olduğuna dair bir uyarı sinyali işlevi görür.

      Kucaklayıcı Çevre

      Analitik ilişkiyi destekleyen çerçeve, aynı zamanda kucaklayıcı çevre (holding environment) olarak da adlandırılır; bu ifade, çerçevenin kapsayıcı işlevini (containing function) vurgular. Bion (1967), annenin bebeğinin yansıtmalarının ham yoğunluğunu alabilme, bunlara empati gösterebilme ve bunlara katlanabilme kapasitesi ile terapistin, hastanın iletilerini alma, kapsama ve dönüştürme işlevi arasında bir paralellik kurmuştur. Bu süreç, tıpkı bebekte olduğu gibi, hastanın da zamanla duygularını yönetme ve onlar üzerine düşünebilme kapasitesini içselleştirmesine yardımcı olur.

      Tıpkı annelerin bebeğe, fiziksel ve ruhsal gelişim fırsatlarını en üst düzeye çıkaran güvenilir ve emniyetli bir ortam sağlaması gibi, terapistin işlevi de bir ölçüde erken ebeveynlik işlevini yansıtır; burada vurgu, hastanın ihtiyaçlarına müdahale etmeden yanıt vermektir. Analitik çerçevenin, terapinin ilerleyebilmesi için gerekli olan ego gücünün gelişmesine olanak sağlayacak koşulları sunması gerektiğini öne süren Winnicott da bu görüşü paylaşmıştır. Winnicott’a göre çerçeve, onun yazılarında özellikle vurguladığı annesel kucaklama (holding) işlevinin güçlü bir simgesiydi; ona göre, bebeğin erken yaşamındaki güçlüklerle başa çıkabilmesini sağlayan şey bu kucaklama işleviydi. Bu fikirleri terapötik ortama uyarladığımızda, çerçevenin kucaklama işlevinin öncelikle terapistin zihinsel kucaklama (mental holding) kapasitesine dayandığı ve bunun da çerçevenin pragmatik yönleri tarafından desteklenip korunduğu açıkça görülür.

      Dolayısıyla çerçeve bir konteyner (container) işlevi görür. Hastanın öyküsünün açığa çıkmasına ve iç dünyasının güvenli sınırlar içinde anlaşılmasına olanak tanır. Sözde konteynerin güvenli olup olmadığı, analitik ilişkinin sınırlarına saygı gösterilmesiyle pratik düzeyde iletilir. Güvenli bir çerçevenin korunması, analitik tekniğin temel bir parçasıdır. Bu, ilişkinin fiziksel sınırlarının yönetilmesini içerir; yani terapist ile hastanın kesintisiz olarak görüşebileceği, gizliliğin sağlanabileceği, terapistin her hafta, aynı gün ve saatte zamanında geleceğine ve seansları zamanında bitireceğine güvenilebilecek bir alanın sağlanmasıdır. Bu sınırların özenli biçimde yönetilmesi, hastanın acısını emanet ettiği kişinin nasıl biri olduğuna dair ona çok şey aktarır.

      Seanslarına geç başlayan veya seanslarını tekrar tekrar iptal eden bir terapist, kararlaştırılan sınırlara uymak için çaba gösteren bir terapistin ilettiğinden çok farklı bir mesaj iletir. Her ne kadar hastaların bize yöneltebileceği yansıtmalara maruz kalsak da, biz de insanız ve hata yapabiliriz. Bu, sağlamaya çalıştığımız ideal çerçevenin yalnızca şundan ibaret olduğu anlamına gelir: bir ideal. Gerçekte, hastamıza geç kaldığımız, seansı uzattığımız ya da seans sırasında birinin odamıza girdiği bir an mutlaka olacaktır. Bu durum, bizde öz eleştirilere (“İyi bir terapist değilim”) ya da seansı bölen meslektaşa karşı öfkeye yol açabilir. Çerçeveden her sapmanın mutlaka bir nedeni vardır; ancak bizim bu konudaki duygularımız ne olursa olsun, terapötik çalışmada asıl önemli olan, bu sapmanın hasta açısından ne anlama geldiğidir.

      Tony, üç yaşındayken anne ve babasını bir trafik kazasında kaybederek öksüz kalmış, 40 yaşında bir adamdı. Önceleri anneannesi tarafından büyütülmüş, ancak on yaşındayken anneannesinin ölümü üzerine çeşitli akrabalarının yanında kalmış ve sonunda bir yılını sosyal yardım kurumunda (residential care) geçirmişti. İlk görüşmemizde, anneannesinin ölümünden sonra hiçbir yerde iki yıldan daha uzun süre yaşamadığını anlattı.

      Yetişkinlik döneminde Tony, son derece titiz ve rutinlere sıkı sıkıya bağlıydı -bu eğilim, neredeyse obsesyonel bir düzeye yaklaşıyordu. Seanslarına dakik gelir, zamanı takip eder ve çoğu zaman, ben söylemeden önce seansın sona erdiğini ilan ederdi. Bunun, ilişkimizde kontrolü elinde tutma yollarından yalnızca biri olduğunu hissediyordum.

      Bir seferinde, trenin gecikmesi nedeniyle seansa beş dakika geç kaldım. Tony’yi bekleme alanından alırken gerginliğini hissettim: göz teması kurmadı ve zar zor duyulabilecek bir “Merhaba” mırıldandı. Oturduğunda, bugün konuşacak pek bir şey olmadığını söyleyerek başladı. Ardından, işe çok yoğun olduğu için gelmek istemediğini ve başladığı bir işi bitiremediğinde bundan rahatsız olduğunu ekledi. Biraz, işyerindeki baskılardan ve meslektaşlarının teslim tarihlerini yerine getirmemesinden bahsetti; bunu “sinir bozucu” buluyordu. Konuşurken bana neredeyse hiç bakmadı. Dinlerken, bana karşı çok öfkeli olduğunu hissediyordum; ancak bunun, Tony’nin hissettiklerini asla doğrudan ifade etmeme yönündeki karakteristik örüntülerinden biri olduğunu da biliyordum.

      Müdahaleme yaklaşırken, Tony’nin seansa sözel olmayan biçimde öfke belirtileri göstererek (ör. bana bakmaması) ve sözel olarak da söyleyecek pek bir şeyi olmadığını ve seansa gelmek istemediğini ifade ederek başladığını dikkate alıyorum. Bir seansın bu şekilde başlaması, Tony’nin konuşmaya ve seansa gelmeye yönelik ifade ettiği direncini neyin tetiklemiş olabileceğini düşünmemi gerektiriyor. Burada, genellikle onu bekler durumda bulduğu halde bu kez geldiğinde beni bekleme alanında görmemesi üzerine, seansa gelmek istemediği düşüncesinin ancak o anda aklına gelmiş olabileceğini fark ediyorum. Tony’nin erken dönem kayıp ve bakımveren sürekliliği bozulmuş yaşam öyküsünü göz önünde bulundurduğumda, benim geç kalmamın, bana yönelik sessiz öfkesini büyük olasılıkla tetiklediğini varsayıyorum.

      İşle ve insanların teslim tarihlerine uymamasıyla ilgili şikâyetleri aracılığıyla, Tony’nin bizim “sözleşme saati”mizi kaçırmam nedeniyle bana duyduğu öfkeyi dolaylı olarak ifade ettiğini varsayıyorum. Onun “sözleşme saati” sözcüğünü seçmiş olması, bana anne babasının ölümünü düşündürüyor ve travmatik öyküsü göz önünde bulundurulduğunda, benim geç kalmamın, bir daha hiç gelip gelmeyeceğime ve bir kez daha öksüz kalıp kalmayacağına dair dehşet verici kaygılarını harekete geçirdiğini öngörüyorum.

      Bu varsayım, Tony’nin önceki bir seansta bana, terapistinin başka bir ülkeye taşınmak zorunda kalması durumunda bir hastanın başına ne geleceğine dair yönelttiği bir soruyla destekleniyordu. Sorunun anlamını keşfetme girişimlerim dirençle karşılanmıştı. Bu soruyu sorduğu sırada Tony, bununla yalnızca meraktan ilgilendiğini ileri sürmüş ve herhangi bir nedenle artık onu göremeyecek olmam durumunda başına ne geleceğinden endişe ettiği yönündeki yorumumu reddetmişti. Şimdi, daha önceki bu soruyu beslediğini düşündüğüm kaygıya, yani Tony’nin bana artan bağımlılığından ve tıpkı anne babasının yaptığı gibi benim de onu terk edebileceğim korkusundan kaynaklanan kaygıya yeniden dönmenin önemli olduğu görülüyor. Tony her ne kadar önceki yorumumu reddetmiş olsa da, terk edilme teması tekrar eden bir şekilde gündeme gelmekte ve bu nedenle üzerinde durulması gerekmektedir. Bu nedenle, Tony’nin ilk yorumumu reddetmesinin, benim onu terk edebilme olasılığını ve bunun yarattığı acı verici duygulanımları düşünmeye yönelik bir direnç işareti olabileceğini varsayıyorum.

      Yorumumda, Tony’ye yalnızca gecikmem nedeniyle duyduğu öfkeyi yansıtmakla kalmayıp, aynı zamanda bu öfkenin neye karşı bir savunma işlevi gördüğünü de kabul etmeye karar veriyorum. Ancak, yorumu tek seferde vermek yerine, en bilinçli duygudan, yani öfkeden başlıyorum. Böylelikle, Tony’nin üzerinde düşünmek istemediği duygularla onu çok hızlı biçimde yüzleştirecek bir yorum yapmaktan ziyade, söyleyeceklerime daha açık olmasını sağlayabilirim. Bunu göz önünde bulundurarak şöyle yorum yapmaya başlıyorum: “Bugün fazla söyleyecek bir şeyinizin olmadığını ve aslında seansa gelmek istemediğinizi söylüyorsunuz. Ayrıca, iş arkadaşlarınızın zamanında teslim tarihlerine uymamalarına karşı öfke dile getiriyorsunuz. Bence bana, gecikmemin sizde bana karşı öfke yarattığını söylüyorsunuz. Sanki gecikmemi, işimi çok iyi yapmamam ve bizim sözleşme saatimizi tutturmamam gibi deneyimliyorsunuz. Ama ikimiz de biliyoruz ki, bu tür öfkeli duyguları doğrudan ifade etmek sizin için zor.”

      Tony bunun üzerine düşünebiliyor ve seansa zamanında gelmek için gerçekten çaba gösterdiğini, benim gelmemem üzerine öfkelendiğini kabul ediyor. Ardından sessizleşiyor. Tekrar konuşmaya başlıyor ve birkaç gün önce gördüğü rahatsız edici bir rüyayı anlatıyor: Rüyasında kedisi sokağa kaçıyor ve Tony uzun süre beklemesine rağmen geri gelmiyordu. Rüya hakkında başka bir şey hatırlayamıyor. Bu rüya, kayıp ve terk edilme duygularıyla tematik olarak tutarlıdır; bu da bende, altta yatan terk edilme kaygısına dair sezgimi güçlendiriyor. Bu nedenle yorumumun ikinci kısmını Tony ile paylaşmaya karar veriyorum: “Bence bugün sizi zamanında almaya gelmediğimde bana duyduğunuz öfke, benim hiç gelmeyecek olmamla ilgili içinizde yaşadığınız endişeyi örtüyor.”

      Çerçevenin sınırlarına titizlikle uymak, genellikle sınırları konusunda çok katı olan terapistlere yöneltilen suçlamalar olan, aşırı kuralcı ya da esnek olmayan biri olmak anlamına gelmez. Aksine, sınırlarla ilgili bu türden bir saygı tutumu, danışanın psişik gelişimi için istikrarın ve güvenilirliğin önemine dair bir takdirin göstergesidir. Tony gibi, erken dönemde kayıplar yaşamış ya da istikrarsız bir çocukluk dönemi geçirmiş ya da öngörülemez bir aile ortamında büyümüş hastalar için, analitik ilişkinin sınırlarının korunması, hastanın güvenebileceği ve dayanabileceği bir kişiyi deneyimlediği ilk anı temsil edebilir. Bu durum, hastanın en derin özlemlerini ve korkularını keşfedebileceği güvenli bir psikolojik alan yaratır. Bu çerçevenin önemi abartılamaz. Çerçeve, hastaya sunabileceğimiz kapsayıcılığın somut bir ifadesidir -hastanın bizden ne bekleyebileceğini ve dolayısıyla neye güvenebileceğini gösterir.

      Terapötik ilişkinin sınırları, kendilik ve ötekilerle ilgili kaygı uyandıran fantezilerin ve duyguların, hastanın dile getirmesi gereken duygular ne olursa olsun sürdürülecek ve misillemede bulunmayan bir ilişki bağlamında, keşfedilip ifade edilmesini sağlar. Ancak bu, “her şeyin mübah olduğu” anlamına gelmez. Gerçek anlamda kapsayıcı olmak, yalnızca anlamanın yeterli olmadığı, yani kelimelerin hastayı kapsayamadığı durumları da bilmeyi gerektirir. Terapötik süreci baltalayan ve yönetilmesi gereken açık davranışlar vardır; örneğin, seansa alkol etkisi altında gelmek ya da seans sırasında kendine zarar verme girişiminde bulunmak. Bu tür davranışların derhâl ele alınması ve bilinçdışı iletişimler olarak anlaşılması gerekir. Çoğu durumda, bu yaklaşım eyleme dökme (act out) ihtiyacını azaltacaktır.

      Rolümüzün önemli bir parçası, hastanın söze dökülemeyen duygularını eyleme vurma ihtiyacı ile birlikte yansıtmalarının alıcısı olmayı kabul etmektir. Ancak, hastanın davranışı terapötik süreci baltalama tehdidi taşıyorsa, sınırları korumak ve bunu hastaya hatırlatmak da bizim sorumluluğumuzdur. Hastanın yansıtmalarına alan açmak, bu yansıtmaların eyleme dökülmesinin artık yararlı olmayacak kadar somutlaştığı anı fark etmeyi gerektirir. Misillemede bulunmamak, hastanın başına gelenler nedeniyle bize karşı saldırgan olmasını pasif biçimde kabullenmek anlamına gelmez. Terapötik ilişki, hastanın kişilerarası repertuvarında baskın olan tanıdık örüntülere maruz kalabilir; ancak bu ilişkinin aynı zamanda bir farkı da olmalıdır: Bu fark, söz konusu örüntülerin ve bunların ilişki kurma biçimi üzerindeki sonuçlarının açık hâle getirilebildiği ve üzerine düşünülebildiği bir alan olmasıdır. Winnicott’un sözünü ettiği nesnenin hayatta kalması, düşünmeyi bırakma ve eyleme geçme yönünde kişilerarası baskı altındayken kendi zihnimizi kullanabilme kapasitemizden kaynaklanır. Anlama, eyleme dökme gereksinimini ortadan kaldırmak için yeterli olmadığında, terapi nadir durumlarda sonlandırılmak zorunda kalabilir.

      Bedenleşmiş/Cisimleşmiş Ortam

      Çok ağır ruhsal sorunları olan hastalarla yaptığım çalışmalarda karşılaştığım zorluklar, bazı hastaların terapistin bedenini analitik ortamda değişmemesi gereken bir tür “sabit unsur” gibi algıladıkları gözlemine yönelik merakımı artırdı; bu durum, terapistin kendisini bedensel olarak istilaya uğramış ve denetim altında hissedebilmesine yol açabilir. Terapistin bedeninin hasta tarafından fark edilmesi, daha belirgin bir değişiklik nedeniyle (ör. hamilelik, kilo değişiklikleri, görünür bir yaralanma ya da saç stilinde değişiklik) gerçekleştiğinde, hastada ilkel fantezileri ve bunlarla ilişkili kaygıları harekete geçirir. Bu çalışmam, cisimleşmiş/bedenleşmiş çerçeve/ortam (embodied setting) kavramını daha açık bir biçimde formüle etmeme yol açtı.

      Civitarese (2008), Bleger’in (1967) ve Ogden’ın (1989a, 1989b) “duyumun egemen olduğu deneyim (sensation dominated experience)” kavramına ilişkin düşüncelerinden hareketle, ortamın duyumsal (sensory) niteliklerini vurgular: “Ortamın özel bir işlevi, hâlâ yapışık temas hâlindeki bir ‘deri (skin)’ sağlayarak bütünleşmeye hizmet etmektir” (2008: 28). “Deri” sözcüğünün kullanımı, hastalarımızın zamanla beklemeye başladıkları ortamın bir parçası olarak terapistin bedeninin önemini çarpıcı biçimde ifade eder.

      Terapistin fiziksel görünümü ve bedenini ve odadaki fiziksel alanını kullanma biçimi -sandalyede oturuşu, nefes alışverişi, odada hareket edişi, konuşma tarzı, giyim biçimi gibi- terapistin sağladığı kapsayıcılığa katkıda bulunan, ortamın temel duyusal özelliklerini oluşturur denebilir. Ortamın çeşitli yönlerinin aslında bedenselleşmiş (embodied) olduğunu söyleyebiliriz. Hastayı karşılarken başımızla selam verişimiz ya da bakışımız, seans bitiminde ayağa kalkma biçimimiz, “değişmezler (constants)” olarak bedenselleşmiş ritüellerin veya çerçeve unsurlarının bir parçasıdır. Bunların tümü, ortamın beklenen özellikleri hâline gelir.

      Bunlar ise, bedensel niteliklerinden ötürü güvenilir biçimde sabit tutulması zor olan “sabitler”dir; bu nedenle, hasta ortamın bu yönüne diğer çerçeve unsurlarına kıyasla daha güçlü ve daha sık tepkili davranabilir. Burada “tepkili (reacting)” derken yalnızca hastanın terapistin bedenindeki görünür değişimlere bilinçli olarak tepki vermesini kastetmiyorum; daha çok, terapistin bedeninin hastanın iç dünyasında güçlü bir uyaran işlevi görmesini kastediyorum. Bu durum, hastanın çağrışımlarında, eyleme dökmelerinde vb. açığa çıkarak terapistin karşıaktarımlarını etkiler; tüm bunlar, hastanın bilinçdışı fantezileri ve içsel nesneleri hakkında çıkarım yapmamıza olanak tanır.

      Bununla birlikte, terapistin bedeni, muhtemelen bedenin doğasından gelen değişkenlik nedeniyle, genellikle analitik ortamın “sabit” bir parçası olarak görülmez. Yine de, hastanın terapistin bedenini kullanmasını ve hem hasta hem de terapist tarafından onun “karşılıklı gözlemlenmesi”ni (reciprocal
      observation
      ) ele alan ilgili ve zengin bir literatür bulunmaktadır (Burka, 1996; de Toffoli, 2011; Tintner, 2007; Zanardi, 1995). Bu literatür büyük ölçüde iki çalışma alanı etrafında birleşmektedir: Birincisi, yetişkin psikotik ve sapkın hastalarla çalışan terapistlerin, bedenlerinin ayrışma çalışmasının bir parçası olarak önemini kavramsallaştırdıkları çalışmalar (Bleger, 1967; Chasseguet-Smirgel, 1989; Lombardi, 2009; Rey, 1994) olup, buna psikotik hastanın terapistin bedeninin içine (into) yansıtma yapma biçimi de dahildir (Goldberg, 1979; Lombardi & Pola, 2010). İkincisi ise, bazı çocukların ortamı terapistin bedeniyle özdeşleştirebileceğini uzun zamandır öne süren çocuk terapistlerinin çalışmalarından oluşmaktadır (Davies, 1989; Isaacs-Elmhirst, 1988). Özellikle otistik çocuklarla yapılan çalışmalar bu konuya değinmekte ve çocuğun terapistin bedenini kontrol etme gereksinimini iyi bir şekilde örneklemektedir (ör. Rhode, 2005).

      Bedenselleşmiş ortam kavramı (Lemma, 2014), çeşitli terapistler tarafından geliştirilmiş olan sembolik öncesi (pre-symbolic), duyusal deneyim düzeylerine ilişkin düşüncelerden (örn. Civitarese, 2008; Ferro, 2003; Fonagy & Target, 2007; Lombardi, 2005; Ogden, 1989a, 1989b; Rosenfeld, 1987) yararlanır. Ayrıca Lakoff ve Johnson’ın (1999) bedenleşmiş zihin (embodied mind) üzerine öncü çalışmaları ile Gallese ve arkadaşlarının (2007) ve Iacoboni’nin (2008) ayna nöronlar üzerine yaptıkları çalışmalardan da yararlanır; bu çalışmalar, ayna nöron sisteminin düşünüm öncesi (pre-reflexive) empatik tepkiler oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Bedensel varoluşumuza odaklanmak, ilk algılarımızın ve fantezilerimizin nitelik ve içerik olarak duyusal olduğunu (Isaacs, 1943) bize hatırlatır. Analitik ortam, hem hastanın fiziksel bir alanı paylaşma deneyimi hem de terapistin fiziksel varlığı aracılığıyla, sembolik öncesi olanlar da dahil olmak üzere çeşitli fantezileri (Bronstein, 2013) harekete geçirebilir.

      Çerçevenin Regresif/Geriletici Yönleri

      Literatürde terapistin işlevi ile annelik işlevi arasında sıklıkla kurulan benzetmeler, analitik ilişkinin regresif niteliğini vurgular. Bu durum, hastanın istismar edilme potansiyeline dair kaygıları da gündeme getirmiştir. Bir ölçüde, analitik “düzenek” belirli bir regresyon derecesini davet eder. Analitik ortam, gündelik yaşamdan ayrı bir gerçeklik düzeyini çerçeveler -bir yanılsama alanı. Çerçevenin kural ve ritüelleri bu gerçekliği sınırlandırır. Bunun en somut örnekleri, hastanın uzandığı divan kullanımı ve serbest çağrışım kuralıdır. Serbest çağrışım, başlı başına regresif bir olgudur; hastaya, olağan sansür mekanizmalarını askıya almasını, iletişimlerinde katı mantık ve tutarlılığı bırakmasını telkin eder. Analitik ortamın regresif özellikleri bulunsa da, ortaya çıkan bu kırılganlık hastanın aleyhine kullanılmamalıdır. Terapötik olarak kullanıldığında ise regresyon, hastanın mevcut ilişkilerini ve hayata bakışını şekillendiren çocukluk dönemi özlemlerini ve kaygılarını keşfetmesini mümkün kılar.

      Her ilişki gibi, terapötik ilişki de istismara açıktır; ancak bu, yalnızca analitik tedaviye özgü bir durum değildir. Bununla birlikte, analitik sürecin yorumlardan yararlanması ve aktarım ilişkisini geliştirmesi yoluyla terapisti, diğer terapi türlerine kıyasla, hastaya karşı daha güçlü bir konuma yerleştirdiği öne sürülmüştür. Güç dengesizliğinin var olduğu doğrudur, ancak bu, her terapötik ilişkinin doğasında bulunan bir özelliktir. Hasta, tanımı gereği, kırılgandır. İlişkinin yoğunluğu, neredeyse kesin olarak, hastada yoğun duygular ve özlemler uyandıracak ve bunları tatmin etmemiz yönünde bize baskı yapmasına neden olacaktır. Bu durum, bizi hastaya karşı güçlü bir konuma yerleştirir. Bu gücün fiilen kötüye kullanılması ise, kendisini iyileştirme iddiası taşıyan bir ilişkinin bağlamında gerçekleştiğinde, insan davranışının bir yönünün çok daha sarsıcı bir şekilde ortaya çıkması anlamına gelir.

      Müdahale Olarak Çerçeve

      Çerçeveyi nasıl kurduğumuz ve yönettiğimiz ya da ondan nasıl saptığımız, tıpkı bir yorum gibi, başlı başına birer müdahaledir. Her müdahale, bilinçli ya da bilinçdışı, bir iletişim niyeti taşır. Dolayısıyla güvenli bir çerçeveyi korumaya özen gösteriyorsak, hastaya önemli bir şey iletiyoruz demektir. Aynı şekilde, örneğin geç kalarak ya da terapi odasına yeni bir resim koyarak çerçeveden saptığımızda da iletişim kuruyor, dolayısıyla müdahalede bulunuyoruz. Bu nedenle, çerçeveden sapmalar yaşandığında -ki bu kaçınılmaz olarak olur- hastayla birlikte bu sapmanın onun için anlamını anlamaya çalışmamız ve kendi içimizde neden saptığımızı çözümlememiz önemlidir. Elbette, yukarıda Tony’nin örneğinde olduğu gibi, ulaşım sorunları nedeniyle geç kalmak gibi bazı durumlar muhtemelen bir eyleme dökme olarak değil, kaçınılmaz bir gerçeklik olarak anlaşılmalıdır; ancak bu tür durumlar dahi hasta için anlam taşır.

      Tek Bir Çerçeve Herkes İçin Geçerli mi?

      Psikoterapi, bir boşlukta gerçekleşmez. Ona biçim ve anlam veren belirli kültürel ve toplumsal sistemler içinde gelişir. Bu durum, Batı’da tasarlandığı biçimiyle çerçevenin kültürler arası geçerliliği sorusunu hemen gündeme getirir. Yıllar önce Bangladeş’te çalıştığımda (Lemma, 1999), analitik çerçevenin yapısına gömülü etnosentrik varsayımların farkına özellikle vardım. Batı’da hastalarımıza sağlamaya çalıştığımız mahremiyet ile karşılaştırıldığında, Bangladeş’teki seanslar kültürel manzarayı boydan boya kesen çok çeşitli ortamlarda gerçekleşiyordu: Açık, kamusal ve aşırı kalabalık kliniklerde; burada tüm aile, belirlenen “hasta”ya eşlik etmeyi bekliyordu. Zaman kavramı da, her etkinliği dakik olarak ölçme ve böylece belirlenmiş sınırlardan sapmaları fark etme ve bunlara anlam yükleme eğilimimizle karşılaştırıldığında oldukça farklıydı. Hastaların çoğu sosyoekonomik olarak ciddi yoksunluk içindeydi, uzun mesafeler kat ediyorladı ve daha güvenilir ulaşım imkânlarına sahip olmuyorlardı. Dolayısıyla, onların geç kalmalarını direnç belirtisi olarak yorumlamak hiçbir anlam ifade etmezdi.

      Terapi, ya doğrudan ya da en azından daha geniş kültürel etkinliklerin havasını edinerek işler. Bangladeş’teki ortam, Britanya’daki steril muadilinden daha farklı olamazdı. Bununla birlikte, her iki ortam da kendi kendine özgü biçimlerde, kök saldıkları yerel kültürel mekânların anlam ve duygusal renkleriyle yüklü kendilerine has ritüellerini geliştirir. Zamanla bunlar “uygulama (practice)” olarak somutlaşır. Eğer durum buysa, ilginç soru hangi ortamın en iyi olduğu değil, hangi ortamın belirli bir kültürde en anlamlı olduğudur. Ancak kültürel olarak anlamlı sınırlar belirlendikten sonradır ki, bu sınırlardan sapmaları yorumlamak mümkün hale gelir.

      Fiziksel Çerçeve

      Zaman

      Zamanla ilgili bu takıntı neden? Seansı belirlenmiş 50 dakikanın birkaç dakika üzerine çıkarmak gerçekten önemli midir? Duygularıyla nihayet temas kurmayı başaran bir hastanın, seansı beş dakika uzatmak yerine aniden durdurmak zorunda kalması daha kötü değil midir? Bunlar, kendi kendimize sormamız gereken makul sorulardır.

      Psikanalitik uygulamada zaman sınırını düşündüğümüzde, seansların üzerinde mutabık kalınan süresinin keyfi bir gelenek olduğu açıktır. 45 dakikalık bir seans, muhtemelen 60 dakikalık veya 80 dakikalık bir seanstan, daha uzun bir seansta daha fazla malzeme ele alınabilmesi dışında, pek de farklı değildir. Ancak, bunun daha büyük ya da daha hızlı bir iyileşme ile ilişkili olup olmadığı, kanıtımızın bulunmadığı başka bir konudur. 50 dakikalık süre, büyük olasılıkla terapistlerin zamanlarını verimli bir şekilde yönetmelerine yardımcı olduğu, böylece hastaların saat başı görülebilmesini ve seanslar arasında on dakikalık bir ara verilmesini sağladığı için geliştirilmiş ve benimsenmiş yerleşik bir uygulamadır.

      Seansın fiili süresi keyfi olsa bile, üzerinde mutabık kalınan sürenin korunması ve bu sürenin, hastadan gelen baskı ya da içimizde ortaya çıkan içsel baskılar karşısında değiştirilmemesi yine de esastır. Örneğin, bir hasta tam zamanı bildirmek üzereyken çok yoğun bir sıkıntı yaşamaya başlarsa, seansı bitirmek zorunda kalmak duyarsız ya da zalimce gelebilir. Kendini zalim olarak deneyimlemek, muhtemelen kendimizi şefkatli olarak tercih ettiğimiz imgeyle çatışabilir. Bu içsel baskı, seansı uzatmamıza yol açabilir. Böyle bir durumda, bu bizim tarafımızdan bir eyleme dökme (acting out) anlamına gelir. Buna karşılık, hasta örneğin, uzatılan zamanı, onsuz başa çıkabileceğine güvenmediğimizin bir kanıtı olarak deneyimleyebilir.

      Zaman sınırları, hayal kırıklığı, anksiyete, rahatlama ya da kayıtsızlık kaynağı olabilir. Bir hasta için “Zaman doldu” sözleri, annenin talep üzerine beslemeyi reddetmesini simgeleyebilirken, bir diğeri için bu sözler, onu yakınlığın yükünden kurtarabilir. Molnos, faydalı bir şekilde, “Gerçek zaman zihinsel ve kültürel bir kurgudur” (1995: 6) diye hatırlatır. Dolayısıyla zaman sınırları, hastanın içsel gerçekliğine bağlı olarak farklı anlamlar üstlenecektir. Ayrıca, zamana ilişkin hâkim kültürel atıflar tarafından da renklendirilecektir.

      Zaman sınırlarının hasta açısından edindiği her türlü kendine özgü anlam, terapötik ilişki içine gerçekliği sokar ve terapötik ilişkinin yakınlığının yeniden uyandırabileceği ebedi birliktelik hissine dair okyanussal duygularına (oceanic feelings) meydan okur (Molnos, 1995). Bu sınırlar, hastaya belirli duyguları tetiklemesi muhtemel küçük bir ayrılık sunar. Kendisi için çok önemli bir konuyu tartışma sürecinde olan bir hasta açısından zaman sınırı, onun kendini anlaşılmamış, önemsenmemiş, yoksun bırakılmış, ihmal edilmiş, reddedilmiş, terk edilmiş ya da cezalandırılmış hissetmesine yol açabilir. Yakınlığı zor ya da hatta katlanılmaz bulan bir hasta açısından ise “Zaman doldu” sözlerimiz büyük bir rahatlama sağlayabilirken, aynı hastada zamanın uzatılması, baskın, müdahaleci bir öteki tarafından tuzağa düşürülmeye ya da baştan çıkarılmaya ilişkin klostrofobik fantezileri tetikleyebilir.

      Üzerinde mutabık kalınan zaman sınırı ve bizim bu sınıra uyma ya da ondan sapma biçimimiz, hastada terapistin kendisine yönelik ruh haline dair bilinçdışı bir fanteziyi harekete geçirir. Örneğin, zaman sınırının uzatılması, uzatmayı şu gibi çeşitli biçimlerde yorumlayabilecek bir hasta açısından anlam yüklüdür: “Terapist beni bırakmaya dayanamıyor. O yalnız”; “O kadar ilginç biriyim ki seansı uzatmak istiyor”; ya da “O kadar hasta olduğumu düşünüyor ki onsuz başa çıkabileceğime güvenmiyor.”

      Eğer bir sapma gerçekleşmişse, bunun hasta açısından taşıdığı anlamı formüle ettikten sonra müdahale etmek önemli olacaktır. Bu, ortaya çıkardığı bilinçdışı fantezinin adlandırılmasını içerir. Bu fantezi, tetikleyici tarafından harekete geçirilen içselleştirilmiş nesne ilişkisiyle bağlantılıdır. Örneğin, bir seansa geç kaldığımızı ve bunun ilgili tetikleyici olduğunu varsayalım. Beklettiğimiz hasta, rekabetle ilgili birçok çatışma yaşayan biridir. Üç kardeşin en büyüğüdür; kardeşlerin hepsi birbirine çok yakın zamanlarda doğmuştur. Hasta, dikkat çekemediğinde yaşadığı hayal kırıklığını terapide dile getirmiştir. Annesinin her zaman çok meşgul olduğunu hissettiği için bunun ailesinde bir sorun olduğunu fark etmektedir. Terapideki temalardan biri, gördüğümüz diğer hastalara yönelik ısrarlı merakı ve onlardan kendisinden daha ilginç hastalar gördüğümüze dair bilinçli fantezisidir. Geç kaldığımız gün, hasta bize altı ay boyunca seyahat etmek amacıyla terapiye ara verme düşünceleri olduğunu bildirmektedir. Bunu daha önce dile getirmemiştir. Müdahalemizi formüle etmek için zihnimizde şu aşamaları katedebiliriz:

      • Sapmanın ne olduğunu adlandırmak (ör. “Bugün sizi bekleme alanından almakta geç kaldım“).
      • Ortaya çıkan bilinçdışı fanteziyi belirlemek (ör. “Sanırım sizi zamanında almadığımda, aklımda sizden başka biri olduğu düşüncesine kapılıyorsunuz“).
      • Bilinçdışı fanteziye eşlik eden hissi adlandırmak (ör. “Sizi aklımda tutmadığıma inandığınızda, bunun sizi terk ediyormuşum ve sizden daha ilginç bir hastayı tercih ediyormuşum gibi hissettirdiğini düşünüyorum“).
      • Fantezinin sonucunu adlandırmak (ör. “Kendinizi terk edilmiş hissettiğinizde, işte o zaman kızıyorsunuz ve beni bırakıp seyahate çıkmaya karar veriyorsunuz”).

      Fiziksel Ortam

      Terapinin fiziksel ortamı dikkatli bir planlama gerektirir. Bu ortamın en önemli özelliği, mahremiyeti sağlamamıza ve başkaları tarafından yapılabilecek kesintileri en aza indirmemize ne ölçüde imkân tanıdığıdır. Hastaları gördüğümüz odanın iyi ses yalıtımlı olması ve bir seansın devam etmekte olduğunu açıkça belirten işaretlerin bulunması gerekir. Kamu hizmetleri bünyesinde çalışılıyorsa, bu özellikleri sağlamak zor olabilir; zira duvarlar çoğu zaman kâğıt inceliğinde olup, kapılardaki uyarı yazılarına rağmen meslektaşlar sık sık devam eden seanslara girebilmektedirler!

      Fiziksel ortam, ideal olarak, aynı zamanda görece nötr bir ortam olmalıdır. Burada, odanın sadelik ve görsel uyarıcılardan yoksunluk açısından bir manastıra benzemesi gerektiğini öne sürmüyorum. Açıkça, içinde çalıştığımız ortam, az ya da çok, kim olduğumuzu yansıtacaktır. Bu mekânlarda uzun saatler geçireceğimiz için, çalışırken kendimizi rahat hissedeceğimiz ortamlar yaratmamız gerekir. Bununla birlikte, seçtiğimiz meslek nedeniyle, bu alanı ne kadar kişiselleştirebileceğimiz konusunda bazı kısıtlamalar bulunmaktadır. Amacımız, hastanın alanına yapılan müdahaleleri en aza indirerek, bilinçli ya da bilinçdışı fantezilerini bize daha özgürce yansıtabilmesini sağlamaktır. Örneğin, terapi odasında çocuklarımıza ait fotoğraflar sergilersek, hastanın bizim çocuklarımız olup olmadığına ve bunun onun için ne anlama geldiğine dair fantezilerini keşfetme olanağını elinden alabiliriz. Aile fotoğraflarının sergilenmesiyle ima edilen çocuk sahibi olma gerçeği, hastanın fantezilerini keşfetme sürecine bir müdahale niteliği taşır. Bazen bu tür müdahaleler kaçınılmazdır; örneğin, evden çalışıyorsak ve hasta, terapi odasının üst katındaki bir odada oynayan çocukların sesini duyuyorsa. Bu durumla çalışmak gerekir, ancak bazı müdahalelerin kaçınılmaz olduğu göz önünde bulundurulduğunda, mümkün olan her durumda bunları en aza indirmek en iyisidir.

      Terapi odasında sergileyeceğimiz sanat eserlerinin seçimi de bir miktar düşünmeyi gerektirir. Örneğin, nü eserleri tercih etmemiz uygun değildir. Özel bir muayenehane kurarken, bir sandalyeden ibaret olsa bile, terapi odasının hemen dışında yer alan bir bekleme alanı ile tuvalet imkânlarının sağlanmasına da dikkat edilmelidir. Benim uygulamam, ilk görüşmenin sonunda hastaya bu pratik düzenlemeleri belirtmektir. Bazı hastalardan ve birkaç meslektaşımdan, kimi terapistlerin bu tür konularda hiçbir bilgi vermediğini duydum; görünüşe göre ya bunun açık olacağını düşünüyorlar -ki bazı durumlarda gerçekten öyledir- ya da açık olmadığında, örneğin, terapist bazen hastanın nerede beklemesi gerektiğine dair sorusunu, potansiyel olarak anlamlı olarak ele almıştır. Böyle durumlarda bana ilginç gelen, hastanın büyük olasılıkla makul sorusundan ziyade, terapistin, hastanın söylediği ya da yaptığı her şeyi mutlaka bilinçdışı anlamı olan bir şey olarak ele almanın terapötik olarak yararlı olduğuna dair varsayımıdır. Önemli olarak, hastanın nerede beklemesi gerektiğine dair tamamen normal sorusuna sessizlikle karşılık vermek, hasta açısından utandırıcı bir deneyim oluşturabilir; çünkü hasta böyle bir soru sormaması gerektiğini ve “yanlış” bir şey yaptığını hissedebilir.

      Mahremiyet [Gizlilik]

      Mahremiyet son derece önemlidir. Farkında bile olmadan mahremiyeti ihlal etmek ise son derece kolaydır. Zor geçen bir seansın ardından, hastayı başka bir meslektaşımızla ya da hatta bir partnerimizle tartışmak cazip gelebilir. Amaç dedikodu yapmak değil, destek almak olsa da, yine de hastanın mahremiyet hakkını ihlal etmiş oluruz.

      Mahremiyet, hastalarla ilgili bilgilerin düzenli olarak paylaşıldığı ekip çalışmalarında ciddi biçimde zedelenebilir. Böyle bir ortamda çalışılıyorsa, mahremiyetin sınırlarını dikkatle düşünmek ve bunları hastaya açıkça belirtmek bize düşer. Mahremiyetin, hastanın yaşamı ya da bir başkasının yaşamı risk altındaysa ihlal edileceğine dair olağan koşulun -ki bu koşulun, bana göre, ister özel çalışmada ister sağlık ya da sosyal hizmetlerde çalışılsın geçerli olması gerekir- yanı sıra, multidisipliner ekiplerde çalışırken hastaya açıklanması gereken başka ek sınırlamalar da olabilir.

      Hastalar, genel olarak, [biz] kamu hizmetlerinde çalışırken bizim gizlilik anlayışımızdan çok farklı bir gizlilik anlayışına sahiptirler. Çoğu hasta, kendileri hakkında ekip toplantılarında, diğer meslektaşlarla ya da bir süpervizörle konuştuğumuzun farkında değildir. Bir ekip içinde çalışılıyorsa, bunun gizlilik/mahremiyet açısından ne anlama geldiğini hastaya şu şekilde açıklamak faydalı olabilir: “Birlikte konuştuklarımız gizli kalır fakat ben aynı zamanda bakımınızın genelinden sorumlu olan bir ekiple çalıştığım için zaman zaman benden, çalışmalarımızın nasıl ilerlediğine dair raporlar ya da güncellemeler vermem istenebilir. Konuştuklarımızın ayrıntılarını açıklamayacağım, yalnızca nasıl olduğunuz konusunda genel bir çerçeve sunacağım. Bu konuda sizin herhangi bir düşünceniz var mı?

      Benim uygulamam, açıkça daha ayrıntılı olmayı gerektiren klinik nedenler olmadıkça, diğer profesyonellere sınırlı bilgi vermektir. Örneğin, bir hasta psikiyatristi hakkında öldürücü fanteziler besliyorsa ve ben eyleme dökme olasılığını az da olsa muhtemel görüyorsam, bu ayrıntıyı bariz nedenlerden dolayı açıklarım. Ancak çoğu durumda, örneğin hastanın istismara uğrayıp uğramadığı ya da nasıl uğradığı ya da cinsel zorluklarının ayrıntıları gibi bilgileri başkalarının bilmesi için herhangi bir neden görmem. Genel olarak, diğer profesyonellerin bilmesi gerekenler şunlardır:

      • hastayı kimin yönlendirdiği,
      • ilk değerlendirmenin tarihi,
      • sunulan sorunun ve formülasyonun genel hatlarıyla kısa bir özeti,
      • kişinin kendisine veya başkalarına yönelik herhangi bir riskin olup olmadığı, ve
      • hastanın ne kadar süreyle görüleceği.

      Kural olarak, bir A4 sayfası yeterlidir. İnsanlar meşguldürler ve uzun raporları okumaya vakitleri yoktur. Bunun tek istisnası, kişinin kendisine ya da başkalarına yönelik riskin söz konusu olduğu durumlardır. Bu gibi durumlarda, az bilgi vermektense fazla bilgi vermek daha iyidir.

      Kamu hizmetlerinde, hasta buna onay verdiği sürece, yönlendiren kişi olmasa bile aile hekimiyle rutin olarak iletişime geçilir. Özel pratikte ise hastanın aile hekimiyle iletişime geçilip geçilmeyeceği sorusu değerlendirilmelidir. Aile hekiminin bilgilerini almak her zaman önemli olmakla birlikte, ona yazmak her zaman zorunlu olmayabilir. Başlangıçta aile hekimiyle iletişim kurmanın kesinlikle gerekli olduğu koşullar şunlardır:

      • Hastanın kendisine ya da başkalarına zarar verme riski bulunması.
      • Hastanın psikoterapinin ötesinde ihtiyaçlarının var olduğunun görülmesi.
      • Hastanın psikolojik sorunlar için ilaç tedavisi alıyor olması.

      Bazen hastalar terapi sırasında kötüleşebilir ya da ihtiyaçları daha net hale gelebilir ve bu nedenle daha sonraki bir aşamada diğer profesyonellerin dahil olması gerekebilir. Bu olasılık nedeniyle, acil bir durumda aile hekimiyle kolayca iletişim kurabilmek için başlangıçta aile hekimi bilgilerini not etmek faydalıdır. Ancak aile hekimiyle iletişime geçmeden önce niyetimizi hastaya bildirmek önemlidir. Bunun tek istisnası, hastanın o kadar rahatsız olmasıdır ki söylediklerimizi kavrayamayacak durumda olması ya da başka bir profesyoneli çağırmayı önermemiz halinde bize karşı şiddet göstermesinin muhtemel olmasıdır.

      Ücretler

      “Ücretsiz (free)” terapi diye bir şey yoktur. Kamu tarafından finanse edilen hizmetlerde çalışıyor olsak ve hasta bize doğrudan ödeme yapmıyor olsa bile, terapötik ilişki, eğer bize hasta ya da bir kurum tarafından ödeme yapılmıyor olsaydı var olmayacağı gerçeği üzerine kuruludur.4 Elbette, kamu tarafından finanse edilen tedavi alan çoğu hasta bu düzenlemeyi bilinçli olarak düşünmez; fakat biz buna kulak verirsek, bunun anlamı ve sonuçları hiçbir zaman çok uzak değildir. Bununla birlikte, hasta ile terapist arasında fiziksel olarak bir para alışverişi olmadığı için, parasal olanın terapötik ilişki içindeki bilinçdışı anlamı, kamu sağlığı hizmetleri bağlamında daha kolaylık göz ardı edilebilir.

      4Gönüllü ya da hayır amaçlı birçok kurumda bile hastadan, ne kadar küçük olursa olsun, genellikle maddi bir katkı yapması istenir.

      Bununla birlikte, özel olarak çalışan terapistler sıklıkla hastaların tedavi için ödeme yapma zorunluluğu ve paranın farklı anlamlarıyla ilgili duygularıyla karşı karşıya kalırlar. Açık uçlu psikanalitik tedavi, Phillips’in ifadesiyle, “Hiçbir rasyonel insanın yapamayacağı türden bir yatırım”ı gerektirir (1997: x). Gerçekten de onun belirttiği gibi, hastadan belirsiz bir süre boyunca, belirsiz bir sonuç için yalnızca 50 dakikalık zamanımız karşılığında ödeme yapması istenir. Psikanalitik tedavide tek kesinlik, sürecin acı verici olacağıdır. Bazı hastalar için buna bir de ödeme yapmak zorunda kalmak, adeta yaraya tuz basmak anlamına gelebilir.

      Klinik açıdan sıklıkla gözlemlediğimiz üzere, ücret olgusu hasta tarafından farklı biçimlerde kullanılabilir. Alınan hizmet karşılığında para verilmesi, örneğin, analitik ilişki içindeki öznel eşitsizliklerin (örneğin ihtiyaç içindeki hasta ile her şeyi bilen terapist arasındaki) ücret aracılığıyla dengelendiği yanılsamasını yaratabilir. Ücret, hem hastayı hem de terapisti “yükümlülüğün, karşılıklılığın ve hizmetin mükemmel biçimde örtüştüğü” (Forrester, 1997) inancına çekerek aktarımın yoğunluğunu seyreltebilir. Bazı hastalar için ücret, sömürüldüklerine dair derinden kökleşmiş inançlarını doğrulamak için kullanılabilir. Başkaları içinse ücret, terapistin asla bir ikame ebeveyn olamayacağının acı verici bir hatırlatıcısı olarak işlev görebilir; yani, terapist ne kadar ilgili olursa olsun, hasta günün sonunda bunun karşılık ödenmedikçe yapılmayacağını bilir. Bu ve benzeri tüm olası anlamlar akılda tutulmalı ve direnç biçimine dönüştüklerinde yorumlanmalıdır; örneğin, ücreti sürekli ödemeyi unutan hasta durumunda olduğu gibi.

      Ücretin en karmaşık yönü, paranın borcu ortadan kaldırdığı yanılsamasını yaratmasından kaynaklanır (Forrester, 1997). Oysa terapide genellikle simgesel borçla uğraşırız. Ücretin varlığı, simgesel borcun para ile asla ortadan kaldırılamayacağı gerçeğini gözden kaçırır. Başkasına karşı kendimizi duygusal olarak ne kadar borçlu hissettiğimiz, ondan ne beklediğini düşündüğümüz ve ona ne vermek ya da ondan ne almak istediğimiz, ücretin gerçekliği arka planında sürekli var olan önemli sorulardır. Bağımlılıkla ilgili çatışmalar da hastanın ücrete ilişkin tutumuna bağlanabilir. Bu temaların belirgin olduğu hastalarda, para alışverişinin ardında hangi fantezilerin yattığını keşfetmek için yoğun çaba harcamamız gerekir.

      Robin 30 yaşında, son derece başarılı ve zeki bir adamdı. Finans dünyasında çalışarak çok kısa sürede çok para kazanmıştı. Terapiye başvurmasının nedeni, yerleşmek istemesi ve yirmili yaşlarının başından beri sürüklendiği kısa süreli ilişkilerden memnuniyetsizlik duymasıydı. Partnerleri, duygusal olarak hiçbir zaman işin içine girmediğini söyleyerek onu suçluyorlardı. Robin, hediye almak ya da partnerini tiyatroya götürmek gibi ilişkilerin gereklerini yerine getirmekte iyi olduğunu kabul ediyordu, ancak sevgi ifadesi söz konusu olduğunda kendini huzursuz hissediyordu. Bu huzursuzluğunu kabul etmekle birlikte, Robin savunmacı bir biçimde cömert ve ilgili olduğunu vurguluyordu. Bir arkadaş ya da partneriyle tartıştığında, ertesi gün çiçek göndererek ya da operada en iyi koltukları ayırtarak “gönlünü almak” için çaba gösterdiğini anlatıyordu.

      Robin annesiyle çok yakın bir ilişki içinde olduğunu anlattı. Ailenin ikinci çocuğuydu. Kız kardeşi nadir görülen bir kalp rahatsızlığı nedeniyle dört aylıkken ölmüştü. Robin, annesinin bu ölümün ardından hızla hamile kaldığını söyledi. Annesinin kendisine aşırı korumacı davrandığını, bunu da kız kardeşinin trajik ölümüyle açıkladığını belirtti. Babası duygusal olarak büyük ölçüde yokken, maddi açıdan son derece cömertti. Robin, büyürken hiçbir şeyin eksikliğini hissetmediğini ifade etti. Çocukken üzgün olduğunda anne babasının ona nasıl tepki verdiğini sorduğumda, kendisine yeni bir oyuncak ya da özel bir gezinti sözü verildiğini anlattı. Ailesinde, para adeta çatlakları onarmaya yönelik bir girişimi temsil ediyordu; ancak duygular hiçbir zaman açıkça konuşulmuyordu.

      Robin’i üç hafta boyunca değerlendirdiğim bir dönemden sonra, sonunda haftada bir kez yapılacak terapiye başlamaya karar verdik. Bu noktada ücretimi kendisiyle konuştum. Robin, ücretimin “fazlasıyla makul” olduğunu söyleyerek, aslında benden önce görüştüğü bir başka terapistin ücretinden çok daha düşük olduğunu ekledi. Ben de onu, benim “daha düşük ücretimin” onda nasıl hisler uyandırdığı üzerine düşünmeye davet ettim. İlk başta Robin, bunun kendisini, kendisine yeterince değer vermeyen biriyle görüşüyormuş gibi hissettirdiğini söyledi ve sözlerini, kendi deyimiyle, “hep en iyisini seçen” insanlarla birlikte olmayı tercih ettiğini ekleyerek sürdürdü. Bu cümlesinin sonunu yüksek sesli bir kahkahayla noktaladı. Ben de ona, aramızda fark olarak algıladığı şeyin onda kayda değer bir kaygı yarattığını, fakat bunu gizlemek için elinden geleni yaptığını söyledim. Robin gülmeyi bıraktı, kısa bir duraksamanın ardından şunu ekledi: “Aslında beni rahatsız eden bir şey var: Para sizin için önemli değil, bu yüzden benim için ne anlama geldiğini anlamayabilirsiniz.” Bu, Robin’in söylediklerinin tam ağırlığını kavramamış olabileceğinden şüphelensem de, bana çok önemli göründü. Robin’in zihninde olup bitenlere ilgi duyduğunu ve yardım almaya açık olduğunu gördüğüm için, psikolojik yönelimli olmayan biriyle bu kadar erken bir aşamada yapmayacağım türden daha ayrıntılı bir yorum yapmayı göze aldım. Şöyle yorumladım: “Bence, paranın sizin için ne anlama geldiğini benim anlayamayacağımdan korktuğunuzu söylerken haklısınız. Sanki para söz konusu olduğunda farklı bir dil konuşuyormuşuz gibi hissediyorsunuz. Bunu, ayrıca, bana ilişkinizde işler yolunda gitmezse ve benden size daha duygusal bir biçimde bağlanmanızı talep eden bir durum ortaya çıkarsa, bunu nasıl yöneteceğinizi bilemeyeceğiniz yönünde bir kaygınız olarak da duyuyorum. Çünkü siz duygusal alışverişten ziyade parasal alışverişle daha rahatsınız. Bu ilişkide yanlış giden şeyleri zihninizde telafi ettiğinizi ve bir şekilde düzelttiğinizi kendinize güvence vermek için bana daha fazla ödeme yapamayacaksınız.”

      Ücretin anlamıyla mücadele eden yalnızca hastalar değildir. Bu tür bir çalışma karşılığında ödeme almak terapistin içinde de çatışmalar uyandırabilir. Parayla ilgili huzursuzluğumuz üzerinde düşünmeye kesinlikle değerdir. Özellikle mesleki gelişimimizin erken dönemlerinde, ne kadar ücret talep etmemiz gerektiği ya da kaçırılan seanslar için ücret alınıp alınmaması gibi sorularla mücadele etmek hiç de nadir değildir. Bu tür kararların çok karmaşık hissettirmesinin nedenlerinden biri, kendi ihtiyaç içindeki, incinmiş kendiliğimizi özdeşleştiğimiz hastaya yansıtıyor olmamızdır. Böyle bir durumda, kaçırılan bir seans için ücret almanın adil olmadığı duygusuna kapılabiliriz. Hatta belki hastanın ihtiyaç içinde oluşunu ve bu ihtiyacı karşılayışımızı idealleştirerek hastayı talihsiz bir kurban, kendimizi ise bir kurtarıcı konumuna yerleştirebiliriz. Elbette “kurtarıcılar” kaçırılan seanslar için ücret almazlar; ihtiyaçları, kendi benliklerinden fedakârlık ederek karşılarlar. Eğer bu içsel senaryo bizim için tanıdık bir durumsa, görünürdeki cömertlik eylemlerinin altında zaman zaman her şeye gücü yetme arzusunun gizlenebileceğini kendimize hatırlatmamız faydalı olur. “Güçsüzle” özdeşleşme, çoğu zaman bu her şeye gücü yetme arzusu maskesini taşıdığından, analize değer bir durumdur.

      Bazı terapistler için kaçırılan seanslar için ücret talep etme konusundaki isteksizlik, mesleki yeterlilikleri ve değerleri konusundaki ikircikliliklerinden kaynaklanır. Mesleğin imgesi ve kökenleri de bunda kısmen sorumludur. Ruhani bakım geleneğinden, yani din adamlarının sağladığı pastoral bakımdan doğmuş bir meslek olarak, ruhun iyileştirilmesi için ödeme almak adil görünmeyebilir. Ancak psikanalitik terapi, yıllar süren eğitim ve ciddi düzeyde duygusal ve finansal yatırım gerektiren uzmanlaşmış bir müdahaledir. Bunun karşılığında maddi anlamda ücret almak meşrudur. Kendi içimizde paraya dair ikircikliliğimizi dürüstçe incelemedikçe, ücret yönetimi bizim açımızdan eyleme dökme potansiyeli taşır. Fiilî para alışverişinin olmadığı kamu sağlık hizmetleri bağlamında ise, paranın anlamını ve hastanın bunu bilinçdışı düzeyde nasıl kullandığını anlamlandırmak için çok daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir.

      Tatil ve İptaller

      İptaller – Terapinin başlangıcında iptal politikasını belirtmek önemlidir. Analitik durumda terapist, belirli bir dönem boyunca belirli bir zamanda kendisini hastaya ayırır. Aralar (break), ilişkinin başından itibaren onun ayrılmaz bir parçasıdır -hastadan ayrı, kendimize ait bir hayatımız olduğunu hatırlatan başka bir unsur- ki bu da, bizi görmediğimizde ne yaptığımıza dair hastada fantezilerin ortaya çıkmasına yol açma olasılığı taşır. Hastalar, bizim belirlediklerimizin dışında da ara vermeyi seçebilirler. Özel uygulamada (private practice) bu genellikle iptal edilen seans(lar) için ücretin ödenmesini gerektirir. Bazı hastalar bu sözleşme unsurunu kolayca kabul etse de, bazıları bunun “adil olmadığı” düşüncesiyle buna itiraz ederler.5

      5Kamu sağlık hizmetleri bağlamında, hastanın “adil olmayan” olarak değerlendirebileceği şey, özellikle kısa süreli bir sözleşme kapsamında çalışılıyorsa, terapistin kaçırılan seansı telafi edecek alternatif bir seans teklif etmeyi reddetmesidir.

      Bazı terapistler de, hastalar kendilerinden farklı bir zamanda tatile çıktığında onlardan ücret almakta kendilerini rahatsız hissederler. Ücret almamayı neden tercih edebileceğimizi düşünmek faydalıdır. Bu konular etrafında hem hasta hem de terapist için ortaya çıkan çatışmaların kendileri de incelenmeye değerdir. Bazı terapistler, hastanın/çocuğun taleplerini karşılayan, sürekli uyum sağlayan ebeveyn rolünü üstlenmek ister. Bu durum çoğu zaman, katı ya da ilgisiz olarak algılanmaktan duyulan kaygının ve dolayısıyla hastanın düşmanlığını uyandırma korkusunun maskesidir. Ancak bu bölümde defalarca vurguladığım gibi, terapinin amacı her dileğin karşılandığı bir ilişki yaratmak değil; hayal kırıklığı ya da düş kırıklığının daha yapıcı bir şekilde anlaşılabileceği ve yönetilebileceği bir ilişki oluşturmaktır.

      Kaçırılan seanslar için neden ücret aldığımız ya da almadığımız konusunda kendi içimizde net olmadığımızda, benimsediğimiz tutuma karşı hastanın duygularına eşlik etmek zorlaşır. Bununla birlikte, bu konularda katı kurallar koymak yararlı değildir; asıl gerekli olan, düzenlemelerin en baştan hastaya açıkça belirtilmesidir. İlk görüşmeden sonra iptal politikasını belirtmeyi atlamak şaşırtıcı derecede kolaydır; bu da çoğunlukla terapistin hastanın tepkisinden korkması nedeniyle olur. Hastanın ikircikliliğiyle başlangıçta yüzleşmek, tatilini henüz ayarlamış olan hastaya iki hafta boyunca gelmeyeceği için ücret alınacağını söylemekten çok daha kolaydır: bu kötü uygulamadır. Hasta, yalnızca katıldığı seanslar için ödeme yapacağını varsayarak ilişkiye girmişse, ondan ödeme talep etme hakkımız yoktur ve hasta bu talep karşısında öfkelenmekte haklıdır. Bu nedenle politikalarımızı en baştan netleştirmemiz önemlidir.

      Yıllar içinde bu konulardaki kendi tutumum daha da netleşti. Hastalar kendi tatillerini benim tatil dönemimden farklı bir zamanda yapmayı seçtiklerinde onlardan ücret almakta ahlaka aykırı ya da adil olmayan herhangi bir şey olduğuna inanmıyorum. Çünkü bir hasta ile çalışmak üzere anlaşmaya vardığımda, belirli dönemler boyunca kendisine belirli bir zamanı sunmayı taahhüt ederim. Bu, hastanın zamanıdır, başka kimsenin değil. Bu da, istisnai durumlar dışında, o zamanı değiştirmeyeceğim ve başka bir amaçla kullanmayacağım anlamına gelir. Başka bir deyişle, o zaman dilimi için “kapatılmış”ımdır (booked).

      Hastalar elbette zaman zaman hayatın beklenmedik şekilde karşılarına çıkardığı durumlarla ilgilenmek için planlanmamış aralar vermek zorunda kalabilirler; örneğin, bir kayıp yaşamaları, hastalanmaları ya da çocuk bakımıyla ilgili düzenlemelerinin bozulması gibi. Bu nedenle üzerinde düşünülmesi gereken ilgili bir soru da, bu tür durumlarda kaçırılan ya da iptal edilen seansları telafi etmeye hazır olup olmadığımızdır. Ben bunun makul bir talep olduğunu düşünüyorum ve mümkün olduğunda telafi seansları sunmaya gayret ediyorum. Bununla birlikte, hastaya en baştan, zamanımın oldukça dolu olduğunu, bu nedenle her zaman alternatif bir zaman öneremeyebileceğimi ve eğer böyle bir zaman ayarlayamazsam kaçırılan seansın ücretinden kendisinin sorumlu olacağını açıklıyorum.

      Eğer hasta seanslarını yeniden planlama talebini alışkanlık haline getirirse, alternatif seanslar sunma konusunda daha temkinli yaklaşırdım. Bu talebin anlaşılması gereken bir eyleme dökme biçimi olabileceği olasılığını her zaman dikkate alırdım (elbette bazen bilinçdışı amaçlar için de kullanılan meşru bir neden olabilir). Böyle durumlarda, bunu hasta ile bir direnç ya da terapide bir çıkmazı anlamamıza yardımcı olabilecek bir örüntü olarak ele alırdım. Örneğin, bu durum hastanın ilgimin sınırlarını test etme arzusunu yansıtıyor olabilir ya da bir taahhütte bulunma güçlüğünü ifade ediyor olabilir.

      Alternatif seanslar sunmak çoğu durumda makul bir karşılık olabilir, ancak sağlık hizmetleri bağlamında ya da kısa süreli sözleşmeler kapsamında çalışılıyorsa özel sorunlar doğurabilir. Randevuların tekrar tekrar yeniden planlanması, kısa süreli bir sözleşmeyi uzatmanın bir yolu haline gelebilir. Bu gibi durumlarda, farklı bir seans zamanı talebi araştırmanın odağı haline gelir.

      Terapi almak isteyen fakat işleri nedeniyle düzenli bir zamana bağlı kalmaları imkânsız olan hastalar da vardır; örneğin oyuncular ve gazeteciler. İnsanların, taahhütlerden daima kaçınmak için kendilerine bilinçli bir gerekçe sunan belirli meslekleri seçtikleri doğrudur. Böyle bir durumda, kişileri seyrek görmek ya da sürekli zaman değişiklikleri yapmak suretiyle bu duruma ortak olmak yerine, bunun üzerinde çalışmak gerekir. Bununla birlikte gerçekçi olmak da önemlidir: bazı meslekler gerçekten düzenli bir taahhütte bulunmayı çok zorlaştırır. Peki bu, terapinin imkânsız olduğu anlamına mı gelir, yoksa bu koşullar altında esnek mi olmalıyız? Sonuçta, denebilir ki, insanlar terapiyi karşılayabilmek için çalışmak zorundadırlar. Bu konudaki kendi görüşüm, her bir vakanın bireysel özelliklerine bağlı olduğudur. Analitik terapinin pratik gereklilikleri açısından “imkânsız” mesleklerde çalışan bazı kişilere, işlerinin onlara daha fazla istikrar sağlayacağı bir zamana kadar beklemelerini öneriyorum. Bununla birlikte, zaman zaman uzun süreler boyunca uzakta olacakları gerçeğine rağmen onlarla çalışmanın mümkün olabileceğini düşündüğüm başka hastalar da var. Bu durum, terapistlere öğretildiği biçimiyle terapinin işleyişini kuşkusuz sekteye uğratır. Ancak böylesi ideal olmayan koşullarda bile terapiden önemli ölçüde fayda sağlayabilmiş vakalar düşünebiliyorum. Bu tür durumlarda en uygun tutum büyük olasılıkla açıklık politikasıdır; böylece her vaka hastanın bireysel ihtiyaçları ve kişilik örgütlenmesiyle bağlantılı olarak değerlendirilebilir.

      Terapistlerin planlanmış araları – Hastanın, bizim düzenli aralar vereceğimizi bilmesi gerekir. Çoğu terapist için bu aralar genellikle Noel, Paskalya ve yaz gibi yerleşik tatil dönemlerinde gerçekleşir. Ancak bunun istisnaları da olacaktır ve bu durum açıkça belirtilmelidir. Mümkün olduğunda aralar konusunda önceden yeterli uyarı yapılmalıdır. Planlı ya da plansız yokluğumuzu nasıl yönettiğimiz, hastaya onlara olan bağlılığımızı ne kadar ciddiye aldığımız konusunda çok şey aktarır. Ayrıca bu durum, terapideki kültürü de belirler: Hastanın kendi yokluklarına nasıl yaklaşılacağı, yani potansiyel olarak anlamlı bir olay olarak ele alınacağı.

      Her ne kadar belirli düzenli zamanlarda uzak olacağımız sözleşmemizin bir parçası olsa da, bu durumun gerçekliği yine de hastayı şaşırtabilir. Ara zamanı geldiğinde hasta, kendisine daha önce bildirmişiz gibi davranmayabilir ve hayal kırıklığına uğramış, öfkeli hissedebilir. Bunun nedeni, çerçevenin bilinçli unsurlarının -örneğin tatil düzenlemelerinin- çoğu zaman bilinçdışı bir anlama sahip olmasıdır; bu anlam, sözleşme ilk kez hasta ile görüşülürken açığa çıkmayabilir.

    4. Psişik Değişim Süreci (3. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      Zihin modellerimiz (models of the mind), psikoterapiyi nasıl uyguladığımızı belirler. Bilinçdışı süreçlere ilişkin anlayışımız daha incelikli hâle geldikçe, psişik değişimin (psychic change) nasıl meydana gelebileceğine ve psikanalitik terapinin bu sürece nasıl yardımcı olabileceğine dair yeni bir ışık tutmuştur. Bu bölümde, psikanalitik terapide terapötik etki (therapeutic action) sorusunu ele almak için bir basamak taşı olarak, bilinçdışı algının (unconscious perception) doğasını ve belleğin (memory) işleyişini inceleyeceğiz.

      Bilinçdışı İşleme İçin Kanıt

      Bilinç (consciousness), insan varlığının ayırt edici bir özelliği olarak kabul edilir. Bununla birlikte, insan zihni üzerindeki bilinmeyen etkenlerin etkisi uzun zamandır kabul edilmektedir. İnsan bilincinin davranışlarının, doğrudan erişemediğimiz güçler tarafından yönlendirildiği düşüncesi, kesinlikle Freud’un özgün bir keşfi değildir. Dinamik bilinçdışı (dynamic unconscious) kavramı Freud tarafından formüle edilmeden önce, tanrılar ya da kader, davranış üzerinde etkili olan ve bireye yabancı olarak deneyimlenen bilinmeyen -ve çoğu zaman yıkıcı- güçler için elverişli birer depo işlevi görmekteydi.

      Freud’un erken dönem kuramları, rasyonel, bilinçli zihni; hazcı, benmerkezci ve yıkıcı olarak tasvir edilen irrasyonel bir zihin bölümünden bir bariyerle ayrılmış olarak tanımlıyordu. Freudcu bilinçdışı, içgüdüsel dürtülerin temsilleri (representations of instinctual drives) olarak anlaşılan, doyum bulmamış içgüdüsel arzulardan (wishes) oluşuyordu. Freud, bilinçli olmayan ancak bilinçli hâle gelebilme kapasitesine sahip süreçleri içeren, bilinçöncesi (preconscious) adını verdiği ara bir alan ileri sürdü. Bu model daha sonra, zihnin üç ögesinden oluşan yapısal modele –id, ego ve süperego (bkz. Bölüm 2)- dönüştürülerek geliştirildi. Kısa süre içinde yalnızca id’in değil, ego ve süperego’ya atfedilen birçok işlevin de bilinçdışı olduğu ortaya çıktı.

      Freud’dan bu yana, bilinçdışı zihinsel aktiviteye (unconscious mentation) ilişkin kanıtlar istikrarlı biçimde birikmiştir. Bilinçdışı süreçlerin incelenmesi, psikanaliz ile sinirbilim arasındaki kademeli yakınlaşma sayesinde bugün hiç olmadığı kadar heyecan verici ve umut vaat eden bir alan hâline gelmiştir. Bilinçli farkındalığın dışında işleyen etkenler, artık birçok bilişsel psikoloji kuramında kabul edilmektedir. Bilinçdışı etkinliklerin, zihinsel süreçlerin bilincin asla açıklamaya yaklaşamayacağı kadar büyük bir kısmını oluşturduğu anlaşılmıştır. Bilişsel psikoloji ve sinirbilim alanındaki bulgular, davranışlarımızın ve duygusal tepkilerimizin önemli bir bölümünün, bilinci tamamen devre dışı bırakan özerk, bilinçdışı yapılar tarafından kontrol edildiğini defalarca ortaya koymuştur (Damasio, 1999; Pally, 2000). Günümüzde psikanaliz ve bilişsel psikoloji, anlam sistemlerinin deneyimin hem bilinçli hem de bilinçdışı yönlerini içerdiği konusunda da birleşmektedir.

      Araştırmacılar, bilişe ilişkin olarak geçerli olan aynı ilkelerin, bilinçdışı (örtük) duygulanımsal ve güdüsel süreçler için de geçerli olduğunu keşfetmeye başlamaktadır. Bu nedenle, bilişsel bilinçdışı (cognitive unconscious) (Kihlstrom, 1987) kavramı artık bilişsel–duygulanımsal–motivasyonel bilinçdışı (cognitive–affective–motivational unconscious) hâlini almaktadır (Brenner, 1982; Sandler, 1987; Westen, 1998). İşlevsel görüntüleme alanındaki ilerlemelerin de katkısıyla, içgüdüsel dürtülerin ve temel duyguların nörobiyolojik temelleri (örn. Etkin ve ark., 2004; Yoshino ve ark., 2005) ile bunların zihinsel/ruhsal yaşam (mental life) içindeki önemi (LeDoux, 1998a; Panksepp, 1998; Rolls, 1995) hakkında artık çok daha fazla bilgiye sahibiz. Yakın tarihli bulgular, Freud’un zihinsel etkinliğin, erken ruhsal gelişimi etkileyen, filogenetik olarak (phylogenetically) eski duygu ve güdü sistemlerine dayandığı yönündeki iddiasını desteklemektedir (LeDoux, 1998a; Panksepp, 1998).

      Bilinçdışı duygulanım (unconscious affect) üzerine yapılan araştırmalar, bir hissi hissettiğimizin bilinçli farkındalığı olmaksızın o hissi hissedebileceğimiz ve farkında olmadığımız hislerle hareket edebileceğimiz yönünde ikna edici kanıtlar sunmaktadır (örn. bkz. Westen, 1998). Eşikaltı algı (subliminal perception), örtük biliş (implicit cognition) ve yönlendirilmiş unutma (directed forgetting) gibi laboratuvar paradigmalarına odaklanan çalışmalar, bilinçdışının, bilişin ve duygulanımın sinirsel temeline ilişkin yeni içgörüler sağlamıştır (Stein, Solms ve van Honk, 2006). Başka bir deyişle, artık duygu işlemenin (emotion processing) bilinçli farkındalık olmaksızın başlatılabileceği ve bu şekilde ilerleyebileceği konusunda sağlam kanıtlara sahibiz (Balconi ve Lucchiari, 2008; LeDoux, 1998a; Wiens, 2006; Wong ve ark., 1994).

      Bilinçdışına ilişkin en güçlü kanıtlar, algı üzerine yapılan çalışmalardan ortaya çıkmıştır. Algıladığımız şey, son derece karmaşık bir nörofizyolojik sürecin nihai sonucudur. Bir nesneyi algılayabilmek için beyin, nesnenin çevresel özelliklerinin tümünü işler ve bunları bellekte depolanmış örüntülerle karşılaştırır. Mevcut örüntüye uygun bir eşleşme bulunduğunda ise algı gerçekleşir.1 Algısal sistemimiz, yalnızca doğru değil aynı zamanda hızlı algılama gereksinimine yanıt olarak evrimleşmiştir. Bu nedenle beyin, ikiye ayrılmış bir algısal sistem geliştirmiştir (LeDoux, 1995). Daha yavaş işleyen algısal sistem korteksi içerir ve bu nedenle bilinçli farkındalığı da kapsayabilir. Bu sistem, daha ayrıntılı bilgilerin toplanmasına olanak tanır; bu da tepkileri engellememize ve alternatif davranışlar başlatmamıza yardımcı olur. Diğer sistem ise algıyı korteksi devre dışı bırakarak “hızlı yol”dan işler. Bu sistem herhangi bir bilinçli farkındalık içermez. “Hızlı yol” sisteminin (“fast-track” system) sorunu, algıladığımız şeyi daha ince ayrıntılarla değerlendirmeye olanak tanımamasıdır. Bununla birlikte, gündelik yaşamımızdaki birçok durum tam da bu tür bir sisteme dayanır. Bu, algıları hızlı yoldan işlediğimizde, geçmiş deneyimlerin her zaman mevcut algıları etkilediği ve dolayısıyla geçmiş deneyimlere çok benzeyen davranış ya da his örüntülerine katkıda bulunabileceği anlamına gelir.

      1Örüntü eşleştirme (pattern matching) ilgi çekicidir; çünkü Pally’nin (2000) vurguladığı gibi, bu durum, hastaların sıklıkla belirli deneyimleri yinelediklerine ilişkin klinik gözlemi kısmen açıklamaktadır. Bu, belirli bir deneyimi yinelemekten ziyade, geçmişte meydana gelmiş olana yönelik bir yanlılıkla durumları yorumlama eğiliminde olduğumuz için tekrarlayan davranış örüntülerine girdiğimizi söylemenin daha doğru olabileceğini düşündürmektedir (Pally, 2000).

      Bilinçdışı işlemenin en ilginç örneklerinden bazıları, nörolojik yazında bulunabilir. Örneğin Damasio (1999), artık insanların yüzlerini bilinçli olarak tanıyamayan ancak tanıdık yüzleri bilinçdışı olarak ayırt edebilen yüz agnozili hastaları tanımlar. Deneysel durumlarda bu hastalara yüz fotoğrafları gösterildiğinde, ister tanıdık (örneğin arkadaşlar veya aile üyeleri) ister tanıdık olmayan yüzler olsun, bunların tümü onlar için tanınmaz durumdadır. Ancak her tanıdık yüz gösterildiğinde belirgin bir deri iletkenliği tepkisi oluşurken, tanıdık olmayan yüzlerde böyle bir tepki gözlenmez. Bu durum, hasta herhangi bir tanıma düzeyinin bilinçli farkındalığına sahip olmasa bile, fizyolojik tepkinin farklı bir şey söylediğini göstermektedir: deri iletkenliği tepkisinin büyüklüğü, en yakın akrabalar için daha fazladır. Dolayısıyla, beynimizin belirli bir uyarana ilişkin geçmiş bilgisini açığa vuran özgül bir tepki üretebildiği ve bunu tamamen bilinci devre dışı bırakarak yapabildiği görülmektedir.

      Öğrenme çoğu zaman bilinç olmaksızın gerçekleşir. Dolayısıyla, sözde “bilgi”mizin büyük bir kısmı bilinçli ve amaçlı bir biçimde edinilmez. Örneğin, koşullanma yoluyla edinilen bilgi, bilincimizin dışında kalır ve yalnızca dolaylı olarak ifade edilir. Duyusal-motor becerilerin (örneğin araba kullanma ya da bisiklete binme) bilinç, yani hareketle ifade edilen bilginin farkındalığı olmaksızın geri çağrılması, davranışlarımızın bilincin aracılığına ihtiyaç duymadığının en yaygın gündelik örneği olabilir. Bilişsel bilim içinde bu durum örtük işleme (implicit processing) olarak adlandırılır. Bu tür işleme, tekrarlayıcı ve otomatik nitelikteki zihinsel etkinliklere uygulanır; odaklanmış dikkatin ve sözelleştirilmiş deneyimin alanı dışında işleyerek hızlı sınıflandırma ve karar verme olanağı sağlar. (Kihlstrom, 1987). Nitekim, tam da bu tür örtük işlemeye güvenebildiğimiz ve dolayısıyla davranışımızın her an bilinçli bir gözden geçirmesine bağımlı olmadığımız için, dikkat ve zaman açısından özgürleşiriz. Böylece bilinç aygıtı, “organizmamızın temel tasarımı”nda öngörülmeyen çevresel zorluklarla başa çıkmak üzere kullanılabilir (Damasio, 1999).

      Artık bilinçdışı algının ve işlemenin kanıtsal temeli öyle bir düzeydedir ki, en azından betimleyici anlamda, hiçbir terapötik yaklaşım bilinçdışının varlığını reddedemez. Bununla birlikte, bilinçdışı işleme, yani bilinçli farkındalık olmaksızın gerçekleşen öğrenme ve algıya ilişkin kanıtlar bulunsa da, dinamik bilinçdışı (dynamic unconscious) kavramı daha problematiktir. Freud’un özgün formülasyonlarında dinamik bilinçdışı, olayları meydana getiren sürekli bir motivasyon/güdülenme kaynağı olarak tasvir edilmiştir. Bu anlamda, bilinçdışında depolananların yalnızca erişilemez olmadığı, aynı zamanda içeriğinin bastırmanın (repression) bir sonucu olduğu öne sürülmüştür. Bastırma, bilinci tehdit edici nitelikteki düşünce ve hislerden koruyan ve dolayısıyla anksiyetenin kaynağı olan bir mekanizma olarak tanımlanmıştır. Freud, başlangıçta Breuer ile birlikte, bastırmanın travmatik olay anılarına etki ederek onları bilinçten uzaklaştırdığını ileri sürmüştür. Daha sonra ise bastırmanın, esas olarak, gerçek olaylara ilişkin anılardan ziyade, çocukluk dönemine ait dürtü ve istekler üzerinde işlediğini öne sürmüştür.

      Bastırma kavramı ilginç bir soru ortaya çıkarır; çünkü ancak bir deneyim bilinebildiğinde ve temsil edilebildiğinde gizlenebilir. Belirli bir düşünceyi bilinçdışı düzeyde sürdürebilmek için, öncelikle bir deneyimi belirli ve net bir biçimde ortaya koyma yetisine sahip olmamız gerekir. Gelişim psikolojisi (developmental psychology), deneyimlerimizi istikrarlı ve anlamlı bir biçimde temsil etme yetisinin ancak zamanla geliştiğini göstermiştir. Bu durum, bilişsel açıdan bakıldığında, bastırmanın yaşamın en başından itibaren işleyebilecek bir savunma olmadığına işaret eder. Freud da bastırmayı, zaman içinde gelişen, istenmeyen dürtülere karşı bir savunma biçimi olarak anlamıştır:

      Transferans nevrozlarının psikanalitik gözlemi… bizi, bastırmanın başlangıçtan itibaren mevcut olan bir savunma mekanizması olmadığı ve bilinçli ile bilinçdışı zihinsel etkinlik arasında keskin bir ayrım gerçekleşmeden ortaya çıkamayacağı sonucuna götürür.

      (Freud, 1915a)

      Mevcut kanıtlar temelinde, bastırmanın bütünüyle bilinçdışı bir süreç olduğu ya da esas olarak çocukluk dönemi isteklerine yöneldiği görüşü, çok az ampirik destek bulmaktadır. Dinamik bilinçdışından ve bastırmadan hâlâ bir savunma süreci olarak söz edebilsek de, bu kavramların, artık bellek işleyişi hakkında bildiklerimizle uyumlu biçimde yeniden tanımlanması gerekmektedir. Şimdi dikkatimizi bu konuya çevireceğiz.

      Bellek Üzerine Psikanalitik Perspektifler

      Bellek (memory) sorunu, yani neyi hatırlayabildiğimiz, neyi hatırlayamadığımız ya da hatırlamak istemediğimiz sorusu, psikanalitik uygulayıcılar ve araştırmacılar için merkezi bir öneme sahiptir. Freud, histerinin doğasına ilişkin erken dönem formülasyonlarında, histerik kişinin sorununu “anıların acısını çekmek” olarak anlamıştır (Freud & Breuer, 1895: 7). Freud ve Breuer (1895), histerik hastanın psişik acısının kaynağının, çocuklukta meydana gelen ancak bilinçli olarak hatırlanamayan travmatik olayları unutamama olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu nedenle terapinin amacı, bastırılmış travmatik olayları yeniden yüzeye çıkarmaktı. Freud her ne kadar daha sonra histeriye ilişkin görüşlerini değiştirmiş olsa da, bellekteki bozukluklar ile psikopatoloji arasındaki bu erken dönem bağlantı, geçmişin açığa çıkarılmasını psikoterapinin gerekli bir amacı olarak gören bazı psikanalitik uygulayıcıların örtük düşüncesinde hâlâ izlenebilmektedir. Belleğe ilişkin bilgimiz giderek daha incelikli hâle geldikçe, klasik psikanalitik bellek anlayışı ve dolayısıyla terapötik etkinin doğasına ilişkin görüş de sorgulanmaya başlanmıştır.

      Klinik uygulama açısından özellikle önem taşıyan bir bellek özelliği, belleğin tanımı gereği her zaman yeniden inşa edilmesi ve özellikle de güdülenmeden etkilenmesidir. Bellek, geçmiş olaylar kadar, mevcut bağlam, duygudurum, inançlar ve tutumlardan da etkilenir (Brenneis, 1999). Anılar, olguların doğrudan kopyaları değildir. Aksine, bellek, geri çağırma sırasında karmaşık bir yeniden inşa (reconstruction) sürecinden geçer. Bu, bazı otobiyografik olaylara ilişkin belleğin, özgün olaydan farklı biçimlerde yeniden inşa edilebileceği ya da hiç hatırlanmayabileceği anlamına gelir. Belleğin, özgün ve bozulmamış biçimde depodan geri getirilmeyip sürekli olarak inşa edildiği yönündeki görüş, bilişsel psikoloji ve nörobiyolojideki güncel düşünceyle uyumludur. Bununla birlikte, buradan, erken dönem anıların çoğunlukla yanlış olduğu sonucunu çıkarmak hatalı olur: Araştırmalar, erken dönem anılarda gerçekte önemli ölçüde doğruluk payı bulunduğunu göstermektedir (Brewin ve ark., 1993); ancak bir deneyimin daha ince ayrıntılarının -hasta tarafından canlı biçimde hatırlanıp aktarılmış olsa bile- bütünüyle doğru olması olası değildir.

      Artık, sahte anılar (false memory) olarak adlandırılan olguya ilişkin hararetli tartışmaların fazlasıyla farkındayız. Erken dönem anıların güvenilirliği ve erişilebilirliği konusundaki ilgi ve hatta tartışma, on yılı aşkın bir süre önce, medyanın, psikoterapi bağlamında ensest içerikli cinsel istismarın yeniden inşa edilmesine yönelik artan bir eğilime dikkat çekmesiyle ivme kazanmıştır. Rüyalar, anlaşılması güç bedensel duyumlar, belirli aktarım ve karşıaktarım örüntüleri ile dissosiyatif epizodlar, birçok terapist tarafından hastalarının bastırılmış bir travmatik deneyim yaşadıklarının kanıtı olarak kabul edilmiştir. Bu sonuç, analitik verilerin, bilinçli olarak erişilemeyen tarihsel olayları yeniden inşa edip doğrulayabileceği varsayımına dayanmaktaydı. Başka bir deyişle, bu, analitik verilerin “yeterince iyi” olduğu inancını yansıtmaktaydı. Yukarıda belirtilen ve bastırılmış travmanın kanıtı olarak kabul edilmiş belirtilerin her biri, travma ile birlikte görülebilir ve sıklıkla görülür de; ancak yalnızca travma durumunda ortaya çıkmaz. Tehlike, hatırlanmayan olayların niteliğini, yalnızca bu tekrarlayan fenomenlerden herhangi birinin içeriğine dayanarak çıkarsamaya çalışmaktan kaynaklanır.

      Belleğin yeniden inşa edildiğini öne sürmek, psikanalitik yeniden inşaların mutlaka yanlış olduğu ya da geri kazanılmış anıların daima ya da çoğunlukla yanlış olduğu anlamına gelmez. Ancak bu, psikoterapi bağlamında yeniden inşalara dayalı “hakikat (truth)” kavramına bir miktar temkinle yaklaşmamız gerektiği anlamına gelir. Kesin olarak ileri sürebileceğimiz tek şey, hastalarımızın doğru olduğuna inandıkları şeylerin, dünyada nasıl hissettikleri ve davrandıkları üzerinde önemli sonuçları olduğudur. Terapistler olarak rolümüz ne bir savunucu ne de bir jüri olmaktır; biz, hastanın iç dünyasını ve bunun dış ilişkileri ile gündelik işlevselliğini nasıl etkilediğini anlamaya yönelik çabalarının kolaylaştırıcılarıyız. Burada, hastaların söylediklerine inanmamayı savunmuyorum. Travma yaşamış hastaların, travmatik deneyimlerinin doğrulanmasına ihtiyaçları vardır. Ancak doğrulayabileceğimiz tek şey, onların bir olaya ilişkin duygulanımsal deneyimi ve buna dair bireysel anlatılarıdır. Önemli olarak, çoğu zaman neyin yaşanmış olabileceğini bilmemekten kaynaklanan anksiyeteye katlanmamız gerekir ki, hastalarımıza da buna katlanabilmeleri için yardımcı olabilelim. Hastalarımızın herhangi bir travmaya dair bilinçli bir anısı olmadığında, ancak biz terapistler olarak semptomatik görünümlerinden travma çıkarsadığımızda, doğru olup olmayabilecek formülasyonların kesin bilgiyle bilinemeyecek biçimde, dayanılmaz anlam boşluklarını doldurmak için aşırı istekli olmamaya özen göstermemiz gerekir. Brenneis’in belirttiği gibi, hem bizde hem de hastalarımızda “mevcut deneyimin gizemlerini çözecek özgün bir olayı bulma yönünde saf bir arzu” vardır (1999: 188). Bu arzu, zaman zaman bizi yanlış yönlendirebilir; çünkü Kris’in hikmetli biçimde hatırlattığı gibi, “Biz ([W]e), nadir istisnalar dışında, baştan çıkarılmanın yaşandığı merdivendeki o öğleden sonra olaylarını bulabilecek durumda değiliz” (1956: 73).

      İnsan belleği üzerine yapılan araştırmalar, bu konularda temkinli olma gereğini anlamamıza yardımcı olur. Bu araştırmalar, farklı türlerde bellek sistemleri ve dolayısıyla farklı türlerde anılar bulunduğunu göstermektedir. Bazı anı kümeleri, anbean tutarlı bir biçimde yeniden etkinleşir. Bu anılar, fiziksel, zihinsel ve demografik kimliğimize ilişkin olgularla ilgilidir. Bunlar, dünyada yönümüzü bulmamızı sağlar. Geleneksel olarak bu bellek türüne, farklı biçimlerde, bildirimsel/deklaratif (declarative), açık (explicit)2 ya da otobiyografik bellek (autobiographical memory) denir. Bundan sonra kullanacağım terim olan bildirimsel bellek, olguları ve olayları bilinçli olarak hatırlamamızı sağlayan temel örgütlenmedir. İnsanlara, nesnelere ve yerlere ilişkin bilinçli belleği ifade eder. Temsil ettikleri şeyler bulunmadığında bile olguların ve deneyimlerin bilinçli farkındalığa getirilmesini sağlayan simgesel ya da imgesel bilgiyi içerir. Bu tür bellek, genel ve kişisel olgular ile bilgiye ilişkin anlamsal/semantik belleği (semantic memory) ve belirli olaylara ilişkin olaysal/epizodik belleği (episodic memory) kapsar.

      2Açık ve örtük terimleri, sırasıyla, belleğin ifadesinde bilinçli geri çağırmanın söz konusu olup olmamasına işaret eder. Uzun süreli bellek hem açık hem de örtük olabilir. Her ikisi de bilginin kalıcı olarak depolanmasını içerir: Bir türü geri çağrılabilir (yani açık anılar), diğeriyse büyük olasılıkla geri çağrılamaz (yani örtük anılar).

      Belleğin, uzun süreler boyunca bastırılmış durumda kalan ve bazılarının ise asla geri çağrılmayan içerikleri de vardır. Davranışlarımızın birçok yönü, “nasıl yapılacağını hatırlama”mıza dayanır ve bunu, belirli bir davranışın nasıl gerçekleştirileceğine dair ayrıntıları bilinçli olarak hatırlamadan yapabiliriz. Bu tür bellek, geleneksel olarak prosedürel (procedural), örtük (implicit) ya da deklaratif olmayan (non-declarative) bellek olarak adlandırılır. Bu bellek türü, azaltılmış ipuçları ya da parçalar üzerinden sonraki tanımlama veya tanımayı kolaylaştıran çağrışımlı belleki (primed memory) (örneğin sözcüklere, seslere ya da şekillere ilişkin), duygusal belleki (emotional memory) ve beceriler, alışkanlıklar ile rutinlere ilişkin prosedürel belleki (procedural memory) kapsar.

      Duygusal bellek, bir duruma yönelik duygusal tepkilerin koşullanmış öğrenmesidir ve amigdala aracılığıyla işler. Duygusal bellek -yani belirli bir olaya karşılık olarak oluşan koşullanmış duygusal tepki- ile duygusal bir duruma ilişkin deklaratif bellek -yani duygusal açıdan anlamlı olduğu hissedilen olayların geri çağrılması- arasında bir fark vardır. Klasik koşullanmış duygusal tepkiler (örneğin, klasik koşullanmış beklentiler, tercih ve arzular), yaşamımızın duygusal rengini oluşturur. Bunlar, çevremizin belirli yönlerine ve belirli türdeki ilişkilere yönelik olarak bizi bilinçdışı bir biçimde yönlendirir. Çoğu zaman, bu öğrenmeyle bağlantılı bilinçli bir bellek bulunmaz. LeDoux (1994), biliş için odak noktası olan hipokampusun, bilişsel süreçler gerçekleşmeden önce duyguların etkinleşmesinde rol alabileceğini öne sürmektedir. Araştırmaları, duyguların, talamustan amigdalaya uzanan alternatif yollar aracılığıyla korteksi atlayabileceğini göstermektedir. Bu durum, duygusal açıdan yüklü şemaların, bilincin aracılığı olmaksızın yinelenmesini mümkün kılar.

      Duygusal bellek gibi, prosedürel bellek de bilinçdışıdır ve bilinçli geri çağırmadan ziyade performansta kendini gösterir. Bu tür bellek, davranışta ortaya çıkan ancak bunun dışında bilinçdışı kalan becerilerin, şemaların ve kurallara dayalı uyumsal tepkilerin edinilmesini ifade eder. Başkalarıyla birlikte olmanın belirli kalıplaşmış biçimlerini ya da yollarını içerir. Örneğin, “nasıl yardım istenir”e ilişkin iyi koordine edilmiş bir prosedürel sistemimiz olabilir. Bu tür prosedürler, bir kişinin belirli kişilerarası çevreleri bilinçdışı olarak seçmesini biçimlendirir, düzenler ve etkiler. Dahası, duygusal açıdan yüklü olaylar, benzer nitelikteki olayların beklendiği durumlarda özellikle yinelenmeye yatkındır.

      Nöropsikoloji, deklaratif ve prosedürel bellek sistemlerinin tamamen birbirinden bağımsız olduğunu göstermiştir. Deklaratif bellek hipokampus ve temporal loblarda yer alır. Prosedürel bellek ise bazal ganglionlar ve beyincik gibi korteksaltı yapılarda bulunur. Deklaratif ve prosedürel bellek sistemleri birbirlerinden görece bağımsızdır. Amnezik hastalar üzerine yapılan çalışmalar, bu bellek sistemlerinde yer alan iki bilgi türünün potansiyel olarak ayrışabileceğine dair kanıt sağlamaktadır: Örneğin, amnezik hastalar, sözcük tanıma görevinde görüldüğü üzere, daha önce sözcükleri öğrenmiş olduklarına dair kanıt sergiler; ancak bu sözcükleri daha önce görüp görmediklerine ilişkin bilinçli bir hatırlama göstermezler. Bu durum, öğrenme deneyiminin bilinçli geri çağrılması olmaksızın prosedürel bilginin edinildiğini göstermektedir. Bu bulgu, prosedürel öğrenme biçimlerindeki bir değişimin, bilinçli ve deklaratif bilgi biçimlerindeki bir değişimden farklı mekanizmalar yoluyla gerçekleşebileceğini düşündürmektedir. Bu konunun psikoterapi açısından önemli sonuçları olduğunu, bu bölümün ilerleyen kısımlarında göreceğiz.

      Normal yetişkin gelişiminde, deklaratif ve prosedürel bellek sistemleri örtüşür ve birlikte kullanılır. Örneğin, sürekli tekrar, bir deklaratif belleği prosedürel belleğe dönüştürebilir. Benzer şekilde, belirli düşünce veya duygulardan tekrarlayan biçimde kaçınmak, ilişkili davranışın otomatikleşmesine ve böylece sözde bir bastırmanın oluşmasına yol açabilir. Prosedürel bellek, geçmişi simgesel biçimde temsil etmeksizin deneyimi ve davranışı etkiler; nadiren dile aktarılır. Prosedürel anıların tamamen bilinçli farkındalığın dışında (yani bilinçdışı) işlediğini söyleyebilsek de, bunlar bastırılmış anılar ya da başka türde dinamik bilinçdışı içerikler değildir. Bu, onların doğrudan bilinçli belleğe ve ardından sözcüklere çevrilemeyeceği anlamına gelir; yalnızca dolaylı olarak, çıkarım yoluyla bilinebilirler.

      Çocukluğun çok erken yıllarında, prefrontal korteks ve hipokampusun olgunlaşmamış olması nedeniyle deklaratif bellek zayıftır; buna karşın, bazal ganglionlar ve amigdala doğumda iyi gelişmiştir. İlk iki ila üç yıl boyunca çocuk, öncelikle prosedürel bellek sistemine dayanır. Hem insanlarda hem de hayvanlarda deklaratif bellek daha sonra gelişir. Başka bir deyişle, çocuk, geçmişinde yaşadığı belirli bir olayı hatırlayabilmesinden önce, bir şeyleri nasıl yapacağını öğrenir. Araştırmalar, yaşamımızın üçüncü ya da dördüncü yılından öncesine ait olayları hatırlamamızın son derece olasılık dışı olduğunu göstermektedir. Bu, deklaratif anıların bulunmadığı durumlarda, çocukluk dönemine ait deneyimlere ilişkin prosedürel anıların var olabileceği anlamına gelir. Nitekim birçok analitik terapist arasında, sözel öncesi deneyimlerin dolaylı olarak ifade edildiği ve yalnızca karşıaktarımın ustaca kullanımı yoluyla kavranabileceği yönünde ortak bir varsayım vardır.

      Deklaratif anılar, ilgili beyin sistemlerinin giderek olgunlaşmasına paralel olarak yaklaşık üç yaş civarında ortaya çıkar. Bu bulgu, Freud’un sözünü ettiği çocukluk amnezisinin, onun ileri sürdüğü gibi Ödipus kompleksinin çözülmesi sırasında belleğin bastırılmasıyla değil; daha çok, deklaratif bellek sisteminin yavaş gelişimiyle ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. Erken dönem deneyimlere sözel erişimin olmayışı, dolayısıyla, bilinçdışı bir savunma süreci olarak bastırmayla pek az ilgili olabilir. Aksine, muhtemelen bu erken deneyimlerin sözel öncesi bir biçimde kodlanmış olmasından ve örneğin bedensel semptomlar aracılığıyla dolaylı olarak ifade edilmesinden kaynaklanır. Bu anlamda, hem çok erken dönem olayları unutmadığımızı hem de hatırlayamadığımızı söylemek doğru olur; bu da, erken çocukluk dönemimizdeki biçimlendirici deneyimlerin bilinçli olarak hatırlanmamasına rağmen üzerimizdeki etkisinin neden devam ettiğini açıklar.

      Psişenin gelişimi üzerinde derin bir etki yaratabilecek çok erken dönem olaylar, büyük olasılıkla prosedürel bellekte kodlanır. Prosedürel bellek çok miktarda bilgi depolar; ancak bu bilginin ortaya çıktığı deneyimler nadiren geri çağrılabilir. Prosedürel bellekte, bilinçdışı zihinsel yaşamın bir bileşenine ilişkin biyolojik bir örnek buluruz: prosedürel bilinçdışı (procedural unconscious). Bu, dinamik anlamda bastırmanın bir sonucu olmayan (yani dürtülerle ve çatışmalarla ilgili olmayan), ancak yine de bilince erişilemeyen bilinçdışı bir sistemdir. Buna karşılık, psikanalitik bilinçdışının dinamik anlamdaki dünyası, büyük olasılıkla deklaratif belleği destekleyen sinir sistemlerinde köklenir. Bastırma burada gerçekleşebilir; ancak yalnızca deklaratif belleğe kodlamanın mümkün olduğu bir gelişimsel evrede yaşanan olaylar üzerinde etkili olabilecek bir süreçtir.

      Bir bütün olarak ele alındığında, algıya ve belleğe ilişkin mevcut anlayışımız temel bir olguyu işaret etmektedir; Gedo’nun ifade ettiği gibi, “Hayatta en anlamlı olan şey, mutlaka sözcüklerle kodlanmış değildir” (1986: 206). Bunun, bir sonraki bölümde göreceğimiz üzere, psikanalitik terapide değişim sürecini nasıl anlayabileceğimiz açısından önemli sonuçları vardır.

      Psikanalitik Terapide Terapötik Etki

      Pek çok terapötik yaklaşımın psikolojik değişimi başarıyla teşvik ettiği göz önüne alındığında, bu bakımdan psikanalitik tedavinin benzersiz olmadığı açıktır. Yine de, psikanalizin terapötik sürece özenle odaklanması, psişik değişime katkıda bulunabilecek etkenlere dair yararlı bir ışık tutmaktadır.

      Tüm psikanaliz ekolleri, hastanın dünyayı ve diğer insanları algılamadaki kendine özgü biçimlerini, içsel gerçeklik ışığında açıklığa kavuşturmanın ve çözümlemenin, onun dış dünyayı daha net algılamasına yardımcı olacağı görüşünü benimser. Genel olarak, psişik acının kökenlerinin yalnızca travmatik bir dış olay(lar)ın sonucu olmadığı, aynı zamanda olayın öznel olarak nasıl yorumlandığı ve bir dizi bilinçdışı anlam etrafında nasıl örgütlendiği ile ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu konularda geniş bir uzlaşı olmakla birlikte, psişik değişimin psikoterapi yoluyla nasıl gerçekleştiği ve değişimi harekete geçiren teknikler konusunda daha az fikir birliği vardır. Bu görüş ayrılığı, kısmen bu konulardaki ampirik araştırma eksikliğini yansıtır. Bu durum, değişime yol açtığı iddia edilen çeşitli teknikler hakkında abartılı iddiaların ortaya atılmasına zemin hazırlıyor.

      Psişik değişim sürecine ilişkin çeşitli görüşler vardır. Her bir görüş, terapötik sürecin ve değişimi kolaylaştırdığına inanılan tekniklerin farklı -bazen de örtüşen- yönlerini vurgular. Şimdi en yaygın açıklamaları kısaca gözden geçirelim. Ancak ben özellikle, mevcut araştırmalarla en tutarlı ve en ikna edici bulduğum açıklamaya odaklanacağım.

      Geçmişin Kazısı

      Arkeolojik metafor, Freud’un topografik modelinden kaynaklanır.
      Basitliğinde etkileyici, kendi döneminde ise devrim niteliğinde olan bu görüş, değişimin, bastırılmış geçmiş olayların hatırlanması ile bu olayların hasta üzerindeki anlam ve etkisinin keşfedilmesinden kaynaklandığını öne sürer. Değişimin, bastırmanın kaldırılması, belleğin geri kazanılması ve bunun sonucunda ortaya çıkan içgörü yoluyla gerçekleştiği kabul edilir. Bu model, çoğu kişinin psikanalize özgü olarak tanımladığı yaklaşımdır.

      Bu görüşle çelişmeyen bir başka vurgu da, Freud’un daha sonraki yapısal modelinde, hastanın id ve süperegonun baskılarına daha iyi dayanabilecek daha güçlü bir ego inşa etmesine yardımcı olmanın önemine yapılan vurgudur. Terapinin, hastanın egosunu terapistle bir ittifaka dahil ederek diğer baskı kaynaklarına karşı adeta birlikte mücadele etmelerini sağlayarak bu amaca hizmet ettiği kabul edilir. Özellikle terapistle kurulan ilişkinin, daha ılımlı bir süperegonun içselleştirilmesine olanak tanıdığı düşünülür. Bununla birlikte, geçmişin hatırlanması ve şimdiki davranışla bağlantılar kurulması, terapötik çalışmanın temel unsurlarından biri olmayı sürdürür.

      Bu görüşte, belleğin geri kazanılmasına atfedilen merkezi işlev, terapistin rolünün, hastanın çağrışımları aracılığıyla geçmişi yeniden inşa etmek olarak görülmesine yol açar. Hastanın erken dönem deneyimlerine genetik [köken veya gelişime ait] bağlantılar kuran ve içgörüye götüren yeniden yapılandırıcı yorumlar, değişimin önemli etkenleri olarak kabul edilir.

      Aktarımda Derinlemesine Çalışma

      Kleinci değişim anlayışı, hastanın depresif konuma ulaşabilmesi için paranoid kaygılar ve bunlarla ilişkili savunmalar üzerinde derinlemesine çalışmaya (working through) odaklanır. Değişim, nesneden ayrı olma durumunu yas tutabilme kapasitesinin gelişmesi ve hayal edilen ile gerçek saldırılar sonucunda nesnenin durumuna yönelik suçluluk ve endişeye katlanabilme ile ilişkilendirilir. Depresif konum yerleştiğinde, suçluluk ve endişe duyguları, nesnelere verilen varsayılan zararı onarma isteğine katkıda bulunur. Depresif kaygıları paranoid işleyiş biçimlerine başvurmaksızın yapıcı bir şekilde yönetebilme kapasitesi, bunun sonucunda egonun güçlenmesine yol açar.

      Tedavinin temel amaçlarından biri, içgörüden ziyade, kendiliğin ayrışmış yönlerinin daha fazla bütünleşmesini sağlamaktır. Bu görevin, terapide, hastanın katlanılmaz psişik durumlarla nasıl başa çıktığını anlamasına yardımcı olmak amacıyla aktarım olgularının ayrıntılı biçimde incelenmesiyle büyük ölçüde desteklendiği belirtilir. Aktarımın yorumlanmasının, hastanın içsel nesneleriyle ilişkilerinde bir değişimi kolaylaştırdığı ve böylece yaşamındaki önemli ötekileri (significant others) daha gerçekçi değerlendirmesinin önünü açtığı düşünülür. Bu da, iç dünya ile dış dünya arasında daha net bir ayrım yapılmasına imkân tanır. Kleinciler bu nedenle, değişimin, geçmişin bilinçli olarak araştırılmasından değil; terapötik ilişki içinde ortaya çıkan ve aktarımda derinlemesine çalışılan temel kaygılar ile savunmaların değişiminden kaynaklandığını öne sürerler.

      Bu değişim anlayışında, anlama (yani içgörü) ile, hastanın iletilerine birlikte gelişen etkileşimin analizi yoluyla anlam kazandıran terapistle kurulan ilişki, birbirinden ayrılmaz. Aktarım ilişkisi, duygulanıma odaklanması -ki bu, psişik değişimin bir etkeni olarak görülür- ve Kleincilerin şimdi ve burada ilişkisinin geçmişin bir sahnelemesi olduğu -yani çocukluk geçmişiyle biçimsel olarak aynı olduğu- görüşünü benimsemeleri nedeniyle, değişim sürecinin anahtarı olarak kabul edilir. Aktarımı yorumlayarak terapistin aynı anda hem geçmişi hem de şimdiyi yorumladığı söylenir (Malcolm, 1989). Bu bakımdan, geçmişin yeniden inşası teknik açısından en önemli unsur olarak görülmez; asıl etkili psişik değişim etkeni, şimdideki sahneleme ve bunun yorumlanmasıdır. Yine de, mevcut örüntülerin geçmişle ilişkilendirilmesinin, hastaya “yaşamında bir süreklilik duygusu” sunduğu kabul edilir (Malcolm, 1986: 73).

      Anlatının İyileştirici Gücü

      Dil, zamanla yaşamımızın anlatısına dönüşen otobiyografik bir tarih oluşturmaya başlamamıza olanak tanır. Bu, hastanın terapiste sunduğu ve terapötik süreç boyunca gelişmesi muhtemel olan hikâyedir. Günümüzde, terapötik etkinin, hastanın geçmişine ait anlatıların bütünleştirilmesi ve bunun anlatısal tutarlılığa ulaşılmasıyla sonuçlanması şeklinde anlaşılmasına yönelik bir eğilim vardır. Bu anlayışta, fark yaratan şey, anlattığımız hikâyelerdir. Anlatısal gerçeklik, tarihsel gerçeklik kadar “gerçek (real)” kabul edilir. Örneğin Spence (1982), insanların yaşam öykülerinden dolayı kendilerini karmaşık, eksik, acı verici ya da kaotik hissettiklerinde yardım arayışına girdiklerini öne sürmüştür. Psikoterapi, terapistle kurulan ilişki aracılığıyla, hastalara yaşamlarına dair bir anlatı yaratma ya da yaşamlarını yeniden yazma olanağı sağlayarak onlara daha büyük bir bütünlük kazandırır. Dolayısıyla, bu modelde geçmişin yeniden inşası (reconstruction of the past), önemli bir terapötik işlevi sürdürür.

      Düzeltici Duygusal Deneyim

      Tüm terapiler, terapist ile hasta arasında, hastanın zihninin güvenli bir şekilde keşfedilmesine imkân tanıyan bir ilişki kurmayı amaçlar. Psikanalitik terapistlerin çoğunluğu, değişimin terapistle kurulan ilişki aracılığıyla gerçekleştiği varsayımında birleşir. Ancak bu ilişkinin terapötik etkilerini nasıl ortaya çıkardığı ve böylece değişimi nasıl kolaylaştırdığı, hâlâ yoğun biçimde tartışılan bir sorudur. Örneğin, değişim, terapistin bir aktarım nesnesi hâline gelerek hastanın şimdi ve burada ilişki kurma örüntülerini incelemesine imkân tanımasından mı kaynaklanır (pek çok çağdaş terapistin öne sürdüğü gibi), yoksa insanlar, başkalarına yönelik olumsuz beklentilerini geçersiz kılan, duygusal olarak duyarlı bir terapist ile kurdukları yeni bir kişilerarası deneyim aracılığıyla mı iyileşir?

      Terapinin düzeltici bir deneyim olduğu görüşünü benimseyenler, terapötik karşılaşmanın, yeni bir nesne ilişkisi için bir fırsat sunduğunu; bu ilişkinin içselleştirildiğini ve kendilik ile ötekine dair daha patojenik varsayımları geçersiz kıldığını öne sürerler. Basitçe ifade etmek gerekirse, terapist, hastanın hiçbir zaman sahip olmadığı “iyi” nesne hâline gelir. Bu yaklaşım, yeni bir nesne ile kurulan ilişkinin, yeni bakış açıları ve tepki verme biçimlerinin içselleştirilmesiyle birlikte yarar sağladığını öne sürer. Bu bakımdan, hastanın terapistle yaşadığı deneyimi, içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin gözden geçirilmesine yol açan ve bu anlamda eski modelleri “düzelten” yeni bir nesne olarak kullanması ile, düzeltici duygusal deneyim (corrective emotional experience) teriminin daha yaygın kullanımında olduğu gibi, terapistin aktarımda kendini gösteren içselleştirilmiş nesne ilişkilerini yorumlamak yerine, hastaya yeni bir deneyim sunmak amacıyla belirli biçimlerde davranmaya yönelik kasıtlı çabaları arasında ayrım yapmak önemlidir. Bebeklik gelişimi araştırmalarının etkisiyle, terapötik değişim bazen bebekliğin duygusal gelişimine benzer biçimde, bir tür yeni gelişim (new development) olarak anlaşılır; ancak bazı klinisyenler, değişimin hatalı gelişimin yerini almak yerine onunla birlikte gerçekleştiğini, böylece kendiliğin belirli yönlerine ve erken fantezilere karşı daha hoşgörülü hâle geldiğimizi öne sürerler.

      Yakın zamana kadar, düzeltici duygusal deneyim kavramı belki de fazlasıyla kolay bir şekilde göz ardı ediliyordu. Ancak aşağıda göreceğimiz üzere, değişim sürecine ilişkin bazı çağdaş görüşler, hastaya karşı niteliksel olarak farklı biçimde tepki veren yeni bir nesneyle yaşanan deneyimin, dili devre dışı bırakarak prosedürel düzeyde değişime gerçekten de katkıda bulunabileceği düşüncesinde birleşmektedir.

      Şimdiki Zamanda Değişim: İlişkilerin Örtük Modellerini Açığa Çıkarma

      Araştırmaların öncülüğünde ve esas olarak Çağdaş Freudcu gelenek içinde (Sandler & Sandler, 1984, 1997) ortaya çıkan bir değişim anlayışı, yukarıda değinilen çeşitli unsurları tutarlı bir biçimde bir araya getirir. Gördüğümüz üzere, zihinle ilgili çağdaş modeller, ilişkisel deneyimlerimizin büyük ölçüde örtük, prosedürel ya da eyleme dayalı biçimlerde -tanımlayıcı anlamda bilinçdışı fakat mutlaka dinamik anlamda bilinçdışı olmayan şekilde- zihinde temsil edildiği anlayışına dayanmaktadır

      Bu psişik değişim anlayışı, hepimizin, kendilik-öteki ilişkilerine dair dinamik şablonların (dynamic templates) ya da başka bir deyişle şemaların (schemata) gelişimine katkıda bulunan biçimlendirici erken dönem kişilerarası deneyimlere sahip olduğunu öne sürer. Bu şablonlar, örtük prosedürel bellek sisteminde (implicit procedural memory system) kodlanır. Bu sistem, bir şeylerin nasıl yapılacağına ve başkalarıyla nasıl ilişki kurulacağına dair bilinçdışı bilgiyi depolar. Sandler ve Sandler (1997), anne–bebek etkileşimlerini, kendilik ve nesne temsillerinin en erken biçimlenmelerinin gerçekleştiği bağlamlar ve kendilik temsilinin temel birimini sağlayan deneyimler olarak görürler. Sandlerlar, bunu geçmiş bilinçdışı (past unconscious) olarak adlandırır. Bu bilinçdışının içeriğine doğrudan erişilemez. Bununla birlikte, ilişkilerle ilgili, gelişmekte olan frontal-limbik devrelere adeta damgalanabilecek prosedürleri depolar ve duygulanım düzenleme stratejileri sağlar; böylece yaşam boyu sosyal-duygusal bilginin işlenmesini etkiler (Schore, 1994).

      Buna karşılık, şimdiki bilinçdışı (present unconscious) olarak adlandırılan bilinçdışı, şimdi ve burada yaşanan bilinçdışı çabalarımızı ve tepkilerimizi ifade eder. Herhangi bir türde bastırma ya da sansür söz konusu olacaksa, bunun burada gerçekleştiği kabul edilir. Şimdiki bilinçdışının içeriği bilinçli hâle gelebilse de, çoğu zaman bilince girmesine izin verilmeden önce hâlâ sansüre tabi tutulur. Şimdiki bilinçdışındaki bastırmanın kaldırılması, bize otobiyografik anılara erişim sağlar; ancak prosedürel anıları içeren geçmiş bilinçdışına erişim sağlamaz. Geçmiş ve şimdiki bilinçdışı arasındaki ayrım, mevcut davranışlarımızın, yaşamımızın çok erken dönemlerinde oluşturulmuş şablonlara göre işlediğini vurgularken, aynı zamanda bu şablonlara katkıda bulunan gerçek deneyimlerin büyük ölçüde geri çağrılamaz olduğunu da kabul eder.

      Başkalarıyla birlikte olmaya ilişkin prosedürel modeller (procedural model), başlangıçta, şekillenmeye başladıkları dönemde mevcut olan gelişimsel anlama düzeyine göre örgütlenir. Çocuklar, kendileri için önemli olan ötekilerle yaşadıkları deneyimleri içselleştirirler. Bu anlamda içselleştirme, nesnenin imgelerini ya da sözel temsillerini çağrıştırma kapasitesinden önce, simgesel öncesi düzeyde gerçekleşir. Temel temsil biçimi sözcükler veya imgeler değil, “başkalarıyla nasıl birlikte olunur”u düzenleyen eylemsel ilişkisel prosedürlerdir (Stern ve ark., 1998). Bireyin içinde bulunduğu çevreye ve karşılaştığı deneyimlere bağlı olarak, bu prosedürler zamanla, daha gelişmiş anlama düzeylerinin yardımıyla yeniden örgütlenebilir ya da örgütlenmeyebilir. Örneğin, diğer prosedürlerle daha az bütünleşmiş olabilirler ya da başkalarının davranışlarına yönelik, gözden geçirmeye kapalı, korkulu veya düşmanca yorumlar içermeye daha yatkın olabilirler. Ayrıca, kendilik-öteki ilişkisi modelleri, bilinçdışı beklenti ağlarını ya da bilinçdışı fantezileri yansıtır:

      Modeller, gerçek deneyimin kopyaları değildir; ancak onların, deneyimin yaşandığı anda mevcut olan arzular ve fanteziler tarafından savunmacı biçimde çarpıtıldıkları kuşkusuzdur.

      (Fonagy, 1999b: 217)

      Davranışlarımızı düzenleyen ve prosedürler olarak depolanan içsel ilişki modelleri, otobiyografik anıların depolandığı beyin bölgelerinden farklı bölgelerde saklanır. Bu durum, aktarımda yeniden sahnelenen ötekilerle-nasıl birlikte-olunacağına-dair modellerin özerklik kazandığını ve bu modellerin oluşumuna başlangıçta katkıda bulunmuş olabilecek olayların hatırlanmasının, terapötik değişimin gerçekleşmesi için gerekli olmadığını göstermektedir.

      Herhangi bir terapötik karşılaşmada, birden fazla kendilik-öteki ilişkisi modeli etkinleşir ve hasta, etkinleşen modelle ilişkili deneyimlere dair hikâyeler üretebilir (Fonagy, 1999b). Bu terapötik etki anlayışında, terapi, mevcut ilişki örüntülerine dair olası anlamları farkındalığa getirmeyi amaçlar. Terapötik değişimin ise, örtük biçimde prosedürler olarak kodlanmış mevcut modellerin geliştirilmesi ve yeniden değerlendirilmesi sonucunda, hastanın ilişkilerinde kullandığı prosedürlerde bir değişim meydana gelmesiyle gerçekleştiği kabul edilir. Bu bakımdan, geçmişin anılar olarak kazılması, değişime giden yol olarak görülmez.

      Mutatif (Dönüştürücü) Etkileşimler

      Artık, Sandler’ların ortaya koyduğu modele yakın olduğumun açıkça anlaşılacağı kuşkusuzdur. Değişimin prosedürel düzeyde gerçekleştiği fikri, hem psikodinamik hem de gelişimsel düşüncelerden etkilenen ve iki öznelliğin karşılaşmasıyla yeni bağlamların ortaklaşa inşasının önemini vurgulayan kuramcılar ve klinisyenler tarafından daha da geliştirilmiştir (Beebe & Lachmann, 1988, 1994; Sameroff, 1983; Stern ve ark., 1998). Sandler’lar ve Fonagy gibi, bu uygulayıcılar da psişik değişimin kısmen prosedürel düzeyde gerçekleştiğini öne sürmektedir. Bu yaklaşımların katkısı, bu fikirleri temel alır ve teknik açısından sonuçlarını daha açık bir şekilde ortaya koyar; yani, terapistin sözel yorumlarının, dilin kendisini devre dışı bırakan terapist–hasta etkileşimlerinin niteliğinin ve doğasının önemini gölgede bırakan, gereğinden fazla değer atfedilen araçlar hâline gelmiş olabileceğini belirtir. Bu görüşlerin altında yatan varsayım, hasta ve terapistin, katkıları eşit olmasa bile, etkileşimlerinin düzenlenmesine birlikte katkıda bulunduğudur. Bu bakış açısına göre, düzenleme hem ikili (dyadik) sistemin ortaya çıkan bir özelliği hem de bireye ait bir özelliktir. Bu bağlamda, aktarım yorumları dışında da mutatif potansiyele sahip olabilecek çeşitli müdahalelere yer vardır.

      Bu bakış açılarını besleyen araştırmalar, gelişim psikolojisi alanından kaynaklanmaktadır. Bu alandaki önemli katkılardan biri, etkileşimin, anne–bebek ikilisinde her iki tarafın da anbean ortaklaşa inşa ettiği, kesintisiz ve karşılıklı olarak belirlenen bir süreç olarak tanımlanmasıdır. Hasta–terapist ilişkisi sorusuna bebeklik araştırmaları açısından yaklaşan Lachmann ve Beebe (1996), etkileşimsel düzenlemenin üç örgütleyici ilkesini öne sürer:

      • süregiden düzenleme (ongoing regulation) (yani yinelenen interaksiyonlar/etkileşimler örüntüsü),
      • bozulma ve onarım (disruption and repair) (yani genel bir örüntünün dışına çıkan bir kesinti) ve
      • yoğunlaşmış duygulanımsal anlar (heightened affective moments) (yani dikkat çekici, dramatik bir an).

      Onlar üç ilkenin, hasta ile terapist arasında gerçekleşenleri anlamak için birer metafor işlevi gördüğünü öne sürerler. Ayrıca şu görüşü dile getirirler:

      Bir terapötik ikilinin her anında, karşılıklılık, yakınlık, güven, kesintilerin onarımı ve umut beklentilerini düzenleme; aynı zamanda katı, arkaik beklentileri geçersiz kılma potansiyeli vardır.

      (Lachmann & Beebe, 1996: 21)

      Terapötik durumda, süregiden düzenlemeler, duruş ve yüz ifadelerinden selamlaşma ve vedalaşma ritüellerine kadar uzanır. Lachmann ve Beebe’ye (1996) göre, bunların düzenlenme biçimi yeni beklentiler oluşturur ve bir terapötik etki biçimi oluşturur. Başka bir deyişle, hasta ile terapist arasındaki etkileşimlerin, sözel olarak ifade edilmese bile, niteliksel doğasının dönüştürücü potansiyele sahip olduğunu öne sürmektedirler. Çalışmaları, psikanalitik etkileşimi, anne ile bebek arasındaki alışverişe oldukça benzeyen, sözel olmayan iletişim sinyallerinden oluşan bir süreç olarak gören anlayışı vurgular.

      Özellikle Lachmann ve Beebe’nin (1996) “yoğunlaşmış duygulanımsal anlar” kavramına dikkat çekmek isterim. Pine (1981), başlangıçta, anne ile bebek arasındaki, olumlu ya da olumsuz nitelikte olabilen yoğun bir duygulanımsal alışveriş ile karakterize edilen belirli etkileşimleri tanımlamıştı. Bu, sırasıyla, örneğin anne ve bebeğin birlikte çıkardıkları uyumlu mırıldanma seslerini ya da haz verici bir durum olmaksızın yaşanan yoğun uyarılma anlarını ifade edebilir. Pine, bu tür olayların psişik olarak düzenleyici olduğunu, yani bebeğin benzer deneyimleri kategorize etmesini ve beklemesini sağladığını, böylece bilişsel ve duygulanımsal örgütlenmeyi kolaylaştırdığını öne sürer. Beebe ve Lachmann (1994) ise, yoğunlaşmış duygulanımsal anların psişik olarak düzenleyici olduğunu, çünkü içsel düzenlemeye katkıda bulunan ve potansiyel olarak güçlü bir hal/durum3 (potentially powerful state) dönüşümünü tetiklediklerini ileri sürer. Düzenleme, örneğin anne ile bebeğin yüz ifadelerini yansıtarak her birinin yüz ifadesinin giderek artan bir yoğunluğa ulaştığı etkileşimlerde olduğu gibi, olumlu biçimde deneyimlenirse, daha sonraki uyum ya da bir başkasıyla “aynı frekansta olma” deneyimleri, böyle yoğunlaşmış bir an etrafında örgütlenir. Yoğunlaşmış duygulanımsal anlar kavramı kesinlikle yeni değildir ve çoğu terapist, bu tür alışverişlerin, hastalarıyla duygusal açıdan anlamlı bir ilişki geliştirmede vazgeçilmez olduğu konusunda hemfikirdir.

      3Burada “hal/durum (state)” terimi, uyarılma ve etkinlik düzeyini, yüz ve ses tonundaki duygulanımı ve bilişi ifade etmek için kullanılmaktadır (Lachmann & Beebe, 1996).

      Stern ve ark. (1998), yukarıdaki bazı fikirleri daha ayrıntılı olarak ele alırlar. Makalelerinde, “gerçek” ilişki ve “özgünlük/otantiklik (authenticity)” kavramlarıyla uğraşırlar. Terapötik deneyimlerimizin birçoğunu, terapistle yaşadığımız “özgün, kişi–kişiye bağlantı anları” olarak hatırladığımızı gözlemlerler:

      “Otantik” bir karşılaşmadan söz ettiğimizde, başka birine verilen duygulanımsal bir tepkiyle ortaya çıkan kendiliğin kişisel bir yönünü açığa çıkaran iletileri kastediyoruz. Bu ise karşıdakine kişisel bir imza niteliği taşır ve iki katılımcıya özgü yeni bir ikili durum yaratır.

      (1998: 917)

      Bu özel alışverişleri “karşılaşma anları (moments of meeting)” olarak adlandırırlar. Bu “anlar”, genel anlamda, yeni kişilerarası deneyimler için fırsatlar sunan kişilerarası olaylardır (Lachmann & Beebe, 1996). Stern ve ark. (1998), bu anların hem hasta hem de terapist için “örtük ilişkisel bilgi”yi (implicit relational knowing) yeniden düzenlediğini öne sürerler. Bu görüş, yazarların sözel yorumlar yoluyla edinildiğini varsaydıkları “deklaratif bilgi (declarative knowledge)” ile, “hasta ile terapist arasındaki gerçek etkileşim deneyimleri yoluyla edinilen” “örtük ilişkisel bilgi” arasında yaptıkları önemli bir ayrıma dayanır. Karşılaşma anlarının, “örtük ilişkisel bilgi” alanını doğrudan etkileyerek onu değiştiren yeni bir öznelerarası ortamın oluşumuna katkıda bulunduğunu öne sürerler. Bu nedenle, bu tür müdahalelerin mutatif/dönüştürücü olduğu kabul edilir. Bu müdahaleler, geçmiş deneyimin şimdiki zamanda yeniden bağlamsallaştırılmasını kolaylaştıran “birlikte olma biçimlerindeki değişiklikler” yoluyla değişim sağlar;

      öyle ki kişi, farklı bir zihinsel manzara içinden hareket eder hâle gelir ve bu da şimdiki zamanda ve gelecekte yeni davranışlar ile deneyimlerin ortaya çıkmasına yol açar.

      (Stern ve ark., 1998: 918)

      Hastanın iç dünyasına egemen olan nesne ilişkilerinin geliştirilmesini esas olarak aktarımın yorumlanmasının sağladığı yönündeki görüşün aksine, Stern ve meslektaşları, hasta ile terapist arasındaki etkileşim anlarının önemini vurgular. Bu etkileşim anları, terapötik ilişkide etkileşimin yeni bir düzeyine ilerlemeyi kolaylaştıran yeni bir örtük anılar dizisinin oluşumunu temsil eder. Terapistin görevi, yerleşmiş ancak tatmin edici olmayan “birlikte olma (being with)” biçimlerinin çözülmesini kolaylaştırırken aynı zamanda yeni deneyimlere doğru ilerlemektir. Yeniden örgütlenme anları, kişilerarası alanda açılan yeni bir boşlukta gerçekleşen, yeni türden öznelerarası karşılaşmaları içerir ve her iki tarafın da birbirlerine karşı yeni bir biçimde fail (agent) olmasına olanak tanır. Etkileşimleri boyunca, hasta ve terapist, kendilerini, özgün ve karmaşık öznelerarası ilişkisellik sistemlerinin ortaya çıkan bir özelliğini yansıtan, birbirleriyle farklı bir şekilde birlikte bulurlar.

      Stern ve ark. (1998) tarafından ortaya konan görüşün klinik açıdan önemli sonucu, psişik değişimin, hastanın ne olduğunu fark etmesine dayanmak zorunda olmayabileceğidir. Başka bir deyişle, bu terapötik etki anlayışı, psişik değişimi kolaylaştırmak için içgörünün gerekli olmayabileceğini öne sürer. Bunun yerine, terapinin niteliksel olarak farklı etkileşim türleri için sunduğu fırsat, etki için prosedürel stratejilerin artmasını teşvik eder, ki bu da, bir kişinin bir başkasıyla etkileşim kurma biçimlerine yansır. Burada terapötik ilişki, örtük biçimde iletilen (Lyons-Ruth, 1999) bir bilgi kaynağı olarak kavramsallaştırılır; yani dil aracılığını devre dışı bırakır. Başka bir yerde, hasta ile terapist arasındaki mizahi alışverişlerin, farklı bir biçimde ilişki kurma fırsatı sunduğunu belirtmiştim (Lemma, 2000). Eğer terapötik etkileşime bu şekilde yaklaşacak olursak, dilin ritim ve tonlama gibi prosodik unsurları, terapist ile hasta arasında değiş tokuş edilen kelimelerin kendisi kadar, hatta onlardan daha fazla, etkileşimin etkili unsurları olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla bu bakış açısı, bizi dilin duygulanımsal bileşenlerine dikkat etmeye teşvik eder.

      Geliştikçe, “başkalarıyla birlikte olma”ya ilişkin yeni edimsel (enactive) prosedürlerin giderek daha fazla bütünleşmesi ve ifade edilebilmesi, mevcut edimsel örgütlenmeleri istikrarsızlaştırır ve değişimin motoru işlevini görür. Terapistle kurulan ilişki, mevcut edimsel prosedürleri zorlayan yeni deneyimler için fırsatlar sunar. Bağlanma araştırmaları, edimsel prosedürlerin, tutarlı ve iş birliğine dayalı öznel etkileşim biçimlerine katılım yoluyla daha fazla ifade edilir ve bütünleştirilir hâle geldiğini göstermiştir. İlişkilerin tutarlı içsel çalışma modellerinin gelişimi, ebeveyn–çocuk diyaloğunun tutarlı biçimlerine katılım deneyimine bağlıdır. Bu tür diyaloglar, bakımverenin çocuğun zihin durumuna yönelik açıklığının niteliğiyle karakterizedir. Böyle etkileşimlerde çocuğun duygulanımsal ya da güdüsel durumları tanınır ve onların üzerinde durulur; böylece çocuğun duygulanımsal deneyimini düzenlemesine yardımcı olunur. Ebeveyn, çocuğun duygusal deneyimine “iskele (scaffolding)” sağlar (Lyons-Ruth, 1999).

      Duygusal iskele kurma fikrini örneklemek için, bir süredir üzerinde çalıştığı resmin üzerine bir kavanoz dolusu boyayı deviren bir çocuğu ele alalım. Bu olduğunda çocuk birdenbire ağlamaya başlar. Bir senaryoda anne hemen gelir, çocuğu teselli eder ve ona şöyle der: “Bazen böyle şeyler olur ve bu gerçekten üzücüdür. Sence tekrar denemeli miyiz?” Burada anne, çocuğun duygusal deneyimini kabul eder; çocuğu yeniden resim yapmaya davet eder, böylece dolaylı olarak aslında çok da felaket bir şey olmadığını ima eder; ancak aynı zamanda resme devam edip etmeme kararını da çocuğun kendi tercihine bırakır. Başka bir deyişle, anne çocuğun yaşadığı deneyime saygı duyar, ancak çocuğun içsel hayal kırıklığı ve düş kırıklığı hâlinin aşılabileceğini de ifade eder. Başka bir versiyonda ise anne koşarak gelir ve “Ne yaptın sen? Şimdi bunu temizlemek zorundayım. Sen kötü bir kızsın. Odana git” der. Bu senaryoda, pek çok farklı nedenle oldukça stres altında olabilecek anne, zihninin kendi meşguliyetleriyle öylesine dolu olduğunu gösterir ki olaya suçlayıcı bir şekilde tepki verir ve çocuğa yaşadığı deneyimi duygusal olarak işlemesi için bir fırsat tanımaz. Önemli olarak, anne burada kritik bir atıfta bulunur: Bu olayın, çocuğun “kötü” olması nedeniyle yaşandığını çocuğa iletir. Bu ikinci etkileşim ise ne işbirlikçi ne de tutarlıdır.

      Benim benimsediğim değişim anlayışında, düzeltici duygusal deneyim kavramının izlerini görmek mümkündür. Burada, hasta; zihinselleştirme (mentalize) kapasitesine sahip olan ve ilişki kurma biçimiyle, hastanın duygusal deneyimine örtük olarak anlam atfeden ve hastanın, kendi zihninden ayrı bir varlık olduğunu kabul eden yeni bir nesne/terapist4 deneyiminden yarar sağlar. Bu psişik değişim modeli, terapistle yaşanan yeni deneyimin örtük prosedürleri değiştirerek nasıl bir dönüşüme yol açabileceğine dair daha ince ayarlı bir açıklama sunar. Bu modele göre, psikanalizde yorumlanamaz nitelikteki değişimlerin büyük bölümü, bildirimsel olmayan (non-declarative) süreçlere -yani prosedürel olarak bilinçdışı olan süreçlere- dayanır. Başka bir deyişle, Lyons-Ruth’un ifade ettiği gibi:

      araç mesajın kendisidir; yani, anlamın örgütlenişi, edimsel (enactive) ilişkisel diyalogun örgütlenişinde örtük olarak bulunur ve bir şekilde bilinebilmesi için reflektif düşünceler ya da söze dökme gerektirmez.

      (1999: 578)5

      4Ben, terapistin örneğin erken ebeveynlik yetersizliklerini “düzeltmeyi (correct)”” amaçlayan aktif davranışlar sergilemesi gerektiğini savunmuyorum. Terapistin rolü, bu tür eksikliklerin hasta üzerinde yaratmış olabileceği etkiyi anlamak ve bunu yaparken örtük biçimde hastaya “yeni” bir deneyim sunmaktır.

      5Bu, Bollas’ın (1997) ortaya koyduğu “düşünülmemiş bilinen (unthought known)” kavramını çağrıştırmaktadır.

      Bu bakış açısı, psikoterapinin psişik değişimin aracı olarak konuşulan söze yaptığı geleneksel vurguyu sorgular. Bunun yerine, edimsel bilgiyi (enactive knowledge) sözcüklere dönüştürmenin -ya da istenirse “yorumlama”nın- terapötik bir araç olarak gereğinden fazla değer görmüş olabileceğini öne sürer:

      Eğer ötekilerle bir şeyler yapma biçimine ilişkin temsil, anlamsal (semantik) ve duygulanımsal anlamı, davranışsal ve etkileşimsel süreçlerle bütünleştiriyorsa, o hâlde belirli bir örtük ilişkisel sürece birden fazla yoldan erişilebilir ve temsil değişimi; duygulanımsal deneyimdeki, bilişsel anlamadaki ya da etkileşimsel karşılaşmalardaki değişimler aracılığıyla -yorumlar gibi belirli bir boyuta ayrıcalıklı bir statü atfetmeye gerek kalmaksızın- harekete geçirilebilir.

      (Lyons-Ruth, 1999: 601)

      Hayatımız hakkında anlattığımız hikâyelerin göreliliğini fazlasıyla vurgulayan post-modern zeitgeist (zamanın ruhu) içinde, farklı ekollerden psikoterapiler, terapötik süreci giderek artan şekilde, hastanın kendi hayatını anlatmasına ve yeniden yazmasına imkân veren güvenli koşulları sağlayan bir süreç olarak görmeye başlamışlardır. Bu, terapi işlevlerinden biri olabilir ve terapinin nihai sonucuna katkıda bulunabilir. Ancak Frosh’un son derece yerinde bir biçimde ifade ettiği gibi:

      Bir şey hakkında birçok hikâye anlatılabilir; bu, onların hepsinin eşdeğer olmasından değil, dilin doğasındaki yetersizlikten kaynaklanır. Gerçek, fazlasıyla kaygandır; simgesel sistemin dışında durur.

      (1997a: 98)

      Terapi karşılaşmasını benzersiz ve ayrıcalıklı kılan şey, anlatı süreci için bir kişilerarası bağlam sunmasıdır. Dolayısıyla, değişimin terapist ile hasta arasındaki kişilerarası alanda gerçekleşmesi mümkün olabilir ve bu alanda yaşananlar söze dökülemese bile yine de dönüştürücü/mutatif bir nitelik taşıyabilir.

      Sonuçlar

      Bir psikanalitik terapiste, hastaya yardımcı olabilmek için geçmişi anlamanın önemli olup olmadığını sorarsanız, çoğu bu konuda hemfikir olacaktır. Çocukluk yıllarımız, yaşamımızın en biçimlendirici dönemi olarak kabul edilir. Ancak, geçmişin bugünü nasıl etkilediği sorusu, nispeten yakın zamana kadar netlik kazanmamış ve bu durum, terapötik etkinin doğasına ilişkin soruları daha da karmaşık hale getirmiştir.

      Freud, psikanaliz uygulamaya ilk başladığında, bastırılmış dürtüsel istekleri bilinç düzeyine çıkararak bunların kabulüne yönelik dirençlerin aşılması ve duygulanımın boşaltılmasının (discharge of affect) terapötik önemine inanıyordu. Bastırılmış erken dönem anıların geri getirilmesi, psikoterapinin meşru hedefi olarak görülüyordu. Bu amaçla, geçmiş ile şimdiki zamanı birbirine bağlayan yeniden yapılandırıcı yorumlar (reconstructive interpretations), analitik uygulamanın temel dayanağını oluşturuyordu. Freudcu geleneğin küçük bir kısmı ise, değişimi esasen geçmiş anıların geri getirilmesine ve erken dönem olayların yeniden yapılandırılmasına dayanan, daha çok intrapsişik (intrapsychic) bir süreç olarak gören klasik yaklaşıma dayalı bir modeli benimsemeye devam etmektedir.

      Bununla birlikte, eğer değişim, burada incelenen kimi çağdaş modellerin öne sürdüğü gibi, duygusal açıdan yüklü çeşitli durumlarda başkalarıyla birlikte olmanın örtük yordamlarının ayrıntılandırılması ve inceltilmesine dayanıyorsa, bilinçdışını bilinçli hâle getirmek psikoterapideki değişim sürecine hakkını vermemektedir. Nitekim günümüzde, kuramsal ekolleri ne olursa olsun birçok terapist, analitik çabalarını, şimdi ve burada aktarım ilişkisini ve hastanın içsel gerçekliğinin anlaşılmasını keşfetmeye ayırmaktadır. Geçmişe yapılan göndermelerin sıklığı değişmekle birlikte, yeniden inşa edici yorumlar artık erken dönem Freudçuların bu tür müdahalelere atfettikleri merkezi konumu korumamaktadır.

      Gelişimsel bakış açılarından etkilenen çağdaş Freudçular da değişimi şimdi ve burada gerçekleşen bir olgu olarak görmektedirler. Buna uygun olarak, müdahaleleri çoğu zaman Kleincıların, nesne ilişkileri kuramcılarının ve öznelerarasıcıların müdahalelerinden ayırt edilemez. Bir fark varsa, muhtemelen Freudçuların geçmişe diğerlerinden daha fazla atıfta bulunma eğiliminde olmalarıdır. Freudçular ile Kleincılar, aktarımın yorumlanmasına mı yoksa yeniden inşa edici yorumlara mı odaklandıkları bakımından hastanın iletilerine farklı biçimde yaklaşsalar da, yine de şimdinin geçmişle izomorfik/eşbiçimli olduğu inancını paylaşırlar. Bu durum, gelişimsel bir bakış açısını benimseyerek, şimdi ve burada durumunu, gelişimin farklı evrelerinde yaşanan deneyimler yoluyla dönüşmüş, yüksek ölçüde değiştirilmiş bir türev olarak anlayan Britanya Bağımsızlarını onlardan ayırır.

      Tüm çağdaş değişim açıklamaları, farklı şekillerde kavramsallaştırılmış olsa da, genel olarak hasta ile terapist arasındaki ilişkinin öneminde birleşmektedir. Hangi yaklaşımın en geçerli olduğu ise henüz bilinmemektedir. Terapistin ruhsal değişimi kolaylaştıran hangi işlev(ler)i yerine getirdiğini anlamamıza yardımcı olacak araştırmalara ihtiyaç vardır. Eğer terapötik etkileşime dair anlayışımızı, çocuğun hem kendi hem de ötekilerin davranışlarını zihinsel durumlar açısından düşünme kapasitesini geliştirmesine yardımcı olan, yeterince iyi ebeveynin erken dönemde yerine getirdiği işleve dayandırırsak, o hâlde ruhsal değişimin, hastanın iletilerini çözümlen­diren ve onlara anlam katan, ona niyetler ve arzular atfeden terapistte yeni bir nesne bulması yoluyla gerçekleştiği yönünde bir varsayımda bulunabiliriz. Bu, hastayı, zihinsel durumlarını çarpıtmadan düşünebilen bir ötekiyle birlikte olmanın yeni bir deneyimiyle tanıştırır. Kimi zaman tamamlanmamış, biçimlenmemiş yaşantıları bir anlatı hâline getirebilmek, muhtemelen anlam yaratmanın bir parçası olduğu ve hastanın zihninin içeriğine ilgi gösteren, yaşantılarına anlam katan bir başka kişiyle birlikte oluşturulduğu için, oldukça rahatlatıcı gelebilir. Bu, psikanalitik çalışmanın işlevlerinden biri olabilir. Fonagy’nin belirttiği gibi:

      Psikanaliz, bir anlatı yaratmaktan daha fazlasıdır; kendiliğin ötekiyle birlikte deneyimlenmesinin yeni bir yolunun etkin bir biçimde inşasıdır.

      (Fonagy, 1999b: 218)

      Bu yeni deneyim, kısmen terapistin aktarım içindeki hasta yaşantısına dair sözlü yorumlarına bağlı olsa da, terapist ile hastanın etkileşim biçiminin de örtük olarak büyük ölçüde bilgi iletmesi olasıdır. Dolayısıyla değişim, bu tür örtük iletilerin niteliğine de dayanarak prosedürel düzeyde bir değişime yol açabilir.

      “Yorumdan daha fazlası”na (Stern ve ark., 1998) yönelik mevcut ilgi, değişime katkıda bulunan terapötik sürecin diğer unsurlarına dair araştırmalara da zemin hazırlayabilir. Hasta ile terapist arasındaki ilişkinin en geniş anlamıyla işlevlerinin daha fazla farkına varmamız, psikoterapinin nasıl işlediğine dair anlayışımıza çok şey katacaktır:

      Bir değişim ancak, hasta ile terapist arasında, şeyleri farklı görme, neyi yapabileceğimizi ve neyi yapamayacağımızı fark etme, bize ait olanı ve olmayanı anlama iklimini oluşturan bir kişilerarası süreç yaratıldığında gerçekleşebilir.

      (Bateman, 2000: 153)

      Yaptığımız yorumlar, içgörüye götüren sözcüklerden fazlasıdır. En iyi hâliyle bir yorum, hastaya farklı bir ilişki kurma biçimini deneyimleme fırsatı sunan karşılıklı bir etkileşim biçimidir. Hastalarımızın değişmesine yardımcı olma gibi hassas bir göreve yaklaşırken, onlarla yaptığımız sözel alışverişlerin içeriğine daha az, bu alışverişlerin temelinde yatan niteliksel sürece ise daha çok odaklanmamız gerektiğini kendimize hatırlatmamız yerinde olacaktır.

    5. Cesur Yeni Dünyalar: Yirmi Birinci Yüzyıla Uygun Bir Psikanaliz (1. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 1. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      Psikanaliz (psychoanalysis) son derece dayanıklı bir hayvandır (robust animal). Psikanalitik düşünce (psychoanalytic thinking) canlılık ve derinlik taşır. Kanımca, zihinle (mind) ilgili olarak entelektüel açıdan en doyurucu bakış açısıdır. Yine de, son yıllardaki ilerlemelere rağmen psikanaliz hâlâ bir kriz içindedir.

      Psikanalitik varsayımlara oldukça aşina olanlar da dâhil olmak üzere, genel okur kitlesi için psikanalist çoğu zaman artık geride bırakılması gereken fikirleri pazarlayan biri olarak görülür. Psikanalitik düşünceleri ve psikanalitik yaklaşımların uygulamasını bilimsel değerlendirmeye açmaya yönelik girişimler, bazı psikanalitik klinisyenler tarafından zaman zaman kuşkuyla karşılanır. Psikanaliz, tarihsel olarak diğer terapi modellerine karşı kibirli bir tutum benimsemiştir. Bu modeller en iyi ihtimalle tolere edilir; en kötü ihtimalle ise, belki de “öteki”ne yönelik bir korkuyu maskeleyen bir küçümsemeyle değerlendirilir. Bir meslektaşım, psikanalizin Bilişsel Davranışçı Terapi’ye (BDT) bakışını, mizahi bir şekilde “Darth Vader’ın terapötik kolu” olarak tanımlayarak bu korkuyu oldukça isabetli bir biçimde dile getirmişti. Gerçekçi olmak gerekirse, psikanaliz de bazı BDT terapistleri tarafından aynı ölçüde irrasyonel biçimde değerlendirilir.

      Psikanalitik kuram (psychoanalytic theory), tarihsel olarak tedavi eden terapistin dolaylı tanıklığına dayanan anlatılar etrafında gelişmiştir. Her terapistin biriktirdiği bu sözüm ona kanıtlar, psikanalitik varsayımların doğruluğunu kanıtlamak için, iyi bilinen bir mantık hatasına -yani geçmişteki birliktelik argümanına (argument of past co-occurrence)- dayanak olarak kullanılır. Bu, bir olayın daha önce gerçekleşmiş olmasına dayanarak, aynı durum tekrar yaşandığında kuramın doğru olduğu sonucuna varmak anlamına gelen bir mantıksal safsatadır (logical fallacy). Örneğin, bir hastanın öfkesini depresyona dönüştürerek ifade etmesi gibi bir örnek daha önce görülmüşse ve aynı örüntü yeniden gözlemlenirse, bu durumdan depresyonun içe dönmüş öfke olduğu sonucuna varmak bu türden bir mantık hatasını oluşturur. Bu argüman ikna edici olabilir, ancak taşıdığı kanıtlama değeri düşüktür. Genel olarak konuşmak gerekirse, klinisyenler olarak, hastanın tepkisi çalışma hipotezlerimizi ya da kuramsal çerçevemizi doğrulamadığında -yani olumsuz örnekle karşılaştığımızda- bunu fark etmek ve kabul etmek bizim için en zor olanıdır.

      Psikanalizin tarihsel olarak kendi içine kapalı oluşu ve içe dönük tutumu, yakın zamana kadar, tümgüçlülük (omnipotence) duygusunu dengeleyebilecek türden bir bakış açısından yoksun kalmasına yol açmıştır. Psikanaliz alanında araştırmalar sürmekte olsa da, bu etkinlik henüz kendi içinde tümüyle bütünleşmiş bir faaliyet olmaktan uzaktır. Psikanalitik terapi eğitimleri genel olarak psikanalitik fikirleri öğretirken araştırmaya yalnızca göstermelik biçimde değinir; araştırmalar ise çoğunlukla zihnin anlaşılması ya da psikoterapi uygulaması açısından gereksiz görülür. Terapötik çabalarımıza dair farklı türden destekleyici kanıtlar sunabilecek nöropsikanaliz gibi diğer disiplinlerle etkileşim ise çeşitli derecelerde dirençle karşılaşmıştır.

      Genel olarak ampirizme yönelik baskın tutum sorgulanmaya açıktır; sanki analitik kuramların geçerliliği ya da psikanalitik müdahalelerin etkililiği konusunda bilimi tartışmaya davet etmek, analitik ruhu şeytana satmakla eşdeğer görülmektedir. Bazı psikanalitik klinisyenlerin yaptığı gibi, psikanalizin bir bilim olmadığını ve bu nedenle diğer bilimsel girişimlerin ölçütleriyle değerlendirilmesinin anlamsız olduğunu savunmak, kritik bir meseleyi göz ardı etmek anlamına gelir: Eğer psikanaliz ve psikanalitik terapi psikolojik sorunlara yönelik birer tedavi yöntemi ise, bunların nasıl işlediğini anlamak ve etkili olup olmadıklarını denetlemek bizim sorumluluğumuzdur. Ben katı bir deneyselci olmaktan çok uzağım; örneğin psikanaliz yalnızca bir felsefe olduğunu iddia etseydi, deneysel geçerlilik bir sorun teşkil etmezdi. Heidegger’in ya da Nietzsche’nin insan doğasına dair görüşleri önemlidir ve kendimizi ve yaşamımızı düşünmemize yardımcı olur. Ancak ne Nietzsche ne de Heidegger, psikolojik sorunları resmen tedavi etmeye yönelik bir iddiada bulunmuşlardır -her ne kadar insan doğasına ilişkin aydınlatıcı pek çok şey söylemiş olsalar da. Psikanaliz, psikolojik sorunlara yönelik bir tedavi (treatment) yöntemi olduğunu iddia ettiği ve bu hizmetin sunumu için kamusal fon talep ettiği için, mevcut yöntemlerin sınırlılıklarına rağmen, etkililiğini değerlendirme sorumluluğumuz vardır.

      Psikanalizin bilimle olan çelişkili ilişkisini eleştirdikten sonra, psikanaliz eleştirmenlerinin benimsediği dar görüşlü bilim anlayışına da değinmek önemlidir. Psikanalizin bilimsel statüsüne ilişkin tartışma artık iyice yıpranmış ve kısır bir döngüye dönüşmüştür. Fonagy’nin hatırlattığı üzere:

      Birçok disiplin, nicel ölçüm temel bir araç olmasa ve deneyler paleontolojide olduğu gibi tekrar edilemese bile, bilim olarak kabul edilir. Newton’un kuramı da yanlışlanabilir değildir. Ayrıca, belli bir genellik düzeyinin ötesinde bir kuramı “kanıtlamak” mümkün değildir; bu tür bir kuram yalnızca çok çeşitli olguları düzenleme kapasitesine göre kabul edilir ya da edilmez.

      (akt. Fonagy ve diğ., 1999)

      Bilim, çoğu zaman bilgiye ulaşmanın tek saygın yolu olarak idealleştirilir. Oysa bilimsel çaba, tarafsız ya da duygulardan arınmış olmaktan çok uzaktır. Bir kuramı doğrulayan ve diğerini çürüten istatistiklerin ardında, derin tutkularla hareket eden araştırmacılar yer alır. Luborsky’nin (1999) psikanalitik sonuçlarla ilgili yaptığı çalışmada gösterdiği üzere, bir makalenin bir psikoterapi yöntemine ilişkin ne tür bir sonuçla biteceği, yalnızca birinci yazarın kuramsal yöneliminden tahmin edilebilmektedir. Ancak bu uyarı, psikanalizin geleceği için ampirik gelenekte neyin yararlı olabileceğini araştırmaktan bizi alıkoymamalıdır.

      Psikanaliz, insan zihnine dair varsayımlarda bulunmamıza imkân tanır. Bu varsayımların birçoğu, ampirik olarak sınanması güç olan türdendir. Psikanalitik kavramlar karmaşıktır; ancak karmaşıklık, terimlerimizi işlevsel hâle getirmekten kaçınmak için yeterli bir gerekçe değildir. En azından kendi kanaatimce, psikanalizin kavramlarını işlevsel hâle getirmek için daha fazla çaba gösterilebileceğine şüphe yoktur; böylece, kavramları araştırmak için yaratıcı yollar bulma yetisine sahip olanlar bunu daha verimli biçimde yapabilir ve psikanalizi bir kuram olarak ampirik bir temele kavuşturabilirler. Daha yerleşik bir ampirik temel olmadığında, belirli kuramlara bağlılıklar gelişir; çünkü bir fikir bizi “ele geçirir (grabbed)” ya da psikanalitik eğitimimiz “bir tür telkin atmosferinde” yürütülmüştür (Kernberg, 1986: 799). Benimsediğimiz kuramlar, ardından hastalarla ne yaptığımızı meşrulaştırmak için kullanılır.

      Tüm bilgi birikimi, hem rasyonel hem de irrasyonel güçlerin etkisine açıktır. Bilimsel bulguların statüsüne ilişkin daha basitleştirici bazı düşüncelere karşı koymak hayati önem taşır. Ancak aynı şekilde, eğer tüm bilgi birikimi bilinçdışı güçlere karşı savunmasızsa, bu durum bize “klinik bilgimizin” de benzer biçimde zedelenmiş olabileceğini hatırlatır; dolayısıyla bir olguyu “anlama” görevine hangi perspektiften yaklaşılırsa yaklaşılsın, daima bir tür düzeltici işlev görecek başka bir perspektife ihtiyaç duyarız. Araştırma, klinisyen için böyle bir “öteki/başka” perspektifi sağlayabilir; tıpkı klinisyenin de araştırmacıyı, kendi bilimsel bakış alanındaki potansiyel kör noktalara karşı uyarabileceği gibi.

      Elbette, bilimsel ve titiz bir yaklaşımı benimsemek, kişinin doğrudan araştırma denemelerine katılmasını gerektirmez. Ancak, psikanalitik olsun ya da olmasın, tüm terapistlerin araştırmalarla aşinalık içinde olmayı mesleki rollerinin ayrılmaz bir sorumluluğu olarak görmeleri gerektiğine kesinlikle inanıyorum. Eğer bu konuda herhangi bir kuşkunuz varsa, kendinize bir doktordan beklentinizin ne olacağını sorun. Bir doktorun yalnızca yüz yıl önce yaşamış birkaç hekimin çalışmalarına hâkim olduğunu bilseniz, ya da size neden bir yöntemi diğerine tercih ettiğini bilgili bir şekilde açıklayamasa veya seçtiği müdahalenin etkili olduğuna dair herhangi bir kanıt sunamasa, onun önerilerine güvenir miydiniz? Unutmayalım ki psikoterapi güçlü bir araçtır -ve bu gücü, büyük ölçüde, nasıl işlediğini hâlâ tam olarak anlayamamış olmamızdan kaynaklanmaktadır.

      Belirli psikanalitik müdahalelerin etkililiğine dair araştırmaların görece azlığı göz önüne alındığında, yalnızca araştırmalarla desteklenmiş teknikleri sunmakla yetinmiş olsaydım, bu kitap oldukça ince olurdu. Bu durum, bu arada, diğer psikoterapi türleri üzerine yazılmış bir kitap için de geçerli olurdu. BDT’nin psikoterapi sonuç literatüründen güçlü destek almış olması, hangi temel müdahalelerin fark yarattığını bildiğimiz anlamına gelmez. Araştırmaların işaret ettiği şey, bir şey söylenecekse eğer, olumlu sonuçlarla ilişkilendirilen bazı temel müdahalelerin geleneksel olarak psikanalitik uygulamayla özdeşleştirilen teknikler olduğudur (bkz. Bölüm 2).

      Peki… İşe Yarıyor Mu? Psikanalitik Psikoterapiye Dair Kanıt Temelini İncelemek

      Bildiğimiz üzere, BDT’ye ilişkin kanıtlar, psikanalitik psikoterapiye kıyasla daha fazladır. Elbette, kanıtın yokluğu, etkililiğin yokluğuna dair bir kanıt değildir. Dahası, günümüzde elimizde bazı kanıtlar bulunmaktadır ve bu kitabın ilk basımından bu yana kanıt temeli genişlemiştir.

      Günümüzde kamu sağlık sektöründe hâkim olan ortamda, araştırma ile psikanalizin birbiriyle daha yakından ilişki kurması gerekmektedir; çünkü sağlık hizmetlerinde temel bir yönlendirici olan kanıta dayalı uygulama (evidence-based practice) kalıcıdır. Psikanalitik psikoterapi sunan uygulayıcılar olarak bu durumun bizlere yüklediği sorumlulukla yüzleşmeliyiz ve sunduğumuz şeyin kamu ruh sağlığına özgün ve etkili bir katkı sağlayabileceğini ortaya koymalıyız. Kamuya karşı hesap verebilirliğe yönelik talep, psikanalitik bilgi birikimi ve onun uygulamalarının yalnızca tarihsel bir ilgi nesnesi mi yoksa çağdaş ruh sağlığı hizmetlerinin ön saflarında yer alan bir yaklaşım mı olmasını istediğimizi, benzeri görülmemiş bir güçle düşünmeye sevk etmektedir.

      Bu talep ile ilişki kurmak, yerleşik uygulamalara yabancı gelebilecek farklı yöntemleri denememizi gerektirir (örneğin, oturum bazlı sonuç izleme) ve bu uygulamalar birçok kişi için terapötik durumda gerçekleşenlerle tamamen ilgisiz görünebilir. Savunulabilir bir biçimde, bu durum aynı zamanda bizim bu dışsal kültüre, özgün biçimde psikanalitik ve uygulamaya dayalı bir bakış açısından etkin şekilde karşılık vermemizi gerektirir; böylece sadece üzerimize dayatıldığını düşündüğümüz şeylere uyum sağlamakla yetinmiş olmayız (gerçi zaman zaman bunu da zorunluluktan yapmak durumunda kalabiliriz), fakat aynı zamanda bilimsel araştırmanın çeşitleri ile farklı yöntem türlerinin katkıları ve sınırlılıklarına ilişkin söyleme biz de katkıda bulunmuş oluruz.

      Psikoterapi araştırmalarının tarihine geriye dönüp baktığımızda, psikanalitik müdahalelerin sıklıkla, ölçülen değişimlerin psikanalizin genel hedefleriyle doğrudan ilişkili olmadığı, aksine tıbbi müdahalelere daha uygun düştüğü araştırma ortamlarında rekabet etmek durumunda kaldığı açıkça görülür. Kullanılan ölçüm araçlarının çoğu, özünde keyfidir [teorik temelden yoksun, rastgele seçilmiş] ; ancak kanıta dayalı uygulama kültüründe, bu ölçütlerin dış dünyada kendiliğinden bir değere karşılık geldiği varsayılır (Kazdin, 2006). Ancak, sıklıkla kullanılan birçok semptom ölçeğinde elde edilen değişimlerin gerçek yaşam açısından taşıdığı anlamı sorgulamak, bizler için yerinde olur. Ölçütler keyfi olsa da, herhangi bir tedavi türünü değerlendirmeye yönelik olarak kullanıldıklarında, değerlendirdikleri yönteme karşı nötr olmalıdır. Aksi takdirde, tedaviler semptom ölçeklerini hedeflemeye başlar; bu da, altta yatan patolojik süreci ele almak yerine, sadece ölçeklerdeki puanları değiştirmeyi amaçlamak anlamına gelir (Fonagy, 2010).

      Müdahalelerimizin etkisini incelemek için kullandığımız yöntemler de, hiç kuşkusuz, eleştirel bir değerlendirmeyi hak etmektedir. Son birkaç on yıldır, randomize kontrollü çalışma (RKÇ) (randomised controlled trial) (RCT), birçok kişi tarafından psikoterapi araştırmalarında altın standart (gold standart) olarak kabul edilmiştir. Ne var ki, Sir Michael Rawlins, 2008 yılında Royal College of Physicians’taki Harveian Konferansı’nda yaptığı konuşmada, kanıta dayalı tıpta RKÇ’lerin aşırı değerli görülmesi konusunda uyarıda bulunmuştur. Rawlins özellikle, RKÇ sonuçlarının genellenebilirliğini sorgulamıştır. Nitekim psikoterapi RKÇ’lerinin yürütüldüğü ortamlar, klinisyenler olarak alışkın olduğumuz gerçek klinik bağlamlardan oldukça farklıdır (La Greca ve ark., 2009; Weiss ve ark., 2009). Ayrıca, psikoterapi RKÇ’lerinde uygulanan tedavi, seans sıklığı, başlama zamanı, terapi süresi, eşzamanlı tedaviler ve uygulayıcıların becerisi ile terapötik bağlılığı gibi açılardan, çoğu zaman gerçek klinik uygulamayla örtüşmez. Bu nedenle, bir çalışmadan elde edilen yarar değerlendirmesinin, sıradan klinik ortamlara ne ölçüde uygulanabilir olduğu ciddi biçimde sorgulanmalıdır.

      Bu uyarıcı girişe rağmen, mevcut bilimsel kanıtlar müdahalelerimiz hakkında bize ne söylüyor?

      İyi haber şu ki, psikoterapi (genel anlamıyla) işe yaramaktadır; muhtemelen 1000’den fazla çalışmayı kapsayan bulgulara göre, psikoterapinin ortalama etki büyüklüğü (effect size) 0.8 olarak saptanmıştır (Wampold, 2001, 2007). Etki büyüklüğü (EB), rastgele seçilen bir bireyin psikoterapiyle tedavi edildiğinde, kontrol grubundaki rastgele seçilmiş bir bireye göre daha iyi durumda olma olasılığına işaret eder (Cohen, 1962). Bu da, psikoterapi alan hastaların yaklaşık dörtte üçünün, kendiliğinden iyileşmeye bırakılanlara kıyasla daha iyi durumda olduğunu göstermektedir. Psikoterapi, genellikle psikoaktif ilaçlar kadar etkilidir ve bazı bağlamlarda, her iki yöntemin birlikte uygulanmasının ek yararlar sağladığına dair kanıtlar da mevcuttur (örneğin bkz. Cuijpers ve ark., 2009). Beklenebileceği üzere, iyileşme oranları, yaşanan sıkıntının şiddeti ve tedavi süresine bağlıdır (Kopta ve ark., 1999). Ortalama olarak, akut duygusal sıkıntılar, 25 seans içinde vakaların yaklaşık %75’inde iyileşme göstermektedir. Öte yandan, çeşitli biçimlerde tanımlanan kronik bozukluklar, genellikle daha uzun süreli bir tedavi süreci gerektirmektedir.

      Açık nedenlerle -başta ekonomik etkenler olmak üzere- yalnızca kamu ruh sağlığı hizmetlerini finanse eden kuruluşlar tarafından değil, aynı zamanda özel sektörde de kısa süreli müdahalelere yönelik güçlü bir ilgi bulunmaktadır. Zira ekonomik durgunluklar ve iş hayatının zorlukları, potansiyel hastaların uzun süreli müdahalelere bağlanmasını zorlaştırmaktadır. Meta-analitik derlemeler (meta-analytic review), hem randomize kontrollü çalışmalar hem de korelasyonel araştırmalar temelinde, depresyon için uygulanan psikodinamik psikoterapilerin güçlü öncesi-sonrası etkiler (pre-post effect) [müdahale öncesi ve sonrası değişim etkisi] sağladığını göstermektedir (Abbass, 2007; Cuijpers, 2008; Knekt, 2008). Bu yaklaşımların, psikoaktif ilaçlarla benzer düzeyde etkili olduğuna (Salminen, 2008) ve hatta antidepresan tedavinin etkinliğini artırma kapasitesine sahip olduğuna dair bulgular mevcuttur (de Maat, 2008); ancak, klinik olarak etkili hâle gelmesi biraz daha uzun sürebilmektedir. Bununla birlikte, her bir tedavi kolunda ortalama 25 hasta yer aldığından, istatistiksel güç yetersiz kalmakta, bu da tedaviler arasındaki farklılıkların güvenilir biçimde saptanmasını güçleştirmektedir.

      Karşılaştırmalı araştırmalar, kısa süreli analitik müdahalelerin (diğer adıyla kısa süreli psikodinamik psikoterapinin (short-term psychodynamic psychotherapy)), tedavi sonunda diğer yöntemlere kıyasla daha az etkili olduğunu göstermektedir. Bu sonuç; araştırma tasarımı (randomize kontrollü çalışma ya da kohort çalışması), kullanılan tekniklerin (ağırlıklı olarak destekleyici ya da ifade edici olması), körleme kalitesi,
      antidepresan kullanımı, katılımcıların cinsiyeti ve yaşı, seans sayısı,
      semptom şiddeti, katılımcıların toplumdan mı yoksa kliniklerden mi alındığı
      ve analiz türü (niyet-ölçüm analizi mi yoksa yalnızca tedaviyi tamamlayanlara göre analiz mi) gibi değişkenlerden bağımsız olarak ortaya çıkmaktadır. Driessen ve arkadaşları (2010), psikanalitik psikoterapinin kontrol koşullarına göre daha etkili olabileceğini, ancak tedavi sonunda diğer müdahalelerle karşılaştırıldığında daha az etkili göründüğünü bildirmiştir. Ancak, 3 ve 9 aylık izlem değerlendirmelerinde, gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır.

      Görünüşe göre, kısa süreli analitik müdahaleler ile diğer terapi türleri arasındaki farklar, terapinin sonlanma (termination) noktasından uzaklaşıldıkça azalmakta (sonlanma, klasik olarak, başvuru sorunlarının yeniden ortaya çıkmasına neden olan bir süreç olarak kabul edilir). Ayrıca, yayın yanlılığına (publication bias) ilişkin bulgular da mevcuttur; bu yanlılık istatistiksel olarak düzeltildiğinde, iki yaklaşım arasındaki farkların anlamlılığı ortadan kalkmaktadır. Ölçüm araçlarının bazı durumlarda gösterdiği tepkiye bağlı olarak da bu farkın abartılmış olabileceği düşünülmektedir. Fonagy’nin (2005, 2010) nicel araştırmaları titizlikle incelediği çalışmaları da benzer sonuçlara işaret etmektedir: genel olarak, bilişsel davranışçı terapi (BDT) ve kişilerarası terapi (KT) gibi yaklaşımların psikodinamik terapilere göre daha etkili olduğu yönündeki bulgular doğrudur; ancak bu durum esasen kısa süreli psikodinamik terapilerin uygulama biçiminde gözlenen standart eksikliği ve kuramsal tutarsızlıktan kaynaklanmakta, terapinin kendisinin etkililiğine dair doğrudan bir zayıflık göstermemektedir. Örneğin, BDT’ye kıyasla psikodinamik psikoterapilerin daha düşük etkiler göstermesi, dinamik terapistlerin kısa süreli ve semptom odaklı tedavi bağlamlarında uzun süreli yoğun terapilere özgü yöntemleri kullanmaları durumunda gözlenmektedir (örneğin bkz. Durham, 1994).

      Yakın tarihli geniş ölçekli bir çalışma (n = 341) (Driessen ve ark., 2013), psikodinamik terapi ile bilişsel davranışçı terapinin etkililiğini karşılaştırmıştır. Sonuç değişkenlerinin hiçbirinde istatistiksel olarak anlamlı bir tedavi farkı bulunmamıştır. Tedavi sonrası ortalama remisyon oranı %22,7 olarak belirlenmiştir. Farklı bir bakış açısından değerlendirildiğinde, bu çalışma psikodinamik psikoterapinin BDT’ye kıyasla daha az etkili olmadığını göstermiş olsa da, depresyon tanısı almış ayaktan hastaların, yetkin terapistlerden iyi tedaviler alsalar dahi, elde ettikleri sonuçların ideal düzeyin oldukça altında kaldığını da ortaya koymuştur (Thase, 2013). Bu bulgu, psikoterapinin -yaklaşımı ne olursa olsun- her derde deva bir çözüm olmadığını hatırlatan ciddi bir uyarıdır.

      Daha uzun süreli psikanalitik müdahaleler, özellikle de bireyleri 18 ay ya da daha uzun süre boyunca tercih ettikleri tedavi biçiminden feragat etmeye ikna etmenin zorluğu nedeniyle, araştırmacılar için daha büyük bir metodolojik meydan okuma oluşturmuştur [Psikanalitik terapiler uzun sürdüğü için, bunları bilimsel olarak incelemek zordur. Çünkü deneklerin, 1,5 yıl veya daha uzun süre sevdikleri/istedikleri terapiden vazgeçmeleri istenir (randomize deneylerde bu gerekir); bunu kabul ettirmek zordur; bu da araştırmaların tasarlanmasını karmaşıklaştırır]. Buna rağmen, de Maat ve arkadaşlarının (2009) gerçekleştirdiği derleme çalışması, 5000 hastayı kapsayan 27 araştırmayı bir araya getirmiştir. Bu çalışmaların bir kısmında uzun süreli terapilerin semptom azaltımı üzerindeki etkisi ölçülmüş, bir kısmında ise kişilik değişimlerine ilişkin veriler toplanmıştır. Toplam sonuç değişkenlerine ilişkin etki büyüklüğü 0.8 ile 1 arasında bulunmuş, takip değerlendirmelerinde ise bu etki büyüklüğünün hafif düzeyde artma eğilimi gösterdiği saptanmıştır. Ayrıca, bu etki büyüklüklerinin psikanaliz için psikoterapiye kıyasla bir miktar daha yüksek olduğu görülmüştür. Başarı oranı (success) en azından orta düzeyde bir iyileşme olarak tanımlandığında, semptomlara yönelik başarı oranı klinisyen görüşüne göre yaklaşık %70, hastaların öznel bildirimlerine göre ise %60 ila %70 arasında değişmektedir.

      Leichsenring ve Rabung’un (2008) gerçekleştirdiği meta-analiz oldukça iddialıydı ve toplam 23 çalışmayı kapsamaktaydı. Söz konusu çalışmalar, zorlayıcı psikolojik sorunlarla ilgiliydi; ancak ön-son değerlendirme etki büyüklükleri (pre-post effect sizes) tutarlı biçimde yüksekti. Su götürür biçimde, yazarlar bu etki büyüklüklerini benzer hasta gruplarıyla yapılan kısa süreli terapi çalışmalarında elde edilen sonuçlarla karşılaştırdılar ve uzun süreli tedavinin anlamlı biçimde üstün olduğunu buldular.

      Bu denli cesaret verici sonuçlar kısa süre içinde çeşitli araştırmacılar tarafından sorgulanmıştır (Beck & Bhar, 2009; Glass, 2008; Kriston ve ark., 2009; Roepke & Renneberg, 2009; Thombs ve ark., 2009). Gerçekten de incelenen çalışmaların çoğu, esasen kontrolsüz ve heterojen yapıdaydı. Bu eleştirilere yanıt vermeyi amaçlayan sonraki bir çalışmada, uzun süreli psikanalitik psikoterapinin diğer tedavi türlerine kıyasla etkililiğini değerlendiren 10 kontrollü çalışma belirlenmiştir (Bachar ve ark., 1999; Bateman & Fonagy, 1999; Bateman & Fonagy, baskıda; Clarkin ve ark., 2007; Dare ve ark., 2001; Gregory ve ark., 2008; Huber ve ark., sunumda; Korner ve ark., 2006; Svartberg ve ark., 2004). Bu çalışmalar, özellikle karmaşık psikiyatrik bozuklukların tedavisinde -başlıca kişilik bozuklukları (7 çalışma), yeme bozuklukları (2 çalışma) ve depresyon (1 çalışma)- yürütülmüştür. Karşılaştırmalar şu tedavi türleriyle yapılmıştır: BDT (Bilişsel Davranışçı Terapi), DDT (Diyalektik Davranışçı Terapi (Dialectical Behaviour Therapy)), BAT (Bilişsel Analitik Terapi (Cognitive Analytic Therapy)), YKY (Yapılandırılmış Klinik Yönetim (Structured Clinical Management)) ve RT (Rutin Tedavi (Treatment as Usual)). [Treatment as Usual (TAU), bir hasta grubuna araştırma dışı klinik ortamlarda zaten sunulmakta olan standart tedavi uygulamalarının aynen verilmesidir. Bu tedavi, araştırma kapsamında özel olarak geliştirilmiş veya değiştirilmiş değildir; gerçek dünyadaki uygulamayı yansıtır.] Tedaviler ortalama 70 hafta sürmüş ve toplamda yaklaşık 120 seans uygulanmıştır. Elde edilen bulgular, önceki analizlerle benzerlik göstermektedir. Gruplar arası ortalama etki büyüklüğü 0.67 olup, hedef sorunlara yönelik etki büyüklüğü 0.88 iken, genel psikiyatrik belirtiler için 0.54 olarak bulunmuştur. Bu bulgular, uzun süreli psikodinamik psikoterapinin karmaşık ruhsal bozuklukların tedavisinde daha az yoğun tedavilere göre üstün olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

      Knekt ve arkadaşlarının (2008) yürüttüğü Helsinki çalışması, çözüm odaklı terapi (Solution-focused Therapy) ve kısa süreli psikodinamik psikoterapiyi (short-term psychodynamic psychotherapy), uzun süreli psikodinamik psikoterapi (long-term psychodynamic psychotherapy) ile karşılaştırmıştır. Katılımcılar, depresyon ve anksiyete semptomlarının bir arada görüldüğü karma durumlar nedeniyle tedaviye alınmıştır. Hastalar üç yıl boyunca izlenmiş; uzun süreli tedavinin anlamlı bir yarar sağladığı ancak 18. ayda ya da 24. ayda değil, yalnızca 36. ayda gözlemlenmiştir.

      Şimdiye kadar gözden geçirilenleri değerlendirdiğimizde iyimser olmakta haklıyız: psikanalitik terapinin etkililiğini destekleyen bazı kanıtlar mevcuttur. Ancak kötü haber şu ki, bu kanıtlar söz konusu müdahalelerin ruh sağlığı hizmetlerinin bütünleyici bir parçası olarak geleceğini güvence altına almak için henüz yeterli düzeyde değildir. Ayrıca, araştırmalar bu terapilerin işe yaradığını göstermesine rağmen, nasıl işe yaradıklarını anlamamıza henüz yardımcı olmamaktadır. Bu da, terapötik etkililiği etkileyen değişkenlerin (moderators of therapeutic effectiveness) daha iyi anlaşılmasını gitgide daha fazla gerekli kılmaktadır.

      Hızla ilerleyen biyolojik araştırmalar, terapinin ne ölçüde etkili olabileceği konusunda genetik sınırlılıkların bulunabileceğine dair ikna edici kanıtlar sunmaktadır. Örneğin Caspi ve Moffitt (2003), 21 ile 26 yaşları arasında yaşanan stresli yaşam olaylarının sayısı ile depresyon, intihar düşüncesi ve intihar girişimi olasılığı arasındaki ilişkinin 5HTT genotipi tarafından düzenlendiğini göstermiştir. Yalnızca bu genotipin iki kısa aleline sahip bireyler, dört yaşam olayı yaşadıklarında artmış intihar düşüncesi gösterme eğilimindeydi. Buna karşılık, iki uzun alele (allele) sahip olanlarda yaşam olayları ile intihar düşüncesi arasında hiçbir ilişki gözlenmemiştir. Benzer şekilde, Barry ve arkadaşlarının (2008) yürüttüğü başka bir çalışmada, anne duyarlılığının, bebeklerin güvenli bağlanmasını öngördüğü, ancak bu etkinin yalnızca 5HTT genotipinin kısa aleline sahip bebekler için geçerli olduğu bulunmuştur. Uzun alele sahip bebekler ise annelerinin duyarlılık düzeyinden bağımsız olarak eşit olasılıkla güvenli bağlanma geliştirmiştir. Bu çalışmalar, terapinin etkisini ortaya çıkaran mekanizmanın, biyolojik olarak ayrışan birey grupları arasında önemli ölçüde farklılık gösterebileceği olasılığını gündeme getirmektedir.

      Uygulamalı Psikanalitik Çalışma: Dinamik Kişilerarası Terapinin (DKT) Gelişimi

      Daha önce de gördüğümüz gibi, kanıta dayalı tıp (KDT) (evidence-based medicine (EBM)) kültürü, psikodinamik psikoterapi uygulayıcılarını bu terapi biçiminin etkililiğini gerekçelendirme zorunluluğuyla karşı karşıya bırakmıştır. Bu kültür, psikodinamik uygulama açısından -bir bakıma- “hasım (enemy)” gibi algılanabilir; ancak yalnızca bir tehdit oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda dikkatimizi sunduğumuz hizmetlerin kalitesini izleyebilmek adına yaptıklarımızı sistematik biçimde değerlendirme gerekliliğine ve terapist yetkinliği gibi zorlu bir meseleye -bu yetkinliğin nasıl tanımlanacağı, geliştirileceği ve değerlendirileceği sorularına- yararlı biçimde yöneltmiştir. Örneğin Birleşik Krallık’ta Sağlık Bakanlığı, psikodinamik psikoterapi de dahil olmak üzere çeşitli psikolojik tedavilere ilişkin yetkinlik alanlarının geliştirilmesine yatırım yapmıştır. Dinamik kişilerarası terapi (DKT) bu çalışmalardan doğmuştur. DKT, özellikle depresyon ve anksiyete gibi duygudurum bozukluklarının tedavisine yönelik geliştirilmiş 16 seanslık kısa süreli bireysel psikodinamik terapi protokolüdür.

      Psikodinamik Yetkinlikler Çerçevesi (Psychodynamic Competences Framework) (Lemma ve ark., 2008)2,3, etkililiğe dair ampirik kanıtlara dayanan bir psikodinamik yetkinlik modeli tanımlar. Bu çerçeve, birlikte ele alındığında, sonuç araştırmalarında gözlemlenen ve etkili klinik uygulama olarak kanıtlanmış çeşitli etkinlik alanlarını ortaya koymaktadır.

      2Yetkinliklerin tam listesine www.ucl.ac.uk/CORE/ adresinden erişilebilir.

      3Birleşik Krallık’ta Mayıs 2007’de başlatılan Psikolojik Terapilere Erişimi Artırma (Improving Access to Psychological Therapies) (IAPT) programı, psikolojik terapi uygulamalarına yönelik yetkinliklerin geliştirilmesine ilişkin ilk çalışma dalgasına zemin hazırlamıştır. Bu kapsamda geliştirilen Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) yetkinlik modeli, diğer psikolojik terapi türleriyle ilişkili yetkinlikleri açık biçimde tanımlamak amacıyla bir “örnek model” olarak tasarlanmıştır (Roth & Pilling, 2008).

      Bu çalışma, el kitabı (manuel) eşliğinde yürütülmüş kontrollü çalışmalardaki sonuçlara dayanarak, etkililiği en güçlü biçimde kanıtlanmış psikodinamik yaklaşımları belirleyerek başlamıştır. Hangi çalışmaların seçileceğini belirlemek amacıyla, Roth ve Fonagy’nin (2005) gerçekleştirdiği psikolojik terapi derlemeleri ile, Ulusal Sağlık ve Klinik Mükemmeliyet Enstitüsü (NICE) için yapılan kapsam belirleme (scoping) çalışmaları kapsamında sonuçlar, Araştırma ve Etkililik Merkezi (Centre for Outcomes, Research and Effectiveness) tarafından tutulan klinik deney ve sistematik derleme veri tabanı birleştirilmiştir. Bu birleştirilmiş listeye ek olarak, farklı analitik gelenekleri temsil eden kıdemli klinisyen ve araştırmacılardan oluşan bir Uzman Referans Grubu da sürece dahil edilmiştir. Bu süreç sonunda, çerçeveye dâhil edilebilecek nitelikteki klinik araştırmalar belirlenmiş ve bu çalışmalarda kullanılan terapi el kitaplarına ulaşılmıştır. Yalnızca erişilebilir bir terapi kılavuzunun (manuelin) kullanıldığı çalışmalar çerçeveye dâhil edilmiştir. Bu el kitapları, terapistlerden ne yapılmasının beklendiğine odaklanılarak dikkatle incelenmiştir. Yapılan bu niteliksel analiz, psikanalitik psikoterapi uygulamak için gerekli olan temel, özgül ve üst düzey yetkinliklerin yapılandırılmış biçimde tanımlanmasına zemin hazırlamıştır (bkz. Şekil 1.1). Bu yetkinlikler, mümkün olan durumlarda, ilgili el kitaplarının yazarları ve farklı psikanalitik gelenekleri temsil eden Uzman Referans Grubu tarafından meslektaş değerlendirmesi sürecine tabi tutulmuştur. El kitaplarını tamamlayıcı bir kaynak olarak, psikanalitik terminolojiyi açıklayan ve bu kavramların klinik uygulamaya nasıl çevrileceğini net biçimde betimleyen çokça atıf yapılan bazı temel kaynaklara da başvurulmuştur (örneğin: Bateman, 2000; Etchegoyen, 1999; Greenson, 1967).

      DKT geliştirilme gerekçesi, klinisyen, eğitmen ve araştırmacı olarak edindiğimiz ortak deneyime (Lemma, Target ve Fonagy, 2011) dayanmaktadır. Bu deneyim bizi, yetkinlikler çerçevesinin, mevcut bilimsel kanıtlar temelinde yapılandırılmış ve duygudurum bozukluklarına (özellikle depresyon ve anksiyeteye) özgü odaklanmayla uygulandığında dışsal/ampirik geçerlilik taşıyan, temel ve ortak psikanalitik ilke ve teknikleri entegre eden bir protokol geliştirme fırsatı sunduğu konusunda ikna etmiştir. Bu nedenle DKT, farklı dinamik terapi yaklaşımlarından alınmış yöntemleri bilinçli olarak bir araya getirir ve bu alanda daha önce kısa süreli dinamik modellerin geliştirilmesinde yer almış olan terapistlerin DKT içerisinde pek çok tanıdık strateji ve tekniğe rastlaması beklenir. DKT’nin amacı, yeni bir psikanalitik alt-ekol sunmak değildir. Aksine, NICE tarafından kanıt temelli terapi örnekleri arasında kabul edilen psikodinamik psikoterapi uygulamalarının temel bileşenlerini bir araya getiren bir tedavi ve eğitim kılavuzu niteliğindedir (örneğin bkz. de Maat, 2008; Salminen, 2008).4

      4İşin aslı, depresyon üzerine yürütülmüş 23 psikodinamik tedavi çalışması bulunmaktadır (Driessen, 2010); ancak bu çalışmaların çoğunlukla birbiriyle örtüşmeyen çeşitli sınırlılıkları, NICE kılavuz geliştirme grupları tarafından dikkate alınmalarını haklı olarak engellemiştir.

      DKT, özellikle nesne ilişkileri kuramı, Sullivan’ın kişilerarası psikanalizi ve bağlanma kuramı başta olmak üzere çeşitli psikanalitik geleneklerden beslenir. Özellikle Kernberg’ün (1980), nesne ilişkileri kuramı ile ego psikolojisini, aktarım odaklı psikoterapinin (Clarkin ve ark., 2006) kuramsal çerçevesi içinde bütünleştirmesi, DKT’nin kuramsal temelinin ve müdahale odağını formüle etme biçiminin merkezinde yer alır.

      DKT terapistinin iki temel amacı vardır: (1) Hastanın, mevcut semptomları ile ilişkilerinde yaşananlar arasındaki bağlantıyı, bilinçdışı olarak tekrar eden temel bir ilişki örüntüsünü tanımlayarak fark etmesine yardımcı olmak;
      (2) Hastanın, kendi zihinsel durumları üzerine düşünebilme kapasitesini (refleksiyon yetisini) desteklemek ve kişilerarası zorluklarla başa çıkma becerisini güçlendirmek.

      Amaç yalnızca bilinçdışı bir çatışma üzerinde çalışmak değil, aynı zamanda hastanın kişilerarası yaşantılarına dair anlatılarını, onun kendi yaşantısını düşünme ve hissetme kapasitesini geliştirmesine yardımcı olacak bir araç olarak kullanmaktır. Bu odak noktası, DKT’nin temelini oluşturur ve teknik uygulamaları da bu doğrultuda şekillendirir: Terapistin müdahalelerinin (örneğin aktarım yorumları) faydalılığı, hastanın kendi öznel deneyimi üzerine düşünme kapasitesini harekete geçirip geçirmediği ölçütüyle değerlendirilir. DKT terapisti, kişinin ilişkilerinde değişim yaratabilmesini sağlamak adına, zamanla otomatikleşmiş ve bilinçdışı hale gelmiş örüntülerin görünür ve fark edilir hale getirilmesine özellikle önem verir.

      DKT modeli, üç evreden oluşan bir yapı olarak kavramsallaştırılabilir: (1) katılım/değerlendirme (engagement/assessment phase) evresi (1–4. seanslar), (2) orta evre (middle phase) (5–12. seanslar), (3) bitiş evresi (ending phase) (13–16. seanslar). Bu üç evrenin her biri, kendine özgü stratejilerle karakterize edilir.

      Başlangıç evresinin (initial phase) (1–4. seanslar) temel görevi, depresif semptomların başlangıcıyla ve/veya sürdürülmesiyle ilişkili, baskın ve tekrar eden bilinçdışı kişilerarası duygulanımsal bir örüntü (interpersonal affective pattern (IPAF)) belirlemektir. Bu örüntüyü, ötekine-göre-konumlanmış-bir-kendilik-temsilinin temel aldığı bir yapı olarak anlıyoruz. Söz konusu temsil, hastanın kişilerarası ilişki tarzını biçimlendirir ve davranışlarını organize etme biçimi nedeniyle ilişkilerinde güçlükler yaşamasına neden olur. Bu tür temsiller genellikle belirli duygulanımlar ve savunma manevraları ile bağlantılıdır. Duygulanım(lar), belirli bir kendilik-öteki temsilinin etkinleşmesine verilen yanıt olarak anlaşılır.

      Geçmiş yaşantılar, KDT’nin temel odağını oluşturmaz. Bu yaşantılar, hastayla paylaşılan vaka formülasyonuna dahil edilir; böylece kişinin mevcut zorlukları, yaşamış olduğu deneyimlerin bağlamında çerçevelenir. Ancak bu, geçmişin terapötik sürecin merkezi bir bileşeni olduğu anlamına gelmez. Aksine, terapinin kısa süreli doğası göz önüne alındığında, odak noktası hastanın kişilerarası işleyişine dair, mevcut belirtilerle yakından ilişkili temel bir kesit üzerinde yoğunlaşır. Terapist, hastanın en önemli güncel ve geçmiş ilişkilerini belirler; ancak vurguyu güncel ilişkilere yapar. Terapist ayrıca, bir ilişkinin biçimini, onu sürdüren temel süreçleri, bu ilişkinin zaman içinde değişip değişmediğini ve mevcut sorunlarla nasıl bağlantılı olduğunu ortaya koymaya çalışır.

      Kişilerarası duygulanımsal odak (KDO) (Interpersonal Affective Focus (IPAF)), terapötik sürecin orta evresinde (middle phase) (5–12. seanslar) terapistin müdahalelerine rehberlik eder. Bu evrede terapist, hastanın odağını IPAF üzerinde tutmasına ve kişilerarası zorluklarını çözmeye yönelik yeni yollar düşünmesine yardımcı olur. Hastanın hem kendi zihninde, hem başkalarının zihninde, hem de önemli kişilerarası etkileşimlerde olup biteni psikolojik olarak anlamlandırabilmesini teşvik eden ve destekleyen sürekli bir çaba gösterilir. Son dört seans (13–16), terapinin bitiş evresini (ending phase) oluşturur ve bu evre; terapinin sona erdirilmesinin duygusal deneyimi ve bilinçdışı anlamını keşfetmeye, terapötik sürede kaydedilen ilerlemeyi gözden geçirmeye ve hastanın gelecekte karşılaşabileceği zorluklar ile kırılganlıkları öngörmesine yardımcı olmaya adanmıştır.

      Kişilerarası duygulanımsal odak, terapinin orta evresinde (middle phase) (5–12. seanslar) terapistin müdahalelerine rehberlik eder. Bu evrede terapist, hastanın kişilerarası duygulanımsal odağına odaklanmaya devam etmesine ve kişilerarası zorluklarını çözmenin yeni yollarını düşünmesine yardımcı olur. Hastanın kendi zihninde, başkalarının zihinlerinde ve önemli etkileşimlerde neler olup bittiğini psikolojik olarak anlamlandırmasını teşvik etmek ve desteklemek için tutarlı bir çaba gösterilir. Son dört seans, bitiş evresini (ending phase) (13–16) oluşturur ve terapinin sonlanmasının duygulanımsal yaşantısını ve bilinçdışı anlamını keşfetmesine, ilerlemeyi gözden geçirmesine ve gelecekteki zorlukları ve hassasiyetleri öngörmesine yardımcı olmaya adanır.

      DKT, karşılaştırmalı olarak yeni bir protokoldür ve ilk olarak 2009 yılında geliştirilmiştir; bu nedenle, bu yazının kaleme alındığı sırada ilk randomize çalışmanın sonuçları henüz mevcut değildi. Bugüne kadar yayımlanmış tek sonuçlar, iki küçük ölçekli pilot çalışmaya ilişkindir. İlk çalışma (Lemma, Target ve Fonagy, 2011), DKT’nin kabul edilebilirliğini ve seans bazında izleme ile uyumluluğunu, devam etmekte olan randomize kontrollü çalışma (RKÇ) öncesinde test etmeyi amaçlamıştır. Art arda yönlendirilmiş on altı depresif hasta (20–53 yaş arası), 16 seanslık DKT sürecine alınmıştır. Hasta sonuçları, PHQ-9 ve GAD-7 kullanılarak, tedavi öncesi-sonrası ve her seans bazında toplanmıştır. Terapist ve süpervizyon geri bildirimleri, bu yapılandırılmış psikanalitik tedavinin etkili bir şekilde öğretilebildiğini ve ilgili temel yetkinliklerin süpervizyon altındaki klinik çalışmada edinildiğini ve sergilendiğini göstermektedir. Hastalar tedaviyi kabul edilebilir ve kendi problemleriyle ilişkili bulmuşlardır. Tedavi, anksiyete ve depresyon semptomlarının seans bazında izlenmesiyle uyumlu görünmektedir. DKT, bildirilen semptomlarda bir vaka dışında tüm vakalarda anlamlı bir azalma ile ilişkilendirilmiştir ve hastaların %70’inde bu semptomlar klinik eşik düzeyinin altına düşmüştür. Sonuçlar, DKT’nin seçilmemiş bir birinci basamak hasta grubunda kabul edilebilirliği ve etkililiği açısından umut verici olduğunu ve psikodinamik eğitim almış klinisyenler tarafından kolaylıkla öğrenildiğini göstermektedir.

      İkinci yayımlanmış çalışma, çevrim içi olarak sunulan ve grup formatında düzenlenen sekiz seanslık bir KDT uyarlamasının pilot uygulamasına odaklanmıştır (Lemma & Fonagy, 2012). Yirmi dört katılımcı rastgele üç gruba atanmıştır. A koşulundaki katılımcılar (N = 8), bir terapist tarafından kolaylaştırılan ve kendine yardım materyalleriyle desteklenen çevrim içi bir DKT grubuna katılmışlardır. B koşulundaki katılımcılara (N = 8), birbirleriyle etkileşim kurabildikleri kapalı bir sanal grup alanına erişim sağlanmıştır ve A koşulundaki katılımcılar tarafından kullanılanla aynı kendine yardım materyalleri sunulmuştur; ancak çevrim içi terapist desteği olmaksızın. C koşulundaki katılımcılar (N = 8), herhangi bir yönerge ya da kolaylaştırıcı destek almadılar; ancak psikolojik zorluklarını tartışmak üzere büyük, açık ve denetimli bir sanal grup alanında sanal olarak buluşabilecekleri çevrim içi bir ruh sağlığı sitesine erişimleri vardı. Bu uygulanabilirlik çalışması, materyalin destekli ve desteksiz sunumları arasındaki değişim oranlarında anlamlı farkları tespit etmek için yeterli güce sahip değildi; ancak gruplar ayrı ayrı değerlendirildiğinde, semptomlardaki azalma yalnızca destekli grup için kontrol grubuna göre daha üstün görünmüştür. Tedavi görmüş grupların toplam tepkisi kontrol grubuyla karşılaştırıldığında, DKT kendine yardım materyallerinin faydalı olabileceğini ve değişim sürecini destekliyor gibi göründüğünü öne sürmüştür. Daha fazla çalışmaya açıkça ihtiyaç vardır.

      Kamu sektörü bağlamında, psikanalizin temel katkısı uygulamalı biçimde olmak zorundadır ve gerçekten de öyle olmalıdır. En iyi haliyle, bu uygulamalı katkının özü, farklı bağlamlara uygulanabilir ve geniş ölçüde erişilebilir olan bir düşünsel özen niteliğinden oluşur. Bu katkının öncelikle belirli psikoterapi biçimlerinin sunumu aracılığıyla ifade edilmesi gerekmez; her ne kadar bu biçimlerin kendilerine özgü temel bir yeri olsa da. Bunun yerine, bu uygulamalı çalışma modeli, psikanalizin sağlık ekonomileri içinde nasıl bir yer edinebileceğine dair radikal bir yeniden düşünme olasılığını ve gerçek bir esnekliği beraberinde getirir. DKT, psikanalizin bu tür bir uygulamasının yalnızca bir örneğidir.

      Nörobilim Psikanalizle İlgili midir?

      Yıllar boyunca, itiraf etmekten utanç duyuyorum ki, başında “nöro-” öneki bulunan herhangi bir kelime beni bir “beyin karşıtı” protestocuya dönüştürmeye yetiyordu. O zamanlar, biyoloji ve nöropsikolojinin insan zihnini anlamaya yönelik çabalara hiçbir katkısı olmadığını düşünüyordum. Onları, klinik çalışmamda ve kendi iç dünyamda uğraşmakta olduğum anlamı ve duygulanımsal yaşantıları ihmal eden indirgemeci girişimler olarak görüyordum. Kendimi, psikanalizin özünde anlam arayışıyla ilgili olduğuna ve bunun bilimsel testlerle ya da beyin anatomisiyle hiçbir ilgisi bulunmadığına inanarak, yorumbilgisel (hermeneutical) gelenek içinde rahatça konumlandırmıştım. Gerçekten de psikanaliz, başka şeylerin yanı sıra, anlamı yorumlamakla ilgilidir. Ancak kendini hiçbir zaman yalnızca bununla sınırlamamıştır. Psikanalitik kuramlar yalnızca çağrışım uyandıran anlatılar değildir; zihinsel olaylara dair evrensel iddialar ortaya koyarlar. Eğer psikanaliz evrensel iddialarda bulunuyorsa, ciddiye alınabilmesi için bu iddiaları kanıtlarla desteklemek zorundadır. Öte yandan, eğer bu meydan okumadan kaçınır ve psikanalizin tümünün az çok yardımcı anlatılar yaratmaktan ibaret olduğunu savunursak, psikanaliz Freud’un başlangıçta sorduğu sorulara cevap bulma çabasından vazgeçmiş olur. Bu, bana göre, bizim kaybımız olurdu.

      Bu ikinci baskıyı, psikanalizin hayatta kalabilmesi için diğer disiplinlerden öğrenmesi ve bazı fikirlerinin test edilmesine yardımcı olabilecek yeni yöntemler edinmek üzere bu disiplinlerle bir diyaloga girmesi gerektiğine, ilk baskıya göre daha fazla ikna olmuş bir şekilde yazıyorum. Özellikle, biyoloji ve bilişsel nörobilimle bir diyaloga girmesi gereklidir. Bilişsel, duygulanımsal ve sosyal nörobilim alanlarındaki son gelişmeler, bu alanların psikanaliz için merkezi önemde olan zihin yönlerini incelemesini mümkün kılmıştır. Bu gelişmeler, psikanaliz için bir dizi olasılığı gündeme getirmektedir (Fonagy,
      2004; Kernberg, 2004; Mayes, 2003; Michels & Roose, 2005; Nagera, 2001; Northoff & Boeker, 2006; Panksepp, 1998; Semenza, 2001; Shevrin, 2002;
      Shulman & Reiser, 2004).

      Psikanaliz ile nörobilimler arasındaki yakınlaşma, her iki tarafta da kaygı ve düşmanlık uyandırmıştır (Blass & Carmeli, 2007; Brothers, 2002; Hobson, 2005; Mechelli, 2010; Pulver, 2003). Bana kalırsa bu oldukça anlaşılırdır; psikanalitik uygulayıcılar tarafından dile getirilen endişeler, bazı bilişsel bilimcilerin ve nörobilimcilerin kuramlarında ve araştırmalarında öznelliği ve birinci şahıs anlatılarını göz ardı etmelerine odaklanmaktadır. Nörobiyoloji, örneğin, bize asla bir başkasının bir imgeye ya da duyguya dair yaşantısını veremez. Hepimiz aynı resme bakabiliriz, fakat her birimiz yaşantıyı kendi benzersiz gelişimsel geçmişimize göre üretiriz. Zihnin nörobiyolojisine odaklanmak, onu tamamen nesnel olarak bilinebilecek bir şeye indirgediğimiz ve böylece psikanalizi gereksiz kıldığımız anlamına gelmez.

      Psikanaliz ile nörobilim arasında basit ve doğrudan bir ilişki olmadığı doğrudur. Psikanaliz, nörobilimdeki mevcut bilgiyle kolayca örtüşmeyen son derece karmaşık psişik süreçleri tartışır. Ancak, çok uzun süredir var olan bu uçurumu kapatma yönündeki çabalar övgüye değerdir: mesele, psikanalitik kavramları nörobiyolojik kavramlara indirgemek değil, “amaçlar birebir örtüşmese bile çakışır” (Kandel, 1999) gerçeğini kabul etmektir.

      Zihin üzerindeki biyolojik ve psikogenetik etkiler arasındaki bu dikotomiyi sürdürmek zordur. Bir dizi çalışma, herhangi bir beyin (yani donanım) hasarı bulunmaksızın psikolojik sorunlar yaşayan hastaların bile, zihinlerinin işleyişini etkileyen ölçülebilir nöronal anormalliklere sahip olduğunu göstermektedir (örn. Alexander ve ark., 2005; Bremner, 2005; Liotti & Mayberg, 2001).

      Zihin (mind) ile beyin (brain) arasındaki ilişkinin problemi eskimiş bir konudur ve burada onu tekrar etmeyeceğim. Şunu söylemek yeterlidir ki, kendimi zihin ile beynin tek bir varlık olduğunu savunan geleneğe dayandırıyorum ve Freudcu bir zihin-beyin ya da Klein’cı bir zihin-beyin diye bir şey olduğuna inanmıyorum. Hepimizin baktığı ve anlamaya çalıştığı yalnızca bir beyin vardır. Hastalarımızın ortaya koyduğu birçok probleme dair gerçek bir anlayışa ulaşmak istiyorsak, çok yönlü bir yaklaşıma ihtiyaç duyacağız. Neyse ki, şu anda, duygu ve motivasyonun hareket eden, algılayan ve hisseden bedenin içine gömülü olduğu görüşünü benimseyerek beyni inceleyen giderek artan sayıda nörobilimsel araştırmacıdan yararlanabiliyoruz (örn. Benedetti, 2010; Fotopoulou, 2012c; Gallese, 2009; Panksepp, 1998).

      Bu tür çalışmaların önemli bir sonucu, zihinsel anlamların beyin süreçlerini tıpkı beynin anlamları şekillendirebilmesi kadar değiştirdiğini ortaya koymalarıdır (Kaplan-Solms & Solms, 2000). Beyin yapısı ile zihinsel işlev arasındaki ilişkiyi kavramsallaştırmanın nöropsikanalitik bir yolu, bu ilişkiye nörolojik bakış açısına ayrıcalık tanıyarak hiyerarşik biçimde yaklaşmak değil, aksine, beynin nasıl işlediğine gereken önemi vermektir (bu, her ikisi de eşit derecede geçerli olan iki gözlemsel bakış açısından çalışılabilir; bkz. Solms & Turnbull, 2002).

      Uzun süredir, reaktif-olmayan işlevsel beyin görüntüleme yoluyla elde edilen sonuç ölçümlerine de sahibiz (Carrig ve ark., 2009; Wiswede ve ark., 2014). Bu tür araştırmaların amacı, biyolojik bir açıklama sunarak psikolojik açıklamaları geçersiz kılmak değil, terapinin nasıl işlediği konusunda daha özgül olmaktır. Belirli müdahale türleri açısından kritik olan mekanizmaları tanımlamak için muhtemelen birden fazla türde kanıta ihtiyaç duyulacaktır (Kazdin, 2008).

      Teknokültür Çağında Psikanaliz

      Hem kanıta dayalı uygulama (KDU) (evidence based practice (EBP)) hem de nörobilim alanı, psikanaliz için zorluklar ve fırsatlar ortaya koymuştur. Şimdi psikanaliz, yalnızca bu alanlarla değil, aynı zamanda analitik çerçevenin bizzat kendisinin yeni teknolojiler tarafından nasıl dönüştürüldüğüyle de ilgilenmek zorundadır. Dahası, sanayi ekonomisinden bilgi ekonomisine geçiş, yalnızca toplumun ve ticaretin dışsal yapısını değil, büyük olasılıkla içsel ruhsal ekonomileri ve hatta beyinlerimizi de etkilemektedir (Greenfeld, 2014).

      Teknolojiler, içine yerleşmiş oldukları “anlamsal dönüşüm manzaralarından” (Wakefield, 1999) yalıtılmış biçimde ele alınamaz; bu, onların psikanalitik çerçeve içinde kullanıldığı durumlar için de geçerlidir. Çeşitli iletişim sistemleri birbirimizle kurduğumuz iletişim biçimini değiştirirken, kaçınılmaz olarak ve belki de daha sessiz ve ince bir biçimde psikanalitik ortama da sızmışlardır. Ancak, onların bu ortamı nasıl etkilediğini hâlâ tam olarak bilmiyoruz. Çalışma biçimimizi değiştirdiler mi? Gerçekten yeni bir iletişim biçimi mi oluşturdular? Dilin, gözlemin ve psikanalitik mesleğin zamana dayalı saygıdeğer araçları olan çeşitli diğer duyusal deneyimlerin ince nüanslarına tanım gereği dayanan analitik çerçeveye müdahale mi ettiler yoksa onu tamamladılar mı?

      İnternetin ve diğer sanal iletişim biçimlerinin en az yirmi yıldır kullanımda olduğu göz önüne alındığında, psikanalitik literatürde tüm bunlarla ilgili şaşırtıcı derecede az şey yazılmıştır (Caparrotta & Lemma, 2014). Hastalarla mesajlar ve e-postalar aracılığıyla iletişim kurmak ve onları tedavi etmek için gerçekten yeni teknolojileri kullanan analistler ya da Skype analizi yapma cesaretini göstermiş olanlar ise, birkaç dikkate değer istisna dışında, bu durumu çok fazla duyurmamaya dikkat ederek bu uygulamaları sürdürmektedirler (Bonaminio, 2010; Carlino, 2010; Dini, 2009; Ermann, 2004; Fiorentini, 2011; Kilborne, 2011; Lingiardi, 2008; Scharff, 2014). Sonuç olarak, bu alandaki literatür, yeni teknolojilerin kişisel ve mesleki hayatlarımızda kapladığı yere kıyasla gerçekten çok azdır.

      British Psychoanalytic Society tarafından gerçekleştirilen ve 62 psikanalistin uygulamalarını kapsayan ön çalışmaya dayalı bir anket, katılımcıların %31’inin telefon ya da Skype üzerinden analiz yaptığını ortaya koymuştur (Fornari-Spoto, 2011). Bu ankete yapılan, ilginç olsa da tartışmalı bir yorum ise Symington’a (2011) aittir. Symington, “kuramsal temelini içgüdü kuramına dayandıran (whose foundation rests upon the instincts)” analistlerde katılaşma ve iletişimin kısıtlanması eğiliminin ortaya çıktığını ve bu nedenle analitik sürecin, terapistin ve hastanın terapi odasında fiziksel olarak bir arada bulunmasını gerektiren bir süreç olarak görüldüğünü öne sürmektedir. Oysa “kuramsal temelini iletişimsel etkileşime dayandıran (whose foundation rests on communication)” analistlerin iletişimin Skype ya da telefon gibi çeşitli biçimlerine açık kalma eğiliminde olduğu ifade edilmektedir. Elbette tüm hastalar bu değiştirilmiş analiz ya da psikoterapi biçimleriyle tedavi edilemez. Ancak Symington’ın öne sürdüğü şey, yalnızca bazı hastaların bu yöntemler için uygun olmaması değil, aynı zamanda bazı analistlerin de bu yeni iletişim ortamlarını etkin biçimde kullanamıyor olmasıdır.

      İletişim teknolojisindeki bu gelişmelerle daha kapsamlı bir şekilde etkileşime girmekteki isteksizliğimiz, özellikle de biz psikanalitik uygulayıcıların, gerçekliğin kendisinin bile -projektif ve introjektif süreçlerle bozunuma uğramış nesne ilişkileri dünyasından süzülerek- içimizde duygusal yankılar taşıyan ve dünyayı nasıl deneyimleyip nasıl davrandığımızı şekillendiren sanal ötekiler yaratan bir yapıyla biçimlendiği “sanal” niteliğine fazlasıyla aşina olduğumuz göz önüne alındığında, daha da şaşırtıcıdır. Denebilir ki, analitik çerçevenin kendisi de bir tür sanal gerçekliktir; tıpkı aktarımın da öyle olması gibi.

      Scharff (2014), pek çok bakımdan, tele-analiz denilen analiz ile geleneksel analiz arasında -seans sırasında yapılan gerçek çalışma açısından- çok az fark olduğunu öne sürmüştür. Analistin bu biçimde çalışırken karşı karşıya kaldığı ikilemler, kaçınılmaz olarak, yeni teknolojilere uyum sağlamak amacıyla çerçevenin değiştirilmesinin ne ölçüde “sahici (true)” analiz sayılabileceği üzerine düşünmeye bizi sevk eder. Bu bağlamda Sabbadini (2014), “analitik duruşu koruyabildiğimiz sürece analitik uygulamamıza sınırlı bir esneklik tanınabileceğini” savunarak faydalı bir katkı sunmuştur.

      Teknolojik gelişmeler, örneğin internetin ortaya çıkışından önce hayal bile edilemeyecek öğrenme ve yaratıcılık alanlarını genişletme fırsatları yaratmış olmaları bakımından “gelişme” olarak adlandırılmayı hak eder. Bu yeni medya, psikanalitik müdahaleler de dahil olmak üzere, ruh sağlığı hizmetlerine erişimi artırmak için de fırsatlar sunar. Her ne kadar bu, analitik çerçevenin nasıl en iyi şekilde oluşturulup korunacağına dair incelikli bir kavrayış gerektirse de, bu durum bu araçlar aracılığıyla psikanalitik olarak çalışmanın mümkün olmadığı anlamına gelmez.

      Yeni teknolojilerin yalnızca sahte yakınlık yaratma potansiyeline odaklanmak bir hata olurdu. Yeni teknolojiler aynı zamanda, insanları bir araya getirme potansiyeli bakımından hikâyeler ya da duyuru panolarından farklı olmayan biçimde, sosyal ilişkiler için birer katalizör işlevi de görebilirler (bkz. Bingham, agy.). Örneğin, Big White Wall adlı çevrimiçi bir terapötik topluluk aracılığıyla, DKT modelini kullanarak iki çevrimiçi terapötik grup yürüttüm. Bu gruplar, hem içerikleri hem de terapistin gruptaki işlevine dair düşünce yapıları açısından psikanalitik düşünceye dayanmaktadır. Katılımcılar fiziksel olarak dünyanın farklı kıtalarında yer alsalar da, sekiz oturum olarak belirlenen bu pilot çalışmada, kapalı bir grup içinde bir araya geldiler. Söylemeye gerek yok: bir psikanalist için bu, başlangıçta psikanalitik uygulamadan fazlasıyla uzak bir adım gibi hissettirdi. Ancak her yeni girişimde olduğu gibi, analitik süperegonun kontrol altında tutulabildiği noktada, bu uygulamalı deneyim son derece öğretici ve duygulandırıcı oldu. Daha da önemlisi, bu müdahale, katılımcıların gruba yönlendirilmelerine neden olan depresyon ve anksiyete deneyimleriyle baş etmelerine de katkı sağlamış gibi görünüyordu (Lemma & Fonagy, 2014).

      Gruba katılan bireyler, ruh sağlığı hizmetlerine erişmekte zorlanan ve genellikle kişilerarası nitelikte olan, görece yüksek düzeyde sıkıntı yaşayan kişilerdi. Grup içindeki etkileşimler eşzamanlı değildi; yani gönderi ile yanıt arasında zaman farkı bulunuyordu. Bu, grubun önemli bir özelliğiydi; katılımcıları, sanal etkileşimlere özgü olan anındalığın yarattığı hayal kırıklığına [anında yanıt bekleme alışkanlığının karşılanamamasından doğan huzursuzluk] ve aynı zamanda düşünmeye alan tanıyan terapötik çerçevenin sağladığı kapsayıcılığa maruz bırakıyordu.

      Grup süresince katılımcılar, ilişkilerini zedeleyen, tekrarlayan ve çoğu zaman bilinçdışı olan bir ilişki örüntüsüne dair önemli içgörüler geliştirdiler. Bu örüntü çevrimiçi ortamda tartışıldı ve zaman zaman diğer grup üyeleriyle ve/veya kolaylaştırıcıyla çevrimiçi etkileşimler aracılığıyla canlandırıldı/sahnelendi (enacted); bu etkileşimler daha sonra kolaylaştırıcı tarafından yorumlandı. Başka bir deyişle, aktarım canlıydı ve katılımcıların üzerinde çalıştıkları örüntülere ışık tutmak için kullanılabilirdi.

      Bu bölümde bu çalışma biçimi ve bunun analitik teknik açısından taşıdığı sonuçlar ayrıntılı biçimde ele alınamayacaktır. Vurgulamak istediğim asıl nokta şudur: Grup süreciyle ortaya çıkan topluluk hissi ve katılımcıların birbirlerine sundukları destek, yüz yüze yürütülen geleneksel grup analitik terapilerinde harekete geçen grup süreçleri kadar “gerçek (real)” idi ve üyelerin iyilik hâli açısından bir o kadar anlamlıydı. Her iki grubun sonunda da katılımcılar, içgörü kazanımlarını ve yaşamlarını yönetme biçimlerinde önemli ilerlemeler sağladıklarını bildirdiler; bazıları ise yüz yüze terapi desteği arama yönünde adım atabildi.

      Bu tür müdahaleler, yerleşik psikanalitik zeminden keskin biçimde ayrılsa da, başka türlü çok ihtiyaç duydukları yardıma başvurmayacak bazı bireyler için terapötik desteğe giden yolda yararlı birer basamak olabilir. Yardıma erişimin sanal bir ortam üzerinden gerçekleşmiş olmasına rağmen, psikanalitik ilkelere dayanan bir terapötik sürecin bu bireylerin zamanla gerçeklikle temas kurmalarını mümkün kıldığını ve bunun, gerçeklikten savunmacı bir geri çekilmeden ziyade böyle bir yaklaşımı temsil ettiğini öne sürüyorum. Örneğin, son üç yıldır neredeyse hiç odasından çıkmamış olan, kendisini kaygılı ve utanç içinde hisseden ve grup sona erdiğinde yüz yüze terapi almak üzere yerel hizmet birimine başvurmayı başarmış bir katılımcı, gruptan kazandıklarını şu sözlerle özetledi:

      Daha küçük bir grupla daha yakın bir etkileşim içinde olmayı sevdim. Bu, her zamankinden biraz daha fazla açılmama kesinlikle yardımcı oldu. Sanırım meseleleri içimde tutmak yerine açılmak ve insanlara dürüst davranmak konusunda bir ilerleme kaydettiğimi görebiliyorum. Artık hemen yanıt vermek yerine daha çok düşünmeye çalışıyorum. Burada öğrendiğim en büyük şey, sahip olduğum sorunların ne benim ne de bir başkasının suçu olduğu. Hâlâ bir insan olarak kendimi pek sevmiyorum ama sanırım artık eskisi kadar nefret etmiyorum kendimden.

      Bu müdahalenin tam anlamıyla psikanalitik olmadığı ileri sürülebilirse de, şu anda dünya genelinde Skype/telefon aracılığıyla psikanaliz alan yeterli sayıda kişi bulunmakta olup, bu durum bizlere psikanalistler olarak bu biçimde -yoğun ya da daha az yoğun şekillerde- çalışmanın yararlarını ve sınırlılıklarını incelemeye başlama olanağı sunmaktadır. Çevrimiçi müdahalelerin, yüz yüze yürütülen uzun süreli psikanalitik psikoterapinin ya da psikanalizin yerine geçmesini savunmuyoruz; daha ziyade, bu tür müdahalelerin (a) psikanalitik tedaviye erişimi artırabileceğini ve (b) başlangıç aşamasında yüz yüze terapi ya da analiz sürecini fazlasıyla tehdit edici bulan azınlık bir grup birey için, yüz yüze yardıma ulaşmada yararlı birer “köprü” işlevi görebileceklerini öne sürüyoruz.

      Her değişen otomasyon, simülasyon ve aktarım biçimiyle birlikte yalnızca yeni teknolojileri değil, aynı zamanda kendimize dair yeni yönleri de keşfederiz. İletişim biçimlerimiz, mekân, yer ve zaman kavramlarımızı etkiler; öyle ki temsil kiplerini değiştirdikçe insanî perspektifimiz de dönüşüme uğrar. Bu durum, hem yapıcı değişim ve ilerleme olasılıklarını hem de artık sanal mekânda “ikamet edilebilen” bir tür psikotik ruhsal geri çekilme biçimlerine yönelme olasılıklarını beraberinde getirir. Sanal gerçeklik zaman zaman gerçeklikten geri çekilmenin bir aracı olarak kullanılsa da, bizler aynı zamanda “gerçek”in her daim “güvenli bir kopyası” ya da “alternatifi” olmayan bir sanallık anlayışını da savunabiliriz.

      Günlük uygulamalarımızda gördüğümüz bireyler, gerçeklikle olan sorunlu ilişkilerini yönetmek amacıyla yeni teknolojileri “amaç dışı” kullanıyor olabileceklerinden, bu gelişmelere distopik bir bakış açısıyla yaklaşmak fazlasıyla kolaydır. Daha genel bir ifadeyle, “yeni” olarak adlandırılan unsurlarla karşılaştığımızda, şüpheci bir tutum benimsemek de oldukça yaygındır.

      Ben şahsen, yeni teknolojilerin ve özellikle de siber uzayın psişik yapı üzerindeki etkilerine dair birçok soruya sahibim; ancak bir konuda oldukça netim: iletişim teknolojileri çağdaş psikanalitik uygulayıcılar için büyük ilgi konusu olmalıdır. Bağlantı ve kopukluk düzeyleri farklılık gösteren iletişim ağlarının, yakınlığı kolaylaştıran ve düzenleyen bu ağların bizzat varlığı, günlük uygulamalarımızda hastalarımızla birlikte anlamaya çalıştığımız şeyin -kendilikle ve ötekilerle birlikte olmayı nasıl yöneteceğimizin- tam kalbine dokunur. Bu teknolojiler bu denli önemli psişik işlevleri yerine getirme potansiyeline sahip oldukları ölçüde, “araçların özellikleri” ile “insanların bu araçlarla ne yaptıkları” arasında ayrım yapmak bizim sorumluluğumuzdur (Chartier, 1997: 11).

      Bu yeni teknolojilerin bireyin iç dünyasının öncelikleriyle nasıl etkileşime girdiğini, psişik yapının bizzat kendisini temel düzeyde nasıl dönüştürebileceklerini ve bunun hem bireyin işleyişi hem de bir toplumun nasıl işlediği üzerindeki sonuçlarını daha iyi anlamamız gerekiyor.

      Son Söz

      Uygulamalı psikanalitik çalışmamızın gelişmesi ve evrilmesi için, kaybın kaçınılmazlığıyla yüzleşmek zorunda kalacağız -yani geçmişte ne olduğumuzun ve kendimizi ne olarak hissettiğimizin kaybıyla. Ancak bu tür bir kayıp, beraberinde gelişimsel bir dönüşüm için bir fırsat da getirir. Aklımda olan bu dönüşüm biçiminin anahtarlarından biri, dış dünyayla sahici bir etkileşim içinde olmak, fikir ya da uzmanlık bilgisi fark etmeksizin dışarıdan bir şeyi içine almaya istekli olmak ve bunun kendisinin de dönüştürücü bir tarzda gerçekleşmesidir.

    6. Medikasyon ve Terapi (15. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Psychodynamic Psychotherapy: A Clinical Manual [Psikodinamik Psikoterapi: Klinik Bir Manuel]’in 15. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      Temel Kavramlar

      Psikodinamik psikoterapistler olarak yürüttüğümüz çalışmalarda, etiyoloji (etiology) ve terapötik etkiye (therapeutic action) ilişkin farklı modeller arasında geçiş yaparak hastalarımızı değerlendirir ve tedavi ederiz. Bu duruma örnek olarak, herhangi bir zamanda hastanın sorun ve semptomlarına en uygun yaklaşımın psikoterapi mi yoksa ilaç mı olduğuna karar verme ihtiyacımız verilebilir.

      İlacın reçetelenmesi ve kullanımı, hem hasta hem de terapist açısından psikolojik anlam taşır.

      Psikodinamik psikoterapi sürecindeki bir hasta psikotrop ilaç da kullanıyorsa, bu ilacı terapist reçete ediyor olabilir ya da hasta ayrı bir psikiyatrist tarafından izleniyor olabilir. Bu iki durumun her birinin, klinik açıdan farklı yansımaları ve sonuçları bulunmaktadır.

      Bize tedavi amacıyla başvuran hastalar, genellikle doğrudan ilaç mı yoksa psikoterapi mi istediklerini belirterek gelmezler. Daha çok, bir sorun ya da bir dizi problem, çeşitli semptomlar veya yaşamlarında karşılaştıkları zorluklar nedeniyle başvururlar. Bazıları bu sorunlara ya da semptomlara yönelik olarak hâlihazırda ilaç kullanıyor olabilir ya da geçmişte ilaç tedavisi almış olabilirler. Bazı hastalar, ilaç kullanımı konusunda güçlü görüşlere sahip olabilirken, bazıları bu konuda fazla düşünmemiş olabilir.

      Psikodinamik psikoterapistler olarak dinleme tarzımız, empatik ve yargılayıcı olmayan bir nitelik taşır; açık uçlu sorular sormayı, gizli anlamları araştırmayı ve hastanın kendini güvende hissetmesini sağlamayı içerir. Ancak aynı zamanda birer ruh sağlığı uzmanı olarak da dinlememiz gerekir.
      Bu, tıbbi ve psikiyatrik belirtileri ve sendromları, ilaçların yan etkilerini ve terapötik etkilerini fark etmeyi kapsar. Ayrıca, gerektiğinde daha aktif bir tutuma geçebilmeli, süreci yönlendirebilmeli, özgül (spesifik) sorular sorabilmeli ve ilaçlarla ilgili öneriler ya da tavsiyelerde bulunabilmeliyiz [26].

      Psikodinamik ve fenomenolojik modelleri eşzamanlı kullanmak

      DSM, psikiyatrik bozukluklara ilişkin etiyolojik (neden açıklayıcı) bir yaklaşım sunmaksızın, betimleyici (descriptive) ya da fenomenolojik (phenomenological) bir yaklaşım benimser. Psikodinamik psikoterapistler olarak bizlerin, etiyoloji ve tedaviye ilişkin olarak hem psikodinamik hem de fenomenolojik modelleri eşzamanlı olarak kullanmayı öğrenmesi gerekir. Aşağıda bir psikodinamik psikoterapistin bu iki yaklaşımı nasıl birlikte kullanabileceğine dair bir örnek yer almaktadır:

      Bayan A., tekrarlayan depresyon öyküsü olan, 65 yaşında dul bir kadındır. Uzun süredir devam eden öz-değer (self-esteem) sorunları ve yeni bir romantik ilişkide yaşadığı yakınlıkla ilgili çatışmalar nedeniyle haftalık psikoterapi almaktadır. Daha önce farklı antidepresanlar kullanmıştır. Altı hafta önce, bir aydan uzun süredir devam eden hafif depresyon ve süregen anksiyete şikayetleri üzerine, hasta ve terapist, mevcut bupropiyon (bupropion) tedavisine bir seçici serotonin geri alım inhibitörü (selective serotonin reuptake inhibitor – SSRI) antidepresan ekleme kararı almıştır. Üç haftalık bir terapi arası (hasta ve terapistin tatili nedeniyle) sonrasında yapılan ilk seansta, hasta kendisini duygusal olarak “donuk (flat)”, enerjisiz ve motivasyonsuz hissettiğini ifade etmiştir. İki hafta önce eşinin ölümünün ikinci yıldönümü olduğunu belirtmiş ve tatilinin çoğunu çocukları, torunları ve yeni partneriyle geçirdiğini söylemiştir. Ancak, tatilin büyük kısmında “gerçekten orada değilmiş” gibi hissettiğini ve ailesiyle geçirdiği zamandan yeterince keyif alamadığını dile getirmiştir. Normalden biraz daha fazla uyku sorunları yaşamış, fakat SSRI kullanımına başladıktan sonra anksiyetesinin azaldığını da belirtmiştir.

      Bayan A.’nın öyküsünü değerlendirirken farklı bakış açılarından yaklaşabiliriz:

      Psikodinamik açıdan düşündüğümüzde, dikkat çeken temel unsurlar şunlardır:
      – Eşinin ölümünün yıl dönümü,
      – Çocukları, torunları ve yeni partneriyle geçirdiği zaman,
      – Terapideki son ara/boşluk.

      Fenomenolojik açıdan düşündüğümüzde ise aşağıdaki semptomları duyarız:
      – Hafif düzeyde anhedoni ya da duygulanımsal küntlük,
      – Enerji ve motivasyon azalması,
      – Uykusuzluk.

      Bu semptomların etiyolojisi (kaynağı) nedir? İşte bazı olasılıklar:

      • Eşinin ölümünün yıl dönümü, yas duygularını yeniden harekete geçirmiş olabilir mi? Bu yas süreci, hastanın yeni romantik partneriyle birlikte olmasına dair yaşadığı içsel çatışmalarla daha da karmaşık bir hâle gelmiş olabilir mi? Semptomlar, yeni partnerini çocukları ve torunlarıyla olan ilişkilerine entegre etmeye çalışmasından mı kaynaklanıyor olabilir?
      • Majör depresyonun bir nüksü mü söz konusu? Antidepresan kullanıyor olmasına rağmen, depresyon yeniden ortaya çıkmış olabilir mi?
      • Yeni bir ilacın eklenmesi, uykusuzluk, duygusal küntlük ve enerji azalması gibi yan etkilere yol açmış olabilir mi?

      Bir yaklaşım seçmek

      Bu olasılıkları düşünmek elbette ilgi çekici ve klinik olarak değerli olsa da, şu anda Bayan A.’nın sorunlarına gerçekte neyin neden olduğunu kesin olarak bilemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekir. Bu nedenle, belirli bir nedensellik varsayımına sıkı sıkıya bağlı kalmayan (agnostik) bir tutum içinde olmak önemlidir. Klinik açıdan esas mesele, belirli bir anda hasta için en faydalı olacak yaklaşımı -ya da yaklaşımlar kombinasyonunu- seçebilmektir.

      Bu türden bir karar verirken kendinize şu soruları sorabilirsiniz:

      • Klinik tabloyu psikodinamik açıdan nasıl değerlendiriyorum?
      • Klinik tabloyu fenomenolojik açıdan nasıl değerlendiriyorum?
      • Mevcut klinik duruma bakış şeklim, etkili terapötik müdahaleler kullanmamı sağlıyor mu?
      • Müdahalelerim yeterince etkili değilse, klinik tabloya farklı bir bakış açısıyla yaklaşmak, daha etkili müdahalelere yol açabilir mi?
      • Hastanın sunduğu belirti örüntüsü, ilaçla etkili biçimde tedavi edilebilir nitelikte mi?
      • Hastanın semptomları, psikodinamik modelle daha bütünlüklü bir şekilde anlaşılabilir ve daha etkili şekilde tedavi edilebilir mi?
      • Geçmişte hangi terapötik müdahaleler (psikodinamik ya da farmakolojik), hangi belirtiler üzerinde etkili oldu?
      • Şu anda terapötik müdahalelerime rehberlik etmesi gereken model (psikodinamik mi, fenomenolojik mi) konusunda düşüncemde bir değişim var mı?
      • Eğer böyle bir değişim varsa, bu değişim, hastayla aramdaki ilişkide yaşanan bir durumdan (örneğin tedavide bir kesinti, çerçevede bir değişiklik) ya da hastanın bana yönelik güçlü bir duygusundan veya benim hastaya karşı hissettiğim bir duygudan etkileniyor olabilir mi?

      (Cabaniss’ten uyarlanmıştır [27])

      Bayan A.’nın durumu söz konusu olduğunda, terapist, öncelikle son dönemde yaşanan olaylara, eşinin ölümünün yıl dönümüne ilişkin duygularına ve terapideki kesintiye dair duygularına ilişkin bazı açık uçlu sorular sorarak başlayabilir. Hasta konuşurken terapist, hem empatik bir biçimde dinlemeye devam eder, hem de semptomlar, şiddet düzeyi ve zamanlamaya ilişkin özgül verilere karşı dikkatli olur. Terapi sürecinde terapist, gerektiğinde empatik dinleme modundan, daha fazla bilgi edinmeye yönelik daha etkin ve sorgulayıcı bir yaklaşıma geçebilir. Aşağıda bu amaçla tasarlanmış bazı ayrıntı odaklı sorular yer almaktadır:

      Kendinizi duygusal olarak “donuk” hissettiğinizi söylediniz. Bu duyguyu ilk olarak ne zaman fark ettiniz?

      Bu his ne sıklıkta ortaya çıkıyor? Sürekli böyle mi hissediyorsunuz?

      Bu hisler sizin için ne kadar rahatsız edici?

      Daha önceki depresyon dönemlerinde de bu tür hisler yaşadınız mı?

      Bunların dışında başka semptomlarınız da var mı?”

      Belirsizliğe tahammül edebilmek

      Bazı klinik durumlarda terapist, bir hastanın sorunlarını değerlendirme ve tedavi etme açısından hangi modelin en uygun çerçeveyi sunduğu konusunda oldukça emin olabilir. Ancak diğer bazı durumlarda, esas güçlük, belirsizlikle rahat kalabilmek ve bu durumu hastayla açıkça konuşabilme becerisi göstermektir.

      Örneğin, bir terapist Bayan A.’ya şöyle diyebilir:

      Son birkaç haftadır depresyon belirtileri yaşadığınızı görüyorum. Bu belirtilerin bazıları, geçmişte depresyonda olduğunuz dönemlerde yaşadığınız semptomlara benziyor. Son zamanlarda bazı psikolojik stres etkenleriyle karşılaştığınızı biliyoruz: eşinizin ölüm yıl dönümü, partnerinizle ve ailenizle geçirdiğiniz zaman ve bu süreçte benimle görüşememiş olmanız. Ancak başka bir olasılık da var -yeni eklenen ilacın bazı yan etkileri, depresyon belirtilerini taklit ediyor olabilir. Bu durumu birlikte anlamaya çalışmak ve kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlamak için bir plan yapalım.

      Terapötik sürecin herhangi bir aşamasında bir modeli seçmiş olsanız bile, ilerleyen aşamalarda başka bir modele esnek bir biçimde geçebiliyor olmalısınız.

      Medikasyonun Anlamları

      Psikiyatrik ilaçların yazılması ve alınması, hem hasta hem de terapist açısından psikolojik anlamlar taşır [28, 29]. Hastalar, ego işlev düzeylerine ve karakteristik savunmalarına bağlı olarak, terapistlerinin ilaç önerisine çeşitli şekillerde tepki verebilirler. Aşağıda bu tür önerilere verilen yaygın tepkilerden bazıları yer almaktadır:

      • Bu biyolojik bir sorun:” İlaç önerisi, bazı hastalar tarafından sorunun “biyolojik” kökenli olduğunun göstergesi olarak algılanabilir. Bu durum rahatlatıcı ya da meşrulaştırıcı bir etki yaratabilir. Hasta, semptomların kendi “suçu” değil, kontrolü dışındaki bir nedenden, örneğin “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını düşünebilir. Sık duyulan ifadeler: “Sorun bende değil, beynimde.”
      • Medikasyon egoya darbe gibi hissedilebilir: Bazı hastalar, ilaç önerisini benlik saygılarına yönelik bir tehdit olarak algılarlar. Bu durum, kişinin “bozuk” veya “yetersiz” olduğu mesajını almış gibi hissetmesine ve buna bağlı utanç ya da mahcubiyet duygularına neden olabilir.
      • Medikasyon bir hediye gibi algılanabilir: Terapistin ilaç önermesi, bazı hastalar tarafından bir hediye, ya da özel bir ilgi ve bakım göstergesi olarak deneyimlenebilir.
      • Medikasyon zihinsel kontrol gibi hissedilebilir: Terapistin ilaç önerisi, bazı hastalarda istilacı ya da denetleyici bir müdahale gibi algılanabilir. Bu durum, hastanın bedeninin ve zihninin ilaç yoluyla terapist tarafından kontrol edildiği hissini doğurabilir.
      • “Sanırım terapide başarısız oldum:” Psikoterapi sürecindeki bir hasta için ilaç önerisi, terapinin başarısız olduğu şeklinde yorumlanabilir. Hem terapist hem de hasta açısından bu durum, terapiye dair bir vazgeçiş ya da “bu terapi bana yaramıyor” biçiminde algılanabilir.

      Benzer şekilde, terapist açısından da bir hastayla ilaç konusunu konuşma veya ilaç önerme kararı, çeşitli psikolojik anlamlar taşıyabilir.
      İşte bazı örnekler:

      • “Bir terapist olarak başarısız oldum:” Terapist için ilaç önermek, bazen hastayı terapiyle “iyileştirememe” anlamına gelebilir ve başarısızlık hissi yaratabilir.
      • Çare/rahatlama olarak medikasyon: Öte yandan, terapist hastanın belirtilerini azaltabilecek bir şey önerebildiği için rahatlama ya da güçlülük hissi yaşayabilir.
      • Medikasyon önerisi, hastaya yönelik duyguların dışavurumu olabilir: Bu karar, terapistin hastayla ilgili duygularında, tedavi sürecine ya da kendi mesleki yeterliliğine dair algısında yaşanan bir değişimi yansıtabilir.
      • Medikasyon, hastanın ihtiyaçlarını tatmin etme aracı olarak deneyimlenebilir: Terapist, ilaç önerisini hastayı “memnun etmek” ya da “ona kendini iyi hissettirecek özel bir şey vermek” şeklinde algılayabilir.
      • Tıbbi modele geçişin bir simgesi olarak medikasyon: Psikodinamik modelden fenomenolojik (ya da tıbbi) modele geçmek, terapistin kendisini daha “tıbbi” hissetmesine neden olabilir ve bu da terapist-hasta ilişkisinde açık ya da örtük bazı değişiklikler yaratabilir.

      Bu listeler kapsamlı değildir; ilaçla ilgili anlamlar, her bir terapist/hasta ikilisine özgü olacak şekilde karmaşık ve tekil bir yapı sergiler. Hedef, tıbbi “bilgi edinme” ve öneride bulunma ile hastanın ve terapistin duygu ve düşüncelerini psikodinamik olarak keşfetme arasında esnek biçimde geçiş yapabilmektir. Şu örneği ele alalım:

      Bayan B., 35 yaşında, ilk eşiyle boşanma sürecindeyken psikoterapiye başvuran bir kadındır. Başlangıçta yoğun anksiyete semptomları ve uyku güçlüğünden şikâyet etmiş, ancak terapistinin anksiyolitik ilaç önerisini reddetmiştir. Terapi sürecinin ilk ayında odak, Bayan B.’nin yakınlık kurmada yaşadığı güçlükler ve başkalarına aşırı bağımlı hissettiği durumlara karşı duyduğu güvensizlik üzerinde yoğunlaşmıştır. Bununla birlikte, yalnız kaldığında ve talepler karşısında bunaldığında -ki şu anda tam zamanlı işini sürdürürken iki küçük çocuğuna bakması ve boşanma sürecini yönetmesi gibi durumlarda olduğu gibi- şiddetli anksiyete ve panik düzeyine yaklaşan duygular yaşadığı gözlenmiştir. Terapisti, Bayan B.’nin başkalarına güvenmek ile her şeyi tek başına yapmak arasındaki çatışmasını ve her iki durumda da yaşadığı anksiyeteyi fark etmesine yardımcı olmaya başlamıştır. Bayan B., terapinin başlamasından kısa süre sonra bir miktar anksiyetesinin azaldığını bildirmiş olsa da, zaman zaman semptomlarından şikâyet etmeyi sürdürmüştür. Bir seansta, önceki gece endişe nedeniyle uyuyamadığını ve bu nedenle kendini bitkin hissettiğini ifade etmiştir:

      Terapist: Üzgünüm, böyle zorlu bir gece geçirmiş olmanız üzücü. Daha önce başkalarına güvenmenin ya da yardım istemenin sizin için ne kadar zor olduğundan sıkça söz ettik. İlk görüşmemizde anksiyete için ilaç kullanmayı düşünmemizi önermiştim, ancak o zaman istemediğinizi söylemiştiniz. Şimdi bunu, bağımlı hissetmeyle ilgili yaşadığınız bu içsel çatışma bağlamında yeniden değerlendirelim. Anksiyete için ilaç alsaydınız, bu sizin için ne anlama gelirdi, bana biraz anlatabilir misiniz?

      Hasta: Kendimi iyi hissetmek için bir hap almak zorunda olmak istemiyorum. Bunu kendi başıma ya da sizin yardımınızla halledebilmeliyim. Bu, ilaç kullanmamı gerektirecek türde bir “akıl hastalığı” değil. Şu anda yaşadığım şey göz önüne alındığında stresli hissetmem gayet anlaşılır.

      Terapist: Yani ilaç almak, bir bakıma önemli bir konuda başarısız olduğunuz anlamına gelebilir; kendi başınızın çaresine bakmakta ya da hayatınızdaki stresi yönetmekte yetersiz kaldığınız… Aynı zamanda, benim sizi konuşarak iyileştirmeye çalışmamın işe yaramadığı -yani benim de başarısız olduğum- anlamına gelebilir. Ya da bu durum, sizde daha ciddi bir şey olduğu, bir “ruhsal hastalık” olduğu anlamına da gelebilir.

      Hasta: Evet, sanırım gerçekten böyle hissediyorum. Siz böyle söyleyince kulağa biraz abartılı da geliyor tabii -insanı kısa vadede daha iyi hissettirecek bir şeyi hiç düşünmemek. Ama ya ilaca bağımlı hale gelirsem? Bundan korkuyorum.

      Terapist: “Bağımlılık” kelimesi birçok farklı şekilde kullanılabiliyor. Sizin madde kötüye kullanımıyla ilgili bir geçmişiniz yok ve benim düşündüğüm ilaç, fiziksel bir bağımlılık oluşturma ihtimali düşük olan bir ilaç. Ama bana “bağımlı olmak” derken tam olarak neyi kastettiğinizi anlatır mısınız?

      Hasta: Sanırım, ilacı kullanınca kendimi daha iyi hissedersem bir daha bırakmak istememekten korkuyorum. Ya da bırakırsam, tekrar kötü hissetmekten. Bir şeye bu kadar bağımlı hissetmek istemiyorum.

      Terapist: Bu, sizin başkalarına güvenmekle ilgili söylediklerinize çok benziyor gibi geliyor.

      Bu örnekte terapistin odak noktası, Bayan B.’nin ilaca yönelik tutumunun arkasındaki anlamları açığa çıkarmaktır. Ancak aynı zamanda, Bayan B.’nin bağımlılık konusundaki sorusunu doğrudan yanıtlar ve ilaçla ilgili kısa bir bilgi verir; ardından da duygusal keşfe geri döner.

      Birleşik tedavi mi bölünmüş tedavi mi?

      Psikodinamik psikoterapi gören bir hasta aynı zamanda psikotrop ilaç kullanıyorsa, bazen bu ilacı terapist reçete eder (birleşik tedavi (combined treatment)) ve bazen de ilaç, ayrı bir psikofarmakolog tarafından reçete edilir (bölünmüş tedavi (split treatment)).

      Ayrı bir psikofarmakoloğun sürece dâhil olmasının nedenleri şunlar olabilir:

      • terapistin psikiyatrist olmaması, ya da
      • terapistin, ilacı ayrı bir uzmanın reçete etmesinin daha uygun olacağına karar vermesi. Bu ikinci durum, özellikle uzmanlık gerektiren durumlarda veya ilaç takibinin terapinin önemli bir bölümünü kapladığı zamanlarda tercih edilebilir.

      Her iki yapılandırmanın da kendine özgü klinik sorunları bulunmaktadır.

      Birleşik tedavi

      Birleşik tedavideki temel zorluk, terapistin/farmakoloğun seanslar sırasında her iki tedavi biçimini -hem psikodinamik terapi sürecini

      hem de ilaç kullanımını- dengeli biçimde ele alabilmesidir. Bazen hasta ve terapist, ilacı tedavinin daha az önemli bir parçasıymış gibi göz ardı ederek farkında olmadan bu konuyu konuşmaktan kaçınabilirler. Oysa hastanın ilaca verdiği tepkilerden çok şey öğrenilebilir.

      Örnek

      Bay B., terapiye boşanma süreci sonrasında başvuran 56 yaşında biridir. Tedavisini, aynı zamanda psikiyatrist olan 40 yaşındaki kadın terapist Dr. Y. yürütmektedir. Başvuru sırasında Bay B.’de majör depresyon belirtileri belirgindi ve Dr. Y. bir antidepresan reçete etti. Semptomlar altı hafta içinde düzeldi ve Dr. Y. artık ilaçla ilgili sorular sormamaya başladı. Birkaç ay içinde Bay B. flört etmeye başladı, ancak fiziksel bir ilişkiye yönelik herhangi bir ilgi göstermedi. Dr. Y., özellikle bu durumun eski eşine yönelik öfkeyle ilişkili olup olmadığını düşünerek Bay B.’ye bu konuda sorular yöneltti. Bay B., yeni başlayan erektil disfonksiyon nedeniyle bir üroloğa gittiğini söyleyince, Dr. Y. bu konuda takip soruları sormayı ihmal ettiğini fark etti. Hem kendisinin hem de hastanın bu konuyu konuşmaktan kaçınıyor olmasının, gelişmekte olan erotik aktarım ile ilişkili olabileceğini düşündü.

      İlaç reçete etmek, terapistin seans yürütme biçimini de etkileyebilir. Örneğin, terapist/farmakolog seanslarda daha yönlendirici olmak, hastaya önerilerde bulunmak veya tavsiyeler vermek durumunda kalabilir. İşte bazı örnek ifadeler:

      Şu anda yaşadığınız depresif ruh halinin yaşam koşullarınızla ilişkili olduğunu düşünüyorsunuz, ki bu anlaşılır bir durum. Ancak yaşadığınız belirtiler birkaç haftadır devam ediyor ve size ciddi bir sıkıntı veriyor. Bu noktada ilaç kullanımı, kısa sürede kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olabilir.

      İlacın yardımcı olabileceği konusunda hemfikir olduğumuza göre ve siz de ilacı denemek istediğinizi belirttiğinize göre, şimdi size çeşitli ilaç seçeneklerini ve her birinin artılarını ve eksilerini açıklayayım.

      Biraz önce size epey bilgi verdim. Aklınıza takılan sorular var mı?

      İlaç reçete etmek, terapistin hastanın dikkatini belirli detaylara yönlendirmesini de gerektirebilir. Bu detaylar arasında belirtiler, yan etkiler, terapötik etkiler, doz ayarlamaları ve reçete yenilemeleri gibi unsurlar yer alır. Bu tür yönlendirmelerin özellikle önemli olduğu bazı noktalar şunlardır:

      • ilaç konusunun ilk kez gündeme getirildiği zaman
      • ilk reçetenin yazıldığı seans
      • reçete sonrası yapılan ilk görüşme
      • iyileştirici etkinin ilk kez gözlendiği ya da bildirildiği zaman
      • doz değiştirildiğinde, reçete yenilendiğinde ya da ilaç protokolünde değişiklik yapıldığında

      Terapist seansa belirtiler ya da ilaç kullanımıyla ilgili sorularla başlayabileceği gibi, bu konunun hasta tarafından gündeme getirilmesini de bekleyebilir. Ancak aşağıdaki örnekte olduğu gibi, terapist/farmakolog ilaca dair konuşmayı seansın kenarına itilmiş bir konu haline getirebilir:

      Terapist: Bugünlük süremiz doldu. Bu arada, antidepresanınız için reçete yenilemesine ihtiyacınız var mı?

      Bu tür bir yaklaşım, ilaca dair pratik ya da psikodinamik meselelerin yeterince tartışılmasını engeller ve hastaya terapistin bu konuya özel bir ilgi duymadığı mesajını verebilir. Oysa terapist/farmakolog, ilaç konusunun seansın ana teması olmasa bile, tedavi sürecini nasıl etkiliyor olabileceği konusunda her zaman farkındalık içinde olmalıdır.

      Bölünmüş tedavi

      Bölünmüş tedavi modelinin kendine özgü zorlukları vardır. Bu durumda hasta artık belirtilerini iki farklı uzmana anlatmaktadır. Bu nedenle terapist ile psikofarmakologun yakın bir iş birliği içinde çalışarak bilgi paylaşımı yapmaları gerekir. Bazen hasta bazı konuları yalnızca bu iki uzmandan biriyle konuşmayı tercih edebilir; böyle bir durumda da etkin bir bakım süreci için güçlü iletişim şarttır. Yine de, hastanın bu duruma verdiği tepki biçimi, her zaman terapötik olarak anlamlı bir içgörü kaynağı olabilir.

      Örnek

      Bayan C., 25 yaşında biridir ve Dr. X. (35 yaşında, kadın bir klinik psikolog) ile terapi sürecindedir. Aynı zamanda ilaçlarını yazan 55 yaşında bir erkek psikofarmakologla da görüşmektedir. Bir süre sonra depresyon belirtileri göstermeye başlar; ancak bu belirtileri yalnızca psikofarmakologla paylaşır. Psikofarmakolog, durumu Dr. X.’e bildirir. Dr. X., bir sonraki seansta bu bilgiyi hastayla paylaşır. Süreç içerisinde, Bayan C.’nin terapistine karşı duyduğu rekabet duyguları nedeniyle, bu durumu bir “zayıflık” olarak gördüğü ve bu yüzden paylaşmadığı anlaşılır. Bu konunun konuşulması, terapötik sürecin yeni bir keşif alanına açılmasına vesile olur.

      Hem terapist hem de psikofarmakolog olup olmamanıza bakılmaksızın, her bir hastanıza optimum ve bireyselleştirilmiş bir tedavi sunabilmek için, hem fenomenolojik/farmakolojik hem de psikodinamik modelleri kullanmayı öğrenmeniz büyük önem taşır.

    7. Bilinçdışı İletişim (6. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 6. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      3. Bölüm’de de gördüğümüz üzere, sinirbilimsel bulgular bilinçdışı kavramını destekleyen önemli veriler sunmaktadır. Bu bölümde, analiz odasında bilinçdışı iletişime (unconscious communication) nasıl yaklaşılacağına dair bir temel olarak, analitik dinlemenin (analytic listening) temel özelliklerini ele alacağız.

      Freud’un (1900) rüyalar ve onların gizli anlamlarına dair çalışmasından itibaren, psikanaliz daima hastanın anlattıklarının yüzeydeki içeriğinin ardında yatanlara odaklanmıştır. Psikanalitik terapist, hastanın anlatısının ayrıntılı ya da renkli içeriğiyle dikkati dağılmadan, hastanın seçip anlattığı hikâyeler aracılığıyla dolaylı olarak neyi iletmeye çalıştığını -ve daha da önemlisi, bu hikâyeleri anlatış biçimi üzerinden neyi aktardığını- titizlikle dinler.

      Dinleme Düzeyleri: İletişimde Metin ve Altmetin

      İletişim “düzeyleri (level)” fikrini Freud’a borçluyuz. Rüyalar üzerine yaptığı çalışmada Freud (1900), rüyaları anlamanın püf noktasının onları kelimesi kelimesine almamak olduğunu ileri sürmüştür. Bizi, anlamlı alt metne -yani gizli içeriğe (latent content)- ulaşabilmek için rüyanın açık içeriğinin (manifest content) ötesine geçmeye çağırmıştır. Freud, rüya düşüncelerini (dream thoughts) (yani gizli içeriği) ve açık içeriği, aynı konunun farklı iki dildeki versiyonlarına benzetmiştir. Freud’un rüyalar üzerine yaptığı incelemeler, onun en önemli katkılarından birine yol açmıştır: altta yatan gizli içeriğin açık içeriğe nasıl çevrildiğini sağlayan psikolojik işlemleri kavramsallaştırması. Freud bu zihinsel işlem kümesine rüya çalışması (dreamwork) adını vermiştir. Rüya çalışması, bir tür psikodinamik çeviri sistemidir -psikodinamik, çünkü bir düzeyden diğerine yapılan bu çeviri çoğunlukla belli güdülere, özellikle de savunma işlevine hizmet edecek şekilde gerçekleşir. Gizli içeriğin açık içeriğe dönüşümü yalnızca bir çeviri değil, aslında bir tür yanlış çeviridir; çünkü altta yatan metin bilinç için tehdit edici olabilecek unsurlarını azaltmak veya bütünüyle ortadan kaldırmak amacıyla değiştirilir, yani altta yatan metnin üzerinde oynama yapılır.

      Freud, gizlemenin [maskelemenin] mümkün olmasını sağlayan çeşitli süreçleri tanımlamıştır. Bir rüyaya baktığımızda, onu ortaya çıkaran rüya düşüncelerine kıyasla ne kadar kısa olduğunun çoğu zaman dikkatimizi çektiğini belirtmiştir. Bu olguyu, yoğunlaştırma (condensation) süreciyle açıklamıştır. Yoğunlaştırma, birden fazla düşüncenin ya da kişinin tek bir unsurda sıkıştırılması anlamına gelir. Açık rüya içeriği, gizli rüya içeriğini oluşturan düşünce, duyum ve arzuların son derece yoğunlaştırılmış bir versiyonudur. Yer değiştirme (displacement), Freud’un, rüyanın asıl odak noktasının başka bir yere kaydırılması sürecini tanımlamak için kullandığı terimdir. Örneğin, açık rüya içeriği bir evdeki tesisat sorunuyla ilgili olabilir; ancak bu, kişinin fiziksel sağlığına dair daha derin kaygılarını yansıtıyor olabilir. Simgeleştirme (symbolisation), rüya çalışmasının en ilgi çekici işlemlerinden biridir ve bu süreçte gizli içeriğin unsurları açık içerikte doğrudan değil, simgesel olarak ifade edilir. Örneğin, “tesisat”ın (plumbing) bedensel işleyişi temsil etmesi bu tür bir simgeselleştirmeye örnektir.

      Yoğunlaştırma, yer değiştirme ve simgeselleştirme süreçleri, birincil süreç düşüncesinin (primary-process thinking) işleyişini yansıtır. Bu süreçler, hastanın sunduğu her türlü anlatı yapısında işler durumdadır. Bu da, hastanın anlattığı bir hikâyedeki açık karakterlerin, yalnızca görünürde yer alan kişilerle değil, aynı zamanda bilinçdışı düzeyde başka önemli kişilerle ve çatışmalarla da ilişkili olabileceği anlamına gelir. Özellikle yoğunlaştırma, farklı önemli kişilere ait özelliklerin tek bir figürde birleştirilmesi yoluyla, bu figürün bir dizi gizli düşünce, duygu ya da takıntıyla bilinçdışı olarak ilişkilendirilmesine imkân tanır.

      Seans odasında (consulting room) iletişime yaklaşırken, esasen hastanın açık (manifest) düzeydeki iletişimini gizli (latent) içeriğe nasıl çevireceğimizle ilgileniriz. Tıpkı bir rüyayı incelerken olduğu gibi, yüzeydeki ifadenin alttaki anlamı nasıl gizlediğini göz önünde bulundurarak bu çeviriyi yapmaya çalışırız.

      Dinleme Modları (Modes of Listening)

      Dinleme pasif bir süreç değildir. Her an hastayla birlikte olmayı, onun zihin durumundaki -çoğu zaman çok ince olan- değişimleri izlemeyi gerektirir. Bu değişimler, yer değiştirmekte olan özdeşimleri (identification) ve yansıtmaları (projection) işaret eder ve eğitimsiz bir kulak için fark edilmesi güçtür.

      Analitik dinleme farklı şekillerde tanımlanmıştır. Freud, terapistin tüm hasta iletilerine eşit önem vererek ve çevresel algılara da duyarlılığını koruyarak, “tarafsızca askıya alınmış dikkat (evenly suspended attention)” hâlini sürdürmesi gerektiğinden söz etmiştir. Freud çarpıcı bir şekilde, terapistin kendi bilinçdışını alıcı bir organ gibi hastanın gönderen bilinçdışına yöneltmesi gerektiğini ileri sürmüştür:

      Herkesin kendi bilinçdışında, başkalarının bilinçdışından gelen ifadeleri yorumlayabileceği bir enstrüman vardır.

      (Freud, 1913: 320)

      Ne kadar açık dinlemeye çalışırsak çalışalım, hastalarımızın bize söylediklerini kaçınılmaz olarak zihin kuramlarımız aracılığıyla süzeriz; böylece, hastaya yorumlarımızla geri verdiklerimizi değiştirir ve genişletiriz. Freud’un “tarafsızca askıya alınmış dikkat” ilkesinin amacı, imkânsız olan boş bir zihin durumu yaratmak değil; Pine’ın (1998) ifadesiyle, “henüz bağlanmamış ve almaya açık olan (uncommitted and receptive ones)” bir zihin durumuna ulaşmaya çalışmaktır.

      Analitik dinlemeye dair birçok tanımda ortak olan nokta, terapistin hastanın yansıtımlarından yararlanması, adeta hasta tarafından “kullanılmasına” izin vermesi gerektiği yönündedir. Bu bağlamda Sandler (1976), “serbest dalgalanan duyarlılık”tan (free-floating responsiveness) söz ederken, Reik (1948), terapistin hastanın öznel yaşantısına kendini ayarlayabilmesini sağlayan “üçüncü bir kulak (a third ear)” geliştirmesini savunmuştur. Bion (1970), terapistin “olumsuz kapasitesi”nden (negative capability)” söz eder -bu, “belleksiz ya da arzusuz (no memory or desire)”dinlemeyi, yani kesinlik ya da önkabullerin etkisine direnç gösteren bir dinleme biçimini ifade eder. Bion’un “belleksiz ya da arzusuz” dinleme çağrısı hem faydalı hem de yanıltıcıdır. Yanıltıcıdır çünkü “dinleme naif değildir (listening is not naive)” (Meissner, 2000: 325); [ifade] dinleyen zihni dolduran fikirleri, kuramları ve yönelimleri -yani kaçınılmaz arka planı- göz ardı eder. Kuram, olası anlamlara dair temel varsayımlar ve beklentiler yaratır. Yine de Bion’un bu sözü, dinlemeyi engelleyebilecek önkabullerden ve aşırı değer verilen düşüncelerden sıyrılma sorumluluğumuzu hatırlatması bakımından faydalıdır; terapistin kendi ihtiyaçlarına olan “bağlılığını” mümkün olduğunca bırakmasını öğütler.

      Tüm bu dinleme biçimi tanımları, terapistin hastanın bilinçli ve bilinçdışı iletilerine karşı alıcılığının merkezi önemini yansıtır. Hepsi analitik dinlemenin temel bir yönüne işaret eder: Analitik bir kulakla dinlemek, kendimizi sürece dâhil etmeden mümkün değildir. Bu da bizi şu paradoksla karşı karşıya bırakır:

      Analist, hastanın duygusal yaşamının en mahrem ayrıntılarına empatiyle yaklaşabilecek kadar hastaya yakınlık hissetmelidir; ancak aynı zamanda, tutkulu olmayan bir anlayış geliştirebilmek için ondan yeterince uzak durabilmelidir. Psikanalitik çalışmanın en zor gerekliliklerinden biri budur -empatiyle kurulan geçici ve kısmi özdeşim ile gözlemcinin mesafeli konumuna geri dönüş arasında gidip gelmek.

      (Greenson, 1967: 279)

      Bollas (1996), terapist üzerindeki bu ikili talebe, iki tür dinleme biçimini ayırt ederek yaklaşır: “annesel modu (maternal mode)” ve “babasal mod (paternal mode)”. Annesel mod, daha alıcı, “kucaklayan/tutan (holding)” bir terapötik duruşu ifade ederken; babasal mod, daha aktif ve yorumlayıcı bir terapötik duruşu yansıtır. Bollas’a göre, bu iki mod analitik süreçte birbirini tamamlayıcı roller oynar. Psikanalitik çalışma, terapinin farklı aşamalarında -hatta çoğu zaman aynı seans içinde- farklı duruşlar gerektirir. Örneğin, eğer bir hasta yoğun bir sıkıntı içindeyse, daha zorlayıcı bir etkileşimi tolere edebildiği zamanlara kıyasla, daha annelik modunda işlev görmemiz gerekebilir. Bu iki duruş arasında bir üstünlük yoktur; aksine, ikisi birbirlerini tamamlayıcı niteliktedirler.

      Analitik dinleme, sıradan dinlemeden farklı olarak, aynı anda birden fazla katmanda ve birden fazla bağlamı referans alarak gerçekleşir. Bu katmanlı dinleme biçimi, hastanın iletilerinin karmaşıklığını ve örtük gündemlerini dikkate alır. Hastanın seans odasında fiziksel olarak bulunması, en azından bir parçasının orada olmak istediğini gösterir; ancak terapötik sürece ve değişime karşı işleyen dirençler her zaman mevcuttur (bkz. Bölüm 7).

      Meissner’ın isabetli biçimde belirttiği gibi:

      Hastanın gizlemek istemesi ve analistin duymama ya da duymak istememe yönündeki muhtemel motivasyonları göz önüne alındığında, yanlış iletişim ve hatalı dinleme ihtimalleri hayli fazladır.

      (2000: 327)

      Yanlış anlama olasılığına karşı uyanık olmak, analitik bir kulakla dinlemeyi hiçbir şeyi peşinen kabul etmeden sürdürmeyi gerektirir. Bu, hastanın söylediği her şeyi sorgulayan ve hiçbir ifadeyi olduğu gibi kabul etmeyen bir kuşkuculuk değildir; daha çok, insanın kendini kandırma eğilimine ve acı verici duygulanımlardan korunmak üzere işleyen dirençlere duyarlı bir dinleme biçimidir. Örneğin, bazı hastalar iyi hazırlanmış, görünürde tutarlı anlatılar sunarlar. Ancak biz dinledikçe, hastanın gerçekte ne hissettiğini duymakta zorlanabiliriz. Ya da hasta bize açıkça ne hissettiğini söyler ama biz bununla duygusal bir bağ kuramayız. Bazen de hastanın bilinçli olarak söylediği şeyin tam tersini duyarız. Kimi zaman en önemli ileti, bize ne söylendiğinde değil, nasıl söylendiğinde yatar. Bazı zamanlardaysa, asıl konuşan sessizliğin kendisidir; kelimeler ise yalnızca sığ kaplar gibi kalır.

      Biz, tam olarak orada olmayanı, henüz söylenmemiş olanı, belki de asla söylenmeyecek olanı dinleriz. Söylenen söze ya da ortak anlam varsayımına kapılmamaya özen gösteririz. Çünkü sözcükler, beraberlerinde kişisel ve bütünüyle bireye özgü anlamlar taşır. Hastalarımızın neyi iletmeye çalıştıklarını anlayabilmek için, neyi kastettiklerini sorgulamamız gerekir. Bunu ancak, yüzeyde anlamlı görünen ama aslında henüz anlam kazanmamış çok şeyi gizliyor olabilecek ifadeleri nazikçe sorgulayarak yapabiliriz. Hastaları boşlukları doldurmaya, ne demek istediklerini keşfetmeye, düşlere, imgelere ya da henüz biçim kazanmamış düşüncelere yaptıkları çağrışımları paylaşmaya teşvik etmek önem kazanır. Belirsiz ve muğlak anlamlar, ancak zamanla ve çağrışımsal bağlantılar açığa çıkarıldıkça ele alınabilir.

      Meissner’ın ifade ettiği gibi:

      Sözcüklerin anlamı asla bütünüyle kavranamaz, yalnızca takip edilebilir.

      (2000: 330)

      Dolayısıyla analitik dinleme, aynı anda birden fazla söylem düzeyine uyum sağlamamızı ve bunları izlememizi gerektiren son derece incelikli bir beceridir (Adler & Bachant, 1996). Açık içerik, yalnızca bir buzdağının görünen ucudur; altında çok sayıda gönderme ve ima yatar. Ancak, hastanın söylediği şeyin ilk düzeydeki anlamını olduğu gibi kabul etmezsek, iletişim başarısız olur. Bazen psikanalizin sürece ve gizli içeriğe yönelik sürekli ilgisi, bazı terapistler tarafından, hastanın söylediklerinin gerçek içeriğine hiç yanıt verilmemesi şeklinde yorumlanmıştır. Hastanın açıkça söylediklerini göz ardı ederek yalnızca söylemediklerine aşırı odaklanmak, iyi bir terapötik ittifakın gelişimine katkı sağlamaz. Örneğin, bir aradan sonra terapiye gelen bir hastanın, bu sürede yakın birini kaybettiğini anlatması, elbette aradaki kopuklukta terapisti kaybetmiş olma hissine dair bir şeyi de iletme çabası olabilir. Ancak, bu anlamı dile getirmeden önce, hastanın yakınına dair gerçek kaybını kabul etmeden doğrudan bu tür bir yoruma geçmek duyarsız ve faydasız olur. İdeal olarak müdahalelerimiz, hastanın ilettiği açık içeriğin tanınmasını ve bunun yanında muhtemel gizli içeriğin işaret edilmesini birlikte kapsamalıdır. Hastalar, önce söyledikleri şeyin duyulduğunu ve kabul edildiğini hissettiklerinde, bilinçdışı anlamlara dair yorumlarımızı yanlış anlaşılma, şaşkınlık ya da öfke ile karşılamaya daha az eğilimli olurlar.

      James başarılı bir iş insanıydı. Haftada bir yapılan terapisine başlayalı sadece birkaç hafta olmuştu ki, bir seansa iş ortağından söz ederek başladı. İş ortağının dürüst olmayabileceğinden endişe duyuyordu. Onun hakkında bazı söylentiler duymuştu ama işe başlarken bunları görmezden gelmeyi seçmişti; çünkü ortağını etkileyici bulmuştu. Ancak şimdi bazı usulsüzlüklerin farkına varmıştı ve bu durum, daha önce duyduğu söylentilerin aslında bir temeli olup olmadığını sorgulamasına yol açmıştı.

      Birlikte, James’in “etkileyici” insanlarla özdeşleşme arzusunu fark ettik ve James, yüksek profilli insanlarla birlikte görülme isteğinin, iyiyi kötüden ayırt etme kapasitesini gölgelemesinden endişe ediyordu. James’i dinlerken, ilk görüşmeyi ayarlamak üzere telefonda konuştuğumuz anı hatırladım. Cumartesi günleri çalıştığım için onu cumartesi günü görmek üzere randevu önermiştim. O sırada verdiği yanıt dikkatimi çekmişti: “Cumartesi mi? Terapistlerin böyle bir şey yaptığını düşünmemiştim,” demişti James, şaşkın bir tonda.

      Bu konuşma şimdi yeniden aklıma geldi ve bilinçdışı düzeyde James’in bunu terapötik çalışmamızda bir “usulsüzlük” olarak algılamış olabileceğini, bu nedenle bana karşı da kuşku duymaya başlamış olabileceğini düşündüm. Bu olasılığın oldukça güçlü olduğunu hissetsem de, aynı zamanda James’in iş durumuyla ilgili gerçekten kaygılı olduğunu ve bu kaygının haklı sebeplere dayandığını da farkındaydım. Bu nedenle, nihai yorumumda öncelikle onun işine dair kaygısını kabul ettim ve ardından şunu ekledim: “Benimle çalışmaya daha çok yeni başladığınız için, belki de terapi işimizi dürüstlükle yürütüp yürütemeyeceğime güvenip güvenemeyeceğinizi bana hissettiriyor olabilirsiniz.”

      Bilinçdışı Mesajın Taşıyıcıları

      Bilinçdışı mesajın, beden duruşu, jestler, hareket, yüz ifadesi, ses tonu, konuşma biçimi, cümle yapısı, ritmi, duraklamalar ve sessizlikler gibi sözel olmayan pek çok taşıyıcısı vardır. Bu sözel olmayan ileti biçimleri psikanalitik terapi açısından büyük önem taşır; çünkü biz, dilin ötesinde olanla çalışırız. Anlam ve bilinçdışı fanteziler, hastanın ne söylediğinden çok nasıl söylediğiyle ifade edilebilir: sert bir ton, yumuşak ve neredeyse duyulmayan bir ses ya da hızlı konuşma tarzı, sözlerin içeriğinden çok daha fazlasını -hastanın o andaki ruhsal konumunu- iletebilir.

      Jestler -beden duruşu ve hareketleri dâhil olmak üzere- her zaman konuşma sürecine eşlik eder. Fonagy ve Fonagy (1995), el hareketleriyle ilgili mesajların (gestural messages) etkisinin onların sağladığı gizlenme olanağında yattığını öne sürer; bu sayede bölme (splitting) ve inkar (denial) mümkün olur ve jestler, bilinçöncesi hatta bazen bilinçdışı zihinsel içeriklerin iletimi için ideal taşıyıcılar hâline gelir. Fonagy ve Fonagy (1995) ayrıca, duraklamalar, sessizlikler, tamamlanmamış cümleler ve sözdizimsel düzensizliklerin olası düşmanca aktarım ya da karşıaktarım tepkilerine işaret edebileceğine dikkat çeker. Gerçekten de, hastaların bilinçöncesi tutumları çoğu zaman, sözel ifadelere dönüşmeden önce, paralinguistik düzeyde (sözel olmayan ses ve ifade biçimlerinde) dışa vurulur.

      Sandra, muayenehanemin (consulting room) kapısında ilk kez durdu ve elini uzatarak tokalaştı. Jestleri güçlü ve kendinden emindi. Üzerinde bir atkı vardı; onu çıkarıp oturduğu sandalyenin arkasına fırlattı. Odaya göz gezdirerek kendinden emin bir şekilde şöyle dedi: “Beğendim.”

      Sandra’nın konuşması için benim herhangi bir yönlendirmeme ihtiyacı olmadı. Sert geçen boşanmasını ve adaletsiz mali anlaşmayı anlatmaya koyuldu. İşinden de aynı iş odaklı ve resmi tonla bahsetti. Onun tarafından kuşatılmış ve kontrol altına alınmış hissettim; sanki odayı, kendinden emin bir “Beğendim” ifadesiyle sahiplenmişti. Sandra geldiği andan itibaren bana -sözlü olduğu kadar sözsüz yollarla da” kırılgan ve bana bağımlı olmanın kendisi için çok zor olacağını hissettirdi.

      Nitekim seans ilerledikçe belirgin bir örüntü ortaya çıktı: Ne yorumlarsam yorumlayayım, Sandra bir şekilde bunu zaten bildiğini bana hissettirmenin bir yolunu buluyordu. Örneğin, “İyi bir nokta, evet, bunu bir kitapta okumuştum” ya da “Katılıyorum. Bunu her zaman biliyordum” veya “Tam da bunu arkadaşım’a söyledim” diyordu. Görünüşe göre, seansın ilk birkaç saniyesindeki sözsüz etkileşimimiz, sonunda kendi bağımlılığıyla ilgili bir çatışma olarak tanımlayabildiğimiz mesele hakkında oldukça fazla şeyi şimdiden iletmişti.

      Sessizliği dinlemek de önemlidir. Bazen sessizlik, faydalı olabilen sessiz ve düşünceli bir ruh halini ifade eder. Diğer zamanlarda ise direncin ya da bir saldırının işareti olabilir. Yüklü sessizlikler, hastayı kendi içe bakışından ya da kendi başına düşünme sorumluluğundan kurtarma baskısı gibi hissedilebilir. Ya da sessizlik, bir silah olarak kullanıldığı için katlanılması zor gelebilir. Sessizlikler ne kadar zorlayıcı hissettirse de, hastayı onları aşmaya zorlayan erken müdahalelerden ve baskılayıcı tutumlardan kaçınmalıyız. Biz de bazen sessizliği, hastaya yönelik kendi düşmanca duygularımızı boşaltmanın bir yolu olarak kullanabiliriz. Bu nedenle, kendi sessizliğimizi de izlememiz ve bunun hastayı mahrum bırakma ya da ihmal etme noktasına vararak terapötik uyumsuzluğu sürdürmediğinden emin olmamız önemlidir.

      Geleneksel psikanalitik dinleme, içeriklere, temalara, sembolik ve inkâr edilen anlamlara ve metaforlara kulak vermeye odaklanmıştır. Günümüzde ise hastanın anlatısının yapısının da örtük anlamlarla yüklü olduğu kabul edilmektedir. Main ve çalışma arkadaşlarının bağlanma araştırmaları, dilin yalnızca ne söylediğine değil, nasıl örgütlendiğine de odaklanmamız gerektiğini vurgular. Main (1995), açık bir şekilde tutarlı (coherent) ve tutarsız (incoherent) anlatılar arasında bir ayrım yapar. Main, iş birliğine açık ve tutarlı bir dil ile tutarsız, çarpıtılmış ya da muğlak bir dil arasında ayrım yapar. Tutarsız anlatılar, dinleyiciyi, anlatıcının bilinçdışı olabileceği bağlantıları sezerek bir bütünlük kurmaya ve anlatılan hikâyedeki gerçek ya da örtük anlamı çıkarsamaya zorlar. Main’in yaptığı bu ayrım, bizleri dilsel akıcılıktaki anlık değişimlere, ses tonundaki kaymalara, anlam ve tutarlılıktaki kopmalara ve anlatının parçalanmasına dikkatle kulak vermeye teşvik eder. Araştırmalar, bu tür dil özelliklerinin yetişkin konuşmalarında bağlanma güvensizliğinin göstergeleri olduğunu ortaya koymuştur (Main, 1995) (ayrıca bkz. Bölüm 3).

      Slade (2000), Main’in çalışmalarının uygulama alanının, dilin yapısına, sözdizimine (syntax) ve söylemine (discourse) odaklanmak olduğunu öne sürer; bu yapılar, bireyin erken nesne ilişkilerinin dinamiklerini bilinçdışı düzeyde temsil ediyor olabilir. Nitekim Fonagy’nin (2001) çalışmaları, güvenli ya da yansıtıcı reflektif dil ve düşünce örüntülerinin, çocuğun ihtiyaç ve duygularının genişliğini ve karmaşıklığını düşünebilen ya da taşıyabilen içselleştirilmiş bir ötekinin varlığına işaret ettiğini öne sürer. Bu anlamda, güvensiz bağlanmış yetişkinlerin anlatılarında gözlemlenen kopukluklar, tutarsızlıklar ve çelişkiler, bakımverenin çocuğun bakım ve teselli ihtiyacına yanıt verme kapasitesindeki bir kopukluğu ima eder. Hastanın anlatısının yapısına kulak vermek, onun erken dönem bağlanma deneyimlerinin niteliğine ve bu deneyimlerin şu anki ilişkilerine nasıl aktarılmış olabileceğine karşı bizi hassaslaştırır. Terapide önemli bir görev, bu anlatının bazı yönlerini düşünmek ve zihinselleştirmektir. Bu sayede hastaya, Slade’in ifadesiyle:

      iyileşme ve içsel bütünleşmeye yol açan, hastanın zihni için güvenli bir zemin

      (2000: 1158)

      sağlanmış olur.

      Bilinçdışı Mesajla Çalışmak

      Gizil İçeriği Dinlemek

      Daha önce gördüğümüz üzere, rüyalar üzerine yaptığı çalışmalar, Freud’un hatırlanan rüyayı yer değiştirme ve yoğunlaştırma gibi süreçler aracılığıyla karmaşık bir kılık değiştirme (disguise) çalışmasının nihai sonucu olarak ele almasına yol açtı. Hastanın seansa getirdiği herhangi bir hikâye ya da rüya, bilinç düzeylerinin farklı katmanlarında anlam taşıyan bir içerik olarak anlaşılır. Çevrenin bir unsuru ya da onun bir imgesi mecazi (metaforik) olarak kullanılabileceği gibi, hastanın sözünü ettiği kişiler de başka insanları temsil ediyor -bir bakıma onların yerine geçiyor- olabilir. Bu kişiler, hastanın kendisini bir bütün olarak ya da bir parçası şeklinde temsil edebilirler. Hasta ile terapist arasında gelişen diyalogda, hasta, farklı zihin halleriyle ilişkili olan kendilik (kendilik) ve öteki (other) şemalarına ses verir (örneğin, baskın bir ebeveyne öfke duyan bir çocuk olarak kendilik, zamanla yokluğu hissedilen bir ebeveyni arzulayan bir çocuk olarak kendiliğe dönüşebilir). Bir seans içinde, hasta öfkeli dürtülerin öznesi konumunda olabilirken, başka anlarda bir başkasının öfkesinin nesnesi gibi hissedebilir. Bu tür geçişler çoğu zaman doğrudan dil yoluyla ifade edilmez; ancak hastanın anlattığı hikâyelerden ve bu hikâyeleri anlatış biçiminden bu geçişleri çıkarım yoluyla anlayabiliriz.

      Sembolik dönüşüm, tehdit edici bir zihinsel olayın -örneğin, yıkıcı bir arzunun- bilinçten basitçe silinmek yerine genellikle sembolik bir kılığa bürünerek varlığını sürdürmesi anlamına gelir. Mesajın bilinçdışı yönlerini saptamak -ki bu, analitik çalışmanın büyük bölümünü oluşturur- bu nedenle sembolik bir çözümleme, yani yorumlama (interpretation) meselesi hâline gelir. Diğer terapi yaklaşımlarından farklı olarak, analitik yaklaşımlarda vurgu, hastanın bilinçdışı iletişimini çözümlemeye yöneliktir. Bilinçdışı iletiyi/mesajı dinlemek oldukça zahmetli bir iştir (bkz. Tablo 6.1). Bu tür bir dinleme sabır gerektirir çünkü bilinçdışı anlam hemen kendini nadiren belli eder. Freud’un çoklu belirlenim (overdetermination) ilkesi, bizi kolaycı ve yüzeysel bağlar kurmaktan sakınmaya davet eder. Aksine, Freud’a göre herhangi bir davranış, rüya ya da fantezi/düşlem (phantasy), birden fazla ve birbiriyle etkileşim hâlindeki etkenin nihai sonucudur. Yorumlarımız bu nedenle söz konusu karmaşıklığı yansıtmalıdır. Bazen, hastanın umutsuzca aktarmaya çalıştığı şeyi anlamlandırabilmemiz için birkaç seans geçmesi gerekebilir. Bu süreçte kendimizi aptal ya da yetersiz hissedebiliriz -özellikle de hasta, her şeyi çözecek bir yorum beklentisiyle üzerimizde baskı kuruyorsa. Analitik çalışmak, bilme ihtiyacımızdan sıyrılmayı ve sorunu hemen çözme arzumuzu bırakmayı gerektirir. Bu, sorunu görmezden gelmek anlamına gelmez; aksine, henüz tam olarak ne olduğu anlaşılmamış bir soruna aceleyle yanıt verme tuzağına düşmemeye çalışmak demektir.

      Tablo 6.1 Dinleme düzeyleri

      • İçerik düzeyi: Hastanın bilinçli olarak söyledikleri (örneğin, kim kime ne yapıyor ve kim ne hissediyor?)
      • Anlatının yapısal düzeyi: Anlatı tutarlı mı yoksa tutarsız mı?
      • İşlev düzeyi: Anlatının üzerinizde nasıl bir etkisi var ve bu, hastayı sizinle ilişkisinde nasıl hissettiriyor? (örneğin, anlatı etkileyici olmak, yalvarmak, görmezden gelmek ya da mesafe koymak amacıyla mı kullanılıyor?)

      Bilinçdışı mesajların birincil araçları anlatılar, rüyalar ve serbest çağrışımsal bağlantılardır. Bilinçdışı mesaj için elverişli bir alan yaratmada biz terapistler önemli bir rol oynarız. Bu da her şeyden önce serbest çağrışımların ortaya çıkabilmesi için sessizliğe tahammül edebilme kapasitesini gerektirir. Bir oturumu ne kadar çok sorularla ya da başka müdahalelerle yapılandırırsak, bilinçdışı mesajın kendiliğinden ortaya çıkmasını da o kadar engellemiş oluruz. Serbest çağrışımlar için güvenli ve elverişli bir alan oluşturduktan sonra dinlemeye başlarız. Dinlerken her zaman kendimize şu soruyu sormalıyız: Anlatılan hikâyenin bir altmetni (subtext) var mı? (Bkz. Tablo 6.2). Bu, ileride yapacağımız yorumun başlangıç noktasıdır. Aşağıdaki örnekte, Tom’un anlatısını dinlerken kendi düşünce süreçlerimi parantez içinde vererek alt metni nasıl aradığıma dair bir örnek sunuyorum.

      Tablo 6.2 Alt metni nasıl dinlemeli

      • Hastanın anlatısının görünürdeki içeriğine bağlı kalmayın. Hikâyeyi ilişki örüntüleri açısından dinleyin; örneğin, kim kime ne yapıyor? Rollerin nasıl değişebileceğine dikkat edin. Örneğin, hasta farklı durumlarda pasif olmaktan aktif olmaya geçtiğini anlatıyor olabilir.
      • Dilsel ifadenin prozodik öğelerini (örneğin ritim ve tonlama) gözlemleyin -bunlar, bilinçten dışlanmış olan önemli materyalin gözlemlenebileceği bir dışavurum biçimi olabilir.
      • Hastanın size anlattığı her ne olursa olsun, hemen atlayıp yorum yapma dürtüsüne direnin. Çağrışım istemek (örneğin, “Aklınıza ne geliyor?”) yardımcı olabilir; bu ister bir rüyanın unsurlarına ister hastanın aktardığı bir olaya yönelik çağrışımlar olsun (örneğin, “X ile yaşananlar hakkında ne düşünüyorsunuz?”).
      • Hasta ile birlikte anlatının içinde baskın olan duygulanımsal yaşantıyı keşfedin. Örneğin, bir meslektaşının başarılarını anlatırken hasta kendini kaygılı, utanç dolu, öfkeli ya da kıskanç mı hissediyor?
      • Hastayı dinlerken nasıl hissettiğinize (yani karşıaktarımınıza) dikkat edin. Örneğin, hasta size bir tanışma randevusunu anlatırken siz kendinizi meraklı, kaygılı ya da heyecanlı mı hissediyorsunuz?
      • Hastanın anlattığı şeyde olası aktarım anlamlarını göz önünde bulundurun. Bazen hastalar bir rüyayı onu gördükten bir hafta sonra anlatırlar ya da işyerinde aylar önce yaşadıkları bir tartışmadan size şimdi bahsederler. Bu durumda aklınızdaki ilk soru şu olmalıdır: “Bu hikâye neden şimdi anlatılıyor?”

      Tom, hafif öğrenme güçlüğü olan 40 yaşında bir adamdı. Fiziksel olarak iri yapılıydı ve kişisel hijyeninin problemli olduğu söylenmişti. Kaldığı yurttaki personele yönelik uygunsuz cinsel davranışları nedeniyle yönlendirilmişti. Burada anlatılan seansta, haftada bir yapılan ve bir yıl süren psikoterapisinin sondan bir önceki seansına gelmişti.

      Tom seansa, kendisiyle ilgilenmediklerini düşündüğü ebeveynleriyle yaşadığı zorluklardan söz ederek başlar. [Bu seansın sondan bir önceki seansımız olduğunu ve Tom’un buna dair duyguları olabileceğini aklımda tutarak, bana bizim ilişkimizle ilgili bir zorluğu anlatmakta olduğunu ama bunu ebeveynleriyle ilişkisine kaydırarak ifade ettiğini düşünüyorum.] Ardından, ebeveynlerinin onu yurtta sık ziyaret etmedikleri için onlara karşı öfkesini dile getirir. Ailesinin şef olan kardeşini ziyaret etmeyi tercih ettiklerini düşünmektedir. [Anlatının temasında, ebeveyn figürleri tarafından ihmal edilme ve onların başka bir oğula, Tom’un gözünde “tercih edilen” oğula, öncelik vermesi söz konusudur. Tom’un, terapinin sona erdirilmesini benim kendisinden daha çok tercih ettiğim bir başkasına zaman ayırmak istememle ilişkilendirdiği yönünde bir fantezisini bana ilettiğini hipotez olarak düşünüyorum.] Sonra konuşmayı keser ve ayaklarına bakar. Yüzü üzgün görünmektedir. Konuşmaya devam ettiğinde Tom şöyle der: “Ben kötü kokuyorum. Kimse benimle seks yapmak istemiyor. On beş yıldır seks yapmadım. Seks yapsam kadını ezerim. Çok kiloluyum.” [Tom şu anda oldukça zengin serbest çağrışımlar sunmuş oluyor. Başlangıçta kendisine ait iki kişisel özelliği -kokusu ve kilosu- tanımlıyor ve bunların, zihninde, diğer insanlar tarafından reddedilmesiyle ilişkilendiğini ifade ediyor. Ancak mesele bundan daha karmaşıktır; çünkü Tom aynı zamanda seks yaparsa kadını ezeceğini de söylüyor. Bu güçlü imge aracılığıyla Tom, kendi öfke ve öldürücü hislerini ve şu fantezisini iletmektedir: Yakınlık kurmak imkânsızdır, çünkü bir kadına yaklaşırsa onu ezecek/öldürecektir.]

      Tom’un mesajlarının anlamını anlayabilmek için söylediklerini bağlamsallaştırmamız gerekir; yani, hikâyesinin içeriğini dinlerken bunun terapinin sondan bir önceki seansı olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Anlatısındaki baskın temalar, ebeveynleri tarafından ihmal edilme/ziyaret edilmeme ve başkaları için itici biri olduğunu düşünmesi, bu nedenle yakınlık kurmanın imkânsız olmasıdır. Burada şunu fark ederiz: Tom, ebeveynlerine yönelik öfkesinden, başkalarının kendisine yaklaşmasını imkânsız kılan şeyin kendisinde olduğunu düşünmeye geçer. Bu temaları terapinin sona ermek üzere olduğu gerçeğiyle ilişkilendirdiğimizde, farklı bir öykü duymaya başlarız. Tom, artık onu görmeyecek olmam nedeniyle bana öfkelidir. Fantezisinde, benim onun yerine görmeyi tercih ettiğim kokmayan, kilolu olmayan başka bir hastam vardır ve terapinin sona ermesinin nedeni budur. Terapinin bitmesine dair başlangıçtaki öfkenin ardında ise şu kaygı yatar: Tom, ilişkileri yok ettiğine inanır ve bu yüzden insanlar -ve ben- ondan uzaklaşmak zorundadır.

      Psikanalitik Yorumun Doğası

      Yorum yalnızca psikanalize özgü bir teknik değildir. Bilişsel-davranışçı terapistler de, hastalarına düşünceleri ile davranışları arasındaki bağlantıları açık ettiklerinde “yorum” yapmış olurlar. Ancak daha dar ve özgül olarak, psikanalitik anlamda yorum yapmak, bilinçdışı olan bir şeyi (yani, hastanın psikolojik işleyişine dair bir yönü) bilinçli hâle getirmeye yönelik sözel müdahaleleri ifade eder.1

      1Burada terimi betimleyici anlamıyla kullanıyorum.

      Jane, yoksunluk yaşamış genç bekar bir anneydi ve ilk çocuğunun doğumundan sonra doğum sonrası depresyona girdiği için terapiye gelmişti. Kendi ailesinin onu reddettiğini ve kızının babasının hiçbir ilgi göstermediğini söyledi. Kızını zor bir bebek olarak tanımlıyordu çünkü çoğu zaman ağlıyordu. Taleplerinden dolayı kendini tükenmiş hissediyor ve onu emzirmekte zorlanıyordu. Kızının sürekli aç olduğunu ama memelerinde çok az süt bulunduğunu ve emzirmenin canını yaktığını, bu yüzden de ona biberon vereceğini söylüyordu. Zaman zaman o kadar bezgin hissediyordu ki, bebeği evlatlık vermeyi bile düşünüyordu. Sosyal hizmet görevlisinin onu haftada bir ziyaret ettiğini ama bunun yardımcı olmadığını belirtti.

      Bu materyalle karşılaştığımda, Jane’in bebeğiyle yaşadığı zorluğu anlatırken aslında nasıl bir içsel deneyimi aktarmaya çalıştığını kendime soruyorum. Jane bilinçli olarak depresyonda olduğunu bilmektedir ve sunduğu anlatıdan da görüldüğü üzere mevcut durumunu, zorlayıcı olarak algıladığı bir bebeğin talepleriyle ilişkilendirmektedir. Ancak, açık anlatısında eksik olan şey, bebeğinin onun zihninde neden bu kadar obur ve talepkâr bir bebek haline geldiğine dair bir anlamdır -öyle ki, söz konusu anlam, bebeğini evlatlık verme düşüncesine kadar sürüklemiştir onu. Jane’in geçmişinden bildiğim şey, ailesiyle reddedilme içeren zor bir ilişkisi olduğu ve partnerinin de onu terk ettiği idi. Ayrıca haftada bir kez gelen bir sosyal hizmet görevlisi var ama bu ziyaretin iyi bir besin olduğunu düşünmüyor. Büyük olasılıkla içsel olarak kendini yoksun hissediyor ve buna ek olarak küçük bir bebeğin çok gerçek talepleriyle de baş etmek zorunda kalıyor. Anlatısının baskın teması, tükenmiş ve acıyan memelerinin güçlü imgesiyle iletiliyor: Verecek hiçbir şeyi kalmamış gibi hissediyor ve bebeğinin her şeyini ondan aldığını düşünüyor. Bu materyali yorumlarken, bunu Jane’in bilinçdışı bir mesajı olarak ele alabiliriz; yani, tıpkı sürekli ağlayan ve hep aç olan kızı gibi, yatıştırılamayan çok muhtaç bir parçası hakkında bir mesaj. Jane kendi muhtaçlık hali içindeyken, kızını sınırlı kaynaklar için bir rakip gibi deneyimliyor. Onu evlatlık verme fantezisi, zihninde, kızı tarafından fazlasıyla tüketildiği zamanlarda bir çıkış yolu olarak beliriyor.

      Bir yorum bir hipotezdir. Hastanın, isterse bu yoruma dair bir şey söylemesini ya da onu görmezden gelmesini davet eder. Bu nedenle, ideal olarak bir yorum; “Söyledikleriniz böyle de anlaşılabilir” anlamını taşıyan, olasılık içeren bir ifade, soru ya da formülasyon biçiminde sunulur. Bir yorum, hastaya onun gerçekte ne düşündüğünü -henüz kendisi farkında olmasa bile- söylediğimiz bir hakikat bildirimi değildir; aksine, hastanın değerlendirmesine sunulan, ona uygun olabilir de olmayabilir de denilen alternatif bir bakış açısı önerisidir.

      Yorum kaçınılmaz olarak öznel bir boyut içerir. Yorumlar ne doğru ne de yanlıştır; yalnızca daha az ya da daha çok faydalı olabilirler. Elbette, hastalarımızı iyi tanıdığımızda ve onlarla aylar ya da yıllar boyunca çalıştığımızda, yorumlarımız daha az tereddüt içerebilir ve tekrarlayan örüntüler ortaya çıktığında “doğrudan meseleye girebiliriz”. Bu durum, yoruma bir tür “kesinlik” niteliği kazandırabilir, fakat çoğunlukla hasta bunu böyle deneyimlemez. Bu nedenle bazı yayımlanmış vaka öyküleri sorunlu olabilir: Terapötik ilişkinin hikayesi bağlamından koparıldığında, bazı yorumlar dayanaksız, çılgınca tahminler gibi görünebilir.

      Yorumların İçeriği, İşlevi ve Zamanlaması

      Yorumların üç temel yönü dikkate alınmalıdır: içeriği (content), işlevi (function) ve zamanlaması (timing).

      İçerik

      Psikanaliz ekolleri arasındaki farklılıklardan biri, klinik tabloda baskın olan yorumların içeriği düzeyinde bulunabilir. “İçerik”, yapılan yorumun, örneğin, savunmalara mı, intrapsişik etkenlere mi yoksa aktarım ilişkisine mi yönelik olduğunu belirtir. İçerik yalnızca hastanın söylediklerine bağlı olarak değil, terapistin yorum yaptığı düzey tarafından da belirlenir. Örneğin, bir hasta, patronuyla yaşadığı zor bir iş durumundan söz edebilir. Patronunu kendisine karşı düşmanca davranan, duyarsız, zorba biri olarak tanımlar; ona göre patronu her zaman her şeyi kendi istediği gibi yapan biridir. Patronla başa çıkma biçiminde, hasta karakteristik olarak pasif bir tutum sergiler: durumu sineye çekecek, ancak patronuna yönelik düşmanca duygularını gizlice ona karşı duyduğu küçümsemeyle dışa vuracaktır. Böylece hasta, zorba bir patron karşısında kendini hem haklı gören hem de pasif agresif biri olarak sunar. Böyle bir anlatı farklı şekillerde ele alınabilir. Klasik Freudyen modelde, vurgu daha çok dürtünün (örneğin, patrona saldırma ve onu küçük düşürme arzusu) ve savunmanın (örneğin, pasiflik) yorumlanması üzerine olurdu. Daha çağdaş nesne ilişkisel modeller ise savunma ve dürtü yorumuna daha az, ilişkisel ve etkileşimsel perspektiflere daha çok önem verebilir. Örneğin, patronla kurulan ilişkiyi aktarımın bir örneği olarak ele alabilir ve hastanın terapisti bir zorba gibi deneyimlemesini, buna eşlik eden gizli küçümsemesiyle birlikte inceleyebilirler.

      Yorumun odağının nasıl belirleneceğine dair kesin “kurallar” yoktur. Bununla birlikte, eğer hasta esas olarak parçalanma (fragmentation) ve sınır dağılması (boundary diffusion) yaşantısıyla baş etmekte zorlanıyorsa, bu durum sabit, tanımlı bir kendilik temsilinin yokluğuna bağlı olarak yeterince sağlam bir ego yapısının bulunmadığını (yani zayıf ego gücünün varlığını) ortaya koyar; bu tür bir yaşantı, genellikle anlam, duygulanım ve arzu gibi daha ince meselelerden ziyade yorumun içeriğinde öncelik kazanır (Greenspan, 1977). Örneğin, hastanın esas deneyimi içsel parçalanma duygusuyken, yorumun hastanın çatışmalı isteklerine odaklanması, hastanın temel deneyimini gözden kaçırmak anlamına gelir ve bu nedenle muhtemelen yardımcı olmayacaktır. Kişiliği daha bütünleşmiş nevrotik hastalarda, yorumlar hastanın söylediklerinin anlamına odaklanabilir. Ancak nesne ilişkileri çok dağınık olan ve duygusal durumlarını düzenleyemeyen, kişiliği daha ağır düzeyde bozulmuş hastalarda, yorumlar hastanın duygulanımsal deneyimine odaklanarak daha fazla yardımcı olabilir; yani, anlamları keşfetmeden önce, hastanın ne hissettiğini tanımlamasına yardımcı olmak öncelikli hale gelir.

      Psikanalitik yorumlar çok çeşitli düşünce, duygu ya da davranışlara odaklanabilir:

      • Yorumlar, terapi sürecinde kişiler -buna terapist de dâhil- hakkında çizilen çelişkili tasvirlere ve bu çelişkili temsillerin oluşumunun ardında yatan kaygılara dikkat çekebilir.
      • Yorumlar, seans sırasında hastanın kendilik farkındalığını ve terapistle kurduğu bağlantıyı zedeleyen belirli savunmacı manevralara odaklanabilir; bu tür yorumlar aktarım yorumlarıdır (transference interpretation) (bkz. Bölüm 8).
      • Yorumlar, hastanın kendilik temsillerine (self-representation) yöneltilerek onun olumlu ve olumsuz özelliklerini keşfetmesine ve bu özelliklerin belirli ötekilerin temsilleriyle nasıl bağlantılı olabileceğini incelemesine yardımcı olabilir. Bu tür yorumlar farklı düzeylerde yapılabilir; bilinçdışı anlamlara göndermede bulunabilecekleri gibi, ilk aşamada yalnızca hastanın sahip olduğu örtük tutum ve duyguları açık hâle getirmekle de yetinebilir. Düşünme tarzı daha somut olan hastalarla çalışırken, bu ikinci türden yorumlar, daha keşifçi bir çalışma tarzına kademeli bir geçiş için bir giriş noktası işlevi görebilir.
      • Yorumlar, hastanın eylemlerinde, düşüncelerinde ve duygularında -özellikle de kendisiyle ve başkalarıyla, buna terapist de dâhil olmak üzere, kurduğu ilişkiler bağlamında- tekrarlayan örüntülerin saptanmasına odaklanabilir. Bu tür yorumlar, altta yatan nesne ilişkilerini ve bunlarla bağlantılı olarak sahnelenen ya da ima edilen bilinçdışı fantezileri açığa çıkarmayı amaçlar. Bilinçdışı fantezilerin2 varlığı, hastanın davranışlarından ya da inançlarından çıkarsanır. Örneğin, “Ben kötülükle doluyum” fantezisi aktarımda, hastanın eleştirel yorumları yakalamaya yönelik sürekli bir tetikte oluşu biçiminde tezahür edebilir. “Ben her şeye kadirim” fantazisi ise, hastanın herhangi bir zarar görme olasılığını hiç hesaba katmadan riskli davranışlardan söz etmesiyle kendini gösterebilir.

      2Britton (1991), bilinçdışı fantezi (unconscious phantasy) ile inanç (belief) arasında faydalı bir ayrım yapar. Ona göre, fantezi deneyimsel olmayan örtük bellek alanında var olurken inanç bir nesne ilişkisi içinde etkinleşen işleyişin ürettiği zihinsel içerikleri yansıtır.

      İşlev

      En basit haliyle, bir yorumun işlevlerinden biri, hastanın iletişimlerinin -ne kadar tutarsız ya da karışık olursa olsun- anlamlı olduğunu hastaya iletmektir. Bir yorum, hastanın deneyimini, özellikle de bu deneyimin bilinçdışı yönlerine odaklanarak söze döker. Pek çok yorum, hastanın deneyimini geçerli kılma işlevi görür; temelde, hastanın ne hissettiğinin ötesine geçerek onun içinde bulunduğu durumu anladığımızı ileten, empatiye dayalı incelikli yansımalardır. Örneğin, hasta bir arkadaşıyla bir mesele yüzünden yaşadığı bir tartışmayı anlatıyor ve bu tartışmanın onu üzdüğünü söylüyorsa, bizim yapacağımız yorum yalnızca hastanın dile getirdiği üzüntüsünü tanımakla kalmaz. Bunun ötesine geçerek, bir anlaşmazlığın hasta için neden bu kadar rahatsız edici olduğunu da anlamlandırmaya çalışırız. Örneğin, herhangi bir farklılığı hastanın içsel ruhsal (internal psychic) dengesi için tehdit edici olarak deneyimlediğini varsayabiliriz.

      Hastamıza onun ruh hâlini yorumladığımızda, dolaylı olarak kendi duruşumuzu da iletmiş oluruz; yani, onu karmaşık bir zihinsel yaşantıya sahip, düşünen ve hisseden bir varlık olarak ele alırız. Bu ise, zamanla içselleştirme süreci yoluyla hastanın kendi üzerine düşünme işlevine dönüşecek bir refleksiyon/derinlemesine düşünme unsurunu da içerir (bkz. Fonagy ve diğ., 2002). Bir yorum bu nedenle yalnızca içeriği sayesinde değil, aynı zamanda hastaya onun yaşantısını düşünebilen ve onu onaylamanın ötesine geçen harici ve farklı bir nesne deneyimi sunduğu için de potansiyel olarak dönüştürücü/mutatif (mutative) olabilir (Kernberg, 1997).3

      3Fonagy ve Fonagy (1995), annenin bebeğin sıkıntısına hem bebeğin yaşantısını kabul eden hem de bebekle bağdaşmayan başka bir duygusal durumu ifade eden çift tonlu (dual-tone) bir mesajla yanıt verdiğinde, bunun bebeğe duygusal yaşantısının kapsandığını (contained) ilettiğini öne sürer.

      Pek çok yorum, hastanın içsel olarak deneyimlediği şeyle dış gerçeklik arasında bir bağ kurma işlevi görür. Bu, özellikle ego sınırları bulanık olan daha ağır düzeyde rahatsız hastaların, güçlü duygulanımlar ya da zihin durumları ile algı arasında bağlantılar kurmasına yardımcı olur. Bu tür yorumlar, davranış üzerinde etkisi olan bilinçdışı bir zihnin varlığı fikrine yumuşak bir giriş sağlar.

      Yorumların sıklıkla hastanın sıkıntısını “kapsadığı (contain)” söylenir. Hastanın deneyiminin farklı parçalarını bir araya getirerek, bir yorum mecazi anlamda hastayı “kucaklar (hold)”. Yorum yapma eyleminin kendisi bile hasta tarafından, kendisine duyduğumuz ilginin somut bir ifadesi olarak deneyimlenebilir ve bu da oldukça kapsayıcı olarak hissedilebilir. Bazen, hasta için yönetilebilecek tek şey bu tür bir kapsayıcılıktır: bazı hastalar bize anlaşılmak için gelirler, ama anlamak için değil (Steiner, 1993). Anlamak, hastanın sürece aktif olarak katılımını -yani kendi zihninin ve bunun başkaları üzerindeki etkisinin sorumluluğunu duygusal olarak taşıyabilecek kadar sağlam olmasını- varsayar. Yorumların kapsayıcı işlevi önemli olmakla birlikte, özellikle daha ağır bozulmuş hastalarda bu işlev hayati olsa da, kapsayıcılık kendi başına bir amaç değildir (Steiner, 1993). Frosh’un isabetli biçimde ifade ettiği gibi:

      Eğer terapi yalnızca kapsayıcılık sağlıyorsa, o zaman gerçek olanla -yani çelişki ve kaybın varlığı ile- asla yüzleşilmez.

      (1997b: 108)

      Hastalarımızın herhangi bir iletişimini ele alırken, onun acısını dindirmemiz yönündeki daimi baskının her zaman farkında olmamız gerekir. Elbette, bu baskı her türlü terapötik girişimin amaçlarından biridir. Ancak ruhsal acıyı hafifletmenin farklı yolları vardır. Bunlardan biri, hastaya öğüt vermek ya da güvence sunmak gibi bir etkinlikte bulunmaktır. Bu tür müdahaleler, kısa vadede hastaya rahatlama sağlasa da, aynı zamanda ona acısıyla birlikte kalamayacağımızı ve bu acı üzerine düşünemeyeceğimizi de iletebilir. Yorumlayıcı bir tutuma bağlı kalmak, her ne kadar acı verici olsa da, hastaya şu mesajı iletir: Katlanılamaz ruh halleri, başka bir kişiyle birlikte düşünülebilir ve bu kişi hastanın yaşantısını geçerli kılar. Sonuçta, Frosh’un (1997a: 98) belirttiği gibi, belki de terapinin sunabileceği tek şey, “kişilerarası kabulün bir metaforu, yalnız olmadığını gösteren bir işaret”tir. Yorum, bu tür bir kabulü iletmenin yollarından biri olabilir. Hastaya “yalnız olmadığını”, başka bir zihnin kendi zihniyle boğuşmakta (grappling with) olduğunu bildirir. Bu basit ama güçlü işlevin önemini küçümsememeliyiz.

      Çalışmamızda, açık, alıcı ve destekleyici bir tutum ile araştırıcı ve “gerçekle yüzleştirici” tutum arasında bir denge kurmamız gerekir. Bir yorum hem hastayı doğrulayabilir hem de onu kapsayabilir; fakat aynı zamanda, birbirinden kopuk unsurları bir araya getirerek nihayetinde meydan okuyucu bir nitelik taşımalıdır. İdeal olarak, bir yorum sadece aydınlatıcı değil, aynı zamanda sarsıcıdır. Yorumlama eylemi, hastanın deneyimini yansıtan bir ifadenin ötesindedir; aynı zamanda hastanın deneyimine yeni bir bakış açısı getirir. Bu nedenle, terapötik sürecin zorlayıcı ama gerekli parçasını hasta tolere edebilsin diye güvenli bir ortam yaratmak önemlidir.

      Zamanlama

      Bir yorum, mevcut bir içsel durumu ya da kendiliğe veya ötekilere dair yerleşik görüşleri tehdit ettiği hissedilirse dirençle karşılanabilir. Bu nedenle zamanlama son derece önemlidir. Kötü zamanlanmış bir espri gibi, bir yorum da -doğru olsa bile- eğer hasta onu duymaya psikolojik olarak hazır değilse, etkisiz kalabilir, hastayı utandırabilir ya da onunla aramızda bir mesafe yaratabilir. Belirli bir davranış, hasta onun psikolojik anlamını tam olarak kavrayamadan yorumlanırsa, hasta kendini edilgen bir konuma itilmiş gibi hissedebilir; bu da bizim bakış açımızın ayrıcalıklı olduğu izlenimini doğurabilir. Erken yapılan yorumlar, terapiste her şeyi bilen bir özellik kazandırabilir; bu da hem terapistin hem de hastanın “bilmeme” durumunun ortaya çıkardığı temel kaygılardan korunmasına hizmet edebilir. Yorumların -tanımı gereği- hastanın dikkatine yeni bir şey getirme özelliğini taşıdığı göz önüne alındığında, hastanın analitik ilişkiye dair içsel algısının istikrarlı olması ya da istikrara kavuşturulması gerekir ki, hasta bu sarsıcı etkiyi işlevsel biçimde kullanabilsin.

      En iyi yorumlar, hastanın kendi yorumuna ulaşmasını sağlayan, zamanlaması iyi ayarlanmış ipuçlarından ibarettir. Bu ipuçları, hastaya dair dinamik anlayışımızdan ve o anda ilişkiye egemen olan özel aktarım matrisinden beslenen, ustaca müdahalelerdir. Analitik çalışmanın amacı, hastanın kendi kendini analiz etme kapasitesini geliştirmektir; hastayı ona ustaca yorumlar sunan bir terapiste bağımlı hale getirmek değildir. Her ne kadar bir yorum yapma dürtüsü hissedebilirsek de, terapi durumunu analitik ustalığımızı sergileyeceğimiz bir alan gibi görme tuzağından kaçınmamız gerekir. Eğer hastanın kendini anlama çabalarını sürekli olarak biz önceden karşılarsak, bu, çocuğunun bir nesneye uzandığını gören annenin her seferinde hemen atılıp o nesneyi çocuğun eline vermesine benzer; bu da çocuğun kendi yetilerini deneme fırsatını elinden alır. Bu nedenle, yorum yaparken çoğu zaman “az, çoktur”. Tarachow şu gözlemde bulunur:

      Bir yorum nadiren olabildiğince ileri gitmelidir. Tercihen, hedeflediği sonucun bile gerisinde kalmalıdır. Bu, hastaya sizin yorumunuzu genişletme fırsatı verir, sürece daha fazla katılım sağlar ve yardımınızın kurbanı olmanın yaratabileceği travmayı bir ölçüde hafifletir.

      (1963: 49)

      İyi bir yorum yalındır, doğrudandır ve şeffaftır. “Şeffaf (transparent)” derken kastettiğim, yorumun hastaya bizim belirli bir anlayışa nasıl vardığımızı göstermesidir. Bu, özellikle terapinin erken evrelerinde önemlidir; çünkü hasta bilinçdışıyla çalışmaya alışkın olmayabilir ve bu nedenle bir yorumu, eğer hastanın seansta bize anlattığı içerikle ya da ifade ettiği baskın duygularla temellendirilmemişse, “gökten düşmüş” gibi deneyimleyebilir. Önemli olan, bu yaklaşımın hastanın bizi her şeyi bilen biri olarak algılamasını en aza indirmesi ve hastanın kendi bilinçdışını anlamlandırmak için benimseyebileceği bir model sunmasıdır.

      İki haftalık bir aradan önceki sondan bir önceki seansında, Sara bana oturum sırasında televizyonda insanların ölüme yönelik tutumlarını konu alan bir programı izleyip izlemediğimi sordu. Konuşurken ses tonunun kırılganlaştığını ve konuşma hızının arttığını fark ettim. Sara, programın kendi deneyimini doğruladığını, ölüm hakkında konuşmanın ne kadar zor olduğunu anlamlı bir şekilde gösterdiğini düşündüğünü söyledi. Annesini iki yıl önce kanserden kaybetmişti ve o zamandan beri onun ölümünü kabullenmekte büyük zorluk yaşıyordu. “Ölüm” kelimesini sevmiyor ve seanslarda aktif olarak bu kelimeden kaçınıyordu.

      Bu materyale yaklaşırken aklımda iki şey vardı: Sara gerçekten de annesinin kaybıyla ilgili yasını çalışmak üzere terapiye gelmişti ve annesine oldukça bağımlıydı. Bu seans, annesinin ölümünün ikinci yıldönümünden birkaç ay önce gerçekleşmişti. Bu nedenle, söylediklerine hem annesinin gerçek kaybıyla ilgili olarak hem de olası örtük bir iletişim içerecek şekilde yanıt vermek önemli görünüyordu. Bu bağlamda, yaklaşmakta olan terapi arasının ve Sara’nın bana olan bağımlılığının farkındaydım. Daha önceki birkaç seansta, seans saatinde orada olmayacağımdan duyduğu korkuyu ve benim orada olacağıma güvenmekte yaşadığı zorluğu birlikte incelemiştik. Bana olan bağımlılığını karakteristik biçimde hızla küçümsüyor, ancak aynı zamanda katkılarımı çok değerli bulduğunu da beni rahatlatırcasına dile getiriyordu.

      İlişkimizdeki bu geçmiş öykü ve özellikle bu seansta getirilen materyal ışığında, Sara’nın bilinçli uğraşını dikkate alarak ve bunun başka ne anlama gelebileceğine dair kendi anlayışımla bağlantı kurarak şu müdahaleyi yaptım: “Annenizin ölüm yıldönümüne yaklaştığımızın farkındayım ve ikimiz de bunun sizi çok kaygılandırdığını biliyoruz. Acaba yaklaşmakta olan aramız [seanslara ara vermek] da sizi kaygılandırıyor olabilir mi, ancak bunu dile getirmek fazla tehlikeli mi geliyor size? Tıpkı bana anlattığınız televizyon programındaki insanların ölüm konuşmalarından kaçınarak sizin deneyiminizi doğrulamaları gibi, sanırım siz de bana bugün “ara konuşmasının” da zor olduğunu söylüyorsunuz.”

      Yorumlarımız, hastanın gelişimsel düzeyine bağlı olarak farklı işlevler görecektir. Bu, bir yorumun zamanlamasıyla ilgili olarak dikkate alınması gereken çok önemli bir husustur. Bir yorumun hasta tarafından özgürleştirici mi yoksa dehşet verici mi deneyimleneceği, büyük ölçüde dilin bedene ve ilkel dürtülere olan bağlarından ne derece özgürleştiğiyle ilgilidir. Ancak dil gerçekten bir gösterenler sistemi hâline geldiğinde yorum yardımcı olabilir. Çok bozulmuş hastalarda, özellikle de sembolik kapasitesi ciddi şekilde zedelenmiş psikotik hastalarda, bir yorum mutlaka bir doğrulanma (validation), kapsanma (containment) ya da anlaşılıyor olma (understanding) deneyimine katkıda bulunmayabilir.

      Dolayısıyla, ne zaman ve neyi yorumlayacağımızı bilmek, hastanın genel ruhsal bozulma düzeyine ve bir seans içindeki değişen zihin durumlarına ilişkin sürekli değerlendirmemize dayanır. Hastayı farkında olmadığı örüntülerin bilincine vardıran bir yorum ile hastanın daha önce var olmayan bir temsili (representation) edinmesine yardımcı olan bir yorum arasında bir ayrım vardır.” (Edgecumbe, 2000: 19). Daha fazla hasar görmüş hastalarda -ki bu kişilerin duygusal deneyimlerini anlamlandırmalarında kendilerine yardım eden bir ötekine dair çok az deneyimleri olmuş ya da hiç deneyimleri olmamış olabilir- bizim çalışmamız çoğu zaman anlamı açığa çıkarmakla ilgili değil, hastaya anlamı bulması ya da kurması konusunda yardımcı olmakla ilgilidir. Yani, bir hastanın belirli bir şekilde neden hissettiğini keşfetmeye başlamadan önce onun ne hissettiğini bulmasına yardımcı oluruz.

      Yorumun Kişilerarası Bağlamı

      Bir yorumun türünü dikkate almadan önce, bu yorumun yapıldığı kişilerarası bağlamın niteliği üzerinde düşünmemiz gerekir. Eğer yorumlamanın işlevlerinden biri, hastanın belirli bir konudaki bakış açısını sorgulamaksa, bu riskli bir stratejidir. İçsel psişik statükonun çekimi oldukça güçlü olabilir ve bu nedenle bir yorum, kırılgan bir dengeyi bozma tehdidi taşıyan istenmeyen bir müdahale olarak deneyimlenebilir. Bu nedenle, yorumların, hastanın bizi faydasız, saldırgan ya da cezalandırıcı olarak deneyimlemesini tolere edebilecek güçlü bir terapötik ittifak bağlamında yapılması tercih edilir. Yine de, aktarım çarpıtmaları nedeniyle hasta bizi destekleyici olmayan biri olarak deneyimleyebilir. Bu tür durumlarda, bu algının yorumlanması, destekleyici bir bağlamı yeniden kurmak açısından önemli olur. Her ilişkide olduğu gibi, terapötik ilişkide de zaman zaman yanlış anlamalar ve uyumsuzluklar yaşanacaktır. Asıl önemli olan, bu tür deneyimlerin üzerine düşünülebilmesi ve sorunların yapıcı bir şekilde atlatılabilmesidir. Onarılabilir kopmaların yaşanması ve telafi edilmesi, terapötik ilişkiyi güçlendirir.

      Yorum Türleri

      Başlıca iki tür analitik yorum vardır: yeniden inşa edici ya da genetik yorumlar4 (reconstructive or genetic interpretations) ve aktarım ya da “şimdi ve burada” yorumları (transference or here-and-now interpretations). Yeniden inşa edici (reconstructive) bir yorum, hastanın duygularına ya da düşüncelerine dikkat çeker; örneğin, bunları gelişimsel kökenleriyle ilişkilendirir (örneğin: “Sanırım eşiniz işiyle ilgili olan biteni sizinle paylaşmadığında öfke hissediyorsunuz, tıpkı çocukken anne babanızın sizi kendi aralarındaki konuşmalarına dahil etmemeleri durumunda hissettiğiniz gibi”). Kleinyen düşünce akımı ana akım psikanalitik uygulamada yerini alana kadar, yeniden inşa edici yorumlar analitik çalışmanın sessiz ve temel unsuru olmuştur (Brenneis, 1999). Daha önce 3. bölümde gördüğümüz gibi, bazı çağdaş yaklaşımlar artık çocukluk olaylarının, geri çağrılması mümkün olmayan erken deneyimlere dayalı olarak şekillenen prosedürler hâline geldiğini öne sürmektedir. Bu bakış açısı, yeniden inşa edici yorumların işlevini ve önceliğini sorgulamıştır.

      4Bunlar bazen aktarım dışı (extra-transference) yorumlar olarak da adlandırılır. Bu terim, aktarım yorumu olmayan her türlü müdahaleyi kapsar.

      Çalışmamızda, davranışlarımızı organize eden ruhsal yapılara (psychic structure) dikkat etmemiz gerekir. Terapötik değişim, bu yapıların oluşumuna katkıda bulunan yaşantılar değil, doğrudan bu yapılar ele alındığında gerçekleşecektir.5 Yorumlamadaki odak, hastanın aktarım ilişkisinde kendini gösteren örüntüleri ya da işlemleridir. Bu tür yorumlar genellikle “şimdi ve burada” ya da aktarım yorumları olarak adlandırılır. Geçmişteki figürlere yapılan göndermeleri içerebilseler de, esas odaklarını terapi odasında gelişmekte olan, terapistle olan mevcut ilişki üzerinde korurlar (bkz. Bölüm 8).

      Aktarımı, hastanın çağrışımlarından, duygulanımlarından ve geçmişi yeniden yaratan ya da yeniden sahneleyen davranışlarından çıkarırız. Günümüzde aktarım, geçmişin birebir bir tekrarı olmaktan ziyade, geçmişten etkilenmiş yeni bir deneyim olarak kabul edilmektedir. Bir aktarım yorumu, hasta-terapist ilişkisine açık bir gönderme yapar ve hastanın ilişki içinde kendini gösteren çatışmalarını açığa çıkarmayı, açıklamayı ve bu çatışmaların keşfini teşvik etmeyi amaçlar. Her ne kadar yorumun odağı hastanın geçmişi olmasa da, aktarım çalışması geçmişin anlaşılmasına götürür; Roys bu durumu şöyle ifade eder:

      Bebeklik dönemine ait kaygıların ve savunmaların yeniden yapılandırılmasına yol açan şey, terapistten gelen entelektüel bir açıklama değil, terapistle yaşanan canlı etkileşimin deneyimlenmesidir.

      (1999: 37)

      Birçok çağdaş yaklaşımda amaç, hastaya gerçekte ne olduğu bakımından bir hakikate (truth) ulaşmak değil, hastanın duygulanımsal deneyimini anlamaktır (Flax, 1981). Bu nedenle, birçok çağdaş terapist, terapötik çabalarını hastanın şu anki (current) kendilik temsillerinin ve ötekilerle ilişkili temsillerinin formülasyonu ve yorumlanmasına odaklar. Bu odaklanma, hastanın geçmişini yeniden yapılandırarak nesnel bir hakikate ulaşılabileceği yanılgısından uzaklaşmayı yansıtır.

      Uygulamada, çok az terapist kendini yalnızca aktarım yorumlarıyla ya da yeniden yapılandırıcı yorumlarla sınırlar; ancak farklı kuram ekollerine özgü olarak vurguda farklılıklar bulunur. Bu iki tür yorumun kullanımı, terapi odasında oldukça farklı deneyimlerin ortaya çıkmasına yol açar. Yeniden yapılandırıcı bir yorum, hastanın davranışlarının kökenlerini kesin biçimde geçmişte konumlandırır. Bu bağlamda, hastanın şu anda hissettiği bir öfke örneğin, terapist tarafından geçmişteki önemli bir figüre yönlendirilebilir; böylece terapist ve hasta, odadaki anlık ve yoğun duygusal bir deneyimden korunmuş olur. Buna karşılık, aktarım yorumu daha cesurdur: Hastayı, ne kadar rahatsız edici ya da üzücü olursa olsun, duygusal tepkisini terapötik ilişkinin doğrudanlığı içinde incelemeye davet eder. Bu anlamda, bir aktarım yorumu, hastanın kaçınmak isteyebileceği duygulanıma daha doğrudan bir maruziyet içerir. Dolayısıyla, terapisti de hastanın gelişen anlatısında doğrudan bir ana karakter (protagonist) hâline getirir. Terapisti, hastanın yönelttiği -terapist için de rahatsız edici olabilecek- duyguların hedefi konumuna yerleştirir. Gerçekten de, Waska şu gözlemde bulunur:

      Pek çok hasta ve analist, aktarım fantazilerinin keşfinden kaçınmak için genetik yeniden inşayı (genetic reconstruction), serbest çağrışımı ve rüya anımsamalarını savunma olarak kullanır. Hem hastanın hem de analistin, hastanın fantezi yaşamının merkeziliğine ve bu içsel hareketliliğin terapi ilişkisi içinde nasıl oynandığına sürekli olarak geri dönebilme kapasitesi, tedavinin psikanalitik olarak tanımlanmasını sağlayan şeydir.

      (Waska, 2000: 28)

      Bir diğer yaygın ayrım ise yüzeysel yorumlar (surface interpretation) ile derinlikli yorumlar (depth interpretation) arasındadır. Yüzeysel bir yorum, hastanın bilincine çok yakın olan, yani daha belirgin düzeydeki iletişimle sınırlı kalır. Genel olarak, bu tür bir yoruma karşılık hasta şaşkınlık hissetmektense, terapistin işaret ettiği şeyi -daha önce bilinçli olarak bağlantı kurmamış olsa bile- daha kolay tanıma eğiliminde olur. Hastanın neyi tolere edebileceğinden emin olunamadığı durumlarda, başlangıçta hastanın bilinç düzeyinden en uzak olan, örneğin yıkıcı duygularına ya da fantezilerine dair yorumlardan kaçınmak en iyisidir.

      Derinlikli bir yorum genellikle en eski ve bu nedenle bilinçten en uzak olan unsurların yüzeye çıkarılmasını içerir. Busch (2000), derinlikli bir yorumu yapma zamanına geldiğimizde, bunun hastaya artık pek de “derin” gelmemesi gerektiğini önererek faydalı bir bakış açısı sunar. Ross ise şu şekilde ileri gider:

      Hâlâ bilinçdışı olan çatışmaların yorumlanması -ki bu çatışmalar ancak dolaylı olarak çıkarım yoluyla anlaşılabilir- analizanın zihinsel özerkliğinin ihlalidir; bilinmezliğin yarattığı dehşeti yatıştırmak amacıyla analistin başvurduğu, erken yapılmış şematikleştirmelerdir.

      (Ross, 1999: 98)

      Busch ve Ross, hastanın hızına uyan bir yaklaşımı savunur ve bizi, belirsizliğe karşı bir savunma olarak aşırı yorum yapmanın (over-interpreting) ve anlamı erken atfetmenin tehlikelerine karşı uyarırlar.

      En faydalı yorumlar, hastanın kendisini duygusal olarak anlamlı bir şekilde anlamasına yardımcı olan yorumlardır; entelektüel olarak baştan çıkarıcı olanlar değil. Sözde derin yorumlara sıkça başvuran bir yaklaşım, kendi gündemimizi öncelerken, hastanın herhangi bir anda neyi kaldırabilecek durumda olduğundan uzak kalır.

      Steiner (1993) tarafından yapılan bir diğer klinik olarak faydalı ayrım, “hasta merkezli (patient-centred)” ve “terapist merkezli (therapist-centred)” yorumlar arasında yapılır. Bu ayrım, Steiner’in bazı hastaların anlaşılmak istemelerine rağmen, anlaşılmaya katlanamamalarına ilişkin görüşünü yansıtır. Anlaşılmayı isteyen hasta, kendini keşfetme sürecine aktif olarak katılır. Bu tür bir hasta, hasta merkezli yorumlardan yararlanabilir. Bu tür yorumlar, hastanın yaptığı ya da düşündüğü şeylere odaklanır ve onun terapiste yönelik yansıtmalarını hastanın fark etmesini sağlar. Bu tür yorumlar, hastayı terapist üzerinde bir etkisi olduğunu kabul etmeye davet eder:

      Sorumluluk, depresif anksiyeteyi tetikleyen temel bir etkendir ve hastanın fantezideki rolüne yönelik yorum yapılmadan önce, bu konunun bir dereceye kadar işlenmiş olması gerekebilir. Yani, hastanın analistin zihni üzerindeki sorumluluğu, suçluluk ve suçlanma hislerini tetikler ve bu da cezalandırılmayı hak ettiği duygusunu içerebilir.

      (Hinshelwood, 1999: 804)

      Buna karşılık, Steiner’a göre yalnızca anlaşılmak isteyen hasta, terapisti istenmeyen düşünce ve duyguları boşaltmak için kullanır ancak bu yansıtmaları yorumlar yoluyla geri alamaz. Eğer hasta kendini anlama sürecine tahammül edemiyorsa, Steiner terapist-merkezli yorumların kullanılmasını önerir. Bu tür yorumlar, hastanın terapistin zihninde neler olup bittiğine dair görüşüne ya da fantezisine odaklanır (örneğin, “Beni … şeklinde deneyimliyorsunuz” ya da “Benim … hissedeceğimden korkuyorsunuz” gibi). Bu tür yorumların daha kapsayıcı (containing) bir işlevi vardır.

      Tablo 6.3, bir yorum yapmaya nasıl yaklaşılacağına dair temel noktaları özetlemektedir. Kendimi tekrar etme pahasına, yorum yaparken öncelikli kaygımız, hastanın yorum anındaki zihin durumunu ve bunun, söyleyeceklerimize olan açıklığı açısından ne anlama geldiğini değerlendirmektir. Paranoid anksiyetelerin etkisi altındaki bir hasta, sözümona hasta merkezli bir yorumla başa çıkmakta zorlanacaktır; ancak aynı hasta, daha depresif anksiyetelerle temas hâlindeyken bu tür bir yorumdan yararlanabilir.

      Tablo 6.3 Yorum yapma işine (task) nasıl yaklaşılacağına dair yönergeler


      • Bir yorumun ilk aşaması, hastanın öznel yaşantısının açıklığa kavuşturulmasıdır.
      • İkinci aşama, hastanın henüz farkında olmayabileceği ve/veya farkına varmaktan kaçınabileceği şeyin yorumlanmasını içerir.
      • Bir yorumu dile getirirken hastanın ruh hâli önemli bir etkendir: Kendinize, hastanın neyi bilmeyi kaldırabileceğini sorun.
      • Yorum hastaya ulaşabilmelidir: kişilik örgütlenme düzeyi dikkate alınmalıdır.
      • Yorumun odak noktası, aktarım yorumları ya da aktarım dışı yorumlar olmasından bağımsız olarak, en yoğun duygulanımın yüklü olduğu materyal olmalıdır.
      • Kişilerarası bağlamı dikkate alın: iyi bir terapötik ittifak bağlamında yorum yapmak daha az risklidir.
      • Terapi sürecinin başlarında yapılan yorumlar dikkatli bir şekilde ve yalnızca tahmine değil, bazı kanıtlara dayalı olarak sunulmalıdır.
      • Genel bir kural olarak, hastanın farkındalığı dışında kalan ve genellikle sizin de bilgi sahibi olmadığınız konular hakkında ayrıntılı genetik yeniden yapılandırmalardan kaçının. Bunun yerine, terapötik ilişkide ortaya çıkan şu anki çatışmalara ve örüntülere odaklanmak çok daha güvenilir ve verimlidir.
      • Hem aktarım yorumlarını hem de yeniden yapılandırıcı yorumları nasıl kullandığınızı gözlemleyin. Tarihsel yeniden yapılandırma, mevcut durumu savunmacı bir şekilde kaçınmak için kullanılabilir.

      Yorum: Hastanın Deneyimi

      Yardım istemek karmaşık bir psikolojik süreçtir: Yardıma ihtiyaç duyduğumuzu kabul etmeyi, dolayısıyla kırılgan olduğumuzu ve bu nedenle bize yardım eden kişilere karşı bazı önemli açılardan bağımlı olduğumuzu kabullenmeyi gerektirir. Bu kişiler ise bizim her şeyi kontrol edebildiğimiz, her şeye kadir olduğumuz (omnipotent) alanımızın dışında yer alırlar. Kendimizi anlayamadan önce bir başkası tarafından anlaşılmak her zaman destekleyici bir deneyim olarak algılanmaz. Bazı hastalar için bu, onların birer başarısız, zayıf ya da bağımlı olduklarının kanıtıdır ve bu nedenle özünde potansiyel olarak aşağılayıcı bir deneyimdir (Mollon, 2002). Terapi süreci bu nedenle, bazı hastalar tarafından zayıflık ya da yetersizlik itirafı olarak görülerek utanç verici bir deneyim olarak yaşanabilir; bu da kırılgan bir ruhsal dengeyi tehdit edebilir. Hastanın bir yorumu deneyimleme biçimi, büyük olasılıkla, yorumun yapıldığı andaki ruh hali ve baskın kendilik temsilini (self-representation) yansıtacaktır.

      Analiz etmek (analysing), bir şeyi bileşen parçalarına ayırmak anlamına gelir. Yorum ise bu süreçte ortaya çıkanları anlamlandırmaya çalışır. Bu nedenle, hasta açısından kendisine hoşuna gitmeyebilecek ve hatta utanç verici bulabileceği bir benlik versiyonunun sunulduğu bir ifşa deneyimi olabilir. Utanç deneyimleri, beklediğimizden farklı bir şekilde algılandığımızın ani farkındalığıyla ortaya çıkar. Bir utanç deneyiminde, bilinçte (awareness) bir ayrım (split) vardır (Spiegel ve ark., 2000): kendilik (self) yetersiz, çaresiz, şaşkın ve korunmasız olarak deneyimlenir, ve utandıran öteki (shaming other) ise sanki kendiliğin içindeymiş gibi, yargılayıcı ve baskın olarak deneyimlenir.

      Bir yorumu dile getirdiğimizde, niyetimiz hastanın kendisiyle ilgili olarak ona fayda sağlayacak bir şeyi anlamasına yardımcı olmaktır. Ne var ki, konuştuğumuzda hastanın ne duyduğunu ve bunun bizim kastettiğimiz şey olup olmadığını asla tam olarak bilemeyiz. Biz hastanın sözel olmayan davranışlarını nasıl dinliyorsak, hasta da bizimkini öyle dinler. Bazen hasta, niyetlerimizi “yanlış duyabilir”; bazen de, bizim bile farkında olmadığımız ama gerçekte bir doğruluk payı taşıyan niyetlerimizi “doğru duyabilir”. Hastalarımız çoğu zaman en iyi süpervizörlerimiz olurlar. Görüşmede hasta koltuğunun arkasında oturuyor olsak bile, hastanın duyduğu şeyler -örneğin huzursuzluğumuz ya da ses tonumuz- doğru ya da yanlış bir şekilde, sıkılma, ilgisizlik ya da eleştirel yargılama işareti olarak yorumlanabilir.

      Bir yorum bir hipotezdir, ancak hasta tarafından bir eylem olarak (örneğin terapistin hastaya bir şey yaptığı) deneyimlenebilir. Bu nedenle, yorumlar bir saldırı ya da istilaymış gibi algılanabilir ve savunulması gereken bir şey haline gelebilir. Özellikle bir şekilde istismar yaşamış hastalarla çalışırken bu durumu dikkate almak büyük önem taşır. Çünkü yorum yapmak, hastanın zihin içeriğini dışsallaştırmak ve dolayısıyla ifşa etmek anlamına gelir; bu da terapistin hastanın zihnine girmesi gibi algılanabilir. Daha ağır ruhsal bozuklukları olan hastalarda bu durum şiddetli bir tepkiyi tetikleyebilir; bu tepki her zaman doğrudan terapiste yöneltilmeyebilir, başka birine yönelmiş şekilde ortaya çıkabilir.

      Hastanın bir yorumu nasıl deneyimleyeceği, en azından kısmen, bizden ne beklediğine bağlıdır. Steiner’in (1993) belirttiği gibi, kendini anlamayı aramayan hastalar için terapistin rolü, bilmenin yükünü taşımaktır. Hastaya onun rahatsız edici zihin durumunu geri yansıtan yorumlar -yani hasta merkezli yorumlar- hasta tarafından yatıştırıcı değil, yük gibi deneyimlenebilir. Sınırda kişilik örgütlenmesi gibi daha bozulmuş yapıdaki hastalar, yorum yapma eyleminin kişilerarası boyutunun önemine dikkatimizi çekerler. Bu tür hastalar nesnelerine güven duymazlar. Nesnelerinin kendilerini anlayacağına dair çok az güvenleri vardır ya da hiç yoktur; bu nedenle, onları anlamaya çalışan bir terapiste karşı savunmacı bir biçimde düşmanca duygular besleyebilirler. Utanca dayalı deneyimlerin hastanın iç dünyasında baskın olduğu durumlarda, bir yorum istikrarsızlaştırıcı olabilir -kırılgan bir kendilik için potansiyel bir tehdit oluşturabilir. Bu tür bir hastanın ihtiyaç duyduğu müdahalenin temel unsurlarından biri, çerçevenin güvenli ve tutarlı olmasıdır. Bu hastalar için uzun bir süre boyunca her hafta aynı saatte seansa gelmek, yönetebilecekleri tek şey olabilir.

      Yorum yapma eyleminin kendisi, hastaya bizim onunkinden farklı düşüncelere sahip, ayrı bir zihnimiz olduğunu iletir. Bu farklılık hatırlatması bazı hastalar için katlanılamaz olabilir. Britton (1998), terapistin yorumlar üretmesinin, hasta tarafından acı verici, hatta katlanılamaz bir ayrılık/farklılık olarak deneyimlenebileceğini öne sürer; bu da hasta ile terapist arasında bir ve aynı olunduğu yönündeki yanılsamayı sarsar. Britton burada, bazı hastaların üçlü ilişkilerle ilgili yaşadıkları zorluklara değinmektedir; bu tür hastalar için yorum, terapistin kendi düşünceleriyle meşgul olması -adeta bir çift ilişkisindeymiş gibi- ve hastayı dışarda bırakması olarak deneyimlenir. Düşüncelerimizi dile getirdiğimizde, hasta tarafından şu şekilde deneyimlenebiliriz:

      ya hastanın en içsel kendiliğine müdahale eden ya da hastayı kendi öznel psişik bağlamından çıkarıp analistin kendi bağlamına çeken bir baba olarak.

      (Britton, 1998: 49)

      Özellikle aktarım yorumu, bizi hastadan ayrı bir dış nesne olarak sahneye sokar ve bu da hastaya, terapistin onun tümgüçlü denetim alanı içinde olmadığını hatırlatır. Benzer bir çizgide, Kernberg (2000), terapistin yorumlayıcı işlevini “dışlanmış üçüncü taraf (the excluded third party)” olarak görür. Kernberg’e göre, yorum vererek terapist, Ödipal öncesi, simbiyotik anne-bebek ilişkisini bozan Ödipal babanın rolünü yeniden canlandırır. Terapistin yorumu, üçüncü konumun (third position) bir yansımasıdır; hasta ile terapist arasındaki aktarım ve karşıaktarım karmaşıklıklarının (entanglement) simbiyotik doğasına üçgenleme (triangulation) unsurunu getirir:

      Hasta kendi iletişimleri (communication) üzerine düşündüğünde ve analist bir yorum sunduğunda, o her zaman babanın adını taşır: arzunun ve savunmanın kesintisiz akışını bozan dış unsur.

      (Bollas, 1996: 3)

      Yorum her zaman terapötik süreci desteklemez. Hem hasta hem de terapist tarafından savunmacı bir şekilde de kullanılabilir. Terapistin yorumu ve hastanın buna verdiği yanıt, Britton’un (1998: 94) ifadesiyle, yalnızca “ortak bir bertaraf etme aracı” olabilir; yani yorum, her iki tarafın da terapi çalışmasını yürüttüklerine dair entelektüel bir güvence yaratma çabasıdır -oysa gerçekte, aktarımda rahatsız edici bir şeyi kaçınmaktadırlar. Anlama yanılsaması, anlamamanın verdiği acıya karşı bir savunma olarak sürdürülebilir. Fikirler ya da bir anlatı inşası, güvence sağlamak amacıyla kullanılabilir:

      Bir yorum, sorgulamadan çok güvenlik arayışının aracı hâline gelebilir ve sürekliliği, doğruluğundan daha çok değer görebilir.

      (Britton, 1998: 106)

      Britton çok önemli bir gözlemde bulunmaktadır; çünkü anlama arayışının potansiyel olarak savunmaya yönelik işlevini göz ardı etmek fazlasıyla kolaydır.

      Hastamızın ıkıntı verici yaşam öyküsünde tutarlılığı yeniden tesis etme arzumuz içinde, anlayıştaki boşlukları doldurmak ve zaman zaman ıstırap verici olan açık uçlu keşif sürecini sonlandırmak için yorumları kullanabiliriz.

      Sonuç: Yorumlamanın Sınırları

      Bu bölüm boyunca defalarca vurguladığım gibi, bir yorum bir hipotezdir. Bu anlamda, elimizdeki bilgiler ışığında, belirli bir anda bir hasta hakkında elimizden gelen en iyi tahmindir. Burada bilgi (knowledge) terimini kasten kışkırtıcı bir şekilde kullanıyorum; zira hastanın anlatısından işittiklerimizi kendi kişiliklerimiz, kendi kör noktalarımız ve dokunulmaz alanlarımız ve ayrıca kuramsal bağlılıklarımız aracılığıyla süzerek algılarız ve dolayısıyla ulaştığımız bilgi de bu süzgeçlerden geçer. Meissner şöyle öne sürmektedir:

      Dinleme, işitmenin koşullarıyla sınırlıdır -yani, bir başkasının zihinsel yaşantısına erişimimiz, dış davranışlarla iletilen öznel deneyimin işitilebilir ifadeleriyle kısıtlıdır. Başkasının öznelliğine doğrudan ya da dolaysız bir erişimimiz yoktur: bu öznelliği yalnızca dışsal ifadelerinden çıkarım yaparak okuyabiliriz.

      (2000: 326)

      Yorumlama öznel bir eylemdir. Bunu unutuvermek kolaydır. Hepimiz, hastayı kendi düşünsel kalıbımıza uydurmaya çalışırken “bir hipoteze bağlanabiliriz (married to a hypothesis).”

      İyi bir Skinnercı bize şunu hatırlatacaktır: Psikanalitik malzemenin yorumcusu aralıklı pekiştirme programı üzerindedir ve bu nedenle, çok sayıda potansiyel çürütücü denemeye rağmen, sözel davranışı ve inanç sistemi sürdürülmeye devam eder.

      (Meehl, 1994: 31, akt. Pine, 1998)

      Analitik çalışmada, yanlış anlama ya da hatalı çıkarım ve dolayısıyla hatalı sonuçlara varma olasılığı kayda değerdir. Psikanalitik çalışmaya ne kadar çok dâhil olursak, zihinle ilgili konularda hiçbir şeyin mutlak bir kesinlikle ifade edilemeyeceğini ve her keşfin yalnızca daha fazla soruyu ortaya çıkardığını o kadar çok takdir etmeyi öğreniriz.

      Eğer yorumlar kaçınılmaz olarak öznel eylemler ise, o halde yorumlarımızın doğru olup olmadığını nasıl anlarız? Doğruluğu, yorumun gerçeği yansıtıp yansıtmadığına göre mi değerlendiririz, yoksa Frosh’un (1997b) önerdiği gibi, yorumun değeri etkilerinde mi yatar ve bu değer doğruluğuna bağlı olmak zorunda değil midir? Bu tür sorular bizi kaçınılmaz olarak, yorumlar, olguların açığa çıkmasına mı yoksa yeni bir anlatının yaratılmasına mı yol açar sorusunu düşünmeye sevk eder.

      Geleneksel olarak, bir yorumun geçerliliğinin, hastanın serbest çağrışımlarında yeni anıların ya da duygulanımların ortaya çıkmasını sağlayarak onun keşif sürecini derinleştirmesiyle mümkün olduğu düşünülmüştür: adeta hasta yorumla birlikte ilerler. Bir yorumun ardından duygulanımın derinleşmesi, genellikle yorumun “doğru bir yolda” olduğunu ve duygusal bir yankı uyandırdığını gösteren iyi bir gösterge olarak kabul edilir. Eğer yorum etkisiz kalır ve hasta onu açımlamazsa, bunu not ederiz ve ya yanlış bir yolda olduğumuzun ya da hastanın yorumu duymaya hazır olmadığının olasılığına açık kalırız.

      Analitik çalışmada, bir yorumun doğrulandığına dair kanıt olarak kabul ettiğimiz şey, önemli ölçüde tartışmaya açıktır. Hastanın söylediklerimizi kullanabiliyor olması, bir yorumun doğruluğunun kanıtı olmak zorunda değildir. Bazı durumlarda bu, hastanın sadece uyum gösterme eğilimini ve bizi memnun etme arzusunu yansıtıyor olabilir:

      İlksel nesneden onay alma arzusu ile yanlış anlaşılma korkusu bir aradaysa, analizde ısrarlı ve umutsuz bir uzlaşma ihtiyacı ve anlaşmazlığın yok edilmesi söz konusudur.

      (Britton, 1998: 57)

      Bu soruların hak ettiği türden bir tartışmaya girmek, bu bölümün kapsamını aşmaktadır. Bu konular Frosh (1997b) tarafından etkileyici bir biçimde ele alınmıştır. Benim bu soruyu gündeme getirmekteki amacım, yalnızca yorumlamanın tanımı gereği öznel bir eylem olduğunu yeniden vurgulamak ve bu nedenle dikkatli ilerlememiz, hastanın yorumla hemfikir ya da yoruma karşıt olmasının bize onun doğruluğu ve/veya yararlılığı hakkında çok az şey söyleyebileceği olasılığına açık kalmamız gerektiğini hatırlatmaktır. Bu durumun yalnızca psikanalitik yaklaşımlara değil, tüm terapi yaklaşımlarına özgü bir sorun olduğunu belirtmekte fayda vardır.

      Yorumlarımızı nasıl değerlendirdiğimizle ilgilenmemiz gerektiği gibi, yorumların değişim için başlıca araç olup olmadığını da kendimize sormamız yerinde olacaktır. Psişik değişim -2. Bölümde öne sürüldüğü gibi- örtükleşmiş işlemlerin sözel olarak dile getirilmesine indirgenemiyorsa, ister yeniden yapılandırıcı yorumlar ister aktarım yorumları olsun, yorumlar hastalarımıza yardımcı olmak için elimizdeki tek ya da hatta birincil araç olma niteliğini büyük olasılıkla taşımaz. Hastalarımızla birlikte olma biçimlerimiz -ki bunlar çoğu zaman örtüktür ve belki de hiçbir zaman dil aracılığıyla tam olarak ifade edilemez- hastaya, başkasıyla birlikte olmanın yeni bir deneyimini sunabilir. Bu deneyim, kendilik ve ötekine dair içsel beklentilerin yeniden işlenmesine katkıda bulunabilir ve örtük ilişkisel işlemler düzeyinde ince ama nihayetinde anlamlı değişimlere yol açabilir. Terapi tarzına ve kişiliğe en az teknik kadar bağlı olan, nicel olarak ölçülemeyen ve öğretmesi güç bu nitel yönler, terapötik sürecin sonucu üzerinde belirleyici olabilecek önemli değişkenler olarak öne çıkabilir.