Yazar: Editör

  • Yirmi Birinci Yüzyıla Uygun Bir Psikanaliz (1. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin [Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş]’in 1. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikanalitik düşüncenin canlılığı ve derinliği vardır. O, bana göre, zihne (mind) ilişkin en ikna edici modeldir. Psikanalitik düşüncenin içgörüleri yalnızca acı çeken insanlara yardımcı olmaya değil, aynı zamanda toplumdaki grup süreçlerini anlamaya da ilişkindir. Zihnin psikanalitik modelinin ve bilinçdışı dinamiklere titiz bir odaklanma ile analitik etkileşimin bizzat kendisinden ortaya çıkan türden bir ‘bilginin’ hasta için yararlı olacağı anlayışıyla belirgineşen psikanalitik yönelimli psikolojik müdahalelerin (psychoanalytically informed psychological interventions) güçlü bir savunucusu olmaya devam ediyorum.

    Bunlar korunmaya değer ‘kıymetli şeyler’dir (goods). ‘Koruma (protection)’ sözcüğünü bilinçli olarak kullanıyorum; çünkü dikkat kesilmemiz gereken tehditler vardır, fakat burada sanki seçkin bir azınlığın etrafında giderek daralan bir çember oluşturan korumacı bir tutumu savunmuyorum. Bu yaklaşım bize hiçbir zaman iyi hizmet etmemiştir. Ancak zihinsel acı çeken insanlara yardım etme konusunda neyi savunduğumuzu bilmek, korunmaya değer toplumsal ‘iyi bir şey’dir. Bu, diğer psikolojik terapi yöntemlerine üstünlük iddiasında bulunmayı gerektirmez; özgünlüğümüzü dile getirmeyi ve farklılığa saygı duymayı gerektirir.

    Psikanaliz, geleneksel olarak diğer terapötik modalitelere karşı kibirli bir tutum benimsemiştir. En iyi ihtimalle, bu yöntemler hoşgörüyle karşılanır. En kötü ihtimalle ise, belki de ‘öteki’ne yönelik bir korkuyu maskeleyen bir kuşkuyla değerlendirilirler. Bir meslektaşım, psikanalizin bilişsel davranışçı terapiye (BDT) bakışını mizahi bir biçimde, onu ‘Darth Vader’ın terapötik kolu/uzantısı (Darth Vader’s therapeutic arm)’ olarak tanımlayarak dile getirmişti. Allah için, psikanaliz de bazı BDT terapistleri tarafından, eşit derecede, irrasyonel olarak görülür.

    Psikanalitik kuram başlangıçta, tedavi eden terapistin kulaktan dolma kanıtları etrafında gelişmiştir. Her terapist sözde kanıtları biriktirdikçe, bu durum psikanalitik varsayımların doğruluğunu belirlemede bilinen bir mantık hatasına, yani geçmişte birlikte ortaya çıkma (co-occurrence) argümanına dayanan bir zemin hâline gelir. Bu, bir şey daha önce bir kez olmuşsa -örneğin bir hastanın öfkesini depresyona dönüştürerek yönetmesi- ve aynı örüntü yeniden gözlemleniyorsa, teorinin doğru olduğunu, yani depresyonun içe yöneltilmiş öfke olduğunu varsayma yanılgısına işaret eder. Bu argüman çekicidir, fakat kanıt değeri düşüktür. Klinisyenler olarak, çalışmamızı yönlendiren belirli varsayım ya da kuramlara dayanarak öngöreceğimiz tepkinin hastada görülmediği olumsuz örnekleri saptamak en zor olanıdır.

    Analitik fikirleri ve uygulamayı bilimsel değerlendirmeye açma girişimleri, bazı psikanalitik klinisyenler tarafından hâlâ belli bir kuşkuyla karşılanmaktadır; sanki bilimi analitik kuramların geçerliliğine ya da psikanalitik müdahalelerin etkililiğine ilişkin tartışmaya davet etmek, analitik ruhu şeytana satmakla eşdeğermiş gibi. Bazı psikanalitik klinisyenlerin yaptığı gibi, psikanalizin bir bilim olmadığını ve bu nedenle onu diğer bilimsel girişimlerin standartlarıyla değerlendirmeye çalışmanın anlamsız olduğunu savunmak, kritik bir meseleyi yalnızca bertaraf eder: Psikanaliz ve psikanalitik terapi psikolojik sorunlara yönelik tedavilerse, bunların nasıl işlediğini ve etkili olup olmadığını anlamak gibi bir sorumluluğumuz vardır. Ben katı bir deneyselci olmaktan çok uzaktayım; psikanaliz yalnızca bir felsefe olduğunu iddia etseydi, deneysel doğrulama bir sorun olmazdı. Sokrates’in ya da Heidegger’in insan doğasına ilişkin görüşleri son derece önemlidir ve kendimiz ve hayatlarımız hakkında düşünmemize yardım eder. Sokrates de Heidegger de, insan doğasına ilişkin aydınlatıcı çok şey söylemiş olmalarına rağmen, kendilerini psikolojik sorunları resmî olarak tedavi etmeye ve bunun için ücret almaya adamamışlardır. Psikanalizin psikolojik sorunlara bir tedavi olduğunu iddia etmesi ve sunumu için kamusal fon talep etmesi nedeniyle, elimizdeki yöntemlerin sınırlılıklarına rağmen, etkililiğini değerlendirme sorumluluğumuz vardır.

  • Giriş (Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş)

    Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin [Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş]’in Giriş bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bu kitabın 2003 yılındaki ilk baskısı ‘Freud öldü’ şeklindeki kışkırtıcı bir başlıkla başlamıştı. On yıldan fazla bir süre sonra, ikinci baskıya yaklaştığımda bunu bir soru olarak ifade ettim: ‘Freud öldü mü?’ Bir on yıl daha geçti ve bu kitabı ‘Freud ÖLMEDİ’ şeklindeki bildirimsel bir ifadeyle açıyorum. 2024 yılında bu satırları kaleme aldığım sırada, Freud’un eserlerinin tamamının ‘Gözden Geçirilmiş Standart Baskı’sı (Revised Standard Edition) (RSE) yeni yayımlanmıştı. Freud’un ruhu hâlâ çok canlıdır ve psikanalitik fikirler, yaşadığımız karmaşık (dijital) dünyada yolumuzu bulmamıza ve iklim değişikliği, savaşlar, diktatörlükler ve sosyal eşitsizliklerin tahribatı gibi karşı karşıya olduğumuz tehditlerle baş etmemize yardımcı olmak bakımından her zamankinden daha gerekli hâle gelmiştir (Bar-Haim ve ark., 2022). Geçtiğimiz yirmi yıl içinde, Önsöz’de de değindiğim gibi, psikanalizin bir meslek olarak gelişiminde birçok değişime tanık olduk; bu değişimler büyük ölçüde çağdaş uygulayıcıların geçmişle olan daha katı bağları gevşetmeye başladığını ve böylece Freud’un yeni gelişmeler için bir ilham kaynağı olmasına, meydan okuma ve değişime direnen nihai bir nokta olmaktan çıkmasına olanak tanımaktadır. Freud’un mirasıyla ilişkimizi daha şüpheci ve yapıbozumcu biçimde kuruyoruz, ancak onun zihin kuramı (theory of mind) psikanalitik araştırma ve bilimsel çalışmalara yönelik verimli bir başlangıç noktası olmaya devam etmektedir (Solms, 2021; Tallis, 2024).

    Psikanalizdeki gelişmeler çoğu zaman diğer alanlarda tanık olduğumuz kadar hızlı olmasa da, nöropsikanalizdeki gelişmeler, psikoterapi sonuç araştırmalarının sayısındaki artış (bkz. Bölüm 1), psikanalizin çok daha geniş bir hasta popülasyonuna uygulanmasının genişlemesi, heteronormatiflik ve cinsiyet ile ırka ilişkin önyargılarına yönelik meydan okumalar gibi unsurların tümü psikanalize yeni bir yaşam katmıştır. Başka bir deyişle, Freud hâlâ hayattadır ve oldukça dinçtir; ancak bu, divanın ötesine uzanan değişen bir bağlam içinde gerçekleşmektedir.

    En iyi bilim insanları, gerçeğin peşinde koşarken, teorilerini daha ileri götürecek ve muhtemelen onları çürütecek başka bir bilim insanının köşede beklediğini fark edebilecek kadar ironik olanlardır. Ancak bilgi arayışında olanların bunu tutkuyla yapmalarının da belki gerekli olduğu söylenebilir. Tutku bir suç değildir, gerçi bizi bazen çıkmaz sokaklara sürükleyebilir. Nitekim Freud’un kendisi de bize arzunun tehlikelerini göstermiştir. Freud kuşkusuz, bugün yüz yılı aşkın bir zamanın sağladığı geri görüşle bakıldığında yararsız ve hatalı olduğu görülebilecek bazı kuramsal çıkmazlara girmiştir. Yine de psikanaliz, diğer tüm psikolojik kuramlardan daha fazla, doğrudan hem arzumuz (desire) hem de yıkıcılığımız (destructiveness) üzerine odaklanarak bizi en iyi biçimde kavrar.

    Bu kitaptaki amacım, psikanalizin bir kuram ya da kurum olarak sorunlu yönleri üzerinde fazla durmak değil; bunun yerine, bir klinisyen olarak çalışmama zenginlik katmış olan analitik kavrayışları paylaşmaktır. Korunması gereken, Freud’un girişiminin ruhudur -karanlık yanımızla yüzleşmeye ve rahatsız edici sorular sormaya yönelik istekliliği- ama mutlaka onun bulduğu yanıtlar değildir. Freud’un ruhunu canlı tutmanın elimizdeki tek yolu, onun geliştirdiği araştırma yöntemi -analiz- yardımıyla gözlemlerini daha ileri taşımak, ancak ampirik araştırma, sinirbilim ya da felsefe gibi diğer araştırma yöntemlerinden fobik şekilde kaçınmadan bunu yapmaktır. Psikanaliz dış eleştiriler karşısında varlığını sürdürecekse, onu destekleyenlerin de ona eleştirel bir yaklaşımla yaklaşmaları gerekir.

    Temkinli bir iyimserlik için bir alan vardır, ancak rehavete kapılamayız: Önsöz’de belirttiğim gibi hâlâ yapılacak iş vardır. Psikanalizin hâlâ saldırı altında olduğu ve kamu sağlık hizmetleri ile akademide diğer tedavi biçimlerine kıyasla daha fazla kenara itildiği konusunda hiçbir kuşku yoktur. Psikanalitik yaklaşımlara yönelik açık eleştiriler büyük ölçüde aynı kalmaktadır: çağdaş toplumla bağlantısız oldukları; yalnızca entelektüel bir seçkin azınlığa uygulanabilir oldukları; nüfusun ihtiyaçlarının aksine bireyi önceledikleri; ve tedavi olarak uzun, yoğun, pahalı oldukları ve etkinliklerine dair yeterince güçlü bir kanıt temeline sahip olmadıkları.

    Bazı eleştirileri çürütmek zordur. Psikanaliz ve ampirik araştırma rahatsız edici yatak arkadaşları olmuştur. Tarihsel olarak, sonuç araştırmalarına ve kamu sektörü ortamlarında uygulamalı çalışmamızın rutin değerlendirilmesine katılmaya direnç göstererek kendi davamıza yardımcı olmadık. Bunun sonucu olarak, psikanaliz ve uygulamaları, baskın bilimsel paradigmaların gereklerini karşılayan bir kanıt temeli geliştirmekte daha yavaş kalmış, bunun yerine bu paradigmaların geçerliliğini ve uygulanabilirliğini sorgulamayı tercih etmiştir. Ancak bu kitabın ikinci baskısından bu yana geçen son on yıl içinde ilerlemenin yönü son derece cesaret vericidir. Psikanalitik müdahalelerin faydalarına ilişkin iddialarımız için artık daha güvenle bir kanıt temeli ortaya koyabiliriz (bkz. Bölüm 1). Kanıt temeli birikmekte olsa da, klinik uygulama ile araştırmanın entegrasyonu hiçbir şekilde sıradan (routine) değildir. Daha fazla şey yapılması gerekmektedir ve hâlâ çok sık psikanalizi ‘savunma’ ihtiyacıyla karşı karşıya kalmaktayız.

    Peki o hâlde psikanaliz, özellikle kamu sektöründe ağır ruh sağlığı (mental health) sorunları yaşayan insanlara yardım amacıyla uygulanmasına yönelik olduğunda, eleştirmenlere karşı nasıl savunulabilir? Peter Fonagy ve benim, psikanalizin modern bir sağlık ekonomisinde yeri olmadığını savunan katılımcılara karşı durmak zorunda kaldığımız, ünlü Maudsley Tartışmalarından birinde (Fonagy & Lemma, 2012) içinde bulunduğumuz durum buydu. Psikanaliz, bu durumda tartışmayı kazandı. Aradan on yıldan fazla zaman geçmişken, ilk rakiplerimizin bugün bu tartışmada hangi pozisyonu alacaklarını bilmiyorum, ancak tartışmayı kazanmak için ileri sürdüğümüz ve üç temel, psikanalize özgü katkıya odaklanan argümanlar, hâlâ benimsediğim ve şimdi özetleyeceğim argümanlardır.

    Birincisi, uygulamalı biçimleriyle, psikanalitik fikirler, ruhsal açıdan rahatsız ve rahatsız edici hastalarla çalışırken kaçınılmaz olarak maruz kaldıkları kişilerarası baskılara rağmen, ruh sağlığı çalışanlarının yüksek kaliteli hizmet sunmalarını destekleyebilir. Hastalar ile (fiziksel ve/veya duygusal) acı içindeki insanlarla çalışmanın ve ayrıca ailelerinin ya da diğer bakımverenlerin ihtiyaçlarına dikkat etmenin hem zorlayıcı hem de stresli olduğu yaygın biçimde kabul edilmektedir (Borrill ve ark., 1998). Stresli çalışma koşulları, personelin iş yerine yaptığı katkının azalmasına, personel devamsızlığının artmasına ve personel sirkülasyonunun yükselmesine yol açabilir (Borrill ve ark., 1998; Elkin & Rosch, 1990; Lemma, 2000; Maier ve ark., 1994). Nitekim tükenmişlik, özellikle ruh sağlığı sorunları olan hastalarla çalışanlar arasında kaydedilmiştir. Tükenmişlik, stresle başa çıkma mekanizmaları çöktüğünde ve personel ile hastalar arasındaki zorlayıcı kişilerarası etkileşimlere verilen yanıtta daha ilkel işleyiş biçimleri baskın hâle geldiğinde ortaya çıkar; bu durum yansıtmalı mekanizmalar, günah keçisi ilan etme, katılık, alaycılık ve geri çekilme gibi tepkilerle kendini gösterir. Menzies-Lyth’in (1959) öncü çalışması, bakımın psikodinamiklerinin göz ardı edilmesinin sonuçlarını vurgulamıştır. O, hemşirelik hizmetinde çalışan personel arasında ortaya çıkan toplumsal savunmaların gelişimini tanımlamıştır; bu tür savunmalar, hastalara bakma şeklindeki birincil görevin taleplerinin uyandırdığı kaygılarla başa çıkmayı amaçlamaktaydı. Savunma sistemi, hastalarla kişisel teması en aza indiren, resmî ve katı prosedürlerin egemen olduğu bir hizmetle sonuçlanmıştır.

    Kamusal sağlık sektöründe yardım için yönlendirilen hastaların çoğu karmaşık ihtiyaçlar sergilemektedir. Karmaşıklığı (complexity) nasıl tanımladığımız ilginç bir sorudur, ancak bu Giriş’in kapsamı dışındadır. Bununla birlikte bu noktada, karmaşıklığın en azından kısmen, bir klinisyenin hasta hakkında fark edilmesi daha güç olabilecek ‘zor’ duygularını adlandırmanın bir yolu olduğunu belirtmek önemlidir. Psikanalitik kavrayış, kaygı ve stres, davranışı altta yatan zihinsel durumlar açısından düşünme kapasitemizi tehdit ettiğinde, insancıl biçimlerde yanıt vermemize yardımcı olur. Psikanalizin terapötik ilişkilerde işlerin neden yolunda gitmediğini anlamak için sağladığı çerçeve, hem ikili (dyadic) ilişkilerde hem de daha büyük gruplarda etkileşimsel sürece ilişkin iyi gelişmiş bir kurama dayanır. Rahatsız bir bireyin ya da topluluğun, onlarla etkileşime girenlerin düşünme ve davranışlarını nasıl etkileyebileceğine dair geçerli alternatif modeller çok azdır

    İkincisi, yetişkin ruh sağlığı sorunlarının gelişimsel nitelikte olduğuna dair güçlü göstergelere sahibiz; bunların dörtte üçü çocukluk dönemindeki ruh sağlığı güçlüklerine kadar izlenebilmekte ve %50’si 14 yaşından önce ortaya çıkmaktadır (Kim-Cohen ve ark., 2003). Artık olumsuz çocukluk deneyimlerinin (ACEs) (adverse childhood experiences (OÇD)) yaşamın ilerleyen dönemlerinde ciddi sorunlarla ilişkili olduğuna dair önemli kanıtlara sahibiz (Van Duin ve ark., 2019). al., 2017) Taciz, ihmal ve aile işlevsizlikleri gibi OÇD’ler, çocuk gelişimi üzerinde geniş etkisi olan olumsuz maruziyetler olarak kabul edilmekte (Hunt ve ark., 2017) ve yaşamın ilerleyen dönemlerinde ruh sağlığı sorunlarının ortaya çıkmasıyla ilişkili bulunmaktadır (Subramaniam ve ark., 2020).

    Ruh sağlığı (mental health) riskleri ve koruyucu etkenler yalnızca çocukluk deneyimlerinde bulunmaz; ekonomik durgunluklar ve toplumsal kutuplaşma, halk sağlığı acil durumları, yaygın insani krizler ve zorunlu yerinden edilmeler ile büyüyen iklim krizi gibi global tehditler de tüm nüfuslar için riski artırmaktadır. En yakın dönemde COVID-19 pandemisi ruh sağlığı açısından küresel bir krize katkıda bulunmuştur. Tahminler, pandeminin ilk yılında hem anksiyete hem de depresif bozukluklarda artışın %25’in üzerinde olduğunu göstermektedir (Dünya Sağlık Örgütü, 2022). Aynı zamanda ruh sağlığı hizmetleri ciddi biçimde kesintiye uğramış ve ruh sağlığı koşullarına yönelik tedavi açığı daha da büyümüştür.

    Psikanalitik model, artık sağlam biçimde kanıtlarla desteklenen (bağlanma ilişkilerine dair) bir gelişimsel kuram öne sürmesi bakımından benzersizdir (Cassidy & Shaver, 2008). Bu nedenle erken deneyim, genetik kalıtım ve yetişkin psikopatolojisi arasındaki ilişkiyi anlamamıza olanak tanır. Bu gelişimsel çerçeve erken müdahaleyi vurgular ve olumlu ruh sağlığı politikasının şekillenmesinde kritik bir rol oynamıştır. Bu önleme açısından önemli sonuçlara sahiptir. Psikanalitik model yalnızca yaşam boyu sürekliliği kavramakla kalmaz, sağlık ile hastalık arasındaki boyutta da sürekliliği kavrar -bu görüş, DSM-V (Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı, Beşinci Baskı) gibi sınıflandırıcı psikiyatrik modellere meydan okuyan güncel boyutsal psikopatoloji yaklaşımlarıyla uyumludur. Özellikle, hastalık ile önceden var olan karakter arasındaki ilişkiyi kavramsallaştırmak için bir araç sunar. Bu tür bir süreklilik modelinin yokluğu, ruh sağlığı güçlüğü yaşayanların damgalanmasında temel bir unsurdur; onları ‘biz’e karşı ‘onlar’ olarak tanımlar. Açıkça görüldüğü üzere, ruhsal hastalık bu kadar korkutucuyken hepimiz süreksizlik fantazilerini sürdürmeye yatırım yapabiliriz (Lemma & Patrick, 2010).

    Üçüncüsü, psikanalitik fikirler geniş bir yelpazedeki uygulamalı müdahalelerin temelini oluşturmaya devam etmektedir. Araştırmalar ve klinik gözlemler, diğer modalitelerin -özellikle bilişsel davranışçı terapinin (BDT)- psikanalitik yaklaşımın kuramsal ve klinik özelliklerinden yararlandığını ve bunları kendi tekniklerine dahil ettiğini göstermektedir. Bu durum söz konusu modalitelerin genel etkinliğini artırabilir; örneğin bazı kanıtlar, diğer terapilerle elde edilen iyi sonuçların, bu terapilerin psikanalitik teknikleri (Shedler, 2010) ve bizler için özgül anlamlar taşıyan duygulara odaklanma düzeyiyle ilişkili olduğunu ileri sürmektedir. Belki de zihne dair diğer tüm kuramlardan daha kapsamlı biçimde, psikanaliz temel psikolojik olgulara ve süreçlere işaret eder (örn., bilincin sınırlılıkları, savunmalar, tedaviye direnç, aktarım ve karşıaktarım). Yeterli ve etkili bir psikolojik tedavi sunulacaksa, bunlar klinik çalışmaya dair anlayışımıza entegre edilmelidir.

    Araştırmalar açıkça göstermektedir ki ruh sağlığı sorunlarının tedavisinde herkese uyan tek bir yaklaşım yoktur; hangi ekole ait olduğundan bağımsız olarak psikoterapi, tedaviyi tamamlayan yönlendirilen hastaların yalnızca yaklaşık %50’sine anlamlı biçimde yardımcı olmaktadır ve ilaç tedavisi de bundan daha iyi sonuç vermemektedir (Fonagy, 2010). Bu nedenle akılcı biçimde tasarlanmış hizmetler, etkinliğine dair bazı kanıtların bulunduğu çeşitli yaklaşımları sağlamalı ve bu hizmetlerin etkinliğinin izlenmesi ve iyileştirilmesini güvence altına almak amacıyla araştırma temelini genişletmeye devam etmelidir.

    Normal kamu sektörü klinik uygulaması kapsamında görülen birçok vaka, belirgin karmaşıklık ve komorbidite ile karakterizedir (McGrath ve ark., 2020; Steffen ve ark., 2020). Örneğin, klinik olarak anlamlı depresyonu olan hastaların çoğu, birden fazla farklı belirti temelli tanının ölçütlerini karşılamakta ve kişiliğin birçok ek, optimal olmayan işleviyle baş etmek zorunda kalmaktadır (Westen ve ark., 2004). Yalnızca küçük bir kısmı, yalnızca tek bir tanının ölçütlerini karşılamaktadır. Majör depresif bozukluk ölçütlerini karşılayan hastalar, tesadüfe kıyasla diğer koşulların ölçütlerini karşılama olasılığı dokuz kat daha fazladır (Angst & Dobler-Mikola, 1985); bipolar duygudurum bozukluğu ya da şizofreni gibi anlamlı bir (Eksen I) tanıya sahip hastaların %50–90’ı aynı zamanda başka bir Eksen I ya da Eksen II (kişilik) bozukluğunun ölçütlerini de karşılamaktadır (Westen ve ark., 2004).

    Nüfus sağlığına ve istatistiksel analize odaklanan kamu ruh sağlığı programları, yine de insan psikolojisi ve psikopatolojisinin karmaşıklığının kabulüyle çelişebilir. Kanıta dayalı tıbbın gelişimi, görünüşte sağlam bilimsel gerekçelerle, araştırma çalışmalarında ya da hasta gruplarında belirgin karmaşıklığın ayıklanmasıyla sonuçlanabilir. Bu durum, ‘basit’ (ya da karmaşık olmayan) koşullar için basit müdahalelere odaklanmaya yol açabilir. Oysa kamu sektöründeki klinik uygulamada bu tür karmaşık olmayan koşullarla nadiren karşılaşılır. Bu koşulların var olduğu ve basit ve ucuz müdahalelere uygun olduğu fikri, politik olarak hemen çekicidir. Bu yalnızca böyle bir yaklaşımın sağlayabileceği muhtemel ekonomik kazanımlar nedeniyle değil, aynı zamanda ruh sağlığına ilişkin ‘dağınık gerçeği’ bir şekilde uzak tutmanın bir yolu olarak hizmet edebileceği içindir. Ancak dağınık gerçek şudur ki ruhsal hastalık yaygındır ve hayatımızın herhangi bir noktasında hepimizi etkileyebilir. Birçok durumda iyileşme ya da düzelme elde etmek zordur (her ne kadar kuşkusuz buna çalışılması gerekse de); bunun yerine bu hastaların önemli bir bölümü yaşamları boyunca sürekli psikolojik ve sosyal müdahalelere ihtiyaç duyar (Lemma & Patrick, 2010).

    Bu dağınık gerçekle bağlantılı olarak, psikanaliz, ona karşı neden savunma geliştirebileceğimizi düşünmek ve anlamak için bir araç sağlar; bunun başlıca nedeni, onun çoğu zaman kişisel olarak tehdit edici olması ve bireysel ve toplumsal her şeye kadirlik duygumuzu zorlamasıdır.

    Seks, Ölüm ve Yalanlar

    Psikanaliz hassas bir sinire dokunur: ya ona tutkuyla bağlanırsınız ya da ona karşı kuşku duyarsınız, ancak ona karşı nötr hissetmek nadirdir. Psikanalitik fikirler merak ve ilgi uyandırır, ancak aynı ölçüde, güvenilir biçimde sert muhalefet ve kuşkuculuk da çeker. Bu karmaşık tepkinin birkaç nedeni vardır. Öncelikle, nispeten yakın zamana kadar önemli psikanalitik varsayımları destekleyecek ampirik kanıtların eksikliği söz konusuydu -ki bu durum, ne yazık ki, psikanalitik uygulayıcıların kendi inançlarını benimserken ve onları hakikat olarak sunarken sergiledikleri coşkuyu nadiren dizginlemiştir. Bu şöyle olabilir, çünkü Kirsner’ın vurguladığı gibi:

    Din gibi, psikanaliz de büyük sorular sorar ve yine din gibi, bu zor sorulara verilen dogmatik yanıtlar tarafından kolayca etkilenir ve baştan çıkarılır.

    (2000: 9)

    Psikanalizin temel mesajının da hazmedilmesi güçtür. İnsanları esasen iyi ama çevre tarafından bozulmuş varlıklar olarak tasvir eden hümanistik kuramların aksine, psikanaliz bize pek de hoş olmayan bir tablo yansıtır: cinsel ve saldırgan dürtüler tarafından güdüleniriz, kıskanç ve rekabetçiyizdir ve bilinçli olarak sevdiğimizi söylediğimiz kişilere karşı bile öldürücü itkileri içimizde barındırabiliriz. Bu, mümkünse hiç, ama en azından fazla yakından bakmak istemeyeceğimiz bir aynadır. Freud, kendi nevrotik sefaletimizdeki payımıza ilişkin kötü haberi verirken bize pek az teselli sunar:

    Suç … bizzat kendinizdedir … Gözlerinizi içe çevirin, kendi derinliğinize bakın, önce kendinizi tanımayı öğrenin! O zaman neden hastalanmaya yazgılı olduğunuzu anlayacaksınız; ve belki, gelecekte hastalanmaktan kaçınacaksınız.

    (Freud, 1917: 142–143)

    Tek hamlede Freud işleri tersine çevirir: kendimizi depresif ya da kaygılı hissettiğimizde, bize olup biten olayların ya da güçlerin merhametine kalmış olduğumuzu hissedebiliriz, fakat o, bir bakıma nasıl hissettiğimizden, en azından ileriye dönük olarak, sorumlu olduğumuzu ileri sürer. Nitekim, belli bir dereceye kadar sorumlu olmamızdandır ki, zihnimizde bilinçdışı olarak olup bitenleri bilmekten kaçınmayı aşarak içinde bulunduğumuz kötü durumu da değiştirebiliriz.

    Özünde psikanaliz, arzunun kaprisleri, inatçı vazgeçişlerin ve kaybın kaçınılmazlığı ile ilgilidir. Bize kendi kendimizin en kötü düşmanı olabileceğimizi gösterir. Bir hareket olarak, psikanaliz kuramsal bölünmeler tarafından kuşatma altında olabilir, fakat herkes bir konuda hemfikirdir: çatışma kaçınılmazdır. Nasıl bakarsanız bakın, psikanalitik dramda her zaman bir yerde birisi bir şeyi kaçırmaktadır. Psikanaliz, düş kırıklığının (disillusionment) ve hayal kırıklığının (frustration) gelişime içkin olduğunu ileri sürer. Freudcu kuram içinde, vazgeçiş, toplumun hayatta kalabilmesi için gerekli bir kötülüktür. Kötü haberin taşıyıcısı Freud, bize yalın bir biçimde kendi istediğimiz her şeye sahip olamayacağımızı hatırlatır.

    Zor dersler doğumla birlikte başlar. Doğum, bedenleşmiş biçimde deneyimlenen o temel anne bedeni (maternal body) ile kaynaşma hâlini kesintiye uğratır ve bizi dışarıya fırlatarak artık varoluşumuzun kayıtlarına giriş yapan engellenme, düş kırıklığı, kayıp ve özlem deneyimlerine maruz bırakır. Gerçeklik şudur ki, o bitimsiz beslenme ve bakımın arketipsel simgesi olan meme nihayetinde kurur. Bu deneyimler, ne kadar acı verici olurlarsa olsunlar, psikanaliz tarafından gerçek dünya diye isimlendirilen şeye uyuma yönelik gelişimimizde ayrıcalıklı olanlar olarak ayırt edilmiştir. Her gereksinimimizin karşılanabildiği bir durum yaratmak mümkün olsa bile, bu arzu edilir olmazdı; çünkü engellenme ve düş kırıklığı anlarına katlanma ve onlardan sağ çıkma yoluyla doğan dayanıklılıkla bizi donatmazdı. Hazzı erteleme kapasitemiz, yokluğa ve kayba dayanabilmemiz, her şeye kadirlik duygularımıza meydan okuyan, fakat aynı zamanda görevin büyüklüğü karşısında ezilmeden gerçeklikle yüzleşebileceğimize dair bize güven veren, zorlukla edinilmiş derslerdir.

    Psikanaliz aynı zamanda bilinçli düşünceyi yaşantımızın nihai verisi olarak gören tercih ettiğimiz inancı da sorgular. Bunu kabul edelim ya da etmeyelim, çoğumuz gördüğümüz ve deneyimlediğimiz şeylerin hayatta önemli olan her şeyi açıkladığına inanmayı tercih ederiz. Çok sık olarak duyusal izlenimlerimize güvenir ve daha derine inmeye yönelik az çaba gösteririz ya da hiç çaba göstermeyiz. Psikanaliz ise bunun tersine, bilinçli farkındalığımızın ötesinde yer alan, ancak buna rağmen davranışımızı perde arkasından etkileyen çatışmalı düşünceler, duygular ve arzular tarafından yönlendirildiğimizi öne sürer. Bilinçdışı kavramı hazmedilmesi güçtür; yalnızca kendimizi bütünüyle bilemeyeceğimizi ima ettiği için değil, daha da kışkırtıcı biçimde, kendimizi ve başkalarını aldattığımızı ileri sürdüğü için. Psikanaliz, en başından itibaren insanın güvenilirliğini sorgulamıştır. Bize, apaçık görünen şeye asla güvenmemeyi öğretir; hayata ve bilinçli niyetlerimize karşı ironik ve kuşkucu bir duruşu savunur. Zihnimiz öyle bir biçimde yapılandırılmıştır ki, bir bölümün ‘bilen’ olmasına izin verirken, başka bir bölümün ‘bilen’ olmamasına da izin verir.

    Psikanalitik mercekten baktığımızda gördüğümüz insan tasviri ayıltıcıdır. Kendimizi denetim altında tutma yönünde ne kadar çabalarsak çabalayalım, psikanaliz bu girişimde hiçbir zaman bütünüyle başarılı olamayacağımızı söyler. Mutlu olmaya ve çatışmalarımızın üstesinden gelmeye ne kadar uğraşırsak uğraşalım, psikanaliz çatışmanın yaşamın kaçınılmaz bir parçası olduğunu dile getirir. Bize, insan olmanın anlamının içkin bir unsuru olan çatışmayı yok etmekten değil, onu yönetmenin yollarını bulmaktan daha fazlasını umamayacağımızı hatırlatır. Psikanalitik kısa sloganlar kamuoyu açısından pek elverişli değildir. Freud’un ilk görüşleri ve onu izleyenlerin görüşleri gerçekten de tutkulu tartışmalar ve ayrılıklar uyandırmaya devam etmektedir. Yine de, zihne ilişkin düşünme biçimimiz üzerindeki etkileri son derece belirgindir. Örneğin, gündelik ve mesleki olmayan konuşmalar bile çoğu zaman ‘bilinçaltı (subconscious)’ kavramına ya da erken yaşantıların etkisine bir göndermeyi içerir. Bu tür kavramlar, yaşantımızı nasıl düşündüğümüzün içine o denli yerleşmiştir ki, bizi bu insanî gerçeklerin farkına ilk kez Freud’un vardırdığını unutmak kolaydır.

    Ön sözde belirttiğim gibi, içsel dünyaya yönelik psikanalitik vurgu, çoğu zaman bireysel yaşantılarımızı biçimlendiren toplumsal güçlerden kopuk olmakla eleştirilmiştir: belirli bir sosyo-tarihsel bağlam içinde açımlanan sosyal ilişkilerin dünyasında bedenleşmiş varoluşumuzdan. Sosyal dışlanma, ayrımcılık ve damgalanma, ruhsal sağlık sorunları yaşayan insanların (ve onlara yakın olanların) acısını hâlâ artırmaktadır. Uzun süreli ruhsal sağlık sorunları olan yetişkinlerin dörtte birinden azı çalışmaktadır. Bu kişiler borçlu olma ihtimali bakımından neredeyse üç kat daha yüksek risk taşır ve iyi barınma ya da ulaşım gibi modern yaşamın temel gereklilikleri için mücadele etmek zorunda kalabilirler. Ruhsal hastalık, işsizlik, yoksulluk, kötü fiziksel sağlık ve madde kötüye kullanımı risklerini (ve tersinin de geçerli olmasını) önemli ölçüde artırır. Ruhsal sağlıkta ve hizmetlere erişimde kalıcı eşitsizlikler vardır.

    Daha sistemik yönelimli meslektaşların, müdahalelerinde birey ile dış bağlamı arasındaki önemli etkileşimi daha tutarlı biçimde canlı tutmayı başardıkları ileri sürülebilir. Ancak, toplumsal alanı vurgulayan psikanalitik olarak beslenmiş düşüncenin güçlü bir geleneği de vardır (ör., Cooper, 2012; Cooper & Lousada, 2010; Morgan, 2019; Rustin, 1991). Dahası, psikanaliz sık sık hastaların gerçek yaşam streslerine kulak vermemekle eleştirilmiş (ve karikatürize edilmiş) olsa da, en iyi örneklerinde psikanalitik çalışma, dışsal ve içsel güçler arasındaki karmaşık etkileşimi birini diğerine üstün kılmadan kapsar. Bu yolla çalışma, çoğu zaman derinlemesine travmatik olan son derece gerçek olayların zihnin içine nasıl alındığını ve bireyin gelişimsel geçmişi tarafından biçimlendirilen bir anlam kazandığını anlamanın önemine tanıklık eder (bkz. Levy & Lemma, 2004; Stubley & Young, 2021).

    Terapi Odasında Psikanalize Yaklaşmak

    Yapılandırılmış ve kanıta dayalı bir terapiyi öğretmek, çoğu zaman mutlu ve genellikle minnettar bir öğrenci grubunu garanti eder. Öğretim oturumunun sonunda, ertesi gün hastalarıyla karşılaştıklarında kendilerine yardımcı olacak ‘yanlarında götürecekleri bir şey’leri olduğunu hissederler. Psikanalitik terapinin öğretilmesi ise daha belirsiz ve riskli bir girişimdir. Klinik psikoloji ya da psikiyatri gibi temel ruh sağlığı mesleklerinden gelen öğrenciler, çoğu zaman bu terapötik yaklaşım karşısında bunalmış hissederler; çünkü bu yaklaşım, sıradan koşullarda gayet yetkin olan uygulayıcıları bile felç edebilecek düzeyde bir anksiyeteyi tetikleme potansiyeline sahiptir. Bir terapötik oturum için yapı ya da gündemin yokluğuyla karşı karşıya kaldıklarında, hastaya ne söylemeleri gerektiğinden emin değildirler. Anksiyete yalnızca, örneğin BDT yaklaşımlarında bulunan güven verici yapının psikanalitik yaklaşımda olmamasından değil, aynı zamanda bunun, terapistleri hastalarının bilinçdışı güçleri kadar kendi bilinçdışı güçleriyle de yüzleşmeye teşvik eden bir yaklaşım olmasından kaynaklanır -ki böyle bir girişime hepimiz en iyi ihtimalle belirli bir korkuyla yaklaşırız.

    BDT’nin aksine, psikanalitik yaklaşımın beceriler düzeyinde belirlenmesi ve öğretilmesi daha güçtür. Literatüre dağılmış biçimde ‘tekniğin kuralları’na rastlarız (özellikle Freudcu klasik gelenek içinde), ancak bunlar en iyi ihtimalle genel kılavuzlardır ve bizden görünüşte yardım talep etmiş olan zorlu bir hastayla karşılaşıldığında pek az güvence sağlar. Psikanalitik eğitim, büyük ölçüde bir ‘tutum’un ya da düşünme ve kavrayış tarzının aktarılmasını amaçlar (bkz. Bölüm 4); bu ise birçok öğrencinin uygulamalarını temellendirmek istediği becerilerin işlemleştirilmesine direnir.

    Psikanalitik tutumun bu tül gibi ince niteliği, yeni filizlenen psikanalitik uygulayıcı için yeterince elle tutulmaz değilmiş gibi, çoğu zaman birbirleriyle çelişen psikanalitik kuramların salt çeşitliliği ve bunlarla birlikte savunulan teknik öneriler nedeniyle tablo daha da karmaşıklaşır. Psikanalitik terapistler geleneksel olarak araştırmadan kaçınma eğiliminde oldukları için, rakip kuramlar kendi geçerliliklerini ortaya koymaya yönelik herhangi bir girişim olmaksızın yan yana varlıklarını sürdürmüştür. Kullanılan teknikler için de durum aynıdır. Alanın yeni bir mensubu için, hangi kuramın izleneceğine ve bunun terapi odasında (consulting room) nasıl uygulanacağına akılcı bir biçimde karar vermek güçleşir. Fonagy’nin öne sürdüğü gibi,

    psikanalitik terapötik teknik ile herhangi büyük bir kuramsal çerçeve arasında bire bir eşleşmenin bulunmayışı bu güçlüğü daha da artırır. Aynı kuramın farklı teknikler üretebileceğini göstermek ne kadar kolaysa, aynı tekniğin farklı kuramlar tarafından gerekçelendirilebileceğini göstermek de o kadar kolaydır.

    (1999a: 520)

    Kuram, uygulamaya düzgün biçimde tercüme olmaz. Freud ya da Melanie Klein’ın fikirleri esin verici olabilir, ancak bunları uygulamaya koymak güç bir iştir. Öğrenciler, paniğe kapılarak rahatlıkla şöyle sorabilirler: ‘Yani, hasta bana saldırıyor çünkü bana karşı haset duyuyor. Peki şimdi ne söylemeliyim?’ Ne söyleyeceğini bilmek ve bunu söyleyip söylememenin yeterli olup olmadığını değerlendirmek öyle bir anksiyete yaratır ki, hastadan olumsuz otomatik düşüncelerinin bir günlüğünü tutmasını istemek gibi alternatif bir seçenek, hoş bir kesinlik vahası hâline gelir.

    Deneyimli psikanalitik terapistlerle aynı odada oturmak, öğrencilerin anksiyetesini yalnızca artırmaya hizmet edebilir: kuramsal yönelim, terapötik yaklaşımda bir yeknesaklık vaat etmez. Britanya’da Freud’un fikirleri sonunda üç ayrışan kuramsal ekole evrilmiştir: Çağdaş Freudçular, Klein’cılar ve Bağımsızlar. Her üç grup farklı kuramsal perspektiflere bağlı olmakla birlikte, uygulama düzeyindeki grup içi farklılıklar kimi zaman grup dışı farklılıklardan bile daha çarpıcıdır. Kuramsal açıdan ayrışan görüşlere sahip terapistler arasında da müdahaleleri düzeyindeki farklılıkları kimi zaman ölçmek güç olabilir. Günümüzde, yalnızca bildirdikleri uygulamaya dayanarak terapistleri birincil kuramsal bağlılıkları açısından doğru biçimde kategorize etmek oldukça güçtür. Örneğin, Klein’cıları Freudçulardan daha fazla ‘şimdi ve burada’ aktarımında çalışıyor biçiminde karikatürize etmek mümkündür, ancak Britanya’da kendilerini Çağdaş Freudçu olarak gören birçok kişi de sistematik biçimde ‘şimdi ve burada’ya odaklanmaktadır. Dahası, kimi zaman bazı terapistlerin, kendilerini ilişkilendirdikleri herhangi bir kuramdan ziyade kişilik değişkenlerini daha çok yansıtan özgünlüklere dayanarak çalıştıkları izlenimini edinmek affedilebilir.

    Kamuda (public) dile getirilen terapötik kuramların, terapistlerin hastalarıyla yaptıklarıyla her zaman örtüşmediği bilinen bir durumdur. Terapistlerin bilinçli olarak bir şeyi vaaz edip başka bir şeyi uyguladıklarını ileri sürmüyorum. Daha ziyade, kuram ile uygulama arasındaki bu görünür ayrışma, nadiren ele alınan ancak Fonagy (1999a) tarafından güçlü biçimde ortaya konmuş daha endemik bir soruna işaret eder. Ona göre, kuram ile uygulama arasındaki ilişkiye geldiğimizde hepimiz temel bir mantıksal hata yaparız: kuramın tümdengelimsel bir rol üstlendiğini varsayarız. Fonagy ise kuramın rolünün bütünüyle tümevarımsal olduğunu, yani kuramın klinik fenomenleri zihinsel durumlar düzeyinde ayrıntılandırmamıza yardımcı olduğunu, ancak klinikte ne yapmamız gerektiğini çıkarsamamıza izin vermediğini öne sürer. Psikanalitik teknik büyük ölçüde kuram tarafından yönlendirilmekten ziyade deneme yanılmaya dayanarak ortaya çıkmıştır. Freud teknik kurallarına deneyime dayanarak ulaşmış ve kimi zaman uygulamasının, hakkında yazdığı kurallarla hiçbir zaman örtüşmediği izlenimini vermiştir (bkz. Bölüm 4). Günümüzde klinik kuram herhangi bir metapsikolojiden bağımsızdır. Psikanaliz bir tedavi modeli olarak gelişecekse, hastalarımızla yaptıklarımızın kaçınılmaz olarak benimsediğimiz metapsikolojiden mantıksal olarak türemediğinin farkında olmamız gerekir.

    Psikanalitik Bilgi ve ‘Gerçekler’

    Psikanalitik terapistlere, daha açık biçimde işbirlikçi psikoterapi türlerinin bakış açısından yöneltilen yaygın eleştirilerden biri, psikanalitik terapistin işine yersiz bir kesinlik duygusuyla yaklaşmasıdır. Psikanaliz üzerine tartışmalarda, öğrencilerin sıklıkla psikanalitik terapistlerin bir hastanın zihnini hastanın kendisinden daha iyi bilebileceklerini varsaydıklarını ve bunun basitçe mümkün olmadığını ileri sürdüklerini duymuşumdur. Psikanalitik terapistin hastanın ‘hayır’ını bilinçdışı düzeyde her zaman ‘evet’ olarak aldığı bir çalışma tarzını karikatürize ederler. Dinamik bilinçdışı kavramının bir tür kötüye kullanım izni olduğunu ileri sürerler: terapist, yorumunun doğruluğunu kanıtlamak için her zaman hastanın henüz bilmediği bir bilinçdışı güdüye başvurabilir. Bazen psikanalizi, terapötik ilişkideki güç dengesizliği nedeniyle mahkûm ederler. Kuşkusuz, bu suçlamaların bazılarında, bazı durumlarda gerçek payı vardır. Ancak, bu iyi formüle edilmiş eleştirilerin ardında çoğu zaman sözde gerçekle ya da bilgiyle ve kendi mesleki yetkinliğimizle olan karmaşık ilişkimiz yatar. Duygusal sıkıntı yaşayan insanlara yardım etmeye soyunduğumuzda, bir yandan zımnen yardımcı olabileceğimizi -ve dolayısıyla zihin hakkında bir şey bildiğimizi- varsayarız ama aynı anda, gerçekte hiçbir şeyi tam olarak bilemeyeceğimizi de ileri süreriz.

    Bazı klinisyenler bilgi iddialarında her şeyi yapabilme yanılsaması yönünde hata yaparken, yapısökümcü perspektiflerin yükselişinden bu yana birçok terapist de belki fazlasıyla bilginin inkârı yönünde hata yapmaktadır. Psikanalizle ilgili bazı postmodern eleştirileri özümsemiş bulunuyorum ve bunların, olguların nasıl aşırı değerli hâle gelebileceğine, hakikatin peşine düşmenin nasıl baştan çıkarıcı olabileceğine ve kesinlik ya da hakikat arayışı içinde psişik acının doğasına ilişkin daha ele geçmez fakat hayati önemde olan bir şeyin nasıl yitirilebileceğine dair sağaltıcı bir hatırlatma sunduklarını gördüm. Bununla birlikte, bu tür anlatımların belirli bir inkâr düzeyini beslediğini de gördüm. Hakikat hiçbir zaman bütünden başka bir şey olamayacak kadar kısmi ve ele geçmez olsa da, bazı gerçekler vardır. Çalışmamız, hastaların belirsizlikle başa çıkmalarına yardımcı olmakla ilgilidir; fakat aynı zamanda, kendileri hakkında bazı olguları bilebilecek duygusal dayanıklılığı geliştirmelerine yardımcı olmakla da ilgilidir. Burada, kişinin agresyonu ya da ne kadar değiştirirsek değiştirelim bedenimizde kaydedilmiş olan gelişimsel öyküsü gibi ‘gerçekleri (facts)’ kastediyorum.

    Eğer yalnızca yeniden yazılabilir yaşam anlatılarıyla uğraşıyorsak, o hâlde herhangi bir öykünün potansiyel olarak hasta için yararlı olduğu sonucu mu çıkar? Eğer durum böyle değilse, o zaman bazı öykülerin belki de diğerlerinden daha adaptif1 olduğunu söylemiş olmuyor muyuz? Ve eğer daha adaptif öyküler olduğunu söylüyorsak, o hâlde insanlara daha doyurucu bir yaşam sürmelerinde neyin yardımcı olduğu hakkında bir şey bildiğimizi de söylemiş olmuyor muyuz?

    1Bir öykünün daha ‘adaptif’ olabilmesi, onu hakikat kılmaz. Yalnızca, hiçbir zaman tüm öykülere eşdeğer biçimde yaklaşmadığımıza işaret etmek istiyorum. Hastalarla yürüttüğümüz çalışmada, hangi terapi modelini benimsiyor olursak olalım, daha doyurucu yaşamlar yaratmaya neyin yardımcı olduğuna ilişkin varsayımların yükünü taşırız.

    Gerçek anlamda sorumluluk sahibi uygulayıcılar olabilmek için, bildiklerimizin sahipliğini üstlenmemiz ve kendi mesleki yetkinliğimiz konusunda açık olmamız gerekir. Bilmediklerimize açık olmalı ve bu bilinmezliği, bulanık düşünceyi gizleyen bir erdem hâline yüceltmeden taşıyabilmeliyiz. ‘Psikoterapist’ unvanını benimsediğimizde, zihin hakkında bir şey bilmeye ilişkin belirli bir sorumluluğu da üstlenmiş oluruz. Benim izlenimim, kimi zaman kendi bilgimizden ve yetkinliğimizden kaçındığımızdır; çünkü herhangi bir terapötik karşılaşmada kaçınılmaz olarak var olan, yani terapist ile hasta arasındaki, asimetriyle mücadele ederiz. Bu asimetri ya da dengesizlik rahatsızlık vericidir. Hasta kırılgandır; terapist ise en azından terapötik durumda, insan zihninin işleyişine ilişkin edinmiş olduğu bilgi nedeniyle ona yardım etmek üzere oradadır. Hastanın bize atfettiği gücü olduğu gibi kabul etmek yerine, onu eleştirel biçimde incelemesi için davet etmek ve terapötik ilişkiyi terapist ile hasta arasında hiçbir fark yokmuş gibi kurgulayarak bu konuda rahatsızlık verici bir keşiften kaçınmamak bizim sorumluluğumuzdur.

    Günümüzde, hastanın anlatısına epistemolojik bir ayrıcalık tanıyan ve uzman otoritesini sorgulayan bir eğilim gözlemliyoruz. Öz-bilgide (self‐knowledge) başkasının etkisini çözmenin ve birbirimizi nasıl etkilediğimizi anlamlandırmanın güçlüğünü kabul etmemiz gerekir. Ancak bu, hastanın her zaman kendisi için en iyisini bildiği ya da hastalarımız hakkında hiçbir ‘nesnel’ değerlendirme yapmamamız gerektiği anlamına gelmez. Bu, bilgiye yaptığımız yatırımlara dikkatle özen göstermemiz ve bu bilgiyi hasta ile nasıl paylaştığımızı ve nasıl kullandığımızı buna uygun biçimde nitelendirmemiz gerektiği anlamına gelir. Bir anlatıya diğerine göre ayrıcalık tanımak, gerçekten işbirlikçi bir analitik diyalog için temel değildir -temel olan hastanın anlatısına duyulan saygıdır. Saygı, anlamadaki farklılıkların keşfedilebileceği güvenli bir bağlam sağlar; bu keşif, hastayı terapinin kapısından içeri getiren sorunlarda ona yardımcı olma ortak amacıyla yürütülür. Yargılarımızın ve yorumlarımızın geçici ve kısmi niteliğini kabul etmek, analitik süreçte olup bitene ilişkin -en azından kimi zaman- hastaya göre daha nesnel bir konumu benimseme ve bunu klinik bir görüş oluşturmak için kullanma olanağına karşı bir argüman değildir. Ancak, hastanın zihninde ve bizim zihnimizde neler olup bittiğine dair inandığımız şeyin kaçınılmaz olarak yalnızca bir yaklaştırma olduğunu akılda tutmamız gerekir. Çalışmamızdaki etik öncelik, epistemik alçakgönüllülüğün (epistemic humility) geliştirilmesi ve uygulanmasıdır.

    Zihnimizde sık sık bulanıklaşsa da, otoriter kompetans (authoritative competence) ile otoriter tahakküm (authoritative dominance) arasında bir fark vardır (Novick & Novick, 2000). Bilgiye sahip olmak ile bu bilgiyi nasıl kullandığımızı birbirinden ayırmak önemlidir. Bildiğimiz şeylerin olgu bildirimleriymiş gibi değil, bize ait bilgiler olarak sahiplenilmesi gerekir. Bizim için asıl güçlük, sahip olduğumuz bilgi ve deneyimle uyumlu bir psişik tutum bulmak ve bu tutumun bize, başka bir kişinin bilinçdışını anlamlandırmasına yardımcı olma gibi ağır bir görevi yüklerken, böyle bir profesyonel ilişkinin kaçınılmaz olarak içerdiği asimetriyi kötüye kullanmama sorumluluğunu da getirdiğini kavramaktır. Eğer bir şey biliyorsak, bildiğimiz şeyin hasta için ne anlama geldiğine de katlanmamız ve böylece onun olası hasetine (envy) ve (düşmanlığına) ya da kendi zihnini kullanmaktan vazgeçerek pasif biçimde anlaşılma arzusuna karşı açık olabilmemiz gerekir. Bunu ancak bildiklerimizin sahipliğini üstlenebilir ve bilmediklerimizden doğan belirsizliği yönetebilirsek başarabiliriz. Bunlar, 12. Bölüm’de geri döneceğimiz etik güçlüklerden bazılarıdır.

  • Sonuç: Günümüzdeki Psikanaliz Üzerine Bazı Kişisel Düşünceler

    Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin [Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş]’in Sonuç bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikanalitik Kimlik

    Bir klinisyen olarak, hastalarıma yardım edebileceğim yönündeki umutlu beklentiyle çalışmama dâhil olurum. Kırk yılı kapsayan kendi mesleki gelişimime ilişkin düşündüğümde, psikanalitik bir sürecin dönüştürücü olma potansiyeline duyduğum umudun, ilk olarak kendi analitik deneyimim aracılığıyla -hasta olarak- ve bu deneyimin beni maruz bıraktığı zorunlu kırılganlık ve bağımlılık sayesinde içimde pekiştiğini fark ederim. Bu deneyimsel bilgi, herhangi bir ders kitabı ya da kendi hastalarımıza ilişkin gözlemlerimiz tarafından ikame edilemez. Kişisel terapimizi ya da analizimizi yürütme deneyimi, psikanalitik olarak çalışmanın ne anlama geldiğinin temel bir yönüdür. Bu deneyim benzersizdir. Yazı ya da dersler aracılığıyla bir başka kişiye bağımlı olmanın ne anlama geldiğini ya da güçlü yansıtmaların etkisi altında olmanın ne anlama geldiğini öğretmek mümkün değildir. Kişisel terapi ya da analiz aracılığıyla gelişen türde bir özbilgi (self‐knowledge), başka bi kişinin bilinçdışını anlamak isteyenler için vazgeçilmezdir. Ancak özbilgiye giden tek yol olarak psikanalizi konumlandırmak, onu idealleştirilmiş bir nesne olarak konumlandırmaktır. Bir öğretmen ve eğitmen olarak çalışmalarımda, hiç divana yaklaşmamış bazı öğrencilerin sezgiselliğinden tekrar tekrar etkilenmişimdir; tıpkı zaman zaman, divanda on beş yıl geçirdikten sonra kendi benliğimin ve uygulamamın bazı yönlerinden hayal kırıklığına uğramış olduğum gibi. Bu bizi şaşırtmamalıdır. Ne de olsa Etchegoyen’in (1999) alaycı biçimde gözlemlediği gibi, iyi bir analizden sonra önceki halimizden daha iyi oluruz ama mutlaka başkalarından daha iyi olmayız.

    Kendi klinik eğitimime başladığımdan beri, önce 1990’larda bir klinik psikolog olarak, ardından bir psikanalitik terapist olarak ve daha sonra bir psikanalist olarak, birkaç süpervizyon molasıyla Bağımsızlar’ın orta alanındaki Freudyen ve Klein’cı kişisel analizlerden geçtim. Her deneyim bana birçok değerli şey öğretti. Aynı zamanda, sadece benim hakkımda değil fakat bir kurum olarak ve bir meslek olarak, aynı zamanda bir terapi yöntemi olarak psikanaliz hakkında, bazıları rahatsız edici, birçok soru gündeme getirdi

    Psikanalist olarak eğitim aldığım dönemde analistimi ve süpervizörlerimi seçmemin kuramsal olarak beni bir ‘Kleinci’ yaptığını biliyorum ancak uygulamada onların hiçbirini Kleinci oldukları için değil, hastalarına karşı şefkatli oldukları için, benim kendimi ve çalışmamı anlamama yardımcı oldukları için ve bana, kendine özgü nedenlerimle esin verici oldukları için seçtim -özellikle de anlayışlarının hafif ve alçakgönüllü bir dokunuşla içimde derinlere ulaşması nedeniyle.

    Bu kitapta psikanaliz içindeki farklı gelenekleri yansıtan geniş bir yelpazeye yayılan düşüncelerden yararlandım ve hangi analitik grupla aynı hizaya geldiğimin tamamen açık olmaması mümkündür. Bunun nedeni, gerçekte herhangi bir grupla aynı hizaya gelmememdir. Gruplar, mesleğimizin araçları üzerine eleştirel düşünmeye karşı koyan, yardımcı olmayan varsayımları ve mitleri sürdüren, kolaylıkla kendi içine kapalı biçimlerde işleyebilir. Eğer bir ‘BİZ’ varsa bir de ‘ONLAR’ vardır. Genel olarak psikolojik terapiler dünyası -yalnızca psikanaliz değil- herhangi başka bir toplumsal grupla hiçbir şekilde farklı değildir: hepimiz kendi dünya görüşümüzü ve ona uygun olan terapötik yaklaşımı desteklemede çıkar sahibiyiz. Ben de öyleyim. Aslında, merak ediyor olmanız ihtimaline karşı, başkalarıyla ilişki kurduğumuz öznel bakış açımıza sahip olmanın -yani, ideali akla dayalı gerekçelendirilmiş bir argümana dayanan, kendi bakış açımıza yönelik kendinden emin bir inancın- ruh sağlığımız için vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum ve bu ‘analitik kimliğimizin’ bir parçası hâline gelir.

    Özdeşimler, psikolojik gelişimin (çoğunlukla bilinçdışı olan) belkemiğidir ve belirli gruplar ya da kimliklerle bilinçli özdeşleşmelerimizde ortaya çıkar. ‘Analitik bir kimlik’ oluşturmak, bir klinisyen olarak gelişimimizin temel bir parçasıdır. Ancak bunu yaparken, tüm kimlik kategorilerinin açıkça sınırlandırılmış bir bölge gibi işlediğini akılda tutmak önemlidir: ‘Ben buyum ve şu değilim.’ Değişen derecelerde, hepimiz hem kendimize hem de başkalarına karşı anlaşılır hissettiğimiz bu tür sınırlandırılmış bölgeleri ararız.

    ‘Psikanalist’i ‘psikanalitik psikoterapist’ten ayıranın ne olduğuna ilişkin süregelen tartışmalara dönersek, şaşırtıcı olmayan biçimde, analitik kimliğe yönelik algılanan en büyük tehdidin bize en çok benzeyenler tarafından ortaya konduğuna dikkat kesiliriz.¹ Primo Levi, sözde ‘saflığın’ çekiciliğini ve algılanan ‘saf olmayışın’ meydan okumasını iyi yakalar:

    İlk gün kaderim çinko sülfatın hazırlanması için görevlendirilmek oldu … Ders notları, ilk okumada gözümden kaçan bir ayrıntı içeriyordu; yani, böylesine nazik ve hassas çinkonun, tek lokmada onu yutan aside bu kadar kolay teslim olmasına karşın, çok saf olduğunda çok farklı bir biçimde davrandığını: o zaman inatla saldırıya direnir. Bundan iki birbiriyle çelişen felsefi sonuç çıkarılabilir: kötülükten bir zırh gibi koruyan saflığın övgüsü; değişikliklere, başka bir deyişle yaşama yol açan saf olmayışın övgüsü.

    (Levi, 1984: 33–34)

    1 Bu bölümün bazı kısımları A. Lemma (2023c) ‘Who Do You Think You Are? Some Reflections on Analytic Identity’. International Journal of Psychoanalysis, 104: 5: 843–848 ve ayrıca: A. Lemma (2022b) Heilen durch Wissen (Healing through Knowledge). In: Nolte, Tobias; Rugenstein, Kai. 365 x Freud: Ein Lesebuch für jeden Tag. Stuttgart: Klett-Cotta.’da yer almaktadır.

    Gruplar, kendi türlerine özgü terapötik çinkonun saflığını korumaya çok sık çalışabilirler. Bir psikanalitik psikoterapist olarak (haftada bir ile üç kez oturumlar sunarak) ve ardından bir psikanalist olarak (haftada beş kez oturumlar sunarak) eğitim almış biri olarak, her iki uygulamanın da ortak kavramsal zemini ve teknikleri paylaştığı benim için açıktır (Alexander, 1954). Bu kitapta psikanalizin haftada bir ile üç kez yapılan psikanalitik psikoterapiye uygulanmasına odaklandım. Ancak ‘uygulamalı psikanaliz (applied psychoanalysis)’ terimi yanlış hiyerarşiler yaratmamalıdır: haftada beş kez yapılan bir psikanaliz de haftada bir kez yapılan bir psikoterapi de zihnin psikanalitik bir modelinin ‘uygulamaları’dır. Uygulamada, bunların ‘analitik tutum’un (analytic attitude) sürdürülmesine ve yeniden kazanılmasına yönelik dikkatli bir özen tarafından birleştirildiğini öne sürüyorum (Bkz. Bölüm 4 ve 7). Bana göre psikanalitik çalışma, her şeyden önce terapistin içsel düzenlemesiyle (internal setting) tanımlanır ve uygulama yaptığımız dışsal düzenlemeyle (external setting) ya da hastaya sunulan oturum sıklığıyla tanımlanmaz. Psikanalitik çalışmanın ayırt ediciliği, aktarımın sistematik kullanımında yatar; bu ise, hastanın zihin durumuna ilişkin anlayışımızı ve en verimli biçimde nasıl müdahale edileceğini şekillendirmek için aktarım deneyimimize kök salmış analitik bir tutumun sürdürülmesini içerir.

    Bununla birlikte, iki uygulama yalnızca daha az ya da daha çok yoğun, daha kısa ya da daha uzun aynı müdahaleyi sunuyor olarak kabul edilemez. Kapsamları, talepleri (hasta ve klinisyen üzerinde) ya da uygunlukları bakımından eşdeğer değildir. Haftada bir kez hasta görme konusunda eğitim almış bir psikanalitik psikoterapist nasıl daha yoğun çalışmak için gereken bazı yetkinliklerden yoksun olabilirse, bir psikanalist de kısa, odaklanmış bir psikanalitik terapi sunma konusunda yetkinliklerden yoksun olabilir. Başka bir deyişle, her iki uygulama da özgül ve örtüşen alanlarda yüksek düzeyde yetkinlik gerektirir. Farkları, (haksız) bir ‘uygulamalar hiyerarşisi’ni pekiştirmek için vurgulamıyorum (Spurling, 2018). Sorun farkların varlığı değil, farkları nasıl kullandığımızdır. Farkları bulanıklaştırmak, bazı insanların zihninde var olan hiyerarşinin çözümü değildir; farklı uygulamaların ilgili özgüllüğünü dile getirmek ve onlara değer vermek ve onların örtüşme alanlarını kabul etmek, böyle hiyerarşilere yönelik en sağlam meydan okumayı ortaya koyar.

    Zaman içinde kendimde gözlemlediğim en önemli değişikliklerden biri, aynı hasta ile birçok yıla yayılan uzun psikoterapiler ve analizlerde klinik olarak çalışma deneyimi tarafından bilgilendirilmiştir. Hastalarla bu boylamsal deneyim, çalışmamızın önemli bir temel taşı olan umudumu biçimlendirmiş ve sürdürmüştür (Bkz. Bölüm 7). Umut, ruhsal olarak çorak arazilerde ilerleyip hayatta kalma yaşantısından ve birçok yıl sonra, bütünleştirme çalışmasını mümkün kılan ruhsal bir açıklığa çıkmaktan doğar. Bu paha biçilmez perspektif, yalnızca tamamlanmış analizlerin/terapilerin zaman içindeki deneyimiyle içimizde pekişebilir. Aynı şekilde, daha kısa, odaklanmış psikanalitik müdahalelerle başarılabilecekler karşısında derinden etkilendim. Bu deneyim, başlangıçta taşıdığım, ‘daha uzun’un kaçınılmaz olarak ‘daha iyi’ olduğu yönündeki önyargıya meydan okumuştur.

    Bu kitabın tam başında gördüğümüz gibi, yalnızca psikanalizin farklı uygulanma biçimleri değil, aynı zamanda bir zihin kuramı olarak psikanalizin birkaç farklı versiyonu da vardır. Bu kitapta bazı bölümlere kimi zaman farklı perspektiflerden yaklaştım; psikanaliz içindeki ayrışan kuramsal yönelimlerden elde edilen içgörüleri bir araya getirdim. Belki bu beni çoğulcu (pluralist) ya da bütünleştirici (integrationist) yapar, gerçi bu terimlerin gerçekte ne anlama geldiğinden hiçbir zaman emin değilim. Eğer bu, insan zihnini ve terapi sürecini anlamanın farklı yolları olduğunu düşündüğüm anlamına geliyorsa, bu doğrudur. Eğer bu, az önce belirttiğim gibi, psikanalizin yalnızca tek bir ekolüyle öncelikli olarak özdeşleşmekte zorlandığım anlamına geliyorsa, bu da doğrudur. Eğer bu, bir hasta ile çalışırken önemli olanın, belirli bir kuramın buyurduğundan ziyade hastanın herhangi bir anda neye ihtiyaç duyduğuna göre yönlendirilen esnek bir yaklaşım olduğuna inandığım anlamına geliyorsa, bu da doğrudur. Belki de çocukluğumun değişen kültürel manzaralarına uyum sağlamak için farklı dilleri öğrenmek zorunda kalmış biri olarak, içimde, herhangi bir terapötik dili nihai olarak benimsememi engelleyen yerleşik bir olumsallık duygusu vardır.

    The Dialogic Imagination‘da Bakhtin (1981), diyalojizmin (dialogism) önemini savunur; ona göre bu, dil içindeki konumumuz tarafından zorunlu kılınır. Monolojizm (monologism), yalnızca tek bir dil olduğu yanılgısıdır. Diyalojizm ise herhangi tek bir dilin sınırlarını kabul etmek, deneyimin muazzam çoğulluğunu kucaklamak ve böylece Bakhtin’in ‘dillerin eleştirel karşılıklı canlandırılması (the critical interanimation of languages)’ olarak adlandırdığı şey içinde yönelimimizi sağlamak ve bir yer bulmaktır. Alanımızda henüz bu ‘dillerin karşılıklı canlandırılması’nın çok tutarlı bir biçimde görüldüğü söylenemez, ancak ben bu kitapta psikanalize bu ruhla yaklaştım.

    ‘Yavaş Düşünme’ye Övgü

    Bu paragrafı okuduğunuzda, günümüzde toplumda psikanalizin yeri ve bir psikolojik müdahale yöntemi olarak güçlü ve sınırlı yönleri hakkında kendi görüşünüze sahip olacaksınız. Bu kitabın 2003 yılındaki ilk baskısından bu yana, psikanalizi uyguladığımız ve yaşadığımız dünya değişti; özellikle de hızlı tempolu teknolojik gelişmeler nedeniyle. Bu yeni bağlamda, paradoksal biçimde, psikanaliz gerçekten olgunluk çağına girer.

    Freud her şeyi doğru yapmayı başaramadı, ancak sonuç olarak, dijital zamanlarda yaşarken ve uygulama yaparken bana fazlasıyla öngörülü görünen bazı uyarı niteliğindeki ifadelere geri dönmek istiyorum. 1910’da, ‘”Vahşi” psiko-analiz’de (‘”Wild” psycho‐analysis’), Freud şöyle yazdı:

    Bu, hastanın bir tür bilgisizlikten mustarip olduğu ve bu bilgisizliği ona bilgi vererek (hastalığının yaşamıyla olan nedensel bağlantısı, çocukluk dönemindeki yaşantıları vb. hakkında) ortadan kaldırdığınızda kaçınılmaz olarak iyileşeceği yönünde, uzun süre geçerliliğini yitirmiş bir fikir ve yüzeysel görünüşlerden türetilmiştir. … Bilinçdışına ilişkin bilginin hasta için psikanaliz konusunda deneyimsiz kişilerin sandığı kadar önemli olması durumunda, dersler dinlemek ya da kitaplar okumak onu iyileştirmek için yeterli olurdu. Ancak bu tür önlemler, sinir hastalığının belirtileri üzerinde, kıtlık zamanında menü kartları dağıtmanın açlık üzerinde yaptığı kadar etki yapar.

    (1910: 225)

    Freud, bilinçli olgulara erişimin nevrotik sıkıntılarımız için bir tedavi sağlamadığı için uyarırken, kuşkusuz dünyayı yetmiş yıl sonra biçimlendirecek dijital devrimden habersizdi -ki bu devrim bize akıl almaz kazanımlar getirmiştir, ancak önemli bedeller olmaksızın değil. Bugün terapi odalarımızda (consulting room), teknolojiyle bağlantılı ve teknoloji tarafından büyütülen sorunlardan yalnızca birkaçını anmak gerekirse, sosyal medya, oyun oynama ya da çevrim içi pornografi kullanımının fazlasıyla cezbedici hâle geldiği her yaştan hastalarla karşılaşıyoruz.² Web siteleri, süperegonun çözülmesini teşvik edecek biçimde tasarlanmıştır. Sözde ‘ikna edici tasarım’ tam da budur: kullanıcıları bağımlı tutarak iradelerini aşındırmak üzere tasarlanmıştır. Web sitesi sayfasında yanıp sönen ‘açılır pencereler’, kullanıcıyı kademeli olarak daha fazla web sitesini ziyaret etmeye ve aramalarını genişletmeye cezbetmektedir. Cocking ve Van den Hoven (2018) gerçekten de çevrim içi dünya ile sözde geleneksel dünya arasındaki ahlaki farkı vurgulayarak, ‘çevrim içi dünyaların ahlaki sis sorunlarını yarattığını ve büyüttüğünü’ ileri sürmüşlerdir (2018: xv).

    2 ‘Bağlantılı olan ve tarafından büyütülen’ ifadesini özellikle belirtiyorum çünkü bu sorunların teknoloji tarafından doğrudan bir biçimde ortaya çıkarıldığına inanmıyorum.

    Zihinlerimizin, farklı derecelerde, artık aygıtlarımız aracılığıyla 7/24 erişebildiğimiz ‘bilgi’nin baştan çıkarması ve bunun yaydığı kesinlik yanılsaması tarafından gasp edilmiş olmasını yok sayamayız. Bilgiyi o kadar çok sahiplenmek isteriz ki sahte olgularla yetiniriz. Ve yalnızca bilmek istemeyiz. Şimdi bilmek isteriz. Hız tarafından büyülenmiş durumdayız. Teknoloji, anlık şimdinin idealleştirilmesini teşvik eder. Her şeyin hiçbir yere gitmeye gerek kalmadan gerçekleşebileceğini düşünürüz, ancak aldanan biz oluruz: bu bir yanılsamadır çünkü olduğumuz yerde durmaktayız -ki bu, Virilio’nun (1999) ‘hızın eylemsizliği (inertia of speed)’ tanımında fazlasıyla iyi yakalanan bir kavramdır.

    Zihin harekete ihtiyaç duyar. Hareket olmadan yaşantıyı temsil edemeyiz ve bize gerçekten yardımcı olabilecek gerekli bilinçdışı ‘bilgi’ye ulaşamayız. Freud, engellenmenin ve beklemenin sağlık yardımlarını önceleyen bir ruhsal bildirge ile çoğunluk oyunu alamayabilir, ancak zihnin, gereksinimi karşılayan nesnenin yokluğuna yanıt olarak nasıl geliştiğine dair psikanalitik bir anlayış, mevcut eğilimlere güçlü bir düzeltmedir. ‘Gecikme’nin aracılığı psikolojik olarak anlamlıdır çünkü arzunun zihinde temsil edilmesini mümkün kılar: ne istediğini düşündüğün şeyi elde edemediğinde, onun yokluğu seni onu temsil etmeye ve ‘onu’ neden istediğini düşünmeye iter. Benzetme yoluyla, bir bebeği yürümeyi öğrenmeye iten şeyi hayal edebiliriz. Yürümeyi öğrenir çünkü kavrayışının doğrudan erişiminin ötesindeki şeylere ulaşmak ister: mesafe, bu becerinin kazanılma dürtüsünü teşvik eder. Anne babası her zaman nesneleri ona getirselerdi, bu onu hemen tatmin edebilirdi, ancak bu yürümeyi öğrenme kapasitesini olumsuz etkileyebilir. Nasıl ki bebeğin kavrayışının ötesinde olan şeyi isteme yaşantısı, motor gelişim için gelişimsel olarak gerekliyse, sunumun yokluğu da ruhsal gelişim için gereklidir. Bunun önemini kavramak, psikanalitik çalışma için de temeldir. Müdahalelerimiz temsil çalışmasını (work of representation) desteklemeyi amaçlar, ancak hastanın kendi yorumlarına varması için zamana izin vermemiz ve anlayışımızla çok hızlı biçimde araya girerek onu bu fırsattan mahrum bırakmamamız gerekir. Bu nedenle, çalışmamızda zaman ve zamanlama özün ta kendisidir.

    Nasıl ki daha yavaş bir yaşam temposunu kutlayan ve yediğimize odaklanarak onu takdir etmemizi teşvik eden ‘Yavaş Yeme (Slow Food)’ hareketi varsa, bir ‘Yavaş Düşünme (Slow Thinking)’ hareketi de, zihinlerimizi anındalığın ve hızlı çözümlerin baştan çıkarmalarına devretmeye karşı koymak için acilen ihtiyaç duyduğumuz panzehir olabilir (Lemma, 2022b). Beklemede (Baraitser, 2017), sürprizde, düşüncelerimizin, fantezilerimizin ve duygularımızın yavaş çözülmesinde, zihnimizin karmaşıklığına yavaş yavaş yaklaşmamızı sağlayan süreçte haz duymayı yeniden keşfetmemiz gerekir. Beklemenin ve belli bir ölçüde engellenmenin meyve verdiğini -o anda hoş olmayan bir his uyandırsa bile- öğrenmemiz gerekir.

    Hızlı bir dünyada, ruhsal acıya toplumsal tepki, çoğunlukla hızlı çözümleri (örneğin, kısa terapiler ya da ilaç tedavisi) öncelemek ve sözde ruh sağlığı durumlarına ilişkin bilgi ordusunu, tek bir tıklamayla sunmak şeklinde olur. Bu kitapta ortaya koyduğum psikanalitik süreç -yoğunluğu, uzunluğu ve bilinçdışı zihne odaklanması- bu bağlamda anakronistik görünür. Yine de bu, kendini tanımak için zaman ayırmanın, kim olduğumuz hakkında biraz daha fazlasını keşfetme hizmetinde bilmemeye katlanmayı öğrenmemizi sağlayan düşünme [reflection] alanlarını korumanın ruhsal ve etik önemine yönelik güçlü bir hatırlatma olarak durur.

  • Öğrenmeye Devam Etme (31. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Psychotherapy: A Clinical Manual [Psikodinamik Psikoterapi: Klinik Bir Manuel]’in 31. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bu noktaya geldiğinizde, psikodinamik psikoterapi hakkında çok şey öğrenmiş oldunuz. Hastaları değerlendirmeyi ve tedaviye başlamayı; hastaların söylediklerini dinlemeyi, duyduklarınızı yansıtmayı ve bilinçdışı anlamları açığa çıkarmak ya da zayıflamış benlik işlevlerini desteklemek amacıyla müdahalede bulunmayı; ve bu araçları öz-değeri, başkalarıyla ilişkileri ve karakteristik uyum biçimlerini geliştirmek gibi önemli terapötik hedeflere ulaşmak için kullanmayı öğrendiniz. Artık bu becerilerinizi kliniklerinize, ofislerinize, yatan hasta birimlerinize ya da çalıştığınız her yere taşıyarak psikodinamik psikoterapist olma sürecinizi sürdürebilirsiniz. Bu işi yapmak, her gün yeni bir şey öğrenmek anlamına gelir. Her hasta yeni zorluklar getirir; her tedavi bize yeni şeyler öğretir. Sonuçta, süpervizörlerimizden, hastalarımızdan ve kendimizden öğreniriz.

    Süpervizörlerimizden öğrenmek

    Bu kılavuzu okuyarak edindiğin bilgileri tamamlamanızın en iyi yolu, kendi hastalarınızla psikodinamik psikoterapi yürütmektir. Bunu yaparken süpervizyon, size büyük ölçüde yardımcı olacaktır. Süpervizörlerin pek çok türü vardır. Eğitim sürecindekilere genellikle bir ya da birden fazla süpervizör atanır. Bu süpervizörlerin bazıları deneyimli psikoterapistler olabilir, ancak psikodinamik psikoterapi konusunda uzman olup olmamaları değişebilir. Mezunlar bazen özel süpervizyon arayabilir ya da vakalarını meslektaşlarına sunabilirler. Süpervizyon, psikodinamik psikoterapi öğrenimini birkaç açıdan geliştirir. Birincisi, deneyim kazandırır. Kendi deneyiminizi biriktirene kadar süpervizörünüzün uzmanlığından yararlanabilirsiniz. İkincisi, vakanın başka biriyle tartışılması, vakaya dair düşünmeyi derinleştirir. Bu, sizden daha deneyimli biriyle ya da bir veya birkaç meslektaşınızla yapılabilir. Bir vakaya çok yakın olduğunuzda, karşıaktarımınızı her zaman doğru değerlendiremeyebilirsiniz; bu nedenle, güvendiğiniz hocalarınız veya meslektaşlarınızla konuşmak son derece değerli olabilir. Eğitiminiz tamamlandıktan sonra bile, özellikle zorlayıcı vakalarda yardım almak için süpervizyon aramak, kendinizi her zaman rahat hissetmeniz gereken bir şey olmalıdır.

    Çalışmanızı süpervizörlerinizle paylaşmanın birçok yolu vardır. Vakanın genel hatlarıyla tartışılması faydalıdır; ancak oturumdan alınan bazı birebir [kelimesi kelimesine] materyalleri birlikte incelemek de önemlidir. Bu, duyduklarınızı nasıl analiz ettiğinizi, nasıl düşündüğünüzü ve hangi müdahaleleri seçtiğinizi değerlendirme olanağı sağlar. Bunun için notlardan (hastayla birlikteyken ya da oturumdan hemen sonra alınmış olabilir), video ya da ses kayıtlarından yararlanabilirsiniz. Siz ve süpervizörünüz, içinde bulunduğunuz duruma en uygun yöntemin hangisi olduğuna birlikte karar verebilirsiniz.

    Çalışmanızı hangi biçimde paylaşırsanız paylaşın, öğrenme sürecinde etkin (proaktif) bir rol almak, süpervizyon deneyiminizden en yüksek verimi almanıza yardımcı olur. Ne yazık ki, öğrenenler çoğu zaman süpervizörlerinin onlara “ne yapacaklarını söylemek için” orada olduğunu düşünürler. Ancak, destekleyici müdahalelerdeki “sağlama ve yardım etme” modeline benzer biçimde, süpervizör zaman zaman önerilerde bulunabilir, fakat genellikle işbirliğine dayalı bir model daha faydalıdır. Eğer siz bir süpervizörseniz, öğrenme deneyimi için açık ve net hedefler belirleyerek bu işbirliğini teşvik edebilirsiniz. Bu noktada, bu kitapta sunulan çeşitli modeller size yardımcı olabilir:

    • Değerlendirme açısından: Problem → Kişi → Amaçlar → Kaynaklar modeli.
    • Teknik açısından: dinleme/refleksiyon/müdahale etme modeli, seçim ve hazır oluş ilkeleri ile açığa çıkarıcı ve destekleyici müdahaleler kavramı.

    Eğer süpervizyon alan bir konumdaysanız, bu kılavuzda öğrendiklerinizin bir kısmını süpervizörlerinizle paylaşmayı deneyin; onlara şu tür sorular yöneltebilirsiniz:

    • Hasta bunu söylediğinde siz ne duydunuz?
    • Bunu nasıl değerlendirirdiniz?
    • Ne söyleyeceğinizi nasıl seçerdiniz?
    • Benim söylediklerim hakkında ne düşündünüz?
    • Orada ne söyleyeceğimi bilemedim – o ana birlikte odaklanabilir miyiz?
    • Bunu ne tür bir müdahale olarak adlandırırsınız?

    İşte bir terapist ile süpervizörü arasındaki oturumdan bir bölüm:

    Terapist 40 yaşında bir kadındır ve iki yıldır 28 yaşındaki bir erkek hastayı haftada iki kez yapılan psikodinamik psikoterapiyle tedavi etmektedir. Son birkaç haftadır, bu hastanın seansları için sabırsızlanmamaktadır.

    Terapist: İlginç, genellikle bu hastayla çalışmaktan gerçekten keyif alırım ama son birkaç haftadır kendimi öyle hissetmiyorum. Geçen hafta bir defasında “Aman hayır, bugün Pazartesi – Bay A. geliyor” diye düşündüm. Ama bunun neden olduğunu tam olarak bilmiyorum.

    Süpervizör: Bu konuşmak için harika bir konu. Hastanın yaşamında ya da terapide olup bitenlerle ilgili bir şey hissediyor musunuz?

    Terapist: Hayır – işin garip yanı da bu. Aslında terapide daha derin çalışıyor ve daha bağlantılı hissediyor. Bu, üzerinde çalıştığımız şeydi.

    Süpervizör: Neler olduğunu görebilmemiz için biraz süreç dinleyelim. O şekilde hissettiğiniz seanslardan birinden bazı bölümleri okuyabilir misiniz?

    Terapist: Tabii — işte dünkü seanstan bir bölüm:

    • Hasta: Artık bu sürece kendimi iyice kaptırıyorum – Her seansı dört gözle bekliyorum – Neredeyse her gün gelebilmeyi diliyorum. Bir rüya gördüm, bekleme odanızda uyuyordum – sanki oradaki küçük nişte bir yatak vardı.
    • Terapist: Rüya hakkında biraz daha anlatabilir misiniz?
    • Hasta: Gerçekten sıcaktı, rahattı – sanki siz beni yatıracaktınız.

    Süpervizör: Burada biraz duralım – bu materyalde ne duyuyorsunuz ve buna nasıl yanıt verdiniz?

    Terapist: Şey, bir rüya var — “yatırılmak” çocuklukla ilişkili görünüyor, dolayısıyla bunun benim onunla annesi gibi ilgilenmemi arzuladığı bilinçdışı bir fanteziyle ilgisi olabilir. Ama biliyoruz ki annesi oldukça ihmalkârdı. Seans sırasında yüzeydeki duygulanımı heyecandı – bana bu kadar yakınlaşmaktan dolayı heyecanlı gibiydi.

    Süpervizör: Ben de bunu duyuyorum – hastanız neredeyse nefes nefese size sizden çok şey istediğini söylüyor – mecazi olarak “sizinle yaşamaya” hazır, ve siz belki de bundan biraz geri çekiliyorsunuz.

    Terapist: Bildiğin gibi benim iki çocuğum var – bir tane daha istemiyorum! Yani elbette o gerçekten başka bir çocuk olmaz ama belki de ben öyle hissediyorumdur.

    Süpervizör: Kesinlikle – sanırım onunla son dönemde yaşadığınız zorlukların bir kısmına ulaşıyoruz ve aynı zamanda hasta hakkında da çok şey öğreniyoruz.

    Burada süpervizör, terapistin kendi karşıaktarımı hakkında daha fazla şey öğrenmesine yardımcı olabilmiştir. Terapistin duygularını açık bir biçimde tartışabilme becerisi, bu sürecin temelini oluşturmuştur. Dikkat edilirse, dinleme–refleksiyon–müdahale etme yöntemi süpervizyonda da işe yarayabilir.

    Derslerinizde ya da bu kılavuzdan öğrendiklerinizi süpervizörünüzle paylaşmanız, onunla “hemfikir” olmanızı sağlayacaktır hem de süpervizyon deneyimini zenginleştirecektir.

    Hastalardan öğrenmek

    Eski bir deyiş vardır: “Hastalarınız en iyi süpervizörlerinizdir.” Pek çok bakımdan bu doğrudur. Her hasta, size insanlar, onların uyum biçimleri, güçlü ve zayıf yönleri hakkında yeni şeyler öğretir. Her terapötik ilişki, hastalara en çok nasıl yardımcı olabileceğinizi anlamanız için etkileşim biçimlerinizi öğretir. Eğer odağınızı fazlasıyla derin bir noktaya yöneltirseniz, hastalarınız bir şekilde savunmaya geçerek buna tepki verirler — buna dikkat ederseniz, an be an kendinizi kolayca yeniden dengeleyebilirsiniz. İşte bir örnek:

    Hasta: Geçen seansın sonunda sinirlendim çünkü seansa geç başladınız ve bana fazladan süre vermediniz.

    Terapist: Bu durum, annenizin kardeşinize daha fazla odaklanıp sizi yoksun hissettirdiği biçimi hatırlatmış olmalı.

    Hasta: Ne olursa olsun, ben sizden bahsediyorum — annem geçen seans burada değildi, siz vardınız.

    Terapist: Haklısınız — ve bunu dile getirebilmiş olmanıza sevindim. O anda yaşadığınız duyguyu biraz daha anlatabilir misiniz?

    Bu hasta, terapist için mükemmel bir “süpervizör” olmuştur; çünkü duygulanım aktarım içindeydi, ancak terapist genetik bir yorum üzerinde yoğunlaştı. Bu tür bir durumda savunmaya geçmenin zamanı değildir — eğer hastayı dikkatle dinlerseniz, onun için gerçekten neyin önemli hissettirdiğine yeniden odaklanabilirsiniz.

    Kendinizden öğrenmek

    Sonuçta, kendinizi anlamak, psikodinamik bir psikoterapist olarak çalışmanızda sahip olacağınız en önemli araç olacaktır. Seanslar sırasında kendi duygularınızın ve hastalarınıza verdiğiniz tepkilerin farkında olma düzeyiniz, onlara yardımcı olma becerinizle doğrudan ilişkilidir. Psikodinamik psikoterapi uygulamaya başlamadan önce belli bir özfarkındalık sürecini “tamamlamış” olmanız gerekmez; tıpkı hastalarınızdan sürekli bir şeyler öğrenmeye devam edeceğiniz gibi, terapistlik kariyeriniz boyunca da hem kendinizden hem de kendiniz hakkında öğrenmeyi sürdüreceksiniz. Bununla birlikte, ister eğitiminizin başında ister sürecin herhangi bir aşamasında olun, kendinizden öğrenme kapasitenizi geliştirmek için kişisel bir psikoterapiye katılmak faydalı olabilir. Bazı terapistler bunu rutin bir uygulama olarak görürken, bazıları ise terapist olarak olgunlaştıkça karşılaştıkları belirli güçlükler üzerine kendi terapilerine yönelmektedirler. Bazı eğitim programları -örneğin psikanalist yetiştiren birçok program- eğitim sürecinin bir parçası olarak kişisel terapiyi veya kişisel psikanalizi zorunlu kılar. Kişisel terapinin yararlı olabileceğine dair ipuçları arasında, çoğu ya da tüm hastalarınıza karşı güçlü olumsuz ya da olumlu duygular beslemeniz, işinizle bağlantılı aşırı kaygı veya depresyon yaşamanız ya da sınırları aşma eğilimi göstermeniz sayılabilir. Tıpkı hastalarınıza yapacağınız gibi, terapistler de size gizlilik esasına dayalı bir terapi sunacaklardır ve bu süreç büyük olasılıkla hem işinizi hem yaşamınızı zenginleştirecektir.

    Kişisel terapi olsun ya da olmasın, sürekli özdüşünüm (self-reflection) temeldir. Hepimiz meşgulüz, ancak çalışmamız üzerine düşünmek için zaman ayırmaya değer. Bu, yalnızca seanslar arasında değil, seansın ortasında da geçerlidir — çoğu zaman bir şey “söylemeye” bu kadar hevesliyken, hastayla birlikte olduğumuz anda neler olup bittiğini düşünmeye yeterince zaman ayırmayız. Oysa bu tür düşünme anları çok değerlidir; bu anlar sizi yetkin bir terapist olmaktan çıkarıp üstün bir psikodinamik psikoterapist olmaya götürür.

    Sonuç

    İnsanlar, zamanın başlangıcından beri anlam arayışı içindedir. Psikodinamik psikoterapi, bireylerin kendi içlerinde var olan fakat farkındalık dışında kalan anlamı bulmalarına yardımcı olur. Bu arayış, insanların yaşamlarını nasıl anlamlandırdıklarıyla daima ilişkili olacak ve her zaman geçerliliğini koruyacaktır. Psikodinamik psikoterapist olarak yolculuğunu sürdürürken, başkalarından, hastalarından ve kendinden öğrenmeye devam et.

  • Diğer Ego İşlevlerini Geliştirme (28. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Psychotherapy: A Clinical Manual [Psikodinamik Psikoterapi: Klinik Bir Manuel]’in 28. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Temel kavramlar

    Ego işlevlerini geliştirmek, psikodinamik psikoterapinin temel amaçlarından biridir.

    Açığa çıkarıcı (uncovering) ve destekleyici (supporting) stratejilerin her ikisi de, gerçeklik sınaması, yargılama, uyarıcı düzenleme, benlik farkındalığı ve bilişsel işlevler gibi ego işlevlerini güçlendirmede hastalara yardımcı olabilir.

    Bir kişinin ego işlevlerini “yapabiliyor” ya da “yapamıyor” oluşunu belirlemek, açığa çıkarıcı ya da destekleyici müdahale arasında seçim yapmada temel bir unsurdur.

    Son üç bölümde, üç önemli ego işlevinin geliştirilmesini ele aldık: öz-değer (self-esteem) düzenlenmesi ve benlik algıları (self-perceptions), başkalarıyla ilişkiler ve karakteristik uyumlar (savunmalar dahil). Bu bölümde ise, hem açığa çıkarıcı hem de destekleyici stratejiler kullanarak diğer birçok ego işlevlerini geliştirmeye yönelik stratejileri tartışacağız.

    Yapabiliyorlar mı yoksa yapamıyorlar mı?

    Bir kişinin ego işleviyle ilişkili bir sorununa yardımcı olabilmek için, hastanın bu ego işlevini yerine getirme kapasitesine sahip olduğu hâlde bilinçdışı bir etken tarafından bu kapasiteyi kullanmasının engellenip engellenmediğini ya da hastanın bu ego işlevini yerine getirme kapasitesinden yoksun olup olmadığını değerlendirmemiz gerekir. Geleneksel olarak bu durum, çatışma mı, eksiklik mi sorusu çerçevesinde ele alınmıştır. Kişi ego işlevini yerine getirme kapasitesine sahip olduğu hâlde bunu kullanamıyorsa, bu durumun bir çatışmadan (conflict) kaynaklandığı; kişi ego işlevini yerine getirme kapasitesinden yoksunsa, bunun bir yetersizlikten (deficit) kaynaklandığı düşünülmüştür [15]. Ancak günümüzde, işlevdeki bozulmanın yalnızca çatışmalardan değil, duygulanımlar, fanteziler ve savunmalar gibi diğer bilinçdışı etkenlerden de kaynaklanabileceğini biliyoruz. Ayrıca, ego işlevlerini yerine getirme kapasitesine sahip bireylerin, stres, tıbbi hastalıklar, psikiyatrik sendromlar ya da işlevselliklerini kısa süreliğine aşırı zorlayan diğer koşullar nedeniyle bu işlevleri geçici olarak kullanma yetilerini yitirebildiklerini de biliyoruz. Bu nedenle, bir kişinin ego kapasitelerini “yapabiliyorlar mı?” ya da “yapamıyorlar mı?” sorusu üzerinden değerlendirmek, bu tür sorunları anlamada daha uygun bir yaklaşım olabilir.

    Bay A., 45 yaşında, başarılı bir iş insanıdır ve babasının ölümünden kısa bir süre sonra terapiye başvurur. Mirasın vasisi olarak atanmıştır ancak babasının mali işlerini düzenlemekte kendini yetersiz hissetmektedir. Babası ölmeden önce, Bay A. onun “mali durumunu batırdığı” ve işleri çocuklarının üzerine yıktığı için öfkelidir. Şimdi ise dikkat eksikliği bozukluğu yaşadığından kuşkulanmakta ve uyarıcı bir ilaç gerekip gerekmediğini merak etmektedir. Anamnez alındığında, iş yerinde mali konuları herhangi bir zorluk yaşamadan organize edebildiği, ancak yalnızca babasının mirasını düzenleme sürecinde güçlük yaşadığı anlaşılır. Bu durumda, Bay A.’nın mali konularda organize olma kapasitesine sahip olduğu ancak babasına ve babasının ölümüne ilişkin bilinçdışı duyguların, bu özel durumda yetilerini en iyi şekilde kullanmasını engellediği varsayılabilir.

    Bu örnekte, Bay A.’nın mali işlerini organize edebildiğini biliyoruz çünkü:

    • geçmişte bu alan hiçbir zaman onun için bir zayıflık noktası olmamıştır,
    • şu anda yaşamının diğer alanlarında örgütlenme becerilerini görünür bir zorluk yaşamadan kullanmaktadır.

    Babasıyla ilgili bilinçdışı duyguları, onun genel olarak sağlam olan mali konuları düzenleme yetisini yaşamının belirli bir alanında kullanmasını engellemektedir. Bu durumda, açığa çıkarıcı bir strateji uygulanması uygun olur. Şimdi bununla zıt bir örnek olan Bay B.’yi düşünelim:

    Bay B., 45 yaşında bir yazardır ve evini kaybetme korkusuyla terapiye başvurur. İkinci bir ipotek almıştır ve aylık ödemeleri yapamamaktadır. Bütçesi hakkında sorular sorduğunuzda, hiç bütçe yapmadığı ve giderlerini karşılamak için aylık ne kadar gelire ihtiyacı olduğunu bilmediği ortaya çıkar. Anamnez, onun yaşamı boyunca çeşitli alanlarda planlama güçlükleri yaşadığını gösterir; tatil planı yapamama ya da hafta sonu zamanını yönetememe gibi sorunlar bunlara dâhildir. Çocukken bir öğrenme güçlüğü tanısı aldığını düşündüğünü, ancak bunun hangi türde olduğunu bilmediğini belirtir.

    Bay B. mali işlerini organize edemez. Anamnezi, yaşamının hiçbir alanında bunu yapamadığını göstermektedir; bu da bu becerinin kronik bir ego zayıflığı alanı olduğunu düşündürür. Bu durumda, destekleyici stratejilerin uygulanması uygun olur. Son olarak, Bay C.’nin durumunu ele alalım:

    Bay C., boşanma sürecinde major depresyon belirtileriyle başvuran 45 yaşında bir lise müdürüdür. Yirmi yıllık evliliğinin ardından eşi, en yakın arkadaşı için kendisini terk etmiştir. Derin bir yıkım içindedir ve uykusuzluk (insomnia), zevk alamama (anhedoni) ve yaklaşık 7 kiloluk bir kilo kaybı yaşamaktadır. Çocuklarını kaybetmekten korkmasına rağmen, bir avukat tutmak ve gerekli vekâlet ücretini ödemek için herhangi bir adım atmamıştır. Aslında, her zaman ailenin mali işlerinden sorumlu kişi olmasına karşın, son üç aydır hiçbir faturasını ödememiştir ve kısa süre önce ödenmemiş faturalar nedeniyle elektriği kesilmiştir.

    Bu durum çok daha belirsiz bir tablodur. Açıkça görülmektedir ki Bay C. geçmişte mali işlerini organize etme kapasitesine sahipti -peki şu anda ne oluyor? Bilinçdışı düşünceler ve duygular mı Bay C.’nin temelde sağlam olan mali düzenleme kapasitesini kullanmasını engelliyor? Yoksa depresyon, anksiyete ya da akut yas mı onun örgütlenme becerilerini zayıflatıyor? Şu anda bildiğimiz tek şey, Bay C.’nin şu aşamada bu temel ego işlevini kullanamadığı ve bu nedenle işlevselliğinin bozulmuş durumda olduğudur. Bu nedenle, mevcut durumda Bay C.’nin ego işlevinin desteğe ihtiyaç duyduğunu ve bazı temel işlevleri yerine getiremeyeceğini varsaymamız gerekir.

    Amaç

    Psikodinamik psikoterapinin temel amaçlarından biri, bireylerin ego işlevlerini geliştirmelerine yardımcı olmaktır. Kişilerin ego işlevleri zayıf ya da eksik olduğunda, onlara yeni kapasiteler geliştirmeleri veya zayıflamış olanları güçlendirmeleri konusunda yardımcı olabiliriz. Kişiler bilinçdışı süreçler nedeniyle ego işlevlerini kullanamıyorsa, sahip oldukları bu kapasitelerin “önündeki engelleri kaldırmalarına (unblock)” yardımcı olabiliriz.

    Sorunu tanımak

    Bir kişinin bir ego işlevini yerine getirip getiremeyeceğini nasıl anlayabiliriz?

    Bu durumu ayırt etmek için kullanılabilecek bazı stratejiler şunlardır:

    Sorun genel mi, yoksa seçmeli mi?

    Bir kişinin bir ego işlevini kullanıp kullanamadığını anlamada muhtemelen en iyi yol budur. Bir hasta annesi dışında herkese geri dönüş yapabiliyor mu? Pahalı ayakkabılar satın alırkenki durum dışında her koşulda sağlıklı bir yargılama yapabiliyor mu? Bodrumda 18 yaşındaki oğlu davul çalarkenki durum dışında yüksek seslere tahammül edebiliyor mu? Bu tür durumlar, bireyin söz konusu ego işlevlerini kullanma kapasitesine sahip olduğunu, ancak bilinçdışı etkenlerin bu kapasitenin kullanılmasını engellediğini düşündürür.

    Aşağıdaki soruları sormak, bu ayrımı yapmanıza yardımcı olabilir:

    Bu durumun sizin için bir sorun oluşturmadığı herhangi bir durum var mı?

    Bunu yalnızca kaygılı, yorgun, depresif olduğunuzda ya da tanımadığınız insanlarla birlikteyken mi yapamadığınızı fark ediyorsunuz?

    Zor olsa da bunu yapabilmenizi sağlayan herhangi bir stratejiniz var mı?

    Sorun uzun süredir mi var, yoksa yeni mi ortaya çıktı?

    Bir ego işlevine ilişkin sorun çocuklukta ya da ergenlikte başlamışsa, kişinin bu kapasiteden yoksun olma olasılığı, bu işlevin bilinçdışı duygular, fanteziler veya çatışmalar tarafından kronik olarak engellenmiş olmasından daha yüksektir. Bu durum bilişsel alanlardaki birçok problem için geçerlidir, ancak dürtü kontrolü ve muhakeme gibi ego işlevleri için de geçerli olabilir.

    Aşağıda bu duruma ilişkin iki karşıt örnek yer almaktadır:

    Bay D., zamanını doğru yönetemediği için işini kaybetme riski altındadır. Daha önce üst düzey bir danışman olarak çalışan Bay D., geçmişte büyük, çok merkezli projeleri başarıyla yönetebilmiştir. Ancak büyük bir işten çıkarma dalgasında işini kaybettikten sonra, gönülsüzce şu anki, çok daha alt düzeydeki işini kabul etmiştir. Patronuna karşı küçümseyici bir tavır içindedir ve çalışma saatlerinde isteksiz hisseder.

    Bay D.’nin zaman yönetimi becerileri son dönemde zayıflamıştır, ancak geçmişte bu alanda oldukça başarılıydı. Bu nedenle, bilinçdışı duyguların geçmişte sağlam olan zaman yönetimi becerilerini engellediğine dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır.

    Bay E., zamanını doğru yönetemediği için işini kaybetme riski altındadır. Bu konuda çocukluğundan beri güçlük yaşamaktadır -lise ve üniversite yılları boyunca uzun vadeli projeleri yönetilebilir görevlere ayırmasına yardımcı olan özel öğretmenlerle çalışmıştır. Kısa bir süre uyarıcı ilaçlar kullanmış, ancak daha sonra bunlara olan ihtiyacını “aştığını” düşünerek “bunu kendi başına yapmak” istemiştir. Şimdi ilk işinde, zamanı kendi başına yönetememekte ve birçok projede geride olduğunu bildiği için patronundan kaçmaktadır.

    Bay E.’nin zaman yönetimiyle ilgili bu güçlüğü çocukluktan beri yaşadığına dair güçlü kanıtlar vardır. Belirli görevleri yerine getiremeyeceğine dair kaygısı, geçmişte bu görevleri hiçbir zaman yardım almadan yapamamış olması nedeniyle temellidir. Ne yazık ki, geçmişte kendisine yardımcı olan başa çıkma becerilerini kullanmak, gerçekçi sınırlılıklarını kabul etmek ve yardım istemek yerine; yardım ihtiyacını inkâr etmek ve patronundan kaçınmak gibi uyumsuz başa çıkma yollarına başvurmaktadır.

    Ego işlevindeki sorun diğer psikiyatrik semptomlarla ilişkili mi?

    Ego işlevlerinin tam olarak nasıl geliştiği bilinmemekle birlikte, duygudurum ve anksiyete bozuklukları, madde kötüye kullanımı ve diğer psikiyatrik sendromlar gibi sorunların (i) ego işlevlerinin nasıl geliştiği ve (ii) zaman içinde ne ölçüde işlevsel kaldıkları üzerinde etkili olduğu açıktır [16]. Örneğin, ergenliğin erken döneminde -çoğu gencin duygulanımı düzenleme ve dürtüleri kontrol etme kapasitesini geliştirdiği kritik bir evrede- bipolar bozukluk geliştiren bir genç, yetişkinlikte de bu ego işlevi alanlarında kalıcı güçlükler yaşayabilir; hatta duygudurum bozukluğu yatışmış dönemlerde bile bu zorluklar sürebilir. Dolayısıyla, bir hastanın ego işlevlerindeki görünür güçlüklerin diğer psikiyatrik sorunlarla birlikte ortaya çıkıp çıkmadığını ya da bu sorunlar tarafından şiddetlenip şiddetlenmediğini belirlemek, kişinin belirli bir ego işlevini “yapabiliyor mu yoksa yapamıyor mu” sorusuna yanıt vermede yardımcı olabilir. Aşağıda bu duruma ilişkin birkaç örnek yer almaktadır:

    Normalde oldukça kararlı bir kişi olan Bay F., depresif dönemlerinde karar verme becerisini yitirir. Bu durum, onun ve terapistinin nüksün erken belirtilerini fark etmek için kullandıkları bir işaret haline gelmiştir.

    Genel olarak çok sorumlu bir anne olmasına rağmen, Bayan G. kaygılı olduğunda çocuklarıyla ilgili muhakeme yeteneği bozulur -onları okuldan almayı unutur ya da dışarıda normalde izin vermeyeceği kadar fazla kalmalarına müsaade eder.

    Yeni bir panik atak geçirme korkusuyla, Bay H. önemli bir iş toplantısında kalamamış ve odadan dışarı çıkmıştır. Korku tarafından kuşatıldığında, dürtü kontrolü bozulur.

    Bu örneklerde, kişinin belirli bir ego işlevini “yapabiliyor mu, yoksa yapamıyor mu” sorusunu doğru değerlendirebilmek için, belirtilerin tüm örüntüsünü (semptom kümesini) anlamak büyük önem taşır.

    Terapötik Stratejiler

    Bir kişinin belirli bir ego işlevini yerine getirip getiremediğine ilişkin değerlendirme, terapötik stratejiyi doğrudan belirler. Genel olarak, açığa çıkarıcı stratejiler, ego işlevinin önüne geçen bilinçdışı etkenleri “ortadan kaldırma”ya yardımcı olurken; destekleyici stratejiler, zayıflamış ego işlevlerini desteklemeye veya eksik ego işlevlerinin yerini doldurmaya hizmet eder.

    Bu farklı yaklaşımları, çeşitli ego işlevleriyle ilişkili olarak açıklayacağız:

    • gerçeklik sınaması / gerçeklik duygusu (reality testing/sense of reality)
    • yargılama / dürtü kontrolü (judgment/impulse control)
    • uyarım düzenlemesi (stimulus regulation)
    • benlik farkındalığı (self-awareness)
    • biliş (cognition)

    Bu alanların her birini incelerken, terapötik stratejilere ilişkin karar verme sürecinizi keskinleştirmeye başlamak için aşağıda belirtilen sorular üzerinde düşünebilirsiniz:

    • Ego işlevindeki sorun genel mi yoksa seçici mi?
    • Sorun uzun süredir mi var, yoksa yeni mi ortaya çıktı?
    • Sorun, diğer psikiyatrik belirti çeşitleriyle ilişkili mi?
    • Danışan, ego işlevini terapistten yalnızca asgari düzeyde yardım alarak yerine getirebiliyor mu, yoksa terapistin eksik kapasitenin kullanılmasında “temin edici (supply)” ya da “yardımcı (assist)” bir rol üstlenmesi mi gerekiyor?

    Gerçeklik Sınaması / Gerçeklik Duygusu

    Gerçeklik sınamasında (reality testing) bozulma yaşamak için psikotik olmak gerekmez. Açık biçimde psikotik olmayan kişilik bozukluğu hastaları bile, inkâr (denial) ya da yansıtma (projection) gibi, gerçekliği bulanıklaştıran savunmaları kullanmalarına bağlı olarak yanlış algılar veya çarpıtmalar yaşayabilirler (Bkz. Bölüm 4). Bu tür savunmalar genellikle borderline kişilik bozukluğu olan hastalarda görülür, ancak daha üst düzey savunmaları kullanan hastalarda da ortaya çıkabilir.

    Aşağıda, gerçeklik sınamasında bozulma yaşayan iki hastaya ilişkin örnekler yer almaktadır. Her örneği okurken, yukarıda belirtilen soruları kendinize sormayı unutmayın.

    Vaka 1

    Bay I., 37 yaşında, bekar, işsiz bir erkektir ve şizofreni öyküsü bulunmaktadır. Dört erkek kardeşin en büyüğüdür; kardeşlerinden üçü hekimdir. En küçük kardeşinin saygın bir araştırma bursu kazandığını öğrendikten kısa bir süre sonra, Bay I. antipsikotik ilacını aniden bırakır ve belirgin sanrılarla hastaneye yatırılır. Aşağıda, hastaneye kabul görüşmesinden bir bölüm yer almaktadır:

    Terapist: Hastaneye neden geldiğinizi bana biraz anlatabilir misiniz? (soru)

    Bay I: (kaygılı biçimde etrafına bakınır, sonra alçak sesle mırıldanır) Tuskegee deneyi.

    Terapist: Sizi henüz yeterince tanımıyorum, bu yüzden tam olarak ne demek istediğinizi anlayamıyorum; ancak acil servisteki doktorlardan, Tuskegee deneyi gibi bir şeyin sizin başınıza geliyor olabileceğinden korktuğunuzu anladım. (ilgi ve anlayış gösterme, ortak sorgulama)

    Bay I: Bu konuda konuşamam. Devlet beni öldürür.

    Terapist: Bir konuda sizi rahatlatabilirim -burası bir araştırma hastanesi değil, burada deney yapılmıyor ve sizi endişelendiren türde şeylere karşı insanları koruyan yasalar var. (güvence verme, yanlış algıları düzeltme)

    Bay I: Beynimi istiyorlar. Çok nadir bir rahatsızlığım var. Bu, kardeşimin fikriydi. Doktorlara saçmaladığımı söyledi.

    Terapist: Sanırım kardeşiniz, hastalığınız için aldığınız ilacı bıraktıktan sonra düşüncelerinizin yeniden karıştığından endişe etmiş olabilir. Sizce bu mümkün olabilir mi? (yanlış algıları düzeltme, alternatif düşünme yollarını ortaklaşa keşfetme)

    Bay I: Ne? Aaa… Seroquel’den mi bahsediyorsunuz?… Artık ona ihtiyacım yok… değil mi?

    Bu durumda, gerçeklik sınamasındaki bozulma büyük olasılıkla hastanın ilacını bırakmasıyla tetiklenen, uzun süredir devam eden psikotik bir hastalığın akut alevlenmesinden kaynaklanmaktadır. Terapist, Bay I.’nin ilaç tedavisine uymamasının, kardeşinin son başarısına karşı geliştirdiği bilinçdışı bir tepkiyle ilişkili olabileceğini fark eder ve Bay I.’nin “nadir” ve özel bir araştırma hastası olduğuna dair paranoid ve büyüsel sanrılarının, başarısızlık ve kıskançlık gibi acı verici duyguları telafi etmeye hizmet ediyor olabileceğini öne sürer. Ancak terapist, bu içgörüler müdahale biçimini yönlendirse de, en azından bu anda Bay I.’nin gerçekliği sanrıdan ayırt edemediğini değerlendirir. Bu nedenle, hastanın ilacına yeniden başlamasının yanı sıra, terapist eksik olan ego işlevini “temin etmesi” (supply) gerektiğine karar verir.

    Vaka 2

    Bayan J, mezuniyetine yalnızca iki hafta kalmış, 18 yaşında bir lise son sınıf öğrencisidir. Üç yıldır kaygı ve depresyon belirtileri, aralıklı intihar düşünceleri ve tıkınırcasına yeme davranışları nedeniyle psikoterapi görmektedir; bu belirtilerin tümü genellikle her yeni okul yılının başında kötüleşmektedir. Terapistiyle sağlam bir terapötik ittifakı vardır ve tedavinin yardımıyla oldukça iyi işlev görmektedir. Lisenin son yılı boyunca okula dönüşte herhangi bir sorun yaşamamış, üniversite başvuru sürecini de görünür bir zorluk olmadan tamamlamıştır. Sadece bir hafta önce mutlu ve dengeli görünüyorken, terapist ailesinden bir “acil” mesajı alır: Bayan J. “paranoyak” davranmaktadır. Hastanın tıbbi bir rahatsızlığının olmadığından ve herhangi bir madde kullanmadığından emin olduktan sonra, terapist bir sonraki seansta aşağıdaki diyaloğu gerçekleştirir:

    Bayan J (ağlayarak) Sizden nefret ediyorum! Sizi kızdırdığımı biliyorum ve beni hayatınızdan çıkarmak için fırsat kolluyordunuz!

    Terapist Sizin bana çok öfkeli olduğunuz açık. Biraz yavaşlayalım ve aramızda neler olup bittiğini anlamaya çalışalım. Bu düşünceler ne zamandır var sizde? (duyguları adlandırma, yavaşlatma, açıkça ilişkiye katılma, ortak gerçeklik sınaması)

    Bayan J (sinirli biçimde) Bilmiyorum. Birkaç gün oldu. Mezuniyet balosundan sonra.

    Terapist Mezuniyet balosu… nasıl geçti peki? (soru)

    Bayan J Berbattı -tam bir saçmalıktı- buluştuğum çocuk beni orada terk etti. Eve yalnız dönerken tuhaf bir his geldi -sanki bedenimin dışındaydım- herkesin benden nefret ettiğini düşündüm, özellikle sizin! -sanki bütün bunların başıma gelmesini bekliyormuşsunuz gibi hissettim. (ağlayarak) Kendimi delirecek gibi hissediyorum.

    Terapist Sizinle biliyoruz ki, yoğun stres altındayken bazen zihinsel olarak biraz dağılmış hissedebiliyorsunuz, değil mi? Birkaç yıl önce, yaz için yurtdışına gitmeden önce buna benzer bir şey yaşadığınızı hatırlıyor musunuz? Belki unuttunuz -o zaman da kendinizle konuşarak bu durumdan çıkmıştınız ve uzun sürmemişti. Şimdi sizi strese sokan bir şey olabileceğini düşünüyor musunuz? (açıklama, hastaya kapasitesini hatırlatma, iyimserlik sunma, soru)

    Bayan J Her şey çok anlamsız geliyor. Balo korkunçtu. Onu gerçekten sabırsızlıkla beklemiştim, ama oraya gidince her şey sahte geldi. Herkes iki hafta içinde ayrılacakken neden büyük bir parti yapıp mutluymuş gibi davranıyoruz ki?

    Terapist Belki de size her şey gerçekdışı geliyor, çünkü gerçekten de gerçekdışı bir şey yaşamak üzeresiniz -iki ay içinde evden ayrılacaksınız. Bu, arkadaşlarınızı, ailenizi -ve beni- bırakmak anlamına geliyor. Sanırım bu durum sizi fark ettiğinizden daha fazla sarsıyor olabilir. (yorum)

    Bayan J Buradan ayrılmak zorunda olduğuma inanamıyorum -sizden… Bu yıl boyunca beni bir arada tutan kişi sizdiniz. Siz olmadan bunu nasıl başaracağım?

    Bu örnekte, Bayan J. psikotik bir hastalığa sahip değildir; ancak lise mezuniyeti, evden ayrılma, terapistiyle olan tedavisinin sonlanması ve üniversiteye başlama gibi bir dizi önemli dönüm noktasının yarattığı koşullar içinde gerçeklik sınamasıyla ilgili güçlük yaşamaktadır. Geçmişte de bu tür geçişler ve ayrılıklar sırasında benzer zorluklar yaşamıştır. Terapisti, yakın dönemde herhangi bir madde kullanımı, tıbbi sorun ya da bu ani dağınık ve paranoid düşünceleri açıklayabilecek başka bir psikiyatrik problem olmadığını hızla belirler. Terapist, Bayan J.’nin gerçeklik sınamasıyla ilgili yaşadığı bu güçlüğün, ebeveynlerinden ve terapistinden ayrılmaya ilişkin bilinçdışı anksiyetesine; ayrıca hâlâ onlara ihtiyaç duyma ve onlara bağımlı olma durumuna eşlik eden utanç ve öfke gibi çatışmalı duygularına bağlı olduğundan makul ölçüde emindir. Ancak terapist, Bayan J.’nin bu zor duyguları keşfedebilmesi için, öncelikle onun kendini güvende hissetmesine yardımcı olması, yoğun duygulanımlarını yatıştırması ve kendisine yönelik paranoid algılarını azaltması gerektiğini bilir.

    Unutulmamalıdır ki, insanların gerçekliği sınama kapasitesi farklı derecelerde olabilir. Bay I., gerçekliği hiç sınayamaz durumdadır ve bu kapasitenin terapist tarafından temin edilmesine (supply) ihtiyaç duyar; buna karşılık Bayan J., stres altındayken paranoid hale gelmiş ve terapistin, onun gerçekliği sınama kapasitesini kullanmasına yardımcı olmasına (assist) ihtiyaç duymaktadır. Ancak terapist ve Bayan J., dengesini yitirmesine yol açan bilinçdışı etkenleri ortaya çıkarabilmeden önce bu kapasitenin desteklenmesi gerekir. Her iki örnekte de terapistin nazik ve ölçülü biçimde hastalara yardımcı olmaya çalıştığı görülür:

    • yanlış algıladıklarını fark etmelerini sağlamakta,
    • alternatif bakış açılarını daha esnek bir şekilde değerlendirmelerine rehberlik etmektedir.

    Muhakeme ve dürtü kontrolü

    İyi muhakemeye (judgment) sahip kişiler, davranışlarının sonuçlarını öngörebilme, diğer insanların muhtemel tepkilerini tahmin edebilme ve gerektiğinde kendilerini tutma, duruma uyum sağlama (shift set) ve planlarını yeniden değerlendirme kapasitesine sahiptir. Bu nedenle, sağlam muhakeme yetisi, iyi bir dürtü kontrolünü (impulse control) gerektirir; muhakemeyi geliştirmek genellikle dürtüselliği azaltmakla el ele gider. Muhakemedeki ve dürtü kontrolündeki bozulmaların yaşamı tehdit eden bir duruma yol açabileceği hallerde, doğrudan müdahale etmemiz gerekebilir (örneğin hastayı hastaneye yatırmak veya güvenli cinsel davranış önlemleri almaya yönlendirmek gibi -bkz. Bölüm 10). Ancak muhakemedeki ve dürtü kontrolündeki bozulma, hastanın, bir başkasının veya terapötik sürecin güvenliğini doğrudan tehlikeye atmıyorsa, amacımız bu işlevleri destekleyici veya açığa çıkarıcı teknikler aracılığıyla geliştirmektir. Aşağıda, muhakemede ve dürtü kontrolünde bozulma gösteren iki hasta örneği yer almaktadır. İlk örnekte terapist, zayıflamış ego kapasitelerini güçlendirmek için çoğunlukla destekleyici müdahaleler (temin etme ve yardım etme) kullanırken; ikinci örnekte terapist, hastaya yardımcı olmak için hem destekleyici hem de açığa çıkarıcı yaklaşımlardan yararlanmaktadır.

    Vaka 1

    Bay K., 28 yaşında bir radyo reklamı satıcısıdır. Babasının ısrarıyla terapiye başvurmuş ve “İşimden bıktım, babam da kiramı ödemekten bıktı. Neden umursuyor anlamıyorum -işlerim yolundayken zaten hiç ilgilenmez,” demiştir. Bay K., büyük bir hevesle başladığı yeni işlerden kısa sürede sıkılıp ayrıldığını ya da kovulduğunu anlatır. Bu, son üç yıl içindeki üçüncü işidir; ve sadece birkaç ay sonra “bütün gün mızmız müşterilerle telefonda konuşmaktan bıktığını” söyler. Terapistine, o hafta neredeyse işi bırakacağını; çünkü patronunun, üç aylık satış hedefinin oldukça gerisinde olduğunu ve o ay altı kez geç kaldığını kendisine söylediğini aktarır.

    Bay K: Patronuma işini başına çalmasını söylemek istedim. Eleştiriden geçilmiyor ama yardım ettiği yok.

    Terapist: Zorlayıcı bir durum gibi görünüyor. Günümüzde iş piyasası nasıl? (empati kurma, soru sorma, olası sonuçları birlikte düşünme)

    Bay K: Berbat. Bu işi bulmam üç ay ve beş mülakat sürdü.

    Terapist: Yani işi bırakmak sizi yeniden o sürece geri götürür. (sonuçları birlikte düşünmeye devam etme)

    Bay K: O an bunu hiç aklıma getiremiyorum. O kadar sinirleniyorum ki, aklımdan uçup gidiyor.

    Terapist: Anlıyorum -o anlarda kullanabileceğiniz bazı stratejiler üzerinde birlikte düşünelim. (ortak problem çözme)

    Terapist, hastanın patronuyla yaşadığı çatışmanın aslında babasıyla olan ilişkisine ait bir dinamiği eyleme döküp dökmediğini (acting out) ve bu nedenle bilinçdışı etkenlerin onun zayıf muhakeme yetisinde rol oynayıp oynamadığını merak eder. Ancak terapist, üç hazır oluş ilkesini (bkz. Bölüm 17) -ittifakın durumu (şu ana kadar mevcut değil), hastanın ego işlevi (zayıflamış) ve tedavinin evresi (ilk görüşme)- ile birlikte hastanın işini kaybetme riskini de dikkate alarak, bilinçdışı çatışmaları destekleyici biçimde atlamayı tercih eder. Bu nedenle terapist, şu aşamada bilinçdışı çatışmaları doğrudan ele almak yerine, terapötik ittifakı kurmaya odaklanır ve destekleyici müdahaleler aracılığıyla Bay K.’nin zayıflamış muhakeme, dürtü kontrolü ve uyumsuz başa çıkma örüntülerini güçlendirmeyi amaçlar.

    Terapist, Bay K.’nin zayıflamış muhakemesini ve dürtü kontrolünü güçlendirmek amacıyla, temin edici ve yardımcı müdahaleleri bir arada kullanır. Bu kapsamda empati kurma, olası sonuçları birlikte düşünme ve ortak problem çözme gibi yaklaşımlardan yararlanır.

    Vaka 2

    Bayan L., 42 yaşında, evli bir iş yöneticisidir. Kocası kısa süre önce bir ilişki yaşadığını ve boşanmak istediğini açıklamıştır. Bayan L. hâlâ şoktadır ve durumu arkadaşlarına ya da ailesine -özellikle de kocasını hiçbir zaman sevmemiş ve “O tam bir çıkarcı, tıpkı baban gibi” demiş olan annesine- söyleyecek kadar utanç duymaktadır. Yurt dışı seyahati için havaalanına giderken şirketin genel müdürüyle aynı taksiyi paylaşır ve onunla flört etmeye başlar. Her ne kadar arkadaşları onu kararlarını “fazla düşünme eğiliminde olan temkinli biri” olarak tanımlasa da, meslektaşını otel odasına bir içki içmeye davet eder ve geceyi onunla geçirir. Seyahatten döndükten sonra, Bayan L. eski terapistini arar. Aşağıda, onların ilk görüşmesinden bir bölüm yer almaktadır:

    Bayan L.: Bu iş tamamen kontrolden çıkıyor! Bunu bitirmem gerektiğini biliyorum. O evli! Ama her sesini duyduğumda kendimi tutamıyorum. Neden böyle yapıyorum?

    Terapist: Bu konuda sizin bir fikriniz var mı? (yüzleştirme)

    Bayan L.: O zeki. Yakışıklı. Bana kendimi çekici ve arzu edilir hissettiriyor.

    Terapist: Hımm… ama sanırım bu konuda hisleriniz biraz daha karmaşık. (soru, yüzleştirme)

    Bayan L.: Evet -bu delilik! Patronla birlikte olmak mı? Akıl hastası olmalıyım- sürekli kendime “onu arama” diyorum, ama farkına varmadan yine arıyorum.

    Terapist: Bu dönem sizin için gerçekten çok zor geçti. Şu anda bu ilişkiye odaklandığınızı biliyorum, ama kocanız gittikten sonra sizi ilk kez görüyorum. (empati kurma, yüzleştirme)

    Bayan L.: (hıçkırarak ağlar) Tamamen aşağılanmış hissediyorum! Yine!

    Terapist: Yine mi? -anladığım kadarıyla bu durum, hâlâ kocanızla ilgili taşıdığınız duygularla bağlantılı. (netleştirme)

    Bayan L.: Bilmiyorum -muhtemelen “İnanamıyorum, yine yaptı!” diye düşünüyorsunuzdur.

    Terapist: Kocanızın ihaneti yıkıcıydı. Belki de patronunuzu baştan çıkarmak, kendinizi kontrolün sizde olduğu bir konumda hissetmenizin, anneniz gibi kurban rolüne düşmemenizin bir yoluydu. (yorum, genetik bileşenle)

    Bayan L.: Sanırım şunu demek istiyorsunuz: İstersem durumu kontrol altına alabilirim. Yani her şey sadece onun elinde değil.

    Yakın zamanda yaşadığı ve öz-değerine ağır bir darbe vuran aşağılayıcı bir olayın ardından, normalde son derece özdenetimli ve kusursuz bir muhakeme yetisine sahip olan bu kadın, birdenbire dengesiz ve riskli davranışlar sergilemeye başlar. Terapisti, destekleyici ve açığa çıkarıcı müdahaleleri harmanlayarak, onun davranışlarının hem kendisinden hem de başkalarından gizlediği bilinçdışı düşünceler ve duygularla nasıl bağlantılı olduğunu anlamaya başlamasına yardımcı olur.

    Kognisyon

    Bazı hastalar, dikkat, bellek ve doğrusal düşünme gibi temel bilişsel işlevlerde yaşam boyu süren güçlükler yaşarlar. Diğer bazı hastalar ise temel bilişsel işlevleri sağlam olmasına rağmen bu işlevleri koordinasyon içinde kullanmakta zorlanırlar. Bu hastalar genellikle öncelik belirleme, işleri zamanında başlatma ve tamamlama, görevleri takip etme, uzun vadeli projeleri bitirme ya da geleceğe yönelik plan yapma gibi alanlarda sorun yaşarlar. Bu tür koordinasyon gerektiren etkinlikler kimi zaman “yürütücü” bilişsel işlevler (“executive” cognitive functions) olarak adlandırılır [17]. Bazı kişiler ise “sentetik (synthetic)” ya da soyut düşünme (abstract thinking) olarak tanımlanan bilişsel alanda güçlük yaşarlar; bu zorluklar, farklı düşünceler, duygular ve deneyimler arasında bağlantı kuramama, örüntüleri fark edememe, tutarsızlıkları anlamlandıramama ve yaşantılarla bunlara verilen tepkiler arasında ilişki kuramama şeklinde görülebilir [18]. Bu tür bilişsel güçlükleri olan hastalar genellikle -en azından başlangıçta- bu görece zayıf alanları güçlendirmeyi amaçlayan daha destekleyici bir yaklaşımdan fayda görürler. Ancak, bilinçdışı duyguların genel olarak sağlam olan bilişsel becerileri engellediğine dair güçlü kanıtlar varsa, daha açığa çıkarıcı bir yaklaşım yararlı olabilir. Aşağıda, bilişsel işlevlerde farklı sorunları olan iki hastaya ilişkin örnekler yer almaktadır -ilki daha küresel ve uzun sürelidir, ikincisi ise daha seçici nitelikte olup son yaşam stresörleriyle tetiklenen bilinçdışı çatışmalarla ilişkili görünmektedir.

    Vaka 1

    Bay M., birinci sınıfta başarısız notlar aldığı için okul yönetimi tarafından dönem izni (ara verme) almayı düşünmesi istenen 18 yaşında bir üniversite öğrencisidir. Ebeveynleri, onun “yeniden toparlanmasına” ve dönemi bitirmesine yardımcı olabilmek amacıyla bir danışmaya getirmiştir. Ailesi, Bay M.’nin kronik olarak huzursuz, yerinde duramayan, aşırı konuşkan biri olduğunu; lisenin son iki yılında ödevlerini tamamlamak ve üniversite başvurularını zamanında bitirmek için özel öğretmen desteğine ihtiyaç duyduğunu belirtir. Bay M., okul yılı başlarken kendi başına işlev gösterebileceği konusunda oldukça iyimserdir; ancak şimdi tüm derslerinde ciddi biçimde geridedir. Terapistin odasında panik halindedir; dönemi bitiremeyecek kadar bunaldığını, ama “kuyruğunu bacaklarının arasına alıp” eve dönmeyi de hayal bile edemediğini söyler. Terapist tüm öyküyü aldıktan ve Bay M.’nin belirtilerini değerlendirdikten sonra, ikisi arasında şu diyalog gerçekleşir:

    Bay M: (bacaklarını sinirli bir şekilde sallar ve ellerini saçlarının arasından geçirir) Ne yapacağımı bilmiyorum. Sıkıştım kaldım.

    Terapist: Sıkıştınız mı? (yüzleştirme)

    Bay M: Dönemi tamamlayabileceğimi sanmıyorum. Ama okulu bırakacak olursam, kış tatilinde lisede arkadaşlarıma ne diyeceğim? Onlara tam bir başarısız olduğumu mu söyleyeceğim?

    Terapist: Olayı öyle görebilirsiniz, ya da çevrenizdekilere bir süredir ihtiyacınız olandan daha fazla yardıma gereksinim duyduğunuzu anlatmaya çalıştığınızı da söyleyebilirsiniz. Belki okul çalışmalarında sizi zorlayan şeyleri birlikte ele alabiliriz, böylece size en iyi şekilde yardımcı olacak bir plan oluşturabiliriz. (yorumlama, açıkça ilişkiye katılma, ortak sorgulama)

    Bay M: (biraz canlanarak) Sanırım haklısınız -peki, ne öneriyorsunuz?

    Terapist: Öncelikle, hâlâ özel öğretmen desteğine ya da organizasyon konusunda yardıma ihtiyaç duymakta utanılacak hiçbir şey yok. Bu tür desteğe kaç kişinin ihtiyaç duyduğunu duysanız şaşırırsınız -hem de yalnızca öğrenciler değil. Görünüşe göre dikkat eksikliği bozukluğu olup olmadığını değerlendirmek için bir danışma da almanız iyi olur; birçok belirtiniz bu tabloyla örtüşüyor ve ilaç tedavisi size gerçekten yardımcı olabilir. Ardından, yaşadığınız zorlukların bazılarını daha yakından inceleyebiliriz. Belki siz başlayabilirsin… en son hangi ödevde zorlandığınızı hatırlıyor musunuz? (güvence verme, geçerlilik kazandırma, genelleştirme, ortak çalışma)

    Bay M.: O tarih araştırma projesi beni bitirdi -tam da beni çileden çıkaran türden şeydi- nereden başlayacağımı bilemedim, bu yüzden kâğıt yığını altına gömdüm.

    Terapist: Harika -başlamak için mükemmel bir nokta. O hâlde, ödevi ilk aldığınızda neler yaptığınızı konuşalım… (övgü, ortak sorgulama)

    Ebeveynlerden alınan öykü, terapistin ilk izlenimiyle tutarlıdır ve uzun süredir tanı konmamış bir dikkat eksikliği bozukluğuna işaret etmektedir. Terapist, üniversite düzeyindeki akademik zorluklarla karşılaşan Bay M.’nin, ebeveynlerinin desteği ve yönlendirmesi olmaksızın bir çalışma planı oluşturamadığını ya da zamanını etkili bir şekilde yönetemediğini düşünür. Uygun kaynakları harekete geçirmek ve yardım istemek yerine, Bay M. okul çalışmalarından kaçınmıştır. Terapist, Bay M.’nin örgütlenme ve zaman yönetimi sorunlarını ele alırken aynı zamanda öz-değerini güçlendirmek amacıyla hem temin edici hem de yardımcı teknikleri kullanarak bu hassas sürece yaklaşır.

    Vaka 2

    Bayan N., üç yetişkin çocuğu olan, kısa süre önce dul kalmış 59 yaşında bir annedir ve “Zamanımı doğru yönetemediğim için işimi kaybetme riski altındayım” der. Bayan N., geçmişte çok talep gören bir örgütsel psikoloji danışmanı olduğunu ve karmaşık, çok yönlü sorumlulukları başarıyla yürütebildiğini açıklar. Ancak büyük bir işten çıkarma dalgası sonrasında işini kaybetmiş ve önemli ölçüde maaş kesintisiyle, şu anki daha alt düzeydeki pozisyonu kabul etmek zorunda kalmıştır. Bayan N., çalışma saatleri boyunca isteksiz ve dikkati dağılmış hissettiğini, zihninin sık sık başka yerlere kaydığını ve raporlarını zamanında amirine teslim etmekte giderek daha fazla güçlük yaşadığını belirtir.

    Bayan N.: Bir yıl önce bu tür işleri gözüm kapalı, bir elim bağlı yapabilirdim. Bazen Alzheimer mı oluyorum diye düşünüyorum.

    Terapist: Belleğinizle ilgili herhangi bir sorun fark etmedim, ama zamanınızı yönetmekte ya da yaşamınızın diğer alanlarında düzenli kalmakta -faturalarınzı ödemek, doktor randevularınızı ayarlamak, tatil planlamak gibi- zorluk yaşıyor musunuz? (güvence verme, soru)

    Bayan N.: Pek sayılmaz. Zaten tuhaf olan da bu. İş dışında her şey yolunda, ama ofise geldiğimde sanki siyah bir örtü iniyor üzerime.

    Terapist: Siyah örtü? (yüzleştirme)

    Bayan N.: Evet, siyah bir örtü… sanki kendi cenazeme gidiyormuşum gibi! (güler)

    Terapist: Son zamanlarda pek çok kayıp yaşadınız. (empati kurma, netleştirme)

    Bayan N.: Jerry’nin ölümünün üzerinden tam bir yıl geçti. (gözleri dolar) Eğer hâlâ yaşıyor olsaydı, bu berbat işte çalışmak zorunda kalmazdım.

    Terapist: Onu ne kadar özlediğiniz açık. Ama sanırım aynı zamanda artık kendinize bakmak zorunda olmanızdan dolayı ona karşı öfke de hissediyorsunuz. Bu duygunun, işte yaşadığınız bazı zorluklarla bağlantılı olabileceğini düşünüyorum. (empati kurma, duyguyu adlandırma, yorum)

    Bayan N.: Onu bu kadar özlediğim için ona karşı öfke hissetmekten nefret ediyorum, ama keşke şu anda seçeneklerim olsaydı… oysa hiç yok.

    Bayan N.’nin “siyah örtü” metaforu, terapiste onun şu anda yaşadığı güçlüklerin, kocasının ölümüne ilişkin bilinçdışı duygularla bağlantılı olabileceğini düşündürür. Yüzleştirmenin ardından terapist, Bayan N’nin bilinçdışı öfkesinin işteki işlevselliğini engelleme biçimini yorumlayabilir hale gelir.

    Bayan N.’nin durumu, Bay M.’ninkinden birkaç açıdan farklıdır. Bayan N. geçmişte bu işlevleri kolaylıkla yerine getirebilmekteydi. Şu anda performansındaki bozulmaya katkıda bulunabilecek açık ve belirgin bilinçdışı unsurlar bulunmaktadır. Son olarak, terapistin bu bilinçdışı unsurları Bayan N. ile tartışma girişimi, onun çağrışımlarını derhal derinleştirmiştir.

    Özfarkındalık / Psikolojik zihinlilik

    Tüm psikodinamik psikoterapilerde -ağırlıklı olarak destekleyici nitelikte olanlarda bile- her zaman hastanın kendini anlamasını geliştirmeye çalışırız. Ancak, Bölüm 3’te tartışıldığı üzere, bazı kişiler zihinlerini bilinçdışı unsurlar içeren bir yapı olarak kolaylıkla kavramsallaştırabilirken, bazıları bunu yapamaz. Hastaların kendi zihinsel işleyişleri hakkında nasıl düşündüklerini değerlendirmek, hangi tür tekniklerin daha uygun olacağını belirlemede çok önemlidir. Açığa çıkarıcı teknikler, hastanın içsel zihinsel yaşamı üzerine en azından temel düzeyde düşünebilme (öz-düşünüm, self-reflection) kapasitesine sahip olmasını gerektirirken; destekleyici müdahaleler, bu kapasitenin geliştirilmesine veya güçlendirilmesine yardımcı olabilir. Aşağıda, öz-düşünüm (self-reflection) kapasitesiyle ilişkili iki örnek yer almaktadır:

    Vaka 1

    Bayan O., 10 yaşın altındaki üç çocuğu olan, 36 yaşında evli bir kadındır. Dahiliye uzmanı tarafından, altta yatan bir depresyon olasılığı açısından değerlendirilmek üzere yönlendirilmiştir. Bayan O. görüşmeye başlar başlamaz baş ağrısı, sırt ve boyun rahatsızlığı ve “korkunç” adet öncesi sendromu (PMS) gibi çok sayıda fiziksel yakınmadan söz eder; bu şikâyetler için birçok uzmana başvurmuştur. Bu belirtiler, bir yıl önce bebeğinin doğumundan sonra başlamış ve artık çocuklarına bakma kapasitesini ciddi şekilde kısıtlamaktadır. Aşağıda, ilk değerlendirme görüşmesinden bir kesit yer almaktadır:

    Bayan O.: Doktorum antidepresan kullanmam gerektiğini düşünüyor.

    Terapist: Peki siz ne düşünüyorsunuz? (soru)

    Bayan O.: Sanırım acı çekiyorum.

    Terapist: Sizce şu anda bu ağrılara neden olan bir şey olabilir mi? (soru)

    Bayan O.: Nereden bileyim ben? Ben doktor değilim. Onlar da ne olduğunu çözemedi ama bir şey var. Kesinlikle kafamda değil.

    Terapist: Bu durumun sizin için gerçekten zorlayıcı olduğu anlaşılıyor. Günün belirli zamanlarında ya da bazı durumlarda ağrının azaldığını ya da arttığını fark ediyor musunuz? (empati kurma, soru)

    Bayan O.: Sabahlar en kötü zaman -kahvaltıyı hazırlamak, çocukları okula göndermek, bir yandan da bebeği tutmak zorundayım…

    Terapist: Bu stres düzeyinizi inanılmaz yükseltiyor olmalı… Dahiliye uzmanının da söylediği gibi, stres kas gerginliğini artırarak ve sempatik sinir sistemini uyararak ağrıyı gerçekten şiddetlendirebilir. (empati kurma, geçerlilik kazandırma, bilgilendirme)

    Bayan O.: Bunun farkında değildim. Ben sadece ağrıyı hissediyorum, ama haklısınız -stres muhtemelen durumu daha da kötüleştiriyor.

    Değerlendirme süreci boyunca terapist, Bayan O.’nun gergin ve mutsuz görünmesine rağmen majör depresif bozukluk tanı ölçütlerini karşılamadığını belirler. Ancak, Bayan O.’nun sorunlarının düşünceleri ve duygularıyla nasıl ilişkili olabileceğini düşünmekte güçlük yaşadığı açıktır. Bu ego zayıflığının uzun süredir mevcut olduğu düşünülse de, son bir yıla kadar ilişkilerinde veya genel işlevselliğinde belirgin bir probleme yol açmamıştır. Terapist, Bayan O.’nun bedensel uğraşının (somatik preoccupation), en küçük çocuğunun doğumunun tetiklediği, kabul edilmesi zor öfke ve hoşnutsuzluk duygularına karşı bir savunma olabileceğini öne sürer. Bununla birlikte, terapist bu aşamada Bayan O.’nun, yalnızca duygularını adlandırma ve yaşamındaki olaylara verdiği duygusal tepkileri fark etme konusunda yardıma ihtiyacı olduğunu fark eder. Bu nedenle terapist, başlangıçta onun savunmasını “izlemeye” karar verir -yani, zorluklarını bedensel şikâyetleri üzerinden konuşarak ele alır, ancak aynı zamanda olaylara farklı bir açıdan bakmasına yardımcı olmaya çalışır. Terapötik strateji, Bayan O.’nun yaşadığı ağrının stres ve duygularıyla ilişkili olabileceğini yavaş yavaş fark etmesini sağlamaktır. Bu, özfarkındalığı artırmaya yönelik ilk adım olabilir.

    Vaka 2

    Bayan P., hangi lisansüstü programa gideceğine “karar veremediğini” söyleyen 32 yaşında bir kadındır. İki oldukça iyi teklif almıştır ve iki gün içinde karar vermesi gerektiğini belirterek “panik halinde” olduğunu ifade eder. Kendisinin genellikle karar verme konusunda oldukça iyi olduğunu, ancak bu durumun “onu delirtmekte” olduğunu söyler. İlk seansta yanında, artıları ve eksileri listelenmiş çok sayıda kâğıt getirir. Ayrıca iki yıldır birlikte olduğu erkek arkadaşının, programlardan birinin bulunduğu şehirde yaşadığını belirtir; ancak “bu konunun bir etken olmadığında” ısrar eder. Aşağıda, seanstan bir bölüm yer almaktadır:

    Bayan P.: Yani, Y Üniversitesi’nin yurtları daha iyi ama Z. Üniversitesi’nin bursu daha yüksek. Ah! Sürekli aynı döngünün içinde dönüp duruyorum.

    Terapist: Döngü mü? (yüzleştirme)

    Bayan P.: Evet -tam karar verecek gibi hissediyorum, sonra başka bir şey çıkıyor ve yine en başa dönüyorum. Erkek arkadaşımı da bu konuda delirtiyorum -saatlerce telefonda bunun üzerine konuştuk.

    Terapist: Onun bir fikri var mı? (soru)

    Bayan P.: Hayır -tamamen dengeli biri, bu iyi bir şey- bu konunun tamamen benimle ve benim ne istediğimle ilgili olmasına bütünüyle kendini adamış durumda. Harika biri -bu konuda fikrini belirtmesini asla istemem- kesinlikle hayır.

    Terapist: Birçok “hayır” duydum -acaba ondan bir fikir duymayı aslında biraz istiyor olabilir misiniz? (yüzleştirme)

    Bayan P.: Hayır dedim çünkü gerçekten hayır demek istedim -ben eğitimli, bağımsız bir kadınım ve kariyerim her şeyden önce gelir. Doğru değil mi

    Terapist: Elbette bu tamamen size bağlı, ama bu konuda birden fazla duygunuz olabileceğini düşünüyorum. Bir yanınız tamamen bağımsız olmak isterken, diğer yanınız onun sizinle gerçekten birlikte olmak istemesini arzuluyor olabilirsiniz. (yüzleştirme)

    Bayan P.: (gözleri dolar) -32 yaşındayım! Daha genç olmuyorum! Doktoramı bitirmem en az altı yıl sürecek -o zaman 38 olacağım. Belki de onun umurunda bile değil.

    Terapist: Ailenizin olması meselesinden mi bahsediyorsunuz? (yüzleştirme)

    Bayan P.: Bunun benim için önemli olmasından nefret ediyorum, ama sanırım öyle.

    Terapist: Belki de bu durumu programların “artıları ve eksileri” üzerinden düşünmek, onun sizinle birlikte olma konusunda daha girişken davranmamasının sizi ne kadar incittiğini düşünmekten daha kolay geliyordur. (yorum)

    Bayan P.: (sandalyeye yaslanır) Bunu kabullenmek zor, ama mantıklı geliyor. Yurtların nasıl olduğuna neden bu kadar takıldığımı şimdi anlıyorum.

    Bu durumda, hasta genellikle karar verebilen bir kişidir; bu nedenle terapist, bilinçdışında kalan bir etkenin Bayan P.’nin bu durumu aşırı somut bir biçimde düşünmesine yol açıyor olabileceğini öne sürüyor. Birlikte yürüttükleri çalışmada, Bayan P.’nin özfarkındalık (self-awareness) kapasitesinin, bilinçdışı düşünceler ve duygular tarafından engellendiğini keşfederler. Terapistin onun bunu fark etmesine yardımcı olması, Bayan P.’nin durumuna ilişkin daha düşünümsel (reflective) bir bakış geliştirme yetisini yeniden kazanmasını sağlar.

    Uyarıcı Düzenlemesi (Stimulus Regulation)

    Duyusal uyarıcılara (sensory stimuli) aşırı duyarlılık -ister kronik ister akut, ister hafif ister şiddetli biçimde olsun- hem tıbbi hem de psikiyatrik birçok durumla ilişkilendirilmiştir; bunlar basit anksiyeteden akut stres tepkilerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Bununla birlikte, duyusal aşırı yüklenme (sensory overload) sorunu, genel olarak sağlıklı çocuklarda ve yetişkinlerde tek başına da görülebilir [19]. Destekleyici müdahaleler, duyusal aşırı yüklenmeyle başa çıkma ve onu önleme konusunda çeşitli stratejiler öğretmeyi hedefler. Buna karşılık, açığa çıkarıcı yaklaşımlar, geçici olarak hastanın duyusal uyarıcıları düzenleme kapasitesini zayıflatan duygusal sıkıntı kaynaklarını ele almada yararlı olabilir.

    Vaka 1

    Bayan Q., hafif düzeyde otizmi olan 53 yaşında bir kadındır ve uzun yıllardır posta dağıtıcısı olarak çalışmaktadır; performans değerlendirmeleri her zaman mükemmeldir. Buzda kayıp düşmesinin ardından geçici olarak görevinden alınmış ve doğrudan müşterilerle iletişim kurmasını gerektiren bir gişe hizmeti işine geçmesi istenmiştir. Bayan Q., bu yeni pozisyona geçtiğinden beri daha kaygılı ve bunalmış hissettiğini belirtiyor. Üstteki ışıkların sert ve rahatsız edici olduğunu -“gözlerimi acıtıyorlar”- söylüyor. Postanedeki arka plan seslerini filtrelemekte zorlanmaktadır, müşterileri dinlemek ya da telefonda konuşmak onun için neredeyse imkânsız hale gelmiştir.

    Bayan Q.: Gürültüler beynimin içinden patlayarak geçiyor gibi hissediyorum. Bu da beni felç olmuş gibi hissettiriyor. Bazı sesler beni her zaman rahatsız etmiştir -mesela radyodaki parazit sesi gibi- bu yüzden onlardan uzak dururum. Ama işimden uzak duramam. Çığlık atmak istiyorum. Hiç bu kadar kötü olmamıştı.

    Terapist: Bu kadar zorlanmanıza rağmen dayanmanız gerçekten çok cesurca. Geçmişte size yardımcı olan şeyler nelerdi? (övgü, soru)

    Bayan Q.: Bazen kulak tıkacı takarım -özellikle metroya binmem gerekirse. Ama postanede müşterileri duymam ve telefona cevap vermem gerekiyor.

    Terapist: O hâlde yaratıcı olmamız ve ortamı sizin için daha katlanılabilir hale getirecek başka yollar düşünmemiz gerekecek. Karanlık ve sessiz bir odada bir süre uzanmayı denemeye ne dersiniz? Ya da belki ışıklardan ve sesten birkaç dakikalığına uzaklaşmak için banyoda biraz daha fazla zaman geçirmek işe yarayabilir mi? (açıkça ilişkiye katılma, öneri)

    Bayan Q.: Yani küçük bir mola vermek gibi… Bu fikri sevdim.

    Burada terapist, hastayla birlikte duyusal girdiyi azaltmanın ve aşırı uyarıcı yüklenmesine tahammül etmenin yollarını düşünmek için aktif biçimde çalışmaktadır.

    Vaka 2

    Bayan R., kocasının horlamasının “dayanabileceğinden fazla” olduğunu söyleyerek uyku ilacına ihtiyacı olduğunu belirtir. Geceleri sık sık sinirle yatak odasından çıkar, ortak yorganı alıp oturma odasına gider ve burada birkaç saat huzursuz bir şekilde uyur. Terapist, Bayan R.’nin 30 yıldır evli olduğunu ve kocasının her zaman horladığını öğrenir. Ancak bu durum onu yalnızca son iki aydır rahatsız etmeye başlamıştır. Terapist iki ay önce ne olduğunu sorduğunda, Bayan R. “Ah, hiçbir şey. En küçük oğlumuzu üniversiteye bırakıp döndüğümüzden beri rahatsız etmeye başladı,” der. Aşağıda ilk görüşmeden bir kesit yer almaktadır:

    Bayan R.: Akşam yemeğinde bile gerginim. Düşünüyorum -aman Tanrım, neredeyse yatma zamanı. O testere sesi! Sadece düşünmek bile kasılmama neden oluyor.

    Terapist: Yani Eylül’de başladı -doğru mu? (soru)

    Bayan R.: Evet -James’i üniversiteye bırakıp eve döndüğümüz zamandı.

    Terapist: Vay canına -üç oğlan da okulda- ev farklı geliyordur! (çağrışım daveti)
    Bayan R: Haklısınız -öyle. Artık yerde kirli çorap yok -televizyonu istediğim zaman açabiliyorum- odalardan yüksek müzik sesleri gelmiyor.

    Terapist: Çok sessiz olmalı. (çağrışım daveti)

    Bayan R.: Sanırım öyle. Artık sadece biz varız.

    Terapist: Yani artık sadece birbirinizi duyuyorsunuz. (deneyimi söze dökme)

    Bayan R.: Hımm -doğru- artık sadece kocamı duyuyorum, üstelik çoğu gün konuştuğum tek kişi o. Biraz yalnız hissettiriyor.

    Terapist: Görünüşe göre çocukları özlüyorsunuz. (yüzleştirme)

    Bayan R: Onları bu kadar özleyeceğimi düşünmemiştim -diğer ikisi gittiğinde özlemiştim ama James benim en küçük oğlum- harika bir çocuktu -sık sık geç saatlere kadar film izlerdik. Kocam kitaplardan ya da filmlerden hoşlanmaz -çalışır, arkadaşlarıyla bowling oynamayı ve futbolu sever- James gerçekten benim dostum gibiydi. Onu çok özlüyorum.

    Terapist: Horlamadan gerçekten rahatsız olduğunuzu biliyorum -ama bu durumun sembolik bir anlamı olabilir- yalnızca kocanızla baş başa kalmış olmanızdan dolayı biraz huzursuzsun gibi görünüyorsunuz. (yorum)

    Bayan R.: Sanırım öyleyim -keşke o üniversiteye gitseydi de James evde kalsaydı. Ama bunu yüksek sesle söyleyince korkunç geliyor…

    Bu yeni ortaya çıkan gürültüye duyarlılık, farkında olunmayan düşünce ve duyguların etkisini düşündürmektedir. Terapist, bu yeni sorunun bir duygudurum bozukluğu, anksiyete ya da madde kullanımına bağlı olmadığından emin olduktan sonra, bilinçdışı anlamları dinlemeye başlar. Bu durumda, Bayan R.’nin kocasının horlamasına karşı duyarlılığı, onun kabul edilemez bulduğu bir arzuyu -kocasının yerini oğlu ile değiştirme isteğini- örtmektedir. Terapistin, bu anlamı Bayan R.’nin fark etmesine yardımcı olması, yeni ortaya çıkan belirtilerini anlamasında da katkı sağlayacaktır.

    Bu bölümlerde terapötik hedeflere ilişkin sunduğumuz kısa vaka örnekleri oldukça öz olsa da, kalıcı bir değişime ulaşmak genellikle birçok yineleme gerektirir. Bu sürece “derinlemesine çalışma (working through)” diyoruz ve bir sonraki bölümümüzün konusu da budur.

  • Psikanalitik Adayların Yaratıcılığını Yok Etmenin Otuz Yolu (Otto F. Kernberg)

    Otto F. Kernberg

    Past-President, International Psychoanalytic Association (IPA)

    New York Presbyterian Hospital-Cornell Medical Center, Westchester Division, USA

    Giriş (Paolo Migone)

    Kernberg, Uluslararası Psikanalitik Birliği’nin (IPA) başkanlığına başlamasına yakın bir zamanda bu makaleyi yazmıştı ve bu nedenle bunun aynı zamanda siyasi bir anlamı da olduğunu söyleyebiliriz: Bu durum, psikanalitik kurumun da hissettiği, eğitimin hassas konuları hakkında daha açık bir şekilde konuşma ihtiyacına işaret ediyor olabilir. Kernberg, on yıl önce, 1986’da, “Psikanalitik Eğitimin Kurumsal Sorunları” başlıklı bir başka önemli makale yazmıştı. Bu makalede, bazı enstitülerin “paranoyak atmosferinden” (s. 803), eğitimin eğitimsel ve terapötik yönleri arasındaki zorlu ilişkiden, “adayların enstitü için ‘ilk analiz’ ve mezuniyetten sonra ‘kendileri için’ ‘ikinci analiz’ yapmaları uygulamasının hâlâ devam eden uygulamasından” (s. 802), eğitim analistlerinin adayların ilerlemesi hakkında rapor verme geleneğinin oldukça tartışmalı olmasından vb. cesurca bahsetmişti. 2001 yılında IPA Yürütme Kurulu’nda, “Psikanalitik Eğitimdeki Yeniliklere İlişkin Bazı Düşünceler” başlıklı (Psicoterapia e scienze umane dergisinde İtalyancaya çevrilmiştir) bir başka ilginç makale sunmuştu.

    Hem 1986 hem de 1996 tarihli makaleleri, son kitabı olan Gruplar ve Örgütlerde İdeoloji, Çatışma ve Liderlik‘in (New Haven, CT: Yale University Press, 1998; İtalyanca çevirisi: Gruplardaki ilişkiler (Le relazioni nei gruppi). Milano: Cortina, 1999) sırasıyla 12. ve 14. bölümleri olarak yayınlanmıştır. Bu kitap, yazarın Kleincı geçmişinin de katkısıyla, her zaman ilgi odağında olan büyük grupların ve örgütlerin psikodinamikleri konusundaki denemelerini bir araya getirmektedir.

    Psikanalizin kuramsal statüsüyle sıkı sıkıya ilişkili olan psikanalitik eğitimin önemli ve güncel sorununu burada ayrıntılı olarak tartışmak mümkün değildir. Bahsedilebilecek pek çok katkı arasında, tesadüfen Alman Psikanaliz Derneği’nin başkanlığını yapmış olması nedeniyle örgütlü psikanalizin önemli isimlerinden biri olan Cremerius’un (1986, 1987, 1989, 1996, vb.) bazı makaleleri ve Kirsner’in (2000, 2001) kelime oyunuyla “özgür olmayan çağrışımlar”, yani psikanalitik çağrışımların iç dinamiklerini sosyolojik bir bakış açısıyla analiz ettiği son yazıları sayılabilir.

    Kernberg’in bu makalesi Uluslararası Psikanaliz Dergisi, 1996, 77, 5: 1031-1040 (“Psikanalitik adayların yaratıcılığını yok etmek için otuz yöntem”) dergisinde yayımlanmış ve yayımlanmasından birkaç hafta önce Uluslararası Psikanaliz Dergisi (IJPA) web sitesine eklenmiştir. Bu, IJPA Tartışma Grubu tarafından tartışmaya seçilen ilk makaleydi: hem tartışma (M.W. Miller, J. Canestri, J. Johns, C. Hombas, M.B. Buchholz, A. Hayman, D. Eyre, L.E. Pellanda, C.C.H. Cullander, D. Eyre, A. Burland, M. Ponsi ve M. Rossi Monti, W.J. Massicotte ve E. Gillett’in müdahaleleriyle) hem de Paul Williams tarafından yazılan özet (daha sonra Uluslararası Psikanaliz Dergisi, 1997, 78, 3: 633-637’de yayınlanmıştır) IJPA web sitesinden indirilebilir.Yukarıda da değinildiği gibi, bu makale aynı zamanda yukarıda adı geçen Grup ve Örgütlerde İdeoloji, Çatışma ve Liderlik kitabının 14. bölümü (s. 238-249) olarak da yayınlanmıştır; burada kullanılan başlık kitabın başlığıdır. İtalyanca çevirisi Gli argonauti dergisinde yayımlandı, 1998, 76: 1-14 (“Psikanalizde adayların yaratıcılığını yok etmek için otuz yöntem”).Yazara, Londra Psikanaliz Enstitüsüne ve Milano’daki Sağlık Bilgi Merkezi (Centro per l’Informazione Sanitaria s.r.l.) ‘ye (Gli argonauti dergisinin yayıncısı) izinleri için teşekkür ederiz.

    “Psikoterapinin Sorunları” bölümünde yayınlanan dokümanların ardından mümkün olduğunca yorum veya eleştirel tartışmalara yer verilmektedir .Otto Kernberg’in bu makalesi için, İtalyan Psikanalitik Derneği’nin (SPI) iki analisti Maria Ponsi ve Mario Rossi Monti’nin yazdığı bir yorumu (İtalyanca) yayınlıyoruz:

    Tartışmaya git (İtalyanca): Otto Kernberg’in “Psikanalitik Enstitülerde Öğrencilerin Yaratıcılığını Yok Etmek İçin Otuz Yöntem” başlıklı makalesi hakkında, Maria Ponsi ve Mario Rossi Monti https://psychomedia.it/pm/modther/probpsiter/kernberg-2.htm

    Birkaç yıl önce, psikanalitik eğitimdeki adayların yaratıcılığını artırmanın yolları hakkında bir meslektaşımla tartışırken, o meslektaşım bana gülümseyerek şunları söyledi: “Sorunumuz yaratıcılığı teşvik etmek değil, işimizin doğası gereği doğal olarak uyarılan yaratıcılığı engellememeye çalışmaktır” (Lore Schacht, kişisel iletişim). Onun yorumu, farklı psikanalitik topluluklarda ve enstitülerde psikanalitik eğitime katılmam, ders vermem ve eğitim almam sırasında anılarımı ve gözlemlerimi tetikledi. Bu çalışmanın olumlu bir formatı için okuyucuyu, bir yandan psikanalitik enstitülerin örgütsel yapısı ve işleyişi arasındaki ilişkinin, diğer yandan da psikanalitik eğitim üzerindeki etkilerinin sistematik bir analizini sunduğum 1986 tarihli bir makaleye yönlendiriyorum. Günümüzde psikanalitik eğitimdeki sorunlara dair mükemmel bir genel bakış sunan Wallerstein’ın (1993) Buenos Aires’teki Beşinci IPA Eğitim Analistleri Konferansı özeti, aşağıda yer alanlar için önemli bir arka plan oluşturabilir.

    Psikanalitik adayların yaratıcılığını engellemenin yollarını içeren aşağıdaki listenin kapsamlı olması beklenmemektedir, ancak baskın sorunları kapsadığını umuyorum. İşte enstitülerimizde öğrenme sürecinde yaratıcılığı etkili bir şekilde nasıl engelleyebileceğimize dair tavsiyem:

    1. Başvuruların işlenmesini yavaşlatın; adayların kabulünü geciktirin; adaylara bilgi verilmesini yavaşlatın: bu da onların da yavaşlamasına yardımcı olacaktır. Adayların ilerlemesi sistematik olarak yavaş ve zahmetliyse,yazılı vaka materyalleri çok sayıda revizyona tabi tutulursa ve özellikle, eğer belirsizlik içinde uzun süre beklemek onların ilerleme deneyimlerinin düzenli bir parçası haline gelirse, onlar da tepki vermede ve inisiyatif almada yavaşlama eğiliminde olacaklardır. Kabul ve ilerleme süreci ne kadar yavaş olursa, adaylar mezuniyet, özerklik ve dernek üyeliğine katılma yolundaki son adımlardan o kadar kaçınacaklardır; ve elbette, bilimsel katkılarda bulunmaları, eğer bunu başarabilirlerse, o kadar uzun sürecektir.

    2. Freud’un yazıları adayların kendi başlarına düşünme konusundaki ilgilerini azaltmak için yararlı bir şekilde kullanılabilir. Eğitmenler adayların Freud’u tarihsel sıraya göre, eksiksiz ve ayrıntılı bir şekilde dikkatlice okumaları konusunda ısrarcı olmalı ve adayların Freud’un teorisinin herhangi bir noktada tam olarak ne olduğunu öğrendiklerinden emin olmalıdırlar. Eğitmenler, Freud’un sonuçlarına yönelik herhangi bir eleştirel analizin, öğrenciler Freud’u tamamen okuyana kadar (ve psikanalitik alanda çok daha fazla deneyim ve bilgi sahibi olana kadar) ertelenmesi gerektiği mesajını net bir şekilde iletmelidir. Öncelikle Freud’un ne düşündüğünü ve mümkün olduğunca çoğunu bilmeleri gerekir: bu nedenle Freud’un yazılarının öğretisini, onun çalışmalarına yönelik dışarıdan veya çağdaş eleştirilerden, çağdaş tartışmalı konulardan veya yakıcı güncelliğin klinik sorunlarından ayırmak yararlıdır. Freud’un çalışmalarının diğer kuramlar veya eleştirilerle kirlenmesinden korunması, adayların psikanalitik düşüncenin daha ileriki gelişmelerine olan ilgisinin giderek azalmasında harikalar yaratacaktır. Eğitmenin, Freud’un düşünce sürecinin değil, Freud’un vardığı sonuçların öğretilmesi ve ezberlenmesi gerektiğini aklında tutması önemlidir: aslında, eğer öğrenciler Freud’un kaçınılmaz olarak devrim niteliğinde olan düşünce metodolojisini kavrarlarsa, bu onları onun özgünlüğüyle tehlikeli özdeşleşmelere götürebilir ve böylece onun sonuçlarına yönelik izole ve ayrıntılı odaklanmanın amacını boşa çıkarabilir (Green, 1991).

    3. Freud’un yazıları hakkında olası heyecanın bozulmasının faydalı bir şekilde pekiştirilmesi, her yeni seminerin başında Freud’un en yaratıcı ve önemli makalelerinden bazılarının verilmesiyle sağlanabilir. Bu makalelerde Freud’un söylediği her şey ayrıntılı olarak ele alınır ve Freud’un sonuçları vurgulanır. Freud’un eserlerinin kalıcı yönlerinin bu şekilde güven verici bir şekilde tekrarlanması, müfredatta bunlara verilen özel bir vurguyla bir araya geldiğinde, öğrencileri Freud’un katkısına karşı duyarsızlaştırıyor; bu uyuşukluk süreci, öğrencilerden Freud’un eserlerinin kapsamlı özetlerini yazmaları veya herkesin daha önce okuduğu şeyleri sınıfın geri kalanına özetlemeleri istendiğinde çok daha iyi hale geliyor. Freud’un tüm eserlerinin içeriğine ilişkin özel incelemeler yapılarak diğer seminerlere geçişin ön koşulu olarak süreç ilerletilebilir.

    4. Belirli psikanalitik kurumunuzun gözde yazarı olan herhangi bir önemli teorisyenin veya katkıda bulunan kişinin görüşlerini sorgulama eğiliminde olan adaylara karşı çok dikkatli olun. Eleştirel düşüncenin, baskın (dominant) liderinizin görüşlerinin onaylanmasına yol açtığı sürece hoş karşılandığını açıkça iletin. Öğrencilere verdiğiniz ödevlerden heyecan duyan ve tam olarak ikna olan öğrencileri ödüllendirdiğinizden emin olun (elbette “normalden sapan (deviant) okullar”ın katkıları hariç: bunların öğrenciler arasında uygun bir kuşku ve öfke uyandırması beklenir). Kurumunuzun resmi görüşüne katılan öğrencilere takdirinizi, incelikli ama tutarlı bir biçimde gösterirseniz, yeni, farklı, sorgulayıcı veya aykırı görüşler geliştirme isteği yavaş yavaş ortadan kalkabilir (Giovannetti, 1991; Infante, 1991; Lussier, 1991).

    5. Adaylarınızı psikanalitik topluluğunuzun bilimsel toplantılarına çok erken katılmaktan veya saygın meslektaşlarının birbirleriyle keskin bir şekilde fikir ayrılığına düşebileceği toplantılara davet edilmekten korumaya çalışın. Bu, kişisel eğitim analizinin, özellikle eğitim analistinin anonimliğini bozabilecek dış etkenlerden etkilenmemesi gerektiğinin vurgulanmasıyla haklı gösterilebilir. Küçük bir psikanalitik topluluk içinde, adayların psikanalitik topluluk toplantılarına katılmasını yasaklamak her zaman haklı gösterilebilir; çünkü böyle küçük bir grubun, adaylar ile analistleri arasındaki temasları oturumlar dışında engelleyememesi söz konusu olabilir ve bu, enstitünün öğretiminin psikanalitik düşüncenin aktif bilimsel dünyasından izole edilmesini mükemmel bir şekilde haklı çıkarır.

    6. Seçmeli dersleri dikkatli bir şekilde kontrol edin: Bunlar genellikle fakültedeki genç üyeler tarafından yeni ve zorlayıcı fikirler sunmak için kullanılır. İsteğe bağlı seminerleri genel olarak dikkatlice izleyin ve bunların toplumunuzun veya enstitünüzün baskın görüşlerine karşılık gelen psikanalize yönelik uyumlu, bütüncül yaklaşımı bozabileceği olasılığına karşı alarmda olun.

    7. Lisans ve lisansüstü seminerleri arasında kesin bir ayrım yapın. Neyse ki, çoğu psikanalitik kurum, adaylar ve lisansüstü analistlerin aynı seminerlerde erken bir şekilde karıştırılmasının önlenmesinin önemini sezgisel olarak anlıyor: Adayların, mezunlarda bastırmayı öğrendikleri belirsizlikleri ve sorgulayıcı tutumları keşfetme olasılıkları çok yüksek. Bu durum, psikanalitik eğitimin etkinliğinin sağlıklı bir şekilde idealize edilmesini ve adaylar ile mezunlar arasında çok büyük farklılıklar olduğu yanılsamasını bozabilir.

    8. Öğrencilerde büyüklerine karşı sağlıklı bir saygının korunması, belirli dersleri veya seminerleri öğretmek üzere eğitim analisti olmak isteyen kıdemli eğitim analistleri ve genç analistlerden oluşan ekiplerin kurulmasıyla sağlanabilir. Fakültedeki yaşlı ve genç üyeler arasında net bir hiyerarşi oluşturun. Eğer genç analist kıdemli analistin görüşlerine saygıyla eğilirse ve tüm davranışlarıyla kıdemli otoriteyi sorgusuz sualsiz kabul ettiğini gösterirse; eğer herhangi bir semineri verirken inisiyatif alma derecesi konusunda belirsizlik gösterirse, yerleşik otoriteyi kabul etmek ve sorgulamamak gerektiği mesajı güçlenecektir. Hiyerarşiyi basit yollarla vurgulayabilirsiniz: örneğin, mesleki toplantıların ön sıralarını kıdemli öğretim üyelerine ayırmak gibi.

    9. Mezuniyet ritüellerini bulduğunuz her türlü akıllıca yolla güçlendirin: Bu, büyük potansiyelleri olan bir alandır. Örneğin, adaylardan mezuniyet için bir vaka yazmalarını isteyebilir ve daha sonra yazılarını çok sayıda revizyon ve düzeltmeye tabi tutabilirsiniz. Bu deneyim sayesinde adaylar, yayın için kabul edilebilir bir makale yazmanın muazzam zorluklarına karşı sağlıklı bir saygı kazanırlar. Aksi takdirde adayın psikanalitik topluluk önünde bir bildiri sunması istenebilir. Tartışmacılar o topluluğun en kıdemli üyeleri olmalıdır (uzun zamandır kendileri bir makale yazmamış olabilirler). Bilimsel bir makalenin neleri içermesi gerektiği konusundaki zorlu beklentileri, adayın sunumunun kapsamlı bir şekilde eleştirilmesiyle iletilebilir. Yahut da bu tür kıdemli psikanalistlerden oluşan bir komite aynı mesajı iletebilir. Bazı ülkelerde, aynı etki, bir adayın makalesinin psikanalitik topluluğa kabul kriterlerini karşılayıp karşılamadığına dair tüm topluluk üyelerinin gizli oylamasıyla da elde edildi. Toplumdaki önemli siyasi bölünmeler genç mezunların otomatik olarak kendi eğitim analistlerinin iktidar grubuna kaymasına neden olduğunda, nitelikli bilimsel makale, bilimsel çalışmayla ilgili tehlikeler konusunda büyük bir endişe kaynağı haline gelebilir (Bruzzone ve diğerleri, 1985).

    10. Psikanalitik teori ve tekniğin, özellikle de psikanalizin diğer alanlara uygulanmasının, kişinin psikanaliz bilimine katkıda bulunma çabasını haklı çıkaracak kadar derin ve sağlam bir anlayışa sahip olması için uzun yıllar klinik deneyime ihtiyaç duyulduğu mesajını vurgulayın. Adayların yalnızca bildirilerini sunma değil, aynı zamanda bunları yayınlama (!) girişimlerinin, çözülmemiş Oidipus rekabetçiliğini veya narsistik çatışmaları ne ölçüde yansıtabileceği sorusunu nazik ama erken bir zamanda gündeme getirin. Genç psikanalistler nadiren yayın yapıyorsa ve yazılarını yayınlamadan önce derneklerindeki kıdemli üyelerden onay alıyorlarsa, bu gelenek adaylar arasında yaygınlaşacak ve onların yayınlama korkusunu pekiştirebilecektir. Doğal olarak, adayları kendi yeni, orijinal fikirlerini yazmaya teşvik etmekten kaçının: Yazmak bir angarya, bir zorunluluk olmalı, asla bir zevk olmamalı, psikanaliz bilimine öğrenciyken katkıda bulunmanın getirdiği erken bir gurur kaynağı olmalıdır (Britton, 1994).

      11. Psikanalizin yalnızca kendi kurumunuzdan uzak yerlerde ve tercihen öğrencilerinizin çoğunun bilmediği bir dilde anlaşılıp doğru şekilde uygulanabileceğini belirtmek çok faydalı olabilir. Eğer eğitimin gerekleri, öğrencilerin zamanlarının büyük bir kısmını o uzak ideal ülkede geçirmelerine izin vermeyecek düzeydeyse, gerçek ve tek teori ve tekniğin öğretildiği yerden bu kadar uzakta bir yerde psikanalitik bilimi geliştirmeye çalışmanın faydasız olduğuna ikna olabilirler. Ve bu inanç kalıcı olacaktır.

      12. Adayların başka dernek veya enstitülere erken başvurmaları, kongre ve toplantılara katılmaları veya başka kurumlardaki analitik çalışmalarda yer almaları engellenmelidir. Bu, özellikle kendi şehrinizdeki, bölgenizdeki veya ülkenizdeki toplantılar için geçerlidir ve adaylarınızın erişemediği, uzaktaki veya farklı bir dile sahip yerlerin idealleştirilmesini tamamlar. Neyse ki, bazı psikanalitik topluluklar ve enstitüler, iyi hazırlanmış bir toplantıda azamete uğrayacak nadir durumlar dışında, yabancı ziyaretçilerin müdahalesine karşı güçlü duvarlar örmüşlerdir; ve dünyanın birçok yerinde, bir adayın bir enstitüden diğerine, bir ülkeden diğerine ve hatta bir şehirden diğerine, birçok engeli aşmadan geçmesi çok zordur. Bu, potansiyel olarak zararlı kıyaslamaların, psikanalitik enstitülerin ve toplulukların yeni eğitim metodolojileriyle denemelerinin farkındalığının ve şüpheli bir değişim ve inovasyon ruhunun bulaşmasının önlenmesine yardımcı olur.

      13. Öğrencilerin bir seminerden diğerine makul olarak alabilecekleri yayın sayısının her zaman iki katını atayın. Onlardan meslektaşlarına özetler sunmalarını isteyin, bu makaleleri ne kadar detaylı okuduklarını test edin ve daha önce de belirtildiği gibi, Freud’un daha önce birçok seminerde okudukları makalelerini de eklemeyi unutmayın. Bir diğer yararlı mesaj da yirmi yıldan daha kısa bir süre önce yayınlanmış hiçbir makaleyi ödev olarak vermemek olabilir: bu, gerçekten önemli katkıların zaten yapılmış olduğu ve teori veya teknikteki son veya yeni gelişmelerden, elbette öğrencilerin zihninde filizlenen fikirler de dahil olmak üzere, çok az şey beklenmesi gerektiği mesajını iletir.

      14. Adayların kendi eğitim analistleri tarafından verilen seminerlere katılıp katılmama kararını, analist ve analiz edilenin bu konuyu birlikte incelemesine açık bırakan bazı kurumların aksine, adayların kendi eğitim analistleri tarafından verilen bir seminere asla katılmamaları gerektiği kesin bir ilke haline getirilmiştir. Hatta, analistlerinin mesleki çalışmaları hakkında nesnel bilgilerin aktarımı bozabileceği toplantılara, panellere veya diğer mesleki toplantılara katılmamalarını sağlayın; aksi takdirde analitik eğitim için gerekli olan anonimlik bozulur. Anonimlik, analiz edilemeyen idealleştirmeyi ve sağlıklı bir güvensizliği besler (Kernberg, 1986).

      15. Okuma listelerinde, kendi kurumunuzun önde gelen isimlerinin eserlerine yer vermek, ideal olarak bu eserlerin kendileri tarafından değil, kendi mevcut veya eski öğrencileri tarafından öğretilmesi çok faydalı olabilir. Yerel liderlerin görüşlerini destekleyen ve zayıflıklarını ortaya koymak için sadece bir veya iki muhalif görüş içeren uyumlu makaleler verdiğinizden emin olun. Referans listelerine odaklanma, öğrencinin ilerleme gereksinimlerinin bir parçası olarak bilimsel bir makale veya vaka çalışması ödeviyle tamamlanabilir; öğrencinin makalesinin gözlemlerini desteklemek için yerel olarak tercih edilen teorisyenlerden alıntı yapma gerekliliğine dikkat edilir.

      16. İdeal olarak, öğrencilerin mümkün olduğunca uzun süre alternatif psikanalitik okullara maruz kalması önlenmelidir. İleri düzey öğrencilere yönelik seminerlerde muhalif veya sapkın yaklaşımları temsil eden belirli makaleler, karşıt görüşlerin dengelenmesi bağlamında kısaca incelenmeli ve uygun şekilde eleştirilmelidir. Kısa seminerlere farklı bakış açılarına sahip liderlerin davet edilmesi, istisnai olarak öğrencilerin, mezunların ve ders hocalarının da katılması oldukça faydalıdır. İkincisi, öğrencilerin yabancı görüşün temsilcisinin acımasızca parçalanmasına tanıklık edebilmelerini sağlamak için katılabilir. Görüşleri saygılı ama kararlı bir şekilde eleştirilen önde gelen bir muhalif ile yapılacak bir günlük seminerler, yerel okulun en iyisini bildiği, öğrencinin zihninin huzur içinde olabileceği ve yeni fikirlerin tehlikeli olsalar bile yıkıcı potansiyellerinin çalınabileceği konusunda güvence sağlamaya katkıda bulunabilir.

      17. Deneyimsiz adayların vakalarını her zaman daha deneyimli adayların ve öğretim üyelerinin huzurunda sunmalarını sağlayın. Bir adayın grubuna bir vakayı sunanlar asla en deneyimli analistler olmamalıdır: işin belirsizlikleri ve kıdemli analistlerin kaçınılmaz hataları, profesyonel çalışmalarına yeni başlayan adayların özeleştiri duygusunu, azarlanma korkusunu ve doğal tevazularını ortadan kaldırabilir. Mezunların adaylardan çok daha iyi işler çıkardığı, eğitim analistlerinin mezunlardan çok daha iyi işler çıkardığı ve yaşlı eğitim analistlerinin gençlerden çok daha iyi işler çıkardığı inancı, adayın kendine olan güvenini sarsmaktadır.

      18. Seminerlerdeki uyum ortamını tehdit eden, kıdemli eğitmenlerine meydan okuyan veya analizanlarının yanında eğitim analistlerine karşı konuşmaya cesaret eden (elbette bu tür konuşmaları kendi oturumlarında rapor edecekleri muhtemel) alışılmadık derecede eleştirel veya asi adayların nazikçe geri çekildiğinden veya istifa etmeye teşvik edildiğinden emin olun. Örneğin, denetlenen analitik vakalarının onaylanmasında uzun gecikmeler yaşanarak bunu yapmak çok da zor değildir. Ayrıca seminer liderlerinin sorunlu adayların eleştirel bir şekilde tartışıldığı toplantılar düzenlemeleri de mümkündür. Bu görüşmelere ilişkin bilgiler, adaylara ancak dolaylı yoldan, kişisel danışmanlar veya soruşturmacılar aracılığıyla ulaşıyor ve bu kişiler, enstitüde adaylara yönelik var olan olumsuz tutumu dostane bir dille aktarıyorlar. Bir aday, kendisi hakkında söylenenler hakkında üçüncü ve dördüncü kişiler aracılığıyla yeterli bilgi alırsa, bu durum onun kuruma karşı tutumunu ya istediği yönde değiştirecek ya da istifa etmesine yol açacaktır. Bir aday istifa ettiğinde veya istifa etmesi istendiğinde, bir daha onun adını anmayın ve tüm mesele hakkında gizli bir sessizlik koruyun: Kimsenin konuşmak istemediği, korkutucu ve tehlikeli bir şeyin yaşandığı mesajı, öğrenci topluluğu üzerinde güçlü bir etki yaratacaktır.

      19. Son yıllarda, psikanalitik eğitimde heyecanı azaltmak için harika bir yöntem geliştirildi: Giriş niteliğinde, gayri resmi, hazırlık niteliğinde bir ders yılı: Burada, tüm psikanalitik teori ve teknik, daha sonra ayrıntılı olarak tartışılacak olan Freud’un düşüncesinin önemli noktalarına değinilerek, öğrencilere psikanalizin başlangıcından günümüze kısa bir giriş tarihi sunularak, tüm bunların daha sonra bilgilerinin derinleştirileceği alanlar olduğu vurgulanarak, basit, giriş seviyesindeki bir üniversite düzeyinde kısaca özetlenebilir. Birçok aday psikanalitik teoriyi çeşitli düzeylerde zaten öğrenmiş olacağından, tekrarla köreltme (dulling) süreci bu giriş düzeyinden itibaren başlayacaktır. Bu şekilde, neyin öğretileceğini tam olarak bilememe hissi ve daha derinlemesine bir araştırma için sabırsız bir istek uyandırılabilir; ayrıca, temel kavramların rutin bir şekilde basitleştirilmesi, çok daha sonra ayrıntılı olarak incelendiğinde heyecanlarını yok edebilir. Ve doğal olarak, bu yöntemi “giriş” seviyesinde verilen herhangi bir derse olan ilgiyi kaybetmek ve “asıl meselenin” başka bir yerde sunulacağını ima etmek için kullanabilirsiniz.

      20. Psikanalitik teknik konusunda güncel bir ders vermeyin. Psikanalitik tekniğin öğretimini Freud’un psikanalitik yönteme ilişkin giriş niteliğindeki yazılarına ve vaka çalışmalarına yoğunlaştırın: Fare Adam, Kurt Adam, Dora, Küçük Hans elbette Freud’un çalışmalarının kapsamlı bir şekilde incelenmesinde ele alınmış olacaktır; ancak şimdi bu yazılar psikanalitik tekniğin genel prensiplerini öğretmek amacıyla tekrar okunabilir. Adaylar, psikanalitik sürece ilişkin yeni gelişmeler ve alternatif yaklaşımlar hakkında başka yerlerden bilgi edinirlerse (ki bu, ne yazık ki, şu anda neredeyse kaçınılmazdır), ego-psikolojisi, Fransız okulları, İngiliz okulları vb. gibi farklı yaklaşımlara aşina olmamalarından kaynaklanan kaygıları, işleri konusunda artan bir güvensizliğe yol açacaktır. Bu durum, günümüz hasta popülasyonunun bize sunduğu zorluklara katkıda bulunma konusundaki güvenlerini zedeleyecektir. Aynı zamanda psikanalitik çalışmanın aslında sezgisel olarak ustalaşılacak bir sanat olduğu ve büyüme ve sezginin kişisel analiz ve süpervizyondaki ilerlemeye bağlı olacağı ince mesajı verilirse, bu kaygı uzun süre yararlı engelleyici etkilerini sürdürebilir (Arlow, 1991).

      21. Yöneticiler, adayların kendi çalışmalarına ve kendi deneyimleri yoluyla öğrenme olasılıklarına olan güvenlerini engellemede önemli bir işlev görebilirler. Danışmanların mümkün olduğunca az konuşması önemlidir. Hatta, adayın analizde sabırlı olması ve danışmanıyla ilişkisi arasında doğal bir süreklilik deneyimlemesi faydalı olabilir. Süpervizörün, adayın hastalarıyla yaptığı çalışmayı dikkatlice ve sessizce dinlemesi, ara sıra adayın nerede hata yaptığını gösteren yorumlar yapması, adayı işiyle ilgili sağlıklı bir belirsizlik ve tevazu içinde tutabilir. Danışmanının görüşlerini belirleyen zihinsel çerçeveyi kendisi için inşa etme çabası, hastasıyla yaptığı çalışmayı önemli ölçüde etkileyecek ölçüde zihnini meşgul edecektir. Aday, danışmanının tavsiyelerine sorgulamadan uymanın ve yaptığı yorumun, danışmanın anladığı yorum olduğunu ona göstermenin, kendisini çalışmalarında ciddi hatalardan kurtaracağını bilmelidir. Bu gelişim, adayın tedavi durumunda kendi görüşlerini test ederken hastanın özerk gelişimine saygı duyarak yaratıcı bir şekilde gelişen ve değişen bir teori ve kişisel bir teknik çerçeveyi kendisi için entegre edebileceği tehlikeli süreci önleyecektir. Eğer süpervizörler süpervizyona ilişkin eğitim yaklaşımlarını tartışmak üzere bir araya gelmezlerse ve psikanalitik tekniği öğreten öğretim üyeleri ile kontrol vakalarının süpervizörleri arasında tam bir ayrılık sürdürülürse, üretken bir kaos ve karışıklık, adayların analitik becerilere yaratıcı bir şekilde katkıda bulunmaya cesaret edebilecek kadar hakim olmaları için uzun yıllar gerekeceği konusunda farkındalık kazanmalarına yol açabilir.

      22. Eğitim analizinin teşvik ettiği idealleştirme süreçlerinin karşılığı olan belli bir ölçüde paranoyak korku, çoğu psikanalitik kuruma nüfuz eder; ancak, aslında tüm toplumsal örgütlerin bu tür gelişmelerle mücadele ettiğini unutmamak önemlidir. Bu tür paranoyak korku, adayların bağımsız çalışmalardan, cesur girişimlerden ve zorlu araştırmalardan caydırılmasına katkıda bulunabilir. Neyse ki, paranoyak korkuları çeşitli önlemlerle artırmak zor değil: En etkili yöntem, eğitim analistlerinin adayların kendileriyle birlikte analizdeki gelişimleri hakkında raporlama yapmasıdır. Eğitim analistlerinin raporlanması geleneği, yani eğitim analistlerinin eğitim komitesine analiz edilenlerin derslere başlamaya veya ilk kontrol vakasını almaya vb. hazır olup olmadıkları hakkında bilgi vermeleri, psikanalitik eğitimin bir parçası olarak icat edilen en paranoyak araç olmuştur. Bu aracın artık çoğu psikanalitik enstitü tarafından ortadan kaldırılmış ve hatta etik dışı ilan edilmiş olması üzücüdür. Neyse ki, bazı eğitim analistlerinin çeşitli adaylar hakkındaki gerçek duygularını hafif jestlerle ve tek kelime etmeden belirtme eğilimi hâlâ canlı tutulmaktadır: Bu tutum, “telefon bağlantısı kesilmiş” sisteminin kullanılmasıyla, yani adayların eğitim analistlerine diğer adayların kendileri hakkında ne söylediği hakkında söylediklerinin, bu eğitim analistleri tarafından misilleme amaçlı hareketler için bir ilham kaynağı olarak kullanılmasıyla beslenebilir. En azından, dikkatsiz bir yorumun bu tür sonuçlarına ilişkin korku, paranoyak gelişmeler için sağlıklı bir destektir (Dulchin & Segal, 1982a, 1982b; Lifschutz, 1976).

      23. Adaylarda paranoyak korkuyu artırmanın bir diğer meşru yöntemi de, gereklilikler, beklentiler, kurallar, yönetmelikler ve şikayetlerin giderilmesine yönelik kanallar hakkında eksiksiz ve yeterli bilgi vermemektir. Öncelikle, adayları ilerleme durumları veya öğretmenler ve öğretim üyeleri tarafından nasıl görüldükleri konusunda düzenli olarak bilgilendirmeyin ve eksikliklerini veya başarısızlıklarını yalnızca yukarıda açıklanan dolaylı yollarla bildirin. Danışmanların danışman adaylarına karşı açık sözlü ve açık sözlü olmamaları, böylece adayların nasıl değerlendirildiklerini yalnızca aday danışmanından, enstitü müdüründen veya dedikodu çarkından dolaylı olarak öğrenmeleri, paranoyak tutumların güçlenmesine güçlü bir şekilde katkıda bulunabilir. Tüm adayların sorularını resmi kitapçığa yönlendirmek ve periyodik bilgi toplama ve paylaşım toplantılarından kaçınmak tamamen meşrudur. Bazı enstitülerde, müdür tüm adaylarla görüşür ve bu da rahatlama, özerklik ve otoriteye karşı potansiyel meydan okumalar ortamı yaratır ki bunların hepsi tehlikelidir!

      24. Yerel psikanalitik topluluğunun üst düzey liderlerinin ilettiği mesajlar son derece önemlidir. En kıdemli ve güçlü eğitim analistlerinin yazı yazma konusunda büyük bir güvensizlik ve korku içinde olduklarının açıkça dile getirilmesi, onlarla sağlıklı bir özdeşleşmeyi teşvik edebilir. Daha da etkili bir örnek, eski moda ama neyse ki hâlâ mevcut olan “eşlik (convoy)” sistemiyle temsil edilebilir: Az sayıda çok kıdemli eğitim analisti, yerel gruplarında en çok arzu edilen analistlerdir ve kişisel analizde o kadar çok adayları vardır ki, bilimsel toplantılara gitmek için, hatta topluluğun bilimsel çalışmalarına aktif olarak katılmak için bile enerjileri kalmamıştır. Aktarımın saflığını korumak için, asla toplum içinde ağızlarını açmazlar ve büyük ustalardan biriyle analiz yapma şansına sahip olan adaylar arasındaki karşılıklı dostluklar, ittifaklar ve rekabetler, dengeleyici bir idealizasyon ve edilgenliğe yol açar. Bu model, adayların bağımsız ve eleştirel düşünmesini engellemede oldukça etkilidir.

      25. Öğrencilerinizin mesleki beklentileri açısından nispeten tek tip bir öğrenci topluluğu oluşturmaya çalışın. Gerçek bir analist yalnızca psikanaliz yapmak, ofisinde analitik hastalarla çalışmanın özgürlüğünü deneyimlemek istemeli ve gerçek analitik çalışmayı, ciddi derecede gerilemiş hastalarla, çocuklarla veya psikotiklerle psikoterapötik çalışma yürütmek veya psikanalitik ortam dışında akademik çalışmalara katılmak, araştırma yapmak, kurumsal liderlik üstlenmek veya sanatla ilgilenmek gibi mesleki geçmişinin diğer yönlerine uygulayarak sulandırmaktan kesinlikle kaçınmalıdır. Psikanalitik teori ve tekniğe yönelik en büyük zorluklar, mesleki alanımızın sınırlarında ortaya çıkar ve bu tür sınırlayıcı çalışmalara yatırım yapmaktan kaçınmak, yalnızca psikanalitik çalışmanın saflığını değil, aynı zamanda psikanalizin sınırları ve uygulamaları hakkında zorlu ve potansiyel olarak yıkıcı soruların gündeme gelmesini de korur. Psikanalizi başka bir mesleki alanda uygulamak isteyen asi, felsefi ve psikanalitik anlayış arasındaki sınırlarla ilgilenen filozof, nöropsikolojik geçmişini tamamlamak isteyen deneysel araştırmacıyı kabul edip eğitmekten kaçının. Adayların böylesine koruyucu bir şekilde seçilmesi etkili bir şekilde gerçekleştirildiyse, psikanalizin entelektüel yönleriyle ilgilenen birkaç “özel öğrenciye” hoşgörüyle yaklaşabilirsiniz. Ancak onları gerçek öğrenci topluluğundan açıkça ayrı tutmalı, klinik seminerlere katılımlarını sınırlamalı ve kısacası, gerçek analitik eğitim ile “ikincil” girişimler arasında bir uçurum olduğu mesajını vermelisiniz. Yetkisiz klinik çalışmalar konusunda her zaman öfkenizi hissetmeleri ve tam teşekküllü bir klinik eğitim programında değillerse psikanalizi tam olarak anlamalarının imkansız olduğunun farkında olmaları gereken diğer alanlardan akademisyenlere “kısmi klinik eğitim” vermeyin.

      26. Aynı şekilde, disiplinlerarası bilimsel araştırmaların tamamı, adayın temel kimliği, sanat, toplumsal sorunlar, felsefe ve sinirbilim araştırmalarına yönelik psikanalitik yaklaşımın sulandırıcı ve potansiyel olarak aşındırıcı etkilerine dayanabilecek kadar güvence altına alındıktan sonra, eğitimin çok ileri aşamalarına devredilmeli ve derslerin son yılındaki isteğe bağlı seminerlere sıkıştırılmalıdır. Bunun tersi bir yaklaşım ise, psikanalitik teorinin henüz keşfedilmeye başlandığı bir noktada, örneğin psikanalitik dürtü teorisinin alternatif modeller veya insan motivasyon ekollerinden etkilenmeden veya sorgulanmadan özümsenmesi gereken bir dönemde, çevresel bilimler çalışmalarını sürece dahil etmek olacaktır. Ya da, örneğin, depresyonun psikanalitik teorisini öğretirken, psikodinamikler ile depresyonun biyolojik belirleyicileri arasındaki ilişkinin erkenden gündeme getirilmesi, gerçek bir psikanalitik inancı tehdit edebilir.

      27. Öğretmenler ve öğrenciler, seminerler ve süpervizyonlar, adaylar ve öğretim üyeleri arasındaki tüm anlaşmazlıkları “terapi koltuğuna geri’’ (back to couch) yönlendirin: Aktarımsal eylemin psikanalitik eğitimin önemli bir komplikasyonu olduğunu ve tüm öğrencilerin memnuniyetsizliklerinde her zaman aktarımsal unsurlar bulunduğunu unutmayın. Bir adayın zorlayıcı sorular sorma, yaratıcı düşünme veya alternatif formülasyonlar geliştirme yönündeki aşırı baskısının genellikle derin aktarımsal kökleri vardır ve kişisel analitik durumda çözülmelidir. Bu aynı zamanda öğretim üyelerinin birlik içinde kalması, bireysel öğrencilerden veya genel olarak öğrenci topluluğundan gelen zorluklarla karşılaşan öğretmenlerin birlik içinde olması gerektiği anlamına gelir. Birlikli bir öğretim üyesi topluluğu, öğrenci topluluğunun aktarımsal gerilemesinin teşhis edilebileceği ve bireysel psikanalitik deneyimlerine geri döndürülebileceği sağlam ve istikrarlı bir yapı sağlar.

      28. Özetlenen tüm ilkeler ve öneriler, öğretim kadrosunun kendi yaratıcılık ruhuyla dolu olması durumunda yeterli olmazdı. Kadronun yaratıcılığını engellemek zor ama imkansız olmayan bir iştir: Yaratıcılığı engellenen bir kadro, öğrencilerle ilişkilerinde böyle bir süreci bilinçsizce yeniden üretmenin en iyi garantisi olacaktır. İşte sizin en büyük zorluğunuz: Psikanalitik toplulukta üyelerinin yaratıcılığını engellemek için ne yapabilirsiniz? Neyse ki, uzun yıllara dayanan deneyimlerimiz bize, eğitim sürecinin psikanalitik topluluğun toplumsal yapısına hiyerarşik olarak genişletilmesinin kolayca başarılabileceği ve en etkili yöntem olabileceğini göstermiştir. Burada, özellikle faydalı olan şey, adayın enstitü mezunundan dernek üyesi, tam üye, eğitim analisti, eğitim komitesi üyesi ve/veya devam eden büyük bir seminerin sorumlusu olma yolundaki her aşamasında güçlü engellerin geliştirilmesidir. Güçlü siyasi gruplara bağlılığın, böyle bir gelişimi teşvik etmede gerçek mesleki veya bilimsel başarılardan daha önemli olduğunu açıkça belirtin. Bir adımdan diğerine geçme yollarının, toplumda sürekli bir güvensizlik ve paranoya havası yaratacak kadar belirsiz ve muğlak olduğundan emin olun. Her kademede ilerlemeyi belirlemek için sık sık gizli oylamalar yapın ve bu oyların grubunuzdaki siyasi süreçlerden etkilendiğine dair herkese açık bir mesaj verin.

      29. Her şeyden önce, bir eğitim analisti olmak için neyin gerekli olduğu, bu kararların nasıl, nerede ve kim tarafından alındığı ve bir eğitim analisti olarak kabul edilip reddedilmenin travmatik etkilerinden korkan birinin şikayetlerini gidermek için ne tür bir geri bildirim veya mekanizma bekleyebileceği konusunda gizlilik, gizlilik ve belirsizlik koruyun. Eğitim analistleri topluluğu, otorite ve prestij sahipleri olarak kendini ne kadar ayrı ve uyumlu tutarsa, seçim sürecinin engelleyici etkileri tüm eğitim kurumunu o kadar çok etkileyecektir. Bu, yalnızca adayları değil, tüm öğretim üyelerini ve tüm toplumu aynı çizgide tutmak için en güvenilir ve etkili aracınızdır.

      30. Adayların yaratıcılığını engelleyen kanıtlanmış yöntemleri tehdit edebilecek tehlikeli gelişmelerden şüphelenildiğinde, psikanalitik eğitimin temel amacının, öğrencilere yeni bilgi geliştirmek için bilineni edindirmek değil, psikanalizle ilgili kanıtlanmış bilgiyi edindirerek onun sulandırılmasını, çarpıtılmasını, bozulmasını ve kötüye kullanılmasını önlemek olduğunu unutmamak gerekir.

      Şunu asla unutmayın: Kıvılcım olan yerde yangın çıkabilir, özellikle de bu kıvılcım kuru odunun ortasında belirirse: Çok geç olmadan söndürün!

      Özet

      Yazar, adayların çalışmalarında yaratıcılığın teşvik edilmesi veya engellenmesiyle ilgili psikanalitik eğitimin biçimsel yönlerini ele almaktadır. Adayların yaratıcılığını engelleyen ve dolayısıyla psikanalitik eğitimdeki dikkatimizi gerektiren sorunları ortaya koyan psikanalitik enstitülerin otuz özelliğine değinmektedir. Bu özellikler arasında adayların kurumsal ilerlemesinin sistematik olarak yavaşlatılması, Freud’un temel makalelerinin tekrar tekrar ve sorgusuz sualsiz öğretilmesi, teorik yaklaşımlara ilişkin monolitik eğilimler, adayların psikanalitik topluluğun mesleki ve bilimsel faaliyetlerinden soyutlanması, psikanalitik öğretim üyeleri arasındaki hiyerarşik ilişkilerin vurgulanması, mezuniyet ritüelleri, adayların özgün katkılarının engellenmesi, enstitülerin entelektüel izolasyonu, kıdemli öğretim üyeleri tarafından klinik çalışmaların tam olarak sunulmaması, psikanalitik teknikle ilgili tartışmaların incelenmesinin ihmal edilmesi, öğretim üyeleri arasındaki ilişkinin ve adayların gereksinimlerinin “paranoyajenik” özellikleri, “konvoy” sistemi, psikanalizin bilimsel ve kültürel sınırlarının ve uygulamalarının incelenmesinin ihmal edilmesi ve eğitim analistlerinin atanması etrafındaki kurumsal çatışmaların etkileri yer almaktadır.

      Referanslar

      Arlow J.A. (1991). Address to the graduating class of the San Francisco Psychoanalytic Institute, 16 June 1990. Amer. Psychoanalyst, 25: 15-16, 21.

      Brotton R. (1994). Publication anxiety: conflict between communication and affiliation. Int. J. Psychoanal., 75: 1213-1224.

      Bruzzone M. et al. (1985). Regression and persecution in analytic training. Reflections on experience. Int. Rev. Psychoanal., 12: 411-415.

      Cremerius J. (1986). Alla ricerca di tracce perdute. Il “Movimento psicoanalitico” e la miseria della istituzione psicoanalitica. Psyche, 40: 1036-1091 (Ital. transl.: Psicoterapia e Scienze Umane, 1987, XXI, 3: 3-34).

      Cremerius J. (1987). Wenn wir also Psychoanalytiker die psychoanalytische Ausbildung organisieren, müssen wir sie psychoanalytisch organisieren! Psyche, 41, 12: 1067-1096 (Ital. transl.: Quando noi, psicoanalisti, organizziamo il training psicoanalitico, dobbiamo farlo in maniera psicoanalitica! Quaderni. Associazione di Studi Psicoanalitici, 1991, II, 3: 5-23 [part I and II], 4: 24-35 [part III]).

      Cremerius J. (1989). Analisi didattica e potere. La trasformazione di un metodo di insegnamento-apprendimento in strumento di potere della psicoanalisi istituzionalizzata. Psicoterapia e Scienze Umane, XXIII, 3: 4-27.

      Cremerius J. (1996). I limiti dell’autorischiaramento analitico e la gerarchia della formazione istituzionalizzata. Luzifer-Amor, 9, 17, 18: 68-83 (Ital. transl.:  Psicoterapia e Scienze Umanee, 1999, XXXIII, 3: 5-22).

      Dulchin J. & Segal A.J. (1982a). The ambiguity of confidentiality in a psychoanalytic institute. Psychiat., 45: 13-25.

      Dulchin J. & Segal A.J. (1982b). Third party confidences: the uses of information in a psychoanalytic institute. Psychiat., 45: 27-37.

      Giovannetti M. De Freitas (1991). The couch and the Medusa: brief considerations on the nature of the boundaries in the psychoanalytic Institution. Fifth IPA Conference of Training Analysts, Buenos Aires (unpublished).

      Green A. (1991). Preliminaries to a discussion of the function of theory in psychoanalytic training. Fifth IPA Conference of Training Analysts, Buenos Aires (unpublished).

      Infante J.A. (1991). The teaching of psychoanalysis: common ground. Fifth IPA Conference of Training Analysts, Buenos Aires (unpublished).

      Kernberg O.F. (1986). Institutional problems of psychoanalytic education. J. Am. Psychoanal. Ass., 4: 799-834. Also in: Kernberg, 1998, ch. 14, pp. 238-249 (Ital. transl.: Problemi istituzionali del training psicoanalitico. Psicoterapia e Scienze Umane, 1987, XXI, 4: 3-32).

      Kernberg O.F. (1992). Authoritarism, culture, and personality in psychoanalytic education. Journal of the International Association for the History of Psychoanalysis, 1992: 341-354. Also in: Kernberg, 1998, ch. 13, pp. 230-237.

      Kernberg O.F. (1998). Ideology, Conflict, and Leadership in Groups and Organizations. New Haven, CT: Yale University Press (Ital. transl.: Le relazioni nei gruppi. Ideologia, conflitto, leadership. Milano: Cortina, 1999).

      Kernberg O.F. (2001). “Some thoughts regarding innovations in psychoanalytic education”. Presentation at the International Psychoanalytic Association (IPA) Executive Council Meeting in Puerto Vallarta, Mexico, January 7, 2001 (Final Draft: January 30, 2001). Trad. it.: Alcuni pensieri sulle innovazioni nella formazione psicoanalitica. Psicoterapia e Scienze Umane, 2003, XXXVII, 2: 35-49.

      Kirsner D. (2000). Unfree Associations: Inside Psychoanalytic Institute. London: Process Press.

      Kirsner D. (2001). The future of psychoanalytic institutes. Psychoanalytic Psychology, 18, 2: 195-212 (Italian transl.: Psicoterapia e Scienze Umane, 2003, XXXVII, 2: 51-71).

      Lifschutz J.E. (1976). A critique of reporting and assessment in the training analysis. J. Amer. Psychoanal. Ass., 24: 43-59.

      Lussier A. (1991). Our training ideology. Fifth IPA Conference of Training Analysts, Buenos Aires (unpublished).

      Wallerstein R.S. (1993). Between chaos and petrification: a summary of the fifth IPA conference of training analysts. Int. J. Psychoanal., 74: 165-178.

      Otto F. Kernberg, M.D.

      New York Presbyterian Hospital-Cornell Medical Center, Westchester Division

      21 Bloomingdale Road

      White Plains, N.Y. 10605

      USA

      Tel.: 914-997-5714

      E-Mail: okernber@med.cornell.edu

      Copyright © Institute of Psycho-Analysis, London

    1. Aktarım ve Karşıaktarım (8. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 8. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      Psikoterapi, ilişkisel bir bağlamda gelişir: hasta ve terapist ilişkiye kendi kişisel güdülerini ve ihtiyaçlarını getirir. Terapötik ilişki, tüm ilişkiler gibi, arzu ve bilinçli ile bilinçdışı fantazilerimizle (phantasy) yoğrulmuştur. İlişki her zaman “hareket halinde”dir (Lyons-Ruth, 1999). Özellikle analitik literatür, bu özgün karşılaşmanın iniş çıkışlarını anlamaya olanak tanıyan zengin bir çerçeve sunar.

      Teknikteki önemli ilerlemeler, nesne ilişkileri yaklaşımları sayesinde mümkün olmuştur. Bu gelişmeler, yaşamsal önemde bir olgunun fark edilmesinden doğar: hastanın güçlüklerine dair en değerli içgörüler, hastanın halihazırdaki nesneleriyle -ve en az bunun kadar önemlisi, seansta terapistiyle (yani aktarım (transference))- kurduğu ilişkiyi incelemekle elde edilir. Hastanın terapistle ilişkisine dikkatle bakmak, halihazırdaki, nesne ilişkilerinin içsel dünyasından süzülerek kendine özgü bir biçimde okunmasını açığa çıkarır. Bu, şimdiyi geçmiş üzerinden okumak değil; tersine, aktarımı, halihazırdaki duyguların, fantezilerin ve kendiliğin parçalarının terapistle ilişkide dışsallaştırıldığı bir süreç olarak ele alır. Bu, terapistin, içselleştirilmiş erken gelişimsel modellerin -belli ölçüde projektif süreçlerle değişime uğramış- ilişkisel sonuçlarını deneyimlemesine imkân tanır. Bu anlamda aktarım içinde çalışmak, şimdiki anın anlamla yüklü olduğunu kavramamıza olanak verir ve onun çözümlemesi, ruhsal değişime doğru bir “kral yolu (royal road)” sunar.

      Birçok terapist için, “şimdi ve burada” aktarımının yorumlanması tekniğin merkezindedir. Bu, hasta ile terapist arasındaki etkileşimlerdeki “hareket ve etkinliği” kavramsallaştırmanın bir yoludur (Joseph, 1985: 447). Buna uygun olarak, terapistin dikkati öncelikle hastanın zihin durumundaki küçük değişimleri izlemeye ve hastanın, içsel ve dışsal nesnelerini kullanarak güvenle yaşayabileceği -kimi zaman gelişimi ciddi biçimde sınırlayan ve kısıtlayan- bir dünya kurma biçimine yoğunlaşır (Steiner, 1993). Bu çalışma birden çok “düzeyde” gerçekleşir (Roth, 2001) ve bunun sonucunda terapistin kaçınılmaz olarak yaşayabileceği sahnelemelerin dikkatle izlenmesini gerektirir (Steiner, 2000).

      Önceki dönemlerde görülen, “Beni mi kastediyorsunuz” türünden karikatürize etme ve aşırı yorumlama eğilimi, giderek daha sofistike ve farklılaşmış bir yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde, yorumların zamanlaması ve sıklığının önemine, aktarım odaklı çalışmaya hastanın an be an gösterdiği toleransın değerlendirilmesine (Rosenfeld, 1983) ve aktarım dinamiklerine yorumlamada en faydalı biçimde nasıl yaklaşılabileceğine (örneğin terapist-merkezli yorumların kullanımı; Steiner, 1993) dikkatle özen gösterilmektedir.

      Bu bölüm, aktarım bağlamında çalışmaya ve karşıaktarımı müdahalelerimize yön vermek için nasıl kullanabileceğimize odaklanacaktır. Öncelikle farklı ama ilişkili kavramların tanımlarını ve aralarındaki ayrımları gözden geçireceğiz. Ardından, aktarım bağlamında çalışmanın neyi içerdiğini ve müdahalelerimize yön vermek için karşıaktarımı nasıl kullanabileceğimizi daha yakından inceleyeceğiz.

      Aktarım1

      1Freud, tüm insan ilişkilerinin çocukluk aktarımından izler taşıdığına inanıyordu. Bu bölümün amacı, gündelik yaşamda aktarımın varlığına ilişkin ampirik kanıtları gözden geçirmek değildir. Ancak şunu söylemek yeterlidir ki, önemli bir ötekinin zihinsel temsili, yeni biriyle karşılaşma yoluyla tetiklenebilir ve bu da o kişi hakkında gerçekte bildiklerimizin ötesine geçen çıkarımlar yapmamıza neden olabilir. Bu tetiklenme süreci bilinçdışı olarak da gerçekleşebilir (bkz. Glassman & Andersen, 1999).

      “Psikanalitik gözlem” diye yazar Bion, “ne olmuş olanla ne de olacak olanla ilgilidir; onun ilgilendiği, olmakta olandır” (1967: 17). Bu durumun en açık göründüğü yer, aktarımda çalışmaya [working in the transference] yönelik analitik odaktır. Psikanalizde uzun zamandır, terapist ile hasta arasında gelişen son derece özel ilişki ön plandadır. Bu ilişkinin kendine özgü yanları, aktarım ilişkisinin kavramsallaştırılmasını ele aldığımızda en belirgin hâlini alır.

      Freud, aktarım terimini ilk kez 1905’te, kendi hastalarıyla yaptığı çalışmaları rapor ederken kullandı. Hastanın kendisine olan bağlılığındaki değişikliklerin farkına vardı; bu değişiklikler, güçlü olumlu ya da olumsuz duyguların deneyimiyle karakterize ediliyordu. Bu duygular, bir “yanlış bağlantı”nın (false connection)sonucu olarak ortaya çıkan “aktarım” olarak değerlendirildi. Freud, analiz sürecinde uyarılan eski dürtü ve fantezilerin “yeni baskılar”ı (new editions) olarak aktarımı görmeye başladı; burada terapist, hastanın geçmişindeki daha önceki bir kişinin yerini alıyordu. Freud’u izleyenler, analitik görevi esasen bir aktarım regresyonunu2 (transference regression) teşvik etmek, böylece hastanın infantil nevrozu temelinde bir aktarım nevrozu3 (transference neurosis) kurmak olarak gördüler. Terapist duygusal önem kazandığında ve aktarım arzularının hedefi hâline geldiğinde ise, bu arzuları doyurmaya direnç gösterdi. Bu hayal kırıklığının, yoğun duygulanımlara yol açtığı ve böylece hastanın çatışmalarının daha açık bir biçimde ortaya çıktığı, dolayısıyla terapist tarafından yorumlanabildiği söylenirdi.

      2Klasik Freudçular ve ego psikologları, genel olarak, bu görüşü sürdürme eğilimindedirler.
      3Aktarım nevrozu, nevrotik semptomların kökenlerine ulaşmak amacıyla aktarımda çocukluk nevrozuna yönelik bir regresyondur.

      Freud (1912), aktarımın terapötik durum tarafından yaratılmadığını; yalnızca açığa çıkarıldığını açıkça belirtmiştir. Çoğu psikanalitik terapist bu görüşe katılır ve terapistin etkinliğinin yalnızca aktarımın görünür biçimlerini şekillendirdiğini, ayrıca hastanın zihninde zaten oluşmuş olan idealleştirme eğilimlerinin ya da otoriteyle ilişkilerinin, terapistle etkileşime girdiğinde açığa çıkmasına imkân veren bir bağlam sağladığını öne sürer.

      Klasik Freudcu konumda terapist, aktarımı Freud’un yineleme zorlantısı (repetition compulsion) kavrayışıyla uyumlu olarak geçmişin bir tekrarı olarak anladı. Bu, bastırılmış erken dönem deneyimlerin sözlü olarak aktarılamayacağına dair Freud’un inancını yansıtıyordu. Freud’un öne sürdüğü üzere, bu deneyimler bunun yerine eyleme dökülür; yani, zorlantılı biçimde yinelenen davranışlara aktarılır.

      “Hasta, eskiden ebeveynlerinin otoritesine karşı meydan okuyan ve eleştirel olan biri olduğunu hatırladığını söylemez,” diye yazmıştı Freud:

      Bunun yerine doktora karşı öyle davranır. …Bazı cinsel etkinliklerden dolayı yoğun biçimde utandığını ve bunların ortaya çıkmasından korktuğunu hatırlamaz, ama şu anda başlamış olduğu tedaviden utandığını açıkça belli eder ve bunu herkesten gizlemeye çalışır. …Bu, onun hatırlama biçimidir.

      (1914: 150)

      Dolayısıyla aktarım, belleğe karşı bir direnç olarak anlaşılıyordu; çünkü belleği devre dışı bırakarak onun yerine arzuların ve çatışmaların terapistle ilişkide yeniden eyleme dökülmesine yol açıyordu.

      Freud’dan bu yana aktarım teriminin kullanımı genişletilmiştir (Sandler ve diğerleri, 1973). Günümüzde bazı terapistler, hastanın terapistle ilişkisinin tüm yönlerini aktarım olarak görmektedirler (Joseph, 1985). Bu yaklaşıma sıklıkla, Strachey’nin (1934) ilk kez dile getirdiği, en dönüştürücü yorumların aktarım yorumları olduğuna dair inanç eşlik etmektedir. Görünüşe göre terapistler, bu meselede kendilerini genel olarak konumlandırdıkları bir süreklilik üzerinde yer almaktadırlar. Bu [spektrum], “toplam aktarım”a (total transference) (Joseph, 1985) inanan ve neredeyse yalnızca şimdi ve burada aktarım yorumuna odaklananlardan, ilişkisinin gerçek ve çarpıtılmış yönleri arasında açık bir ayrım yapanlara ve müdahale yelpazeleri arasında aktarım dışı (extra-transference) olarak isimlendirilen yorumları (örneğin, yeniden yapılandırıcı yorumlar) da içerenlere kadar uzanmaktadır (Hamilton, 1996). Çoğunlukla Klein’ci klinisyenlerden oluşan ilk grup için aktarım, “sadece geçmişten gelen eski tutumların, olayların ve travmaların bir yinelenmesi değildir; o, bilinçdışı fantezinin şimdi ve burada dışsallaştırılmasıdır” (Hinshelwood, 1989: 15). Bu, aktarımın Freudcu kavramsallaştırmasıyla karşılaştırıldığında önemli bir farklılıktır; çünkü bu yaklaşım, aktarımın yalnızca hastanın geçmişteki önemli figürlerle ilişki kurma örüntülerinin bir yinelenmesi olmadığını öne sürer; daha ziyade, hastanın iç dünyasının, terapiste ve analitik ortama yönelik bütüncül tutumunda açığa çıkması olarak görülür. Şimdi ve burada eyleme dökülen şey, içselleştirilmiş bir nesne ilişkisidir; örneğin, biz, hastanın deneyiminde onu aşağılayan eleştirel bir öteki haline geliriz.

      Başlangıçta Freud, terapisti hastanın üzerine (onto) yansıttığı bir ayna olarak kavramsallaştırmıştı. Günümüzde ise sıkça, hastanın terapistin içine (into) yansıttığından söz ederiz. Bu, önemli bir anlayış değişikliğini işaret eder; öyle ki artık yalnızca hastanın terapisti algısının çarpıtıldığı ve bu nedenle terapiste yönelik davranışlarının bu çarpıtmaya dayandığı söylenmekle kalmaz, aynı zamanda hastanın, fantezi (phantasy) düzeyinde, terapistin zihni üzerinde de etkili olduğu, terapistin içine yansıtarak terapistin kendisinin de bu yansıtmadan etkilenebileceği kabul edilir. Bu, önceki bölümde tanıtılmış olan yansıtmalı özdeşim (projective identification) düşüncesidir.

      Aktarımı, geçmişi temel alarak şimdinin yanlış okunması olarak gören Freud’un aksine, farklı kuramsal yönelimlere sahip birçok çağdaş uygulayıcı, aktarımı artık hastanın mevcut duygulanımlarının ve kendiliğinin parçalarının terapistle ilişkiye dışsallaştırıldığı bir süreç olarak anlamaktadır. Bu, iyi huylu, olumlu duygular ve fantezilerle yüklü nesne ilişkilerinin yansıtılmasını, yani olumlu aktarımı (positive transference), ve daha düşmanca duygular ve fantezilerle yüklü olanların yansıtılmasını, yani olumsuz aktarımı (negative transference) içerir.

      Günümüz analitik uygulamalarında şimdi ve burada aktarım yorumu baskın durumdadır. Ancak buradan, aktarımın tarihsel boyutlarına hiç dikkat edilmediği sonucunu çıkarmak hatalı olur. Hastanın geçmişine dair bağlantılar, tüm terapistler tarafından farklı derecelerde kurulmaktadır. Bununla birlikte, üç psikanalitik grubu da kapsayan birçok çağdaş terapist için aktarım bağlamında çalışmak, esasen hastanın terapistle ilişkisi bağlamında ortaya çıkan bilinçdışı fantezilerin incelenmesini içerir; geçmişe yönelik aşırı sık, “genetik” ya da yeniden yapılandırıcı diye isimlendirilen bağlantılara başvurmadan.

      Karşıaktarım

      Karşıaktarım (countertransference), terapistin hastasına yönelik duygusal tepkilerini açıklayan olgu, çeşitli biçimlerde tanımlanmıştır. Freud’un döneminde terapistler, hastaya yönelik duygusal tepkilerini kendi “kör noktaları”nın bir yansıması olarak görmüşlerdir. Freud, 1912’de, terapistin şöyle davranması gerektiğini ifade etmiştir:

      bir cerrah gibi, kendine ait tüm duyguları -insani sempati duygusu da dahil- bir kenara bırakmalı ve zihnini tek bir amaca, yani operasyonu olabildiğince ustalıkla gerçekleştirme amacına yoğunlaştırmalıdır.

      Duygularının müdahalesi olmaksızın pürüzsüz bir ameliyat yapan cerrah metaforu, birçok terapistin içselleştirdiği analitik kişiliği derinden şekillendirmiştir; bu kişilik, perhiz, anonimli̇k ve tarafsızlık kurallarının zırhıyla desteklenmiştir (bkz. Bölüm 3). Günümüzde bile bazı ego psikologları arasında, terapistin duygusal tepkileri esasen terapistin çözümlenmemiş sorunlarının bir işareti olarak değerlendirilmeye devam etmektedir. Terapistin, kör noktalarını izleyip daha ileri düzeyde analiz edebildiği sürece, hastanın bilinçdışının nesnel gözlemcisi ve yorumlayıcısı olarak işlev görmekte özgür olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte, karşıaktarımın terapistin kör noktalarının yol açtığı teknik hatalarla sınırlandırılmasıyla, Freud’un ve ego psikologlarının terapötik durumda “terapistin öznelliğinin her yerde varlığı”nı (Dunn, 1995: 725) göz ardı ettikleri öne sürülmüştür.

      Terapistin duygusal tepkilerine yönelik bu çarpık tutumu düzelten, Heimann’ın (1950) çalışması olmuştur. Heimann, terapistin hastasına yönelik duygusal tepkisini bir engel değil, teknik bir araç olarak değerlendiren farklı bir karşıaktarım anlayışına dikkat çekmiştir. Bu bakış açısı, günümüz çağdaş uygulamalarını derinden etkilemiştir. Bion’un (1967), klinik durumda “hafızanın ve arzunun”4 (memory and desire) cazibesine direnilmesi ve elimizdeki tek “gerçekler (facts)” olarak duygusal deneyimimize dayanılması yönündeki çağrısı, karşıaktarıma hastanın zihni hakkında ayrıcalıklı bir bilgi kaynağı olarak verilen çağdaş önemi işaret etmektedir. Bu yaklaşım, kendi duygusal tepkilerimiz aracılığıyla, hastanın zihin durumuna ilişkin bilgiye, bu bilginin açıkça sözel olarak iletilmesine gerek kalmaksızın erişebildiğimiz anlamına gelir. Yıllar içinde, karşıaktarımın tekniğe müdahale eden bir şey olarak görülmesinden, terapistin bu tür tepkilerinin hastanın bilinçdışı iletilerini anlamanın bir yolu olarak değerlendirilmesine doğru belirgin bir kayma yaşanmıştır; böylece bu tepkiler, mevcut malzemenin analitik yorumlarına doğrudan rehberlik eden bir işlev üstlenmiştir.

      4Bion, belleğin yanıltıcı olduğunu çünkü bilinçdışı süreçler tarafından çarpıtılmaya açık bulunduğunu, iyileştirme arzusunun ise hastayı gözlemleme ve anlama kapasitesine müdahale ettiğini ileri sürmüştür.

      Klein’cı perspektiften ve birçok nesne ilişkileri perspektifinden bakıldığında, karşıaktarım, kaynağı ne olursa olsun terapistin hastaya yönelik tüm tepkilerini kapsar; bu da terapistin öznelliğine daha fazla hoşgörü tanınmasına olanak sağlar. Bu yaklaşımlarda görevimiz, bir yandan hasta için kimi temsil eder hale geldiğimizi ve herhangi bir anda hangi içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin harekete geçtiğini anlamak, diğer yandan da bu yansıtmaların dışına çıktığımızda kim olduğumuzla bağlantıyı sürdürmektir. Ancak hepimizin bildiği gibi bu, söylemesi kolay fakat uygulaması zor bir durumdur; çünkü Dunn’ın belirttiği gibi:

      terapistin hastanın psişik gerçekliğine ilişkin algıları da bilinçdışı fantezi merceği aracılığıyla kurulmakta ve bu mercek tarafından çarpıtılmaktadır. Terapistin nesnel bir gözlemci olduğu, yalnızca hastanın aktarımını yansıttığı varsayımı savunulamazdır.

      (1995: 725)

      Gerçekten de, duygusal tepkilerimizi hastanın bilinçdışı iletişimine bir yanıt olarak ortaya çıkanlardan, bizim sözde nevrotik tepkilerimizden güvenilir biçimde nasıl ayırabileceğimizi görmek güçtür. Kernberg’in hatırlattığı gibi:

      Terapi durumunda terapistin hastaya yönelik bilinçli ve bilinçdışı tepkileri, hem hastanın gerçekliğine hem de aktarımına bir yanıt olduğu kadar, terapistin kendi gerçeklik gereksinimlerine ve nevrotik gereksinimlerine de bir yanıttır. Bu yaklaşım aynı zamanda bu duygusal tepkilerin derinden kaynaşmış olduğunu da ima eder.

      (1965: 49)

      Herhangi bir terapötik ilişki sürecinde, hastalarımızla geçici ve kısmi özdeşimler yaşayacağız; ancak taahhüdümüz, onlarla bir “öteki” olarak ilişki kurmak ve onları kendimizle karıştırmamaktır. Bu ise, hem bizde hem de hastada işleyen bilinçdışı güçler tarafından belirlenen etkileşimde, kendi yansıtmalarımızı dikkatle izlememizi gerektirir. Heimann, bunun neden böyle olduğuna dair açık bir açıklama sunar:

      Zihin …varoluşu boyunca içeatım (introjection) ve yansıtma (projection) gibi temel ve asli süreçleri kullanarak uyum sağlar ve ilerler.… Bu içe alma ve dışa atma, organizma ile dış dünya arasında etkin bir etkileşimden oluşur; özne ile nesne arasındaki tüm ilişkinin temeli bu örüntüye dayanır …son çözümlemede birbirimizle olan tüm karmaşık ilişkilerimizin dibinde bunu bulabiliriz.

      (1943: 507)

      Daha belirgin olarak, hasta kendiliğinin istenmeyen yönlerinden kurtulmak için yansıtmalı özdeşimden yararlanır. 6. Bölüm’de gördüğümüz üzere, yansıtmalı özdeşim, “hastanın bilinçdışından terapistin bilinçdışına uzanan ve zihinsel içeriklerin doğrudan birinden diğerine aktarılmasını kolaylaştıran bir tür hat” varsayar (Jacobs, 2001: 6). Kavram ilham verici ve klinik açıdan son derece yararlı olmakla birlikte, “rezonansın yeniden üretimle aynı şey olmadığı” gerçeğini gözden kaçırmamak önemlidir (Jacobs, 2001). Başka bir deyişle, hastanın bize yansıttıkları ve içimize yerleştirdikleri, kişisel deneyimlerimiz ve fantezilerimiz tarafından değişikliğe uğrayacaktır. Dolayısıyla hiçbir zaman hastanınki “ile aynı” olamaz, ancak hastanın deneyimine dair yaklaşık bir his vererek onu daha iyi anlamamıza hizmet edebilir.

      Karşıaktarım, artık birçok klinisyen tarafından -hatta çoğu tarafından- terapötik değişimin dayanak noktası olarak görülmektedir. Ancak bu konum potansiyel olarak sorunludur. Freud’un karşıaktarımı, terapistin kendi kör noktalarını yansıtan ve bu nedenle daha kişisel bir analiz için ipucu işlevi gören bir olgu olarak kavrayışından uzaklaşırken, elimizde kötüye kullanıma açık bir kavram kalmıştır. Eğer hissettiklerimiz ve zaman zaman sergileyebileceğimiz davranışlar daima hastanın yansıtmalarıyla ilişkilendirilerek anlaşılabilirse, bu durumda kendi tarafımızdan eyleme dökmeyi oluşturan davranışları açıklayıp geçmek için elverişli bir yol ortaya çıkar. Ayrıca, duygusal tepkilerimizin önemi kimi zaman öylesine vurgulanmıştır ki, hastanın gerçek deneyimi ve seans sırasında aktardıkları göz ardı edilmiştir:

      Henüz on beş yıl öncesine kadar birçok terapist, hastalara ilişkin kendi duygularını tartışmaya isteksizdi; bu duygular nedeniyle eleştirilebileceklerinden ve bunların kötü bir terapötik uygulamanın göstergesi sayılacağından korkuyorlardı. Bugünkü durum ise tamamen farklıdır. Hatta bazen terapistleri, hastanın getirdiği malzemeyi tartışmaya yönlendirmek zor olur; çünkü tersine, kendi hissettiklerinden ve hasta hakkında ne düşündüklerinden söz etmektedirler.

      (Giovacchini, 1985: 447)

      Karşıaktarım, hastanın bilinçdışına giden yararlı bir yol olsa da, bu o kadar vurgulanmıştır ki, karşıaktarım tepkilerinin hastayı anlamamıza engel olduğu durumlar ihmal edilmiştir. Örneğin, kendini yeterli hissetmeyen ya da hastalarına zarar verme konusunda kaygı duyan terapistlerin, tedaviyi yarıda bırakan hastalara sahip olma eğiliminde olduklarına dair bazı kanıtlar vardır (Vaslamatzis ve diğerleri, 1989). Benzer şekilde, kendi saldırganlıklarıyla çatışma yaşayan ve kayıpla ilgili zorlukları olan terapistler, kısa süreli terapide daha fazla sorun deneyimleme eğilimindedirler (Ursano & Hales, 1986). Dolayısıyla, karşıaktarımın Freud’un ilk anlamında, bizim kendi çözümlenmemiş sorunlarımızın hastaya yardımcı olmamızın önüne geçtiği açıktır.

      Dolayısıyla, karşıaktarımın daha çağdaş kullanımında, analitik çalışmayı hem kolaylaştırabileceği hem de potansiyel olarak engelleyebileceği söylenebilir. Terapistler olarak, ne hastanın gerçeklik testinin ötesinde olduğumuzu ne de hata yapmaktan muaf olduğumuzu unutmamakta fayda vardır. Terapötik çalışma bize hastalarımıza yardımcı olma fırsatları sunduğu gibi, kendi gereksinimlerimizi, özellikle beğenilme, ihtiyaç duyulma ya da kurtarıcı olma gereksinimlerimizi doyurma fırsatları da sunar:

      Analizde, tıpkı yaşamda olduğu gibi, daima var olan güçler olarak işleyen doğal ve normal öz-değer (self-esteem) gereksinimlerimiz, zaman zaman terapist için önemli bir zorluk kaynağı oluşturabilir.

      (Jacobs, 2001: 667)

      Jacobs (2001), hastaların sıklıkla, savunmacı nedenlerle karşıaktarım unsurlarına (yani terapistin gereksinimlerine ve çatışmalarına) ilişkin doğru algılarını bastırdıklarını, inkâr ettiklerini ya da akla uygun hale getirdiklerini ve bu konuda terapistleriyle yüzleşmediklerini öne sürmektedir. Jacobs, algının aktarım ve yansıtmalı özdeşim süreçlerinden süzülerek geçmesine rağmen, hastanın yine de davranışlarımızın bazı yönlerini doğru biçimde algılayabileceğini faydalı bir biçimde hatırlatır.

      Yanlış kullanıldığında karşıaktarım kavramı, kendi çözümlenmemiş çatışmalarımızı hastaya boşaltmamıza izin veren bir araç haline gelir. Bununla birlikte, düşünceli ve dürüst bir yaklaşımla ele alındığında, hastaya yönelik duygusal tepkilerimiz, hastanın sözel olarak dile getiremeyeceklerine dair yararlı kılavuzlardır. Bunlar, bize hastanın zihinsel durumu ve anlık gereksinimleri hakkında önemli bilgi kaynakları sunar. Hastanın güçlüklerine ilişkin formülasyonumuz ve hasta ile geliştirdiğimiz terapötik ilişkinin öyküsüyle birlikte ele alındığında, bu tepkiler nihai yorumlarımız için bir kanıt kaynağı oluşturur.

      Somatik Karşıaktarım

      Terapistler olarak bizler her zaman soma (soma) ile psişe (psyche) arasındaki sınırda çalışırız. Dünyaya dair deneyimimiz kaçınılmaz olarak bedenimizin kendine özgü bakış açısından dolaylı biçimde şekillenmiş olduğundan [Yani dünyaya dair deneyimimiz, doğrudan değil, bedenimizin sınırları, duyuları ve özellikleri aracılığıyla gerçekleşir.], beden ile zihin arasındaki ilişkiyi anlamak için gerçek ve muhayyel bedenin (real and imagined body) sınırında, tek bir beden ile iki ya da daha fazla bedenin sınırında düşünmek zorundayız. Gerçekten de, terapistin bedeni, özellikle bedenin bir şekilde değişikliğe uğradığı durumlarda -örneğin hastalık yoluyla ya da daha sıradan biçimlerde, görünümdeki yüzeysel değişikliklerle (örneğin saç kesimi)- hastanın çağrışımları ve fantazileri için güçlü bir katalizör işlevi görür.

      Nesneden istikrarlı bir ayrım kurmakta ve sürdürmekte güçlük yaşayan hastalar, genellikle belirgin simgeleştirme zorlukları sergilerler ve terapistin bedenine güçlü bir şekilde yansıtma yapabilirler -psikotik hastalarla ve otistik çocuklarla çalışan terapistlerin de sıkça gözlemlediği gibi. Terapistin buna bağlı somatik karşıaktarımsal tepkileri, sözel ifadelere uğramadan bedende bırakılan yansıtmalı süreçlerin bir sonucu olarak anlaşılabilir. Somatik karşıaktarım (somatic countertransference) ile kastettiğim, terapistin bedende huzursuzluk hissetmesi; nefeste değişiklikler yaşaması; yorgun, uykulu ya da huzursuz hissetmesi; kaşıntı ya da bulantı hissetmesi gibi çok çeşitli duyusal ve devinsel deneyimlerdir.

      Somatik karşıaktarımın altta yatan mekanizmalarını anlamak için nörobilimsel araştırmalara yönelmenin yararlı olduğunu gördüm. Günümüzde motor sistem artık yalnızca icracı bir role indirgenmemektedir; bunun çok daha karmaşık olduğu, görsel, işitsel ve dokunsal alanlarla yakından bağlantılı önalın ve parietal alanların bir mozaiğinden oluştuğu düşünülmektedir. Bunun bir sonucu olarak, algının doğrudan eylemin dinamiklerine gömülü olduğu görülmektedir. Ayna nöronları bunu örnekler; çünkü başkalarının eylemlerinin ve hatta niyetlerinin tanınmasının, ilk aşamada motor kaynaklarımıza bağlı olduğunu gösterirler. Basitçe ifade etmek gerekirse, ayna nöronlarının keşfi, düşüncenin devinim-içideki-bedenden (body-in-movement) kaynaklandığını ortaya koymaktadır.

      Vittorio Gallese ve meslektaşlarının çalışmaları, bedensel karşıaktarımı anlamamız açısından özellikle önemlidir. Gallese (2007) şunu ileri sürmektedir:

      Sosyal biliş (social cognition) yalnızca ‘sosyal üstbiliş (social metacognition)’ değildir; yani başkasının zihninin içeriğini soyut temsiller aracılığıyla açık biçimde düşünmekten ibaret değildir. Aynı zamanda kişilerarası ilişkilerin deneyimsel bir boyutu vardır; bu boyut başkalarının gerçekleştirdiği eylemlerin anlamını, onların yaşadıkları duyguları ve hisleri doğrudan kavramayı mümkün kılar. Sosyal bilişin bu boyutu, bedende cisimleşmiştir; çünkü yaşanmış bedenimize dair sahip olduğumuz çok yönlü deneyimsel bilgi ile başkalarına dair edindiğimiz deneyim arasında aracılık eder.

      (s. 16; italikler eklenmiştir)

      Gallese, eyleme ilişkin yansıtma mekanizmasının ve beynimizdeki diğer yansıtma mekanizmalarının, bedenleşmiş simülasyonun tezahürleri olduğunu öne sürmüştür. Bedenleşmiş simülasyon (embodied simulation), her şeyden önce Gallese’nin “bedenlerarasılık (intercorporeity)” olarak adlandırdığı olgu biçiminde görülen, deneysel temelli yeni bir öznelerarasılık kavrayışı sunmaktadır. Eylemler, duygular ve hislerle ilişkili beden durumlarının içsel, dilsel olmayan temsilleri, gözlemcide sanki gözlemlenen kişiyle benzer bir eylemi gerçekleştiriyor ya da benzer bir duygu veya his yaşıyormuşçasına harekete geçirilir.

      İzomorfik bir format aracılığıyla, başkalarının eylemlerini kendi motor temsillerimize, başkalarının duygularını ve hislerini ise kendi vissero-motor (viscero-motor) ve somatosensoriyel (somatosensory) temsillerimize eşleyebiliriz. Gallese’ye göre, bizim ve diğer primatların beyinleri, bize doğrudan başkalarının zihinlerine dair içgörü kazandıran temel işlevsel bir mekanizma olarak bedensel simülasyonu geliştirmiş görünmektedir; bu da başkalarıyla empati kurma kapasitemizi ve ek olarak, zihinselleştirme kapasitemizi mümkün kılmaktadır.

      Analitik duruma geri dönersek, terapistler olarak biliriz ki hastanın “bedensel zihin durumları (bodily states of mind)” (Wrye, 1997) kaçınılmaz olarak bizim bedensel zihin durumlarımızı etkiler ve onlardan etkilenir: hasta beden aracılığıyla iletişim kurar ve terapist bu iletileri kendi bedeninin içinde alır. Ancak bu, hastanın deneyimlediklerinin özdeş bir yansıması olarak kabul edilemez; çünkü terapist tarafından alım sürecinde, yansıtılan şey aynı zamanda terapistin kendi iç dünyası tarafından da değiştirilir (Arizmendi, 2008).5

      5Bilinçdışı devinsel, duygulanımsal bellek ve fantezi süreçleri arasındaki son derece karmaşık ilişki, bu bölümün kapsamının ötesindedir.

      Günümüzde terapistin kendi öznelliğinin kaçınılmazlığı, birçok farklı ekolden terapistler tarafından kabul edilmektedir (bu “olgu”nun teknik sonuçları ekoller arasında çok farklı biçimlerde ele alınsa da). Bu öznellik, bedensel bir boyut içerir ve terapistin fiziksel varlığı ile onun bedenselliğinin katkıda bulunduğu duygusal atmosfer aracılığıyla ifade bulur. Bu nedenle, terapistin, bir-bedende-var-oluşun (being-in-a-body) kendisi için ne anlama geldiğiyle bağlantıda olması zorunludur. Bedensel doğamız hepimiz için güçlükler barındırır ve bedensel karşıaktarım aracılığıyla terapist ile hasta arasında gerçekleşenleri yakalamanın yaşamsal bir kaydını sunar. Analitik çalışma, yalnızca hastanın bedenini değil, aynı zamanda kendi bedenimizi de akılda tutmamızı ve bedene dayalı “kör noktalarımızı” izlememizi gerektirir.

      Sözel ifadelere uğramadan işleyen simgesel öncesi (pre-symbolic) iletişim biçimlerini düşündüğümüzde, klinik durumda eyleme dökme olasılığının her zaman geniş olduğunun hemen farkına varırız; çünkü burada, hastanın ve terapistin kendi bedensel deneyimini sembolik olarak işleme kapasitesinin geçici olarak bozulabileceği bir durumda, simgesel öncesi işleyiş alanındayız. Bu tür bedensel deneyimlerin, Bion’un (1967) ifadesini ödünç alırsak, “bir düşünen ile düşünülenler (thoughts with a thinker)” haline gelmesi ve sonunda hastayla paylaşılması gerekir; böylece sembolleştirme kapasitesinin gelişimini destekler.

      Terapötik İttifak ve Sözde Gerçek İlişki

      Aktarım ve karşıaktarım kavramları, Freud’un en önemli ve ilham verici katkılarından birini temsil eder: o, hastayla duygusal bir ilişkinin varlığını fark eden ilk terapist olmuştur. O zamandan bu yana klinisyenler, klinik çalışma sürecinde ortaya çıkabilecek karmaşık yansıtmalara karşı uyarılmışlardır. Bu kavramlar yararlıdır, ancak uygulamada kimi zaman bir aktarım ya da karşıaktarım tepkisini, hastanın terapiste tepkisinden ya da terapistin hastanın gerçek yaşam deneyimlerine dair anlatısına verdiği duygusal ve/veya gerçekçi bir tepkiden ayırt etmek güç olabilir. Bu kavramlar ele alınırken, bu nedenle, terapötik ittifak (therapeutic alliance) ve “gerçek (real)” ilişkiyle ilgili kavramların incelenmesi önemlidir.

    2. Psikososyal Öykü Alma ve Yaygın Psikolojik Bozukluklara Yönelik Tarama (5. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?‘ın [Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum?] 5. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      Doğru bir tanıya ulaşmak ve etkili bir tedavi planı oluşturmak amacıyla, hastanın çocukluğu, kültürel kimliği ve sonraki gelişimi ile madde kullanımı, anksiyete bozuklukları, travma, psikotik belirtiler ve manik ataklar hakkında ilgili öykünün toplanması önemlidir.

      ÜÇÜNCÜ SEANSIN BAŞLANGICI

      Psikiyatrik değerlendirme seanslarını pek sevdiğim söylenemez. Süreç içinde yürütülen tedavi ise farklıdır. Bir hastayla zaman içinde çalışmak, onun en yakıcı ve mahrem meseleleri üzerinde birlikte düşünmek özel bir ayrıcalıktır. Buna karşın konsültasyon seansları biraz zahmetlidir; çünkü kısa sürede çok fazla bilgi toplamam gerekir. Konsültasyon sürecini tamamen atlamak istediğim zamanlar olmuştur, ancak şimdi kapsamlı bir değerlendirmeyle başlamanın etkili bir psikoterapi için en iyi yol olduğunu kabul etmiş durumdayım. Neyse ki, bu bölümde gözden geçirilen soruları tamamladığımda sürecin yarısından fazlasını geride bırakmış olurum.

      Sallie’nin birinci ve ikinci ziyaretlerinin kısa bir özeti: Birinci seansta, Sallie’nin temel meselesine odaklandım ve görüşmeyi yalnızca intihar riski ve güvenlik gibi ruhsal durum muayenesinin en acil kısımlarını değerlendirmek üzere yönlendirdim -hasta cinayete dair bir niyet taşımıyorsa ya da açık şekilde psikotik değilse. İkinci seansta ise daha yapılandırılmış bir yaklaşım benimsedim ve Sallie’ye mevcut depresif belirtileriyle geçmişteki psikiyatrik ve tıbbi öyküsü hakkında sorular yönelttim.

      Özel muayenehanemde, bu tür uzun süreli bir konsültasyon sunma esnekliğine sahibim. Bu yaklaşımı tercih ediyorum çünkü terapötik ittifakı kurma gerekliliği ile klinik açıdan önemli bilgileri toplama ihtiyacı arasında en iyi dengeyi sağlıyor. Klinik ortamımda ise üç seanstan oluşan bir konsültasyon süreci yürütme lüksüm yok; ancak benzer bir yaklaşımı takip ediyorum ve gerekli bilgileri 90 dakikalık tek bir değerlendirme seansı sırasında topluyorum. (Sallie’nin konsültasyon özeti ve ruhsal durum muayenesi için 6. Bölüm’deki Şekil 6.1’e bakınız.)

      3. seansta, ilk soru turum Sallie’nin gelişimsel öyküsüne odaklanacaktır. Görüşme öncesinde, elimde halihazırda bulunan bilgileri gözden geçiririm ve hâlâ ele almam gereken soruları özellikle not ederim. 4.1 Numaralı Örnek’te özetlenen stratejiyi kullanarak, seansın ilk 10 dakikasında Sallie serbestçe konuştuktan sonra onu nazikçe bölerim; bunu yaparken, empatik bir ifadeyle konuşmayı yönlendiririm. (Örneğin: “Bu gerçekten zor bir dönem olmuş. Son bir haftadır nasıl hissettiğinizi de duymak isterim elbette, ama bu seansı ve gerekirse bir sonrakini, etkili bir tedavi planı oluşturmak için ihtiyaç duyduğum bilgileri tamamlamak amacıyla kullanmak istiyorum.”)

      GELİŞİMSEL ÖYKÜNÜN ALINMASI

      Gelişimsel öyküyü alırken, Freud’un temel önermesinden ilham alırım: Bir kişi, hem sevgi/aşk [love] hem de çalışma/iş [work] yaşamında başarılı olduğunda duygusal açıdan dengelidir. Bir çocuk için, yakın aile çevresi ve okul, ilk sevgi ve çalışma deneyimlerini temsil eder. Zamanla, Gane ailesinin her bir üyesi hakkında bilgi ediniyor ve zihnimde Sallie’nin anne babası ve erkek kardeşiyle olan etkileşimlerinin bir resmini çiziyorum. Çocuklar olgunlaştıkça, akranlarıyla anlamlı ilişkiler kurarlar; bu nedenle Sallie’nin geçmişteki ve şimdiki arkadaşlıklarıyla romantik ilişkilerine de odaklanıyorum.

      Bir değerlendirme sırasında öğrenmek istediğim tüm genel bilgileri toplayamayabilirim, ancak tedavi ilerledikçe Sallie’nin çocukluğu hakkında daha fazla şey öğreneceğim. Onun tüm yaş dönemlerindeki deneyimleriyle ilgileniyorum; okul öncesinden başlayarak, çocukluk (ilkokul dönemi), ergenlik ve sonrasına kadar. Okul yaşamında sürekli ve belirgin zorluklar, fark edilmemiş bir dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ya da öğrenme bozukluğunun işareti olabilir.

      Sallie’nin yaşamına dair bir izlenim oluştururken, çocuklukta yaşanan önemli olaylara kulak vereceğim -özellikle de bir çocuğu derinden etkileyebilecek türden olaylara: bir akrabanın ya da arkadaşın ölümü, annenin düşük yapması, ülke ya da okul bölgesi değiştirme, boşanma ya da hastalığın hem hastanın kendisinde hem de ona yakın birinde görülmesi gibi. Olayın gerçekleştiği zamandaki hastanın yaşı da önemlidir. Örneğin, 4 yaşındaki bir çocuk, ailesel bir krizi 10 yaşındaki bir çocuktan farklı bir şekilde işler.

      Olumlu anılar da en az diğerleri kadar önemlidir. Sallie’nin gelişimine dair net bir tablo oluşturabilmek için, zamanla onun mutlu aile anılarını, çocukken en sevdiği aktiviteleri, doğal yeteneklerini ve çocukluk hayallerini de öğrenmek isteyeceğim.

      Tüm bu bilgileri toplarken, Sallie’nin şu anda yaşamında neden tatmin duygusu bulmakta zorlandığını anlamaya çalışacağım. İlginçtir ki, çalışma ve sevgi yaşamındaki zorluklar birbiriyle iç içe geçmiş olabilir.

      Bir gelişimsel öykü toplamak için terapistin kullanabileceği iki temel strateji vardır ve her birinin kendine özgü avantajları ve dezavantajları bulunur. Ardışık yaklaşımda [sequential approach], terapist hastanın geçmişini yavaş yavaş sorgular; doğumdan başlayarak gelişim basamakları boyunca ilerleyerek bugüne kadar gelir.

      Ardışık yaklaşımla, Sallie’nin çocukluğu hakkında son derece ayrıntılı bilgi edinmiş olurum; ancak bunun terapötik bir bedeli olabilir. Bu kadar fazla bilgi toplayabilmek için oldukça yönlendirici olmam gerekir ve duygusal olarak önemli konuları daha ayrıntılı ele alma fırsatlarını kaçırabilirim. Süreç uzarsa, Sallie ayrıca asıl sorunu olan Charlie hakkında konuşulmadığı için hayal kırıklığına uğrayabilir.

      Gelişimsel öyküyü toplamayı, Sallie’nin mevcut sorunu ile doğrudan ilişkili olan geçmiş deneyimlerine dair sorular sorarak yapmayı tercih ediyorum. Bu yöntem, 5.1 Numaralı Örnek’te gösterilmektedir.

      ÖRNEK 5.1

      Danışanın yönlendirmesiyle gelişimsel öykünün alınması

      SALLIE: Charlie ve ayrılık hakkında kendimi gerçekten kötü hissediyorum. (Burnunu çeker.)

      TERAPİST: (Sallie’nin devam etmesini bekleyerek ilgili bir sessizlikle durur.)

      SALLIE: Artık ne diyeceğimi bile bilmiyorum.

      TERAPİST: Daha önce Charlie ile ilişkinizin diğer erkek arkadaşlarınızla olan ilişkilerinizden çok farklı hissettirdiğini söylemiştiniz. Bu konuda bana biraz daha fazla bir şeyler anlatabilir misiniz?

      SALLIE: Evet, tabii. İlk erkek arkadaşımın adı Larry’di. Üniversite birinci sınıftayken 3 ay boyunca birlikteydik. Çok tatlıydı ama gerçekten çok sıkıcıydı.

      TERAPİST: Onu sıkıcı yapan neydi?

      SALLIE: Garip bir şey. Başta beni ona çeken özellikler, ilişkinin sonunda dayanamadığım nedenler haline geldi.

      TERAPİST: Neydi o özellikler?

      SALLIE: Yani, ilk başta onun en iyisi olduğunu düşündüm. Bana sürekli çiçek getirirdi. Beni örnek alıyor gibiydi. Yani, beni ne denir ona -ha evet, bir tür podyuma çıkarmış gibiydi. Temelde, Larry beni mükemmel biri sanıyordu ve ben de buna karşı çıkmadım tabii. (Gülümser.) Ama onun üzerinde fazla baskı kurmama izin veriyordu. Bu pek iyi bir şey değildi sanırım.

      TERAPİST: Bana bazı örnekler verebilir misiniz?

      SALLIE: Bilmiyorum…

      TERAPİST: (İlgili bir ifadeyle sessizce bekler.)

      SALLIE: Mesela, dışarıda yemek yemek istersem yemeğe giderdik. Alışverişe gitmek istersem alışverişe giderdik. Başta her şeyin benim istediğim gibi gitmesini çok seviyordum ama sonra (bunu söylemekten nefret ediyorum ama sanırım doğru)… onu kullanmaya başladım. Sanırım biraz baskıcıydım ve o kendini hiç savunmadı. Bu kulağa korkunç geliyor ama sıkıldığımı düşünüyorum.

      TERAPİST: İlişki nasıl sona erdi?

      SALLIE:Hmm, aslında ilişkiyi bitirmek için biraz yalan söyledim. Larry’ye derslerime zaman ayırmam gerektiğini ve bir erkek arkadaşla uğraşacak vaktim olmadığını söyledim. Sonra da telefonlarına cevap vermemeye başladım. Sonunda durumu anladı.

      TERAPİST: Bu sizin için nasıldı?

      SALLIE: Daha fazla üzülmediğim için kendimi suçlu hissediyorum. Belki de kalpsiz biriyimdir, bilmiyorum. Ama ilişkiyi bitirdikten sonra üzerimden sanki on kilo kalkmış gibi hissettim. Larry bana çok iyi davranmasına rağmen, onun yanında kendimi sıkışmış gibi hissediyordum.

      TERAPİST: Larry ile neyin işe yarayıp neyin yaramadığını anlamak için zaman ayırmışsınız. Peki ikinci erkek arkadaşınızla neler oldu?

      SALLIE: Ah, Alec… şey, o tıp fakültesine hazırlanan bir öğrenciydi. Tanıştığımızda biyokimya okuyordu. Bana odaklanmaktan başka hedefleri varmış gibi görünüyordu ve bu hoşuma gitmişti.

      Ama çok garip bir şey oldu. Birkaç ay çıktıktan sonra, davranışları tıpkı Larry gibi olmaya başladı. Bu çok garipti. Başta çok bağımsızdı ama birdenbire sürekli bana yaranmaya başladı. Nasıl olduğunu tam olarak bilmiyorum ama üstünlüğün bende olduğunu fark ettiğimde, yine ilgimi kaybettim.

      İşte bu yüzden Charlie çok özel biri. İlginç biri ve benimle aynı fikirde olmasa bile savunmaya hazır olduğu fikirleri var. Onunla hayat hiç sıkıcı değildi. Bazen onunla evlenmeyi hayal ederdim… (Birden gözlerini kaçırır ve gözleri dolar.)

      TERAPİST: Bu ayrılık bu kadar acı vericiydi çünkü çok özel biriyle karşılaştığınızı hissettiniz?

      SALLIE: Evet, doğru.

      TERAPİST: Charlie ile evli olmak nasıl olurdu sizce?

      SALLIE: Eğlenceli. Hep birlikte yeni maceralar. Risk almak. Annemle babamın evliliği gibi değil.

      TERAPİST: Bana biraz annenizle babanızın ilişkilerinden bahsedebilir misiniz?

      SALLIE: Neden? Onlarda bir sorun yok ki. (Rahatsız görünüyor.)

      TERAPİST: [Sallie’nin, ebeveynlerinin ilişkisini eleştirdiğimi düşündüğünü fark edip soruyu yeniden formüle ediyorum.] Bir partner ararken, insanın anne babasının ilişkilerinden etkilenmemesi imkânsız. Onların evliliği nasıl bir şey?

      SALLIE: Ah, fena değil.

      TERAPİST: Biraz daha anlatabilir misiniz?

      SALLIE: Aslında gayet iyi geçiniyorlar. Ama çok farklılar.

      TERAPİST: Nasıl farklılar?

      SALLIE: Annem bana hep bir sinekkuşunu hatırlatır. Hiç durmaz; inanılmaz bir enerjisi vardır. Ben büyürken tüm arkadaşlarım hep bizim eve gelmek isterdi çünkü annem en eğlenceli kişiydi. Çok yenilikçidir. İkimizin de modaya ilgisi var. Size söylemiş miydim? Lisede “en iyi giyinen” seçilmiştim ama asıl ödülü annem hak etmişti; birlikte alışverişe çıkar, kafamdaki tarzı oluşturmam için zaman harcardı.

      TERAPİST: Ev dışında da çalışıyor mu anneniz?

      SALLIE: Annem yarı zamanlı emlak danışmanı. Seviyor işini ama hayalindeki meslek bu değil. Kendi işini kurmaktan çok bahseder ama kardeşim daha da iyileşip üniversiteye başlayana kadar beklemek istiyor.

      Yine de bana çok destek olur. Ekonomi okumamı çok seviyor. Hep der ki, mezun olunca ne yapmak istersem, ekonomi bana bunun altyapısını sağlayacak.

      TERAPİST: Annenizin babanızdan çok farklı olduğunu söylemiştiniz. Biraz daha bahseder misiniz? [Sallie’nin kardeşinin sağlığıyla ilgili daha fazla detay sormayı aklıma not ediyorum.]

      SALLIE: Babam biraz sessiz biridir. Çok espri yapar ama evde hep sakinleştirici etkisi olmuştur. Annem dur durak bilmeden koşturur, babam ise bir köşede oturup kitap okumaktan ya da televizyon izlemekten mutlu olur. Bence birbirlerine iyi geliyorlar ama gerçekten çok farklılar.

      TERAPİST: Babanız ne iş yapıyor?

      SALLIE: Bir elektronik mağazasının yöneticisi. Teknolojik aletleri sever, insanlarla da arası iyidir ama eve geldiğinde tek istediği bizimle vakit geçirmek olur. Okuma arkadaşım da odur; aynı şeyleri okuyup sonra üzerine konuşuruz. Buna bayılırım.

      TERAPİST: Peki, anne babanız birlikte nasıl bir çift?

      SALLIE: Sevimliler aslında. Ama çok da didişirler. Annem her şeyin belli bir şekilde olmasını ister, bu yüzden sık sık tartışırlar.

      Terapist: Tipik bir tartışma sırasında neler olur?
      [Sallie’nin kullandığı “tartışma” kelimesini aynalayarak iletişimini sürdürürüm.]

      SALLIE: Mesela annem birilerini akşam yemeğine davet etmek ister, babam da sadece sessiz bir gece geçirmek isterse, bu konuda en az yarım saat, bazen daha uzun süre bağırışırlar. Bu tür küçük anlaşmazlıkların nasıl bu kadar büyüdüğüne şaşırıyorum.

      TERAPİST: Tartışmalarını dinlerken ne hissediyorsunuz?

      SALLIE: Sinir oluyorum. Aptalca geliyor ama onların tarzı bu işte.

      TERAPİST: Peki bu tartışmalar genellikle nasıl sona erer?

      SALLIE: Hep aynı şekilde biter. Babam kavga etmekten bıkar, annem dediğini yaptırır. Babamın buna içerlememesi tuhaf geliyor bana. Eğer onun kadar geri adım atıyor olsaydım, ben içerlerdim. Ama o bize hep şöyle der: “Bunun anneniz için ne kadar önemli olduğunu fark etmemişim, o yüzden onun istediği gibi yapacağız.” Sonra araları tekrar çok iyi olur -ta ki bir sonraki kavgaya kadar.

      TERAPİST: Bu tarz kavga etmeleri ilişkilerinin ne zamandır bir parçası?

      SALLIE: Hımm, kendimi bildim bileli böyle ama belki son birkaç yılda daha sık olur oldu.

      Sallie’nin çağrışımlarını takip edip ayrıntılı sorular sorduğumda, onun boyun eğici eski erkek arkadaşlarına dair anlatımı, doğal bir şekilde anne babasından söz etmeye yöneliyor. Olayları belirli ayrıntılarla ve duygularla betimliyor; anlattıkları doğası gereği ilgi çekici. Sallie’nin bazı eski erkek arkadaşları üzerindeki üstünlüğüyle annesinin babasıyla olan etkileşimleri arasında olası bir benzerlik fark etsem de bunu dile getirmiyorum. Terapi sürecinin bu kadar başında, net bir bağlantı kurmak için elimde yeterli bilgi yok; daha da önemlisi, Sallie’nin bana ve terapi sürecine yavaş yavaş güven geliştirmekte olduğu bu aşamada bu düşüncelerimi paylaşmam entrüsiv/müdahaleci [intrusive] gelebilir.

      Örnek 5.1 aynı zamanda, Sallie genel ve belirsiz ifadelerle konuşmaya başladığında onun daha somut konuşmasına yardımcı olan bazı teknikleri de gözler önüne seriyor. Sallie, ebeveynlerinin evliliğine olan ilgimin patoloji arayışına yönelik üstü kapalı bir girişim olduğundan endişelendiğinde, soru sorma niyetimi açıkça ifade ediyoeum: “Bir eş ararken, ebeveynlerinin ilişkisine dair yaşantından etkilenmemek mümkün değildir. Onların evliliği nasıldı?” Ebeveynlerinin evliliğini “iyi” olarak tanımladığında ise, daha fazla ayrıntı istiyorum.

      Bu görüşmede, Sallie Larry ile olan ayrılığını anlattıktan sonra “Bu sizin için nasıl bir şeydi?” sorusunu kullanıyorum. Duygularını ifade etmekte zorlanan bir hasta için, bu soru yaygın olarak kullanılan “Bu size nasıl hissettirdi?” sorusuna kıyasla daha az tehditkâr gelebilir. “Bu sizin için nasıl bir şeydi?” ya da benzer şekilde “Bu sizi nasıl etkiledi?” gibi sorular sayesinde Sallie, kendisi için daha ulaşılabilir olanı seçerek ya düşünsel ya da duygusal bir yanıt verebilir. Terapi ilerledikçe ve duygularını ifade etme konusunda daha rahat hale geldikçe, duygulara daha doğrudan odaklanabilirim; ancak şu aşamada temel amacım, konuşmayı ve terapötik ittifakı kolaylaştırmaktır.

      Bu tercih edilen öykü alma yaklaşımı, veri toplamayı yönlendirmek yerine hastanın çağrışımlarını takip etmeyi gerektirdiğinden, Sallie’nin erken çocukluğuna dair bilgi edinmek daha fazla zaman alır. Bazı konulara (ilkokul dönemi, en iyi arkadaşı, erkek kardeşiyle ilgili daha fazla ayrıntı, ergenlik süreci) ancak terapinin ilerleyen aşamalarında değinilebilir. Sallie ofisten ayrıldıktan sonra, ilerideki seanslarda ayrıntılandırılması gereken bazı başlıkları not alabilirim. Bir diğer seçenek ise, ilk seansın sonunda Bölüm 4’ün sonunda yer alan anketi Sallie’ye vererek bazı ek geçmiş bilgileri elde etmektir; ardından, 5.1 Numaralı Örnek’te gösterilen yöntemi kullanarak zaman içinde bu ayrıntıları tamamlayabilirim.

      KÜLTÜREL KİMLİK HAKKINDA SORU SORMA1

      Bir hastanın kültürel kimliğini öğrenmek, terapistin hasta hakkında daha derin bir anlayış geliştirmesini sağlar. Kültürel kimlik, herhangi bir gruba aidiyet duygusunu ifade eden kapsayıcı bir tanımdır ve bu kimliği belirleyen kişi hastanın kendisidir. Bir kişinin kültürel kimliği çoklu etkenlere bağlı olabilir ve etnisite, ırk, din, milliyet (ya da anne babasının veya büyükanne-büyükbabasının milliyeti), sosyal sınıf, kuşak, cinsel ya da toplumsal cinsiyet kimliği, konuşulan diller ya da yaşanılan yer gibi unsurları içerebilir veya içermeyebilir. (Daha fazla örnek için bkz. Şekil 5.1.)

      Irk [Race]Mahalle/bölge [Neighborhood/region]
      Etnik köken [Ethnicity]İlgiler [Interests]
      Din [Religion]Uyruk (kişisel ve/veya aile) [Nationality (personal and/or family)]
      Konuşulan diller[Languages spoken]Bölgesel spor takımı [Regional sports team]
      Nesil [Generation]Sosyal sınıf [Social class]
      Cinsel kimlik [Sexual identity]Kariyer [Career]
      Cinsiyet kimliği [Gender identity]İlgi alanları/hobiler [Interests/hobbies]
      Kalıtım [Heritage]Siyasi yakınlık [Political affiliation]
      ŞEKİL 5.1. Kültürel kimlik içinde yer alabilecek olası unsurlar (tamamlayıcı olmayan liste).

      Hastalara kültürel kimlikleri hakkında ve bunun mevcut sıkıntılarını herhangi bir şekilde etkileyip etkilemediği konusunda sorular sorduğumda, onların kişisel deneyimlerine dair anlayışım genişler: 40 yaşında, bir lisede müzik öğretmeni olarak çalışan bir hasta, Katolik inancının kendisi için bir teselli ve destek kaynağı olduğunu, ancak şimdi başka bir erkeğe âşık olmasıyla içsel çatışmalara yol açtığını ifade eder; 31 yaşında Siyah bir bilgisayar mühendisi, Siyah kilisesiyle güçlü bağından ve haftada bir kez çevrim içi video oyunu oynadığı üniversite arkadaşları grubundan söz eder; doğumdan hemen sonra dindar bir Yahudi aile tarafından evlat edinilmiş Asya kökenli genç bir kadın, hem bağlılık hem de her iki topluluğa karşı bir miktar yabancılık hissetme arasında sıkışmış olduğunu dile getirir; 35 yaşında, bekar bir anne ise Boston Red Sox takımının sıkı bir taraftarı olduğunu ve takımın maçlarının zor zamanlarda ona büyük bir teselli sağladığını belirtir. Ben, hastaların kimliklerine dair tüm yönlere saygılı ve içten bir merakla yaklaşırım. Hastalar birden fazla farklı grupla kültürel ve toplumsal bir bağ hissedebilir ve bireyin kültürel kimliği, önemli bir gurur ve dayanıklılık kaynağı olabilir. Kültürel kimliğin açıkça tartışılması, hastanın benzersiz bakış açısına duyulan ilgiyi ve geliştirdiği güçlü yönleri ile başa çıkma stratejilerinin değerli bulunduğunu gösteren bir işarettir.

      1Kültürel kimlik üzerine hazırlanan bu yeni bölümün yanı sıra, 93. sayfadaki “Hastanızla Sistemik Irkçılık Hakkında Konuşmak” başlıklı bölümün oluşturulması sürecinde sundukları bilgeliğe dayalı katkı ve rehberlik için Dr. Juliana Chen, Dr. Tanishia Choice, Dr. Christine Crawford, Dr. Maria Jose Lisotto ve Dr. Nhi-Ha Trinh’e minnettarım.

      Kültürel kimliğe dair açık uçlu soru, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği hakkında soru sormak için de en sevdiğim yöntemdir. Eğer hasta bu bilgileri benimle paylaşmaya hazırsa, kültürel kimlikle ilgili soru (örnek bir diyalog için bkz. Örnek 5.2) bu konuda doğal bir giriş sağlar. Bu anı, hastaya tercih ettiği zamirleri (she/her/hers, he/him/his, they/them/theirs veya başka bir alternatif) sormak için de seçebilirim.

      Kültürel kimlikle ilgili soruyu sorduktan sonra (bkz. Örnek 5.2), bir sonraki sorularım, her bir topluluğun hasta için ne ifade ettiğini netleştirmeye başlar. Örneğin, bir hastanın LGBTQIA+ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, kuir, çift cinsiyetlilik/interseks, transseksüel, aseksüel [lesbian, gay, bisexual, transgender, queer, intersex, agender, asexual] ve müttefik terimlerinin yaygın bir kısaltması) topluluğunun bir parçası olduğunu öğrenirsem, hastanın kişisel deneyimi ve ilişkileri; aileden gördüğü ya da görmediği destek; LGBTQIA+ topluluğuyla olan etkileşimleri; ve çocuklukta, okulda ya da işyerinde maruz kaldığı ayrımcılıkla ilgili daha fazla ayrıntı sorarım. Bir hastanın değindiği bir şeye aşina değilsem ya da öyküsünün herhangi bir kısmıyla ilgili sorularım varsa, bilgi sahibi olmadığım bir alanda bilgiliymiş gibi davranmak yerine mutlaka açıklama isterim. Her hastanın kendine özgü kültürel değerlerini, inançlarını ve tutumlarını öğrenirken, herhangi bir gruba yönelik stereotipleştirmeden ya da aşırı genellemeden kaçınmaya özen gösteririm. Amaç, hastanın kendisini bütünüyle ifade edebileceği bir ortam yaratmak ve böylece onun deneyimlerinin tüm genişliğine ve derinliğine odaklanabilmektir.

      Psikoterapinin herhangi bir yönünde olduğu gibi, soru sorulmadığında, yanlış varsayımlarda bulunmak kolaydır. Dışarıdan bakıldığında benzer bir kültürel kimliğe sahip gibi görünen iki kişi, aynı soruya çok farklı yanıtlar verebilir. Jesse ve Rafael, her ikisi de Boston’da yüksek lisans öğrencisidir; babaları Meksika’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş ve beyaz anneleri Ortabatı’da büyümüşlerdir. Ancak bu iki erkek, kültürel kimlikleriyle ilgili soruları çok farklı şekillerde yanıtlayabilirler. Jesse, Meksikalı ailesi ve kültürüyle olan bağlarından, iki dilli olmanın sağladığı avantajlardan gururla söz edebilir ve ardından ailesinin psikoterapinin amacı ya da etkinliğiyle çok az karşılaşmış olduğunu ekleyebilir. Rafael’in aile geçmişi benzer görünse de, ona kültürel kimliğini tarif etmesi istendiğinde, Minnesota Vikings’e olan uzun süreli bağlılığından ve 18 yaşına kadar her yılın en güzel aylarının Minnesota’daki büyükbabasının çiftliğinde çalışarak geçen yazlar olduğundan söz eder. Şehir yaşamını stresli bulmakta ve Ortabatı’nın kırsalında yaşamanın ve çalışmanın kendisine daha uygun olup olmayacağını düşünmektedir.

      Peki ya terapist ile hasta aynı kültürel kimliği paylaşıyorsa? Los Angeles kökenli Yahudi bir beyaz kadın olarak, kendi deneyimimin Yahudi hastalarımla aynı olduğunu varsaymam mümkün değildir. Yahudi yaşamına dair birçok yönü bilsem ve farkında olsam da, her yeni hasta için Yahudiliğin ne anlam ifade ettiğini sormadan anlayabileceğimi varsaymam. Bir hasta Yahudiliğe dair benim aşina olmadığım bir yönü dile getirdiğinde, bunu öğrenmek için açıkça sorarım. Hasta ile ortak bir geçmişi paylaştığımızın ikimiz tarafından da farkında olunması nedeniyle bu konu hakkında kendiliğinden konuşmak bana daha kolay gelebilir; ancak bu ortak mirası paylaşıyor olmam, hastanın kişisel deneyimlerinin ayrıntılarını bildiğim anlamına gelmez ve kestirme yollara başvurmamam son derece önemlidir. Amacım, her hastanın kendine özgü öyküsünün ayrıntılarını öğrenmek ve herhangi bir varsayımda bulunmaktan kaçınmaktır. Bu yaklaşım, daha genel biçimde, terapist ile hastanın aynı ırk, etnik köken ya da cinsel yönelime sahip olduğu durumlara da uygulanabilir.

      Hastalar ile terapistlerin ırksal/etnik eşleşmelerine ilişkin araştırmalar gelişmeye devam etmekte olup, karmaşık bir tablo ortaya çıkmaktadır. Benzer bir geçmişi paylaşmanın ötesinde, terapi sonucunu etkileyen sayısız etken vardır: deneyim, ulaşılabilirlik, güçlü bir terapötik ittifak kurma becerisi, utandırmadan ama merakla soru sorma kapasitesi, öğrenmeye açıklık ve benzeri unsurlar. Benzer geçmişe sahip bir terapistle tedaviye başlamak, hastanın kendini başlangıçta daha rahat hissetmesini sağlayabilir ancak zamanla farklı geçmişe sahip bir terapist de, dikkatli ve duyarlı bir şekilde dinleyip hastanın özgün deneyimini anlamaya çalıştığında hastanın güvenini kazanabilir. Benzer bir geçmişi paylaşmak, terapiste yeni bir hasta ile hızlı bir başlangıç yapma avantajı sağlayabilir, fakat bu, farklı geçmişe sahip terapistlerin bu farkı kapatamayacağı anlamına gelmez (Cabral & Smith, 2011).

      Kültürel kimlik hakkında soru sormak, deneyimsiz klinisyen için rahatsız edici gelebilir; ancak pratikle birlikte bu soruların sorulması kolaylaşır. Psikoterapideki diğer her konu gibi, ilk görüşmede yalnızca temel bilgileri öğrenirim. Konu bir kez açıldığında, hastanın öyküsü büyük olasılıkla zamanla daha da karmaşık bir hâl alır ve bizim anlayışımız da yavaş yavaş derinleşir. DSM-5’te yer alan 16 soruluk yarı yapılandırılmış bir görüşme formu olan Kültürel Formülasyon Görüşmesi [Cultural Formulation Interview – CFI] (psikiyatri derneğinin [psychiatry.org] sitesinde “CFI” aranarak bulunabilir), kültürün bir hastanın deneyimi üzerindeki etkisini daha derinlemesine inceleme imkânı sunar. CFI ve ona eşlik eden çevrimiçi ek modüller, kültürel meseleler üzerine hasta-terapist iletişimini güçlendirerek olumlu klinik sonuçları destekler (American Psychiatric Association, 2013b).

      ÖRNEK 5.2

      Hastaya kültürel kimliği hakkında soru sormak

      TERAPİST: Ailenizi tanımaya başladıkça, arka planınız ve kültürel kimliğiniz hakkında biraz daha fazla şey bilmem, deneyiminizi anlamama yardımcı olur.

      SALLIE: Tam olarak ne demek istiyorsunuz?

      TERAPİST: Her birey kendi kültürel kimliğini kendisi belirler ve bu kimlik genellikle kişinin kendini ait hissettiği ya da özdeşleştiği gruplardan oluşur. Bu gruplar her türlü grubu içerebilir -etnik köken ya da ırk, din, konuştuğunuz diller, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, kendinizi yakın hissettiğiniz coğrafi bölgeler ya da özel ilgi grupları gibi. Eğer bir gruba aidiyet hissediyorsanız, bu da kültürel kimliğinizin bir parçasıdır. Örneğin, size hangi zamirleri tercih ettiğinizi henüz sormadım. Bunu benimle paylaşır mısınız?

      SALLIE: Ah, she/her/hers (kadın zamirleri) hoşuma gidiyor; bu oldukça net ve ben heteroseksüelim. Daha önce Katolik olduğumu söylemiştim ama aslında pek uygulamıyorum.

      TERAPİST: Dininizin hayatınızdaki yeri hakkında bana biraz daha fazla bilgi verebilir misiniz?

      SALLIE: Bence Katoliklik ailem içinde değer verilen bir şey -her iki tarafta da aslında. Babamın annesi Filipinli ve kendisi dindar bir Katolik; annemin tarafı ise İrlanda Katoliklerinden oluşuyor. Din, kesinlikle çocukluğumun bir parçasıydı; ailem her zaman kiliseye giderdi ve tatilleri birlikte kutlardık. Bu aralar kiliseye gitmiyorum ama inancım kesinlikle kimliğimin hâlâ önemli bir parçası.

      TERAPİST: Bu son zor dönemde inancınıza yöneldiniz mi?

      SALLIE: İlginç bir soru. Aslında yönelmedim, belki de evden uzakta olduğum için. Evde olsaydım kiliseye gitmeyi ya da papazımla iletişime geçmeyi düşünebilirdim ama son birkaç yıldır okulda yaşadığımdan beri, kendi mahallemdeki kiliseyle bağlantım pek kalmadı. Burada okulda, Katolik Öğrenci Topluluğu’ndaki öğrencilerle de pek uyuşamadım.

      TERAPİST: Birlikte görüşmelerimiz sırasında inancınızın sizin için neden önemli olduğu hakkında daha fazla şey öğrenmeyi gerçekten isterim. Şu anda bana her iki aile tarafınız hakkında biraz daha fazla bilgi verebilir misiniz?

      SALLIE: Ne yazık ki babamın ailesini çok sık göremiyorum; ülkenin öbür ucunda yaşıyorlar ama gerçekten çok tatlı insanlar. Büyükbabam, tıpkı babam gibi daha sessiz biridir; kendisi beyazdır ve ailesi Bay area kökenlidir. Düşününce biraz ilginç geliyor; tıpkı babam gibi o da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş, oldukça dışa dönük bir kadınla evlenmiş. Büyükannem de annem gibi atılgan biridir ve onunla konuşmak çok kolaydır. Ayrıca harika bir aşçıdır. “Pancit” adında inanılmaz bir Filipin erişte yemeği vardır ve ziyarete gittiğimde her zaman onu yapar. Hiç Tagalogca konuşamıyorum ama başkalarının bu dili konuştuğunu anlayabiliyorum. Umarım bir gün Filipinler’i ziyaret etme şansım olur da bu mirasımın bu yönünü daha iyi tanıyabilirim.

      TERAPİST: Filipin kökeniniz kültürel kimliğinizin önemli bir parçası; bunu benimle paylaştığınız için teşekkür ederim. Güneydoğu Asya kökeniniz göz önüne alındığında, siz ya da babanızın ailesinden biri hiç ayrımcılık ya da ırkçılıkla karşılaştınız mı?

      SALLIE: Aslında babam bu konuda çok fazla konuşmaz. Zaman zaman çocukluğundan birkaç hikâye anlatmıştır ama beni doğrudan etkilemediği için bu konu üzerine çok fazla düşünmedim. Büyükbabam ve büyükannemi daha sık görseydim muhtemelen daha fazla ayrıntı bilirdim. Şimdi size annemin tarafını mı anlatayım?

      TERAPİST: Evet. Dinlemeyi çok isterim.

      SALLIE: Yani, annem aslında İrlanda kökenli ama 20’li yaşlarının başında Amerika Birleşik Devletleri’ne taşınmış. Her yaz Dublin’deki teyzemizi ve amcamızı ziyaret ederiz. İrlandalı kuzenlerimi çok seviyorum; onlar çok eğlenceli. Keşke Amerika’da yaşıyor olsalar da onları yılda bir defadan daha fazla görebilsem. Bu yüzden, İrlanda kökenlerimle de kendimi kesinlikle bağlantılı hissediyorum.

      TERAPİST: Bana biraz daha anlatabilir misiniz?

      SALLIE: Kuzenlerim harika insanlar; yaz tatili sırasında, vardığım andan ayrıldığım güne kadar birbirimizden ayrılmayız ama ziyaret sadece yaklaşık iki hafta sürer. Yıl içinde iletişimde kalmaya çalışıyoruz ama hepimiz çok meşgul oluyoruz. Annemin ailesiyle kıyasladığımda bizim ailemiz biraz farklı; annem ailesinden ayrılıp Amerika’ya taşındığı, kariyer odaklı olduğu ve sadece iki çocuğu olduğu için biraz öncü sayılır.

      TERAPİST: Annenizin hayat yolculuğu, kardeşlerine kıyasla oldukça benzersiz. Ailenizin hikâyesi, şu anda yaşadığınız zorlukları nasıl etkiliyor?

      SALLIE: Hmm, bilmiyorum. Geniş ailem hayatımda olumlu bir yere sahip ama okul yılı boyunca çok fazla destek sağlayamıyorlar. Belki de annemin ailesinde öncü bir rol üstlenmiş olması, üniversiteye yaklaşımımı genel olarak etkiliyordur.

      TERAPİST: Biraz daha açabilir misiniz? Annenizin kardeşlerine kıyasla biraz öncü bir figür olmasını siz nasıl deneyimliyorsunuz?

      SALLIE: Ah, onunla gerçekten gurur duyuyorum. Ve benim için çok önemli bir rehber. Gelecekteki kariyerimle ilgili bazı beklentileri de var ama bunu takdir ediyorum. Yani, belki biraz stres ekliyor ama genel olarak bu olumlu bir şey.

      TERAPİST: Bunu benimle paylaştığınız için teşekkür ederim. Bu, okulda şu anki durumunuzu daha iyi anlamama yardımcı olacak önemli bir bilgi. Kültürel kimliğinizle ilgili bilmem gerektiğini düşündüğünüz başka bir yön var mı?

      SALLIE: Kampüste, okulda bir pazarlama kulübünün üyesiyim. Birkaç yıldır üyeyim… bu sayılır mı?

      TERAPİST: Evet, her şey sayılır. Ait olduğunuz ve sizin için önemli olan her grup, kültürel kimliğinizin bir parçası olarak kabul edilir.

      Sallie’nin, kültürel kimliğiyle ilgili sorularıma verdiği yanıtlar, onun kendine özgü deneyimini daha derinlemesine anlamamı sağlıyor. Son birkaç yıldır ilk değerlendirme görüşmelerime bu soruyu eklediğimden beri, hastalarımın geçmişleri ve onlar için önemli olan kimlik grupları hakkındaki bilgim önemli ölçüde arttı. Bu konu bir kez açıldığında, hastalar kendileri için anlamlı olan kültürel kutlamaların ayrıntılarını da rahatlıkla paylaşabiliyorlar; buna belirli geleneksel yemeklerin, ritüellerin ve bayramların kişisel anlamları da dâhildir. Bir hastanın dünyası bana açıldıkça, o kişiyi anlama kapasitem de genişler.

      Ayrıca, kültürel kimlik hakkında soru sorarak hastanın yaşantısına dair varsayımlarda bulunmaktan kaçınmış olurum. Sormamış olsaydım, Sallie’nin dörtte bir Filipinli olduğunu ve annesinin İrlanda’dan geldiğini bilemezdim. Bir terapist olarak, ancak bu soruyu sorarsam hastanın kültürel kimliğini öğrenebilirim; aksi takdirde, kendi içsel önyargılarım doğrultusunda, hastanın adı, görünüşü ya da davranışlarına dayanarak basitleştirmelere veya varsayımlara yönelebilirim.

      Kültürel kimlik hakkında soru sormak, bu konunun keşfi için bir kapı aralar; çokkültürlü danışmanlık ve terapi – ÇKDT [MCT – Multicultural Counseling and Therapy] yaklaşımı ise bu yolculuğu daha da derinleştirmek için bir yöntem sunar. ÇKDT, bir hastanın geçmişinin psikoterapi deneyimini ve hangi müdahalelerin daha etkili olabileceğini etkilediği anlayışıyla, hastanın kültürel güçlü yönlerini tedavi planına dahil eder. ÇKDT özellikle kültürel alçakgönüllülüğü [cultural humility] teşvik eder. Bu yaklaşım, terapistlerin kendi içsel önyargılarını ve önkabullerini fark etmelerini ve bunların terapötik etkileşimleri nasıl etkileyebileceğini öğrenmelerini gerektirir; bu öğrenme süreci sürekli olup hastaya özgüdür (Sue, Arredondo ve McDavis, 1992). Araştırmalar, kültürel alçakgönüllülüğü, üstünlükten uzak durmayı ve saygılı, duyarlı bir merakı içeren bir terapötik duruşun güçlü bir terapötik ittifakı ve olumlu terapi sonuçlarını desteklediğini göstermiştir (Hook, Davis, Owen, Worthington ve Utsey, 2013). Bu önemli konuya derinlemesine girmek bu kitabın kapsamını aşsa da, ÇKDT’ye odaklanan önerilen kaynaklar için Ek Okuma ve Kaynaklar listesine göz atmanızı tavsiye ederim.

      Hastanızla Sistematik Irkçılık Hakkında Konuşmak2

      Yıllar önceki eğitimim sırasında, hastalarla cinsellik, toplumsal cinsiyet, para ve aile sırları hakkında nasıl konuşulacağına dair tartışmalar müfredatın bir parçasıydı. Terapi sürecinin bir süper gücünün, zor konuları duyarlılıkla konuşma isteği ve kapasitesi olduğunu erkenden kavradım. Bu tür konuşmaları başlatmak ve sürdürmek için uygun kelimeleri öğrenmek benim için heyecan vericiydi. Kültürel kimlik ve farklılıklar hakkında konuşmaları teşvik etmeye yönelik rehberlik de sağlanıyordu, ancak benim deneyimime göre bir konu adeta dokunulmazdı: ırkçılık. Merak ediyordum: Bir terapist, özellikle de ırkı hastadan farklıysa, ırkçılık ve önyargı deneyimleri hakkında bir hastayla nasıl duyarlılıkla konuşabilir? Beyaz bir psikiyatrist olarak, bu farkı psikoterapi süreci içinde dile getirmek düşünceli bir yaklaşım mı olur, yoksa bağ kurma ve ittifak oluşturma sürecine engel mi teşkil eder? Irkçılık hakkında hastalarla nasıl konuşulacağına dair kaynaklar mevcuttu, ancak bu bilgiler eğitimime düzenli olarak entegre edilmemişti.

      Bu kitapta önyargı, ırkçılık ve sosyal adalet konularını nasıl ele alacağımı düşünerek oldukça zaman harcadım; bu meselelerin önemini vurgulamak istedim ama aynı zamanda bu konularda bir otorite olmadığımın da farkındayım. Bu konuya bir giriş olarak, bazı sorular ortaya koyacak, temel düzeyde bazı rehberlikler sunacak, uzmanların sesine yer verecek ve ardından kitabın sonunda yer alan Ek Okuma ve Kaynaklar listesinde daha kapsamlı yönlendirmeler sunacağım.

      Bu konuda düşünme ya da konuşma konusunda daha az yaşantısal deneyimi olan okurlara, bu tartışma bir miktar rahatsızlık verse bile geri çekilmek yerine konuya yönelmelerini öneririm. Klinik mükemmeliyete giden yol, terapistlerin konuşulması kolay olmayan ve kimi zaman rahatsızlık verebilecek karmaşık konular hakkında bilgi edinmesini gerektirir. Bu, insan deneyimini daha derinlemesine anlama fırsatıdır.

      Irkçı Karşıtı Olmak

    3. Medikasyon ve Terapi (15. Bölüm)

      Okuyacağınız metin Psychodynamic Psychotherapy: A Clinical Manual [Psikodinamik Psikoterapi: Klinik Bir Manuel]’in 15. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

      Temel Kavramlar

      Psikodinamik psikoterapistler olarak yürüttüğümüz çalışmalarda, etiyoloji (etiology) ve terapötik etkiye (therapeutic action) ilişkin farklı modeller arasında geçiş yaparak hastalarımızı değerlendirir ve tedavi ederiz. Bu duruma örnek olarak, herhangi bir zamanda hastanın sorun ve semptomlarına en uygun yaklaşımın psikoterapi mi yoksa ilaç mı olduğuna karar verme ihtiyacımız verilebilir.

      İlacın reçetelenmesi ve kullanımı, hem hasta hem de terapist açısından psikolojik anlam taşır.

      Psikodinamik psikoterapi sürecindeki bir hasta psikotrop ilaç da kullanıyorsa, bu ilacı terapist reçete ediyor olabilir ya da hasta ayrı bir psikiyatrist tarafından izleniyor olabilir. Bu iki durumun her birinin, klinik açıdan farklı yansımaları ve sonuçları bulunmaktadır.

      Bize tedavi amacıyla başvuran hastalar, genellikle doğrudan ilaç mı yoksa psikoterapi mi istediklerini belirterek gelmezler. Daha çok, bir sorun ya da bir dizi problem, çeşitli semptomlar veya yaşamlarında karşılaştıkları zorluklar nedeniyle başvururlar. Bazıları bu sorunlara ya da semptomlara yönelik olarak hâlihazırda ilaç kullanıyor olabilir ya da geçmişte ilaç tedavisi almış olabilirler. Bazı hastalar, ilaç kullanımı konusunda güçlü görüşlere sahip olabilirken, bazıları bu konuda fazla düşünmemiş olabilir.

      Psikodinamik psikoterapistler olarak dinleme tarzımız, empatik ve yargılayıcı olmayan bir nitelik taşır; açık uçlu sorular sormayı, gizli anlamları araştırmayı ve hastanın kendini güvende hissetmesini sağlamayı içerir. Ancak aynı zamanda birer ruh sağlığı uzmanı olarak da dinlememiz gerekir.
      Bu, tıbbi ve psikiyatrik belirtileri ve sendromları, ilaçların yan etkilerini ve terapötik etkilerini fark etmeyi kapsar. Ayrıca, gerektiğinde daha aktif bir tutuma geçebilmeli, süreci yönlendirebilmeli, özgül (spesifik) sorular sorabilmeli ve ilaçlarla ilgili öneriler ya da tavsiyelerde bulunabilmeliyiz [26].

      Psikodinamik ve fenomenolojik modelleri eşzamanlı kullanmak

      DSM, psikiyatrik bozukluklara ilişkin etiyolojik (neden açıklayıcı) bir yaklaşım sunmaksızın, betimleyici (descriptive) ya da fenomenolojik (phenomenological) bir yaklaşım benimser. Psikodinamik psikoterapistler olarak bizlerin, etiyoloji ve tedaviye ilişkin olarak hem psikodinamik hem de fenomenolojik modelleri eşzamanlı olarak kullanmayı öğrenmesi gerekir. Aşağıda bir psikodinamik psikoterapistin bu iki yaklaşımı nasıl birlikte kullanabileceğine dair bir örnek yer almaktadır:

      Bayan A., tekrarlayan depresyon öyküsü olan, 65 yaşında dul bir kadındır. Uzun süredir devam eden öz-değer (self-esteem) sorunları ve yeni bir romantik ilişkide yaşadığı yakınlıkla ilgili çatışmalar nedeniyle haftalık psikoterapi almaktadır. Daha önce farklı antidepresanlar kullanmıştır. Altı hafta önce, bir aydan uzun süredir devam eden hafif depresyon ve süregen anksiyete şikayetleri üzerine, hasta ve terapist, mevcut bupropiyon (bupropion) tedavisine bir seçici serotonin geri alım inhibitörü (selective serotonin reuptake inhibitor – SSRI) antidepresan ekleme kararı almıştır. Üç haftalık bir terapi arası (hasta ve terapistin tatili nedeniyle) sonrasında yapılan ilk seansta, hasta kendisini duygusal olarak “donuk (flat)”, enerjisiz ve motivasyonsuz hissettiğini ifade etmiştir. İki hafta önce eşinin ölümünün ikinci yıldönümü olduğunu belirtmiş ve tatilinin çoğunu çocukları, torunları ve yeni partneriyle geçirdiğini söylemiştir. Ancak, tatilin büyük kısmında “gerçekten orada değilmiş” gibi hissettiğini ve ailesiyle geçirdiği zamandan yeterince keyif alamadığını dile getirmiştir. Normalden biraz daha fazla uyku sorunları yaşamış, fakat SSRI kullanımına başladıktan sonra anksiyetesinin azaldığını da belirtmiştir.

      Bayan A.’nın öyküsünü değerlendirirken farklı bakış açılarından yaklaşabiliriz:

      Psikodinamik açıdan düşündüğümüzde, dikkat çeken temel unsurlar şunlardır:
      – Eşinin ölümünün yıl dönümü,
      – Çocukları, torunları ve yeni partneriyle geçirdiği zaman,
      – Terapideki son ara/boşluk.

      Fenomenolojik açıdan düşündüğümüzde ise aşağıdaki semptomları duyarız:
      – Hafif düzeyde anhedoni ya da duygulanımsal küntlük,
      – Enerji ve motivasyon azalması,
      – Uykusuzluk.

      Bu semptomların etiyolojisi (kaynağı) nedir? İşte bazı olasılıklar:

      • Eşinin ölümünün yıl dönümü, yas duygularını yeniden harekete geçirmiş olabilir mi? Bu yas süreci, hastanın yeni romantik partneriyle birlikte olmasına dair yaşadığı içsel çatışmalarla daha da karmaşık bir hâle gelmiş olabilir mi? Semptomlar, yeni partnerini çocukları ve torunlarıyla olan ilişkilerine entegre etmeye çalışmasından mı kaynaklanıyor olabilir?
      • Majör depresyonun bir nüksü mü söz konusu? Antidepresan kullanıyor olmasına rağmen, depresyon yeniden ortaya çıkmış olabilir mi?
      • Yeni bir ilacın eklenmesi, uykusuzluk, duygusal küntlük ve enerji azalması gibi yan etkilere yol açmış olabilir mi?

      Bir yaklaşım seçmek

      Bu olasılıkları düşünmek elbette ilgi çekici ve klinik olarak değerli olsa da, şu anda Bayan A.’nın sorunlarına gerçekte neyin neden olduğunu kesin olarak bilemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekir. Bu nedenle, belirli bir nedensellik varsayımına sıkı sıkıya bağlı kalmayan (agnostik) bir tutum içinde olmak önemlidir. Klinik açıdan esas mesele, belirli bir anda hasta için en faydalı olacak yaklaşımı -ya da yaklaşımlar kombinasyonunu- seçebilmektir.

      Bu türden bir karar verirken kendinize şu soruları sorabilirsiniz:

      • Klinik tabloyu psikodinamik açıdan nasıl değerlendiriyorum?
      • Klinik tabloyu fenomenolojik açıdan nasıl değerlendiriyorum?
      • Mevcut klinik duruma bakış şeklim, etkili terapötik müdahaleler kullanmamı sağlıyor mu?
      • Müdahalelerim yeterince etkili değilse, klinik tabloya farklı bir bakış açısıyla yaklaşmak, daha etkili müdahalelere yol açabilir mi?
      • Hastanın sunduğu belirti örüntüsü, ilaçla etkili biçimde tedavi edilebilir nitelikte mi?
      • Hastanın semptomları, psikodinamik modelle daha bütünlüklü bir şekilde anlaşılabilir ve daha etkili şekilde tedavi edilebilir mi?
      • Geçmişte hangi terapötik müdahaleler (psikodinamik ya da farmakolojik), hangi belirtiler üzerinde etkili oldu?
      • Şu anda terapötik müdahalelerime rehberlik etmesi gereken model (psikodinamik mi, fenomenolojik mi) konusunda düşüncemde bir değişim var mı?
      • Eğer böyle bir değişim varsa, bu değişim, hastayla aramdaki ilişkide yaşanan bir durumdan (örneğin tedavide bir kesinti, çerçevede bir değişiklik) ya da hastanın bana yönelik güçlü bir duygusundan veya benim hastaya karşı hissettiğim bir duygudan etkileniyor olabilir mi?

      (Cabaniss’ten uyarlanmıştır [27])

      Bayan A.’nın durumu söz konusu olduğunda, terapist, öncelikle son dönemde yaşanan olaylara, eşinin ölümünün yıl dönümüne ilişkin duygularına ve terapideki kesintiye dair duygularına ilişkin bazı açık uçlu sorular sorarak başlayabilir. Hasta konuşurken terapist, hem empatik bir biçimde dinlemeye devam eder, hem de semptomlar, şiddet düzeyi ve zamanlamaya ilişkin özgül verilere karşı dikkatli olur. Terapi sürecinde terapist, gerektiğinde empatik dinleme modundan, daha fazla bilgi edinmeye yönelik daha etkin ve sorgulayıcı bir yaklaşıma geçebilir. Aşağıda bu amaçla tasarlanmış bazı ayrıntı odaklı sorular yer almaktadır:

      Kendinizi duygusal olarak “donuk” hissettiğinizi söylediniz. Bu duyguyu ilk olarak ne zaman fark ettiniz?

      Bu his ne sıklıkta ortaya çıkıyor? Sürekli böyle mi hissediyorsunuz?

      Bu hisler sizin için ne kadar rahatsız edici?

      Daha önceki depresyon dönemlerinde de bu tür hisler yaşadınız mı?

      Bunların dışında başka semptomlarınız da var mı?”

      Belirsizliğe tahammül edebilmek

      Bazı klinik durumlarda terapist, bir hastanın sorunlarını değerlendirme ve tedavi etme açısından hangi modelin en uygun çerçeveyi sunduğu konusunda oldukça emin olabilir. Ancak diğer bazı durumlarda, esas güçlük, belirsizlikle rahat kalabilmek ve bu durumu hastayla açıkça konuşabilme becerisi göstermektir.

      Örneğin, bir terapist Bayan A.’ya şöyle diyebilir:

      Son birkaç haftadır depresyon belirtileri yaşadığınızı görüyorum. Bu belirtilerin bazıları, geçmişte depresyonda olduğunuz dönemlerde yaşadığınız semptomlara benziyor. Son zamanlarda bazı psikolojik stres etkenleriyle karşılaştığınızı biliyoruz: eşinizin ölüm yıl dönümü, partnerinizle ve ailenizle geçirdiğiniz zaman ve bu süreçte benimle görüşememiş olmanız. Ancak başka bir olasılık da var -yeni eklenen ilacın bazı yan etkileri, depresyon belirtilerini taklit ediyor olabilir. Bu durumu birlikte anlamaya çalışmak ve kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlamak için bir plan yapalım.

      Terapötik sürecin herhangi bir aşamasında bir modeli seçmiş olsanız bile, ilerleyen aşamalarda başka bir modele esnek bir biçimde geçebiliyor olmalısınız.

      Medikasyonun Anlamları

      Psikiyatrik ilaçların yazılması ve alınması, hem hasta hem de terapist açısından psikolojik anlamlar taşır [28, 29]. Hastalar, ego işlev düzeylerine ve karakteristik savunmalarına bağlı olarak, terapistlerinin ilaç önerisine çeşitli şekillerde tepki verebilirler. Aşağıda bu tür önerilere verilen yaygın tepkilerden bazıları yer almaktadır:

      • Bu biyolojik bir sorun:” İlaç önerisi, bazı hastalar tarafından sorunun “biyolojik” kökenli olduğunun göstergesi olarak algılanabilir. Bu durum rahatlatıcı ya da meşrulaştırıcı bir etki yaratabilir. Hasta, semptomların kendi “suçu” değil, kontrolü dışındaki bir nedenden, örneğin “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını düşünebilir. Sık duyulan ifadeler: “Sorun bende değil, beynimde.”
      • Medikasyon egoya darbe gibi hissedilebilir: Bazı hastalar, ilaç önerisini benlik saygılarına yönelik bir tehdit olarak algılarlar. Bu durum, kişinin “bozuk” veya “yetersiz” olduğu mesajını almış gibi hissetmesine ve buna bağlı utanç ya da mahcubiyet duygularına neden olabilir.
      • Medikasyon bir hediye gibi algılanabilir: Terapistin ilaç önermesi, bazı hastalar tarafından bir hediye, ya da özel bir ilgi ve bakım göstergesi olarak deneyimlenebilir.
      • Medikasyon zihinsel kontrol gibi hissedilebilir: Terapistin ilaç önerisi, bazı hastalarda istilacı ya da denetleyici bir müdahale gibi algılanabilir. Bu durum, hastanın bedeninin ve zihninin ilaç yoluyla terapist tarafından kontrol edildiği hissini doğurabilir.
      • “Sanırım terapide başarısız oldum:” Psikoterapi sürecindeki bir hasta için ilaç önerisi, terapinin başarısız olduğu şeklinde yorumlanabilir. Hem terapist hem de hasta açısından bu durum, terapiye dair bir vazgeçiş ya da “bu terapi bana yaramıyor” biçiminde algılanabilir.

      Benzer şekilde, terapist açısından da bir hastayla ilaç konusunu konuşma veya ilaç önerme kararı, çeşitli psikolojik anlamlar taşıyabilir.
      İşte bazı örnekler:

      • “Bir terapist olarak başarısız oldum:” Terapist için ilaç önermek, bazen hastayı terapiyle “iyileştirememe” anlamına gelebilir ve başarısızlık hissi yaratabilir.
      • Çare/rahatlama olarak medikasyon: Öte yandan, terapist hastanın belirtilerini azaltabilecek bir şey önerebildiği için rahatlama ya da güçlülük hissi yaşayabilir.
      • Medikasyon önerisi, hastaya yönelik duyguların dışavurumu olabilir: Bu karar, terapistin hastayla ilgili duygularında, tedavi sürecine ya da kendi mesleki yeterliliğine dair algısında yaşanan bir değişimi yansıtabilir.
      • Medikasyon, hastanın ihtiyaçlarını tatmin etme aracı olarak deneyimlenebilir: Terapist, ilaç önerisini hastayı “memnun etmek” ya da “ona kendini iyi hissettirecek özel bir şey vermek” şeklinde algılayabilir.
      • Tıbbi modele geçişin bir simgesi olarak medikasyon: Psikodinamik modelden fenomenolojik (ya da tıbbi) modele geçmek, terapistin kendisini daha “tıbbi” hissetmesine neden olabilir ve bu da terapist-hasta ilişkisinde açık ya da örtük bazı değişiklikler yaratabilir.

      Bu listeler kapsamlı değildir; ilaçla ilgili anlamlar, her bir terapist/hasta ikilisine özgü olacak şekilde karmaşık ve tekil bir yapı sergiler. Hedef, tıbbi “bilgi edinme” ve öneride bulunma ile hastanın ve terapistin duygu ve düşüncelerini psikodinamik olarak keşfetme arasında esnek biçimde geçiş yapabilmektir. Şu örneği ele alalım:

      Bayan B., 35 yaşında, ilk eşiyle boşanma sürecindeyken psikoterapiye başvuran bir kadındır. Başlangıçta yoğun anksiyete semptomları ve uyku güçlüğünden şikâyet etmiş, ancak terapistinin anksiyolitik ilaç önerisini reddetmiştir. Terapi sürecinin ilk ayında odak, Bayan B.’nin yakınlık kurmada yaşadığı güçlükler ve başkalarına aşırı bağımlı hissettiği durumlara karşı duyduğu güvensizlik üzerinde yoğunlaşmıştır. Bununla birlikte, yalnız kaldığında ve talepler karşısında bunaldığında -ki şu anda tam zamanlı işini sürdürürken iki küçük çocuğuna bakması ve boşanma sürecini yönetmesi gibi durumlarda olduğu gibi- şiddetli anksiyete ve panik düzeyine yaklaşan duygular yaşadığı gözlenmiştir. Terapisti, Bayan B.’nin başkalarına güvenmek ile her şeyi tek başına yapmak arasındaki çatışmasını ve her iki durumda da yaşadığı anksiyeteyi fark etmesine yardımcı olmaya başlamıştır. Bayan B., terapinin başlamasından kısa süre sonra bir miktar anksiyetesinin azaldığını bildirmiş olsa da, zaman zaman semptomlarından şikâyet etmeyi sürdürmüştür. Bir seansta, önceki gece endişe nedeniyle uyuyamadığını ve bu nedenle kendini bitkin hissettiğini ifade etmiştir:

      Terapist: Üzgünüm, böyle zorlu bir gece geçirmiş olmanız üzücü. Daha önce başkalarına güvenmenin ya da yardım istemenin sizin için ne kadar zor olduğundan sıkça söz ettik. İlk görüşmemizde anksiyete için ilaç kullanmayı düşünmemizi önermiştim, ancak o zaman istemediğinizi söylemiştiniz. Şimdi bunu, bağımlı hissetmeyle ilgili yaşadığınız bu içsel çatışma bağlamında yeniden değerlendirelim. Anksiyete için ilaç alsaydınız, bu sizin için ne anlama gelirdi, bana biraz anlatabilir misiniz?

      Hasta: Kendimi iyi hissetmek için bir hap almak zorunda olmak istemiyorum. Bunu kendi başıma ya da sizin yardımınızla halledebilmeliyim. Bu, ilaç kullanmamı gerektirecek türde bir “akıl hastalığı” değil. Şu anda yaşadığım şey göz önüne alındığında stresli hissetmem gayet anlaşılır.

      Terapist: Yani ilaç almak, bir bakıma önemli bir konuda başarısız olduğunuz anlamına gelebilir; kendi başınızın çaresine bakmakta ya da hayatınızdaki stresi yönetmekte yetersiz kaldığınız… Aynı zamanda, benim sizi konuşarak iyileştirmeye çalışmamın işe yaramadığı -yani benim de başarısız olduğum- anlamına gelebilir. Ya da bu durum, sizde daha ciddi bir şey olduğu, bir “ruhsal hastalık” olduğu anlamına da gelebilir.

      Hasta: Evet, sanırım gerçekten böyle hissediyorum. Siz böyle söyleyince kulağa biraz abartılı da geliyor tabii -insanı kısa vadede daha iyi hissettirecek bir şeyi hiç düşünmemek. Ama ya ilaca bağımlı hale gelirsem? Bundan korkuyorum.

      Terapist: “Bağımlılık” kelimesi birçok farklı şekilde kullanılabiliyor. Sizin madde kötüye kullanımıyla ilgili bir geçmişiniz yok ve benim düşündüğüm ilaç, fiziksel bir bağımlılık oluşturma ihtimali düşük olan bir ilaç. Ama bana “bağımlı olmak” derken tam olarak neyi kastettiğinizi anlatır mısınız?

      Hasta: Sanırım, ilacı kullanınca kendimi daha iyi hissedersem bir daha bırakmak istememekten korkuyorum. Ya da bırakırsam, tekrar kötü hissetmekten. Bir şeye bu kadar bağımlı hissetmek istemiyorum.

      Terapist: Bu, sizin başkalarına güvenmekle ilgili söylediklerinize çok benziyor gibi geliyor.

      Bu örnekte terapistin odak noktası, Bayan B.’nin ilaca yönelik tutumunun arkasındaki anlamları açığa çıkarmaktır. Ancak aynı zamanda, Bayan B.’nin bağımlılık konusundaki sorusunu doğrudan yanıtlar ve ilaçla ilgili kısa bir bilgi verir; ardından da duygusal keşfe geri döner.

      Birleşik tedavi mi bölünmüş tedavi mi?

      Psikodinamik psikoterapi gören bir hasta aynı zamanda psikotrop ilaç kullanıyorsa, bazen bu ilacı terapist reçete eder (birleşik tedavi (combined treatment)) ve bazen de ilaç, ayrı bir psikofarmakolog tarafından reçete edilir (bölünmüş tedavi (split treatment)).

      Ayrı bir psikofarmakoloğun sürece dâhil olmasının nedenleri şunlar olabilir:

      • terapistin psikiyatrist olmaması, ya da
      • terapistin, ilacı ayrı bir uzmanın reçete etmesinin daha uygun olacağına karar vermesi. Bu ikinci durum, özellikle uzmanlık gerektiren durumlarda veya ilaç takibinin terapinin önemli bir bölümünü kapladığı zamanlarda tercih edilebilir.

      Her iki yapılandırmanın da kendine özgü klinik sorunları bulunmaktadır.

      Birleşik tedavi

      Birleşik tedavideki temel zorluk, terapistin/farmakoloğun seanslar sırasında her iki tedavi biçimini -hem psikodinamik terapi sürecini

      hem de ilaç kullanımını- dengeli biçimde ele alabilmesidir. Bazen hasta ve terapist, ilacı tedavinin daha az önemli bir parçasıymış gibi göz ardı ederek farkında olmadan bu konuyu konuşmaktan kaçınabilirler. Oysa hastanın ilaca verdiği tepkilerden çok şey öğrenilebilir.

      Örnek

      Bay B., terapiye boşanma süreci sonrasında başvuran 56 yaşında biridir. Tedavisini, aynı zamanda psikiyatrist olan 40 yaşındaki kadın terapist Dr. Y. yürütmektedir. Başvuru sırasında Bay B.’de majör depresyon belirtileri belirgindi ve Dr. Y. bir antidepresan reçete etti. Semptomlar altı hafta içinde düzeldi ve Dr. Y. artık ilaçla ilgili sorular sormamaya başladı. Birkaç ay içinde Bay B. flört etmeye başladı, ancak fiziksel bir ilişkiye yönelik herhangi bir ilgi göstermedi. Dr. Y., özellikle bu durumun eski eşine yönelik öfkeyle ilişkili olup olmadığını düşünerek Bay B.’ye bu konuda sorular yöneltti. Bay B., yeni başlayan erektil disfonksiyon nedeniyle bir üroloğa gittiğini söyleyince, Dr. Y. bu konuda takip soruları sormayı ihmal ettiğini fark etti. Hem kendisinin hem de hastanın bu konuyu konuşmaktan kaçınıyor olmasının, gelişmekte olan erotik aktarım ile ilişkili olabileceğini düşündü.

      İlaç reçete etmek, terapistin seans yürütme biçimini de etkileyebilir. Örneğin, terapist/farmakolog seanslarda daha yönlendirici olmak, hastaya önerilerde bulunmak veya tavsiyeler vermek durumunda kalabilir. İşte bazı örnek ifadeler:

      Şu anda yaşadığınız depresif ruh halinin yaşam koşullarınızla ilişkili olduğunu düşünüyorsunuz, ki bu anlaşılır bir durum. Ancak yaşadığınız belirtiler birkaç haftadır devam ediyor ve size ciddi bir sıkıntı veriyor. Bu noktada ilaç kullanımı, kısa sürede kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olabilir.

      İlacın yardımcı olabileceği konusunda hemfikir olduğumuza göre ve siz de ilacı denemek istediğinizi belirttiğinize göre, şimdi size çeşitli ilaç seçeneklerini ve her birinin artılarını ve eksilerini açıklayayım.

      Biraz önce size epey bilgi verdim. Aklınıza takılan sorular var mı?

      İlaç reçete etmek, terapistin hastanın dikkatini belirli detaylara yönlendirmesini de gerektirebilir. Bu detaylar arasında belirtiler, yan etkiler, terapötik etkiler, doz ayarlamaları ve reçete yenilemeleri gibi unsurlar yer alır. Bu tür yönlendirmelerin özellikle önemli olduğu bazı noktalar şunlardır:

      • ilaç konusunun ilk kez gündeme getirildiği zaman
      • ilk reçetenin yazıldığı seans
      • reçete sonrası yapılan ilk görüşme
      • iyileştirici etkinin ilk kez gözlendiği ya da bildirildiği zaman
      • doz değiştirildiğinde, reçete yenilendiğinde ya da ilaç protokolünde değişiklik yapıldığında

      Terapist seansa belirtiler ya da ilaç kullanımıyla ilgili sorularla başlayabileceği gibi, bu konunun hasta tarafından gündeme getirilmesini de bekleyebilir. Ancak aşağıdaki örnekte olduğu gibi, terapist/farmakolog ilaca dair konuşmayı seansın kenarına itilmiş bir konu haline getirebilir:

      Terapist: Bugünlük süremiz doldu. Bu arada, antidepresanınız için reçete yenilemesine ihtiyacınız var mı?

      Bu tür bir yaklaşım, ilaca dair pratik ya da psikodinamik meselelerin yeterince tartışılmasını engeller ve hastaya terapistin bu konuya özel bir ilgi duymadığı mesajını verebilir. Oysa terapist/farmakolog, ilaç konusunun seansın ana teması olmasa bile, tedavi sürecini nasıl etkiliyor olabileceği konusunda her zaman farkındalık içinde olmalıdır.

      Bölünmüş tedavi

      Bölünmüş tedavi modelinin kendine özgü zorlukları vardır. Bu durumda hasta artık belirtilerini iki farklı uzmana anlatmaktadır. Bu nedenle terapist ile psikofarmakologun yakın bir iş birliği içinde çalışarak bilgi paylaşımı yapmaları gerekir. Bazen hasta bazı konuları yalnızca bu iki uzmandan biriyle konuşmayı tercih edebilir; böyle bir durumda da etkin bir bakım süreci için güçlü iletişim şarttır. Yine de, hastanın bu duruma verdiği tepki biçimi, her zaman terapötik olarak anlamlı bir içgörü kaynağı olabilir.

      Örnek

      Bayan C., 25 yaşında biridir ve Dr. X. (35 yaşında, kadın bir klinik psikolog) ile terapi sürecindedir. Aynı zamanda ilaçlarını yazan 55 yaşında bir erkek psikofarmakologla da görüşmektedir. Bir süre sonra depresyon belirtileri göstermeye başlar; ancak bu belirtileri yalnızca psikofarmakologla paylaşır. Psikofarmakolog, durumu Dr. X.’e bildirir. Dr. X., bir sonraki seansta bu bilgiyi hastayla paylaşır. Süreç içerisinde, Bayan C.’nin terapistine karşı duyduğu rekabet duyguları nedeniyle, bu durumu bir “zayıflık” olarak gördüğü ve bu yüzden paylaşmadığı anlaşılır. Bu konunun konuşulması, terapötik sürecin yeni bir keşif alanına açılmasına vesile olur.

      Hem terapist hem de psikofarmakolog olup olmamanıza bakılmaksızın, her bir hastanıza optimum ve bireyselleştirilmiş bir tedavi sunabilmek için, hem fenomenolojik/farmakolojik hem de psikodinamik modelleri kullanmayı öğrenmeniz büyük önem taşır.

    4. Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş (Kitap)

      Bu sayfada Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin [Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş] bölümlerinin çevirilerinin linkleri yer almaktadır.

      İçindekiler

      Ön Söz (Aşağıdadır.)

      Giriş: Freud ÖLMEDİ

      1. Yirmi Birinci Yüzyıla Uygun Bir Psikanaliz

      2. Psikanaliz Ekollerine Genel Bir Bakış

      3. Psişik Değişim Süreci

      4. Analitik Ortam ve Analitik Tutum

      5. Değerlendirme ve Formülasyon

      6. Bilinçdışı İletişim ve Analitik Dinleme

      7. Aktarım ve Karşıaktarım

      8. Savunmalar ve Direnç

      9. Sonlandırmalarla Çalışma

      10. Bedene Ayarlanma

      11. Dijital Çağda Psikanalitik Uygulama

      12. Uygulamalı Psikanalitik Etik

      13. İşbaşında Psikanalitik Psikoterapist

      Sonuç: Günümüzdeki Psikanaliz Üzerine Bazı Kişisel Düşünceler

      Ön Söz