Yazar: Editör

  • Psikoz ve Bireysel Psikodinamik Psikoterapi (12. Bölüm)

    Bent Rosenbaum

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 12. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Psikoz hastalarında psikanalitik psikoterapinin ilk vakalarının yayınlanmasından 100 yıldan fazla bir süre sonra (Bertschinger ve Allen, 1916; Bjerre, 1912; Waelder, 1925), psikozlu bireyler için tercih edilen psikodinamik tedavi statüsüne ulaşan tek tip bir tedavi yöntemi henüz yoktur. Ancak, psikanalitik psikoterapinin kişiye bir bütün olarak yönelmesi, her bireyin benzersiz geçmişine, öznelliğine ve psikolojik karmaşıklığına yapılan vurgu nedeniyle böyle bir tekdüzelik beklenmemiş olabilir. I. Dünya Savaşı’ndan II. Dünya Savaşı sonrası on yıla kadar olan dönemde, psikozun (çoğunlukla şizofreni) psikoterapisine ilişkin araştırmalar, vaka tanımları ve terapinin sonlandırılmasından sonra herhangi bir takip yapılmayan küçük grupların retrospektif çalışmaları olarak sunuldu (Beck, 1952; Federn, 1953; Sechehaye, 1950). 1960’lardan itibaren bir dizi sistematik karşılaştırmalı çalışma yürütüldü ve bunlardan bazıları, olağan tedaviye bireysel psikoterapinin eklenmesinin olumlu bir etki yarattığını gösterdi (Frank ve Gunderson, 1990; Karon ve VandenBos, 1981; Sjostrom, 1985). II. Dünya Savaşı’ndan sonra yayımlanan vaka çalışmalarının çoğu kronik psikoz hastaları üzerinde yapılan uzun süreli terapilerdi; ancak başarılı kısa süreli vakalar da ortaya çıktı (Beck, 1952; Donelly, 1966). Çoğu terapist için büyük değer taşıyan ve uzmanların, önerilerini kendi hastalarına uygulayabilecekleri çok sayıda kılavuz ortaya çıktı (ör., Arieti, 1974; Federn, 1953; Fromm-Reichmann, 1959; Gunderson ve Mosher, 1975; Searles, 1965), ancak bu kılavuzlar hiçbir zaman sistemleştirilmedi ve deneysel çalışmalarda test edilmedi. Bu nedenle, özellikle psikoz yelpazesi ve değişen patojenik seyirler açısından bu tür önerilerin genelleştirilebilirliği ne doğrulanmış ne de doğrulanmamıştır.

    Psikozun psikodinamik psikoterapisi terimi, değiştirilmiş psikanalitik psikoterapinin geniş, kapsayıcı ve bütünleştirici bir biçimini ifade etmek üzere düşünülmüştür ve şizofreni psikoterapisinin karşılaştırmalı çalışmalarının (Summers ve Rosenbaum, 2013) veya müdahale etki büyüklüğünün hesaplanabileceği çalışmaların (Gottdiener ve Haslam, 2002) arka planını oluşturmuştur. Psikozun psikodinamik psikoterapisi terimi, değiştirilmiş psikanalitik psikoterapinin geniş, kapsayıcı ve bütünleştirici bir biçimini ifade etmek üzere düşünülmüştür ve şizofreni psikoterapisinin karşılaştırmalı çalışmalarının (Summers ve Rosenbaum, 2013) veya müdahale etki büyüklüğünün hesaplanabileceği çalışmaların (Gottdiener ve Haslam, 2002) arka planını oluşturmuştur. 1990’larda psikoz için psikodinamik psikoterapinin değerini düşüren incelemeler büyük psikiyatri dergilerinde yer aldı (örn. Lehman ve Steinwachs, 1998). Daha sonra, yalnızca bir prospektif karşılaştırmalı çalışma yayınlandı (Harder, Koester, Valbak ve Rosenbaum, 2014; Rosenbaum, Harder ve Knudsen, 2012), bu da olağan tedaviye bireysel psikodinamik psikoterapinin eklenmesinin avantajlarını gösterdi. Daha sonra, yalnızca bir prospektif karşılaştırmalı çalışma yayınlandı (Harder, Koester, Valbak ve Rosenbaum, 2014; Rosenbaum, Harder ve Knudsen, 2012), bu da olağan tedaviye bireysel psikodinamik psikoterapinin eklenmesinin avantajlarını gösterdi.

    Psikodinamik yaklaşımın ortak paydalarından biri, psikozun, psişik gelişimden kaynaklanan ve zihin-beyin diyalektiğine dayanan zihin durumları olarak görülmesidir; bu görüş, 4-10 yıllık anne-bebek gözlem çalışmaları (Stern, 1985, 1994) ve sembolik bütünleşme ve psişik istikrarı ele alan gelişimsel araştırmalarla (Harder ve Rosenbaum, 2015) desteklenmektedir. Psikozun gelişimi çeşitli bilinçdışı yapısal ön koşulları kapsar. Bu, ilginin geri çekilmesi ve acı verici bir şekilde algılanan dünyaya psişik (dürtü) yatırım yapılması anlamına gelen bozulmuş ego işlevlerini içerir; bu durum genellikle travma deneyimleriyle (de Masi, 2009; Kirshner, 2015; Read, Bruce, Moskowitz ve Connolly, 2001; Read ve Ross, 2003), ego parçalanmasını ve bulanık ego sınırlarını içerir (Frosch, 1983; Robbins, 1993). Bu bozukluklar, istikrarlı hedefler ve bakış açıları olmadan narsisistik izolasyona ve tutarsız düşünceye yol açabilir. Bastırma kapasitesinin eksikliği, psişik aygıtı dışarıdan gelen algılardan ve içeriden gelen duyumlardan, düşüncelerden ve duygulardan koruyamama anlamına gelen bir başka ön koşuldur. Bu bastırma eksikliğinin sonucu, güçlü bir kaygı, öfke, umutsuzluk ve aşırı düşüncelilikle boğuşan bir zihin olabilir (Sass, 2014). Üçüncü ön koşul, sembol oluşumunun bozulmasıdır; bu, evrensel veya genel olanı özel veya tikel olandan ayırt etmede ve geçici olarak yanılsamalar oluşturmada zorlukları içerir. Ayrıca, bir şeyin hem “benim” hem de “senin” için bir anlamı olabileceğini ve bu anlamın ikimiz için tam olarak aynı olmayabileceğini anlamakta zorluklar var. Bununla ilişkili olarak, “ben” ve “sen”in hem ayrı hem de yakından bağlantılı özneler olduğunu anlamada, iletişimin içeriğinin rızaya dayalı olarak doğrulanması gerektiğini anlamada ve diğerinin zihnini ve kolektifin zihnini dikkate almada zorluklar vardır. Son ön koşul, özellikle kayıtsız-kaçıngan (dismissive-avoidant) ve düzensiz (disorganized) bağlanma olmak üzere, bozulmuş bağlanma örüntüleriyle ilgilidir. Düzensiz bağlanmanın şiddetli biçimlerinin, psikozla ilişkili çeşitli bozuk gelişim alanlarında yer aldığı varsayılmıştır; örneğin, bozuk duygu düzenlemesi, kişilerarası ilişkilerde zorluklar, öz deneyimin parçalanması ve zihinselleştirme (mentalization) veya üstbilişte (metacognition) ciddi bozukluklar ve ayrıca sanrılar ve halüsinasyonların spesifik psikotik semptomları (Harder ve Rosenbaum, 2015).

    Bu olguların terapistin aklında her zaman bulunması gerekir. Terapistin deneyiminin (umarız) yaratıcı kısmının, müdahalenin belirli anına uygun sözcükler ve sözsüz tutumlarla tercih edilen tekniği oluşturacağı teorik temeli oluştururlar. Aynı zamanda, rutin ve ilham verici müdahaleleri -netleştirmeler, yüzleşmeler veya yorumlar olsun- ayırt edebilen, teorik düşünceden dile getirilen ve dile getirilmeyen göstergelere dönüşümdür.

    Tedavi yaklaşımının tanımı

    Psikoz için destekleyici psikodinamik psikoterapi (DPP), aşağıdakileri içeren birkaç temel ilkeye dayanmaktadır:

    1. İstikrarlı, ancak esnek bir çerçeve

    2. Terapistin karşı aktarıma olan dikkati

    3. Hastanın öznel deneyiminin, duygularının ve kişilerarası dünyasının açıklığa kavuşturulması, psikotik semptomlara içsel ve dışsal nesne ilişkilerinde anlaşılır bir bağlam kazandırma çabaları dahil

    4. Net iletişim ve farklı bakış açılarına dikkat

    5. Terapistin destekleyici tutumu, müdahaleleri açıklığa kavuşturmaya ve anlamaya vurgu yapılması ve genel olarak insan durumu (iletişim, alışkanlıklar, günlük kültürel yaşam deneyimleri, vb.) hakkında anlık psikodinamik psikoeğitimin dahil edilmesi

    Bireysel psikodinamik psikoterapinin çerçevesi ve ortamı (1) istikrarı ve düzenliliği, (2) terapistin empati kapasitesi ve diğer kişinin ruhsal gelişimine yönelik uzun vadeli ilgisi ve (3) terapistin yanlış anlamaları, saldırganlığı ve umutsuzluğu bütünlük, duyarlılık ve yaratıcılıkla sınırlama kapasitesi tarafından tanımlanır. Üstelik, son noktayla ilgili olarak çerçeve, terapistin terapötik seanslarda (geniş anlamda, aktarım) ve terapinin dışında kişilerarası ilişkilerin dinamiklerini kutuplaşma atmosferi yaratmadan netleştirme kapasitesiyle desteklenmektedir.

    Ortam çok katı olmamalıdır, özellikle psikotik kriz zamanlarında. Seansların uzunluğu değişecektir; bazı seanslar daha sohbetvari bir atmosfer içerecektir (ancak terapistin tarafından alakasız ifadeler olmadan), diğer seanslarda ise terapist daha sessiz olabilir ve hastanın yönlendirmesine izin verebilir. Bazı seanslarda hasta hareketsiz oturamaz ve odanın içinde hareket etmek zorunda kalır ve terapist bunun nedenlerini araştırmanın yollarını bulmalı ve aynı zamanda hastayı sakinleştirmelidir. Terapistin tutumu genel olarak hastanın durumuna göre değişmelidir. Terapist, yüz ifadesi, jestler, ses, gayriresmî tavır ve genel tavırla, bir insanın (terapistin) psikozdaki bir kişiyle temas kurmak istemesi gerçeğinin otomatik olarak uyandırdığı korkuyu ortadan kaldırmak için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Bazı terapistler, hastanın izin vermesi halinde, önemli aile üyelerini görmenin bir avantaj olabileceğini de öne sürerler. Bu tür görüşmeler, tüm katılımcıların durum hakkındaki hislerini ve görüşlerini şimdi ve burada açıkça ifade etme şansına sahip olabileceği ve ara sonuçlara hastanın huzurunda ve onayıyla ulaşılabileceği psikoterapötik yönelimli ihtiyaç-uyarlamalı tedavi (Alanen, Rakkölainen, Laakso, Rasimus ve Kaljonen, 1986) biçimini alabilir.

    Karşı aktarım tepkileri riski, psikotik zihin durumlarındaki kişilerin tedavisinde, nevrotik ve borderline zihin durumlarına sahip kişilerin tedavisinden daha fazladır (her ne kadar ikinci kategorideki hastalar sıklıkla terapiyi etkileyen büyük karşı aktarım sorunları yaratsa da). Fromm-Reichmann (1959, s. 215) sorunları şu şekilde formüle eder: “Şiddetli kaygı, içe kapanık yalnızlık, saldırgan nefret ve psikotik hastanın iyileşmemesi terapistlere bulaşıcı olabilir.” Hastanın sembol oluşumunun bozulması (yukarıya bakınız) terapistin karşı aktarım duygularını doğru şekilde kullanmasını zorlaştırır. Birincisi, terapistin bilincinde genellikle uygun şekilde ele alınamayacak kadar geç ortaya çıkarlar (saf bilinçdışı fenomenler olarak başlarlar); ikincisi, kişinin karşı aktarım karmaşasını, öfkesini ve kaygısını dönüştürme yolları, hastanın iletişim zorlukları tarafından engellenir. Terapinin tüm süreci boyunca destekleyici psikodinamik bir tutumun terapistin tarzına yerleştirilmesi gerekir. Bazı ilkeler:

    1. Hastanın ifadeleri, “normal” veya “patolojik” olmalarına bakılmaksızın, düzeltilmesi gereken öznel gerçekler olarak algılanmakta ve açıklığa kavuşturulması ve araştırılması gereken bir şey olarak ele alınmaktadır.

    2. Hastanın sorunu her zaman apaçık, sağduyulu ve basitçe öğrenilmemiş olandan daha fazlası olsa da, terapinin içeriği diyalogda konuşulan konulara mümkün olduğunca odaklanarak ve açık referanslarla yapılmalıdır. Terapist dilin çok anlamlı ve çağrışımsal doğasının farkındadır ancak aynı zamanda çok anlamlılığın ve çok fazla çağrışımın hasta için kafa karıştırıcı olabileceğinin de farkındadır.

    3. Terapist, hastanın somut kişilerarası ilişkilerdeki duygularını, tutumlarını ve öznel niyetlerini anlamlandırmasına ve daha iyi anlamasına yardımcı olmalıdır. Çoğu zaman, etkileşimlerde adım adım netleştirmek, kişilerarası dinamikleri (örneğin, neler olup bittiği ve neyin kaçınılmış olabileceği) anlamakta yardımcı olabilir; ancak diğer zamanlarda, adım adım yöntem çok fazla bilgiye yol açabilir ve o anda hazmedilemez olabilir.

    4. Hasta ile terapist arasındaki farklı bakış açıları asla yerleşik pozisyonlara, saldırgan savunmacı saplantılara veya başka herhangi bir kutuplaşma biçimine dönüşmemelidir.

    5. Terapistin devam eden görevi, hastanın dinlendiğini hissetmesini sağlamak için hastayla görüşmeyi yapılandırmaktır. Bu da, içsel güvenliği artırarak, hastanın yalnızca terapistin bakış açılarını değil, aynı zamanda hastanın kendi bakış açılarını da dinlemeye başlamasına yardımcı olabilir.

    6. Yapıyı güvence altına almanın amacı, dağılma ve çöküşü dengelemek ve hastanın olumsuz ve kendini aşağılayıcı tutumunu dengelemektir.

    7. Son olarak, terapistin tutumu, gerektiğinde ve hastanın acı dolu zihin durumunu kontrol altına almak için, açıklamalar, onaylamalar ve öneriler gibi değiştirilmiş psikanalitik tekniklerin kullanımını; uyarlanabilir stratejileri en üst düzeye çıkarmayı ve hasta aktivitelerini teşvik etmeyi; ve hastanın psikotik mekanizmaların bireyde ve diğerleriyle belirli etkileşimlerde psikolojik olarak nasıl çalıştığını ve diğer insanların nasıl tepki vermesinin beklenebileceğini (sağduyulu tepkilerle) anlamasına yardımcı olmayı kapsamalıdır. Bu tür müdahalelere anlık psikodinamik psikoeğitim adı verilebilir.

    İlk oturumlar

    Başlangıç ​​aşamasının temel hedefleri, hasta ile yapıcı bir çalışma ilişkisi kurmak, hastanın hem travmatik hem de yararlı olaylarla ilgili geçmişine dair bir anlayış geliştirmek ve hastanın semptomlarını öznel deneyimi ve sosyal işleyişi bağlamında konumlandırmaktır. İlk görüşmede, terapistin hastayı bir insan olarak ve hastanın şu anki acı verici durumuyla anlamlı bir şekilde ilişkilendirilebilecek bir geçmişe sahip bir kişi olarak anlamakla ilgilendiğine hastayı ikna etmek önemlidir.

    Bana kendinizden bahsedebilir misiniz, böylece sizi olduğunuz kişi olarak daha iyi tanıyabilirim? Hayatınızın gidişatıyla ilişkili olarak, kendiniz ve hayatınızdaki sorunlar hakkında görme ve düşünme biçiminizin özellikleriyle ilgili ne hissettiğinizi duymakla ilgileniyorum.

    İşbirlikçi bir atmosferde terapist ve hasta, gelişimsel psikopatoloji fikirlerine göre (Cicchetti ve Cohen, 2006) hastanın normal ve patolojik yönlerini de içeren yaşamının anlatısal bir biyografisini geliştirirler. Bunlar hastanın mevcut kişilerarası sorunlarının dinamikleri, ilişkili patolojik yas süreçleri (örneğin arkadaş kaybı, günlük işlevlerin kaybı, güvenliğin kaybı) ve kaygı nedeniyle savunma deneyimleri hakkındaki hipotezleri içerir. Yararlı sorular şunları içerebilir:

    En önemli sorunlarınızın neler olduğunu düşünüyorsunuz?

    Sorunlarınızın nereden kaynaklandığını düşünüyorsunuz?

    Hangi durum(lar) sorunlarınızı veya semptomlarınızı kötüleştirebilir ve bunları ne hafifletebilir? Sorunları çözmeye kimin veya neyin yardımcı olabileceğini düşünüyorsunuz?

    Sizce tanımadığınız profesyonellerden, başka kişilerden yardım almanız gerektiği sonucuna varmanıza yol açan durumun ne olduğunu bana söyleyin. Bu sonuca sizin ulaştığınızı mı hissettiniz yoksa başkalarının vardığı sonuçların size dayatıldığını mı hissettiniz?

    Bir tarafta önemli olayların (nesnel olarak) anlatıldığı (yani, üçüncü şahıs bakış açısından görülen olaylar) ve diğer tarafta (öznel olarak) anlatıldığı bir hayat çizgisi çizmek (örneğin, “Bu anı—o anı gerçekleştiğinde nasıl deneyimlediğinizi düşünüyorsunuz ve bugün nasıl deneyimliyorsunuz? Günlük hayatınızda sizin için ne anlama geliyor?”). Nesnel ve öznel olarak tanımlanan bu olaylar, hastanın günlük yaşamında ve aktarımda neler olduğuna dair anlayışını yapılandıran ve renklendiren içsel nesne ilişkilerinin anlaşılması için kılavuz işlevi görebilir.

    Semptomların hastanın gelişimsel seyri bağlamında da araştırılması ve anlaşılması gerekir. Örneğin, ses halüsinasyonlarını araştırırken terapist aşağıdakilere benzer sorular sorabilir:

    Sesler ne zaman sizinle konuşmaya başladı? Ne dediler? Mesajları sizin için anlamlı mıydı? Sesler başladığında hayatınızda neler oldu? Bu yaşam olayları ile seslerin mesajları arasında bir bağlantı buluyor musunuz? Sesler en başından beri düşmanca mıydı yoksa nazik mesajlarla, hatta belki de sizin için yararlı mesajlarla mı başladı müdahalelerine? Sesler daha düşmanca ve zulüm edici hale geldiğinde hayatınızda neler oluyordu?

    Bu tür sorular hastanın dünyayı halüsinasyon yoluyla algılama biçimini düzeltmek için değildir. Bilakis, halüsinasyonların dinamiklerini (potansiyel olarak içsel ve dışsal nesne ilişkilerinin dinamiklerini yansıtması açısından) anlamak için gerekli açıklamalardır. Bu açıklamalar yalnızca terapistin hayal gücünü bilgilendirmek için değil, aynı zamanda hastanın, halüsinasyonların daha az veya çok travmatik türden daha önce kaydedilmiş deneyimlere gömülü psişik fenomenler olduğu anlayışını yavaş yavaş ilerletmek için de tasarlanmıştır. Dolayısıyla böyle bir araştırmanın amacı sıradan bir psikiyatrik tanı görüşmesinin amacından farklıdır.

    İlk seanslarda terapistin hastaya üzüntü, yalnızlık, saldırganlık, intihar dürtüleri ve diğer kendini yıkıcı ve şiddet içeren düşünce ve eylemlerden oluşan insani duygusal repertuarın yanı sıra aynı zamanda yaratıcı yaşam yönlerine de ilgi duyduğunu ve bu konulara gerçekten ilgi duyduğunu hissettirmek önemlidir (örneğin müzik, dans, resim, spor, tiyatro, film, edebiyat). Terapist, hastanın zihnine, terapistin hastanın günlük hayatına hakim olduğu dönemde hasta için anlamlı olsa bile, hastanın kendini yok edici yönlerin gerçekleştirilmesini önlemeye hazır olduğu fikrini koymak ister. Terapistin, hasta ile birlikte, belirli bir düzeyde istikrara sahip terapötik bir ittifakın yaratılması için olanakları ve engelleri netleştirmesi de aynı derecede önemlidir. Terapist farklı açılışlar kullanabilir, örneğin aşağıdaki gibi sorularla:

    Planlanan toplantılarımıza katılmamanıza ne sebep olabilir? Şu anda sizde çok fazla iğrenme yaratacağını düşündüğünüz ve psikoterapiden uzak durmanıza sebep olabilecek konular var mı? Seanslara gelme konusunda yaşadığınız olumsuz duyguların üstesinden gelmenize yardımcı olmak için ne yapabilirim?

    Elbette, tüm bu soruları tek bir araya sıkıştırılmış cümlede sormak, tedavi edici değildir. Terapist önemli olduğuna inandığı bir soru sorduğunda cevaplar araştırılmalıdır; araştırmanın derinliği hastanın ruh haline ve terapistin becerilerine bağlıdır. Başlangıç ​​aşaması, terapistin hastanın zihin durumuna yanıt vermesini içeren yaratıcı bir çalışma biçiminin geliştirilmesini içerir; örneğin hasta bunu tolere edebiliyorsa daha keşfedici hale gelir. Bu tür keşifler terapistin deneyimine, uzmanlığına ve sezgisine bağlıdır. Hastanın bir yolculuğa başlamak için kendini yeterince güvende hissetmesini sağlamak ve hastanın zihinsel yaşamına umut getirmek için farklı metaforlar çalışma araçları olarak kullanılabilir.

    Terapinin ilk aşamasında, iletişimde söylenenler, kelimelerin ne anlama geldiği ve ifadelerin ne için kullanıldığı konusunda fikir birliği ve fikir ayrılığı temel unsurlardır. Bu aşamada terapistin hasta ile yüzleşmekten ziyade, onunla bir araya gelme fırsatlarını araması gerekir. Özellikle tedavinin erken evrelerinde yaşanan anlaşmazlık, ilişkiyi sonlandırma çağrışımlarına sahip olma eğilimindedir ve sıklıkla tedavinin erken sonlandırılmasıyla sonuçlanır (Robbins, 1993). Dolayısıyla yüzleşmeler terapinin daha çok orta evresine aittir.

    Orta aşama

    Tedavi aşaması olarak semptomlar ve çatışmalar üzerinde daha odaklı çalışmalar yapılması ve kendini anlama, psikodinamik psikoterapinin orta aşaması için psikozlu bireylerde özellikle zor olabilir. Ne kalkış kıyılarının ne de varış kıyılarının görülemediği ve konumlandırılamadığı açık okyanusta yön bulmak, hem terapistler hem de hastalar için büyük bir zorluktur. Semptomların üstesinden gelmek, onları belli bir mesafede tutabilmek anlamına gelir; bu da semptomların güçlendirildiği veya hafifletildiği kişilerarası senaryolardaki işlevlerinin anlaşılması anlamına gelir. Terapistin semptomları her zaman kişilerarası bağlamda (aktarım dahil) netleştirmesi ve analiz etmesi önerilir. Ancak zamanlama çok önemlidir. Bazen hastalar semptomlarını sosyal bir bağlam içinde anlamak istemezler. Travma ve yetersiz bağlanma deneyimleri sonucunda duygusal olarak anlaşılamama duygusuna kapılan hastalar, semptomlarını yabancı ve acı verici, bir an önce kurtulmaları gereken, hakkında konuşmak istemedikleri bir şey olarak görmek isteyebilirler. Semptomlarından kurtulmak istemeleri ancak bunu nasıl yapacaklarını bilmemeleri ve aynı zamanda terapistin güvenilir olmadığını hissetmeleri arasındaki bu paradoks, terapistleri sıklıkla zorlayan ve çıkmazlara yol açan durumlar yaratır. Bu tür evrelerde veya anlarda psikotik deneyimlerin ve kaygı uyandıran çatışmaların araştırılmasını önemsizleştirmek ve bunun yerine hastanın daha iyi bir yeniden sosyalleşme elde etmek için mümkün olduğunca güvenlik hissini güvence altına almaya odaklanmak daha önemli olabilir.

    Bu terapi anlarında karşı-aktarım duyguları merkezi öneme sahip olur. Sonuç olarak, majör psikotik semptomların baskın olduğu durumlarda bile, terapistin, kendiliğin gelişiminin hastaya ilaç etkisinin ötesinde nitelikler sağlayabileceğine güvenmesi gerekir. Terapistlerin hastanın kişiliğinde normal işleyen bazı unsurların varlığına güvenmeleri (Bion, 1957; Freud, 1940; Lotterman, 2015; Summers ve Martindale, 2013) ve bu daha aklı başında unsurları tutarlı ve açık bir şekilde desteklemeleri gerekir. Terapistin amacı hastanın sağlıklı tutum ve düşüncelerini genişletmesine ve psikotik işleyişini azaltmasına yardımcı olmaktır. Kısa bir örnek şöyle açıklanabilir:

    Bir hasta seansa şiddetli halüsinasyonlar görerek geldi, muayene odasında huzursuz ve kaygılı bir şekilde dolaşıyor ve göz teması kurmuyordu. Seansa (Danca) “üzgün hissediyorum”, “Üzerime basıyorlar”, “Beni yiyorlar”, “Uzaklaşıyorlar ve üstümde yürüyorlar” diyerek geldi. Terapist sakin bir şekilde dinledi ve yumuşak bir sesle, “Kulağa korkunç geliyor.” dedi. Sana yardım edeceğim ve seni koruyacağım. Bu odada kendini güvende hissedebilirsin.” Yarım saat sonra hasta sakinleşip sandalyeye oturdu ve terapist hastadan başına gelenleri anlatmasını istedi. Arabasını (Küçük bir Morris Maskotu) büyük bir kamyonun arkasında nasıl sürdüğünü (parça parça da olsa) anlattı. Aniden, kamyonun içinde yüzlerce ölü domuzun cesedinin bulunduğu ve bunların kamyondan düşüp kendisini gömdüğü fantezisi onu ele geçirdi. Arabasını terapistin muayene odasının yakınına park etmeyi başardı ama birkaç yüz metre yürümek zorunda kaldı. Sokakta yürürken büyük siyah bir plastik poşet taşıyan bir adam gördü ve hemen bu poşetin içinde küçük parçalara ayrılmış iki çocuğunun olduğunu düşündü. Bu korkunç deneyimden sonra sokak tabelasına baktığında içinde bir kaos hissetti ve sanki dünya başına yıkılmış gibi hissetti. Terapistin olayı daha detaylı incelemesiyle, gördüğü sokak tabelasındaki ismin parçalı bir şekilde algılandığı ortaya çıktı. Kurduğu cümlelerin hepsi sokağın isminden kaynaklanıyordu ve hasta bu bilgiyle bir nebze daha sakinleşmişti. Terapist bu seansta olaya ilişkin anlayışını daha da ileri götürmedi ve hastanın cümlelerini, bedenini somut bir şekilde işgal ettiğini sık sık hissettiği çocuklarını büyütme konusunda bir önceki seansta gösterdiği korkuyla ilişkilendiren yorumlayıcı bir çağrışım yapmaktan kasıtlı olarak kaçındı.

    Bu kısa öykü, terapistin öncelikle temel bir duygu düzenleme kapasitesinde işlev görmeyle ilişkili duyguları yönetmesinin ve sunulabilecek yorumun kapsamını ve derinliğini izlemesinin ne kadar önemli olabileceğini göstermektedir. (Burada terapistin hastanın cümlelerini veya anlatılarını dinlerken aklında her zaman en azından bazı olası yorumların bulunduğunu varsayıyorum.)

    Psikoterapist için semptomları ilkel savunma mekanizmaları ışığında anlamak ve bu anlayışı sonraki müdahalelerde uygulamaya koymak zorlayıcıdır. Bununla birlikte, çalkantılı dönemlerde dengeyi yeniden sağlayabilecek önemli bir müdahale, hastanın savunma mekanizmalarının somut durumda onu korumak ve ona yardımcı olmak için var olduğunu hissetmesini sağlamaktır. Hastalar daha sonra savunmacı tutumlarının, kendiliğin bütünlüğünü korumada uyarlanabilir ve psikolojik açıdan değerli bir işlevi olduğunu fark edebilirler. Terapinin ilerleyen evrelerinde terapist, hastaya gelecekte başka tutumların, hatta bazı savunma örüntülerinden vazgeçmenin bile bir olasılık olabileceğini aktarabilir. Bu değişikliklerin zamanlaması dikkatle seçilmeli ve gereksiz endişe ve karışıklığa yol açmadan teşvik edilmelidir. Savunma mekanizmalarının olumlu ve olumsuz yanları, hastanın terapinin orta evresinde yavaş yavaş farkına varacağı bir şeydir. Bu, terapistin hastanın kişiliğinin sağlıklı yönlerini harekete geçirmesine yardımcı olmasıyla birlikte gerçekleşebilir. Buna hastanın sosyal iletişimin farklı durumlarında kendi gerçekliğini tanımlamasına yardımcı olmak, hastanın hayatına yönelik perspektifleri geliştirmek ve mevcut olgun savunma mekanizmalarını kademeli olarak desteklemek dahildir. Kısacası, hastanın kişilerarası tutumlarındaki değişiklikler – daha fazla açıklık, daha fazla güven, sosyal bir gelecek için daha kişisel fikirler – hastadan terapiste gelen, savunma mekanizmaları hakkında daha ayrıntılı bir şekilde konuşmanın zamanının geldiğine dair işaretlerdir.

    Yukarıda da belirtildiği gibi, yüzleştirmeler birinci evreden ziyade orta evreye aittir. Yüzleştirme, hastanın kabul etmek istemediği bir şeye değinir veya hastanın kaçınma ya da küçümsemesini (minimization) tespit eder (Gabbard, 2014). İkincisi, psikoz psikoterapisinde önem taşır. Yüzleştirmeler, genellikle hastanın ve terapistin belirli durumlar ve bunların altında yatan dinamikler hakkındaki bakış açıları arasındaki anlaşmazlıkları ortaya çıkarır ve/veya bu anlaşmazlıkların altında yatar, örneğin bir hastaya şunu söyleyerek, ‘’Babanızın cenazesine katılmayarak, korkunuzun egemenliğine boyun eğebilir ve terapimizde sıkı çalışmanız sonucu elde ettiğiniz ilerleme hissini sürdürebilirsiniz. Ailenizin bakışlarının artık sizi rahatsız etmeyeceğini birkaç kez söylediniz ve bunun arkasındaki nedenleri birlikte araştırdık, öyleyse neden kendi sözlerinize karşı geliyorsunuz?’’ hastanın kaçındığı şeyi veya önceki seanslarda aldığı kendi kararlarına nasıl ters düştüğünü gösterir.

    Bazen terapist hastaya destek ve yardım amaçlı ifadelerle müdahale ettiğinde, hasta terapistin sözlerini kafa karıştırıcı ve sakıncalı olarak deneyimleyebilir. Hasta, terapistin kendisine anlamsız görünen veya zararlı ifadeler dayatmasına öfkeyle bile tepki verebilir. Bu gibi durumlar, terapistin, yardım etme niyetiyle söylediği sözlerin hastada istenmeyen bir ruh haline yol açtığını kabul etmesini gerektirir.

    Psikoz için DPP, hastanın çağrışımlarının seansta çalışılacak temalar ve konular için yol açtığının düşünüldüğü serbest çağrışım analitik ilkesini takip eder. Ancak geleneksel psikanalitik terapiden farklı olarak DPP’de seansları yapılandıran terapisttir. Böylece terapist, değerlendirmede ve terapinin ilk evresinde ortaya çıkan bozulmuş dinamikleri seanslara çekme sorumluluğunu üstlenir. Ayrıca, sorunların ne kadar ve hangi ölçüde çözülebileceğine seanslar sırasında karar vermek terapistin sorumluluğundadır. Terapist, hastanın kendini tekrarlamaya başladığını veya daha kaygılı hale geldiğini hissettiğinde, bazen seansın ortasında bile, “Az önce konuştuklarımız son derece önemli ve bugün de buraya kadar geldiğimizi düşünüyorum” şeklinde ifadeler kullanabilir. Elbette, bu yapılandırma müdahalesi hakkında fikir birliğine varmak önemlidir, tıpkı terapistin süreklilik yaratma becerisi gibi: “Bu önemli konuyu konuşmadan önce, ilgilenmemiz gereken başka bir konuya değindiniz…” Burada yine terapistin duyarlılığı ve dinleme kapasitesi söz konusudur: Psikotik ruh halindeki hastalarla psikoterapide olmazsa olmaz olan, doğru zamanda, doğru sözcüklerle, uygun ve sakinleştirici prozodi, beden hareketleri ve yüz mimikleriyle müdahale etmektir.

    Sonlandırma aşaması

    DPP’nin sonlanma aşaması, tedavi süresince yapılan çalışmaların gözden geçirilmesi ve sentezlenmesini içerir. Terapinin bitiminden 3-6 ay önce terapistin, tedavi süresince bugüne kadar yapılanları özetlemesi gerekir. Psikotik deneyimlerin aktarım ve anılarının etkisi altında olan bir kişi için uzun süreli bir terapinin çok sayıda öğesini birbirinden ayırmak ve sentezlemek zordur. Bu nedenle terapist, hastanın terapinin başlangıcındaki genel görünümü ve zihinsel durumuyla ilgili anıları, hastanın ruhsal gelişimi tamamlandıktan sonraki şu anki görünümüyle karşılaştırmaya yardımcı olabilir. Hastanın olumlu gelişiminin yörüngeleri vurgulanmalıdır. Hastanın buna verdiği yanıtlardan sonra terapist, hastanın sonlandırma sonrasında da farklı biçimlerde başa çıkması, düşünmesi ve karşılaşması gereken arda kalan sorunlar olduğunu ekleyebilir. Terapist ve hasta, hastanın kalan semptomlarla nasıl başa çıkabileceği konusunda konuşmak için zaman ayırmalı, hangi stratejilerin kullanılabileceğini ve neden kullanılabileceğini ve hangi önlemlerin neden alınabileceğini göz önünde bulundurmalıdır.

    Terapist ayrıca hastaya terapistin yardımcı olma ve yardımcı olmama tarzı, dinleme biçimleri vb. hakkında yorum yapma olanağı vermelidir. Terapide sonuna kadar devam eden hasta, terapisti eleştirmekten çekinecektir. Terapist, hastayı etkilemiş olabilecek bazı hataların altını çizerek, hastanın bundan bir şeyler öğrendiğini hissettirebilir.

    Psikoz yaşamış ve terapiye devam etmiş kişinin ayrışma-bireyleşme sürecini bunaltıcı ve dayanılmaz bir süreç olarak deneyimleyeceğine inanıyorum. Bunun birçok nedeni var. Birincisi, şizofrenik psikoz durumları, sembolik düzenin işlevinin hayali düzeni geçersiz kılmada başarısız olduğu simbiyotik zihin durumlarındaki bir yaşamı yansıtır (Fink, 1997, s. 87-90). Kişinin düşünceleri ve duyuları, kendi iç dünyasının bir yansımasına yakalanır ve bu yansımada kendilerini zulmedici ve kafa karıştırıcı şekillerde yansıtır ve tanımlar (yansıtmalı özdeşim). Bu simbiyotik hapishaneden (ya da Meltzer’in (1994) adlandırdığı gibi claustrumdan) çıkış yolları, ayrışma-bireyleşmeye doğru, istemli öz-yönetimin, istemli düşünce ve dikkat yönetiminin (Shapiro, 2000) ve otobiyografik benliğin genişletilmiş bilincin işlevlerine katılma kapasitesinin baskınlığının (Damasio, 1999)1 artması anlamına gelir. Gelecekteki sosyal koşullar hastanın hayatında dikkat noktasına (the field of attention) çizildiğinde ayrışma bireyleşme çalışması son derece yardımcı olabilir: iyi bir liderliğe sahip iş yerleri bulmak, cazip kabul edilen bir eğitim kursuna gitmek, normal yaşamda sosyal karşılaşmalar içeren erkek ve kız arkadaşlarla ortamlara katılmak, destekleyici eşler bulmak, kendi ailesinde olumlu değişiklikler yaşamak, vb.

    Destekleyici psikodinamik psikoterapi için deneysel kanıt: Danimarka Şizofreni Projesi

    Psikoz için psikodinamik psikoterapiye yönelik geçmişteki kötümser tutumlara rağmen, birçok klinisyen ve araştırmacı bu konunun kesin olmayan deneysel statüsünün farkında olmaya devam etmiştir. Psikodinamik terapinin psikozdaki rolünü keşfetme çabaları böylece devam etti. Bu tür çabalardan biri, ilk şizofreni spektrum bozukluğu olan hastalarda psikoz için psikodinamik psikoterapiyi standart tedaviyle karşılaştıran Danimarka Şizofreni Projesi’dir (DNS-II) (Rosenbaum ve diğerleri, 2012). Çalışma, seçilmemiş, ardışık olarak sevk edilen hastaların prospektif, karşılaştırmalı, boylamsal, çok merkezli bir araştırması olarak tasarlanmıştır. Hastalar, olağan tedaviye ek olarak DPP (bireysel psikodinamik tedavinin kılavuzlanmış bir biçimi) veya yalnızca olağan tedavi (TaU) ile tedavi edildi. Bu modalitelerden herhangi biri için hastaların önceden seçilmesi söz konusu değildi; tek seçici faktör hastaların ev adresleriydi. Her iki grupta da üniversite/üniversite dışı bölümler ve kırsal/kentsel bölümler yer alıyordu. Semptomlar ve fonksiyonel sonuçlar Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS) ve İşlevselliğin Genel Değerlendirmesi (GAF) ölçeği kullanılarak ölçüldü. Çalışmaya 18-35 yaş aralığında 269 yatan hasta dahil edildi ve bunların %79’u 2 yıl sonra çalışmada kalmaya devam etti. Psikoterapi grubunda (119 hasta) PANSS ve GAF puanlarının her ikisinde de önemli iyileşmeler görüldü ve katılımdan sonraki 2 yıllık takipte büyük etki boyutları elde edildi. Ayrıca, GAF fonksiyonunda (P = .000) ve GAF semptomunda (P = .010) iyileşme, TaU ile kombinasyon halindeki DPP’yi, yalnızca TaU’ya kıyasla önemli ölçüde destekledi. Bu farklı etkiler devam etti; ancak 5 yıllık takipte anlamlı bir düzeyde sürdürülemedi (Harder ve ark. 2014). Bu, diğer karşılaştırmalı, 5 yıllık takip araştırmalarının bulgularıyla tutarlıdır. Bu bulgular DPP’nin psikoz tedavisinde umut vaad ettiğini gösterirken, daha fazla araştırma için önemli soruları da beraberinde getiriyor: 2 yıllık aktif müdahale çok mu az? Bazı hastalara sadece 2 yılda önemli ölçüde yardım edilirken, diğerlerine hiç yardım edilmiyor mu ve böylece grubun homojenliğini varsayarak psikoterapi müdahalesinin farklılaştırılmış etkilerine ilişkin olası bir içgörüyü kaybediyor muyuz?

    1Damasio (1999, s. 230) bu işlevleri güzelce özetler: yararlı eserler yaratma, diğerinin zihnini düşünme, kolektifin zihinlerini hissetme, sadece acıyı hissetmek ve ona tepki vermek yerine acıyla acı çekme, kendinde ve ötekinde ölüm olasılığını hissetme, hayata değer verme, haz ve acıdan ayrı bir iyilik ve kötülük duygusu inşa etme, ötekinin ve kolektifin çıkarlarını hesaba katma, sadece haz hissetmenin aksine güzelliği hissetme, duyguların uyumsuzluğunu ve daha sonra gerçeklik duygusunun kaynağı olan soyut fikirlerin uyumsuzluğunu hissetme. Genişletilmiş bilincin bu işlevleri, Lacancı sembolik düzenin işlevlerine paralel görünüyor (Fink, 1997), bunun önemi sonlandırma aşamasının bir ölçüsü olabilir.

    Özet

    Psikozun ciddi doğası göz önüne alındığında, bu alanda mümkün olduğunca çok sayıda potansiyel olarak yararlı müdahaleye ihtiyaç duyulmaktadır. Psikoz yalnızca düşünme, hissetme ve muhakeme işlevlerine değil, aynı zamanda, hatta daha da önemlisi, kişinin kendilik kavramına saldırır. Psikodinamik yaklaşımda, terapist ve hastanın işbirliği esas olarak kişinin hastanın kendiliğine ilişkin kavrayışı, anlayışı ve hisleriyle, aktarımda göründüğü şekliyle, öznelerarası ilişkiyle (içsel nesne ilişkisi), kişilerarası ilişkiyle (sosyal olarak iletişim kuran kendilik) ve kendiliğin sembolik bütünleşmenin daha fazla baskınlığına doğru gelişimiyle ilgilenir. Sınırlılıklara rağmen DNS-II çalışması, şizofreni birinci epizod psikozlu hastaların tedavisinde psikodinamik psikoterapinin dahil edilmesinin lehinde konuşmaktadır. Çalışma, ayrıca psikodinamik psikoterapinin genel olarak zararlı etkileri hakkındaki tekrarlanan klişeyle de çelişiyor.

    Bilimsel metodolojiye gelince, sonunda kendimize iyi bir terapiyi değerlendirmek için ne tür ölçütler kullanacağımızı sormalıyız. Klinik iyileşmenin özellikleri nelerdir ve bu mutlaka hastanın kişisel yaşamındaki iyileşmeyle örtüşmeyebilir mi? Dahası, bu yaşam değişikliklerine ana katkıda bulunanları belirlemeye devam etmeliyiz: terapistin becerilerinin, aile ve/veya arkadaşlarla olan durumun ve/veya diğer istikrarlı sosyal koşulların hangi kombinasyonu? Psikodinamik yaklaşım ayrıca, psikozdan önceki kişilik gelişimi için 0 ila 16 yaş arasındaki yaşam yıllarının önemini ve psikoz gelişimi üzerindeki etkilerini göz ardı edip etmememiz gerektiğini sorgular.

    Bu tür sorular, geçmişi, bugünü ve geleceği hasta için öznel olarak anlaşılabilir anlatılara bağlayan psikodinamik bir yaklaşım gibi bireysel ve bütünsel bir yaklaşımı destekler. Bazı Avrupa ülkelerinde (Danimarka, Norveç, Almanya) psikoz psikoterapisinde yıllık kurslar halihazırda mevcuttur ve psikoz hastalarına tüm farklı evrelerinde ve fenomenolojik görünümlerinde yardımcı olabilecek psikodinamik yaklaşımlar için daha fazla ampirik kanıt oluşturmak amacıyla girişimlerde bulunulmaktadır.

  • Çocuk Psikodinamik Terapisi: Tedavi Geliştirilmesinde Çağdaş Eğilimler (16. Bölüm)

    Geoff Goodman1,2  ve Nick Midgley3

    1Klinik Psikoloji Doktora Programı, Long Island Üniversitesi, Brookville, NY, Amerika Birleşik Devletleri, 2Psikanalitik Eğitim ve Araştırma Enstitüsü, NY, Amerika Birleşik Devletleri, 3Anna Freud Ulusal Çocuk ve Aile Merkezi, University College London, Londra, Birleşik Krallık

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 16. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Çocuk psikodinamik terapisi (CPDT), en azından Hug-Hellmuth (1921), Klein (1923) ve Freud (1928) çocukların iç dünyalarına terapötik amaçlarla girmekte çocuk oyununu ilk kullandıkları tarihten bu yana var olmuştur. Neredeyse 100 yıl sonra, bu psikodinamik öncülerinin ilk kez kullandığı tedavi, psikodinamik terapinin (PDT) tüm alanıyla birlikte değişmiştir; ancak çocuk ruh sağlığı alanında çalışan birçok kişi, çağdaş psikodinamik gelişmeleri anlamakta hala görece az bilgiye sahiptir. Şüphesiz, CPDT’nin etkinliğini değerlendiren araştırmalar, yetişkinlerle PDT veya bilişsel-davranışçı terapi (CBT) gibi diğer çocuk tedavi yöntemlerini değerlendiren araştırmalardan çok daha azdır. Bununla birlikte, artık bu alandaki kanıtları inceleyen bir dizi anlatısal inceleme yayımlanmıştır (örneğin, Fonagy ve ark., 2015; Midgley, Ensink, Lindqvist, Malberg ve Muller, 2017; Midgley ve Kennedy, 2011; Midgley, O’Keefe, French ve Kennedy, 2017; Palmer, Nascimento ve Fonagy, 2013). Bu incelemeler topluca, CPDT’nin değerine dair iyi bir ön kanıt sunmaktadır. Şu ana kadar yapılmış tek meta-analizde (Abbass, Rabung, Leichsenring, Refseth ve Midgley, 2013), kısa süreli CPDT’nin anksiyete, başlangıç aşamasındaki borderline kişilik bozukluğu, depresyon, yeme bozuklukları ve karmaşık bozukluklar gibi çok çeşitli psikiyatrik tanılar için etkili olduğu bulunmuştur. Kısa süreli CPDT ayrıca tedavi sonrasında kalıcı değişikliklerle ilişkilendirilmiş, bu da yazarların “kişisel ve psikolojik gelişim için belirli engellerin bu müdahalelerden olumlu bir şekilde etkilendiği” sonucuna varmalarına yol açmıştır (Abbass ve ark., 2013, s. 873).

    Artan sayıda araştırmacı, CPDT sürecini anlamaya ilgi duymaktadır (bu konudaki bir değerlendirme için bkz. Midgley, 2007) ve CPDT’nin nasıl işleyebileceğine dair mekanizmaları araştıran çalışmalar yapılmıştır. Çocuk psikoterapisi süreci Q-Set’in yakın dönemde geliştirilmesi (CPQ; Schneider, 2004; Schneider & Jones, 2004), özellikle ampirik olarak bilgilendirilmiş tek vaka çalışmaları (örneğin, Gastaud, Carvalho, Goodman & Ramires, 2015; Goodman, 2015; Goodman & Athey-Lloyd, 2011; Goodman, Midgley & Schneider, 2016; Goodman, Reed & Athey-Lloyd, 2015; Ramires, Carvalho, Schmidt, Fiorini & Goodman, 2015; Ramires, Godinho, Carvalho, Gastaud & Goodman, 2017; Ramires, Schwan & Midgley, 2012; Schneider, Midgley & Duncan, 2010) aracılığıyla bu araştırma alanının gelişmesine olanak sağlamıştır.

    Vaka çalışması araştırmalarının gelişmesine karşın, CPDT’yi değerlendiren klinik deneylerin görece az olmasının bir nedeni, uygulayıcıların çalışmalarını tedavi kılavuzları şeklinde sistematize etmeye isteksiz olmalarıdır; çoğu yeni gelişme, anlatısal vaka çalışmaları veya klinik raporlar şeklinde tanımlanmaktadır. Bu durum kısmen, tedavi kılavuzlarının psikodinamik yaklaşımın zenginliğini ve inceliğini tam olarak yansıtamayacağı korkusuyla ilgilidir (Wallerstein, 2003), ancak bunun sonucu olarak, CPDT’deki çağdaş gelişmelerin, çocuk ruh sağlığı alanındaki uygulayıcılara açık bir şekilde iletilmesi daha zor hale gelmiş ve CPDT yaklaşımlarını, tedavi spesifikasyonu genellikle gerekli olan rastgele kontrollü deneyler (RCT’ler) kullanarak değerlendirmeyi çok daha zorlaştırmıştır.

    Bununla birlikte, çağdaş CPDT modellerini tedavi kılavuzları şeklinde ifade etme girişimleri giderek artmıştır ve bu, klinik uygulamadaki çağdaş gelişmeleri daha net bir şekilde ortaya koymayı ve gelecekteki değerlendirme araştırmaları için bir temel oluşturmayı mümkün kılmaktadır. Bu bölüm, bu nedenle kılavuz haline getirilmiş beş farklı CPDT’yi sunacaktır: destekleyici-dışavurumcu oyun terapisi (SEPP) (Kernberg & Chazan, 1991), kısa süreli psikanalitik çocuk terapisi (PaCT) (Göttken & von Klitzing, 2014; Göttken, White, Klein & von Klitzing, 2014), çocuk ve ergen anksiyete psikanalitik psikoterapisi (CAPP) (Milrod, Shapiro, Fonagy & Target, 2009; Milrod ve ark., 2013; Silver, Shapiro & Milrod, 2013), çocuklar için düzenleme odaklı psikoterapi (RFP-C) (Hoffman, Rice & Prout, 2016; Prout, Goodman, Hoffman, Rice & Sherman, 2018), ve çocuklar için zaman sınırlı zihinselleştirme temelli tedavi (MBT-C) (Midgley, Ensink ve ark., 2017). Aşağıda, bu CPDT türlerinin her birinin amaçlarını ve yöntemlerini sunacak, tedavi sürecine genel bir bakış sağlayacak ve etkinliğini destekleyen mevcut ampirik kanıtları sunacağız. Son olarak, bu beş CPDT arasındaki bazı benzerlikleri ve farkları tartışacak ve gelecekteki araştırma konularına dair önerilerde bulunacağız.

    Destekleyici-dışavurumcu oyun psikoterapisi

    SEPP (Kernberg & Chazan, 1991) belki de literatürde yayımlanan ilk kılavuzlanmış CPDT’dir. Okul çağındaki davranış bozuklukları olan çocuklar için tasarlanmış olan SEPP, diğer dört kılavuzlanmış CPDT’den farklı olarak zaman sınırlı değildir. Tedavi süresi 3 aydan 3 yıla kadar değişebilir. SEPP, ego psikolojisi ve nesne ilişkileri teorisinin yanı sıra bağlanma teorisi, mizaç teorisi ve sosyal öğrenme teorisinden yararlanır. SEPP, açıkça yetişkinlerle kullanılan destekleyici-dışavurumcu psikoterapi modellerinden türetilmiş olsa da, yaklaşım okul çağındaki çocukların gelişimsel ihtiyaçlarına uyarlanmış ve CPDT’de geleneksel olarak kullanılan tekniklerden, örneğin terapötik oyun kullanımı, savunma analizi ve terapistin “gelişimsel bir nesne” (Freud, 1965) olarak rolü gibi öğelerden faydalanır. Yaklaşım, davranış bozukluğu olan çocukların davranışlarını zihinsel hallerinden ayırmış oldukları psikanalitik formülasyona dayanmaktadır; bu nedenle, davranışları ve zihinsel halleri, terapötik bir oyun ilişkisi bağlamında birleştirmek gerekir. “Pozitif ve negatif durumlar arasındaki entegrasyonun eksikliği” (Kernberg & Chazan, 1991, s. 7) bu gözlemlenen neden-sonuç bağlantısızlığına ve bu çocukların kişilerarası ilişkilerinde sürekliliğin eksikliğine yol açar. SEPP’nin amacı, “çocukların eylemlerini… düşünceleri, fikirleri ve duygularıyla bağdaştırmaktır.” (Kernberg & Chazan, 1991, s. 7).

    SEPP, bu entegrasyonu başarmak ve böylece davranışların zihinsel hallerle bağlantısını kurarak bu davranışlar üzerinde daha fazla kontrol sağlamak için bir dizi müdahale kullanır. Çocuğun, terapistin “izleme, onaylama ve onaylamama” işlevleriyle (Kernberg & Chazan, 1991, s. 27) özdeşimi de ego ve süperego işlevlerini kolaylaştırır, bu da davranış kontrolünü artırır. Bu süreç sayesinde, çocukların dış dünyalarını algılama farkındalıklarını artırabileceği ve bu dünyaya yönelik davranışlarını değiştirebileceği varsayılmaktadır.

    SEPP, hedeflerine ulaşmak için üç müdahale kategorisi kullanır: destekleyici müdahaleler, dışavurumcu müdahaleler ve yorumlayıcı müdahaleler. Destekleyici müdahaleler, terapötik ilişki kurmayı ve çocuğun ego işlevlerini güçlendirmeyi amaçlar. Bu nedenle, terapist materyaller sağlar, önerilerde bulunur ve oyun kurallarını açıklar. Ayrıca, cesaretlendirme ve empatik yorumlar da bu kategoriye dahildir. Örneğin, bir SEPP terapisti, yerinde duramayan bir çocuğa ofiste koşturmaya alternatif bir etkinlik olarak bir yapboz tamamlatabilir. Dışavurumcu müdahaleler, çocuğun kendi algılarını, duygularını ve düşüncelerini gözden geçirmesini sağlamak amacıyla tasarlanmıştır; bu, “Bu olduğunda nasıl hissetin?” veya “Bu yaklaşım nasıl işe yarardı?” gibi yorumlarla yapılabilir. Son olarak, yorumlayıcı müdahaleler, “çocuğun dikkatini olaylara, duygulara, davranışlara ve sorunlara çekmeye ve yeni anlamlar ve bağlantılar olasılığını ima etmeye” (Kernberg & Chazan, 1991, s. 15) yöneliktir. Bu müdahaleler, çocuğun kabul edilemez düşüncelerden veya duygulardan nasıl korunduğunu açıklamayı içerebilir (bu daha geleneksel bir CPDT stratejisidir).

    SEPP, üç aşamalı bir süreçle ilerler. Birinci aşamada terapist, ebeveynlerle terapötik bir ittifak kurmak ve çocuklarının davranışları üzerinde evde sağlam sınırlar koymalarına yardımcı olmak için birlikte çalışır. Aynı zamanda, terapist uyum ve yakınlığın oyuın yoluyla yakalanabileceği, yargılayıcı olmayan, onaylayıcı ve samimi bir ortam oluşturmak için çocukla bireysel olarak çalışır. İkinci aşamada, oyun daha yapılandırılmamış hale gelir, böylece çocuk düşüncelerini ve duygularını ifade edebilir. Bu aşamada, çocuk yavaşça başkalarının duygularını ve niyetlerini anlamaya başlar ve başkalarının düşünce ve davranışlarının kendi düşünce ve davranışlarıyla yalnızca genel hatlarıyla bağlantılı olduğunu fark etmeye başlar. Üçüncü aşamada, çocuk hayali oyundan duygusal yaşamını yansıtmaya geçer. Oyun daha sembolik hale gelir ve yorumlamaya açıktır. Üçüncü aşama ayrıca, yapılan ilerlemenin gözden geçirilmesi ve ebeveynlerin iş birlikleri için takdir edilmesi yoluyla çocuğu ve ebeveynleri tedavinin sonlandırılmasına hazırlamayı da içerir.

    Bu hedeflere ulaşmak için, Kernberg ve meslektaşları (Kernberg & Chazan, 1991), haftada iki kez çocuk seansı ve haftada bir kez paralel ebeveyn seanslarını önermektedir. Aynı terapist, hem çocukla hem de ebeveynlerle çalışır. Ayrıca terapist, çocuğun okul öğretmenleri ve diğer okul personeliyle düzenli temaslar kurarak, çocuğun ev dışında başka ortamlardaki davranışlarına dair daha kapsamlı bir görüş elde eder. Terapist, bu temastan elde edilen önemli bilgileri çocukla tartışabilir.

    SEPP için sınırlı bir destek mevcuttur (Eresund, 2007). Küçük bir ön test-son test çalışmasında, 6-10 yaşları arasındaki dokuz erkek çocuğun sosyal işlevselliklerinde iyileşme gösterdiği, özellikle dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı konmayan çocuklarda bu iyileşmenin daha belirgin olduğu bulunmuştur. Okul öğretmenleriyle yapılan işbirlikçi toplantılar, daha iyi tedavi sonuçlarını öngörmüştür.

    SEPP, bir bakıma zamanının önündeydi ve CPDT’yi kılavuzlaştırma fikrine yönelik hala büyük bir şüphe ve düşmanlık vardı. Şimdilerde, Kernberg ve Chazan’ın (1991) çalışması, okul çağındaki çocuklarla yapılan bir psikanalitik tedavi kılavuzunun yayımlanmasındaki ilk ciddi girişim olarak görülebilir, ancak pratiğe ve araştırmaya olan etkisi, beklenenden daha az olmuştur.

    Kısa süreli psikanalitik çocuk terapisi

    (PaCT) (Göttken & von Klitzing, 2014; Göttken et al., 2014), 4-10 yaş arası içe yönelimli bozukluk yaşayan çocuklar için tasarlanmış yeni, zaman sınırlı bir kılavuzlanmış CPDT’dir. Göttken ve von Klitzing (2014) ve Göttken et al. (2014) ayrıca, terapistlerin PaCT’yi, bu davranışların altında anksiyete veya depresyon yattığı sürece dışa yönelimli davranışları olan çocuklar için de kullanabileceğini vurgulamaktadır. PaCT, Anna Freud’un ego psikolojisi, nesne ilişkileri teorisi ve Fonagy, Gergely, Jurist ve Target (2002) tarafından savunulan zihinselleştirme teorisi gibi psikanalitik teorilerin bir birleşimine dayanır. PaCT’nin amacı, çocuğun semptomlarının ve potansiyel aile işlev bozukluğunun altında yatan, hem içsel zihinsel temsillerde hem de kişilerarası ilişkilerdeki merkezi çatışma temasını tanımlamak ve değiştirmektir. Oyun, çocuğun ve terapistin bu merkezi çatışma temasını birlikte ele alıp çalıştığı araçtır. Yazarlar, Freud’un (1945) önerdiği gibi, bu tedavinin amacının sadece çocuğun semptomlarını azaltmak değil, aynı zamanda çocuğun normal gelişim sürecini yeniden düzenlemek olduğunu da iddia etmektedirler. Bir başka amaç da, ebeveynlerin çocuğun zihinsel durumları konusundaki farkındalıklarını artırmaktır.

    PaCT, bu hedeflere ulaşmak için hem açıklamayı hem de yorumlamayı ana yöntemler olarak kullanır. Terapist, çocuğun kendi ve diğerlerinin zihinsel durumlarını oyunda tanımlamasına yardımcı olur. Tedavinin erken döneminde olumlu transferansın tanımlanıp üzerinde çalışılmasının önemini kabul eden ve olumsuz transferansla çalışma sürecini en aza indiren SEPP’nin aksine, PaCT tedavinin erken döneminde olumsuz transferansla çalışır. Terapistin merkezi çatışma temasını anlamasına rehberlik etmek için, terapist, çocuğun ve ebeveynlerin gönderdiği sözsüz iletişim kanalları olan karşı transferans tepkilerine dikkat etmelidir. Bu anlayış, daha sonra yorumlayıcı stratejinin içeriğini yönlendirir. PaCT, hem ebeveynlerde hem de çocukta zihinselleştirme kapasitesini geliştirdiğini iddia etse de, vurgunun, duygular, düşünceler ve davranışlar arasındaki bağlantıları anlamaktan çok, çatışmanın keşfine kaydığı görülmektedir.

    PaCT, toplam 20-25 seanstan oluşan üç aşamalı bir süreçten geçer. Aşama 1 (Seans 1-5)’de terapist, çocukla olduğu kadar ebeveynlerle de bir işbirliği ilişkisi geliştirmeye çalışır. Aşama 1’deki her seansın belirli bir odağı vardır, örneğin PaCT’ye uygunluk değerlendirmesi (Seans 1); ebeveynler, ilişkileri ve çocukla ilişkileri hakkında bilgi edinmek için ebeveynlerle çalışma (Seans 2 ve 3) ve çocuğun benlik ve nesne temsillerinin değerlendirilmesi (Seans 4 ve 5). Bu seanslarda terapist de, ebeveynlerin çatışmalarına dair anlayışını çocuğun çatışmalarına dair anlayışıyla bütünleştirmeye çalışır. Terapist, ebeveynlerin çocuğu anlamalarını sınırlayan bir nesiller arası çatışmayı formüle etmeye çalışır. Terapist, bu formülasyonu daha sonra ebeveynle yapılan paralel seanslarda kullanabilir.

    Aşama 2’de (Seans 6-19), terapist, Aşama 1’de belirlenen merkezi çatışma temasını çocuğun oyununda bu tema ortaya her çıktığında ona iletmeye başlar. Terapist ve çocuk birlikte, bu merkezi çatışma temasına olası çözümleri test ederler. Ebeveyn seanslarında terapist, ebeveynlerin çocuğun zihinsel durumları ve bu durumların çocuğun davranışlarıyla bağlantısı konusunda farkındalıklarını artırır. Terapist ayrıca ebeveynlerin kendi zihinselleştirme kapasitelerine odaklanır. Son olarak, terapist merkezi çatışma temasına ilişkin yorumunu iletir.

    Aşama 3’te (Seans 20-25), terapist tedavinin sonlandırılma aşamasına girer, çocuğun ve ebeveynlerin üzerinde çalışılan süreçleri özetler. Terapist, çocuğun ve ebeveynlerin terapisti kaybetme korkuları ve terapistsiz yaşamaya dair kaygıları hakkında açıkça konuşur.

    Bu hedeflere ulaşmak için Göttken ve von Klitzing (2014) ve Göttken ve ark., (2014), 20-25 haftalık çocuk seansı ve ebeveynlerle beş ya da altı paralel seans (yani her dört çocuk seansından birine denk gelecek bir sıklık) önerir. Daha önce belirtildiği gibi, ebeveynlerle yapılan bu seanslar, terapiste merkezi çatışma temasını ve bunun çocuğun semptomlarıyla ilişkisini ele alma fırsatı sunar.

    PaCT’ye yönelik sınırlı bir destek bulunmaktadır (Göttken ve ark., 2014). Küçük bir bekleme listesi kontrol çalışmasında, 4-10 yaş arasındaki 27 çocuk, bekleme listesi kontrol grubuna göre içselleştirme ve toplam problemlerinde azalma yaşamıştır; bu azalmalar 6 ay sonra yapılan takipte de gözlemlenmiştir. PaCT uygulanan çocukların üçte ikisi, bekleme listesi kontrol grubundaki hiçbir çocukta görülmeyen bir şekilde, artık anksiyete bozukluğu tanı kriterlerine uymamaktadır.

    Çocuk ve ergen anksiyete psikodinamik psikoterapisi

    CAPP (Milrod ve ark., 2009, 2013; Silver ve ark., 2013), özellikle yaygın anksiyete bozukluğu (GAD), ayrılık anksiyetesi bozukluğu (SAD) veya sosyal fobi (SP) tanısı alan 8-16 yaş arasındaki çocuklar için tasarlanmış yeni, zaman sınırlı bir CPDT’dir. CAPP tedavi kılavuzu (Milrod ve ark., 2009), aynı zamanda zihinselleştirme temelli tedavi (MBT) (Bateman & Fonagy, 2004b) teorisinden önemli ölçüde etkilenmiş olan panik odaklı psikodinamik psikoterapi-genişletilmiş aralık (Busch, Milrod, Singer, & Aronson, 2012; Milrod, Busch, Cooper, & Shapiro, 1997) tedavi kılavuzunun bir modifikasyonudur. Milrod ve arkadaşlarına göre (2013) CAPP’in amaçları, “anksiyeteyi anlamada ayrılık ve bağlanma çatışmalarını net bir şekilde göstermek için transferans yorumlarını kullanmak ve anksiyete semptomlarının duygusal anlamlarını çözümlemektir” (s. 361). Ayrıca, yazarlar, anksiyetenin kökenini anlamak için, egoyu bu isteklerden koruyan savunma mekanizmaları ile kabul edilemez istekler arasında bir uzlaşma olan, “uzlaşma oluşumu” kavramına inanır ve bu kavram da bu anksiyeteyi hafifletmek için bir dizi yorumu ortaya koyar. İncelenen diğer CPDT’lerden farklı olarak, CAPP, oyunu değişim için birincil araç olarak kullanmaz ve ebeveynlerle paralel seanslara vurgu yapmaz. Örneğin, daha küçük çocuklarla terapist, ebeveynlerle ayrı ayrı görüşür çünkü “ebeveynlerle bir iş birliği geliştirmek ve sürdürmek önemlidir”, ancak yazarlar ebeveynlerle yapılan çalışmalar hakkında başka bir şey söylemez (Silver ve ark., 2013, s. 87). Bir başka amaç ise çocuğun zihinselleştirme becerilerini geliştirmektir, “bu, çocuğun kendini düzenleme kapasitesini ve kendi zihinsel durumlarını düşünme yeteneğini ve dolayısıyla empati ve yakınlık kapasitesini geliştirmesini sağlar” (s. 85).

    CAPP, hedeflerine ulaşmak için zihinselleştirici müdahaleler ve geleneksel yorumların (transferans yorumları dahil) bir kombinasyonunu kullanır. Milrod ve ark. (2013, s. 362) kısa bir tabloda, GAD, SAD ve SP’ye eşlik eden muhtemel benzersiz alt çatışmaları ve terapistin bu her bir çatışmayı hedef almak için kullanacağı müdahaleleri sıralarlar. Örneğin, SP, kendini utandırma korkuları ile dikkat odağı olma istekleri arasında bir çatışmayı yansıtan bir semptom olarak anlaşılır. Bu yüzden buradaki terapötik strateji, “öne çıkma isteği ile ilgili çatışmalı arzulara … ve çatışmalı, kabul edilemez saldırganlığa karşı savunmaları keşfetmek” olacaktır (s. 362). Diğer taraftan, SAD, “bağımsızlık için normal çabalar ile duygusal olarak ihtiyaç duyulan ebeveyni kırma veya kızdırma endişeleri arasındaki çatışmalardan” kaynaklanan bir semptom olarak anlaşılır (s. 362). Bu durumda terapötik strateji, “ayrılma korkularını anlamak ve değiştirmek için duygusal olarak canlı bir paradigma olan transferansı keşfetmek” olacaktır (s. 362). İlginç bir şekilde, zihinselleştirme, Milrod ve arkadaşlarının tablosunda (s. 362), listelenen üç tanıdan herhangi biri için terapötik bir strateji olarak belirtilmemektedir.

    SEPP ve PaCT gibi, CAPP de toplamda 20-24 seans süren üç aşamalı bir süreçten geçer. Aşama 1’de terapist, ebeveynlerden ve çocuktan bir geçmiş alır ve çocuğun hayatındaki olaylar bağlamında semptomların hikayesinin açığa çıkmasını kolaylaştırır. Aşama 1’in sonunda terapist, semptomların çocuk için anlamına odaklanarak, psikanalitik formülasyonu çocuğa sunar. Terapist, çocuğun semptomları seans sırasında dile getirip getirmediğine bakmaksızın semptomlara da odaklanır (Silver ve ark., 2013).

    Aşama 2’de terapist, çocuğun dile getirdiği semptomların anlamını yorumlar. Bu aşamada terapist, çocuğun “anksiyete konusunda yansıtıcı ve öz gözlemci olmaya başladığına dair işaretler arar” (Silver ve ark., 2013, s. 86).

    Aşama 3’te yazarlar, tedavi sonlandırma korkusunun genellikle anksiyete semptomlarının yeniden ortaya çıkmasına neden olduğunu belirtmektedir. Bu yeniden ortaya çıkış, terapiste, çocuğun kendisine yönelik alttan alta duyduğu kararsızlık ve öfkeye odaklanarak transferans yorumları yapma fırsatı sunar. Bu süreç, geri çekilme ve anksiyete kaynaklı tekrar eden davranış kalıplarına geri dönme eğilimini azaltır (Silver ve ark., 2013).

    Bu amaçlara ulaşmak için, Milrod ve meslektaşları (Milrod ve ark., 2009, 2013; Silver ve ark., 2013), 12 hafta boyunca haftada iki kez çocukla yapılan seansları önermektedir. CAPP için sınırlı bir destek bulunmaktadır (Milrod ve ark., 2013). Küçük bir öntest-sontest çalışmasında, 8-16 yaşlarındaki dokuz çocuk, anksiyete semptomlarının şiddetinde ve genel işlevsellikte anlamlı ve klinik olarak önemli gelişmeler göstermiştir. Bu çocuklar, 6 aylık takip sonrasında bu gelişmeleri korumuşlardır. Dokuz çocuğun hiçbiri sontest ve takip sonrasında artık anksiyete bozukluğu tanısı almamıştır.

    Çocuklar için regülasyon odaklı psikoterapi

    RFP-C (Hoffman ve ark., 2016; Prout ve ark., 2018) okul çağındaki ve dışavurumcu davranışlar (karşıt olma-karşı gelme bozukluğu, davranış bozukluğu, yıkıcı duygudurum düzenleyememe bozukluğu, DEHB) tanısı almış çocuklar için tasarlanmış, zaman sınırlı ve kılavuzlu bir psikodinamik terapi modelidir. RFP-C, zihinselleştirme teorisinin (Peter Fonagy ve Mary Target) yanı sıra klasik ego psikolojisi (Sigmund ve Anna Freud, Berta Bornstein) ve nesne ilişkileri teorisini (Otto ve Paulina Kernberg) temel alır. RFP-C’nin amacı, çocuğun acı verici duygusal etkilerden kaçınmak için geliştirdiği savunma mekanizmalarını ele alarak, duygusal düzenlemeyi çocuğa yeniden kazandırmaktır. RFP-C, duygusal düzensizliğin davranışsal düzensizliğin arkasındaki itici güç olduğunu ve duygusal düzensizliğin, çocuğun üzüntü, utanç, suçluluk ve endişe gibi acı veren duygusal etkilerden kaçınmaya çalıştığında ortaya çıktığını varsayar. Oyun aracılığıyla duygusal dışavurum, terapistin savunma yorumlarını yaptığı araçtır; bu yorumlar, çocuğun bilinçdışı zihni tarafından gizlenen bu acı verici duygusal etkiler konusundaki farkındalığını artırır. Terapist, aynı zamanda çocukla birlikte, bu rahatsız edici duygusal etkilerle başa çıkmanın alternatif yollarını da keşfeder. RFP-C’nin ikinci amacı, çocuğun davranışının anlamını, davranışın ortaya çıkma bağlamında tanımlamasına yardımcı olmaktır. Üçüncü amaç, ebeveynlere, çocuğun yıkıcı davranışlarının anlamını anlayarak, evde duygusal düzenlemeyi artırmalarına yardımcı olmaktır.

    RFP-C, müdahale stratejisini çocuk ve ebeveynlerle, Malan’ın (1979) McCullough ve ark. (2003) tarafından uyarlanmış şekliyle Çatışma Üçgeni’nden türetilmiş üçlü sorular etrafında organize eder. Bu sorular, çocuğun yaşadığı çatışmanın ne olduğunu, nasıl bir şekilde bu çatışmaya yanıt verdiğini ve neden bu şekilde davrandığını keşfetmeyi hedefler: (1) Kaçınılan etkin duygu nedir? (2) Adaptif duygudan nasıl kaçınılıyor? (3) Bu duygudan neden kaçınılıyor? Bir diğer deyişle, aşırı inhibe edici duygu nedir (Hoffman ve ark., 2016)? Bu soruların ilki, gizli duyguyu ortaya çıkarmak; ikincisi, bu gizli duyguya karşı kullanılan savunma türünü tanımlamak; üçüncüsü ise, ilk başta bu gizli duyguya karşı duyulan (irrasyonel) kaçınma veya savunma ihtiyacını keşfetmek için tasarlanmıştır. İlginç bir şekilde her ne kadar zihinselleştirme becerileri RFP-C çocuk seanslarında geliştirilmiyor olsa da ebeveynlerde zihinselleştirmenin geliştirilmesi onlarla yapılan paralel seanslarda önemli bir husustur (Hoffman ve ark., 2016).

    RFP-C de SEPP, PaCT ve CAPP gibi üç aşamalı bir yapı ile ilerler. Tedavi 16 seans (haftada iki kez) ve ebeveynlerle yapılan dört paralel seansla (yani her dört seansta bir) tamamlanır. Bu paralel seanslar, ebeveynlere, çocuklarının davranışlarını, çocuğun savunduğu kabul edilemez zihinsel durumlardan gelişen davranışlar olarak düşünmeyi öğretir. Aşama 1’de (Seans 1 ve 2) terapist çocukla hem yapılandırılmamış (örneğin oyun hamuru, boya, bebekler ve/veya kuklalar) hem de yapılandırılmış oyunlar (örneğin bir aile, bir kişi resmi çizme ya da sözlü hikaye tamamlama) oynar. Terapist mümkün olduğunca çocuğa seanslarda liderlik etme fırsatı tanır (Hoffman ve ark., 2016).

    Aşama 2’de (Seans 3-11), terapist çocuğun oyunlarına anlam verir, oynadığı temalarla veya terapistle olan etkileşimleriyle tetiklenen acı verici duygulardan nasıl kaçındığını gözlemler. Yazarlar, çocuğun acı veren duygulardan kaçındığında gösterdiği ortak sinyalleri tanımlar. İlk olarak, çocuk terapistle konuşmayı kesebilir ya da oyun ve diğer tür aktivitelerden kaçınabilir. İkinci olarak, terapist, konunun spontan bir şekilde değiştiğini gözlemleyebilir. Üçüncü olarak, terapist, oyun aktivitesinde ani bir değişiklik fark edebilir. Dördüncü olarak, terapist, çocuğun orijinal konuyu keşfetmeye karşı direnç gösterdiğini fark edebilir. Beşinci olarak, terapist, çocuğun acı veren duyguları inkar etmesini veya çocuğun zıt duyguları ifade etmesini (yani, tepki oluşumu) gözlemleyebilir. Altıncı olarak, terapist, çocuğun orijinal konuyu keşfetmekten kaynaklanan kaygıyı azaltmak için kompulsif eylemlerde bulunduğunu fark edebilir (Hoffman ve ark., 2016).

    Aşama 3’te (12-16. Seanslar) terapist, çocuğu sonlandırmaya hazırlarken, terapistin kaybıyla ilgili olarak ortaya çıkan acı verici duyguları doğrudan ele almak için Aşama 2’deki aynı adımları izler. Terapist, çocuğun elde ettiği kazanımları kendisiyle ve ebeveynlerle birlikte gözden geçirir (Hoffman ve ark., 2016)

    Küçük bir pilot çalışmada, RFP-C’nin karşıt olma-karşı gelme semptomları azalttığı gözlemlenmiştir (Prout ve ark., hazırlıkta). Ayrıca şu anda Ferkauf Graduate School of Psychology’de RFP-C’nin etkinliğini test etmek amacıyla bir rastgele kontrollü deney (RCT) yürütülmektedir (Hoffman, kişisel iletişim, 30 Mayıs 2017). CPQ (Prout ve diğerleri, 2018) kullanan prototip tedavi modellerinin incelendiği bir çalışmada, RFP-C hem bir CPDT prototipi (r = 0.55) hem de bir çocuk yansıtıcı işlevsellik prototipi (r = 0.44) ile oldukça anlamlı bir şekilde ilişkilendirilmiştir. RFP-C çocuk seanslarında zihinselleştirmeye açık bir odaklanma olmamasına rağmen, yansıtıcı işlevsellik prototipi ile olan korelasyon, zihinselleştirme geliştirilmesinin RFP-C çocuk seanslarının örtük bir odağı olabileceğini düşündürmektedir.

    Çocuklar için zaman sınırlı zihinselleştirme temelli tedavi

    MBT-C (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017) 5-12 yaş arasındaki “bir dizi duygusal ve davranışsal zorluklara sahip” çocuklar için tasarlanmış, zaman sınırlı ve kılavuzlu bir psikodinamik terapi modelidir (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017, s. 65). MBT-C tedavi kılavuzu, ilk olarak sınırda kişilik bozukluğu tanısı olan yetişkinlerin tedavisi için geliştirilen MBT modelinden (Bateman & Fonagy, 2004b) ve Anna Freud ve meslektaşlarının geliştirdiği gelişimsel terapiden (örneğin, Hurry, 1998) teorik olarak ilham alır. Zaman sınırlı yaklaşım, ayrıca daha önce CPDT geleneği içinde çocuklarla yapılan açık uçlu bazı MBT modellerine dayanmaktadır (Fonagy & Target, 2000; Goodman, 2013a; Perepletchikova & Goodman, 2014; Verheugt-Pleiter, Zevalkink, & Schmeets, 2008; Zevalkink, Verheugt-Pleiter, & Fonagy, 2012). Odağı konusunda kasıtlı olarak tanılararası olan zaman sınırlı MBT-C’nin amacı, “hem çocukta hem de ebeveynlerde zihinselleştirme süreçlerini geliştirmek ve güçlendirmektir; bu da çocuğun duygularını fark etmesine, düzenlemesine ve/veya temel zorlukları yönetmesine yardımcı olabilecek açık zihinselleştirme becerileri geliştirmesine katkı sağlayacaktır” (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017, s. 68). MBT-C’nin ikinci amacı, “duyguları tanıma, onlara katlanma ve onları düzenleme kapasitesini geliştirmektir” (s. 68). Bu kapasite, çocuğun karmaşık sosyal etkileşimlere katılmasını, özdenetimi deneyimlemesini ve tutarlı bir benlik duygusu geliştirmesini mümkün kılar. MBT-C’nin üçüncü amacı, “çocuğun ilişkiler kurma ve sürdürme becerisini güçlendirmektir” (s. 69; orijinalde italik). Dördüncü amacı ise, “[ebeveynlerin] ebeveyn yansımalı işlevselliğini güçlendirmektir” (s. 69; orijinalde italik).

    MBT-C, zihinselleştirmeyi güçlendirmek için çeşitli teknikler kullanır. Terapi çalışması, terapist ve hasta arasındaki ilişkinin gözlemlenmesi yoluyla gerçekleşir. Bu süreç, terapist ve hastanın zihinsel durumlarına odaklanır ve özellikle “zihinselleştirme duruşu” benimsenmesine özel bir vurgu yapılır. Yazarlar, bu zihinselleştirme duruşunu geliştirmeyi amaçlayan bir dizi teknik önerirler, bunlar arasında “duygu durumlarını netleştirme ve adlandırma”, “dur ve geri sar” ve “ilişkiyi zihinselleştirme” yer alır (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017, s. 148, 154, 156). Dur ve geri sar tekniğinde, terapist çocuğu etkileşimi durdurmaya ve aralarındaki etkileşimin ne olduğunu düşünmeye davet eder. Bu, terapist ile çocuğun ne düşündüklerini veya hissettiklerini keşfetmek için bir fırsat sunar. Terapist, etkileşimi bir ölçüde naif bir şekilde inceler ve çocuğun, etkileşimi terapistin öngöremediği bir şekilde algılamış olabileceğini kabul eder. Terapist, çocuğun bakış açısını anlamaya ve ilgi göstermeye çalışır. Terapist, “şimdi ve burada” yaklaşımıyla çalışır ve terapi ilişkisi tarafından tetiklenen duyguları, ardışık zihinsel deneyimler bağlamına yerleştirir. Yazarlar, bu tür bir müdahaleyi aktarım yorumlamasından dikkatle ayırmaktadır çünkü amaç, tekrarlayan ilişki kalıplarına dair bir içgörü sağlamak değil; terapistin zihnini keşfetme, onun çocuğa yönelik özünde iyi niyetli yaklaşımını gözlemleme ve bu süreci diğer kişilerarası ilişkilere genelleme fırsatı sunmaktır. Bu yaklaşım, zihinselleştirme kapasitesi ile kötü muamele ve travmanın bu kapasite üzerindeki etkisine ilişkin gelişimsel araştırmalardan yararlandığı için, dikkat ve duygu düzenleme (Zevalkink ve diğerleri, 2012) gibi zihinselleştirmenin yapı taşlarını desteklemeye büyük özen gösterilir. Ayrıca, gelişmekte olan zihinselleştirme kapasitesinin zayıflayabileceği noktalar da dikkate alınır.

    MBT-C de SEPP, PaCT, CAPP ve RFP-C gibi diğer CPDT modelleriyle benzer şekilde, üç aşamalı bir süreçle ilerler ve toplamda 12 seanstan oluşur. Birinci Aşamada (Seans 1-3) terapist, tedavi için bir odak formülasyonu ile iletişim kurar (örneğin, “şempanzelerin gururlu ve mutlu olabilmesi için neye ihtiyaç duyduğunu bulmak”) (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017, s. 129). İkinci Aşamada (Seans 4-8) terapist, hem çocuğun hem de ebeveynlerin zihinselleştirme kapasitesini aktif olarak teşvik eder. Üçüncü Aşamada (Seans 9-12) terapist, çocuğun ve ebeveynlerin tedavi sonrasında kazanımları en iyi şekilde nasıl sürdürebileceğini keşfeder (s. 72).

    Bu hedeflere ulaşmak için Midgley, Ensink ve ark. (2017) ve Midgley, O’Keefe ve ark. (2017), 12 haftalık çocuk oturumları ve 12 haftalık paralel ebeveyn oturumlarını önerirler. Bu oturumlar, ebeveynlerin kendilerinin ve çocuklarının zihinselleştirme becerilerini geliştirmek için çocuk oturumlarıyla paralel olarak yapılır. Diğer CPDT’lerden farklı olarak, MBT-C, tedaviye başlamadan önce üç veya dört değerlendirme toplantısı yapılmasını da önerir. Bu toplantılar, çocuğun ve ebeveynlerin zihinselleştirme profillerini ortaya koyar. Terapist, ardından bu değerlendirmeyi çocuk ve ebeveynlerle paylaşır ve sonuçları MBT-C’ye uygunluğu belirlemek ve uygun bir tedavi odak noktası düşünmek için kullanır. Bu yaklaşım, sekiz seansın ardından bir değerlendirme toplantısını da içermektedir. Bu toplantıda, terapinin toplam süresine bir miktar esneklik kazandırarak, iki adet 12 seanslık ek blok değerlendirme seçeneği sunulmaktadır.

    MBT’nin ailelerle (Keaveny ve ark., 2012) ve okul çağındaki çocuklarla (Thorén, Pertoft Nemirovski ve Lindqvist, hazırlık aşamasında) yapılan küçük bir ön test-son test değerlendirmesinden elde edilen bazı erken bulgular olsa da, bu yaklaşım henüz klinik deneylerde test edilmemiştir; ancak şu anda daha fazla çalışma yapılması planlanmaktadır.

    Tartışma

    Burada incelenen beş CPDT—SEPP, PaCT, CAPP, RFP-C ve MBT-C—ortak bazı özelliklere sahiptir. SEPP hariç, hepsi kısa süreli ve/veya zaman sınırlı olup, tedavinin belirgin “aşamalarını” tanımlar. Bu zaman sınırlı unsur, ister yönlendirilmiş sağlık hizmeti döneminde zorunlu bir kötülük olarak (Salyer, 2002), isterse kısa süreli müdahalelerin etkinliğinin olumlu bir kabulü olarak (McLaughlin, Holliday, Clarke ve Ilie, 2013) görülsün, bu terapilerin bu yönü, CPDT’deki daha açık uçlu, uzun süreli çalışma geleneğiyle tezat oluşturmaktadır. Bununla birlikte, bu CPDT’lerin hepsi, çocukta terapötik değişimi uyarmak için psikodinamik ilkeleri kullanır. Bu ilkeler, çocuğun liderlik yapmasına izin verme, duygulara (özellikle acı veren duygulara) odaklanma, çocuğun kendi ve başkalarının davranışlarının ardındaki motivasyonu anlamasına yardımcı olma, çocuğun terapist ile olan ilişkisini “şimdi ve burada” ilkesiyle çalışma ve ebeveynlerin paralel seanslarda aktif katılımını teşvik etme gibi unsurları içerir.

    Bu yaklaşımların her biri, Anna Freud, Melanie Klein, Donald Winnicott ve diğerlerinin çalışmalarını temel alarak psikodinamik düşüncenin ana geleneklerine atıfta bulunsa da, hepsi daha bütünleştirici bir yaklaşım benimsemektedir; özellikle gelişimsel (ve nörobilimsel) araştırmaların, bağlanma teorisi ve psikanalizle birlikte diğer çocuk terapisi biçimlerinin bulgularını entegre etmektedir. Bu beş CPDT’nin üçü (PaCT, CAPP, MBT-C) tedavi hedeflerini ve değişim teorilerinin temelini oluşturmak için açık bir şekilde zihinselleştirme teorisine dayanmaktadırlar. Bu farklı çağdaş CPDT modellerinin temelinde ne kadar ortak bir değişim mekanizması bulunmaktadır ya da her biri modeline özgü terapötik süreçlere ne dereceye kadar dayanır? Bir hipotez, zihinselleştirmenin—kendi ve başkalarının davranışlarını duygular ve niyetler gibi zihinsel durumlarla bağlantılı olarak yorumlama sürecinin—tüm etkili psikoterapilerde ortak olan etkili terapötik bileşen olduğudur (Bateman & Fonagy, 2004a) ve bu da özellikle anlam yaratma ve bilinçdışı zihinsel durumlar üzerine odaklanıldığı için psikodinamik tedavilerde geçerli olabilir. Bu hipoteze göre, “Tüm tedavilerin potansiyel etkinliği, daha çok çerçevelerine değil, bir hastanın zihinselleştirme kapasitesini artırabilme yeteneklerine bağlıdır” (Bateman & Fonagy, 2004a, s. 46). Bu hipotezle ilgili olarak, CBT’den çocuk merkezli oyun terapisine ve CPDT’ye kadar bir dizi yetişkin ve çocuk tedavi prototiplerinin seans analizleri, zihinselleştirme kapasitesinin operasyonelleştirilmesi olarak yansıtıcı işlevselliği teşvik etmeye odaklanmanın tüm bu prototiplerle anlamlı bir şekilde pozitif bir ilişki içinde olduğunu göstermektedir (Goodman, 2013b; Goodman ve ark., 2016; Prout ve ark., 2018). Bu hipotezin daha rafine bir versiyonu, hem ortak hem de benzersiz faktörleri dengeleyerek, zihinselleştirmenin birçok boyutu kapsayan bir kavram olduğunu öne sürer: (1) örtük/açık, (2) benlik/diğer, (3) bilişsel/duygusal (Choi-Kain & Gunderson, 2008). Goodman ve ark. (2016), farklı tedavi modellerinin zihinselleştirmenin farklı boyutlarını geliştirebileceğini öne sürmüşlerdir.

    Bu iki hipotezi, burada incelenen beş CPDT’ye (üçü açıkça zihinselleştirme teorisinden ilham almıştır) uygulamak isteyebiliriz. Acaba bu beş CPDT’nin “sırrı”, çocuğun zihinselleştirme yeteneklerini artırmadaki etkinlikleri midir? Yoksa bu beş CPDT, zihinselleştirmenin farklı boyutlarını geliştirmek için farklı yollar mı izlemektedir? Goodman ve ark. (2016), CPDT’nin, benlik ve diğer zihinselleştirme ile örtük ve duygusal zihinselleştirmeyi artırabileceğini, CBT’nin ise benlik zihinselleştirmesinin yanı sıra açık ve bilişsel zihinselleştirmeyi hedeflediğini öne sürmüşlerdir. Benzer şekilde, Hoffman (2015), dışavurumlu çocukların iki alanda—olumsuz değer sistemleri ve sosyal süreçler için sistemler— eksiklikler gösterdiğini ve RFP-C’nin öncelikle olumsuz değer sistemlerine, MBT-C’nin ise sosyal süreçler için sistemlere hitap ettiğini öne sürmüştür. Bu düşüncelerle tutarlı olarak, özellikle RFP-C ve CAPP’in, ancak aynı zamanda PaCT ve SEPP’in, öncelikle örtük, duygusal ve diğer zihinselleştirme boyutlarını teşvik ettiğini, MBT-C’nin ise öncelikle zihinselleştirmenin açık, bilişsel ve benlik boyutlarını teşvik ettiğini söylemek mümkün müdür?

    İlgili bir hipotez, çeşitli tanısal profillere sahip çocuklarda (örneğin, dışavurumlu veya içe dönük davranışlar) bu zihinselleştirme süreçlerini artırmak için kullanılan klinik tekniklerle ilgilidir. Örneğin, RFP-C’nin, dışa vurumlu çocuğun kendi duygularını zihinselleştirmesini engelleyen savunma süreçlerini hedef alarak, duygusal düzenlemeyi yeniden sağlamak için tasarlandığı iddia edilmektedir. Bir bakıma, RFP-C, rahatsız edici duygulara kademeli bir maruz kalma biçimi olarak görülebilir; bu duygular zamanla metabolize olur. Aksine, MBT-C, başkalarının (ve çocuğun kendi) duygular ve davranışlarla ilgili düşüncelerini ve bunların birbirleriyle bağlantılarını düşünmeyi engelleyen engelleri hedef alır ve bunun da duygusal düzenlemeyi yeniden sağladığı anlaşılmaktadır. Hangi tekniklerin hangi koşullarda en terapötik olduğu (örneğin, çocuğun tanısal profili, tedavi süresi, çocuğun gelişim düzeyi) henüz cevaplanmamış bir sorudur.

    Psikoterapi araştırmacıları bu hipotezleri ampirik olarak test edebilir, ancak önce Choi-Kain ve Gunderson’ın (2008) zihinselleştirmenin üç boyutunu (ve henüz tanımlanmamış diğer boyutları) çeşitli psikoterapi ortamlarında güvenilir bir şekilde ölçebilen geçerli bir kodlama sistemine ihtiyaç vardır. Terapistler, bu tür araçları kullanarak tedaviye başvuran çocuklardaki belirli zihinselleştirme eksikliklerini vurgulayabilir ve hangi CPDT’lerin hangi çocuklar için en uygun olduğunu belirleyebilir. Son olarak, bu beş CPDT’nin etkinliğini test etmek için ek laboratuvar ve doğal ortam araştırmaları yapılması gerekmektedir. Bu terapiler, güçlü kavramsal temellere dayanmaktadır ve gelişimsel araştırmalarla klinik bilgiyi entegre etmektedir, ancak şu an için yalnızca sınırlı klinik ya da maliyet verimliliği kanıtına sahiptir. Kanıta Dayalı Programlar ve Uygulamalar Ulusal Kayıt Sistemi’ne (t.y.) göre (http://nrepp.samhas.gov), bu CPDT’lerin hiçbiri henüz “etkili” veya “umut verici” sonuçlar veren bir program olarak kabul edilmemektedir. Mevcut CPDT terapistleri ve araştırmacıları, psikodinamik düşüncenin çocuklarla yapılan terapötik çalışmalarda çağdaş bir öneme sahip olduğuna dair bir vaka sunulacaksa, kanıt temellerini oluşturma ve destekleme zorluğunu üstlenmelidir.

    Yazar notu

    Yazarlar, makale hazırlığındaki yardımları için Sarah Angeli ve Jesse Silberstein’a teşekkür ederler. Valeda Dent ise referansların yerleştirilmesine yardımcı olmuştur.

  • Yeme Bozukluklarının Psikodinamik Tedavisi: Bağlanma Temelli Bir Yaklaşım (14. Bölüm)

    Giorgio A. Tasca1 ve Louise Balfour2

    Schoolof Psychology, University of Ottawa, Ottawa, ON, Canada, The Ottawa Hospital, University of Ottawa, Ottawa, ON, Canada

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 14. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Yeme bozuklukları, yeme veya yeme ile ilgili davranışlarda bireyin işlevselliğini önemli ölçüde bozan rahatsızlıklarla karakterize edilir (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013). Anoreksiya Nervoza (AN), Bulimiya Nervoza (BN) ve Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu (TYB), Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nın 5. Versiyonu’nda (DSM-5) yer alan en yaygın yeme bozukluğu tanılarındandır (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013).

    Anoreksiya Nervoza’nın (AN) temel tanı kriterleri, aşırı kilo kaybı, kilo alma konusunda yoğun bir korku ve vücut şekline dair öz-eleştirel düşünceleri içerir. Amerika Birleşik Devletleri’nde AN’nin yaşam boyu görülme oranı kadınlar arasında yaklaşık %0,9, erkekler arasında ise %0,3’tür (Treasure, Claudino ve Zucker, 2010). AN, tüm yeme bozukluğu tanıları arasında en düşük prevalans oranına sahip olmasına rağmen, en yüksek ölüm oranlarına sahiptir ve bu oran %1,2 ile %12,82 arasında değişmektedir (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013).

    Bulimiya Nervoza’nın (BN) tanı kriterleri arasında tıkınırcasına yeme (yani, kontrol kaybı hissiyle aşırı yeme) ve ardından telafi edici davranışlar (örneğin, müshil kullanımı, kendini kusturma, aşırı egzersiz) yer alır. Ulusal Eş Tanı Araştırması’na (Hudson, Hiripi, Pope ve Kessler, 2007) göre, BN’nin yaşam boyu prevalans oranı kadınlar arasında %0,9–1,5 ve erkekler arasında %0,1–0,5’tir.

    Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu (TYB) ise daha yüksek bir insidansa sahiptir; yaşam boyu prevalansı kadınlar arasında %3,5, erkekler arasında ise %2’dir (Hudson ve ark., 2007). TYB’nin temel tanı kriterleri, telafi edici davranışların eşlik etmediği, sık tekrarlayan tıkınırcasına yeme atakları ve bu duruma eşlik eden sıkıntı halidir (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013). Tanı için aşırı kilo şart olmamakla birlikte, telafi edici davranışlar olmaksızın tıkınırcasına yeme nedeniyle TYB hastalarının birçoğu fazla kilolu ya da obezdir.

    AN, BN veya TYB tanı kriterlerini karşılamayan ancak klinik düzeyde yeme bozukluğu semptomları yaşayan bireyler, şu anda diğer belirtilen beslenme ve yeme bozukluğu ya da belirtilmeyen beslenme ve yeme bozukluğu kategorisinde tanı almaktadır (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013).

    Yeme bozukluğu olan bireyler sıklıkla diğer psikiyatrik bozukluklarla eş tanı alırlar (Ulusal Ruh Sağlığı İşbirliği Merkezi, 2004); bunlar arasında depresif semptomlar, bipolar semptomlar, madde kullanımı sorunları ve anksiyete semptomları yer alır (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013). Ulusal Eş Tanı Araştırması (Hudson ve ark., 2007) DSM-4 tanı kriterlerine göre, AN olan bireylerin %56,2’sinin, BN olan bireylerin %94,5’inin ve TYB olan bireylerin %78,9’unun başka bir DSM-4 bozukluğunun tam tanı kriterlerini karşıladığını bulmuştur.

    Yeme bozukluğu nedeniyle tedavi arayışında olan birçok birey, travmatik deneyimlerin geçmişte yaşandığını bildirmiştir (Tasca ve ark., 2013) ve semptomlarına bağlı olarak tıbbi komplikasyonlar yaşamıştır (Mitchell ve Crow, 2006).

    Günümüzde yeme bozukluklarının en yaygın teorik kavramsallaştırması, bilişsel-davranışçı terapi (BDT) modeline dayanmaktadır (Fairburn, 2008). Bu modele göre, yeme bozukluğu semptomları kilo ve vücut şeklinin aşırı değerlendirilmesi, tıkınırcasına yeme ile ilgili yeme endişeleri ve diyet kısıtlamaları nedeniyle sürdürülmektedir. Yeme bozukluklarıyla ilgili klinik ve araştırma yazılarında bu modelin yaygınlığına rağmen, yeme bozukluğu hastalarını tedavi eden klinisyenlerin sıklıkla günlük klinik çalışmalarına psikodinamik teori ve uygulamayı entegre ettikleri muhtemeldir (Tobin, Banker, Weisberg & Bowers, 2007).

    Bu psikodinamik teori ve uygulama entegrasyonu, birkaç nedene dayalı olabilir: 

    – Yeme bozuklukları için daha yaygın olan tedavi yaklaşımlarının sınırlı sonuçlar sağlaması (Westen, Novotny & Thompson-Brenner, 2004). 

    – Zaman sınırlı tedavilerin karmaşık eş tanılara sahip hastaları kolayca kapsayamaması. 

    – BDT modelinin, yeme bozukluğu hastalarını tedavi eden klinisyenleri zorlayan karşıt aktarım gibi temel terapötik ilişki boyutlarına değinmemesi (Satir ve ark., 2009). 

    Ayrıca, mevcut BDT tabanlı modeller genellikle etiyolojik bir perspektifi dikkate almaz, büyük ölçüde betimsel kalır ve travmatik deneyimlerin etkisini kavramsallaştırmalarına nadiren entegre eder. Sonuç olarak, hastanın ve sorunlarının kişiselleştirilmiş bir gelişimsel anlatısını ve kavramsallaştırmasını geliştirmek isteyen klinisyenler, mevcut modelleri oldukça sınırlayıcı bulabilirler.

    Bununla birlikte, BDT modeli, yeme bozukluğu semptomlarını öngören bilişsel ve davranışsal faktörlerin yer aldığı kesitsel transdiagnostik örnekler üzerinde yapılan çalışmalardan bir miktar ampirik destek almıştır (Tasca ve Lampard, 2012). Ancak, yeme bozukluğu olan hastaların yalnızca yaklaşık %50’si iyileşme göstermektedir (Grenon ve ark., 2017; Thompson-Brenner, Glass ve Westen, 2003). Anoreksiya Nervoza (AN) için ise sonuçlar daha kötü olup, hastaların yalnızca %25’i iyileşebilmektedir (ör., Zipfel ve ark., 2014).

    Bu düşük iyileşme oranlarına yanıt olarak, BDT modeli geliştirilmiş (CBT-E; Fairburn, 2008) ve yeme bozukluğu olan hastalarda şu faktörlerin semptomları sürdürebileceği dikkate alınmıştır: 

    – Kişilerarası sorunlar, 

    – Duygu düzenleme zorlukları, 

    – Klinik düzeyde mükemmeliyetçilik, 

    – Düşük benlik saygısı. 

    Bu ek faktörlerin yalnızca bazı hastalara uygulanması amaçlanmış olsa da, ampirik bir çalışma, bu ek sürdürücü faktörlerin aslında transdiagnostik olarak işlediğini ve bir tedavi arayışında olan örneklemde yeme bozukluğu semptomlarını öngördüğünü göstermiştir (Tasca, Presniak ve ark., 2011).

    Yeme bozukluğu semptomlarını anlamaya yönelik bir diğer umut vadeden model ise, başlangıçta Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu (TYB) için Kişilerarası Terapi (KAT) kapsamında geliştirilen kişilerarası modeldir (Wilfley ve ark., 1993). Bu modele göre, kişilerarası sorunlar negatif duygu durumlarına yol açar ve bu da artan tıkınırcasına yeme davranışına neden olur. Kişilerarası model, yeme bozukluğu semptomlarının transdiagnostik olarak sürdürülebilirliğini açıklayabilecek bir model olarak ampirik destek de almıştır (Ivanova, Tasca, Proulx ve Bissada, 2015). 

    Geliştirilmiş BDT (CBT-E) ve kişilerarası yeme bozukluğu modellerinin temel unsurları (kişilerarası sorunlar ve duygu düzenleme zorlukları), psikodinamik teorilerin kilit unsurlarını yansıtmaktadır.

    Psikodinamik Modeller

    Erken dönem psikodinamik modellerin yeme bozuklukları için potansiyel faydalarına rağmen, bu modeller geniş bir şekilde kabul görmemiş ve yaygın bir kullanım elde edememiştir. Örneğin, Hilde Bruch (1988), anoreksiya nervozayı (AN) ayrılma-bireyleşme ile ilgili zorluklarla ilişkili bir bozukluk olarak tanımlamada öncüydü. Benzer şekilde, Masterson (1995), ayrılmaya tepki olarak düşmanca ve destekleyici maternal içselleştirmelerden ya da pasif uyumdan bahsetmiştir. 

    Aynı dönemde, eski dürtü teorisi modelleri bulimik semptomları, yer değiştirmiş ve süblimleşmemiş saldırgan dürtüler olarak görmüştür (örneğin, Schwartz, 1988). Ayrıca, bulimik semptomlar, dürtülerin sembolik ifadeleri olarak da tanımlanmıştır (örneğin, Lunn & Poulsen, 2012). Kendilik psikolojisi teorisyenleri, yeme bozukluğu patolojisini, duygu düzenleme ve kendini yatıştırma işlevleri eksik olan bütünlüklü ya da canlı bir kendiliği yeniden tesis etme çabaları olarak anlamaktadır (Goodsitt, 1997). 

    Bu erken dönem modellerin, yeme bozukluğu gelişimi ve psikopatolojisini açıklarken, ilişkisel yönleri tam olarak hesaba katmayan, deneyime uzak kavramlar kullandığına inanıyoruz.

    Güncel bir psikodinamik modele, yeme bozukluklarını ve tedavilerini kavramsallaştırmada sosyal ve kültürel faktörleri, ayrıca biyolojik baskıları hesaba katacak şekilde ihtiyaç olduğunu savunuyoruz (bkz. Tasca & Balfour, 2014). Genel olarak, daha çağdaş psikodinamik modeller, dürtülerden ziyade ilişkisel faktörlerin ve bağlanmanın önceliği ile sosyal ve kültürel bağlamın önemine daha fazla vurgu yapmaktadır (Fonagy, 2001). Bununla birlikte, bu tür çağdaş psikodinamik perspektiflerden yeme bozuklukları üzerine yazılmış metinler ve yapılan araştırmalar oldukça sınırlıdır. 

    Günümüzde bilişsel ve davranışsal modellerin öncelikli olması nedeniyle, psikolojik gelişim veya içsel zihinsel durumlar üzerinde çok az vurgu yapılmakta ya da hiç vurgu yapılmamaktadır. Bu modeller, birey üzerinde etkili olan baskılarla, örneğin bilişsel doğasıyla ön planda olan sürdürücü faktörler, diyet ve moda endüstrileriyle ilişkili sosyo-kültürel faktörler ve vücut ağırlığı için biyolojik “set noktası” gibi unsurlarla ilgilenmektedir. Bu çeşitli faktörler kesinlikle önemli olsa da, bireyin bu baskılara karşı duyarlılığını artıran gelişimsel ve ilişkisel sorunları ele almamaktadır. 

    Sonuç olarak, günümüzde tanımlanan kanıta dayalı tedavi yaklaşımlarının çoğu (Yager ve ark., 2012), duygu düzenleme, kişilerarası stresörler, savunma mekanizmaları, zihinsel durumların etkisi ve bağlanmanın rolü gibi konulara sınırlı bir önem vermektedir.

    Bağlanma Teorisi Çerçevesi 

    Bağlanma teorisi, John Bowlby’nin (1988) çalışmalarından geliştirilmiştir. Bowlby, çocukların ebeveynlerinden ayrılmalarına ve tekrar birleşmelerine verdikleri yanıtlarla ilgili öngörülebilir desenler gözlemlemiştir. O, bir bebeğin bağlanma davranışlarının (örneğin, uzanma, ağlama, emekleme) bakım veren kişiye yakınlık kazanmak ve güven duygusu elde etmek amacıyla şekillendiğini savunmuştur. Bu güven duygusu, bebeklerin çevrelerini güvenli bir şekilde keşfetmelerine olanak tanır ve bu da öğrenmeyi ve psikolojik gelişimi kolaylaştırır. Bir bakım verenle yapılan tekrarlanan etkileşimler, bir bebeğin içsel çalışma örüntülerinin gelişimi üzerinde derin bir etkiye sahiptir ve bu içsel çalışma örüntüleri, büyük ölçüde, ilerleyen dönemde gelişen duygusal düzenleme, başkalarına dair beklentiler, benlik kavramı ve kişilerarası stiller gibi nitelikleri tanımlar (Bowlby, 1988). Bowlby’nin işbirlikçilerinden Mary Ainsworth (Ainsworth & Bell, 1970), Yabancı Durum (Strange Situation Experiment)  araştırma paradigmasını kullanarak, kontrollü bir ortamda çocukların ayrılma ve birleşme davranışlarını sistematik bir şekilde incelemiştir. Bu araştırma, Ainsworth’ün bağlanma davranışlarını sınıflandırmasını sağlamış, bazı çocuklar güvenli, diğerleri ise güvensiz olarak sınıflandırılmıştır; güvensiz olan çocuklar ise daha da ayrıntılı olarak kaygılı-kaçıngan ya da kaygılı-ikircikli olarak tanımlanmıştır.

    Birkaç yıl sonra, Mary Main, Ainsworth ile birlikte çalışan bir başka araştırmacı, yetişkinler için Yetişkin Bağlanma Görüşmesi adı altında bir görüşme geliştirdi: (Adult Attachment Interview – AAI; Main, Goldwyn, & Hesse, 2002). Bu görüşmede katılımcılar, ebeveynleriyle ilgili erken dönemdeki bağlanma deneyimlerine dair soruları yanıtlar. Yetişkinin bağlanma ile ilgili anlatısının doğası ve kalitesi güvenli, yadsıyan (kaçıngan) veya takıntılı (kaygılı) olarak güvenilir bir şekilde kodlanabilir. Bu kategoriler, bağlanma sistemi etkinleştiğinde (yani, stres, güven ihtiyacı ve tehdit anlarında) yetişkinin zihinsel durumlarını temsil eder. Güvenli bağlanmış yetişkinler, başkalarından şefkat bekler, duygularını uyumlu bir şekilde düzenleyebilirler ve önemli diğerlerine kolayca destek ve sevgi verebilirler. Yadsıyan veya kaçıngan bağlanmış bireyler, duygularını uyumsuz bir şekilde aşağı regüle ederek (downregulate) , duyguları deneyimlemekte ve ifade etmekte zorluk çekerler, ihtiyaç anında başkalarının onlara yardımcı olacağına inanmazlar ve ilişkilerin önemini genellikle reddederler. Takıntılı veya kaygılı bir şekilde bağlanmış bireyler, tekrar tekrar eriştikleri duygularla kolayca bunalacak veya meşgul olacak şekilde duygulanımlarını uyumsuz bir şekilde yukarı doğru regüle ederler (upregulate). İlişkilerde ihtiyaç duyan ve ilişki kaybından yüksek derecede endişe duyan bu bireyler, başkalarının şefkatiyle kolayca yatıştırılmazlar.

    Bağlanma teorisi, büyük ölçüde açıklayıcı gücü, araştırma tabanı ve klinik uygulamalar için geniş kapsamlı çıkarımları nedeniyle son yarım yüzyılın en önemli klinik çerçevelerinden biri haline gelmiştir (Bowlby, 1988; Fonagy, 2001). Bağlanma kategorileri yaşam boyu son derece istikrarlıdır, ergenlikten yetişkinliğe kadar bireylerin %70’i güvenli veya güvensiz bağlanmış olarak kalmaktadır (Waters, Merrick, Treboux, Crowell, & Albersheim, 2000). Bağlanma kategorisindeki çoğu değişim, yaşam koşullarındaki değişikliklerin bir sonucu olarak meydana gelir. Olumlu koşullar (örneğin, romantik ilişki, rehberlik, psikoterapi) güvensiz bağlanmış bir bireyin güvenli bağlanmış hale gelmesine yol açabilir. Olumsuz koşullar (örneğin, travma, ihmal, kayıp) güvenli bağlanmış bir bireyin güvensiz bağlanmış hale gelmesine neden olabilir (Pinquart, Feußner, & Ahnert, 2013).

    Bağlanma Temelli Psikodinamik Model 

    Yeme bozuklukları modelimizde, Malan’ın çatışma üçgenini (Malan, 1979) bir bağlanma teorisi çerçevesi içinde yeniden kavramsallaştırdık. Malan’ın modeli büyük ölçüde bir dürtü teorisi kavramsallaştırmasına dayalıyken, bu modeli, güncel ilişkisel faktörler

    Metin Kutusu: Savunmalar ve yeme bozukluğu semptomlarıMetin Kutusu: Kaygı ve negatif duygulanım
    Metin Kutusu: Güvenlik/uyumsal (adaptive) duygular için bağlanma ihtiyaçları

    Şekil 14.1, “Yeme Bozuklukları (YB) için Adaptasyon Üçgeni” 

    üzerindeki vurguyu dikkate alacak şekilde yeniden yapılandırdık ve modelin adını Adaptasyon Üçgeni (Şekil 14.1; Tasca, Mikail, & Hewitt, 2005) olarak değiştirdik. Modeldeki ana veya birincil motive edici faktör, bağlanma güvenliği ya da güvensizliği ile ilgilidir. Özellikle, bağlanma güvensizliği, kaygı ve/ya da negatif duygularla ilişkilidir veya bunlara yol açar. Örneğin, içsel çalışma örüntüleriçoğunlukla kaçıngan olan birisi, ilişkileri reddedebilir ve kendi duygularını ihmal edebilir, ancak sosyal taleplerle karşılaştığında yine de yüksek düzeyde kaygı yaşayabilir. Savunma mekanizmaları, duyguları reddetme, obsesif-kompulsif ve diğer içselleştirme savunmaları gibi mekanizmaları içerir. Yeme bozukluğu olan birisi için bu, ciddi yemek kısıtlaması yoluyla daha fazla kısıtlanmış deneyimler, bilişler ve duygularla desteklenebilir. Diğer yandan, içsel çalışma örüntüleri çoğunlukla kaygılı olan birisi, ilişkilerini kaybetme endişeleri nedeniyle kolayca aşırı kaygı veya negatif duygular yaşayabilir. Savunma mekanizmaları, daha çok dışsal savunmalar ve eyleme geçirme gibi mekanizmaları içerebilir. Bu duyguların aşırı aktivasyonu ve bozulmuş ilişki desenleri, düzensiz yeme, aşırı yeme ve kusma davranışları ile madde bağımlılığı gibi komorbid sorunları kısmen açıklayabilir.

    Bağlanma ve Kendilik

    Şekil 14.1’de gösterilen Adaptasyon Üçgeni, kendilik duygusu için de faydalı bir metafor sunmaktadır. Yani, bağlanma güvenliği veya güvensizliğinin toplam deneyimi, bağlanma içsel çalışma örüntülerinden kaynaklanan problemli duygusal deneyimler ve ardından gelen savunma mekanizmaları ve ilişki desenleri, birçok yönden kendiliğin işlevleridir. Northoff (2015), kendiliğin, bir kişinin vücudundan ve çevresinden gelen içsel ve dışsal uyarıcılara karşı duygusal, bilişsel, sensörimotor ve vejetatif gibi farklı işlevleri organize eden ve koordine eden bütünsel bir yapı olduğunu savunmuştur. Kendilik, aynı zamanda zamanla ilişkilidir; çünkü kendiliğin deneyimi zaman içinde uzanır, bu da bir kişinin içsel durumlar ve dışsal olaylar karşısında bir bütünlük ve istikrar duygusu sağlar. Northoff (2015), ayrıca yeme bozukluğu olan bazı bireylerin bedenlerine karşı nesneleştirme tutumu geliştirdiklerini, yani bedenin kendilerine ait değilmiş gibi davrandıklarını ileri sürmüştür.

    Hem yadsıyan/kaçıngan (dismissing/avoidant) hem de takıntılı/kaygılı (preoccupied/anxious) kişilik özelliklerine sahip yeme bozukluğu olan bireyler, genellikle vücutlarına yabancıymış gibi deneyimledikleri bir şekilde aşırı odaklanabilirler. Yeme bozukluğu olan bireyler, bedensel duyumları ve duyguları birleştirme mücadelesiyle ilişkili olarak, tutarsız bir kendilik duygusu yaşayabilirler (Amianto, Northoff, Abbate Daga, Fassino, & Tasca, 2016). Gelişimsel bir bakış açısıyla, kendilik tanımlamasının, bebeğin bedensel kendiliğinden kaynaklandığı teorize edilmiştir (Winnicott, 1964). Bedensel kendilik ve kendilik, birey ile bağlanma figürleri arasındaki ilişki bağlamında, bağlanma ve kendilik tanımlaması olmak üzere iki diyalektik gelişimsel çizgide giderek farklılaşır (Blatt & Blass, 1990). Bu gelişimdeki ana entegrasyon noktası, geç ergenlik veya erken yetişkinlikte bütünleşmiş bir kimliğin kurulmasıdır (Erikson, 1963). Bruch (1988), yeme bozukluğu olan birinin kimliğinin kesintiye uğradığını ve bunun, bireyin geleceğini düşünme ve geçmişini tutarlı bir anlatıya entegre etme zorluğuna yol açtığını savunmuştur (daha kapsamlı bir açıklama için bkz. Amianto ve ark., 2016). Bağlanma güvensizliğinin ayırt edici özelliği olan anlatım tutarsızlığı (narrative incoherence)  (Main ve ark., 2002), dengesiz bir benlik duygusunun göstergesidir. Zayıflamış bir kendilikle, yeme bozukluğu olan bireyin düşük öz saygı, zayıf duygu düzenleme ve kişilerarası etkisizlik gibi işlevleri tehlikeye girer.. Zayıflamış bir kendilik ile yeme bozukluğu olan birey, düşük özsaygı, zayıf duygu düzenleme ve kişilerarası yetersizlik gibi işlevsel bozukluklar yaşar.

    Yeme Bozuklukları İçin Bağlanma Temelli Psikodinamik Tedavi Modeli

    Daha önce açıklanan şekliyle, bazı kişilerde yeme bozukluğu semptomlarının sürdürülmesinde kişilerarası sorunların veya hassasiyetlerin  geliştirilmiş BDT (CBT-E) (Fairburn, 2008) kavramsallaştırmalarına dahil edilmesiyle şekillenmiştir. Kişilerarası sorunlar, yeme bozuklukları için kişilerarası modelde de (Wilfley ve ark., 1993) önemli bir rol oynamaktadır. Biz, Strupp ve Binder’ın (1984) döngüsel uyumsuz örüntüler (cyclical maladaptive patterns) (DUÖ) çerçevesini kullanarak, tedavi modelimize bir kişilerarası kavramsallaştırma entegre ediyoruz. Döngüsel uyumsuz örüntüler, bağlanma güvensizliğinin kişilerarası yönlerinin bir ifadesi ve aynı zamanda Adaptasyon Üçgeni (Şekil 14.1) dinamiklerinin bir sonucu olarak görüyoruz. Hatırlayın ki, tutarsız bir kendilik duygusu, kişilerarası hassasiyetler ve duygusal düzenleme üzerinde etkili olmaktadır. Ayrıca, uyumsuz savunma mekanizmaları, kişinin ilişkilerinin kalitesini ve doğasını doğrudan etkileyebilir.

    Strupp ve Binder’ın (1984) modeli, kişilerarası psikodinamiği, kendilik eylemleri, ötekilerin eylemleri, ötekilerden beklentiler ve içselleştirme (introject) terimleriyle tanımlar. Kendilik eylemleri, tipik olarak bir birey tarafından gerçekleştirilen düşünceler, duygular ve davranışlardır. Bunlar, bireyin içsel ve dışsal deneyimlerinin gözlemlenen yönleri olabilir. Yeme bozukluğu olan birisi, örneğin, yüksek düzeyde mükemmeliyetçi bir kendini sunma deneyimleyebilir ve bu durum, bireyin kendisi hakkındaki beklentilerini, başkalarına yönelik davranışlarını ve mükemmeliyetçi standartlara ulaşamadığında hissettiklerini etkiler.

    Ötekilerin eylemleri, ötekilerinin kendilerine yönelik gerçek davranışlarıdır ve çoğunlukla, kendilik eylemlerine yanıt olarak ortaya çıkar. Örüntünün döngüsel yönü, kendilik eylemleri ile ötekilerin eylemleri arasındaki etkileşimle belirginleşmeye başlar. Örneğin, bir kişi ilişkilerde pasifse, ötekinin egemen bir tavırla yanıt verme olasılığı daha yüksektir; bu, kişilerarası tamamlayıcılık kavramı (Kiesler, 1996) ile belirtilir. Tamamlayıcı etkileşimler, dahil olan kişiler için oldukça pekiştiricidir ve bu nedenle bu etkileşimler nispeten stabildir.

    Ötekilerden beklentiler, ötekilerin nasıl davranacağına dair içsel bilişsel beklentilerdir veya tahminlerdir. Örneğin, takıntılı bağlanmacı bireyler, ötekinin onları terk edeceğini beklerken, yadsımalı (dismissing) bağlanmacı bireyler, başkalarının onlar için ulaşılmaz veya yararsız olacağını beklerler. Bu beklentiler, ilişki geçmişinden kaynaklanabilir ve kendilik eylemlerinde görülen davranışları ve duyguları pekiştirebilir. İçselleştirme (introject), genellikle  kendilik eylemleri, ötekilerin eylemleri ve ötekilerden beklentiler arasındaki dinamik etkileşimin bir sonucu olarak değerlendirilir. İçselleştirme (introject), kişinin kendisi hakkındaki temel inançlar ve duyguları temsil eder ve bu da başkalarıylayken nasıl davrandığını etkiler. Örneğin, kendisini sevilemez olarak deneyimleyen bireyler, ilişki kaybıyla ilgili depresif bir etki hissedebilir, ötekilerin onları sevmediğini bekleyebilir ve ilişkilerde uzaklaşacak şekilde davranabilirler. Diğer yandan, kendisini başarısız ya da etkisiz olarak gören biri, başarıyla ilgili özsaygısına yönelik darbelere bağlı olarak kaygı veya depresif bir etki hissedebilir ve ötekileri ilgisiz veya önemsiz olarak görebilir. Olumsuz veya eleştirel bir içselleştirme, yeme bozukluğu olan bireylerde sıklıkla görülen mükemmeliyetçilik ve buna bağlı düşük özsaygının temel bir tetikleyicisidir. Ayrıca, benliğin kararlılığı ve kimliğin tutarlılığı ile ilgili sorunlar, problemin bir içselleştirme ile ilişkili olduğunu da gösterebilir. Strupp ve Binder (1984), içselleştirmenin veya kendilik kavramının değişmesinin, psikoterapi yoluyla kalıcı bir iyileşme sağlamak için temel olduğunu ve içselleştirmenin değişiminin, hastanın Döngüsel Uyumsuz Örüntüler’inde  (cyclical maladaptive patterns)  tanımlanan kişilerarası örüntülerin değiştirilmesiyle mümkün olduğunu savunmuşlardır.

    Bağlanma temelli psikodinamik terapinin birinci hedefi, bu kişilerarası örüntüleri değiştirmektir ve bunu hastalara yeni bir anlayış sunarak gerçekleştirmek amaçlanır (Levenson & Strupp, 2007). Bu, hastanın işlevsel olmayan kişilerarası örüntülerini tanımlamasına yardımcı olarak, hastada bilişsel değişiklikler sağlamayı içerir. Bu yöntemle terapist, terapi dışındaki önemli öteki kişilerle ve terapist ile terapideki tekrarlayan kişilerarası örüntüleri hastaya gösterir. Terapist, geçmişteki ilişki örüntülerini günümüzdeki ilişkilere bağlamada hastaya yardımcı olabilir ve bu, hastaya, uyumsuz olabilecek, aktarıma dayalı ilişki örüntüleri hakkında bir anlayış sağlar. Örneğin, bir yeme bozukluğu olan hasta, terapistten aşırı yeme davranışını durdurmasına yardımcı olmasını isteyebilir. Ancak, terapist hastadan günlük bir yemek günlüğü tutmasını istediğinde, hasta bu isteğe uymayabilir. Terapist, hastayı “kendi iyiliği için” yemek günlüğüne uymaya zorlamayı bir istek olarak hissedebilir. Ancak, hastanın döngüsel uyumsuz örüntüsünü (yani, kendilik eylemi: bakım isteği, ancak boyun eğmeme; başkalarının eylemleri: baskın ve ısrarcı olma; başkalarından beklentiler: başkaları bana kızacak ve beni terk edecek; içselleştirme: “Sevilmezim”) farkında olan bir terapist,aktarım-karşı aktarım döngüsünden kendini daha kolay bir şekilde ayırabilir. Böyle bir terapist, hastanın bu örüntüsüne, aşırı yeme gibi bir başa çıkma mekanizması olarak nasıl negatif duygu ve kaygıyı sürekli hale getirdiğini fark etmesine yardımcı olabilir. Ayrıca terapist, bu kişilerarası modelin diğer ilişkilerde, örneğin ebeveynlerle olan ilişkilerde, nasıl ortaya çıktığını da tanımlayabilir.

    Hastanın baskın bağlanma stilinin değerlendirilmesi, terapistin en etkili müdahaleleri belirlemesine ve yönlendirmesine yardımcı olabilir (Tasca, Ritchie ve Balfour, 2011). Örneğin, yüksek kaygılı bağlanma veya aşırı takıntılı bağlanma stiline sahip biri, duygusal deneyimler tarafından bunalmadan duyguları ve ilişkileri üzerine daha yansıtıcı bir şekilde düşünebilmek için desteğe daha fazla ihtiyaç duyabilir. Bu tür bir bireyin döngüsel uyumsuz örüntüsü, terk edilme korkusu, bağımlı ilişki davranışları, gerilim veya çatışma ile tanımlanan yakın ilişkiler, ilişki kaybı beklentileri ve oldukça öz-eleştirel bir içselleştirme ile karakterize edilebilir. Bu kişiler, bu kişilerarası süreci daha iyi anlayarak ve istikrarlı bir terapötik ilişki içinde yeni deneyimler yaşayarak, duygusal dengeyi geçici olarak sağlamak için yeme bozukluğu semptomlarına yönelmeden önce duygularına eleştirel bir mesafeden bakmayı öğrenebilir.

    Tersine, yadsıyan veya kaçıngan bir bağlanma stiline sahip bir birey, duygusal içerik ve deneyimlere kademeli olarak maruz bırakıldığında fayda görebilir. Bu tür bireyler, ilişkilere karşı oldukça hassas olabilir ancak ilişkilerin önemini küçümseyebilirler. Yadsıyan bağlanmaya ve yeme bozukluğuna sahip bireyler, ötekinin onlar için orada olacağını beklemez ve cezalandırıcı, mükemmeliyetçi bir benlik algısına sahip olabilir. Psikoterapide, bu bireyler ilişkilerdeki ihtiyaçlarını daha iyi anlayabilir ve beklentilerine rağmen öteki tarafından bakılmayı kabul edebilir hale gelebilir. Empatik bir terapist tarafından kabul ve ilgi görme deneyimi aracılığıyla, bu danışanlar ötekilere nasıl göründüklerine dair yüksek standartlarını gevşetebilir ve aşırı diyet kısıtlamalarıyla içsel deneyimlerini bastırma ihtiyaçlarını azaltabilir.

    Klinik Vaka Örneği: Takıntılı Bağlanma Stili Olan Bir Danışan

    Bu tartışmayı örneklendirmek için 21 yaşındaki Jane’in vakasını ele alıyoruz. Jane, yatan hasta tedavi biriminden taburcu edildikten sonra Dr. Z ile terapiye başladı. Jane, Anoreksiya Nervoza (AN) tanısıyla yatırılmış ve kabul edildiğinde ciddi şekilde düşük kilodaydı. Şu anda ağırlığı normal olsa da, neredeyse her gün tıkınırcasına yeme davranışı sergiliyor, düzensiz bir yeme düzenine sahip, kusmuyor, tıbbi olarak stabil durumda. 

    Jane, ebeveynleriyle yaşadığı çatışmalı bir ilişkiyi tarif etti. Ebeveynlerini, yemekleri konusunda oldukça kontrolcü olarak tanımladı. Onların Jane’in yemek yeme alışkanlıkları ve düşük kilosu konusunda endişeli ve kaygılı olduklarını, bu nedenle onu yakından izlediklerini ve yemeklerini onun yerine seçtiklerini belirtti. 

    Başlangıçta Jane, bazen kendisini bunaltıcı bulduğu duygularıyla daha iyi başa çıkmak için yardım almak istediğini söyledi. Ayrıca, kendisini rahatsız eden tıkınırcasına yeme davranışını kontrol altına almak için destek istedi. Dr. Z, öncelikle tıkınırcasına yeme sorunlarını ele almaya karar verdi ve Jane’den standart bir günlük yiyecek günlüğü yöntemiyle yeme alışkanlıklarını, duygularını, düşüncelerini ve çevresel faktörleri kaydetmesini istedi. 

    Jane başlangıçta bu yöntemi kabul etmiş gibi görünse de, birkaç hafta sonra Jane’in yemek günlüğünü doldurmadığı ortaya çıktı. Dr. Z, Jane’in bu görevi tamamlamasına engel olan faktörleri araştırdı ve Jane’i ödevi yapmaya teşvik etti. Ancak bir süre sonra, Dr. Z, Jane’in belirttiği yardım ihtiyacına rağmen ödevleri yapmamasından dolayı hayal kırıklığı hissetmeye başladı. 

    Dr. Z, ısrar etmeye devam etmek yerine, Jane’in bu davranış örüntüsünün, ebeveynleriyle yaşadığı çatışmalı ilişkiye nasıl benzediğini göstermeye başladı.

    Dr. Z: Sana ödevlerini yaptırmak ve bunu senin yararına olacak şekilde kontrol etmek istiyorum. Ama bunu yapmaya devam edersem, büyük olasılıkla sen bu isteğe uymayacaksın ve bana karşı sinirlenebilirsin. Bu konuda bir çekişme içinde kilitlenip kalabiliriz. 

    Jane: Evet, ne demek istediğinizi anlıyorum. Muhtemelen, yapacağımı söyleyip sonra gerçekten yapmayarak bunu sabote ederim. 

    Dr. Z: Bu bana, yemek konusunda ebeveynlerinle yaşadığın örüntüyü hatırlatıyor. Sanki onların yardımını istiyorsun ama ardından onlarla güç mücadelesine giriyorsun. Sonunda her zaman onları hayal kırıklığına uğratmış gibi hissediyorsun ve “kötü” bir kız evlat olduğun düşüncesine kapılıyorsun. Bu döngü, bizim birlikte etkili bir şekilde çalışmamızın önünde engel oluşturuyor.

    Dr. Z, Jane ile olan ilişkilerinde yemek günlüğü tutma fikrini ortaya attığından beri ortaya çıkan çatışmayı, mücadeleyi ve hayal kırıklıklarını üs-iletişim(meta-communication) yoluyla ele aldı. Dr. Z, Jane’in ebeveynleriyle yaşadığı döngüsel uyumsuz örüntülerin (Cyclical Maladaptive Patterns) terapötik ilişkide yeniden canlandığını ve bu yeniden canlandırmanın, Dr. Z’nin bu örüntüyü istemeden pekiştirmesiyle, terapötik ittifaklarında bir kopukluğa neden olduğunu fark etti (Safran & Muran, 2000). Dr. Z, bu yorumu Jane’e sundu ve Jane, ilişkilerinin giderek daha gergin hale geldiğini kabul etti. Bunun üzerine Dr. Z, Jane’e terapi hedeflerini yeniden tanımlamak, yani terapötik ittifaklarının bu yönünü yeniden müzakere etmek için birlikte çalışmayı teklif etti.

    Dr. Z: Belki de farklı bir şey deneyebiliriz. Şu anda en çok üzerine çalışmak istediğin şeyin ne olduğunu düşünüyorsun? 

    Jane: Duygularımı kontrol altına almak istiyorum. Genelde bunaltıcı hale geliyorlar ve hayatımın hemen her alanında sorunlara yol açıyorlar. 

    Dr. Z: Peki, aile doktorunuz yeme krizlerinden kaynaklanan herhangi bir acil tıbbi risk altında olmadığını ve kilonun dengede olduğunu söyledi. O zaman, yemek günlüğü tutmayı şimdilik bir kenara bırakalım ve duygularına ve bunlarla nasıl başa çıktığına odaklanalım. Bu nasıl geliyor sana? 

    Jane: Evet, bu iyi olur. 

    Dr. Z: Biliyor musun, terapi odaklarımızı değiştirme üzerine yaptığımız bu konuşma daha az gergin hissettirdi. Bu konuşmadaki yaklaşımının daha az pasif ve daha fazla kendinden emin olduğunu gözlemledim. Bu da bana sana ve ihtiyaçlarına daha fazla saygılı davranma isteği uyandırıyor. Sen de böyle bir şey fark ettin mi? 

    Jane: Evet, farklı hissettiriyor. Sanki birlikte nasıl çalışacağımızı çözüyormuşuz gibi. 

    Bu örnek, terapistin, hastanın Döngüsel Uyumsuz Örüntüsü (Cycling Maladaptive Pattern) ile ilişkilendirilen aktarım-karşı aktarım döngüsünden nasıl çıkabildiğini göstermektedir. Terapist, bu modelin danışanın hayatında, terapi de dahil olmak üzere, ne kadar yaygın olduğunu danışanla birlikte üst-iletişim (meta-communication) kurarak ele aldı ve onu terapi sürecinde yeni bir deneyime davet etti—bu yeni deneyim, danışanın daha kendinden emin ve kararlı bir şekilde hareket ettiği bir süreçti.

    Destekleyici Kanıtlar 

    Yapılan araştırmalar, tedavi öncesi yüksek bağlanma kaygısının yeme bozuklukları tedavisinde daha kötü sonuçlarla ilişkilendirildiğini ve yüksek kaçıngan bağlanma stilinin multimodal tedavi programlarını bırakma ile ilişkili olabileceğini göstermektedir (Illing, Tasca, Balfour, & Bissada, 2010; Tasca, Taylor, Bissada, Ritchie, & Balfour, 2004). Ancak, Tasca ve arkadaşları (2006), Tıkınırcasına yeme bozukluğu (Binge Eating Disorder) olan ve yüksek bağlanma kaygısı yaşayan hastaların, kişiler arası problemleri ve duygulanım düzenleme zorluklarını ele alan “grup psikodinamik -kişiler arası psikoterapiden” (group psychodynamic-interpersonal psychotherapy) daha fazla fayda sağladıklarını bildirmiştir. Ayrıca, son araştırmalar, tedavi öncesi daha yüksek yansıtıcı işlevselliğin, Tıkınırcasına yeme bozukluğu olan bireyler için daha iyi sonuçlarla ilişkilendirildiğini göstermektedir (Maxwell, Tasca, Grenon, Faye ve ark., 2017).

    Ayrıca, GPKP (Grup Psikodinamik-Kişiler Arası Psikoterapi) tedavisinin, tedavi sonrası 1 yıl boyunca öz-bildirimle ölçülen bağlanma güvensizliğini iyileştirdiği bulunmuştur (Maxwell, Tasca, Ritchie, Balfour, & Bissada, 2014). Maxwell ve arkadaşlarının (2017, 2017) AAI (Ana ve ark., 2002) kullandığı iki son çalışması, GPKP’nin tıkınırcasına yeme bozukluğu tedavisinde yansıtıcı işlevsellikte iyileşmelere ve bağlanma durumlarıyla ilgili güvensiz zihin hallerinin azalmasına yol açtığını göstermiştir. Son olarak, Hill ve ark. (2015) tarafından yapılan bir çalışma, GPKP tedavisinin ardından genel savunmacı işlevselliğin iyileştiğini bildirmiştir. Bu çalışmalar, tıkınırcasına yeme bozukluğu ve diğer yeme bozuklukları için zaman sınırlı, psikodinamik, grup tabanlı bir tedavinin, yansıtıcı işlevsellik, savunmacı işlevsellik ve bağlanma zihinsel durumları üzerinde iyileşmelere yol açabileceğini göstermektedir.

    Tarihsel olarak, bazı randomize kontrollü çalışmalar, psikodinamik terapilerin tasarımı veya tedavilerin uygulanması nedeniyle dezavantajlı olmuştur. Örneğin, Garner ve arkadaşlarının (1993) ve Poulsen ve arkadaşlarının (2014) çalışmalarında, psikodinamik terapistlere, yeme bozukluğu semptomları hakkında hastalarla bir tartışma başlatmamaları talimatı verilmişti; bu da psikodinamik terapilerin etkinliğini gereksiz şekilde sınırlamıştır (yorumlar için bkz. Tasca, Hilsenroth, & Thompson-Brenner, 2014 ve Westen ve ark., 2004). Bununla birlikte, yeme bozuklukları için grup tedavilerinin meta-analizleri (Grenon ve ark., 2017) ve bireysel tedavilerinin meta-analizleri (Spielmans ve ark., 2013), tedavi türleri (CBT, IPT, psikodinamik terapi) arasında yeme bozukluğu semptomlarını azaltma sonuçlarında herhangi bir fark bulmamıştır.

    Yakın zamanda Abbate-Daga, Marzola, Amianto ve Fassino (2016) tarafından yapılan bir anlatımsal inceleme, yeme bozuklukları için psikodinamik terapilerin potansiyel etkinliğini destekleyen mevcut verilerin olduğunu, ancak daha iyi tasarlanmış çalışmaların gerekli olduğunu sonucuna varmıştır. Bu araştırma alanında değinilmesi gereken iki önemli yüksek kaliteli çalışma bulunmaktadır. İlk olarak, Zipfel ve ark. (2014) tarafından yapılan bir randomize kontrollü denemede, focal dinamik terapi, BDTve mevcut tedavi yöntemlerinin aneroksiya nevroza (AN) için karşılaştırıldığında, psikodinamik terapi ve BDT müdahalelerinin eşdeğer etkiler gösterdiği ancak focal dinamik terapinin diğer tedavilere göre daha etkili olduğu bulunmuştur. Bu çalışma, AN’nin tedavisinin çok zor olduğunu ve AN tedavisi için yapılan randomize kontrollü çalışmaların sayısının çok küçük olduğunu göz önünde bulundurulduğunda önemlidir. İkinci olarak, GPKP (grup psikodinamik-kişilerarası psikoterapi) , GBDT (grup bilişsel davranışçı terapi)  ve bekleme listesi kontrol grubunun karşılaştırıldığı bir randomize kontrollü denemede, Tasca ve ark. (2006) GPKP ve GBDT’nin eşdeğer etkiler gösterdiğini, her ikisinin de kontrol grubuna kıyasla daha etkili olduğunu bulmuşlardır. Bu etkilerin uzun vadeli takiplerde sürdüğü ve GPKP’nin tıkınırcasına yeme bozukluğu tedavisinde potansiyel etkinliğini gösterdiği anlaşılmaktadır.

    Özet ve Sonuçlar 

    Henüz nispeten küçük olmasına rağmen, yeme bozuklukları için psikodinamik tedavilerin, yeme bozukluğu semptomlarını azaltmada ve bağlanma durumları, mentalizasyon ve savunma işlevselliği gibi psikolojik faktörleri iyileştirmede etkili olduğunu gösteren büyüyen bir kanıt temeli bulunmaktadır (Hill ve ark., 2015; Maxwell, Tasca, Grenon, Faye ve ark., 2017; Maxwell, Tasca, Grenon, Ritchie ve ark., 2017; Tasca ve ark., 2006; Zipfel ve ark., 2014). Bu yeme bozukluklarının psikodinamik tedavisini incelediğimiz bu derlemede, bağlanma güvensizliklerinin nasıl negatif duygulara veya kaygıya yol açtığını ve bunun da nasıl uyumlu olmayan savunma mekanizmalarına ve/veya yeme bozukluğu semptomlarına yol açabileceğini açıklayan bir model sunduk. Araştırmalarımız, erken deneyimlerin bağlanma güvensizliğine yol açarak bunun ardından duygu düzenlemesi bozukluğu ve yeme bozukluğu semptomlarına nasıl yol açtığını göstererek bu kavramsal modeli desteklemiştir (Tasca ve ark., 2009, 2013). Ayrıca, tedavi modelimiz, günümüz ilişkilerindeki ve terapötik ilişkilerdeki etkileri ele alan psikodinamik bir ilişki zorluğu kavramsallaştırması kullanmaktadır. Sosyal ve ilişki bağlamları ile bağlanma durumlarını dikkate alan çağdaş anlayışlara dayalı yeme bozuklukları için psikodinamik kavramsallaştırmalar ve tedaviler, uygulayıcı psikoterapistler arasında daha fazla kabul görecektir. Ancak, psikodinamik araştırmacıların ve klinik uzmanların, kavramlarını ve tedavilerini ampirik olarak test etmeleri, etkinliklerini doğrulamaları ve klinik bağlamlarda uygulamalarını meşrulaştırmaları için önemli olacaktır.

  • O Zaman Öyleydi, Şimdi Böyle: Çağdaş Psikodinamik Terapiye Giriş

    “Kendine, zihninin en derinliklerine kadar, dürüstçe ve korkusuzca bak.”

    Yazarın Notu

    Bu üzerinde çalışılan metin, çağdaş psikodinamik düşünceye jargondan arındırılmış bir giriş sunmaktadır. Hem uygulayıcılar [psikodinamik psikoterapi uygulayıcıları] hem de diğer terapi yaklaşımlarında eğitim almış uygulayıcılar için tasarlanmıştır. Bu metni yazmamın sebebi, mevcut kitapların öğrencilerimin ihtiyaçlarını karşılamıyor olmasıdır. Birçok klasik psikanalitik terapi tanıtımı güncelliğini yitirmiştir. Onlar, onlarca yıl önceki psikanalitik düşünceyi anlatıyorlar, bugünkünü değil. Diğer bazı kitaplar ise aşırı derecede jargon içermekte veya çoğu çağdaş okuyucunun, sahip olmadıkları bir ön bilgiye sahip olduklarını varsaymaktadır. Bazı kitaplar ise belirli bir psikanalitik ekolü diğerlerine üstün kılmaya çalışan yanlı bir gündeme sahiptir, ancak öğrencilerin bu tür içsel teorik tartışmalara çekilmesi onlara yardımcı olmaz. Son olarak, bazı başarılı kitaplar ilgili ve anlayışlı bir okuyucuyu hedef alarak [onun var olduğunu varsayarak] yazılmıştır, ki bu [ilgili ve anlayışlı bir okuyucunun varlığı] genellikle doğru bir varsayım değildir. Birçok öğrenci, psikanalitik düşünce hakkında oldukça fazla dezenformasyona maruz kalmış ve bu yaklaşıma hatalı ve olumsuz önyargılarla yaklaşmaktadır.

    Başlık, bir tevriyedir (double entendre /iki anlamlı söz) . “O zaman öyleydi, şimdi böyle” ifadesi, psikanalitik terapinin temel bir amacına, insanların geçmiş deneyimlerinin bağlarından kurtulmasına ve bugünü daha dolu (fully) bir şekilde yaşamasına yardımcı olmaya işaret eder. İnsanlar genellikle “olan”a değil, “olmuş olana” tepki verirler ve psikanalitik terapi bu konuda yardım etmeyi hedefler. Başlık ayrıca, son yıllarda psikanalitik düşüncede meydana gelen köklü değişimlere de atıfta bulunmaktadır. Birçok kişi için “psikanaliz (“psychoanalysis)” terimi, günümüz uygulayıcılarının düşündükleri ve yaptıklarıyla pek az ilgisi olan, yüzyıl öncesine ait klişeleri çağrıştırmaktadır.

    Bu bölümler, bir kitabın başlangıcı olarak tasarlandı. Belki birgün tamamlarım, ancak bu proje şu an için ikinci planda. Şimdilik elimizde olan bu kadar. Jonathan Shedler, Nisan, 2010 

    Bölüm 1:

    Yanlış Anlamaların Kökenleri

    Psikanalitik psikoterapi, tüm terapi türleri arasında en yanlış anlaşılanı olabilir. Klinik psikoloji doktora öğrencileri için psikanalitik terapi üzerine bir ders veriyorum ve bu öğrencilerin birçoğu, zorunlu olmasa derse katılmazdı. Derse, öğrencilerden psikanalitik terapi hakkındaki inançlarını yazmalarını isteyerek başlıyorum. Çoğu, son derece yanlış önyargılar ifade ediyor. Bu önyargılar, psikanalitik uygulayıcılarla birebir karşılaşmalardan değil, medyadaki tasvirlerden, psikanalitik kavramlara derslerinde değinen ancak bunları pek anlamayan lisans düzeyi psikoloji profesörlerinden ve yarım yüzyıl öncesinde güncelliğini yitirmiş psikanalitik teorilerin karikatürlerini sunan ders kitaplarından kaynaklanıyor. 

    Daha akılda kalıcı yanlış anlamalardan bazıları şunlardır: Psikanalitik kavramların yalnızca ayrıcalıklı ve zengin insanlara uygulandığı, psikanalitik kavramların ve tedavilerin ampirik desteğe sahip olmadığı (ampirik kanıtların kapsamlı bir incelemesi için bkz. Shedler, 2010); psikanalistlerin her şeyi seks ve saldırganlığa “indirgediği”, hastaları yalnızca maddi kazanç için uzun süreli tedavide tuttukları; psikanalitik teorilerin cinsiyetçi, ırkçı veya sınıfçı olduğu (tercihinize göre başka bir politik olarak yanlış sıfat da ekleyebilirsiniz); psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un kokain bağımlısı olduğu ve teorilerini bu maddenin etkisi altında geliştirdiği, çocuk tacizcisi olduğu [Ivy League (ABD’nin kuzeydoğusunda akademik ve sosyal alanda prestijleriyle tanınan fakülte ve üniversitelerden oluşan bir grup)  mezunu bir öğrenci, bu garip fikri bir profesöründen öğrenmişti) ]; ve sanki psikanalitik bilgi 1900’lerin başından bu yana hiç ilerlememiş gibi  “psikanalitik” ve “Freudyen” terimlerinin eş anlamlı olduğu.

    Çoğu psikanalitik terapistin, (kokteyl partilerinde fazlasıyla sık karşılaşılan) “Siz bir ‘Freudyen’ misiniz?” sorusuna nasıl yanıt vereceğini bilmediği bir gerçektir. Bu sorunun anlamlı bir yanıtı yoktur ve şahsen, verdiğim herhangi bir cevabın yanlış anlaşılmaya yol açacağından korkarım. Temel bir açıdan bakıldığında, aslında tüm ruh sağlığı profesyonelleri bir anlamda “Freudyen”dir çünkü Freud’un kavramlarının birçoğu, psikoterapinin genel kültürüne adeta asimile olmuştur. Pek çok Freudyen fikir bugün o kadar sıradan, sağduyulu ve kabul edilmiş görünmektedir ki, bunların aslında Freud’dan kaynaklandığını ve ortaya çıktığı dönemde radikal olduğunu insanlar fark etmez. Örneğin, çoğu insan travmanın duygusal ve fiziksel semptomlara yol açabileceğini, erken yıllardaki bakımın yetişkin yaşamımızı derinden etkilediğini, insanların karmaşık ve sıklıkla çelişkili motivasyonlara sahip olduğunu, çocuk cinsel istismarının yaşandığını ve bunun yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini, duygusal zorlukların konuşarak tedavi edilebileceğini, bazen kendimizde görmek istemediğimiz şeyler için başkalarını suçladığımızı, terapistlerin danışanlarla cinsel ilişkiye girmesinin istismarcı ve yıkıcı olduğunu varsayar. Bunlar ve psikoterapi kültüründe sıradan hale gelmiş daha birçok fikir aslında “Freudyen”dir. Bu anlamda, her çağdaş psikoterapist, kabul etse de etmese de (eyvah eyvah) bir Freudyen’dir. Hatta danışanlarla düzenli olarak planlanan randevularla görüşme pratiği bile Freud ile başlamıştır. 

    Bir başka açıdan bakıldığında, “Freudyen misiniz?” sorusu yanıtlanamaz bir sorudur çünkü hiçbir çağdaş psikanalitik terapist bir “Freudyen” değildir. Demek istediğim, psikanalitik düşüncenin Freud’un zamanından bu yana köklü bir şekilde evrimleştiğidir -ki bunu çoğu ders kitabını okuyarak öğrenmeniz pek mümkün değildir. Son yıllarda, teori ve pratikte büyük değişimler yaşanmıştır. Alan, Freud’un tarihsel yazılarından çok daha farklı ve çeşitli yönlerde gelişmiştir. Bu anlamda, kimse Freudyen değildir. Psikanaliz sürekli olarak yeni modeller ve paradigmalar geliştirmeye devam etmektedir. Psikanalitik düşüncenin gelişimi, fizik biliminin Newton ile sona ermediği ya da psikolojide davranışsal geleneğin Watson ile sona ermediği gibi, Freud ile sona ermemiştir.

    Psikanaliz içinde farklı ve bazen sert bir şekilde bölücü görüşlere sahip birden fazla düşünce okulu vardır ve birinin size bir konu hakkında “psikanalitik görüşü” söyleyebileceği fikri hem eski moda hem de oldukça naiftir. Psikanaliz içinde, yalnızca terapilerin en eski geleneği olduğu için, diğer herhangi bir terapi okulundan daha fazla çeşitlilik bulunabilir. Bir psikanaliste “psikanalitik bakış açısını” sormak, bir felsefe profesörüne bir sorunun “felsefi cevabını” sormak kadar anlamlı olabilir. Zavallı profesörün yalnızca kafasını hayretle sallayıp nereden başlayacağını merak ettiğini hayal ediyorum. Psikanaliz için de durum aynıdır. Psikanaliz tek bir teori değil, insan işleyişinin bir veya başka bir yönünü aydınlatmayı amaçlayan bir dizi farklı teoriler bütünüdür.

    Ne değildir?

    Psikanalizin ne olmadığına açıklık getirmek, ne olduğunu açıklamaktan daha kolay olabilir. Başlangıç olarak, çağdaş psikanaliz bir “id, ego ve süperego” teorisi değildir (bu terimler, bu arada, Freud tarafından kullanılmamıştır; bir çevirmen tarafından kullanılmıştır). Ayrıca, bir “fiksasyon” teorisi ya da cinsel ve saldırgan dürtüler, bastırılmış anılar, Oedipus kompleksi, penis kıskançlığı/hasedi (penis envy) veya hadım edilme/kastrasyon kaygısı hakkında bir teori de değildir. Bu fikirlerin her birinden vazgeçilebilse de, psikanalitik düşünce ve terapinin özü bozulmaz. (Şaşırdınız mı?) Bazı psikanalistler bu kavramların bazen faydalı olduğunu düşünebilir ancak birçok psikanalist bunların tamamını reddeder.

    Üniversitede psikanalizin id, ego ve süperego hakkında bir teori olduğunu öğrendiyseniz, hocalarınız size yanlış bilgi vermiştir. Psikanalitik düşünceyi anlamak için psikoloji dersi hiç almadığınızda daha iyi hazırlanmış olabileceğinizi söylemekten dolayı üzgünüm. Zihnin bu belirli modeli (buna “yapısal teori” denir) uzun zaman önce yerini başka teorilere ve modellere bırakmıştır (örneğin Person, Cooper, & Gabbard, 2005). Bu konu, çağdaş psikanalitik yazında, tarihi bağlamlar dışında neredeyse hiç ele alınmamaktadır. 20. yüzyılın sonlarına doğru, teorinin en güçlü savunucusu, sonunda bunun psikanalizle ilgisi olmadığını savunmuştur (Brenner, 1994). Psikoloji ders kitapları, id, ego ve süperego’nun yapısal teorisini sanki bu psikanalizle özdeşmiş gibi sunduğunda, buna gülmek mi, yoksa ağlamak mı gerektiğini bilemiyorum.

    Bu kadar çok ders kitabının neden bu kadar demode ve tamamen yanlış olduğu sorusu haklı bir sorudur. Öğrencilerin ders kitaplarının doğru ve güvenilir olmasını beklemeleri için her türlü hakları vardır. Kısa cevap olarak, psikanaliz akademik dünyadan bağımsız olarak gelişmiştir ve çoğunlukla bağımsız enstitülerde yerleşmiştir. Karmaşık tarihsel sebeplerle, bu enstitüler genellikle oldukça kapalıydı ve yıllarca psikanalistler, fikirlerini kendi kapalı çevrelerinin dışındaki insanlara erişilebilir kılmak için pek bir şey yapmadılar. Bazı psikanalitik enstitüler aynı zamanda en kötü anlamda kibirli ve dışlayıcıydı ve diğer ruh sağlığı profesyonellerini yabancılaştırma konusunda takdire şayan bir iş çıkardılar. Bu durum, Amerikan psikanalitik enstitülerinin, bir tıp hiyerarşisi tarafından domine edildiği bir dönemde gerçekleşti (tarihi bir bakış için bkz. McWilliams, 2004). Psikanalitik enstitüler değişti, ancak diğer ruh sağlığı profesyonellerinde yarattıkları düşmanlık, muhtemelen uzun yıllar boyunca devam edecektir. Bu düşmanlık, birçok kuşak boyunca yetiştirilenler arasında aktarılmış ve her kuşak, hocalarının tutumlarını modellemiştir.

    Akademik psikoloji, psikanalitik psikoterapinin yaygın yanlış anlaşılmasını sürdürmede de rol oynamıştır. Akademik psikolojide, psikanalitik fikirleri küçümseyen bir kültür gelişmişti -daha doğrusu, psikanalitik fikirler yerine bu fikirlerin yanlış anlaşılmış stereotipleri ve karikatürleri- ve psikanalitik terapistlerin gerçekten ne düşündüklerini ve ne yaptıklarını öğrenmeye pek de çaba harcamadılar. Birçok akademik psikolog, psikanalizi bir rakip ya da savunmasız bir figür olarak kullanmakla yetinmişti. Ölü teorisyenlerle yapılan tartışmalarda düzenli olarak “kazandılar”, çünkü söz konusu teorisyenler orada değildi ve görüşlerini açıklayamayacaklardı (ölü insanlarla tartışmak oldukça kolaydır). Birçok akademik psikolog hala psikanalitik kavramların karikatürlerini ve psikanalizin çoktan geride bıraktığı eski teorileri eleştirmektedir (bkz. Bornstein, 1988, 1995; Hansell, 2005). Maalesef, çoğu akademik psikolog yüzyıldan fazla bir süredir psikanalizdeki gelişmeler hakkında hiçbir fikre sahip değildi.

    Aynı durum, son yıllarda psikanalitik yönelimli öğretim üyelerinin toptan tasfiye edildiği ve farmakolojik yönelimli hale gelen psikiyatri bölümlerinde de mevcuttur; öyle ki, birçok psikiyatrist artık hastalara reçete yazmayı gerektirmeyen durumlarda herhangi bir şekilde, nasıl yardım edeceğini bilmemektedir. İlginçtir ki, etkili bir psikofarmakolog olmak, psikanalitik terapinin gerektirdiği becerilerin çoğunu içerir -örneğin, yakınlık kurma, çalışma ittifakı oluşturma, hastaların doğrudan ifade edemeyeceği şeyler hakkında sağlam çıkarımlar yapma ve psikotropik ilaç alma konusunda neredeyse değişmez bir şekilde ortaya çıkan fantezileri ve dirençleri anlama becerisi. Psikiyatri stajyerleri arasında hastaları anlamanın daha kapsamlı yollarına ve biyolojik indirgemeci tedavi yaklaşımlarına alternatiflere yönelik bir açlık var gibi görünüyor.

    Hocalarınızın sizi yanıltmış olduğunu keşfetmek, özellikle bu hocalara hayranlık duyduysanız, hayal kırıklığı yaratabilir. Şu anda bilişsel çelişki yaşıyor olabilirsiniz (ve bilişsel çelişki kuramı, burada sağlanan bilgiyi, çelişkiyi çözmenize yardımcı olabileceği için göz ardı etme isteği duyabileceğinizi öngörür). Kendi deneyimimi hatırlıyorum; hayran olduğum hocaların beni yanlış yönlendirdiğini kabul etmekle ilgili yaşadığım mücadeleyi. Bu hocalara saygı duymak, onların görüşlerini paylaşmak, onlardan biri olmak istiyordum. Aynı zamanda, onlar gibi düşünmek ve onların inandığı şeylere inanmak, kendimi daha büyük ve önemli hissetmeme neden oluyordu, ve gözlerimde onlar küçüldüğünde, ben de kişisel olarak küçülmüş hissediyordum. Bu tepkinin yalnızca bana özgü olmadığını düşünüyorum. Düşünceli ve açık fikirli öğrencilerin bazen “psikanalitik” olarak etiketlenen fikirlere sağır kalmalarının nedenlerinden birinin bu olup olmadığını sık sık merak etmişimdir.

    Terminoloji üzerine bazı yorumlar

    Bu kitapta “psikanalitik” ve “psikodinamik” terimlerini birbirinin yerine kullanıyor olacağım. Psikodinamik terimi, II. Dünya Savaşı sonrasında tıp eğitimi üzerine bir konferansta ortaya atılmış ve psikanalitik ile eşanlamlı olarak kullanılmıştı. Bu terimi benimseyenlerin amacının, psikanalitik eğitimin psikiyatri ihtisası müfredatında yer bulmasını sağlamak olduğu söyleniyor, “psikanaliz” teriminin bazı psikiyatri eğitim yöneticileri tarafından endişeyle karşılanabileceği düşünülerek bu adım atılmıştı (R. Wallerstein, kişisel iletişim; Whitehorn ve ark., 1953). Kısacası, psikodinamik terimi bir nevi bir hiledir. Zaman içinde, psikanalitik kavramlar ve yöntemlere dayanan ancak haftada beş gün süren terapi seanslarını içermeyen veya bir divana/sedire uzanmayı gerektirmeyen çeşitli tedavi yaklaşımlarına  atıfta bulunmak için evrimleşmiştir.

    Bazı psikanalistleri rahatsız etme riskini göze alarak, psikanaliz ile psikanalitik psikoterapi arasındaki farklar hakkında birkaç kelime de söylemek gerekir. Psikanalizde seanslar haftada üç ila beş gün yapılır ve hasta bir divana/sedire yatar. Psikanalitik psikoterapide ise seanslar genellikle haftada bir veya iki kez yapılır ve hasta bir sandalyede oturur. Bunun ötesinde, farklar belirsizdir. Psikanaliz, bir anatomi pozisyonu değil, kişilerarası bir süreçtir. Bu, hasta ile terapist arasındaki özel bir etkileşimi ifade eder. Hasta sıkça gelir ve yatarak seans yaparsa, bu etkileşimi kolaylaştırabilir, ancak bu ne gerekli ne de yeterlidir. Sık yapılan görüşmeler, kısmen, hasta sık geldiğinde terapiste karşı daha yoğun duygular geliştirdiği için faydalıdır ve bu duygular, anlam ve değişim sağlama amacıyla yapıcı bir şekilde kullanılabilir. Yatmak da bazı hastalar için faydalı olabilir çünkü yatmak (başka birine bakmak yerine) daha serbest bir şekilde düşüncelerin dolaşmasına imkan tanıyan bir hayal kurma hali yaratır. Bu konuları bir sonraki bölümde ele alacağım.

    Ancak, uzanmak ve sık sık bir araya gelmek psikanalizin özü değil, sadece aksesuarlarıdır (bkz. Gill, 1983). Divanla/sedirle ilgili olarak, psikanalistler artık uzanmanın psikanalitik çalışmayı kolaylaştırdığı kadar engelleyebileceğini de kabul etmektedirler (örneğin, Goldberger, 1995). Görüşme sıklığına gelince, haftada dört randevuya giden birinin “psikanalizde” olduğunu, ancak üç randevuya giden birinin olamayacağını iddia etmek saçmadır. Genel olarak, bir hasta ne kadar sık gelirse, deneyimi o kadar zengin olur. Ancak haftada beş seansa katılan ve bir divana uzanan hastalar vardır ve psikanalitik sürece uzaktan yakından benzeyen hiçbir şey olmaz. Diğerleri haftada bir veya iki seansa katılır ve bir koltukta oturur ve psikanalitik bir sürecin gerçekleştiğine dair hiçbir şüphe yoktur. Bu gerçekten terapistin kim olduğu, hastanın kim olduğu ve aralarında ne olduğu ile ilgilidir.

    Son olarak, genellikle danışan (client) yerine hasta (patient) terimini kullanacağım. Gerçekte, her iki kelime de problematik olsa da, hasta bana daha az olumsuz gibi görünüyor. Hasta kelimesinin orijinal anlamı “acı çeken kişi”dir. Ancak bazıları için bu kelime, hiyerarşik bir güç ilişkisini ima etmekte veya otoriter doktorların, güçsüz alıcılar üzerinde işlemler yaptığı görüntüleri çağrıştırmaktadır. Bu çağrışımlar rahatsız edicidir çünkü psikanalitik terapi, iki insan arasında, hiçbiri gerçeğe ayrıcalıklı erişime sahip olmayan, ortak ve işbirliğine dayalı bir çabadır. Diğer taraftan, danışan terimi, psikoterapinin ciddiyetini veya terapistlerin üstlendiği büyük sorumluluğu hakkıyla yansıtmaz. Kuaförüm, muhasebecim ve yoga öğretmenim “danışan”lara sahiptir, ancak bildiğim kadarıyla hiçbiri intihar eğiliminde birini hastaneye kaldırmamış, bir psikozla boğuşan birinin korkmuş aile bireyinden acil bir gece telefonu almamış veya babası tarafından tecavüze uğramış birinin deneyimini anlamaya çalışırken zorlanmamıştır.

    Her iki kelime de ideal değildir ve saygı duyduğum bazı meslektaşlarım bir kelimeyi, bazıları ise diğerini tercih etmektedir. Ben kendi tercihimin nedenlerini açıklamaya çalıştım. Hasta kelimesinden hoşlanmayan okuyucular diledikleri yerde danışan kelimesini kullanabilirler. Terminoloji seçimi, seçimimizin anlamları ve sonuçları üzerinde düşünmekten daha az önemlidir.

    1Nancy McWilliams (kişisel iletişim) birçok kişinin tıbbi değil ticari [Client’ın anlamlarından biri müşteridir.] metaforu daha fazla şefkat ve insanlıkla ilişkilendirmesinin ironik olduğunu belirtiyor.

    Bölüm 2

    Temeller

    Eğer psikanaliz id, ego ve süperego, fiksasyonlar ya da bastırılmış anılar hakkında bir teori değilse, o zaman ne hakkındadır? Aşağıdaki fikirler çoğu psikanalitik uygulayıcının düşüncesinde merkezi bir rol oynar. Bu fikirler iç içe geçmiş ve birbiriyle örtüşmektedir; bunları yalnızca didaktik bir kolaylık sağlamak amacıyla ayrı ayrı sunuyorum.

    Bilinçdışı Zihinsel Yaşam (Unconscious mental life)

    Kendi kalbimizi ve zihnimizi tam olarak bilemeyiz ve birçok önemli şey farkındalık dışında gerçekleşir. Bu gözlem artık, en katı gerçekçi empiristler için bile tartışmalı değildir. Bilişsel bilim araştırmaları, düşünme ve hissetme süreçlerinin büyük bir kısmının bilinçli farkındalık dışında gerçekleştiğini tekrar tekrar göstermiştir (örneğin, Bargh & Barndollar, 1996; Kahneman, 2011; Nisbett & Wilson, 1977; Westen, 1998; Wilson, Lindsey, & Schooler, 2000). Genelde bilişsel bilimciler “bilinçdışı (unconscious)” kelimesini kullanmaz, bunun yerine “örtük (implicit)” zihinsel süreçler, “prosedürel/işlemsel (procedural)” bellek gibi terimlere başvururlar. Terimlerin ne olduğu önemli değildir. Önemli olan, hafıza, algı, yargı, duygu ve motivasyon süreçlerinin bir kısmının bilinçli bir şekilde erişilemez olduğu kavramıdır. Bununla birlikte, psikanalitik tartışmalar bilinçdışı zihinsel yaşam hakkında bilişsel bilimcilerin genellikle vurgulamadığı bir şeye dikkat çeker: Sadece zihnimizi tam olarak bilmediğimiz değil, aynı zamanda bilmek istemediğimiz şeylerin de var olduğudur. Bazı şeyler tehdit edici, çelişkili ya da bizi bir şekilde savunmasız hissettirebilir; bu nedenle, onlardan kaçınma eğilimi gösteririz.

    Kariyerimin başlarında dokunaklı bir örnekle karşılaşmıştım. Bir kişilik gelişimi araştırma projesinde katılımcılarla görüşmeler yapıyordum ve görevim, her bir katılımcının kişisel geçmişi hakkında olabildiğince fazla bilgi edinmekti. Genel olarak bu görüşmeler kolaydı. Çoğu insan, kendilerine saygılı, anlayışlı, söylediklerine gerçekten ilgi duyan ve gizlilik yemini etmiş biriyle konuşmaktan, biraz cesaretlendirme ile keyif alır. Ancak, bir görüşme garip bir şekilde sıkıcıydı. Görüşmeciye, ona “Jill” diyelim, sorularıma neşeli ve iş birliği içinde yanıt veriyor gibi görünmesine,  çekici ve zeki bir kişi olmasına rağmen hiç bağlanmış hissetmedim. Yavaş yavaş fark ettim ki, Jill’in sorularıma verdiği yanıtlar bir dizi soyutlama, klişe ve basmakalıp ifadelerden ibaretti. Jill ya da onun için önemli olan insanlar hakkında fikir edinemiyordum.

    Konuşmamız aşağı yukarı şu şekildeydi:

    “Bana kız kardeşinizden biraz daha bahsedebilir misiniz? O nasıl biri ve onunla nasıl bir ilişkiniz var?”

    “Nevrotik biri.”

    “Ne şekilde nevrotik?”

    “Bilirsiniz, her zamanki gibi nevrotik.”

    “Her zamanki gibi“nin ne olduğundan emin değilim. Nasıl nevrotik olduğunu anlamama yardımcı olabilir misiniz?”

    “Siz bir psikologsunuz, ‘nevrotik’in ne anlama geldiğini biliyorsunuz. Onu tanımlamak için en iyi kelime bu. Eminim onun gibi pek çok insan görmüşsünüzdür.”

    Birçok sorunun sonucunda, Jill nihayet kız kardeşinin kindar olduğunu ve babaları hakkında onu utandırmak amacıyla kötü şeyler söylediğini anlattı. Jill, babasını nazik, şefkatli ve bu kadar düşmanca ve nankör bir davranışı hak etmeyen biri olarak tarif etti. Jill’den kız kardeşinin şikayet ettiği şeylerin somut bir örneğini defalarca istedim. Sonunda, Jill bir olay anlattı: Olay, o beş, kız kardeşi ise yedi yaşındayken gerçekleşmişti. Aile sahildeydi ve kız kardeşi “huysuz ve kışkırtıcı” davranıyordu. Jill’in nazik ve şefkatli babası sinirlenmiş ve yedi yaşındaki kızını suyun altında o kadar uzun süre tutmuştu ki, kız neredeyse boğuluyordu. Jill bu hikayeyi anlatırken, tamamen kız kardeşinin ne kadar kışkırtıcı olduğuna odaklanmıştı. Az önce bir çocuk istismarı örneği anlatmış olduğunun tamamen farkında görünmüyordu. Jill, kız kardeşinin “nevrotik” olduğunu düşündüğü başka örnekler de verdi ve bunların hepsi babasının dehşet içinde kontrolünü kaybetmesiyle sonuçlanıyordu.

    Jill’in beni yanıltmaya ya da gerçeği saklamaya çalıştığı hissine kapılmadım. Çarpıcı olan, Jill’in bu olaylardan kız kardeşinin nevrotik olduğu dışında çıkarılabilecek başka sonuçlar olduğunun farkında değil gibi görünmesiydi. Bu, bilmek istemediğimiz şeyler olduğunu söylerken kastettiğim türden oldukça dramatik bir örnektir.

    Lütfen bu hikayenin psikanalizin, lisans ders kitaplarında ve medya tasvirlerinde çok fazla ilgi gören ve çağdaş psikanalitik terapi ile neredeyse hiçbir ilgisi olmayan, bir kavramı olan “bastırılmış anılar (repressed memories)” ile hiçbir ilgisi olmadığını unutmayın.

    Psikanalitik tedavinin amacı bastırılmış anıları ortaya çıkarmak değildir, 1900’lerin başından beri de olmamıştır. İnsanların şimdi ve buradaki deneyimlerinin daha fazla farkında olmalarına yardımcı olarak özgürlük ve seçimi genişletmektir. Bildiğim kadarıyla, “sahte anılar” hakkındaki yaygın tartışmalarda yer alan terapistlerin hiçbiri psikanalist değildi.

    Jill’in sorunu, hatırlamaması değildi. Aksine, anıları son derece netti. Sorun, Jill’in olaylara tek bir yorumla saplanıp kalması ve deneyimlerine alternatif bakış açıları geliştirmek için kendisine hiç izin vermemiş olmasıydı. Bu katı tutum, kuşkusuz bir zamanlar Jill için bir amaca hizmet etmiş olabilir. Örneğin, küçük bir çocukken, korkutucu derecede güvensiz bir ortamda, çaresizce ihtiyaç duyduğu bir güvenlik ve emniyet duygusunu korumasını sağlamış olabilir. Bu durum, psikanalitik psikoterapide önemli bir kavramla örtüşüyor: Çoğu psikolojik zorluk, bir zamanlar yaşamın zorluklarına uyum sağlayan çözümlerdi. Bu çözümler maliyetli olsa da, sonuçta çözüm olarak işlev görmüşlerdi. Sorunlar, koşullar değiştiğinde ve eski çözümler artık işe yaramadığında ya da kişinin kendisine zarar verici hale geldiğinde, fakat yine de onları uygulamaya devam ettiğimizde ortaya çıkar.

    Çatışma halindeki zihin (The mind in conflict)

    Bir diğer temel kabul de insanların bazı şeyler hakkında iki (veya daha fazla) fikir sahibi olabileceğidir. Aynı kişiye karşı hem sevgi dolu hem de nefret dolu duygular besleyebiliriz, bir şeyi arzularken aynı zamanda ondan korkabiliriz ve birbiriyle çelişen şeyleri arzulayabiliriz. İnsanların karmaşık ve çoğu zaman çelişkili duygu ve güdülere sahip olduğunun kabul edilmesinde gizemli hiçbir şey yoktur. Şairler, yazarlar ve genel olarak düşünen insanlar bunu her zaman bilmiştir. Psikanaliz, içsel çelişkiler hakkında konuşmak için bir kelime dağarcığı ve acıları hafifletmeye yardımcı olabilecek şekillerde çelişkilerle çalışma teknikleri sağlamıştır. George Bernard Shaw bir keresinde şöyle yazmıştı: “Bilgelik, iki çelişkili fikri aynı anda aklında tutabilme ve yine de işlevini sürdürebilme yeteneğidir.” Psikanalitik psikoterapi bu tür bir bilgelik biçimini geliştirmeyi amaçlar.

    Ambivalans (ambivalence) ve çatışma (conflict) terimleri, içsel çelişkilere atıfta bulunur. Bu bağlamda çatışma, insanlar arasındaki bir karşıtlığa değil, zihinlerimizin içindeki çelişki veya uyumsuzluğa işaret eder. Çelişkiyi çözme çabası içinde, duygularımızın bir yönünü inkâr ederek -yani bilinçli farkındalığın dışında bırakarak- hareket edebiliriz. Ancak, inkâr edilen duygular her halükarda “sızmanın” bir yolunu bulur. Sonuç olarak, kendi kendimizle çelişen şekilde hareket edebiliriz. Hastalarıma bazen kullandığım bir benzetme, bir ayağınız gazda, diğer ayağınız frenin üzerindeyken araba kullanmak gibidir. Sonunda bir yere varabiliriz, ancak bu, fazlasıyla gereksiz sürtünme, yıpranma ve yorgunluk yaşamadan olmaz.

    Pek çok insan, yakınlık konusunda çatışma yaşar. Hepimiz, yakın bir ilişki arzuladığı hâlde sürekli olarak erişilemez insanlara romantik bir ilgi geliştiren birini tanıyor gibiyizdir. Bu tür eğilimler, yakınlık isteği ile bağımlılık korkusu arasında bilinçdışı bir uzlaşmayı temsil edebilir. Bir arkadaşım, her zaman birden fazla kişiye aynı anda romantik ilgi duyuyor gibiydi. Hangi kişinin kendisi için “doğru” olduğuna karar verememekten büyük bir sıkıntı yaşardı. Ancak aynı anda iki kişiyle bir şeyler yaşaması, her ikisiyle de daha derin bir ilişki geliştirmesini engelliyordu.

    İlk hastalarımdan biri, bakım ve ilgiye olan arzusunu tanımak veya kabul etmekte zorlanıyordu. Bu arzuları zayıflıkla eşdeğer tutuyor ve soğuk, uzak ve hatta düşmanca olan kadınları tercih ediyordu. Bu kadınlar, onun ilgi ve şefkat ihtiyacını uyandırmadıkları için, rahatsız edici arzularını tetiklemiyorlardı. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, samimi ilişkilerinden tatmin olamıyordu. Terapisi sırasında, duygusal sıcaklığa olan arzusunu fark etti ve ancak o zaman sevgi dolu ve şefkatli bir partner seçebildi. 

    Bir çiftin her iki üyesi de yakınlık konusunda çatışma yaşadığında, genellikle bir döngü içinde birbirlerine yaklaşır ve tekrar uzaklaşırlar. Bir partner diğerini kovalar, diğeri ise geri çekilir, ve bu döngü sürekli devam eder. Deborah Luepnitz (2002) psikanalitik terapi üzerine tam da bu ikilemi vurgulayan Schopenhauer’in Kirpileri başlıklı etkileyici bir kitap yazmıştır. Kitap, Schopenhauer’in soğuk bir geceyi ısıtarak geçirmeye çalışan kirpi hikâyesine atıfta bulunur. Kirpiler birbirlerine yakınlaşarak ısınmaya çalışırlar, ancak dikenlerini birbirlerine batırırlar. Bu yüzden birbirlerinden uzaklaşmak zorunda kalırlar ama kısa süre sonra tekrar soğur ve ısınma ihtiyacı duyarlar. Yeniden yakınlaşırlar, yeniden birbirlerine dikenlerini batırırlar ve döngü başa döner.2

    Öfke ile ilgili çatışmalar da oldukça yaygındır. Özellikle belirli bir tür depresif kişilik özelliğine sahip olan bazı insanlar, başkalarına karşı öfkelerini kabul etmekte veya ifade etmekte zorlanırlar; bunun yerine, kendilerine cezalandırıcı ve yıkıcı bir şekilde davranırlar. William Styron, depresyonun birinci ağızdan anlatıldığı “Karanlık Gözükünce: Bir Delilik Güncesi” (Darkness Visible: A Memoir of Madness)  adlı eserinde, 25.000 dolarlık bir edebiyat ödülünü kazandıktan sonra ödül çekinin kaybolduğunu anlatır. Sonrasında, çeki kaybetmesinin tesadüfi bir durum olmadığını; bunun, derin bir öz-eleştiri ve değersizlik duygusunun yansıması olduğunu keşfeder.

    Öfke duygularını inkar etmenin birçok nedeni vardır. Bu duyguların intikam veya misilleme ile sonuçlanacağından korkabiliriz, öfkemizin sevdiğimiz birine zarar vereceğinden endişe edebiliriz, reddedilme veya terk edilme korkusuyla hareket edebiliriz, öfke duyguları kendimizi sevgi dolu biri olarak tanımladığımız kimliğimizle çelişebilir, bizden bakım gören birine karşı düşmanca duygular beslemenin suçluluk veya utanç hissettirebileceğini düşünebiliriz. Bir keresinde, ailesi Holokost’tan sağ kurtulmuş ve oğullarının daha iyi bir yaşam sürebilmesi için büyük fedakârlıklar yapmış bir adamı tedavi etmiştim. Ailesi, onun tıp fakültesine gitmesi ve başarılı bir kişi olabilmesi için uzun saatler boyunca düşük ücretli işlerde çalışmıştı. Bu şartlar altında, ebeveynlerden birine öfke duymak, onda ezici bir suçluluk duygusu uyandırırdı. Hastam, ne ebeveynlerine karşı ne de başkalarına öfke duygularını kabul edebiliyordu; ancak arkadaşlarına, meslektaşlarına -ve kendisine– oldukça kötü davranıyordu. Uzun bir çaba sonucu, öfkesini kabul edebilmeyi, sevgi ve minnettarlığın öfke ve kırgınlıkla bir arada var olabileceğini fark edebilmeyi başardı. Ebeveynlerine duyduğu öfkenin, onlara olan sevgisini, onların yaşadığı acı için duyduğu üzüntüyü veya onların fedakârlıklarına duyduğu takdiri azaltmadığını anlamaya başladı.

    Bazı insanlar, reddedilen öfkeyi pasif-agresif davranışlarla (passive-aggressive behavior) ifade ederler (bu da, psikanalitik terimler arasında, terapinin daha geniş kelime dağarcığına dahil olmuş bir terimdir). Örneğin, aile akşam yemeğini düzenli olarak mahvetmek, aynı anda hem aileye olan bağlılıklarını hem de içerdikleri öfkeyi ifade ediyor olabilir. Yemeği hazırlamak sevgi ve bağlılık gösterir ama onu yenilemez hale getirmek öfkeyi ifade eder. Annem de sık sık öfkesini pasif-agresif bir şekilde ifade ederdi, örneğin insanları bekleterek. Havaalanına beni almaya gelmeyi kabul ederdi ama genellikle iki saat geç gelirdi. Zihninde, beni havaalanında karşılamak, kendisini sevgi dolu ve özverili bir anne olarak görmesiyle tutarlı bir bağlılık eylemiydi. Geç kalmak ise koşullara bağlıydı. Ne yazık ki, aynı “koşullar” tekrar tekrar ortaya çıkardı. Annemin öfkesinin kaynağı şüphesiz pek çoktu, ancak öfkenin bir kaynağının, aslında ilk etapta benim evden ayrılmış olmamdı.

    Bu bölümü düzenlerken, bir kafede dizüstü bilgisayarımda çalışırken karşılaştığım cazip bir ambivalans örneği vardı. Yaklaşık on beş aylık bir kız çocuğu, bitişikteki masadan gelip yerdeki güzel bir dalı aldı ve büyük bir gülümsemeyle bana uzattı. “Teşekkür ederim” dedikten hemen sonra onu almak için uzandım, ancak o, belirgin bir keyifle dalı hemen çekip geri aldı. Benzer davranışları yetişkinlerde de sıkça görüyorum, fakat genellikle bu kadar sevimli olmuyor.

    Son olarak, daha açıkça “klinik” bir örnek olarak bulimia hastalarında görülen çatışmayı ele alabiliriz. Bir yandan, aşırı yeme, her şeyi yeme isteğini ve belki de içsel bir boşluğu doldurmayı ifade ediyor olabilir. Bu belirti, “O kadar ihtiyaç içindeyim ve umutsuzum ki asla doyamam” gibi bir mesaj veriyor gibidir. Kusma, çatışmanın diğer yüzünü temsil eder ve “Hiçbir ihtiyacım yok. Kontrol bende ve hiçbir şeye ihtiyacım yok” gibi bir mesaj taşır. Tabii ki, işler genellikle bundan daha karmaşıktır ve içsel (ya da psikolojik) çatışmalar genellikle sadece iki yüzeyle sınırlı değildir. Bu örnek, aşırı yeme ve kusma davranışlarının ardında yatan birçok olası anlamdan yalnızca ikisini gösteriyor. Psikolojik semptomlar genellikle birden çok nedene sahip olur ve birden çok amaca hizmet eder. Biz, bu çok anlamlılık durumunu aşırı belirleme/üstbelirlenim (overdetermination) ve çoklu işlev (multiple function) terimleriyle tanımlarız. Bu terimleri yakında tekrar ele alacağız.

    Psikolojik zorlukların yaratılmasında içsel çatışma veya çelişkinin rolünü açıkça ele alan ilk kişiler psikanalitik terapistlerdir, ancak her terapi geleneğinin çatışmayı şu veya bu şekilde ele alması dikkat çekicidir. Bilişsel terapistler çelişkili inançlardan veya şemalardan, davranışçılar yaklaşma/kaçınma çatışmasından veya kısa vadeli ve uzun vadeli pekiştireçlere yanıt vermekten, hümanist terapistler rakip değer sistemlerinden ve sistem odaklı teorisyenler rol çatışmasından bahsedebilirler. İçsel çatışmanın insanlık durumunun bir parçası olduğuna dair evrensel bir kabul vardır.

    Bilişsel bilimci Daniel Kahneman, “Sistem 1” ve “Sistem 2” adını verdiği, birbirine rakip bilişsel karar verme süreçlerini tanımlayan ampirik araştırmalarıyla Nobel Ödülü kazanmıştır (Kahneman, 2003, 2011). Sistem 1, sezgisel ve otomatik çalışır ve yeni bilgilere veya değişen koşullara karşı nispeten duyarsızdır. Bu sistemin işlemleri genellikle hızlı, otomatik, çaba gerektirmeyen, çağrışımcı, örtük (iç gözleme kapalı) ve sıklıkla duygusal olarak yüklüdür (vurgu eklenmiştir). Buna karşılık, “Sistem 2’nin işlemleri daha yavaş, sıralı, çaba gerektiren, daha fazla bilinçli olarak izlenen ve kasıtlı bir şekilde kontrol edilen” işlemlerdir (Kahneman, 2003, s. 697). Bu bilişsel sistemler birlikte çalışır ve sıklıkla çelişkili sonuçlar üretir. Bu tür çelişkiler, beynin yapısında köklenmiş olabilir; farklı karar verme sistemleri sırasıyla bazal gangliya ve prefrontal korteksin faaliyetlerini yansıtabilir.

    Bilişsel bilimden, titizlikle kontrol edilen deneylere dayanan bu bulgular, Freud’un onlarca yıl önce bilinçli ve bilinçdışı zihinsel süreçlere dair tanımlamalarıyla çarpıcı paralellikler taşımaktadır. Temel psikanalitik varsayımları çürütmek bir yana, bilişsel bilim ve sinirbilimdeki araştırmalar, bu varsayımların birçoğuna ampirik bir temel sağlamıştır. Ayrıca, [araştırmalar] psikanalitik düşünürlerin zihinsel süreçler ve etkili müdahale konusundaki anlayışlarını daha da geliştirmelerine yardımcı olmaktadır (ör. Gabbard & Westen, 2003; Westen & Gabbard, 2002a, 2002b).

    Geçmiş günümüzde yaşamaya devam eder (The past lives on in the present)

    En erken deneyimlerimiz aracılığıyla, dünyanın nasıl işlediğine dair belirli şablonlar veya senaryolar öğreniriz (bir bilişsel terapist bunlara şemalar diyebilir). Örneğin, başkalarından ne bekleyeceğimizi, ilişkilerde nasıl davranacağımızı, ilgi ve şefkati nasıl çekeceğimizi, biri bize kızdığında nasıl hareket edeceğimizi, biz kızgın olduğumuzda kendimizi nasıl ifade edeceğimizi, insanları nasıl gururlandıracağımızı, başarmanın ve başarısızlığın nasıl hissettirdiğini, sevmenin ne anlama geldiğini ve daha fazlasını öğreniriz. Hayatımız boyunca bu şablonları veya senaryoları yeni durumlara uygulamaya devam ederiz, genellikle artık geçerli olmadıklarında bile. Bunun başka bir şekilde ifade edilişi, şimdiyi geçmiş deneyimlerin merceğinden görmemiz ve bu nedenle geçmişin belirli yönlerini tekrar etme ve yeniden yaratma eğiliminde olmamızdır. William Wordsworth’un sözleriyle, çocuk, adamın babasıdır.

    Geçmişi yeniden yaratmamıza dair örnekler bolca bulunabilir. Örneğin, küçük bir kız çocuğunun babası duygusal olarak mesafelidir. Bu nedenle, onun sevgiye dair erken deneyimleri, ince bir duygusal mahrumiyet hissiyle birlikte gelir. Yetişkinlikte, kendisini duygusal olarak tepkisiz erkeklere çekilirken bulur; duygusal olarak erişilebilir erkekler ise onu ilgilendirmez ya da heyecanlandırmaz. Bu modeli terapide de yeniden yaratabilir. Erkek terapisti dikkati dağılmış ya da sıkılmış gibi göründüğünde, onu güçlü ve önemli olarak algılarken, terapist şefkatli ve ilgili göründüğünde, onu sıkıcı, sıradan ve kendisi için faydasız biri olarak görebilir.

    Annesinin tüm ilgisini sadece fiziksel olarak hasta olduğunda gören bir çocuk düşünün. Bu zamanlarda annesi onun üzerine titrer ve onu rahatlatır. Yetişkinlikte, kocası tarafından ihmal edildiğini hissettiğinde fiziksel semptomlar geliştirebilir; bu, kocasının sevgi dolu ilgisini ortaya çıkarmak için bilinçsiz bir çabadır. (Ne yazık ki kocası ona sevgi dolu bir ilgiyle karşılık vermiyor ve bu da onun, kelimelere dökemeyeceği şekilde, kafasının karışmasına ve ihanete uğramış hissetmesine yol açar). Terapide fiziksel semptomlarından bahsediyor ve duygularını dile getiremiyor gibi görünüyor. Terapistinin öncelikle ağrı ve sızılarıyla ilgilendiğini varsayıyor ve duyguları hakkında konuşmaya davet edilmesinden dolayı kafası karışmış görünüyor.

    Başka bir kişi çocuklukta fiziksel ve cinsel istismar mağduru olmuştur. Hayatındaki oyuncular arasında (dramatis personae) istismarcılar, kurbanlar ve kurtarıcılar yer alır. Yetişkinlikte, bu rol kalıplarını yeniden oluşturarak kendini ihanete uğramış ve mağdur hissettiği durumlara girer, kendisini kurtaracak birini arar ve sonra bu kişiyle kurban ve istismarcı rollerini yeniden canlandırır. Terapide, başlangıçta terapistini idealize eder ve onu bir kurtarıcı olarak görür. Terapist, onun idealizasyonuna ve yoğun ihtiyacına yanıt olarak ekstra seanslar planlar, seansların süresini uzatır, geç saatlerde gelen telefon aramalarını kabul eder ve seansların sonunda sarılma taleplerine isteksizce boyun eğer. Zamanla, terapist kendini tükenmiş hisseder ve sınırları yeniden tesis etmeye çalışır. Bu noktada hasta, terk edilmiş, ihanete uğramış ve öfkeli hisseder. Terapistine karşı etik şikayette bulunur, profesyonel sınır eksikliğini özellikle vurgular (böylece kendisi istismarcı, terapist ise kurban haline gelir) ve ilk terapistten aldığı zarar için kendisini kurtaracak başka bir deneyimsiz terapist bulur. Bu senaryo aşırı görünebilir ancak deneyimli bir terapist bu kalıbı tanıyacaktır (ör. Davies & Frawley, 1992; Gabbard, 1992). Bu, borderline kişilik örgütlenmesine sahip bazı hastalar için karakteristik bir örüntüdür.

    Olayları geçmiş deneyimlerin merceğinden algılamamak ve yorumlamamak mümkün değildir. Başka bir şekilde işlev göstermek mümkün değildir. Geçmiş deneyimler, güncel deneyimleri bağlamsallaştırır ve algılarımızı, yorumlarımızı ve tepkilerimizi şekillendirir. Çocukluğunda sevildiğini, değer verildiğini ve desteklendiğini hisseden bir kişi, eşinin ölümü ile bir süre derin bir üzüntü duyar, yas sürecinden geçer, ancak sonunda yeniden sevebilme kapasitesine ulaşır. Buna karşın, çocukluğunu bir dizi başarısızlık, reddedilme ve kayıp olarak deneyimleyen bir kişi de eşinin ölümünü yaşar. Bu kayıp, onun için önceki kayıplarının bir tekrarı ve yaşam çabalarının yalnızca hayal kırıklığıyla sonuçlanacağının bir kanıtı haline gelir. Bu kişi acı dolu, öfkeli bir depresyona girer ve toparlanamaz. Her iki durumda da dışsal “nesnel” kayıp deneyimi aynı olsa da, olayın psikolojik anlamları oldukça farklıdır.

    Her terapi ekolü, geçmişin şimdinin üzerindeki etkisini ele alır. Bilişsel terapistler, yeni deneyimlerin mevcut şemalara nasıl entegre edildiğini tartışabilir; sistem odaklı terapistler, aile dinamiklerinin kuşaklar boyunca tekrarlanmasına dikkat çekebilir; davranışçılar ise koşullanma geçmişi ve uyaran genellemesinden bahsedebilirler. Psikanalitik psikoterapinin hedefi, geçmiş deneyimlerin bağlarını gevşetmek ve yeni yaşam olasılıkları yaratmaktır.

    Aktarım (Transference)

    Terapinin başlangıcında, birey yeni bir durum ve ilişki içine girer ve bu yeni kişiyi -terapisti- ve yeni durumu anlamlandırmak için daha önce geliştirdiği şablonları, senaryoları veya şemaları doğal olarak kullanır. Başka bir seçenek yoktur; bu yeni ilişkiyi geçmiş ilişkilerinin merceğinden görmek bir tercih değil, kaçınılmaz bir durumdur. Bu nedenle, aynı terapiste gelen farklı hastalar, tamamen farklı tepkiler gösterebilirler. 

    Terapinin başında tüm hastalarıma benzer şekilde yaklaşırım. Onları selamlar, bir koltuğa oturmalarını önerir ve neden geldiklerini anlatmalarını isterim. Ancak, hastaların gözünde aynı kişi olmam. Bazıları beni tavsiye ve rahatlık sunacak bir otorite figürü olarak görür, bazıları ise içsel sırlarını hemen anlayacak, her şeyi bilen biri olarak. Kimileri beni etkileyip yenmek istedikleri bir rakip, kimileri beceriksiz bir başarısız, kimileri tehlikeli bir düşman, kimileri memnun etmek istedikleri eleştirel bir ebeveyn, kimileri ise çekici ve cazip bir figür olarak görebilir. Kimileri ise soğuk ve tepkisiz biri olarak algılar. 

    Terapinin ilerlemesiyle bu ve daha binlerce farklı yapı ortaya çıkar. Uzun süre terapi yapmış herhangi bir terapist, hastalarımızın bizden ne kadar farklı tepkiler aldığını, kendimizi algılayışımızla ya da başkalarının bizi farklı bağlamlarda algılayışıyla hastaların algılarının nasıl çeliştiğini fark etmeden edemez.

    (Tersine durumlar da geçerlidir ve genellikle çok daha rahatsız edici olabilir. Bazı hastalar, terapistin gerçek sınırlılıklarını, kırılganlıklarını ve güvensizliklerini şaşırtıcı bir hassasiyetle fark eder ve neredeyse lazer gibi bir kesinlikle bunların üzerine giderler. (Ancak bu, ileriki bir bölümde ele alınacak bir konudur.)

    Lisansüstü eğitimdeyken bir arkadaşım, soyadı “Hiller” gibi bir şeye benzeyen bir terapist ile terapiye başlamıştı. Çoğu kişinin gözünde Dr. Hiller, nazik, şefkatli, hatta biraz çekingen ve alçakgönüllü bir insandı. Ancak arkadaşım, terapi sürecinin bir döneminde onu agresif bir eziyetçi olarak algıladı ve yarı şaka yollu ona “Hitler” adını taktı. Arkadaşımın bu algısı zamanla değişti, ancak bu aşamadan geçmesinin önemli olduğunu ve terapistinin bu algıya tahammül edebilmesinin hayati olduğunu düşünüyorum. Dr. Hiller, arkadaşımı aksi yönde ikna etmeye çalışmak yerine, onun bu algısını kabul etti ve sabırla bu algının ardındaki düşünceleri, duyguları ve anıları keşfetti.

    Aktarım (transference) terimi, terapötik ilişki bağlamında mevcut beklentilerin, şemaların, senaryoların, korkuların ve arzuların aktive olmasına özel olarak atıfta bulunur. Hasta, terapisti erken dönemdeki önemli ilişkilerinin merceğinden görür. Psikoanalitik terapide, hastalarımızın bizi algılayış biçimleri tedaviyle ilgili rastlantısal veya bu algılar, çalışmanın engelleri ya da dikkat dağıtıcı unsurları değildir. Aksine, terapinin kalbinde yer alır. Eski kalıplar, senaryolar, beklentiler, arzular, şemalar (ne derseniz deyin) terapötik seansta “canlanıp” aktif hale geldikleri için, biz de hastaların bunları incelemelerine, anlamalarına ve yeniden şekillendirmelerine yardımcı olabiliyoruz.

    Yakın zaman önce, alkolik (ve muhtemelen bipolar) babası tarafından duygusal ve fiziksel olarak kötü muameleye uğramış bir hastayla terapi yaptım. Babası, onu küçücük bir öfkelendirmesi ile azarlamış, utandırmış ve dövmüştü. Hastanın insanlara güvensizlik ve şüpheyle yaklaşmasına rağmen, bana anlatması önemli bir şeydi. Bir diğer önemli nokta, bu ilişki biçimi terapide hayat bulduğunda ve bana, sanki ben öngörülemez, öfkeli bir düşmanmışım gibi tepki vermeye başladığında, durum çok daha farklı hale geldi. Bilinçli olarak, beni, onun çıkarlarını gözeten bir müttefik olarak görüyordu (ve bana yardımım için iyi para ödüyordu). Aynı zamanda, bana her söylediğini, onu incitmek için bir silah olarak kullanacağımdan korkarak, kendini benden “korumak” için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu şekilde tepki vermesi otomatikti ve refleksifti; tepkileri o kadar yerleşmişti ki, bunların olağan dışı olduğunu fark etmiyordu.

    Hastamın bana karşı olan tutumunu terapinin önündeki bir engel olarak görmedim. Aksine, bu ilişki modelinin yeniden yaşanması ve üzerinde çalışılması, onun iyileşmesinin merkezindeydi. Defalarca, olabildiğince nazik bir şekilde, bana tepkilerini sanki ben tehlikeli bir düşmanmışım gibi gösterdiğini belirtirdim. “Babandan yardım istediğinde seni küçümsemişti. Yaşadıkların göz önüne alındığında, şimdi benim de sana aynı şekilde davranmamı beklemen anlaşılabilir,” derdim. Veya, “Bana şunu söylüyorsun: İşimiz senin için hiçbir anlam ifade etmiyor, bir daha beni hiç görmemenin senin için önemi yok. Belki de beni hayal kırıklığına uğratıp, sana zarar vereceğimi düşünüp, kendini korumak için beni reddediyorsun,” diye eklerdim.

    Zaman içinde bana (ve hayatındaki diğer önemli insanlara) olan ilişkilerinde, başka bir kişiyle, başka bir zaman ve başka bir yerde yaşanan bir duruma göre davrandığını entelektüel bir şekilde değil, anında ve duygusal olarak etkileyici bir şekilde anlamaya başladı. Yavaşça, olaylara dair beklentilerini, tepkilerini ve yorumlarını sorgulamaya başladı. Ayrıca, şüphelerini, suçlamalarını ve öfke patlamalarını karşılık vermeden ve geri çekilmeden (en azından çoğu zaman) göğüsledim. Bu nedenle, ilişkimiz yeni ve farklı bir tür ilişki için bir örnek oluşturdu. Zamanla, ilişkileri farklı bir perspektiften görmeye başladı. Dünyayı daha az tehlikeli hissetmeye başladı ve ilişkileri daha tatmin edici hale geldi.

    Psikoanalitik terapide, hastalarımızın beklentilerinin, şemalarının veya kalıplarının tedavi sürecinde belirginleşmesini sağlayacak şekilde her şeyi bilinçli olarak düzenleriz. Başka bir deyişle, aktarımların açığa çıkmasına ve somut hale gelmesine olanak tanımaya çalışırız. Psikoanalitik terapinin temel özelliği, aktarımı (ve ayrıca karşı aktarımı -yani, bizim hastalarımıza karşı duyduğumuz duygusal tepkileri) kullanarak hastayı anlamak ve değişim sağlamak için bir araç olarak kullanmamızdır. Psikoanalitik psikoterapinin temel ilkelerinden biri, sorunlu ilişki desenlerinin terapist ile olan ilişkide yeniden ortaya çıkmasıdır. Bu, hastalarımızı tanıma ve müdahalelerimizi hedefleme şeklimizdir.

    Ampirik araştırmalar, en etkili terapistlerin, hangi tür terapiyi uyguladıklarını düşünseler de aktarımı tanıyıp bunu terapötik olarak kullananlar olduğunu göstermektedir. Enrico Jones ve meslektaşları (Ablon & Jones, 1998; Jones & Pulos, 1993), Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü Depresyon Tedavisi İşbirliği Araştırma Programı’ndan psikoterapi seanslarının kayıtlarını inceleyerek, terapistlerin kullandığı müdahale türlerini değerlendiren 100 değişken üzerinden seansları puanladılar. En iyi sonuçları elde eden terapistler, hastalarının terapi seanslarında, kendilerine [terapistlere] verdikleri duygusal tepkilerini sürekli olarak fark eden ve bu tepkileri hastalarının hayatlarındaki diğer önemli kişilerle olan tepkileriyle ilişkilendiren terapistlerdi. Bu durum, aktarımın değişim mekanizması olarak “resmi” olarak tanınmadığı manuelize edilmiş bilişsel-davranışçı terapi (BDT) uygulayan terapistler için de geçerliydi. Terapistler etkili oldular çünkü çalışma protokolü tarafından belirtilen manuelize müdahalelerden sapmışlardı.

    Şöyle bir soru adil olacaktır. Terapinin kendine özgü bir yanı, güçlü aktarım tepkilerini tetikler mi, yoksa aktarım her ilişkide yaygın mıdır? Cevap her ikisi de doğrudur. Tüm ilişkileri erken dönemdeki önemli ilişkilerimizin merceklerinden görürüz. Aynı zamanda, terapi özellikle olgunlaşmamış ve güçlü duyguları tetikleyebilir. Bunun nedeni, terapinin sadece başka herhangi bir ilişki olmamasıdır. Terapi, çaresiz yardıma ihtiyacı olan bir kişiyle yardım sunmaya çalışan bir kişi arasındaki sürekli bir ilişkidir. Bu durum, güçlü özlemleri ve bağımlılığı doğrudan harekete geçirir. Aslında, terapi durumu, erken dönemdeki bakımverenlerimizle olan ilişkilerimizi psikolojik olarak yeniden yaratır ve dolayısıyla özel bir regresif bir çekim yaratır. Terapist, çözülmemiş isteklerin ve korkuların mıknatısı haline gelir. Terapi, ilk bakımverenlerimize karşı bir zamanlar deneyimlediğimiz tüm bozulmamış duyguları uyandırabilir, bunlar arasında omnipotens beklentileri, güçlü özlemler, sevgi ve nefret de bulunur. Terapistin, terapist rolündeki gücü tanımadığı takdirde, başı dertte demektir.

    Terapinin diğer yönleri de regresif bir çekim uygular. Daha sık yapılan görüşmeler, aktarım duygularını yoğunlaştırır. (Bu, psikanalitik terapinin haftada birkaç kez yapılan görüşmelerle daha fazla şey başarabilmesinin bir nedenidir. Aynı şekilde, daha fazla zorluk yaşayan bazı hastalar, bu yoğunluğu tolere edemez ve haftada bir veya iki kez yapılan tedavilerde daha iyi sonuç alırlar.) Terapideki iletişimin büyük ölçüde tek yönlü olması da regresif fantezileri teşvik eder. Olağan sosyal etkileşimde, insanlar sırayla bilgi paylaşır, ancak terapide çoğunlukla hasta konuşur. Terapist, hastanın yaşamı hakkında çok şey öğrenirken, hasta terapistin yaşamı hakkında pek bir şey bilmez. Bilgi eksikliğinde, insanlar boşlukları kendi arzuları, korkuları ve beklentileriyle doldurmaya eğilimlidirler (tıpkı Rorschach kartlarında gördüğümüz şekillerin, gerçek mürekkep lekeleri kadar bizimle ilgili şeyler ortaya koyması gibi).

    Birçok terapi okulu, artık insanların terapistleriyle olan ilişkilerinde sorunlu ilişki kalıplarını yeniden yarattıklarını ve bunun terapötik amaçlar için kullanılabileceğini kabul etmeye başlamıştır. Bilişsel terapistler, hastalarının terapiste karşı duygusal tepkilerine, bu tepkileri terapötik işten sapmalar olarak görmek yerine, giderek daha fazla odaklanmaktadırlar (Safran, 1998; Safran & Segal, 1990). “Radikal davranışçı (“radical behaviorist)” olarak kendilerini tanımlayan öğrencilerimin, bir “Klinik olarak İlgili Davranış” kısaca KİD kavramını tartıştıklarını duyduğumda ise biraz şaşırmıştım. KİD, terapistle terapi seansında sergilenen semptomatik bir davranış örneği, olarak tanımlanır -diğer bir deyişle, aktarım. Radikal davranışçılık perspektifinden bakıldığında, etkili müdahale, hastaların KİD’lerini tanımalarına ve yeni ilişkiler kurma yolları geliştirmelerine yardımcı olmayı içerir (Kohlenberg & Tsai, 1991). Terapinin farklı okulları arasında böyle bir yakınsama şaşırtıcı değildir. Aynı psikolojik ikilemleri anlamaya çalışan düşünceli profesyonellerin, nihayetinde benzer fikirlerde birleşmeleri mantıklıdır. Ancak, itiraf etmeliyim ki, başka terapi geleneklerinin takipçilerinin, psikanalitik uygulayıcıların nesiller boyu fark ettikleri olgulara yeni isimler uydurup, bunları yeni keşifler gibi tartışmaları beni rahatsız etmektedir.

    Bu bölümde aktarımı ele alırken, psikanalitik düşüncenin daha yeni, postmodern akımlarını göz ardı etmemek gerekir; bu akımlar, aktarımı yalnızca hasta tarafından yaratılan bir şey olarak gören önceki, mekanistik ve artık çoktan reddedilmiş görüşlere bir düzeltme ekler. Dogmatik, otoriter ve kendini sorgulamayan bir terapistin elinde (ki bu tutumların hiçbir terapötik yaklaşımda yeri yoktur), aktarım kavramı yanlış kullanılabilir. En kötü senaryoda, bu kavram, hastanın bizim sınırlamalarımızı ve başarısızlıklarımızı suçlamak için bir yol haline gelebilir. Örneğin, bir terapist bir hastaya umursamaz bir şekilde davrandığında, ortaya çıkan kırgınlık ve öfkenin, patolojik bir “aktarım” bozulması olarak yorumlanması, psikanalitik tekniğin bir suistimali olurdu. İlişkisel ve intersubjektif yaklaşımları savunan postmodern psikanalistler (daha önce bahsettiğim psikanalitik teorilerin çeşitliliğini hatırlayın) bize, hastanın tepkilerinin bir boşlukta meydana gelmediğini ve hasta ile terapistin birbirlerini karmaşık bir şekilde karşılıklı olarak etkilediklerini hatırlatır. Aslında, her etkileşimi birlikte inşa ediyorlar veya birlikte yaratıyorlar.

    Psikanalitik literatürde bu konu etrafında fırtınalar kopmuştur, ancak burada bunları ele almamız gerekmez. Gözlemlenen gerçektir ki, hastalar kişisel geçmişlerini terapötik etkileşime getirir, erken ilişki kalıpları yeniden aktive olur ve oynatılır, çözülmemiş kırgınlıklar ve özlemler terapiste yönlendirilir. Aynı şekilde, terapistin etkileşime girme ve tepki verme şekli, terapötik etkileşimi şekillendirir ve hangi kalıpların, nasıl devreye gireceğini etkiler. Bu sadece hastalar için değil, terapistler için de geçerlidir; terapistler de geçmişlerini danışma odasına getirir.

    Savunma (Defense)

    Bir şeyleri bilmemeyi tercih ettiğimizi fark ettiğimizde, bunun nasıl gerçekleştiğini düşünmeye başlarız. Herhangi birinin dikkatini rahatsız edici veya uyumsuz bir şeyden uzaklaştırmaya yönelik her türlü davranışın, bir savunma işlevine hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Savunma süreçlerinde gizemli bir şey yoktur. Savunma, bir şeyi fark etmiyor olmak, bir şeyi düşünmemek, iki artı ikiyi birleştirmemek ya da basitçe başka bir şeyle kendimizi oyalamak kadar basittir. Psikanalist Herbert Schlesinger (2004), savunmayı sistemler teorisi bağlamında tanımlamıştır. Sistemler (biyolojik ve psikolojik), dengeyi veya homeostazı korumak için kendilerini düzenler (örneğin, biyolojik düzenleyici süreçler, dış sıcaklıkta önemli değişikliklere rağmen vücut sıcaklığımızı 37 santigrat derece civarında tutmaya çalışır). Bir şey, düşünme, hissetme ve algılama şekillerimizle o kadar uyumsuz hale gelir ki, psikolojik dengeyi bozacaksa, bu tür şeyleri genellikle reddeder, yok sayar, göz ardı eder, küçümser ya da başka bir şekilde inkâr ederiz. Aile sistemleri terapistleri, işlevsiz aile kalıplarını sürdüren homeostatik süreçleri bozarak sistemin daha uyumlu bir şekilde yeniden organize olmasını beklerler. Benzer şekilde, psikanalitik terapistler, yaşamda sorunları sürdüren homeostatik süreçleri bozmaya çalışırlar.

    Eski psikanalitik yazılarda düşüncelerin ve duyguların bastırılmasından (repression) bahsedilir, ancak artık bu terimi özellikle faydalı bulmuyorum ve benim izlenimime göre çağdaş psikanalitik yazarlar da daha uygun kelimeler aramaktadır. Bu kelimenin basit, sıradan ve yaygın bir şeyi gizlemek için kullanıldığını düşünüyorum. Bruno Bettelheim (1982), “bastırmak (repress)” kelimesinin Freud’un kullandığı Almanca kelimenin kötü bir çevirisi olabileceğini savunmuş ve bunun yerine “inkar (disavow)” kelimesinin daha yardımcı bir çeviri olacağını önermiştir. Sözlüğümde “inkar/reddetme (disavow)” kelimesinin tanımı, “bilgi sahibi olmamak, sorumluluk taşımamak veya ilişkilendirilmemek; reddetmek” olarak verilmektedir.

    Deneyimlerin inkârı (disavowal of experience) oldukça yaygındır. “Bilinçdışı zihinsel yaşam” başlığında örnek olarak kullandığım Jill, babasının istismarcı olduğunu kabul etmeyi reddetti. Ailesi hakkında düşündüğü şeyleri genel ifadelerde tutarak ve detaylara odaklanmayarak bu farkındalığa karşı direnç gösterdi. İnsanlar, el üstünde tuttukları inançlarını sorgulamak gerekliliği doğuracak detaylara dikkat etmek yerine genellemeler yapar ve konuşurlar. Jill, genellemeleri bilinçli olarak yapmıyordu. Bunu alışkanlıkla ve otomatik olarak yapıyordu, ne yaptığının farkında değildi. Bu, kişiliğinin bir parçası haline gelmişti. Görüşmemizin ilerleyen kısımlarında, Jill babasının şiddetle kontrolden çıkmış olduğunu fark etmeye başladı. Çirkin gerçeği gözler önüne serdikten sonra bile, Jill psikolojik dengeyi korumak amacıyla bunun önemini küçümsemeye çalıştı. Babasının kız kardeşini neredeyse boğarak öldürebileceği hikâyesini benim ciddiyetle ele aldığımı fark ettiğinde, Jill hızla kendini ve beni teselli etmeye çalışarak, olayın özel bir anlamı olmadığını belirtti. Yine kız kardeşinin ne kadar kötü davrandığını vurgulayarak, “Herkesin babası bunu yapmaz mıydı?” diye ekledi.

    Daha önce, ilgi ve şefkate duyduğu arzuyu fark etmekte ve kabul etmekte zorlanan, sürekli soğuk ve mesafeli kadınları seçen bir hastadan bahsetmiştim. Bu partner seçimleri, nazik ve sevgi dolu kadınların kendisinde uyandırdığı zorlu duygulardan kaçınmasına yardımcı olduğu için savunmacı bir işlev görüyordu. Kendini güçlü, dayanıklı ve bağımsız biri olarak görmeye çalışıyordu ve daha nazik, daha hassas yanını inkâr ediyordu. Beni terapist olarak sevmesinin sebebi; daha önce gördüğü  ve hızla uzaklaştığı “yumuşak” ve “fazla duygusal” terapistin aksine, beni mantıklı ve kararlı biri olarak algılamasıydı.

    Herhangi bir düşünce ya da duygu, bir diğerinin savunma mekanizması olarak kullanılabilir. Öfke duyguları, terk edilme ya da reddedilme hislerine karşı bir savunma işlevi görebilir; depresyon, öfkeye karşı bir savunma olabilir; kibir, kendinden tiksinme duygusuna karşı bir kalkan olabilir; kafa karışıklığı, acı veren gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmamıza yardımcı olabilir; mantığa sıkı sıkıya sarılmak (örneğin, Star Trek’teki Spock karakteri gibi), öfke ya da aşağılanma duygularını görmezden gelmemize olanak tanıyabilir. İstenmeyen bir özelliğimizi kendimizde fark etmeyip hızla başkalarına atfedebiliriz (yansıtma/projection). Bir tutumu, onun zıttını vurgulayarak gizleyebiliriz; örneğin, pornografi karşıtı kampanya yürüten bir kişinin, protesto edip kınamak amacıyla pornografik materyaller arayarak aslında kendi pornografi merakını açığa vurması gibi (karşıt tepki geliştirme/ reaction formation). Gözümüzün önündeki bilgileri dikkate almamayı seçebiliriz; anoreksik kızının açlıktan ölmekte olduğunu fark etmeyen bir ebeveyn ya da hastasının intihar planına dair göndermelerini duymayan bir terapist gibi (inkâr/denial).   Duygusal açıdan yüklü konulara soğukkanlı ve soyut bir şekilde yaklaşabiliriz; örneğin, âşık olup olmadığına bir maliyet-fayda analizi yaparak karar vermeye çalışan bir hastam gibi (entellektüelleştirme/intellectualization). Korkularımız olmadığını kendimize kanıtlamak için korktuğumuz duruma düşüncesizce atılabiliriz (karşıt-fobik davranış/couentrphobic behavior). Duygularımızı yanlış kişiye yönlendirebiliriz; kocasının sadakatsizliğini fark etmeyen ama onun bir arkadaşının bir ilişki yaşadığını öğrenince öfkelenen kadın gibi (yer değiştirme/displacement).  Dayanamadığımız duyguları başka birine yükleyebilir ve sonra bu duyguları o kişide yönetmeye çalışabiliriz (yansıtmalı özdeşim/projective identification). Davranışlarımızın sorumluluğunu reddedip onları kontrolümüz dışındaki koşullara bağlayabiliriz (dışsallaştırma/externalization). Rahatsız edici olanı engellemek ya da inkâr etmek için sonsuz derecede yaratıcı yollar bulabiliriz.

    Son yıllarda psikoterapiyi oldukça zorlaştırabilen, özellikle rahatsız edici bir savunma biçimiyle karşılaştım. Depresyondaki bir hasta, ilk görüşmemizde zorluklarının bir “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını söyleyebilir. Bu genellikle, algılarının, beklentilerinin, seçimlerinin, çatışmalarının, ilişki kalıplarının ya da anlaması ve değiştirmesi kendi gücü dahilinde olan herhangi bir şeyin acısını yaratabileceği, sürdürebileceği ya da kötüleştirebileceği olasılığını göz önünde bulundurmak istemediği anlamına gelir. Zorluklarının tamamen bir “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını ısrarla dile getiren bu tür danışanlar, genellikle kendilerini incelemek istemediklerini bize belirtmektedirler. Bu, özellikle tehlikeli bir savunma mekanizmasıdır çünkü ilaç şirketlerinden (duygusal acıyı biyolojik bir hastalık olarak sunma konusunda açık bir ekonomik teşvikleri olan) ve genellikle güvendikleri doktorlardan (ki bu doktorlar da bilgilerini çoğunlukla aynı ilaç şirketlerinden alırlar) gelen mesajlarla desteklenmektedir. Bu tür danışanlar, acılarında psikolojik bir bileşenin varlığını kabul etmeyi, dayanılmaz bir zayıflık veya kişisel başarısızlık itirafı olarak görebilirler. Bu tutumun altında yatan sert öz-yargı ve kendini kınama, depresyonu sürdüren tam da bu şey olabilir, ancak kendilerini inceleme konusundaki isteksizlikleri, değişime yol açacak türde bir terapinin önünde engel oluşturabilir. Bu gibi durumlarda, danışanların inançlarına doğrudan meydan okumak yerine, meraklarını ve kendilerini sorgulama kapasitelerini başka yollarla harekete geçirmeyi daha etkili buluyorum. (Bu noktada, biyolojik faktörleri göz ardı etmemiz ya da farmakolojik tedavi seçeneklerinden yararlanmamamız gerektiğini öne sürmediğimi belirtmeliyim. Ancak biyolojiye yönelik bir takdirin, psikolojik fenomenlere karşı sağır ve kör olmamıza yol açmaması gerektiğini savunuyorum.)

    Lisans düzeyindeki psikoloji ders kitapları genellikle savunma mekanizmalarını sıralar, ancak bu sunumlar nadiren psikanalitik terapinin daha derin bir anlayışını teşvik eder. “Savunma mekanizması” terimiyle ilgili bir zorluk, kulağa mekanik gelmesi ve zihinsel yaşamın mekanik olmaktan son derece uzak olmasıdır. Ayrıca, “mekanizma” terimi bir isim olduğu için, savunmanın bir şey olduğu izlenimi verir. Oysa savunmayı, bir fiil olarak, insanların yaptığı bir şey olarak düşünmek daha faydalıdır. 

    Bir diğer sorun, savunma mekanizması teriminin ayrık bir süreç ya da olay izlenimi vermesidir ki bu da tam olarak doğru değildir. Ayrık olaylar olmaktan ziyade, savunma yolları yaşamlarımızın dokusuna işlenmiş olup, düşünme, hissetme, davranma, başa çıkma ve ilişki kurma biçimlerimizde yansır. Savunma biçimlerimiz, kalıcı kişiliğimizin ya da karakterimizin bir parçası haline gelir. 

    Örneğin, bazı insanlar karakteristik olarak detaylara dalar ve bütünü gözden kaçırır. Somut detaylara odaklanmak, zorlayıcı duygulara odaklanmayı engeller. Diğer insanlar ise detaylara hiç odaklanamaz. Kendilerine ve başkalarına dair algıları yüzeysel ve kaygısız görünür. Bu savunmacı tarz, rahatsız edici gerçeklerden dikkati uzaklaştırabilir. Bazı insanlar, kendilerini üstün hissederek ve kibirli davranarak, farkındalıktan uzak tutmaya çalıştıkları boşluk veya yetersizlik duygularını bastırabilir. Bazı insanlar ise kendi ihtiyaçlarına kronik olarak ilgisiz kalır, ancak bunun yerine başkalarına özen gösterir (bu, ruh sağlığı uzmanları arasında yaygın bir örüntüdür).  Savunma ve kişilik ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir.

    Psikanalitik psikoterapi, deneyimlerimizin belirli yönlerini nasıl reddettiğimizi fark etmemize yardımcı olur ve amacı, bize ait olanı sahiplenmemize veya yeniden sahiplenmemize yardımcı olmaktır. Bu süreç, özgürlük ve seçim alanını genişletir. Daha önce otomatik ya da zorunlu gibi görünen şeyler, bilinçli tercihler haline gelir ve yaşam seçenekleri çoğalır. Ancak, özgürlük ve seçim kendi ikilemlerini de beraberinde getirir. Seçimle birlikte sorumluluk gelir ve bu sorumluluk bazen korkutucu olabilir. Bu nedenle, sorumluluğu reddetme arzusu, değişime karşı önemli bir direnç kaynağı olabilir. 

    Erica Jong’un bu ikilemi aklında bulundurarak yazdığına inanıyorum: 

    “Suçlayacak kimse yok! … İşte bu yüzden çoğu insan, nefret ettiği insanlarla birlikte nefret ettiği hayatlar yaşar… Suçlayacak birine sahip olmak ne harika bir şey! Kendi düşmanınla yaşamak ne harika bir şey! Mutsuz olabilirsiniz ama her zaman haklı olduğunuzu hissedersiniz. Parçalanmış olabilirsiniz ama bunun için tüm suçlardan kendinizi arınmış hissedersiniz. Hayatınızı kendi ellerinize alın, peki ne olur? Korkunç bir şey: Suçlayacak kimse kalmaz.” 

    Aktarımla ilgili bölümde, en etkili terapistlerin psikoterapide aktarımı ele aldığını gösteren araştırmalardan (Ablon & Jones, 1998; Jones & Pulos, 1993) bahsetmiştim. Aynı araştırma, en etkili terapistlerin ayrıca savunma mekanizmalarını tanımaları ve bunlara ortaya çıktıkları anda dikkat çekmeleriyle hastalarına yardımcı olduklarını ortaya koymuştur. Bu iki tür müdahalenin de başarılı bir tedavi sonucuyla bağlantılı olduğu, ampirik olarak kanıtlanmıştır.

    Savunmayı sistemik bir çerçevede, dengeyi ve homeostazı koruma çabası olarak ele alırsak, psikoterapinin bir paradoksu ortaya çıkar. İnsanlar terapiye değişmek için gelirler, ancak değişim, kaçınılmaz olarak denge ve homeostaz için bir tehdit oluşturur. Bu nedenle, her hasta terapiye karşı ambivalent bir tutum sergiler; değişme arzusu ile mevcut durumu koruma arzusu arasında gidip gelir.

    Bu ambivalans terapinin başında oldukça hissedilebilir. Üniversite kliniğimize randevu alan hastaların yaklaşık yarısı ilk randevularına gelmiyor. Bunun birçok klinik için tipik olduğunu düşünüyorum. Hastalar kliniği aradıklarında, içsel çatışmalarının değişimi arzulayan tarafını ifade ediyorlar. Ancak randevularına gitmediklerinde, homeostazı koruma arzusu taşıyan diğer taraflarını ifade ediyorlar.

    Kendi psikanalizime başladığım zamanı hatırlıyorum. İlk randevumu bir hafta öncesinden ayarlamıştım. O hafta boyunca yaklaşan randevuyu gece gündüz düşündüm. Ancak, randevu günü geldiğinde, tamamen aklımdan çıkmıştı. Analist ve ben nihayet buluşmayı başardığımızda, bana genelde randevuları unutup unutmadığımı sordu. Utançla, bunun bana pek uyan bir durum olmadığını söyledim. Omuz silkti ve “Demek ki senin de bir bilinçdışın var,” dedi.

    Psikoterapi, değişimi arzulayan yanımızla, ne kadar acı verici olursa olsun tanıdık ve bilindik olanı korumaya çalışan yanımız arasında süregelen bir çekişmedir. Terapistler olarak, büyüme ve gelişimi arzulayan güçlerin yanında yer alırız.

    Freud’un (1912) bu paradoksu aklında bulundurduğunu düşünüyorum; o, “Direnç tedaviyi adım adım takip eder. Tedavi gören kişinin her bir çağrışımı, her bir davranışı dirençle hesaplaşmak zorundadır ve iyileşmeye yönelik güçlerle bu güçlere karşı çıkanlar arasında bir uzlaşmayı temsil eder,” diye yazmıştı.

    Direnç ve savunma terimleri yakından ilişkilidir. İkisi de düşünceleri, duyguları ya da sorumluluğu reddetme ya da inkar etme çabalarını ifade eder. Daha teknik olarak, direnç, terapinin kendisinde ortaya çıkan ve keşif ve sorgulama gibi ortak görevleri engelleyen savunma süreçlerini ifade eder. Direnci, terapist ve hasta arasında bir çatışma ya da karşıtlık olarak görmek pek yardımcı olmaz. Aksine, direnç, danışanın kendi içindeki çatışma ya da uyumsuzluktan kaynaklanır.

    Bu durumu akılda tutmak, direnç terapistler için rahatsız edici biçimler aldığında zor olabilir; örneğin hastalar geç kaldığında, randevuları kaçırdığında, sessiz kaldığında, seansları önemsiz konuşmalarla doldurduğunda ya da terapistin yorumlarını görmezden geldiğinde. Terapistler için ne kadar hayal kırıklığı yaratıcı olursa olsun, bu tür davranışlar danışanın dengeyi koruma çabalarını yansıtır.

    Terapistin en iyi yaklaşımı, hastanın büyüme ve değişim arayışındaki yönleriyle ittifak kurmaktır. İdeal olarak, hasta ve terapist, savunma süreçlerine karşı yargısız bir merak hissi geliştirir, bunları sadece incelemek ve anlamak arzusuyla ele alır. Bu konuyu ilerleyen bölümlerde yeniden ele alacağız.

    Savunma, çatışma ve bilinçdışı zihinsel yaşam kavramları birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bilinçdışı kelimesi, aslında, reddettiğimiz, sahiplenmekten kaçındığımız ya da savunduğumuz düşünceler, duygular ve davranışlar için bir tür kısaltma işlevi görür. Çoğu zaman, savunma süreçleri ile bu süreçlerin savunduğu düşünce ve duygular arasında aktif bir itme ve çekme dinamiği gözlemleriz. Onları ne kadar uzaklaştırmaya çalışırsak, aynı şekilde bir çıkış ya da ifade bulmaya çalışır gibi geri itiyor görünürler.

    Bu nedenle, reddeden yanlarımız ile reddedilen yanlarımız arasında bir çatışma ya da dinamik bir gerilim oluşur. Psikanalitik kuramcılar, dinamik bilinçdışı terimini kullanarak, bilinçdışı düşünce ve duyguların hareketsiz ya da etkisiz olmadığını, aksine aktif olarak ifade arayışında olduklarını vurgular. Bu düşünce ve duygular, dolaylı yollarla düşüncelerimizi, duygularımızı ve eylemlerimizi etkiler.

    (Psikanalitik teoride bilinçdışı teriminin belirli ve özel bir anlamı olduğunu not etmek önemlidir. Pek çok zihinsel süreç farkındalığımız dışında gerçekleşir, ancak bilinçdışı terimi genellikle, aktif olarak reddettiğimiz ve aynı zamanda ifade arayışında olan düşünceler, duygular ve davranışlar için kullanılır. Bu bağlamda, bilinçdışı aslında dinamik bilinçdışı anlamına gelir.

    Psikanalitik kuramcılar, farkındalık dışındaki zihinsel süreçleri ifade etmek için, ancak çatışmalı ya da aktif bir şekilde savunulan süreçleri içermeyen durumlarda, genellikle bilinçsiz (non-conscious) gibi diğer terimleri tercih ederler. Bu ayrım, savunma mekanizmaları ve çatışmaların işleyişini anlamada kritik bir rol oynar.)

    Psikolojik Nedensellik

    Psikolojik belirtiler genellikle anlamsız gibi görünür. Görünürde hiçbir amacı yoktur ve bu belirtileri yaşayan kişi için yabancı hissedilebilirler. Birçok depresif hasta, umutsuzluk ve üzüntü duygularının “birdenbire” geldiğini söylemiştir. Anksiyete veya hatta panik duyguları da beklenmedik bir şekilde ortaya çıkabilir. Aslında, DSM tanı ölçütleri, panik bozukluğu için panik ataklarının “beklenmedik” bir şekilde, yani belirgin bir neden olmadan başladığını belirtir.

    Belirtiler ne kadar rastlantısal veya anlamsız gibi görünse de, bizim çalışma varsayımımız, bu belirtilerin bir anlamı olduğu, psikolojik işlevler gördüğü ve bir psikolojik bağlamda meydana geldiğidir. Çünkü bir belirtinin bağlamını oluşturan psikolojik durumlar bilinçli olarak erişilebilir olmayabilir, bu nedenle belirti anlamsız veya rastglantısal görünebilir. Bir kişinin farkındalık alanı genişledikçe ve daha geniş bir deneyim yelpazesi tanıyıp dile getirme yeteneği arttıkça, belirtinin anlamı ve işlevi belirginleşebilir. Genel olarak bu süreç gerçekleştikçe, hasta eski sorunlara yeni çözümler bulabilir ve belirti azalır.

    Kendimize ne kadar yabancılaşırsak, deneyimlerimiz o kadar rastlantısal, tesadüfi ve parçalanmış gibi görünebilir. Psikanalitik terapi, düşünceler, duygular, eylemler ve olaylar arasındaki bağlantıları tanımamıza yardımcı olur. Örneğin, bir hasta bana “Bunu neden yaptığımı bilmiyorum” dediğinde, ben de şöyle cevap verebilirim: “’Bilmiyorum’un ötesine bakabiliyor muyuz görelim? Hadi, bundan önce ne olduğunu inceleyelim.” Öncesinde olan şey, dışsal bir olay ya da bir olayla ilgili düşünceler ve duygular olabilir.

    Bir kalp krizi geçiren bir hasta, ilaçlarını sürekli “unutuyordu.” Burada “unutmak” kelimesini tırnak içinde kullanıyorum çünkü hasta, adını Steve koyduğum kişi, zeki bir insandı ve diğer şeyleri hatırlama konusunda hiçbir sorunu yoktu. Steve’in doktorları, ilaçların neden gerekli olduğunu açıklayarak ona “hasta eğitimi” verdiler. Steve sağlığını önemseyen biriydi ve doktorlarının tedavi planına uymaya çalışıyordu. Yine de, ilaçlarını sürekli unutuyordu.

    Steve’e, unuttuğu şeyin görünenden daha fazlası olabileceğini söyledim ve bu konuda bir fikri olup olmadığını sordum. Steve, ilaç almanın ona kötü bir his verdiğini, ancak bunun nedenini söyleyemeyeceğini belirtti. Gerçekten de bilmiyordu. Ona, aklına gelen her türlü düşünce veya duyguyu, bunların ne kadar anlamlı veya alakasız görünse de, bana anlatmasını istedim. Steve, o anda aklına neden geldiğini bilmediğini ama küçük kardeşini düşündüğünü söyledi. Çocukken Steve popüler, atletik ve başarılı bir öğrenciydi. Buna karşın, kardeşi zayıf ve hasta biriydi. Sürekli olarak bir şeyler için ilaç alıyordu. Okulda başarısızdı ve sporla da ilgisi yoktu. Ailesi için bir hayal kırıklığıydı.

    Steve’in düşüncelerinin sırasına dikkat edin. İlk düşüncesi ilaç almakla ilgiliydi. Sonra, küçük hasta kardeşine dair çağrışımlar yaptı. Bu düşüncelere “çağrışımlar” diyoruz çünkü bunların bir şekilde, önceki düşüncelerle bağlantılı veya ilişkilendirilmiş olduğunu varsayıyoruz. İlk bakışta iki konu birbirine alakasız görünebilir, ancak çalışma varsayımımız, bunların bir şekilde bağlantılı olduğu yönündedir. Bu durumda, düşünce sırasının bize sunduğu hipotez şudur: Steve’in zihninde ilaç almak, küçük kardeşi gibi olmakla özdeşleşiyor—yani, zayıf, hasta ve daha az sevilen biri olmakla. Eğer bu hipotez doğruysa, doktorunun tüm çabalarına rağmen hiçbir “hasta eğitimi” fayda etmezdi. Aslında, Steve ilaçlarını almamayı ancak zayıf ve başarısız olma korkusunu, ve bu korkuya bağlı olarak kendisine değer veren insanların sevgisini kaybetme korkusunu tartışabildikten sonra bırakabildi. Daha spesifik olarak, Steve, ilaç almanın onu kardeşi gibi yapmayacağını fark etti. Bu, irrasyonel bir fanteziden ibaretti. Fantezi, farkındalık dışında işlemişti ama Steve’in davranışlarını etkilemişti ve bu, hayatını riske atabilirdi.

    Bir başka danışan, hafif kilolu bir kadındı ve dönemsel olarak yemek yeme krizleri yaşıyordu. McDonald’s’ın arabaya servis eden şubesine gizlice gider ve cheeseburgerler ve milkshakeler sipariş ederdi. Sonrasında, bu davranışından nefret ederdi. Yıllardır yemek krizlerini kontrol etmeye çalışmış ancak pek başarılı olamamıştı. Bir yemek krizi sonrasında, kendisine bu krizle ilgili olup olmadığını düşünmeden aklına gelen herhangi bir düşünceye dikkat etmesini söyledim. Düşünceleri kocasına yöneldi. Onun bencil, kontrolcü olduğunu ve ihtiyaçlarını dikkate almadığını söyledi. Kendisini bir insan olarak değil, sergilenecek bir ödül gibi gördüğünü ifade etti. Ek olarak, kocasının kendisi zayıf olduğunda mutlu olduğunu çünkü o zaman daha iyi bir “ödül” gibi göründüğünü, duygusal olarak yoksun ve sevilmemiş hissettiğini ve kocasına bağımlı olduğunu ve kapana kısılmış gibi hissettiğini belirtti.

    “Yemek kriziniz, kocanızdan intikam almanın bir yolu olabilir mi?” diye düşündüğümü yüksek sesle dile getirdim. Bu yorumum, şimdiye kadar örtük veya bilinçdışı kalmış olabilecek düşünceler, duygular ve eylemler arasındaki olası bağlantıyı açık veya bilinçli hale getirmeyi amaçlıyordu. Danışanım, kocasına yönelik öfkesini kabul etmekte büyük zorluk yaşıyordu, bu durum sürekli ondan şikâyet etmesine rağmen böyleydi. Yorumu ciddiye almak onun için bir oldukça zorlayıcı oldu. Ancak zamanla, öfkesini, intikam fantezilerini ve kocasının “o kadar berbat bir herif ki zayıf bir eşi hak etmiyor” düşüncesini kelimelere dökmeye başladı.

    Danışanımın yemek krizleri, karmaşık bir çağrışım ve anlam ağına gömülüydü. Sonuç olarak, bu davranışı aynı anda birkaç amaca hizmet ediyordu: Kocasını cezalandırmak, duygusal yoksunluğunu telafi etmek (çünkü yemeği sevgiyle ilişkilendiriyordu), kendisini onun kontrolü altında olmadığına dair rahatlatmak, onu terk etme fantezilerini bastırmak (çünkü fazla kilolu olmak diğer erkekler için daha az çekici olmasını sağlayacaktı) ve intikamcı düşünceleri yüzünden kendisini cezalandırmak (çünkü fazla kilolu olmaktan nefret ediyordu).

    Bu çoklu nedenler ve anlamlar, daha önce bahsettiğim aşırı belirleme(overdetermination) ve çoklu işlev (multiple function) kavramlarını gözler önüne sermektedir. Zihinsel yaşamda, basit bir neden-sonuç ilişkisi bulmak her zaman mümkün değildir. Bir semptom ya da davranışın birden fazla nedeni olabilir (aşırı belirleme) ve birden fazla amaca hizmet edebilir (çoklu işlev).

    Bu nedenle, yetkin tüm psikanalitik terapistler, zihinsel yaşamın karmaşıklığına derin bir takdir duyarlar. Bu sebeple, psikanalitik psikoterapi “standart” bir terapi değildir. Ezbere uygulanabilecek bir teknikler topluluğu ya da adım adım takip edilecek bir kılavuz haline getirilemez. Bunun yerine, iç deneyimin en mahrem, kişisel ve derinlemesine öznel yönlerine empatik bir şekilde odaklanan bir sorgulama sürecine dayanır. Bu anlamda, herhangi iki terapi süreci birbirine tamamen benzemez. (Bazı araştırmacılar, yalnızca adım adım yönergeler içeren “manuelize” terapilerin bilimsel açıdan sağlam ve “kanıta dayalı” olduğunu savunmaktadır. Bu iddialarla ilerleyen bölümlerde ilgileneceğim. Bu tür terapiler—düzenli, süre sınırlı ve görünüşte birbirinin yerine geçebilen—aynı zamanda, hasta yaşamlarını iyileştirmek değil, kârlarını artırmakla ilgilenen sağlık sigortası şirketleri tarafından da tercih edilmektedir.)

    Danışanım aniden bir içgörü kazanmadı ya da dramatik bir iyileşme yaşamadı ve terapiye gizlice McDonald’s’a gitmeleri nedeniyle başlamamıştı. Bununla birlikte, zamanla, aşırı yeme krizlerinin ortaya çıkmasına neden olan karmaşık anlam ağına dair bazı bağlantıları keşfetmeyi başardık. Öfkesini kabul etme ve ifade etme konusunda yavaş yavaş daha rahat hale geldi, duygusal ihtiyaçlarının daha fazla farkına vardı ve bu ihtiyaçları kocasına ve başkalarına daha iyi iletebildi. Kocasıyla olan ilişkisi düzeldi ve aşırı yeme krizleri azaldı.

    Sonunda, yıllardır ilk kez kilo verebildiğini ve bu kiloyu zorlanmadan koruyabildiğini bildirdi. Ancak bu mücadeleyi tamamen kazanmış sayılmazdı. Takip eden yıllarda, özellikle kocasına çok kızdığı zamanlarda ara sıra tekrar krizler yaşadı.

    Bu örnekler, psikolojik semptomların düşünceler, duygular, algılar ve anılardan oluşan organize ağlara nasıl yerleştiğini ve bu bağlamların onlara anlam kattığını göstermek için verilmiştir. Bu durum yalnızca semptomlar için değil, tüm zihinsel olaylar için geçerlidir. Psikanalizin temel varsayımı, zihinsel yaşamda hiçbir şeyin rastlantısal olmadığıdır. Zihin, zihinsel olayların birbiriyle anlamlı, ancak karmaşık yollarla bağlantılı olduğu ayrıntılı bir çağrışım ağıdır. Belirli geniş parametreler içinde, bağlantıların açık ya da bilinçli olup olmaması fark etmeksizin tüm zihinsel aktiviteler bu çağrışım ağının mantığına göre işler. Bu durum yalnızca düşünceler, duygular ve anılar için değil, aynı zamanda rüyalar, gündüz düşleri, hatalar ve dil sürçmeleri (meşhur! “Freudyen sürçme”) için de geçerlidir. Görünüşte rastgele bir zihinsel olayla başlayıp onunla bağlantılı çok sayıda çağrışımı izlemek mümkündür. Genellikle, bu olay, daha geniş çağrışım ağı açığa çıktığında anlam kazanır.

    Çağrışım ağına bir benzetme olarak Dünya Çapında Ağ (World Wide Web) düşünülebilir; burada web sayfaları karmaşık bir şekilde birbirine bağlıdır. Bir web sayfasını açabilir, oradan başka bir sayfaya, sonra bir başkasına bağlantı yapabilirsiniz. Birkaç tıklama içinde başlangıç noktanızdan oldukça uzak bir yere ulaşabilirsiniz. Örneğin, küresel ısınma hakkında bir sayfadan başlayarak, birkaç tıklama sonra Shakespeare’in sonelerine dair bir sayfaya varabilirsiniz.

    Biri o anda bilgisayar ekranınıza baksa, nasıl bu noktaya geldiğinizi tahmin edemez. Ancak isterseniz, başladığınız yerden bitirdiğiniz yere sizi getiren bağlantı dizisini geri izleyebilir ve neden bu bağlantıları takip ettiğinizi açıklayabilirsiniz.

    Elbette bu internet analojisinde eksik olan bir şey var: duygular. İnternette bağlantılar genelde içerik temelli iken, zihinsel çağrışım ağları duygusal temellere dayalı olarak organize olur. Yani, benzer duyguları çağrıştıran şeyler birbiriyle bağlantılıdır. Çağrışım yolları genellikle duygusal olarak yüklü ya da sorunlu olana yönelir. Bu durumun terapötik teknikler için önemli etkileri vardır: Eğer düşüncelerimizi sansürlemeden ya da düzenlemeden gözlemlememize izin verir ve onları nereye götürdüğüne bakarsak, genellikle rahatsızlık verici olana ulaşırız.

    Çağdaş bilişsel bilim ve sinirbilim araştırmaları, zihni çağrışım ağı olarak kavramlaştırma temeline dayanır ve bilişsel araştırmacılar çağrışım bağlantılarını incelemek için birçok deneysel yöntem geliştirmiştir (örneğin, ön hazırlama deneyleri/priming experiments ve tepki zamanı deneyleri/ reaction time experiments). İlginçtir ki, çağrışım yolları kavramı her zaman psikanalitik teori ve pratiğin merkezi bir unsuru olmuştur. Freud, psikolojik anlamları keşfetmek için çağrışım bağlantılarını izlemekte, bir dedektifin hassasiyetiyle bu bağlantıları çözmekte ustaydı. Freud’un bu düşünce tarzı, en anlaşılır ve etkileyici şekilde 1904 tarihli “Gündlük Yaşamın Psikopatolojisi” adlı monografında görülür. Psikanalitik terapiyi öğrenen tüm öğrenciler için bu eseri öneririm. Elbette Freud’un zaman zaman kendi zekâsına kapılıp, hastalarının çağrışımlarına şüpheli anlamlar yüklemekle suçlanabileceği durumlar olmuştur. Freud’u eleştirme amacı güdenler onun yazılarında bolca malzeme bulacaktır, ancak bu tür eleştiriler meselenin özünü kaçırır.

    Çağrışım bağlantılarını izlemeye yardımcı olmak için, hastalarımızdan akıllarına gelen her şeyi düzenlemeden veya sansürlemeden söylemelerini isteriz. Bu süreçte düşüncelerini yargılamadan (bunun belirli Budist meditasyon biçimlerinde olduğu gibi) gözlemlemelerini teşvik ederiz; düşüncelerin mantıklı olup olmadığına veya toplumsal açıdan uygun görünüp görünmediğine aldırmadan bunu yapmalarını isteriz. Teknik olarak bu yönteme *serbest çağrışım* denir. Amacı, genellikle örtük olan çağrışım bağlantılarını açık hale getirmektir.

    Her psikanalitik terapistin, düşünce ve iletişimin serbest akışını teşvik etmeye yönelik bir dizi ifadesi vardır. Sürekli olarak şu tür şeyler söyleriz: 

    – “Bunun hakkında biraz daha konuşabilir misiniz?” 

    – “Aklınıza başka neler geliyor?” 

    – “Başka ne düşünüyor veya hissediyorsunuz?” 

    – “Düşünceleriniz oradan nereye gidiyor?” 

    Bazen de sadece “devam edin” veya “hı hı” diyerek hastanın ifade sürecini destekleriz.

    Günlük sosyal dialoglarda, düşüncelerimizi otomatik olarak düzenler ve sansürleriz. Konuda kalmaya çalışır, düşüncelerimizi anlamlı cümleler haline getirecek şekilde yapılandırır ve utandırıcı ya da rahatsız edici olabilecek şeyleri dışarıda bırakırız. Ancak “serbest çağrışım”, bu alışıldık düzenleme ve sansürleme süreçlerini askıya almak anlamına gelir ve bizi genellikle öngöremediğimiz yerlere götürür. Bu nedenle, serbest çağrışım özellikle sakin, toplu ve kontrol altında hissetmeyi seven insanlar için oldukça zordur.

    Hastalar terapiyi “içini dökmek” olarak tanımladığında veya bir arkadaşla sohbet etmeye benzettiğinde (bu tür tanımlamalar her zaman psikoterapiyi son derece değersizleştirici olarak görünüyor bana), bu onların anlamlı bir terapötik sürece dahil olmadığının kesin bir işaretidir. Gerçek bir serbest çağrışım sürecine dahil olan hiç kimse terapiyi sıradan bir sohbete benzetmez. Psikanalitik terapi, bilinçli olan ile bilinçdışı arasındaki sınırda, uçurumun kenarında gerçekleşir. Bu süreçte hiçbir şey sıradan değildir.

    Gay olan bir erkek hastam dil sürçmesi yaparak bana başka birinin adını söyledi—diyelim ki James. Bu hatanın ne anlama geldiğini sordum ve o da bunun rastlantısal bir durum olduğunu, hiçbir anlamı olmadığını belirten klasik itirazlarda bulundu. Ben de bunun ne anlama geldiğini bulmamız gerektiğini, “James” isminin ona ne düşündürdüğünü görmek için düşüncelerini izlememizi önerdim. O da, James adında bir arkadaşının arkadaşı olduğunu hatırladı ve hemen bu kişinin kendisi için hiçbir anlam ifade etmediğini belirtti. “Tamam,” dedim. “Belki de hiçbir anlamı yok. Yine de, düşüncelerin nerelere gideceğini görelim.” Hastam bir süre sessiz kaldı, sonra utandı. James’in ona ilgi duyduğunu ve onu baştan çıkarmak istediğini söyledi. Ben de sordum: “Bunu neden utanç verici buluyorsun?”

    Hastamı utandıran şey, James’in baştan çıkarma girişimi değildi. Aslında hastam, kafasından bir şeyi zorla atmak için çok çaba harcıyordu. O şey, benim gay olmam ve onu baştan çıkarmak istememdi. Gerçekten de bununla ilgili çok canlı bir hayal kurmuştu ve bu konuda partneriyle konuşmuştu; partneri ise bu olasılığı ilginç bulmuştu. Hastam, bir daha bunu düşünmemeye ve bahsetmemeye karar vermişti, ancak işte tam o anda, bir “rastlantı” sonucu ortaya çıktı. Dil sürçmesine dair yaptığı “rastlantısal” çağrışımlar, tam da o an için en duygusal olarak yüklü olan şeyle, yani bu düşünceyle bağlantılıydı—ki bu çoğu zaman böyle olur.

    Bu örneğin imkansız, yapmacık veya teorik önyargılarla şekillendirilmiş olduğunu düşünen birine şunu söylerim: Deneyin. Bir sonraki hatanızı yaparken, dil sürçmesi ya da bir kelimeyi ya da ismi unuttuğunuzda, serbest çağrışım yapmayı deneyin ve düşüncelerinizin sizi nereye götürdüğünü takip edin. Düşüncelerinizi yazmak faydalı olabilir. Tam olarak “bu kadar” dediğiniz ve durmak istediğiniz noktada, kendinize bundan sonra ne geliyor diye sorun. Ve sonrasında bir sonraki ne diye tekrar sorun. Karşınıza çıkacak iç dirençleri aşmaya zorlayın (örneğin “bu alıştırma saçma,” “bu sıkıcı,” “düşüncelerim hiçbir yere gitmiyor”) ve çağrışımlar zinciri nereye götürürse takip edin. Gerekirse bana gülün, ama deneyin. Deney yapmazsanız veriye asla ulaşamazsınız.

    Resmi olarak, zihinsel süreçlerin bu rastlantısal olmama durumu ruhsal determinizm olarak adlandırılır. Bu terim, düşüncelerin, duyguların, davranışların ve semptomların rastlantısal ya da tesadüfi olmadığı, önceki zihinsel olaylar tarafından etkilendiği veya belirlendiği gerçeğine işaret eder. Ben, “ruhsal süreklilik” terimini “ruhsal determinizm” yerine tercih ediyorum. Bu, bir düşünceden diğerine sürekliliği hatırlatır ve düşünceler ve duyguların, ilişkiliymiş gibi görünmese de anlamlı çağrışım dizilerinde zincirleme bir şekilde bağlı olduklarını ifade eder. “Determinizm” terimi, 19. yüzyılın mekanistik, materyalist bilimsel ruhunun köklerine dayanır ve onun çağrışımlarının günümüzde faydalı olup olmadığından emin değilim.

    Psikooanalitik yaklaşımları reddeden bazı öğrencilerle karşılaştım çünkü yanlış bir şekilde, psikanalizin özgür iradeyi reddettiğini ve tüm davranışları bizim kontrolümüz dışındaki güçlerin belirlediğini düşünüyorlardı. Aslında, bunun tersi daha yakın bir gerçek olabilir. Psikanalitik terapistler, davranışlarımızın anlamlarını ve nedenlerini anlayışımızı genişletmenin özgürlük, seçim ve daha özgür bir irade yarattığına inanırlar. İnsanlar değişebilir, insanlar değişir ve psikanalitik terapi, bazen derinlemesine bir şekilde, insanların değişmesine yardımcı olur. Her psikoterapist, derinlerde, insanların büyüme, değişim ve hayatın kaçınılmaz zorlukları karşısında daha büyük bir özgürlük ve denge hissi deneyimleme kapasitesine inanır. Eğer davranışlar kaçınılmaz bir şekilde belirlenmiş olsaydı, psikanalitik terapi yapmak ya da başka herhangi bir terapi türünü uygulamak için bir ihtiyaç olmazdı. (Bir hastam, hayatında tekrarlayan bir örüntüyü işaret ettiğimde derinden etkilenmişti. Ruhunu sarsan bir an içinde, hayatında aynı hatayı defalarca tekrar ettiğini fark etti. Son derece zeki ama psikolojik olarak pek gelişmemişti. Tanıma şokuyla, “Gerçekten, gerçekten! Tam olarak söylediğin gibi yapıyorum, görüyorum!” diye bağırdı. Sonra, endişeyle ekledi: “Bunu neden yapıyorum? Neden hep bunu yapıyorum? Bu, ben miyim?” Ben de cevap verdim, “Bu, sendin.” Bu, terapideki en sevdiğim anlardan biriydi.)

    Senin için iyi olan (what’s good for the goose)

    ( what’s good for the goose is good for the gander bir atasözüdür ve senin için iyi olan benim için de iyidir anlamına gelmektedir.)

    Okuyucu, bu bölümün çoğunu “biz” zamiriyle yazdığımı fark etmiş olabilir. Bu bir tesadüf veya edebi bir kolaylık değil. Bu, hastalarımıza uyguladığımız kavram ve içgörülerin, aynı şekilde kendimize de uygulanabileceğini iletmek için kasıtlı olarak yapılmıştır. Psikanalitik duyarlılık, hastalara ve terapistlere uygulanan psikolojik ilkeler arasında herhangi bir ayrım yapmaz. Psikanalist Harry Stack Sullivan’ın (1954) yıllar önce belirttiği gibi, “Diğer taraftan hepimiz, basit bir şekilde başka herşeyden çok insanız.” Hem hasta hem de terapist, kendini ve diğerlerini geçmiş deneyimlerin merceklerinden görür, bilinç dışı zihinsel yaşamlara sahiptir, tehditkar olanı reddeder (disavow),  aktarımlar oluşturur ve geçmiş ilişki rollerini yeniden canlandırır.

    Bazı öğrencilerim, psikanalizin, duygusal olarak uzak, otoriter bir doktor ile ona tâbi hasta arasında hiyerarşik bir “üstten alta” ilişki olduğunu maalesef yanlış bir şekilde düşünmüşlerdir. Vicdanen bunun hiç yaşanmadığını söyleyemem; bir zamanlar birçok psikanalist hastalarına karşı mesafeli, tutuk bir tavır sergiliyordu( En iyi psikanalistlerin hiçbir zaman bu şekilde çalışmadığını düşünme eğilimindeyim, ancak kesinlikle birçok vasat psikanalist çalışmıştır. Son yıllarda psikanalitik teori ve uygulamada büyük değişiklikler oldu ve şükürler olsun ki mesleğin gelişimindeki bu aşama büyük ölçüde geride kaldı).Ancak yine vicdanen şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu durum psikanalizin ruhundan daha uzak veya daha zıt olamaz. Psikanalitik terapi, bir başkasına yapılan ya da bir başkası üzerinde uygulanan bir şey değildir. Bu, iki kişi arasında ortaklaşa yapılan bir şeydir. Bu, terapinin eşit ya da simetrik bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Bir kişinin yardım almak, diğerinin ise sunmak için geldiği, bir kişinin diğerine ücret ödediği ve koşulların doğal olarak bir güç dengesizliğini içerebileceği gerçeğini inkar etmek anlamsızdır. Ancak bu, terapinin, iki kişinin birlikte anlamaya çalışarak mücadele ettiği, ortak bir çaba olduğu anlamına gelir (Buirski & Haglund, 2001).

    Tanıdığım ve saygı duyduğum psikanalitik terapistler, başkalarının içsel, özel hayatına bu kadar yakın bir şekilde katılmayı derin bir ayrıcalık olarak görürler ve çalışmalarında, bizim neyi bilip bilemeyeceğimize ve yardım etme kapasitemize dair derin bir alçakgönüllülük duygusu geliştirmişlerdir. Kişisel olarak, doğam gereği alçakgönüllülük veya tevazuya yatkın biri değilim. Yine de içtenlikle söyleyebilirim ki, ne kadar uzun süre çalıştıysam ve ne kadar çok şey öğrendiysem, hastalarımla olan çalışmamda o kadar daha alçakgönüllü hissettim ve onlara derinden saygı duymaya başladım. Benimle benzer çatışmaları ve mücadeleleri paylaşan hastalarım var ve onlarda, kendi hayatımda da bildiğim bir acıyı görüyorum. Hiçbir zaman bir hastaya tedavi uygulamadım ki, onda kendimden bir şey görememiş olayım. Gerçekten de, biz hepimiz başka herşeyden çok insanız.

    Psikanalitik terapi, terapistten bir zeka seviyesi, belli bir mesleki bilgi ve beceri düzeyi, bir başkasıyla empatik uyumlanma kapasitesi, başka bir kişinin özel ve öznel dünyasına kendimizi daldırma istekliliği, kendimizi sorgulamaya karşı tamamen acımasız bir isteklilik ve kelimenin tam anlamıyla, insanlık gerektirir. Bir terapisti oluşturan tüm nitelikler arasında, belki de nihayetinde her şeyi belirleyen, son derece tarif edilemez olan bu son nitelik olabilir.

    Kendimizi sorgulama isteğine gelince, anlamlı psikanalitik bir çalışma yapmak, kendimiz de anlamlı bir terapi deneyimi yaşamadan zor, hatta imkânsızdır. Ayrıca, hastalarımızdan yapmaya istekli olmadığımız bir şeyi yapmalarını istemek, düşüncelerini sansürlemeden nereye giderse oraya takip etmelerini talep ederken, kendimiz bunu yapmamış olmamızda bir tür iki yüzlülük vardır. Hastalarımıza karşı empati geliştirmek ve terapinin güçlü ve çoğu zaman irrasyonel duygularını nasıl tetikleyebileceğini anlamak için hasta olma deneyimi gibisi yoktur. Aktarım veya direnci, bir kitaptan okuyarak ya da başkasında gözlemleyerek gerçekten anlayamayız; bunları bizzat deneyimlememiz gerekir. Ayrıca, terapiye yalnızca “mesleki gelişim” amacıyla girmek yeterli değildir. Tıpkı hastalarımız gibi, acı çeken birer insan olarak terapiye girmeliyiz.

    Bunun ötesinde, kendi çatışmalarımızı ve ilişki kalıplarımızı ne kadar iyi anlarsak, bunları hastalarımızla yeniden yaşama riskine o kadar direnebiliriz. Kişisel psikoterapi veya psikanaliz, bu konuda başarılı olacağımızın garantisini vermez, ancak en azından bize mücadele şansı sunar. Çok sık olarak, terapistlerin kişisel patolojilerini hastalarıyla yeniden yarattıklarına tanık oldum. Cinsel istismar geçmişi olan ve kişisel terapisinde bu deneyim üzerinde çalışmamış terapistler, hastalarının deneyimlerini kendilerinin keşfetmesine izin vermek yerine, hastalarının deneyimlerini onlar için tanımlayarak, hastalarını kurban ilan etmekte hızlı davranma eğilimindedirler. Benim izlenimime göre, sahte anılar üzerinden yaygara koparan terapistler (eğer böyle adlandırılmayı hak ediyorlarsa) bu kategoriye girmektedir.Karşı cinsle ilgili çözümlenmemiş sorunları olan terapistler, hastalarının yakınlık ihtiyaçlarını ve bunları gerçekleştirmeye engel olan psikolojik bariyerleri anlamalarına yardımcı olmak yerine, onların “erkek düşmanlığı” ya da “kadın düşmanlığı” söylemlerine hızlıca katılabilirler. Özsaygı sorunlarıyla mücadele eden terapistler, hastalarını örtük bir şekilde küçümseyebilir ya da onlara yüzeysel “onaylama” mesajları sunabilir. Örneğin, Saturday Night Live programındaki Stewart Smalley karakterinin hicvettiği türden sığ ifadeler kullanabilirler. Ancak bu, hastalarına kişisel tarihleri ve deneyimleriyle uyumlu bir şekilde tutumlarını keşfetme ve yeniden yapılandırma fırsatı sunmanın yerini tutmaz.

    Bunlar görece bariz örneklerdir. Çoğu zaman, terapistler çatışmalarını ve ilişki kalıplarını hemen göze çarpmayan yollarla yeniden sahnelerler.

    Son olarak, anlamlı bir kişisel terapi deneyimi, terapötik sürece yönelik bir inanç geliştirir ve bu inanç, terapötik denizlerde yolumuzu bulmaya çalışırken büyük bir gereklilik haline gelir. Nancy McWilliams’ın (2004) etkileyici bir şekilde ifade ettiği gibi:

    “Etkin bir kişisel terapi veya analiz deneyimi, sürecin gücüne ve tedavinin etkinliğine dair derin bir saygı bırakır. Psikoterapinin işe yaradığını biliriz. Disipline olan sessiz takdirimiz, duygusal acılarından kurtulmalarında umut hissinin kritik bir rol oynadığı danışanlara bu inancı iletebilir.” Umutsuz bir durumda terapi mümkün değildir; umut olmadan terapi de var olamaz.

    Son söz:

    Bir Akademik Psikoloğun Çöküşü

    (Bu makaleyi kariyerimin başında yazdım. Bu nedenle, tamamlanmamış bir kitaba uygun bir sonsöz gibi görünüyor. İlk akademik görevime, yardımcı doçent olarak başlamadan önce, yurtdışında seyahat ettiğim bir yıl boyunca kişisel bir günlük kaydı olarak yazılmıştı. Büyük bir üzüntü ve kişisel hayal kırıklığı dönemi geçirmiştim. O dönemde alanla ilgili bazı yargılarım şimdi bana sert ve yersiz görünüyor. Diğerleri ise belki fazla hoşgörülü olabilir. Yazıyı büyük ölçüde düzenlemeden bıraktım. Gerçeğe sadık kalmak, sonradan düzeltme yapmaktan daha iyi göründü.)

    “Bu hikayeler, anlatacak kimseniz olmadığında hiçbir şey ifade etmez.” Brandi Carlile

    Geriye dönüp baktığımda, psikolog olmaya karar vermemde belirleyici olan bir olayın öne çıktığını görüyorum. Bu, kişisel ve anlatması utanç verici bir hikaye; ama nihayetinde hayatlarımızı şekillendiren hayati seçimler, duygusuz ya da nesnel olanlar değildir. Hikâyeyi olduğu gibi anlatmalıyım, yoksa bu makale bir başka boş akademik egzersizden öteye geçemez.

    Üniversitedeki ikinci yılımdaydım ve sanırım yaşıma göre oldukça etkilenebilir ve olgunduktan uzaktım. Güney aksanıyla konuşan, hayatın içinden kopup gelmiş gibi görünen, etkileyici bir psikoloji profesörüyle arkadaş olmuştum. Onun bir zihin okuyucu olduğunu düşünüyordum. Hep onun peşindeydim, sunduğu ufak tefek içgörü kırıntılarını hevesle bekliyordum.

    Ayrıca âşıktım, hem de ilk aşkımdı. Sevgilimle doğum kontrolü için prezervatif kullanıyorduk ve bir gün, sevişirken prezervatif yırtıldı. Ardından sevgilim regl olmadı ve hamile olduğuna ikimiz de emindik. O zamanlar evde yapılan hamilelik testleri yoktu, bu yüzden doktora gitmek ve test sonuçlarını öğrenmek için birkaç gün beklemek zorundaydı. Test sonuçlarını alacağı gecenin öncesinde bir rüya gördü.

    İkimiz bir arabadaydık ve köprülerin üzerinden geçiyorduk, gölleri, nehirleri ve dereleri geçiyorduk. Sonra sahne değişti, bir dükkandaydık ve ben birbiri ardına şapkalar deniyordum. Sonra bazı insanlar permasının ne kadar iyi durduğu konusunda yorum yapıyordu. Gerçekten de saçlarını perma yaptırmıştı.

    Rüyayı güneyli profesörüme anlattım çünkü rüyalara ilgi duyuyordum. Bunun kız arkadaşımın rüyası olduğunu ya da bir kadına ait olduğunu bilmiyordu. Elbette yırtılan prezervatif ve hamilelik korkularımız hakkında da hiçbir fikri yoktu. Şapkaları değiştirme kısmına geldiğimde sözümü kesti. Güney aksanıyla, “Bay Shedler,” dedi. “Su doğumu temsil eder. Suyu geçmek doğumdan, yani hamilelikten kaçınma arzusunu temsil eder. Başın bir şapka ile kaplanması ise penisin ucunun prezervatif ile kaplanmasını ifade eder. Bu rüya, kız arkadaşınızın hamileliği önlemek için prezervatifin düzgün kullanılmasını istemesini dile getiriyor.” Daha sonra beni ayak parmaklarıma kadar utandırarak prezervatif kullanımı üzerine babacan bir şekilde ders vermeye devam etti.

    Profesörün sözlerinin etkisi, meleklerin trompetleriyle müjdelenmiş olsaydı daha büyük olamazdı. O anda, bu Freudyen şeylerin—en azından önemli bir kısmının—gerçek ve doğru olduğunu anladım. Doğal olarak, profesörün bir zihin okuyucu olduğu görüşüm de sonsuza dek doğrulanmış oldu. Ve kendi adıma, eğer dünyada bu tür şeyleri anlayan insanlar varsa, onlardan biri olmam gerektiğine karar verdim.

    Bir daha asla rüyaların anlamsız olduğuna, rastgele sinirsel dürtülerden ibaret olduğuna ya da sonrasında karşılaştığım birçok anti-psikolojik teoriye inanmayacaktım; hepsi kendilerini “bilim” kisvesiyle süslenmiş bir güvenle sunuyordu. Şairler haklı, “bilim insanları” ise yanlıştı: Kadınların ve erkeklerin hem uyanık olduklarındaki hem de uykudaki rüyaları, anlamlarla örülmüş zengin bir dokuydu. Bu dokular keşfedilebilir ve anlaşılabilirdi.

    Birkaç yıl sonra doktora öğrencisiydim ve bir üniversite dersi veriyordum. Bir öğrenci bana bir rüya anlattı. O ve erkek arkadaşı bir şelalenin altındaymışlar. Su her yerden üzerlerine akıyormuş ama ikisi de ıslanmıyormuş. İçten bir gülümsemeyle, tereddütsüz şekilde şunu söyledim: “Hamile olabileceğinden korkuyorsun.” Çenesinin neredeyse yere düştüğünü gördüm. Onun da bir gün psikolog olup olmadığını asla öğrenemedim.

    Bu hikâyenin son kısmını her anlattığımda aklıma bir söz gelir: “Hayatta sadece iki trajedi vardır: İstediğin şeye ulaşamamak ve istediğin şeye ulaşmak.” Bu makale, ikinci tür trajedi hakkındadır.

    Psikolog olma yolunda geleneksel bir rota izlemedim. Psikolojiye her zaman ilgi duymuştum ve çocukken birçok “pop psikoloji” kitabı okumuştum. On iki yaşındayken arkadaşlarımı hipnotize etmeye çalıştım (başarısız oldum), rüyaları yorumlamayı denedim ve dergilerde bulduğum “pop psikoloji” testlerini uyguladım. Ancak üniversitede psikoloji üzerine yoğunlaşmadım ve psikolog olmayı hiçbir zaman ciddi şekilde düşünmedim. Çoğu insan gibi, psikologlar, psikiyatrlar ve psikanalistler arasındaki farkı anlamıyordum. Psikologların bir tür “ikinci sınıf psikiyatr” olduğunu düşünüyordum ve ikinci sınıf bir şey olmayı kesinlikle istemiyordum. Tıbba ilgim yoktu (ve kan midemi bulandırır), bu yüzden psikiyatriyi de eledim. Psikanalistin ne olduğunu ise hiç bilmiyordum. Böylece tüm bu konuları bir kenara bırakıp ekonomi okumaya karar verdim.

    Üniversiteyi bitirdikten sonra, lisansüstü okula başvurmak için gerekli psikoloji derslerini almak üzere Columbia Üniversitesi’ne gittim. Ne yaptığımı bilmiyordum. Hangi dersleri almam gerektiğini bilmiyordum. Psikolojide neden bu kadar çok farklı alt alan olduğunu (deneysel, sosyal, kişilik, klinik, biyolojik, gelişimsel, bilişsel, örgütsel vb.) anlamıyordum. Sadece ne yaptığımı bilmiyordum.

    Bu yüzden, bulunduğum yere dolambaçlı bir yoldan geldim. Bunu, California’dan Broadway’e gitmeye çalışmaya benzetiyorum; yalnızca doğuya gitmek gerektiğini bilmek dışında hiçbir yönergem yoktu.

    *       *       *

    Columbia’da, tesadüfen bir profesörle tanıştım—bir derse kaydolabilmem için imzasına ihtiyacım vardı—ve bana kendisinin araştırma asistanı olarak çalışmamı önerdi. Durumumu açıklamış ve lisansüstü okula başvurmadan önce hangi dersleri almam gerektiği konusunda tavsiye istemiştim.

    “İstatistik alman lazım.”

     “Zaten iyi bir istatistik altyapım var.”

    “İyi derken ne demek istiyorsun ?”

     “Hipotez testi ve regresyon çalıştım. Ayrıca bilgisayar konusunda da iyiyim.”

    Profesör, sanki ilk kez bana bakıyormuş gibi bir ifade takındı.

    “Zeki misin?”

    “Sanırım öyleyim.”

     “Bak, bu derslerin hepsi saçmalık. Gel, benim araştırma asistanım olarak çalış. Bu, senin en iyi şansın.”

    Artık yolda olduğumu ve hayatımın istediğim gibi gidebileceğini düşünerek sevinçle kaydoldum. Haftanın geri kalanında kafamda “İşte bu, bu senin mucizen!” sözleriyle popüler bir şarkı dönüp durdu.

    Kısa süre sonra kendimi, istatistiksel veri analizi yapmak için bilgisayar programları yazarken ve tepki süresi deneylerini çalıştırmak için programlar geliştirirken buldum. İş, satranç oynamak ya da bir yapboz birleştirmek gibi ilginçti ama bunun psikoloji ile ne ilgisi olduğunu bilmiyordum. Yetersiz bir geçmişim olduğunu düşündüm, bu yüzden işin önemini takdir edemediğimi varsaydım ve ağzımı kapalı tutmaya karar verdim (konuşup tüm şüpheleri ortadan kaldırmaktansa susup aptal yerine konmak daha iyidir).

    Ayrıca profesörün giriş seviyesindeki psikoloji dersine de katıldım; burada insan kulağının baziler membranı hakkında, Ebbinghaus’un anlamsız heceleri hafızasında tutma deneylerinden, at nalı yengecinin retina yapısından ve benzeri şeylerden öğrendim. Bir gün başka bir öğrenci profesöre yaklaşıp şöyle bir şey söyledi: “Bunlar hepsi iyi güzel ama psikolojiyle ne ilgisi var?” Profesörün cevabının detaylarını hatırlamıyorum ama özü, bu öğrencinin gerçekten Columbia gibi bir üniversiteye ait olup olmadığını düşünmesi gerektiğiydi. O günden sonra, ağzımı kesinlikle kapalı tutmaya karar verdim.

    Sanırım Kaliforniya’daysanız Broadway doğudadır. Ama New York’a gittiğinizde Broadway doğu, kuzey, güneybatı ya da her neyse, nereye gittiğinize bağlı olarak değişebilir. Broadway’i hedeflemiştim ve nerede olduğunu bilmiyordum, belki Brooklyn’de. Ama bunu henüz fark etmemiştim.

    Gittiğimi sandığım yere varmadığıma dair yeterince ipucu vardı. İlk başlarda, profesörümün tepki süresi deneylerinden biri için “denek” olarak çalışıyordum. “Denekler” büyük bir odada bir video ekranının önünde tek başlarına oturuyorlardı ve ekranda belirli bir ışık yanıp söndüğünde bir düğmeye basmaları gerekiyordu. Ben de onları kendi video ekranımdan izleyebileceğim bitişik bir odada oturuyordum. Ben kendi video ekranımı, onlar da kendi video ekranlarını izliyordu.

    Sonunda çok tuhaf bir şey fark ettim. Tüm bu insanlar odaya aynı şekilde girdiler ve hepsi aynı şekilde oturdular, omuzları çökmüş ve elleri kucaklarında sıkıca kavuşturulmuştu. Hepsinin yüzünde geniş gözlü, sıkı dudaklı ifadeler vardı. Burada büyüleyici bir şeyler oluyordu; odada, deneyde, deneyi yapan kişide ya da başka bir şeyde, davranışları güçlü bir şekilde kontrol eden ve bu insanların her birinin aynı şekilde oturmasını, hareket etmesini ve kendilerini aynı şekilde tutmasını sağlayan bir şeyler vardı (şimdi korktuklarını anlıyorum). Profesörüme “bakın burada neler oluyor, tüm bu insanlar tıpatıp aynı şekilde oturuyor” dedim – onu bu konudaki gözlemlerini ve içgörülerini paylaşmaya, buna neyin sebep olabileceğini açıklamaya, varsayılan psikolojik bilgeliğini bana aktarmasını bekledim. “İyi” dedi ve işine devam etti.

    Bu yanıt beni şaşırtmıştı, ama şimdi anlıyorum. Bu bir aşağılama değildi. Sadece, bu insanların duygusal (bana kalırsa psikolojik?) tepkilerine zerre kadar ilgi duymuyordu. Onları fark etmedi, hatta ne sormaya çalıştığımı bile kavrayamadı. Bu, bilişsel psikolojiye dair bir deneydi ve bu insanlar bir veri dosyasındaki sayılardan ibaretti. Hepsi aynı şekilde davranıyorsa, bu harika bir şeydi: istatistiksel veri analizlerinde çok daha az hata varyansı vardı.

    Başka işaretler de vardı ki, doğuya gitmiş, ama Broadway’e hiç yaklaşmamıştım. Columbia’daki hiçbir profesörüm gerçekten bir hasta görmemişti ve hiçbiri rüyalarla, insan tutkularıyla, hayati yaşam seçimleriyle, aşk, nefret, duygusal acı, delilik veya psikolojik çatışmalarla… kısacası, çoğu insanın psikolojik olarak ilginç sayacağı hiçbir şeyle profesyonel bir ilgisi yoktu. Bir şekilde, bu şeylere karşı ince bir küçümseme taşıyorlardı. Bu küçümseme, dolaylı ve örtük yollarla ifade edildiğinden, sorgulamak, hele ki yüzleşmek oldukça zordu. Ben de kendi hevesimle, coşkumla, bu “mentorlarla” özdeşleşme arzumla, onların tutumlarını taklit etmeye başladım. Kendime ihanet etmeye başlamıştım.

    Sonunda kişilik üzerine bir dersi aldım ve Freud’u “işledik.” Hatta Freud’un bazı metinlerini orijinalinden okuduk. Profesör, tabii ki, hiç psikanaliz yapmamıştı, psikanalizden geçmemişti, çağdaş psikanalitik yazıları okumamıştı ve (eminim) bir psikanalistik bir uygulayıcı ile  anlamlı bir konuşma yapmamıştı. Çoğunu yanlış anlamıştı ve hepsini absürd göstermek için elinden geleni yapıyordu. Bundan etkilenmemem nasıl mümkün olabilirdi ki? O profesördü ve ben öğrenciydim. O bilgi, akademi ve otorite sembollerini taşıyordu. O, Columbia Üniversitesi’nin onayını taşıyordu. Hatalarına, eksik ve yanlışlarına rağmen, bu profesör, eski güneyli profesörümün bildiği psikolojiye yakın olan tek kişiydi. Bu profesör kendisini “deneysel bilişsel sosyal psikolog” olarak tanıtıyordu ve ben de bu kelimeleri söylemeyi öğrenip, ben de bundan olmak istediğimi söylemeye başladım.

    Her gün beni şaşırtan olaylar oluyordu. Bir lisansüstü öğrenci bana yürüttüğü bir araştırmadan bahsetti, ne hakkında olduğunu hatırlamıyorum, sadece çok sayıda kişiyi telefonda arayıp onlardan bir şey yapmalarını istemekle ilgiliydi. Her halükarda, sonuç ne olursa olsun çalışmanın nasıl özel bir içgörü veya bilgelik sağlayacağını göremedim. (Bir kez daha) bir şeyleri kaçırdığımı, çalışmanın alaka ve önemini takdir edecek geçmişe veya bilgiye sahip olmadığımı varsaydım. Ona neden bu araştırmayı yürüttüğünü sordum ve o, “bir yayın almak için” dedi. Bunu, basit ve sıradan bir şekilde, sanki apaçık bir şeymiş gibi söyledi.

    Çalışmaların akademinin para birimi olduğunu ve bir yayının içeriğinden ya da içerdiği bilgelikten ya da herhangi birinin gerçekten önemsediği bir soruyu yanıtlayıp yanıtlamadığından ya da insan ruhunun daha derin bir şekilde anlaşılmasına yol açıp açmadığından değil, yalnızca varlığından dolayı bir şekilde değerli kabul edildiğini henüz kavramamıştım. Çalışmanın bilgelik getirip getirmediği ya da sadece yarım yüzyılı aşkın bir süredir büyüyen, büyüyen ve büyüyen ve gerçek bir öneme sahip çok az şeye yol açan bütünleştirilmemiş ve bütünleştirilemez “bulgular” bolluğuna katkıda bulunup bulunmadığı önemli değildi. Sadece yayınlama eylemi bir şekilde içsel bir iyilikti.

    Bu tema, lisansüstü okula gittiğimde daha sonra tekrar yankılandı, burada “scoring pubs” (yayın yapma) terimini duydum, tıpkı basketbol maçında sayı yapmaya benzer bir şekilde. Söylenenlere göre, iyi bir akademik iş şansı elde edebilmek için mezuniyet öncesi üç yayın yapılması gerektiği söyleniyordu. Ayrıca “LPU” ( Least Publishable Unit)  kısaltmasını duydum, yani “En Az Yayınlanabilir Birim.” Bu fikir, araştırma bulgularının, hala yayınlanabilecek en küçük parçalara bölünmesi gerektiği üzerindeydi. Böylece bir araştırma projesi, en fazla sayıda “pub” (yayın) üreterek işe alım ve terfi komiteleri tarafından genellikle sadece yayın sayısını dikkate alarak daha fazla öneme sahip olurdu. Adil olmak gerekirse, LPU kavramı yalnızca bir şakaydı. Yine de, mizah tuhaf bir şeydir.

    *   *   *

    Bilgisayar programları yazmam, derslere girmem, profesörün çocuklarına şoförlük yapmam ve tüm bunların psikolojiyle ne ilgisi olduğu gibi aptalca sorular sormamam karşılığında Columbia profesörüm sözünü tuttu ve yüksek lisans okuluna girmeme yardımcı oldu. O olmasaydı giremeyebilirdim, çünkü kabul komiteleri beni ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ekonomi okudum, sonra deneysel bilişsel psikoloji alanında araştırma yaptım ve şimdi de kişilik alanında yüksek lisans programlarına başvuruyordum (hala doğuya gidiyorum…). “Niyet Mektubum” muhtemelen belirsiz ve dağınıktı. Ancak profesör, Michigan Üniversitesi’nde psikoloji bölümünün kişilik bölümü başkanı olan eski bir meslektaşını aradı ve ona kişilik, motivasyon ve “bunun gibi şeylerle” gerçekten ilgilendiğimi söyledi. Bu telefon görüşmesine dayanarak, başvuru dosyam “ret” yığınından “kabul” yığınına taşındı. Mucizelerle ilgili şarkı artık aklımdan geçmiyordu. Onun yerine ruhunu şeytana satan bir kişi hakkında okuduğum bir hikayeyi düşünüyordum.

    El yordamıyla doğuya doğru ilerlemeye devam ettim.

    *   *   *

    Michigan’daki hocalarım araştırmaya büyük önem verirlerdi. İtiraf etmeliyim ki, tüm bu araştırmaların hangi amaca hizmet ettiği konusunda kendi saflığıma biraz şaşkındım. Psikoterapi uygulamasıyla hiç ama hiç ilgisi yokmuş gibi görünüyordu. Tüm bunların amacı neydi? Burada, pratikte hiçbir önemi olmayan koca bir meslek vardı. Daha da kötüsü, diğer akademik psikologlar dışında kimseyi ilgilendirmeyen şeylerin (ve yıllarca ilgilenilmeleri için sosyalleştirildikten sonra) incelenmesine adanmış bir meslekti. Herkesin birbirinin makalelerini incelediği, birbirinin dergilerinde yayın yaptığı, birbirinin fon taleplerini onayladığı, birbirinin öğrencilerini işe aldığı, birbirine kadro verdiği, birbirinin yayınlarına yanıt verdiği, karşı yanıt verdiği ve karşı-karşı yanıt verdiği, kendi kendine yeten bir sistemdi. Ve tüm bunlar olurken alan, çoğu insanın psikolojik olarak anlamlı bulacağı şeylerden gittikçe uzaklaştı. Psikolojimizin neden bir uygulaması olmasın? Bana öyle geliyordu ki, sadece sonsuza kadar çalışmak yerine bir şeyler yapabilmeliydik.

    O zamanlar bu kaygılar bu kadar ayrıntılı değildi, ancak profesörlerimden birinin yanında, kolektif araştırma çabalarımızın pratik öneme sahip sorulara daha iyi yönlendirilip yönlendirilemeyeceğini merak ettiğimi söyledim. Profesör John Atkinson’dı ve verdiği yanıt harikaydı. Ne yazık ki, zamanla bunun yanlış olduğuna inanmaya başladım. Dedi ki, “Neden bilimsel araştırmanın bir uygulaması olması gerektiğini düşünüyorsunuz? Galileo yıllarını çelik bilyeleri eğik düzlemlerden aşağı yuvarlayarak geçirdi. Bu çalışmanın hiçbir uygulaması yoktu ama önemliydi ve şimdi hepimiz Galileo’yu biliyoruz. O yıl Alpler’de çığ önleme üzerine çalışan adamı? Onu hiç duymadık.”

    Atkinson’ın argümanı itiraz edilemez görünüyordu. İkna olmuştum ve bir süre için hem kendi araştırmam hem de meslektaşlarımın araştırmaları hakkında kendimi daha iyi hissettim. Bizler “salt araştırma,” “temel araştırma” ile meşguldük ve bu, oldukça değerli bir uğraştı. Biz “Bilim İnsanlarıydık”. Ancak içten içe ikna olmamıştım. Günün sonunda, psikolojide yayımlanan araştırmaların çoğu hâlâ anlamsız görünüyordu.

    “Galileo” argümanına nasıl yanıt vereceğimi anlamam epey zaman aldı. O zamandan beri, psikologların kendi başarısızlıklarını haklı çıkarmaya çalışırken fizik bilimlerine sıkça atıfta bulunduğunu gördüm. (Bir parantez: Lisans öğrencileri için yazılmış bir sosyal psikoloji ders kitabını hatırlıyorum. Kitapta, bir bulguyu açıklamak için birbiriyle çelişen teorilerin utanç verici bir şekilde çoğalması sergileniyordu. Kitap ise bu durumu arsız bir şekilde fizik bilimine bir gönderme yaparak haklı çıkarmaya çalışıyordu; fizikçilerin ışığı hem bir parçacık hem de bir dalga olarak ele aldığını not düşmüştü. Bu analoji konuyla ilgisizdi ama fizik bilimine yapılan gönderme, psikoloji teorilerinin kaotik durumunu bir şekilde meşru göstermeliydi.) Bugün bu argümana verdiğim yanıt, Galileo’yu örnek göstermenin kibir ve kendini beğenmişlik olduğunu söylemek olurdu. Evet, Galileo “temel araştırma” ile uğraşıyordu. Ancak tarih, fizik bilimlerindeki temel araştırmaların gerçekten de uygulamalara yol açtığını göstermiştir ve bu durum, orijinal araştırmacılar bu uygulamaları öngöremese bile böyle olmuştur. Fizik bilimleri, tarihsel kanıtlar bu değeri doğruladığı ve bu hakkı kazandıkları için “salt araştırma”nın değerine sahip çıkabilir. Buna karşılık, akademik psikolojide yarım yüzyıldan fazla süredir süren “temel araştırmalar,” görece çok az sonuç üretmiştir. Galileo, kendi zamanının entelektüel dünyasını dönüştürdü. Akademik psikoloji ise buna uzaktan bile yaklaşan bir katkı sunmamıştır.

    *   *   *

    Eğer acımasız görünüyorsam, bunun nedeni budur. Kimse, dürüst bir şekilde, psikolojiye yalnızca “bilgiyi ilerletmek” ya da “insanlığa yardım etmek” gibi yüce amaçlarla girmez. Bu alana gireriz çünkü kendimizi tanımak isteriz. Ancak bu oldukça karmaşık bir meseledir. Hepimiz daha fazla özbilgi, duygusal büyüme ve bir psikoterapistin “çözümleme süreci” dediği şeye dair bir arzu taşırız. Ama bu süreç acı verir; kendimiz hakkında rahatsız edici bulabileceğimiz şeyleri keşfetmeyi gerektirir. Bilme isteğinin karşısında ise bilmemeyi isteme, öğrenmekten kaçınma, konforlu ve tanıdık olanın güvenliğine özlem duyma vardır.Bu iki karşıt güç—çözümleme süreci ve direnç—psikoterapide ve hayatın kendisinde birbiriyle çarpışır. Genç insanlar psikoloji alanına girerken, bu çözümleme sürecini utangaçça ve tereddütle ilerletmeyi, insan duygularının yelpazesini genişletmeyi, daha fazlasını anlamayı, daha fazlasını deneyimlemeyi, daha özgür ve daha özerk olmayı arzu ederler. Kendilerini tanımayı isterler. Ama aynı zamanda tanımamayı da isterler.

    Ne yazık ki, akademik psikoloji açıkça direncin tarafını tutar. Bu genç insanlara, onları ilk başta psikolojiye çeken sorulardan uzaklaştıracak, kendilerini oyalayacak sonsuz bir uğraş kaynağı sunar. Ruhlarından gelen ve derin gerçeklerin fısıltıları olan çağrıları önemsizleştirir, hatta var olmadığını bile ima eder. Onlara, önemli olanın aslında önemli olmadığını, önemsiz olanın ise önemli olduğunu garanti eden karmaşık rasyonalizasyonlar (bunlara “teoriler,” “modeller” veya “paradigmalar” denir) sunar.

    Karanlığın güçlerini aydınlığa tercih ettik. Kendimize ihanet ettik.

    Kaynak

    Yazı şuradaki metnin çevirisidir.

  • Borderline ve Antisosyal Kişilik Bozukluğu için Zihinselleştirme Temelli Tedavi (9. Bölüm)

    Anthony Batemanve Peter Fonagy

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 9. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Zihinselleştirme, altta yatan zihinsel durumlara uygun olarak, yani düşünceleri, duyguları, dilekleri ve arzuları kasıtlı olarak kabul ederek, diğer insanların ve kendisinin eylemlerini anlama becerisidir. Günlük etkileşimlerin temelini oluşturan çok insani bir beceridir (Allen, Bleiberg ve Haslam-Hopwood, 2003; Fonagy, Gergely, Jurist ve Target, 2002). Başkalarının davranışlarını zihinsel durumlar (mental states) açısından anlamaya çalışmak, başkalarının ve kişinin kendi eylemlerini fiziksel dünyadaki sonuçları aracılığıyla anlamakla çelişir: biz ne yaparsak oyuz. Örneğin, birinin bir şey düşürdüğünü görüyorum, yani, o bunu bilerek yaptı. Benzer şekilde, bir şey yaptım, bu yüzden yapmak istemiş olmalıyım.
     
    Zihinselleştirme tamamen kararlı, tutarlı veya tek boyutlu bir süreç değildir. İnsanların hepsi aynı ölçüde zihinselleştiremezler. Birçoğumuzun zihinselleştirmenin belirli yönlerinde güçlü veya zayıf yönleri vardır ve çoğu insanın stres veya endişe anlarında zihinselleştirmek için mücadele etme olasılığı daha yüksektir. Hepimiz başkalarının zihinsel durumları hakkındaki yanlış inançlara göre hareket edebiliriz, bu da günlük yanlış anlamalara, zorluklara ve sosyal hatalara yol açabilir. Buna ek olarak, zihinselleştirmedeki problemler, özellikle kişilik bozuklukları olmak üzere birçok psikiyatrik bozuklukta (Bateman ve Fonagy, 2012) ortak faktördür.

    Zihinselleştirmenin çok boyutlu doğası

    Zihinselleştirme, ya hep ya hiç olgusu değildir. Tam ve etkili zihinselleştirmeden, etkisiz zihinselleştirmeye ve zihinselleştirmemeye kadar uzanır. Günlük yaşamda, insanların zihinselleştirme becerisi dalgalanır ve kişilik bozukluğu olan kişiler zaman zaman mükemmel bir zihinselleştirme gösterebilir. Borderline kişilik bozukluğu (BKB) ve antisosyal kişilik bozukluğunun (ASKB) zihinselleştirici modeli bir eksiklik modeli değildir. Zihinselleştirmede dengesizliğe ve istikrarsızlığa karşı bir savunmasızlık modelidir. Gelişimsel bir bakış açısıyla BKB ve ASKB’nin fenomenolojisi ve kökenleri hakkında kapsamlı bir açıklama sağlar ve klinisyenlere, bozuklukların özünde olduğu varsayılan zihinselleştirici savunmasızlığı (mentalizing vulnerability) tedavide nasıl hedefleyecekleri konusunda bilgi verir (Fonagy ve Bateman, 2007, 2008). BKB’li kişiler, kişilerarası etkileşimlerde ve daha geniş bir yelpazedeki durumlarda zihinselleştirmeyi kaybetmeye diğerlerinden daha fazla eğilim gösterirler, zihinselleştirmemeyi daha uzun süreler boyunca deyimlerler ve bir kez kaybedildikten sonra zihinselleştirmeyi geri kazanmayı daha zor bulur. ASKB’li kişiler benzer zihinselleştirme dengesizliği gösterirler, ancak aynı zamanda bilişsel duygusal süreçte zihinselleştirmede kalıcı bir dengesizlik de gösterirler; hem kendinin hem de başkalarının bilişsel zihinselleştirmesi, duygusal zihinselleştirmeye baskın gelir.

    Zihinselleştirmenin nörobiyolojisi

    Nörobilim, zihinselleştirmenin dört farklı bileşenini tanımlamıştır (Luyten ve Fonagy, 2015), bu bileşenler terapistlerin zihinselleştirme temelli tedavinin (mentalization-based therapy: MBT) klinik uygulamasında tanımlamasına yardımcı olacak boyutlar halinde düzenlenmiştir. Bu boyutlar, otomatik zihinselleştirmeye karşı kontrollü zihinselleştirme; kendiliği zihinselleştirmeye karşı ötekileri zihinselleştirmek; iç özelliklere ilişkin zihinselleştirmeye karşı dış özelliklerle ilişkin zihinselleştirme; ve bilişsel zihinselleştirmeye karşı duygusal zihinselleştirmedir. Bunlar, terimin normal anlayışındaki boyutlar değildir. Ortak işlev temelinde bağlantı kurarlar. Etkili bir şekilde zihinselleştirmek, bireyin yalnızca zihinselleştirmenin boyutları arasında bir denge kurabilmesini değil, aynı zamanda boyutları bağlama göre uygun şekilde uygulamasını da gerektirir. Bir boyutun bir tarafının (veya kutbunun) sürekli kayırılması, kendinin veya başkalarının zihinsel durumlarının çarpık bir şekilde anlaşılmasına yol açar ve bu da derin sosyal ve duygusal zorluklarla ilişkilendirilebilir (Fonagy, Luyten ve Bateman, 2015).
     
    Genellikle, boyutlardan biri veya daha fazlası bir uçta nispeten ihmal edilir ve sonuç olarak, karşı kutup, sosyal bilişe baskın hale gelir. Örneğin, aşırı duygusal düşünme, bilişsel zihinselleştirmenin yokluğunda ortaya çıkar. Klinik olarak, hasta, duygusal süreç ve duygusal olarak yönlendirilen karar verme tarafından domine edilmiş gibi görünmektedir, ancak sorun bilişsel işlem sistemlerinin kaybına bağlı olabilir. Başka bir örnek olarak, eğer hastanın öznel kendilik durumları (self-states) deneyimi azalırsa, başkalarının etkisi baskın hale gelir ve hasta sömürüye karşı savunmasız hale gelir. Bu açıdan bakıldığında, farklı psikopatoloji türleri, dört boyuttaki farklı bozukluk kombinasyonları temelinde ayırt edilebilir. Başka bir deyişle, kişilik bozuklukları (ve bir dereceye kadar diğer psikiyatrik bozukluklar) karakteristik zihinsel profillerine göre anlaşılabilir.

    Otomatik zihinselleştirmeye karşı kontrollü zihinselleştirme

    Zihinselleştirmenin en temel boyutu, otomatik (veya örtük (implicit)) ve kontrollü (veya açık (explicit)) zihinselleştirme arasındaki spektrumdur. Kontrollü zihinselleştirme, tipik olarak sözlü olan ve düşünme, dikkat, farkındalık, niyet ve çaba gerektiren sıralı ve nispeten yavaş bir süreci yansıtır. Bu boyutun dengeleme kutbu – otomatik zihinselleştirme – çok daha hızlı işlemeyi içerir, refleksif olma eğilimindedir ve çok az dikkat, farkındalık, niyet veya çaba gerektirir veya hiç gerektirmez.

    Kendini zihinselleştirmeye karşı ötekileri zihinselleştirmek

    Bu zihinselleştirme boyutu, kişinin kendi durumunu –kendiliğini (kendi fiziksel deneyimleri dahil)– ve/veya başkalarının durumunu zihinselleştirme kapasitesini içerir. İkisi yakından bağlantılıdır ve bir dengesizlik, başkalarını ve/veya kendiliği zihinselleştirmede savunmasızlığa (vulnerability) işaret eder. Zihinsel güçlük çeken kişilerin tercihen spektrumun bir ucuna odaklanmaları muhtemeldir. BKB’li bireyler, başkalarına karşı oldukça hassas ve başkalarının zihin durumlarına karşı savunmasız olma eğilimindedir; ASKB’li bireyler, daha fazla öteki yönelimli olmaktan, kendini düzensiz utançtan savunmaya ani geçişler gösterirler.

    İçsel zihinselleştirmeye karşı dışsal zihinselleştirme

    Zihinselleştirme, bir kişinin zihinsel durumlarının dış göstergelerine (örneğin, yüz ifadeleri, ses tonu, vücut duruşu) dayanarak çıkarımlar yapmayı veya birinin diğer kişi hakkında bildiklerinden ve diğer kişinin içinde bulunduğu durum ve duygu durumundan birinin içsel deneyimini çözmeyi içerir. BKB ve ASKB’li kişiler, içsel göstergelerden çok dış göstergelere odaklanır.

    Bilişsel ve duygusal zihinselleştirme

    Bilişsel zihinselleştirme, zihinsel durumları (kendinde ve ötekilerde) adlandırma, tanıma ve muhakeme etme becerisini içerirken duygusal zihinselleştirme, yine kendisinde veya ötekilerde ilişkili duyguları deneyimleme ve anlama becerisini içerir. Her ikisinin de samimi bir empati deneyimi veya gerçek bir öz-tutarlılık duygusu için entegre edilmesi gerekir.

    BKB ve ASKB’nin boyutsal zihinselleştirici profil özelliği

    BKB ve ASKB’li bireyler kendilerini kolayca kalıcı otomatik zihinselleştirmeye (persistent automatic mentalizing) geçerken bulurlar. Stres ve uyarılma, özellikle bağlanma bağlamında, otomatik zihinselleştirmeyi ön plana çıkarır ve kontrollü zihinselleştirme ile ilişkili sinir sistemlerini devre dışı bırakır. Bu koşullar altında, etkileşimler tam da daha kontrollü ve bağlamsallaştırılmış olmaları gerektiğinde sorgulanamaz hale gelir. Düşünme dürtüsel hale gelir; birey, başkalarının düşünceleri ve duyguları hakkında üzerinde düşünülmeyen veya test edilmeyen varsayımlarda bulunur. Mantık sezgiseldir, temelsiz ve sözsüzdür. Sonuç olarak, hastalar aşırı güvensiz (paranoid) veya, BKB’de, bazen aşırı güvenilir (naif) olabilir.
     
    BKB’li hastalar kendi iç durumları hakkında aşırı endişe gösterebilirler; yani, başkalarının onları nasıl algıladığına dair bir farkındalığa sahip olmadan kendilikle ilgili olarak aşırı zihinselleştirirler. Buna karşılık, ASKB’li hastalar öz-irdelemeden (self-scrutiny) kaçınma ve başkaları hakkında aşırı zihinselleştirme eğilimindedir. Kendilik algısını (self-perception), başkaları tarafından nasıl algılandığına dair samimi merakla dengelemedeki başarısızlık (ASKB’li kişiler başkalarının onları nasıl algıladığını umursamazlar) kendilik imgesinin (self-image) olumlu (ASKB’de daha yaygın) veya olumsuz (BKB’de daha yaygın) yönde abartılmasına yol açabilir. Sosyal bağlam tarafından uygun hale getirilmiş dengeli, adaptif bir öz-zihinselleştirme (self-mentalizing) biçimi yoktur.
     
    BKB ve ASKB’li hastalar, zihinsel durumların dış göstergelerine daha fazla dikkat ederler ve otomatik zihinselleştirmeden kaynaklanan ilk fikirleri, kontrollü, reflektif zihinselleştirme (reflective mentalizing) tarafından kontrol edilmez. Örneğin, klinisyen camdan dışarı bakıyorsa, bu, klinisyenin hastayı ciddiye almadığı anlamına gelir. Reflektif zihinselleştirmenin yokluğunda dış özelliklere odaklanmak, kişilerarası aşırı duyarlılık ve hipervijilans yarattığı için bireyi sosyal bağlamlarda oldukça savunmasız hale getirir.

    BKB ve ASKB’de zihinselleştirici olmayan modların yeniden ortaya çıkışı

    Zihinselleştirmenin boyutları mekanizmalar açısından anomalileri yansıtabilirken, klinisyen bu işlev bozukluklarının sonuçlarını zihinselleştirici olmayan modlar olarak deneyimler. Bunlar üç tipik öznellik modunda gruplandırılır: psişik eşdeğerlik modu, teleolojik mod ve rol yapma modu (Fonagy ve Bateman, 2008).
     
    Zihinselleştirici olmayan modlar, danışma odasında ortaya çıkma eğiliminde oldukları ve hastanın deneyiminin temel yönlerini yansıttıklarından, klinisyenin tanıması ve anlaması için önemlidir. Bunları ele almak önemlidir çünkü bunlar kişilerarası zorluklara neden olur ve yıkıcı davranışlara yol açar. Genel anlamda, zihinselleştirici olmayan modlar BKB’de dalgalanır ve ASKB’de daha kalıcıdır. Newbury-Helps, Feigenbaum ve Fonagy (2017), ASKB’li kişilerde, suçlu olmayanlara göre suçlularda daha belirgin olan bir dizi zihinselleştirici protokol buldu.

    Psişik eşdeğerlik modu

    Psişik eşdeğerlik modunda (psychic equivalence mode), düşünceler ve duygular, hastanın olası alternatif bakış açılarını düşünmesinin son derece zor olduğu bir noktaya kadar “çok gerçek” hale gelir. Düşüncenin gerçek ve doğru olarak deneyimlenir, düşüncenin katılığına yol açan; yani, düşünceler gerçekler olarak ele alınır. Bu modda olan BKB ve ASKB’li hastalar, inançları hakkında ağır basan bir kesinlik duygusu tanımlarlar; örneğin, “Terapist benden hoşlanmıyor” veya “Ben çok kötü bir insanım”. Bu düşünce ve inançlarla tartışılamaz.

    Teleolojik mod

    Teleolojik modda (teleological mode), zihin durumları ancak sonuçları fiziksel olarak gözlemlenebilir olduğunda tanınır ve inanılır. Bu nedenle, birey zihin durumlarının varlığını ve potansiyel önemini fark edebilir, ancak bu fark fiziksel göstergelerle sınırlıdır. Örneğin, sevgi yalnızca bir dokunuş veya okşama eşliğindeyse gerçek olarak algılanır. BKB’li bir hasta, partnerinin bir kısa mesaja yanıt vermediği yakın tarihli bir olayı anlatırken, partnerinin mesaja yanıt vermemesinin “beni sevmediği anlamına geldiğini” söyleyebilir. ASKB’de, teleolojik işlev genellikle başkalarının güdülerinin nasıl anlaşıldığına yerleşmiştir (sen ne yaparsan osun); örneğin, sokakta kenara çekilmeyen biri, egemen olma ve meydan okuma kararlılığıyla kötü niyetlidir. Teleolojik mod, içsel-dışsal zihinselleştirme boyutunun, dışsal kutbuna doğru dengesizleşen hastalarda belirgindir. İnsanların (ve kendilerinin) nasıl davrandıklarını ve gerçekte yaptıkları açısından niyetlerinin ne olabileceğini anlamaya karşı büyük bir önyargıya sahiptirler.

    Rol yapma modu

    Rol yapma modunda (pretend mode), düşünceler ve duygular gerçeklikten kopar. Aşırıya kaçıldığında, bu derealizasyon ve dissosiyasyon duygularına yol açabilir. Rol yapma modundaki hastalar, sanki sahte bir dünya yaratıyormuş gibi, deneyimleri herhangi bir fiziksel veya maddi gerçeklikte bağlamsallaştırmadan ele alabilirler. Hasta, içsel kendilik durumlarına aşırı odaklandığı ve zihin durumları hakkında çok şey söyleyebileceği, ancak çok az gerçek anlamı veya gerçeklikle bağlantısı olan bir durum olarak, hipermentalize edebilir veya sahte zihinselleştirebilir (pseudomentalize). ASKB’de kendilik durumlarına odaklanma, paradoksal bir şekilde, örneğin şiddet içeren veya tehdit edici davranışların kendi kendine hizmet eden gerekçelendirmesiyle birlikte, başkalarının güdüleriyle ilgili olabilir. Bu modda olan hastalarla psikoterapiye girişmek, gerçek deneyimle hiçbir bağlantısı olmayan ve hiçbir değişiklik sağlamayacak olan uzun ama önemsiz iç deneyim tartışmalarına yol açabilir.
     
    Özetle, zihinselleştirme boyutlarındaki dengesizlikler, tahmin edilebileceği gibi, zihinselleştirici olmayan modları üretir. Duygu (duygulanım) bilişe baskın çıkarsa psişik eşdeğerlik kaçınılmazdır. Teleolojik mod, dışsal özelliklere özel bir odaklanmadan, içsel olanın ihmal edilmesine kadar uzanır. Rol yapma modu düşünme ve hipermentalizasyon; reflektif, açık, kontrollü zihinselleştirme iyi kurulmamışsa kaçınılmazdır.

    Bağlanma

    Bağlanma ilişkileri bağlamında gelişen kendilik algısı ve zihinselleştirme kapasitesinin her ikisi de zihinselleştirme temelli yaklaşımın merkezi bir ilkesidir (Fonagy ve Luyten, 2018). BKB ve ASKB’li hastalarda, erken (özellikle duygusal) ihmal, bozulmuş erken sosyal çevre ve istismarcı ve hatta acımasız aile ilişkileri gibi yaygın bir öykü vardır. Bunlar, bazı bireylerin tam zihinsel kapasiteler geliştirme becerisinin zayıflamasına katkıda bulunabilir. Takip eden olumsuzluk veya travma, kısmen bireyin insanlıktan çıkaran bir psikososyal ortama maruziyetini sınırlamak için yaptığı bir adaptif manevra olarak, kısmen de bağlanma hiperaktivasyonu ve düzensiz bağlanma stratejileri tarafından oluşturulan yüksek uyarılma düzeyinin, daha az iyi uygulanan ve daha az sağlam kurulan yüksek bilişsel kapasiteleri bozmaya hizmet etmesi nedeniyle zihinselleştirmeyi daha da bozabilir. Ek olarak, genetik etkiler zihinselleştirme aracılığıyla ifade edilebilir.
     
    Özetle, zihinselleştirme modeli, normalde kişilik bozukluğu terimi altında ele alınan zorluklar yelpazesini oluşturmak için bir dizi biyolojik, ailevi ve daha geniş sosyal bağlamsal etkinin alabileceği nihai bir ortak gelişimsel yola işaret eder(Fonagy ve diğerleri, 2015).

    Epistemik güven

    Zihinselleştirme ve terapötik değişim hakkındaki düşüncelerimizdeki en son teorik gelişmeler, klinik uygulamamıza nasıl yaklaştığımız konusunda önemli çıkarımlara sahiptir. Bu yeni düşünce, epistemik güven (epistemic trust) teorisini içerir. Kısacası, bu teori, sosyal dünya hakkında başka bir kişiden aldığımız bilgilere duyduğumuz güvenin sosyal ve duygusal önemini, yani sosyal bilgiyi gerçek ve kişisel olarak kendimizle ilgili olarak kabul edebilme derecemizi ve yollarını vurgular. Epistemik güvenin gelişimi, bağlanma süreçleriyle el ele gider; güvenli bağlanma bağı, başkalarından öğrenmeyi kolaylaştırmak için onlara güven açarken, güvensiz ve düzensiz bağlanmadaki etkileşim bu kapasiteyi azaltır. Bizim görüşümüz, BKB ve ASKB’de bu sürecin tehlikeye atıldığı yönündedir. Bu görüşün daha fazla tartışılması için bakınız: Fonagy, Luyten, and Allison (2015).

    Sonuç araştırmasından MBT için kanıt tabanı

    Araştırma, başlangıcından itibaren MBT ile entegre edilmiştir. Randomize kontrollü çalışmalar (RCT’ler), BKB, ASKB, yeme bozuklukları ve sınırda özelliklere sahip kendine zarar veren ergenlerde MBT’nin etkinliğini test etmiştir. Birleşik Krallık’ta kısmi bir hastane ortamında BKB için MBT’nin erken bir RCT’sinde (Bateman ve Fonagy, 1999, 2001), 18 aylık bir program, kendine zarar verme davranışında, ruh hallerinde ve kişilerarası işlevsellikte önemli ve kalıcı iyileşmeler ve hizmet kullanımında azalma ile ilişkilendirildi. BKB tedavisi, tedaviden sonra önemli maliyet tasarrufu göstermiştir (Bateman ve Fonagy, 2003) ve 8 yıllık bir takip, MBT alan hastaların, olağan tedavi (TAU: treatment as usual) gören kontrol grubundan daha iyi kaldığını bulmuştur (Bateman ve Fonagy, 2008).
     
    Birleşik Krallık’ta, BKB’li yetişkinler (Bateman ve Fonagy, 2009) ve büyük çoğunluğu BKB kriterlerini karşılayan (Rossouw ve Fonagy, 2012) kendine zarar verme ile klinik hizmetlere başvuran ergenler ile ayaktan MBT ile ilgili iki iyi kontrollü tek-kör randomize çalışma gerçekleştirilmiştir. İkinci denemede, katılımcılara ergenler için tasarlanmış bir MBT formu (MBT-A) verildi. Her iki denemede de MBT, kendine zarar vermeyi (intihar eğilimi dahil) ve depresyonu azaltmada TAU’dan üstün olduğunu kanıtladı. İyileşmeye, zihinselleştirme seviyelerinin artması, bağlanmadan kaçınmanın azalması ve BKB’nin özelliklerinde azalma aracılık etti.
     
    Daha yeni üç çalışma, BKB’li hastalarda MBT için daha fazla destek sağlamıştır. Danimarka’da bir RCT, BKB teşhisi konan hastalar için her ikisi de psikoeğitim ve ilaç tedavisi ile birlikte verilen daha az yoğun, manuelize destekleyici bir grup terapisine karşı MBT’nin etkililiğini araştırdı (Jørgensen ve ark., 2013). Danimarka’da yapılan başka bir çalışmada (Petersen ve ark., 2010), kısmi hastaneye yatırılan ve ardından MBT grup terapisi ile tedavi edilen bir hasta grubu, 2 yıl sonra bir dizi ölçümde önemli iyileşmeler gösterdi ve 2 yıllık takipte daha fazla iyileşme gösterdi.
     
    Bales ve ark. (2012) tarafından Hollanda’da yapılan bir natüralistik çalışma, tedavinin sonunda orta ila büyük etki büyüklükleri gösterdi ve yazarlar eşleştirilmiş kontrol dizaynı kullandıklarında, MBT’nin diğer özel psikoterapötik tedavilerden daha büyük etki büyüklüklerine sahip olduğunu buldu (Bales ve ark., 2015). Hollanda’da yapılan bir başka natüralistik çalışma, 14-18 yaş aralığındaki 11 kız ergende sınırda semptomlarla yatarak MBT-A’nın uygulanabilirliğini ve etkinliğini inceledi (Laurenssen ve ark., 2014). Sonuçlar, tedavinin başlamasından 12 ay sonra semptomlarda önemli azalmalar ve kişilik işlevlerinde ve yaşam kalitesinde iyileşmeler olduğunu gösterdi.
     
    TAU ile karşılaştırıldığında MBT alan ASKB’li kişiler için daha iyi sonuçlar, Birleşik Krallık’ta kesin bir çok merkezli denemeye yol açmıştır (Bateman, O’Connell, Lorenzini, Gardner ve Fonagy, 2016). Son olarak, Birleşik Krallık’ta yeme bozuklukları ve dürtüsel BKB özellikleri olan yetişkinlerin tedavisinde MBT’yi uzman destekleyici klinik yaklaşım ile karşılaştıran bir RCT bildirilmiştir (Robinson ve ark., 2016). Her iki müdahale de yeme bozukluğu semptomlarında azalma sağladı, ancak MBT, dış görünüş ve kilo endişesinde daha büyük azalma ile ilişkilendirildi.

    Zihinselleştirme temelli tedavide klinik yaklaşım

    MBT, birleşik bireysel ve grup terapisi olarak işlevselleştirilmiştir, ancak şimdi genellikle tek bir modda verilmektedir. BKB için kanıta dayalı program 18 aylık bir süre boyunca haftalık bireysel ve grup terapisi olarak düzenlendi. ASKB için MBT, klinisyenin veya hastanın isteği üzerine 1 yıllık bir süre boyunca ayda en fazla bir kez bireysel seans ile haftalık grup terapisinden oluşur. MBT, klinisyenin epistemik güveni kolaylaştıran bir tedavi çerçevesi ve ortamı geliştirmesini gerektirir. Bunu yapmak için, klinisyen hastanın içsel durumlarının bağıl ve belirgin bir şekilde ele alınmasına odaklanır, çünkü zihinselleştirilmiş hissetmek en güçlü açık ipucudur. Hastanın kişilerarası süreçleri ve güncel yaşam olayları bu sürecin içeriğini oluşturur.
     
    Başlangıçta, MBT yönlendirici ve bilgilendirici bir yaklaşım benimser (Bateman ve Fonagy, 2016). MBT, klinisyenin ve hastanın aşağıdakileri yapmasını gerektirir:

    1. Değerlendirme sürecinin başlarında işbirliği içinde bir formülasyon geliştirin (daha sonraki “İşbirlikçi süreç ve formülasyon” bölümüne bakın).
    2. Hastaya özel örnekler kullanarak, boyutsal katılık ve zihinselleştirici olmayan modlar açısından zihinselleştirici güvenlik açıklarını belirleyin. Zihinsel öğrenme kaybına giden yollar, dikkatle izlenmesi gereken güvenlik açığı noktaları olarak belirlenir ve tespit edilir.
    3. Tanıyı hastanın semptomları ve öyküsü açısından tartışın. Teşhis, semptomların değişkenliğinin anlaşılabileceği bir mercek üzerinde anlaşmaktan daha az önemlidir.
    4. Bağlanma örüntülerini ve bunların mevcut ilişkilerde nasıl ortaya çıktığını haritalandırın. Bağlanma stratejilerinin belirlenmesi, hasta ve klinisyenin tedavi sırasında ve hastanın kişilerarası etkileşimlerinde bunların yerleşimini tanıması için çok önemlidir.
    5. Hastayı, psikoeğitimi bazı kişilerarası süreçlerle birleştiren bir giriş aşamasına dahil edin. MBT-Giriş grubu (Bateman ve Fonagy, 2016) hastaya ve klinisyene BKB’yi ve tüm tedavi sürecini anlamak için ortak bir çerçeve sunar.
    6. Problemlerin gelişimsel bir anlatısını oluşturun. Hastanın geçmişi ve bağlamı, sorunlara şefkatli bir bakış açısını destekler.
    7. Tedavi’nin hasta için neyin önemli olduğu ile ilgili olması için hastayla ilgili hedefler üzerinde ortaklaşa anlaşın. Bu amaçla ASKB için MBT, hastanın terapiyi, terapistin veya yerleşik bir değer sisteminin dayatması olarak deneyimlememesini sağlamak için hasta ve klinisyenden birlikte çalışmasını, hastanın mevcut ve umulan değerlerini belirlemesini ister.

    Özünde, tedavinin ilk aşamasında açıklamaların ve önerilerin ve değer odaklı bir klinik anlaşma geliştirme sürecinin, hastaya iletilen bilgilerin kendileriyle olan ilgisini gösteren açık ipuçları olduğunu öneriyoruz. Bunlar, hastada terapötik durumda klinisyen tarafından kişisel olarak tanınma hissini tetiklemeye hizmet eder.
     
    MBT, hasta ile bir bağlanma ilişkisinin geliştirilmesi etrafında yapılandırılmış, organize edilmiş, hastanın içsel zihinsel süreçlerine anbean deneyimlendiği şekliyle dikkatli bir odak sunar ve hasta ile klinisyen arasındaki ilişkideki kopmaların aktif onarımı ile terapötik ittifakı vurgular.

    İlkeler

    Klinisyen, zihinselleştirmeyi artırmak ve zihinselleştirmenin iyatrojenik olarak azaltılmasını önlemek için çerçevelenmiş bir dizi ilkeyi takip eder. Bunlar Kutu 9.1’de listelenmiştir ve Bateman ve Fonagy (2016) ‘da ayrıntılı olarak tartışılmıştır.

    İşbirlikçi süreç ve formülasyon

    Formülasyon ağırlıklı olarak işbirlikçi bir klinik anlaşmadır. Klinisyen tarafından yazılır ve hasta ile paylaşılır ve yeni durumlar geliştikçe düzenli olarak revize edilir. Hastanın formülasyon içinde kendini tanıması önemlidir. Hastanın güçlü yönleri vurgulanarak olumlu bir bakış açısıyla yazılır. Aşağıda tanımlanan alanlardan bazılarının gelişimsel savunmasızlıklar açısından ifade edilen bilgilerini içerir (örneğin, “Tüm bu deneyimlerle hassaslaşmış olmanız ve ilişkilerinizde, duygularınızı yönetmede ve eylemlerinizi kontrol etmede sorunlar yaşamanız anlaşılabilir”).
    Kutu 9.1 MBT ilkeleri
    Birincil amaç, hastanın kendini ve ötekileri zihinselleştirme kapasitesini arttırmaktır.
    Hastanın uyarılma seviyelerini yönetin.
    Hastanın davranışlarına değil, zihnine odaklanın.
    Hastanın zihinselleştirme kapasitesini izleyin ve hastanın zihinselleştirme düzeyiyle tutarlı müdahaleler kullanın.
    Zihinselleştirme kutuplarındaki dengesizlikleri belirleyin ve dengeyi yeniden kazanmak için müdahale edin.
    Davranışlara (örneğin, kendine zarar verme, şiddet) yol açan zihinsel kırılganlık anlarını araştırın.
    Güncel olayları ve anlık zihin durumlarını ele alın.
    Tüm müdahalelerde belirginliği ve bağıllığı göz önünde bulundurun.
    Empatik doğrulama ile başlayıp, keşfetme, netleştirme ve meydan okuma ile devam eden, duygu tanımlama ve duygu odaklılığı ile devam eden ve klinisyen-hasta ilişkisinin kendisini zihinselleştiren aşamalı bir müdahale süreci kullanın.
    Klinisyen her zaman kendi zihinselliğini sürdürmeli veya yeniden kazanmalıdır.
    Yapma:
    Hastadaki zihinselleştirmemeyi, klinisyendeki yüksek düzey zihinselleştirme ile karşılayın..
    Hastanın zihinselleştirici olmayan davranışlarını detaylandırın.
    İntihar veya şiddet içeren davranışlar veya tedaviye katılım ve tedavinin devamı ile ilgili tehditler gibi risk faktörleri
    BKB’de genellikle güvensiz, endişeli-kaçınan/endişeli-kaygılı (preoccupied) ve stratejiler etkinleştirildiğinde ASKB’de belirgin düzensizlik olan bağlanma örüntüleri
    Öz kimlik, yani hastanın kendini ve ötekileri nasıl gördüğü. BKB’de hasta kimlik karmaşası gösterebilir; ASKB’de kendilik durumları, gerçeklikle hiçbir bağlantısı olmayan rol yapma modunda tutulabilir; Örneğin, narsist ve gösterişli bir kendiliğe öncelik verilir ve buna yönelik herhangi bir tehdit, reddetme ile cevaplanır.
    Zihinselleştirme güçleri (mentalizing strengths) ve zihinselleştirici olmayan zayıflıklar (nonmentalizing vulnerabilities), zihinselleştirme ve zihinselleştirici olmayan döngüler gibi (daha sonra bakınız)
    Terapide acil kısa vadeli hedefler, dış dünyadaki hedeflerle ilişkili olarak yerleştirilir.

    Zihinselleştirici olmayan sürecin tanımlanması

    MBT klinisyeni, zihinselleştirici olmayan sürecin iniş çıkışlarına karşı duyarlı hale gelir. Daha önce tartışılan üç ana zihinselleştirici olmayan mod birbirini dışlayıcı değildir; aslında, kendilerini saf biçimde göstermekten ziyade iç içe geçme olasılıkları daha yüksektir. MBT teknikleri, hastanın onları daha iyi yönetmesine yardımcı olmak için zihinselleştirici olmayan modları hedef alırken aynı zamanda ortaya çıktıklarında onları neyin tetiklediğini keşfeder. Zihinselleştirici olmayan modları ele almak kısmen genel klinik duruşa gömülüdür ve kısmen özel müdahale gerektirir.

    Zihinselleştirici olmayan modlar için müdahaleler

    Psişik eşdeğerlikte, hastanın zihni sabittir ve alternatif bakış açılarını tanıma kapasitesi yoktur. Bu, hastanın inancının geçerliliğinin yorumlanmasını ve hatta bilişsel olarak değerlendirilmesini içeren karmaşık ifadelerin, hastanın kavrayışının dışında olacağı anlamına gelir. Bu tür müdahaleler, hasta tarafından anlaşılması için daha yüksek düzeyde bir zihinselleştirme gerektirir. Temel olarak, hasta mevcut durumu hakkında düşünebilmeli ve bu tür müdahalelerin yararlı olup olmadığını değerlendirebilmelidir. MBT klinisyeni başlangıçta psişik eşdeğerlik inancını araştırabilir ve hastanın anlayışının kesinliğini sorgulayabilir, ancak psişik eşdeğerlik ile tartışmak kontrendikedir. Bunun yerine, klinisyen bağlantılı bir zihinsel işlev alanında zihinselleştirmeyi teşvik etmeye çalışır. Örneğin, konu hastanın partneri ile ilgiliyse ve hastanın inancının katılığı sevilmemekle ilgiliyse, örneğin hastadan partneriyle olan ilişkisinin birkaç hafta önce nasıl olduğunu gözden geçirmesini istemek gibi bir dolambaçlı yol almak daha iyidir. Bu biraz düşünmeye izin verirse, mevcut ilişki bu bakış açısından keşfedilebilir. Klinisyen, hastanın zihinsel süreçleri teleolojik süreçle aşılandığında benzer bir sürece girer. Rol yapma moduyla çalışmak biraz farklıdır. Klinisyenin farkında olmadan rol yapma moduna katılma olasılığı daha yüksektir – gerçekte hiçbir temeli olmayan düşünce ve duyguları keşfetmeye girerek – ancak bunu yapmaktan kaçınmalıdır. Daha spesifik olarak, klinisyen, önce nazikçe, sonra daha ısrarlı bir şekilde rol yapma moduna meydan okumaya başlamalıdır.

    Bilmeme duruşu

    Bilmeme duruşu (not-knowing stance), MBT klinisyeninin eşitlik ve işbirliği perspektifinden özgün bir şekilde çalışmasını gerektirir, çünkü klinisyen kendisinin veya ötekilerin zihin durumlarında gerçekte neler olup bittiğini asla bilemez. Klinisyen bilgi birikimine sahiptir ve birçok yönden uzmandır, ancak zihinsel durumların opaklığına saygı duymalıdır. Hem hasta hem de klinisyen, ruhsal durum deneyiminin etkileyici olduğunu kabul etmelidir. Klinisyen, anlamasa bile hastanın deneyiminin geçerliliğini kabul etmek zorundadır. Klinisyenin hastayı anlaması ya da anlaşılmaz gibi görünen bir şeyi anlamlandırması gerekmez. Bu, klinisyenin hastanın ne hakkında konuştuğunu anlamaması durumunda asla endişelenmemesi gerektiği anlamına gelir. Klinisyen hastanın ne hakkında konuştuğunu bilmiyorsa, parçaları bir araya getirmeye çalışmaz, ancak “Biliyorsun, burada gerçek bir sorun yaşıyorum. Bunu takip edemiyorum, bir araya getiremiyorum. Tekrar deneyebilir miyiz?”
     
    Bilmeme, zihinsel süreç ve deneyim hakkındaki merakı artırmak için önemli bir terapötik tutumdur. Merak, klinisyen tarafından kendi zihin durumları üzerinde düşünme yoluyla yargılamadan ve deneyimin empatik kabulüyle modellenir.

    Zihinselleştirme kutupları

    MBT klinisyeni diyalogdaki zihinselleştirmeme göstergelerine ayak uydurur; örneğin, mutlakların veya basitleştirilmiş, aşırı belirlenmiş açıklamaların aşırı kullanımı ve zihinselleştirme, zihinselleştirmenin kutuplarından birinde takılıp kaldığında ortaya çıkan zihinsel katılık. Örneğin, hasta aşırı derecede ötekine–dışa odaklanmışsa ve klinisyenin hareketlerini dikkatle izliyorsa, klinisyen diyaloğu içsel bir duruma (kendi veya başkası) yönlendirerek bunun daha fazla düşünme (reflection) aşılayıp aşılamadığını bulmaya çalışır.

    Bir klinisyen arkasını döndü ve koridordan danışma odasına doğru yürürken ASKB’li hastasıyla konuştu. Oturdukları sırada hasta, klinisyenin hastaya bakmak için arkasını dönmemesi veya koridorda yürürken onunla konuşmaması gerektiğini zorlayıcı bir şekilde belirtti. Klinisyen geriye doğru bakışının hastaya ne yaptığını sordu – hastayı “öteki-dış” odağını dengelemek için “kendilik-iç” üzerine odaklamak için bir müdahale. Hasta odağını klinisyende (öteki) tuttu, bu nedenle klinisyen hastanın “diğer-dış” odağını, sadece sosyal bir jest olarak döndüğünü ve herhangi bir güncendirmeye sebep olmak istemediğini söyleyerek kabul etti. Bunu yaptıktan sonra, klinisyen, hastadan geriye doğru bir bakışla ne yaşadığını anlatmasını isteyerek zihinselleştirme odağının bir kısmını yeniden dengelemeye çalıştı.
     
    Aynı müdahale ilkesi, bir hasta aşırı bilişsel ise de geçerlidir. MBT klinisyeni, örneğin pratik bir problemi çözerken, belirli zamanlarda bilişsel kutupta sabitlenmenin önemli olabileceğini kabul ederken, duygusal deneyimin kullanımından yararlanarak bunu dengeler. Duygusal kutba yapılan bu hareket, formülsel hale gelmeden, örneğin birine sürekli olarak nasıl hissettiğini sorarak zor olabilir. Bu, nasıl hissettiklerini bilmeyen hastalar için rahatsız edicidir ve genellikle daha fazla zihinselleştirmeyi teşvik etmek açısından kısır bir müdahaledir. MBT klinisyeni için önemli faktör, zihinsel işlemenin bilişsel mi yoksa duygusal mı olduğundan ziyade, zihinselleştirmenin kalitesidir – yani sabit ve katı hale gelip gelmediğidir. MBT, klinisyenin, hasta sınırlı esneklikle bilişsel rasyonel bir sürece sabitlendiğinde kişilerarası duygulanımı artırmasını ve tersine, hasta duygusal düzensizliğe hapsolduğunda bilişsel işlemeyi artırmasını önermektedir. Bilişsel kutuptan hareket etmek için, klinisyen diyalogda giderek daha fazla ilişkisel müdahaleler kullanır; diğer tarafa geçmek için, klinisyen ilişkisel bileşeni azaltır ve giderek daha pratik veya rasyonel hale gelir. Bu müdahalelerin amacı, zihinselleştirme sürecini daha esnek, bağlama daha duyarlı ve giderek daha örtük hale getirmektir.

    Zihinselleştiren ve zihinsel olmayan döngüler

    Klinisyen, hastayla ortak zihinsel olmayan “döngüler” (loops) belirler. Bunlar, hastanın zihinselleştirmesinin azalmasına yol açan, genellikle belirli bir psişik eşdeğerlik biçiminde olan ortak kişilerarası etkileşimlerdir; bu da kendi içinde acı verici içsel durumlara (örneğin, utanç) yol açar ve bu da diğer kişinin kontrolüne, zorlayıcı davranışa veya şiddete yol açar. Zihinselleştirme boyutlarıyla desteklenen bu döngülerde, BKB ve ASKB arasındaki zihinselleştirme farklılıkları klinisyene açıktır. BKB’li kişiler genellikle düşük bilişsel zihinselleştirme seviyeleriyle aşırı duygusal zihinselleştirme gösterirler, bu nedenle düşük bir kendilik duygusuna sahipken ötekilere karşı hassas hale gelirler. Klinik müdahale, hastanın daha güçlü zihinselleştirme geliştirerek ve duyguların bilişsel kontrolünü artırarak duygusal düzensizliği yönetmesine yardımcı olmaya odaklanır ve bunun yanı sıra daha iyi bir kendilik-diğer farklılaştırması sağlar.
     
    ASKB’de, kendiliğin ve ötekinin daha yüksek bilişsel zihinselleştirmesinin, bazen ötekilerin sömürülmesi veya kontrolü ile birleştirilmesi muhtemeldir. Bu genellikle ötekiler için duygusal empati eksikliği ile bağlantılıdır. Bu nedenle klinik olarak görev, hastanın kendini duygusal olarak zihinselleştirmesini ve ötekiler için empatinin duygusal bileşenini arttırmaktır. MBT, bu zihinselleştirici olmayan döngüyü tanımlamaya ve daha zihinsel bir döngüyü artırmaya odaklanmayı önerir – kişinin kendi duygularını anlaması, diğer kişinin duygularını tanıması ve ardından kişilerarası davranışın daha yapıcı hale geldiği ölçüde diğerinin deneyimiyle empati kurması. Amaç, hastanın başkaları üzerindeki etkisiyle kısıtlanmasıdır, böylece örneğin hasta, birini üzdüğünde veya korkuttuğunda umursar. Bu, hastalardan başlangıçta kendilerinin ve birbirlerinin duygularını ve altta yatan zihinsel durumlarını tanımlamalarının istendiği grup terapisinde yapılır.

    Oturumların yörüngesi

    Son olarak, MBT sadece tedavi programının genel bir yapısına sahip olmakla kalmaz (Bateman ve Fonagy, 2016 tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır), aynı zamanda her seans için bir yörünge (trajectory) önerir. Her seansta, destekleyici bir konumdan daha ilişkisel, öznel bir deneyimsel sürece doğru önerilen bir adım adım hareket vardır. MBT klinisyeninin, genel bir ilke olarak, daha ilişkisel bir odağa geçmeden önce empatik ve destekleyici bir konumdan başlaması gerekir. Klinisyenin öncelikle hastanın deneyiminin öznel gerçeğini bulması ve bunu hastanın bakış açısından anladığını göstermesi gerekir. Ancak o zaman klinisyen “hastanın yanında oturabilir”, böylece klinisyen ve hasta, hastanın öyküsüne ve öznel deneyimine ortak bir bakış açısından bakmaya başlar.
     
    Klinisyen, kendisinin ve hastanın ortak bir duygusal platforma sahip olduğunu hisseder hissetmez, zihinsel durumların açıklığa kavuşturulmasıyla bir keşif ve detaylandırma süreci gerçekleşir. Netleştirme (clarification), olaylar sırasında deneyimlenen değişen zihinsel durumlara vurgu yaparak, sürecin zaman içinde izlenmesi ve kararların sonunda değişken olabileceği, ancak yine de değer taşıyabileceği kabul edilerek olayların yeniden yapılandırılmasını gerektirir.
     
    MBT’de meydan okumanın (challenge) mantıklı kullanımı da tavsiye edilir. Meydan okuma, özellikle daha önce de belirtildiği gibi, hasta rol yapma modundayken çok önemli bir müdahaledir. Zorluk için bir dizi gösterge var. İlk olarak, bir hasta sürekli olarak zihinsel olmayan bir modda olduğunda özellikle düşünülmelidir. Bu, özellikle hasta uzun süreli rol yapma modundaysa, hastanın kendi anlatısına soru sormadan veya düşünmeden inanma tehlikesi altındaysa geçerli olabilir. MBT’de bir müdahale olarak meydan okumanın belirli tanımlanmış özellikleri vardır. Neredeyse her zaman mevcut terapi diyaloğunun dışındadır, bu yüzden “beklenmedik bir şekilde ortaya çıkar”. Amaç, hastanın şaşırması ve rol yapma modundan aniden çıkmasıdır.
     
    Klinisyen ve hasta zihinselleştirici bir etkileşimi sürdürebildiğinde, MBT duygulanım ve kişilerarası alana artan bir odaklanma önermektedir. Bu, duygusal yoğunluğu arttırma etkisine sahiptir; bu koşullar altında zihinselleştirme sürdürülürse, MBT klinisyeni daha sonra ilişkiyi zihinselleştirmeye geçebilir. Bu hareketin amacı, seansta BKB’li hastanın çekirdek hassasiyetini (core sensitivity) yeniden oluşturmaktır. BKB’li kişiler, kişilerarası sürece karşı oldukça hassastır; kişilerarası alandaki uyarılma, BKB’nin karakteristiği olan duygusal düzensizliğin çoğunu tetikler ve bu da zihinsel işlemeyi daha da bozar. BKB için MBT, kişilerarası işleme, yani ilişkisel zihinselleştirme etrafında daha sağlam bir zihinselleştirme oluşturmak için bu duyarlılık alanına odaklanır. İlişkiyi zihinselleştirmenin amacı, zihinselleştirmeyi sürdürürken hastayla olan duygusal kişilerarası deneyimi arttırmaktır, çünkü bu, BKB’li kişiler için kişilerarası zorluğun özüdür.
     
    Hasta, hastanın dış ilişkilerinde önemli olan hasta-klinisyen ilişkisi bağlamında çarpıcı bir şey söylerse, klinisyenin ilk görevi hastanın deneyimini doğrulamaktır. Hastanın klinisyeni nasıl gördüğünün doğruluğu ne durumda; klinisyen ne açıdan öyleydi?
     
    BKB’li bir hasta klinisyenine, klinisyenin çok mütevazı olduğunu söyledi. Bu deneyimi doğrulamak için klinisyen hastaya “çok” mütevazı olan ne yaptığını sordu. Hasta, klinisyenin zaman zaman kendini savunmadığını ve özellikle zor ve sinirli olduğunu bildiğinde eleştirilerini çok kolay kabul ettiğini açıkladı. Klinisyen ve hasta birlikte bunun yakın tarihli bir örneğini belirledi ve klinisyen hastanın deneyimindeki rolünü kabul etti. Önemli olan, bunu bir çarpıtma olarak sorgulamamasıydı; klinisyenin tutumunun katkıda bulunduğu geçerli bir deneyimdi. Daha sonra, klinisyen, hastanın çok mütevazı bir klinisyenle çalışmasının nasıl bir şey olduğunu belirlemek zorundaydı – çok mütevazı gördüğü bir klinisyene sahip olmasının ne önemi vardı? Aslında önemli olmamalıydı, ancak onun için önemli görünüyordu. Hastanın internette klinisyenin bir konferansta konuştuğu videoyu izlediği ortaya çıktı ve onu o kadar mütevazı olarak deneyimlemişti ki, profesyonel eleştiriler karşısında kendini savunamayacağını hissetti. Bu deneyim onun kendine zarar vermesine yol açmıştı ve bu da sorunun onun için ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu.
     
    MBT klinisyeninin şimdi alternatif bir bakış açısına veya en azından ne olduğuna dair daha karmaşık bir anlayışa ulaşmaya çalışmak için bu hassas alanı keşfetmesi gerekiyor. Bu senaryoda gerçekte olan şey, hastanın, klinisyenin kendi başarılarından gurur duyamaması durumunda, kendi hayatındaki başarılarını boşuna, anlamsız olaylara indirgediğini hissetmesiydi, çünkü bunları klinisyeninkilerle karşılaştırıldığında önemsiz görüyordu. Bunu psişik denklikte deneyimledi, bu yüzden başarılarını tamamen yararsız olarak deneyimlemesi, onun işe yaramaz, anlamsız ve hayatta bir hiç olduğu anlamına gelmişti. Bu, MBT’de alternatif bir bakış açısıdır. İlişkiyi zihinselleştirmek, içgörü anlamında bir yorum değildir; ilişki içinde, yavaş yavaş gelişen bir ilişkisel sürece girerek olanlar hakkında anlamlı bir karmaşıklık yaratma girişimidir. Klinisyen her zaman hastanın alternatif bakış açısına verdiği tepkiyi izler.
     
    MBT’deki ilişkiyi zihinselleştirmeye dikkatle yaklaşılmalıdır. Klinisyen tarafından uyarılan yan etkiler yaygındır. Örneğin, hastanın deneyimi klinisyen tarafından bir çarpıtma olarak görülür ve hasta yabancılaşır; süreç, hem hastanın hem de klinisyenin derinlemesine çalıştıklarına inandıkları, ancak aslında akıllıca bir bilişsel çalışma içinde oldukları ama her ikisinin de gerçeklikle bağlantılarını kaybettikleri, birlikte geliştirilen bir rol yapma modu haline gelir.
     
    MBT, karşı ilişkiyi (counterrelationship) (veya karşı-aktarımı) zihinselleştirmenin bileşenlerini yönetme ve bunlarla çalışma konusunda açıktır. Karşı ilişkiyi zihinselleştirmek – esasen, hastayla yapılan alışverişler yoluyla klinisyende uyandırılan duyguları kullanmak – klinisyenin öz farkındalığını gerektirir. Bazı klinisyenler, terapide deneyimlediklerinin çoğunun hastayla ilgili olduğunu düşündükleri bir öz referans durumuna geçerler. Bu varsayılan moda direnilmesi gerekir ve klinisyenlerin, kendi zihinsel durumlarının hastanın zihinsel durumlarına ilişkin anlayışlarını gereğinden fazla renklendirebileceği ve bu zihinsel durumları yeterli temel olmadan eşitleme eğiliminde olabilecekleri gerçeğine dikkat etmeleri gerekir. Bu nedenle klinisyen duygularını “karantinaya almak” zorundadır. Klinisyenin “karantinaya alma” şekli, klinisyenin seanslarda sahip olduğu ve zihinsel süreçler hakkında daha fazla anlayış geliştirebileceğini düşündüğü hem duygusal hem de bilişsel deneyimler olarak tanımlanan MBT’nin karşı-aktarıma yönelik teknik yaklaşımını etkiler. Klinisyendeki duygular başlangıçta projektif süreçlerin bir sonucu olarak kabul edilmez ve klinisyen bu deneyimleri kendi deneyimleri olarak net bir şekilde tanımlamalıdır; yani, “işaretlemelidir”. Karşı ilişkiyi ifade etmenin amacı, ikili etkileşimi daha ayrıntılı olarak keşfetmek, zihin durumlarının zihin durumlarını nasıl etkilediğini araştırmaktır. Örnek olarak, tehditkar bir tutum sergileyen bir hasta, klinisyende bir ihtiyatlılık veya korku duygusu uyandıracaktır ve hastanın ilişkilerini değiştirmesi gerekiyorsa bu etkileşimi hemen keşfetmesi önemli olacaktır.

    Özet

    MBT, sinirbilim ve bağlanma araştırmalarından türetilen teorik bir çerçeveye dayanmaktadır. Müdahalenin odak noktası, özellikle ilişkilerde zihinsel gelişime karşı savunmasızlıktan kaynaklanan zorlukları olan BKB ve ASKB’li hastalarda zihinselleştirme süreçlerinin istikrarını arttırmaktır. Tedavi, araştırmaya dayalı bir protokole göre yapılandırılır ve zihinselleştirici olmayan atakların tetikleyicilerinin tanımlanması etrafında düzenlenir. İlişkisel bir süreç, hastaların yakın ilişkilerde ve stresli etkileşimler sırasında duygularını ve zihinselleştirmelerini sürdürme becerilerini geliştirmek için kullanılır.

  • Panik Odaklı Psikodinamik Psikoterapi – Genişletilmiş Kapsam (8. Bölüm)

    Fredric N. Busch ve Barbara L. Milrod

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 8. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Panik odaklı psikodinamik psikoterapi (PFPP), panik bozukluğu ve agorafobi ile ilişkili semptomların temel psikodinamik çatışmalarını ve anlamlarını detaylandırmak ve panik semptomlarına odaklanmak amacıyla daha açık uçlu psikodinamik yaklaşımları değiştirmek için geliştirilmiştir (Busch, Milrod, Singer ve Aronson, 2012). Bu tedavi, DSM-5 (Amerikan Psikiyatri Birliği, 2013) anksiyete bozuklukları, C kümesi kişilik bozuklukları ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) gibi çeşitli bozukluklarda belirgin olarak ortaya çıkan dinamiklerin tanımlanmasıyla genişletilmiştir (Panik odaklı psikodinamik psikoterapi genişletilmiş kapsamı; PFPP-XR) (Busch ve ark., 2012). PFPP, 12 haftalık, 24 seanslık bir psikoterapi olarak randomize kontrollü çalışmalarda yeterlik testine tabi tutulmuş ve agorafobili ve agorafobisiz panik bozukluğunun tedavisinde yeterlilik göstermiştir (Milrod ve ark., 2007; Subic-Wrana, Knebel ve Beutel, 2010). Bilişsel-davranışçı terapi ve uygulamalı gevşeme eğitimi ile karşılaştırmalı olarak da çalışılmıştır (Milrod ve ark., 2016) ve kanıta dayalı tıp kriterlerini karşılamaktadır.

    Panik ve anksiyete bozuklukları için psikodinamik bir formülasyon

    Busch, Cooper, Klerman, Shapiro ve Shear (1991), Shear, Cooper, Klerman, Busch ve Shapiro (1993) ve Milrod, Busch, Cooper ve Shapiro (1997) panik bozukluğunun altında yatan bir dizi dinamik psikolojik kümelenmeleri ifade etmiştir. Bu psikodinamik formülasyona göre, genetik temelli kırılganlık (vulnerability) ve önemli gelişimsel deneyimlerin bir kombinasyonu, panik bozukluğunun başlangıcı ve sürekliliğinin yanı sıra bir dizi anksiyete bozukluğuna karşı psikolojik kırılganlıklara katkıda bulunur. Bu koşullardaki çocuklar özellikle ayrılık tehdidi altında hissetmekte ve güvenilmez ya da reddedici olarak deneyimledikleri (ve genellikle bazı açılardan öyle olan) bakıcılarına karşı korkulu bir bağımlılık duygusu geliştirmektedir. Özerklik geliştirmeye yönelik normal çabalar, ayrılık ve birincil bağlanma figürlerinin sembolik kaybıyla olan bağlantıları nedeniyle kaygı ve çatışma yaratır. Bu tür çabalar, kendi ayrılma ve bağlanma düzensizlikleri nedeniyle çocuklukta ebeveynler için yüksek kaygı durumları oluşturmuş olabilir. Çocuklar öfkeli duygular ve fanteziler konusunda korkuya ve suçluluğa kapılmakta, bunların bakıcıları veya ebeveynleriyle ilişkilerini bozacağından veya zarar vereceğinden korkmaktadır. İnkar, tepki oluşturma ve geri alma gibi savunma mekanizmaları, öfkeli duygu ve fantezilerden kaynaklanan tehdidi azaltmak ve temel bağlanma ilişkilerinde daha fazla güvenlik hissi sağlamak için bilinçsiz bir çabayla tetiklenir (Busch, Shear, Cooper, Shapiro ve Leon, 1995), ancak bu görünüşte yıkıcı fantezilerin potansiyel bilinçli ortaya çıkışı kalıcı kaygı ve suçluluğa neden olur.

    Buna ek olarak, zihinselleştirme, yani davranışların zihinsel durumlardan kaynaklandığını kavrama kapasitesi (Fonagy & Target, 1997), bu kaygılı hastalarda bakımverenlerle yaşanan duygulardan ve korkutucu deneyimlerden kaçınma nedeniyle bozulur. Zihinselleştirme kapasitesinin eksikliği, yoğun bağlanma ilişkilerinde ortaya çıkan ilgili duygu ve düşünceleri tanımlama becerisini engeller ve genellikle çatışmaların somatik biçimde ifade edilmesine katkıda bulunur. Yetişkinlikte, algılanan bağlanma tehditleri, kolayca tanımlanamayan veya yönetilemeyen zihinselleştirme kapasitesinin kapanmasıyla birlikte gerilemeye ve öfke, kaygı ve suçluluk duygusunun artmasına neden olarak nihayetinde paniğe yol açar. Ortaya çıkan panik ataklar, öfkeli fanteziler için bir ceza, kendiliğin zayıf ve hasarlı olarak sunulması yoluyla öfkeye karşı bir savunma (bu hastalar için genellikle sakinleştirici bir fantezi) ve yardım çağrısında bulunarak çekirdek bağlanma figürlerinden daha gerilemiş, çocuksu bir bakım talep etme işlevi görebilir.

    Başka DSM-5 anksiyete bozuklukları olan hastalar, panik bozukluğu olan hastalarda tipik olarak bulunanlarla çeşitli derecelerde örtüşen dinamik kümelenmelere sahiptir. Anksiyete bozukluğu olan hastalar kendilerini yetersiz ve etkisiz olarak görmeye yatkındır ve güvenlikleri ve hatta hayatta kalmaları için başka bir kişinin gerekli olduğuna inanırlar. Bu kendilik temsilleri, genellikle yakın bağlanma ilişkilerine tehdit olarak algılanan daha fazla özerklik korkusu veya öfkeli duygular tarafından tetiklenir. Ayrıca, belirli çatışmalar DSM-5 anksiyete bozukluğu olan hastalar arasında daha karakteristik olarak öne çıkabilir. Örneğin, sosyal fobisi olan hastalar genellikle telafi edici büyüklenmeci fantezileri ve teşhirci istekleri tetikleyen altta yatan bir yetersizlik duygusuyla mücadele eder. Büyüklenmeci ve teşhirci fanteziler çatışma ve suçluluk yaratabilir ve gerçek sosyal durumlarda hayal kırıklığı ve aşırı özeleştiri duygularına yol açarak kaygıyı körükleyebilir. Yaygın anksiyete bozukluğunda, hastalar genellikle çatışmalı duyguların ve fantezilerin bilinçli olarak ortaya çıkmasından korkar ve rahatlamaları halinde ortaya çıkabilecek fantezileştirilmiş tehlikeleri önleme çabasıyla sürekli bir tetikte olma halini sürdürürler. Mali durum ve somatik kaygılarla ilgili endişeler de kabul edilemez duygu ve fantezilere karşı savunma işlevi görebilir. Kronik endişe ve hipervijilans, güvensiz, korkutucu veya istikrarsız erken ilişkilerden de kaynaklanabilir. Çocuklar, başkalarıyla olan yakın ilişkilerinin kendi duyguları ve fantezileri veya başkalarının kırılganlığı nedeniyle kolayca bozulabileceğine dair kronik korkular geliştirebilirler. PFPP-XR el kitabı, çeşitli anksiyete bozukluklarının belirli dinamiklerini ve bu bozukluklara yönelik yaklaşımları daha derinlemesine açıklamaktadır (Busch ve ark., 2012).

    Panik odaklı psikodinamik psikoterapinin tanımı- genişletilmiş kapsam

    PFPP-XR, panik atakların, şiddetli anksiyete durumlarının ve fobik kaçınmanın duygularına, koşullarına ve anlamlarına odaklanmasıyla daha açık uçlu psikodinamik psikoterapi yaklaşımlarından farklıdır (Busch ve ark., 2012; Milrod ve ark., 1997). Bu bilgiler, hastanın anksiyete semptomlarına ilişkin psikodinamik bir formülasyon belirlemek ve geliştirmek için kullanılır. Seanslar başlangıçta terapistin hastanın gündeme getirdiği temaları keşfetmesiyle açık uçludur. Bununla birlikte, anksiyete semptomları ve etkilerine tedavi boyunca tutarlı bir şekilde odaklanılır. Hasta seans sırasında anksiyete semptomlarını veya ilgili dinamikleri ele almazsa, terapist sonunda hastanın dikkatini bunlara yöneltir. Görünüşte ilgisiz görünen ortaya çıkan temalar, aktarımda ortaya çıkmaları da dahil olmak üzere, sürekli olarak anksiyete semptomları ve bunların altında yatan dinamiklerle ilişkilendirilir. Bu süre sınırlı tedavi, panik ve anksiyetenin altında yatan anlamları çevreleyen bir formülasyonun daha geleneksel, açık uçlu psikodinamik psikoterapide tipik olarak meydana gelenden daha hızlı bir şekilde geliştirilmesini gerektirir.

    PFPP-XR üç aşamaya ayrılmıştır, ancak her aşamanın unsurları tedavi boyunca ortaya çıkabilir. İlk aşamada terapötik odak panik veya şiddetli anksiyete epizodları üzerinedir; hastanın semptomları çevreleyen koşullarını, duygularını ve düşüncelerini keşfetmek; ve semptomların altında yatan fantezileri ve anlamları tanımlamaya başlamak. Terapist, semptomların aniden ortaya çıkmak yerine güçlü duygusal anlamlara ve bağlama sahip olduğunu göstermek için hastayla birlikte çalışır; bu çalışma yansıtıcı işlevselliği (reflective functioning) geliştirmeye hizmet eder. Hastanın gelişimsel geçmişi anksiyete ile ilgili olarak araştırılır ve terapist bu kapsayıcı psikolojik bağlamı semptomlarla potansiyel ilgisi açısından ele almaya başlar. Terapist bu aşamada, genellikle ilk birkaç seansta, hastanın anksiyete veya paniğinin anlamı ve dinamikleri hakkında bir ön psikodinamik formülasyon geliştirir ve sunar; tipik olarak ayrılık, öfke, cinsellik ve suçlu kendini cezalandırma ile ilgili temaları ve çatışmaları içerir. Bu formülasyon, daha ileri terapötik çalışmalar için bir çerçeve sağlar ve tedavi süresince eklenecek ve değiştirilecektir.

    Terapinin orta aşamasında terapist, hastanın ek fantezilerini, çatışmalarını ve gelişimsel deneyimlerini ve bunların belirgin anksiyete semptomlarıyla ilgisini tanımlamasına yardımcı olur. Bu aşamada aktarımın yoğunlaşması, terapistin, terapistle ilişkide ortaya çıktıkça temel çatışmaları vurgulamasına olanak tanır. Hedefler, anksiyete tetikleyicilerinin, anlamlarının ve çatışmalı duygu ve fantezilerin daha iyi tanımlanmasıyla anksiyete hassasiyetini azaltmak; hastanın kendi öfkesine daha iyi tolerans göstermesi ve duygular ve anlamları üzerine düşünme becerisinin artmasıdır (yansıtıcı işlev) (Fonagy & Target, 1997).

    Sonlandırma aşamasında terapist, hastanın terapiyi sonlandırma konusundaki karışık duygularını araştırır. Hasta tedavinin son üçte birlik bölümüne girdiğinde sonlandırma konusunu ele almamışsa, terapist bu noktada konuyu gündeme getirecektir. Çatışmalar ve ayrılığı çevreleyen korkular, terapistten yaklaşan ayrılık bağlamında ortaya çıktıkça daha fazla araştırılabilir. Bu korkular ve çatışmalar dile getirilebilir ve terapistle olan ilişki bağlamında anlaşılabilir ve daha iyi tolere edilebilir. Sonlandırmaya aktif odaklanma, hastanın ayrılık, öfke, suçluluk ve ilişkili fantezileri yansıtıcı işlevselliği geliştirecek şekilde yönetme kapasitesini artırır ve bu da terapi sona erdikten sonra anksiyetenin yeniden ortaya çıkmasına karşı koruyucu olabilir.

    Panik odaklı psikodinamik psikoterapi çalışmaları

    Weill Cornell Tıp Fakültesi’nde yürütülen açık bir klinik çalışmada, agorafobisi olan veya olmayan birincil DSM-4 (Amerikan Psikiyatri Birliği, 1994) panik bozukluğu olan 21 hasta haftada iki kez, 24 seanslık PFPP ile tedavi edilmiştir (Milrod ve ark., 2000, 2001). Tedavi sonunda, 21 hastanın 16’sında çok bölgeli panik bozukluğu çalışma kriterlerine göre tanımlanan panik ve agorafobide gerileme görülmüştür (Barlow, Gorman, Shear, & Woods, 2000). Komorbid majör depresyonu olan hastalarda depresyon gerilemiştir (N = 8). Hastalar semptomlarda ve psikososyal işlevlerde [birincil sonuç ölçütü olan Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği’nde (PDSS) grup içi etki büyüklüğü (ES) = 2.08; Shear ve ark., 1997] 6 aylık takipte devam eden önemli iyileşmeler göstermiştir. Milrod ve arkadaşları (2007), Anksiyete Bozuklukları Görüşme Çizelgesi (Brown, DiNardo ve Barlow, 1995) ile tanı konulan, agorafobili veya agorafobisiz birincil DSM-4 panik bozukluğu olan ve PFPP veya uygulamalı gevşeme terapisine (ART) randomize edilen 49 hastayı incelemiştir (Cerny ve ark., 1984). İlaç tedavisi gören hastalar (%18) için ilaç dozu ve türü sabit tutulmuştur. Hastalar başka bir psikoterapi alıyorlarsa çalışma dışı bırakılmışlardır ve çalışmaya katılanlar tedavi sırasında çalışma dışı psikoterapi almamışlardır. Şiddetli agorafobisi, eşlik eden majör depresyonu ve kişilik bozukluğu eş tanıları olan hastalar dahil edilirken, psikoz, bipolar bozukluk ve madde bağımlılığı (6 aylık remisyon gerekli) olan hastalar hariç tutulmuştur. PFPP ve ART haftada iki kez 24 seans olarak uygulanmıştır. ART, panik bozukluğu hakkında üç seanslık bilişsel açıklama (Cerny ve ark., 1984), progresif kas gevşetme teknikleri ve anksiyete yaratan durumlara canlı maruz bırakmadan oluşmuştur. Bağlılık derecelendirmeleri her tedavinin üç seansında değerlendirilmiş ve her iki tedavide de yüksek bağlılığa işaret etmiştir.

    ART grubunda erkeklerin oranı daha yüksektir (%47’ye karşı %15; iki kuyruklu Fisher kesin metni, P = 0.03), ancak bunun dışında tedavi grupları demografik ve klinik değişkenler açısından eşleşmiştir. Hamilton Depresyon Değerlendirme Ölçeği (Hamilton, 1960; P = 0.07) ve Hamilton Anksiyete Değerlendirme Ölçeği (Hamilton, 1959; P = 0.58) ile ölçülen anksiyete ve depresyon semptomları açısından gruplar arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır. Toplam PDSS skorunda başlangıçtan itibaren %40 azalma olarak tanımlanan yanıtla (Barlow ve ark., 2000), PFPP, ART’den önemli ölçüde daha yüksek bir yanıt oranı göstermiştir (%73’e karşı %39; P = 0.016). 124 Çağdaş Psikodinamik Psikoterapi PFPP koşulundaki denekler, PDSS (P = 0.002) ile değerlendirilen panik semptomlarında ve Sheehan Engellilik Ölçeği (Sheehan, 1983; P = 0.014) ile ölçülen psikososyal işlevde önemli ölçüde daha fazla iyileşme yaşamıştır. PFPP iyi tolere edilmiş ve %7’lik (26 katılımcıdan 2’si) bir bırakma oranı görülmüştür. PFPP, bir eksen I anksiyete bozukluğunun (DSM-4 panik bozukluğu ve agorafobi) tedavisinde etkinliği gösterilen ilk psikanalitik tedavi olmuştur.

    Rudden, Milrod, Target, Ackerman ve Graf (2006) yukarıda açıklanan kontrollü çalışmanın verilerini kullanarak yaptıkları pilot çalışmada yansıtıcı işlev ve paniğe özgü yansıtıcı işlev (PSRF) üzerinde çalışmışlardır. PSRF, hastaların panik ve anksiyete semptomları ile altta yatan duygusal içerik arasındaki bağlantının ne ölçüde farkında olduklarının bir ölçüsü olarak geliştirilmiştir. PFPP ile tedavi edilen hastalar, başlangıçtan tedavi sonrasına kadar PSRF’de anlamlı bir iyileşme göstermiş, ancak ART ile tedavi edilenler göstermemiştir. Bununla birlikte, gücü yetersiz olan bu pilot çalışmada, PDSS’deki panik şiddetindeki değişim derecesi, PSRF’deki değişim derecesi ile ilişkili değildi ve tasarım mekanizmaları değerlendirmek için uygun değildi.

    Milrod ve arkadaşları (2016) iki merkezde (Weill Cornell Tıp Koleji ve Pennsylvania Üniversitesi) agorafobisi olan veya olmayan birincil DSM-4 panik bozukluğu olan 201 hasta üzerinde PFPP, bilişsel-davranışçı terapi (BDT) ve ART’yi karşılaştıran randomize kontrollü bir çalışma yürütmüştür. Hastalar, ADIS IV Yaşam Boyu Versiyonu (Brown ve ark., 1995) ile değerlendirildiği üzere, önceki ay haftada birden fazla panik atak geçirmişlerse çalışmaya dahil edilmişlerdir. Hastalar, ADIS IV Yaşam Boyu Versiyonu (Brown ve ark., 1995) ile değerlendirildiği üzere önceki ay haftada birden fazla panik atak geçirmişlerse dahil edilmiştir. Aktif madde bağımlılığı, bipolar bozukluk veya psikoz öyküsü, akut intihar eğilimi veya organik zihinsel sendromu olan hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. İlaç tedavisi gören hastalar, ilaç dozları en az 2 aydır stabil ise çalışmaya dahil edilmiştir. İlaçlar tedavi süresince izlenmiş ve devam eden psikoterapi yasaklanmıştır. Hastalar 16 hafta boyunca 45-50 dakika süren 19-24 seans almıştır. BDT, Chambless ve Schwalberg tarafından bu çalışmadaki seans sayısına uyacak şekilde değiştirilen panik kontrol terapisi protokolünü (Craske, Barlow ve Meadows, 2000) takip etmiştir. Bu tedavi (1) anksiyete ve panik bozukluğu hakkında psikoeğitim; (2) anksiyete ve panik hakkındaki uyumsuz düşüncelerin belirlenmesi ve düzeltilmesi; (3) yavaş, diyafragmatik nefes alma eğitimi ve (4) anksiyete ve panik duygularını taklit etmek üzere tasarlanmış bedensel duyumlara maruz bırakmayı (interoceptive exposure) içermektedir. ART, Milrod ve arkadaşlarının (2007) çalışmasına kıyasla daha titiz bir canlı maruz bırakma protokolü ile daha aktifti ve PFPP bu bölümde açıklanan tedaviye göre kullanıldı. Yanıt, birincil sonuç ölçütü olan başlangıç PDSS skorundan (Shear ve ark., 1997) %40 azalma olarak tanımlanmıştır. Uyum derecelendirmeleri, eğitimli değerlendiriciler tarafından modaliteye özgü derecelendirme ölçekleri ile değerlendirilmiştir.

    Hastaların %80’inde orta ile şiddetli agorafobi, %73’ünde birden fazla komorbid eksen I bozukluğu, %68’inde en az bir ek anksiyete bozukluğu ve %48’inde SCID-II’de eksen II komorbiditesi dahil olmak üzere yüksek komorbiditeye sahip olduğu bulunmuştur (First, Spitzer, Gibbon, Williams ve Benjamin, 1994). Cornell örneklemine kıyasla, Penn hastalarının PDSS’de daha yüksek başlangıç panik bozukluğu şiddetine sahip olduğu, daha az eğitimli olduğu, daha genç olduğu ve ırksal ve etnik olarak daha az çeşitlilik gösterdiği bulunmuştur. Psikoterapilerin etkilerinde tedaviye göre önemli farklılıklar vardı. Cornell hastaları her üç tedavi boyunca benzer oranlarda iyileşme gösterirken, Penn hastaları ART ve BDT’de PFPP’ye göre önemli ölçüde daha hızlı iyileşme göstermiştir. Tedavi sonlandırıldığında, Cornell hastaları PFPP ve BDT’ye ART’ye kıyasla daha iyi yanıt verirken, Penn hastaları tedaviler arasında farklı bir yanıt göstermemiştir. Her iki sahadaki genel yanıt oranları ART için %46, BDT için %63 ve PFPP için %59’dur. Tedaviyi bırakma oranları ART için önemli ölçüde daha yüksek olup, bu oran sahaya göre değişmemiştir ve en fazla semptomatik olan hastalar ART’yi önemli ölçüde daha fazla bırakmıştır (ART’de %69, PFPP’de %26, CBT’de %24, P = 0.013). Penn bölgesinde yedi kat daha yüksek olan ilaç kullanımı, tedavi etkisindeki tüm farklılıkları açıklamamıştır. PFPP’nin Penn’deki düşük performansı, oradaki psikodinamik terapistler için yeni olduğunu veya diğer süreç faktörlerinin etkisini yansıtıyor olabilir.

    PFPP-XR vaka örneği

    Bay A, bir teknoloji şirketinde bilgisayar programcılarından oluşan bir bölümü yöneten 40 yaşında bir erkekti, ikinci evliliğini yapıyordu ve ilk evliliğinden 5 yaşında bir kızı vardı. En son panik atağını 40. doğum gününden 2 gün önce, tedaviye başlamadan 6 hafta önce geçirmiştir. ADIS-IVL’de (Brown ve ark., 1995) agorafobili panik bozukluğu, sosyal fobi ve yaygın anksiyete bozukluğu tanısı konmuş ve panik bozukluğu için psikoterapiler çalışmasının bir parçası olarak PFPP ile 24 seanslık, 12 haftalık bir tedaviye randomize edilmiştir.

    Aşama I

    Tedaviye başlarken terapist, semptomların anlamına dikkat ederken panik başlangıcını çevreleyen koşulları ve duyguları araştırdı. Bay A, son zamanlarda işini son derece stresli bulduğunu bildirdi. Mükemmel bir patron olmak istediğini ve şirketinin birkaç çalışanını azarlaması veya işten çıkarması yönündeki beklentileriyle mücadele ettiğini beyan etti. Diğer şirketlerden gelen rekabet ve kendi şirketinin kötü yönetimine bağladığı kendi bölümündeki mali kesintiler nedeniyle bunu yapma gerekliliği artmıştı. Bölümünün başına geçtiğinde bu sorunların bazılarını tersine çevirmeyi ummuştu ama işler beklediği gibi gitmemişti. Durumu kontrol etme kabiliyetinin sınırlı olduğunu kabul etse de sorunları çözemediği için kendini sorumlu ve suçlu hissediyordu. İşindeki zorlukların birçoğu için onları suçlamasına rağmen şirket yöneticilerine kızgın olduğunu inkar etti. Panik atak geçirdiği gün birini işten çıkarması gerekmiş ve çalışanı hayal kırıklığına uğrattığı hissine kapılarak suçluluk duygusuna kapılmıştır. O günü hayatındaki en stresli gün olarak tanımladı. Kollarında ve bacaklarında uyuşma ve parestezinin yanı sıra seğirme ve şiddetli anksiyete başladığında felç geçirdiğini düşünmüş ve acil servise gitmiş, burada tıbbi sebep bulunmamış ve muhtemelen panik atak geçirdiği söylenmiştir.

    Bay A’nın ilk panik atağı 4 yıl önce, yine çok stresli olan önceki işindeyken meydana gelmişti. O zamanki eşinin daha sonra evleneceği bir adamla ilişkisi olduğunu öğrendikten sonra boşanıyordu. Bay A, geçmiş ve son panik atakları arasındaki dönemde ek bir stresin de eski karısıyla kızlarının velayeti ve mali düzenlemelerle ilgili gerginlikler olduğunu bildirmiştir. Eski karısı sürekli olarak Bay A’yı kızıyla görüşmesini engellemekle tehdit ediyor, bazen de çocuğun gitmesine izin vermiyordu. Bu olaylardan birinde, yaklaşık 2 yıl önce, eski karısı özellikle şiddetli bir tartışmanın ardından polisi aramıştır. Bay A tutuklanmış ve saldırı ile suçlanmıştır, ancak kendisi bu olayı reddetmiştir. Sonunda tüm suçlamalardan aklanmış ancak önceki işini kaybetmesine yol açan uzun bir yargılama sürecinden geçmek zorunda kalmıştır. O zamandan bu yana, ziyaretlerle ilgili çatışmaları o kadar şiddetli olmasa da, eski karısını gördüğünde çok gergin ve temkinli olmaya devam etmiştir.

    Bay A, iş yerinde ve eski eşiyle yaşadığı sorunlara ek olarak, annesinin kendisine daha fazla ilgi göstermesi yönündeki uzun süredir devam eden talepleriyle de mücadele ettiğini bildirdi. Bu bağlamda terapist hastanın gelişimsel geçmişini daha derinlemesine incelemiştir. Bay A, erken dönem çevresinin defalarca kesintiye uğradığını bildirdi. Ebeveynleri, büyüdüğü metropol bölgesinin güvenli olduğuna inanmadıkları için onu 4-8 yaşları arasında bir Karayip ülkesindeki büyükanne ve büyükbabasının yanına göndermiştir. Ailesiyle birlikte yaşamaya geri döndü ancak okuldaki üçüncü sınıfında kendini kaybolmuş ve kafası karışmış hissetti. Daha sonra 2 yıllığına başka bir metropol bölgesindeki teyzesi ve amcasının yanına gönderildi ve burada akademik çalışmaları gelişti. Anne ve babası 14 yaşındayken boşandı ve 8. sınıftan 11. sınıfa kadar askeri okula gönderildi.

    Eve döndüğünde, kısmen babasının bir ilişki yaşamasının da etkisiyle boşanmasına gücenmiş olan annesine bakma konusunda baskı hissetti. Bay A annesinin danışmanı haline geldiğini ve ailenin erkeği olması gerektiğini hissetti. Onu korumak için kendi duygu ve düşüncelerini saklaması gerektiğine inanıyordu. Hemşire olan annesi, kendisine sözlü tacizde bulunan yaşlı bir adamın bakımını üstlendiğinde de benzer sorunlar yaşanmıştır. Bay A ve annesi bir süreliğine adamın evindeki bir odaya taşındı. Bay A sözlü tacize maruz kalmış ancak karşılık vermesine izin verilmemiştir. Bay A, kültürünün bir parçası olarak otoriteye saygı göstermesi ve şikayet etmemesi gerektiğini erken yaşlarda öğrendiğini belirtmiştir.

    Bay A panik ataklarını annesiyle ilgili sorunlara oldukça kolay bir şekilde bağlayabilmiştir. Annesi, eski eşini annesini hayatlarına daha fazla dahil etmediği için eleştiriyordu ve şimdi Bay A’yı yeni eşiyle olan ilişkisine sınır koymaya çalıştığı için çok eleştiriyordu. Bay A’nın, annesinin benmerkezci olduğuna ve mağdur bir duruş sergilediğine inandığı ortaya çıktı. Annesi 10 yıl önce bacağının yaralandığı bir kaza geçirmiş ve başarılı bir şekilde dava açmıştı. Ancak, daha sonra annesinin durumunu iyileştirmek için çok az çaba gösterdiğine, eve bağlı kaldığına, kaderinden şikayet ettiğine ve Bay A’dan onunla zaman geçirmesini talep ettiğine inanıyordu.

    Beşinci seansta, terapist Bay A’ya panik atakları ve yaygın anksiyetesi ile ilgili bir ön formülasyon sundu. Terapist, Bay A’nın başkalarını memnun etme arzusunun ve mükemmellik ihtiyacının, çocukken akrabalarının yanına gönderildiğinde terk edilmiş hissetmesinin ardından ebeveynlerini yatıştırma çabaları bağlamında geliştiğini öne sürdü. Ancak mükemmel olma ihtiyacı, özellikle işinin, annesinin ve eski karısının talepleri de dahil olmak üzere mevcut hayatındaki sorunlar bağlamında, üzerinde aşırı bir baskı oluşturuyordu. Terk edilme korkularını daha da karmaşık hale getiren Bay A, işyerindeki yöneticilere, annesine ve eski eşine karşı öfkeli duygularla mücadele ediyordu, ancak bu tür duyguların başkalarına saygı göstermediğine inandığı için genellikle öfkeli olduğunu reddediyordu. Terapist, Bay A’nın öfkesinden çok korktuğunu ve panik ataklarının öfkesinden ve terk edilme korkusundan kaynaklandığını öne sürdü.

    Bay A, babasının talepkar olduğunu ve onunla temasının sınırlı olduğunu bildirmiştir. İngilizce öğretmeni olan Bay A’nın babası, oğlunun heceleme ve yazma konusundaki zorluklarından dolayı çok sinirliydi. Bay A, 8 yaşındayken bir kelimeyi yanlış yazdığında babasının onu masanın etrafında kovaladığı korkunç bir olayı hatırlıyor. Babası onu yakalamış, kapıyı açmış ve annesi araya girdiği sırada onu dışarı atacakmış. Yirmili yaşlarının başında, babası Bay A. tarafından önerilen bir terapi kursuna katıldıktan sonra babasıyla bir yakınlaşma yaşamış.

    Bay A ilk eşini “alıngan” olarak tanımlamış ve kendisini savunmak için daha fazla çaba göstermediği için hayal kırıklığına uğradığını söylemiştir. Evlilik stresi, zamanını ve ilgisini talep eden annesiyle olan kontrol mücadelesinden kaynaklanıyordu. Eski karısı, annesine karşı daha iyi sınırlar koymadığı için ona kızgındı. Bay A, zorlukların üstesinden gelmiş kadınlardan etkilendiğini belirtmiştir. İki yıl önce evlendiği ikinci eşi annesini kaybetmiş ve babasıyla arası açılmıştı. Onu çok “açık sözlü” olarak tanımladı ve ilişkilerinin iyi gittiğini söyledi. Bay A annesine karşı sınırlar koymaya çalışmış, ancak annesinin sürekli olarak kendisini cezalandırmaya çalıştığına inanmış ve bu durum yoğun suçluluk duygusunu tetiklemiş. Anneler gününde, Bay A onu restorana götürecek vakti olmadığını söylediğinde annesi “benim için zahmete girme” tavrını benimsemiş, Bay A bu davranışı suçluluk duygusu uyandırıcı, pasif agresif ve manipülatif olarak deneyimlemiştir. Onunla daha fazla zaman geçirmeyerek onu hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyordu.

    Aşama II

    Aşama II’de terapist, Bay A’nın paniğini ve ilişkilerle ilgili zorluklarını çevreleyen dinamikleri daha fazla araştırdı. Bay A bir noktada, sevilmenin en iyi yolunun “mükemmel” olmak olduğunu öğrendiğini anlattı; buna mükemmel evlat ve mükemmel patron olmak, başkalarına karşı her zaman iyi davranmak da dahildi. İnsanların kendisini seveceği düşüncesiyle onları memnun etmek için çaba sarf etmişti. Bu bağlamda, terapist ve Bay A, iş yerinde insanları disipline etme ve annesine karşı sınırlar koyma ihtiyacının yoğun kaygı yarattığını fark etti. Bay A iş yerinde devam eden mücadelelerinden bahsetti ve terapist Bay A’nın yaşadıklarına odaklandı. Patronları tarafından kabul etmediği şeyleri yapması için baskı altında hissediyordu ve bunu “it iti yer” olarak tanımlıyordu. Bay A’yı bölümünün başına getiren yönetici şirketten ayrılmıştı ve yeni lider aynı etik değerlere sahip değildi. Bay A, bölümündeki sorunlar için kendisini suçladı ve terapist de onun çok zor bir pozisyona yerleştirildiğine dikkat çekti.

    Çalışanlarla en zor etkileşimler, Bay A’nın onları eleştirmesi, azarlaması veya üzerlerindeki baskıyı artırması gerektiğinde ortaya çıkmıştır. Başkalarını desteklemek yerine onlara zarar verdiğini hissediyor ve bu da kendisini suçlu hissetmesine neden oluyordu. Terapist, başkalarının onu hayal kırıklığına uğrattığını ve belki de kızgın olduğunu belirtti, ancak Bay A zor sinirlendiğini söyledi. Çalışanlarla yaptığı konuşmalar sırasında midesi sanki birinin ona yumruk atmasını bekliyormuş gibi gergindi. Terapist, Bay A’nın başkalarını yumrukluyormuş gibi hissettiğine dikkat çekti ve belki de bedensel deneyiminin bir cezayı temsil edip etmediğini merak etti.

    Bay A, annesine ikinci eşiyle evlendiğini söylememeye karar verdiğini, çünkü annesinin çok eleştirel ve kontrolcü olacağını düşündüğünü anlattı. Annesine söylediğinde, annesi birkaç hafta boyunca onunla konuşmamıştı. Onu hayal kırıklığına uğratmanın ne kadar zor olduğunu anlattı. Terapist, üç kez evden gönderildiğinde terk edilmiş hissettiğini ve daha iyi ya da mükemmel bir çocuk olsaydı bunların olmayacağına inandığını öne sürdü.

    Terk edilme ve kendisinden bekleneni yapmama arasındaki bağlantı 10. oturumda Bay A’nın başka bir anısını gündeme getirmesiyle keşfedildi. Yedi yaşındayken annesi ona bir kase mısır gevreği vermiş ve yemesini söylemiş. Yemediğinde annesi evi terk etmiş ve kapıyı arkasından kilitlemiş. Çocuk paniklemiş, bir sandalye almış ve pencereyi kırmış. Dışarı tırmanmaya çalışmış ve camdan kesikler almaya başladı. Dışarıda bekleyen annesi onu kurtarmak zorunda kaldı. Bay A şimdi bile bu olayı hatırlarken suçluluk ve utanç duyuyordu. Terapist, bu akut utanç ve dehşet duygusunun muhtemelen yaşadığı panikle ilgili olduğunu öne sürdü.

    Panik atakları, semptomlarının tahammül edemediği öfke ve suçluluk duygularını ve başkaları tarafından terk edilme korkularını temsil ettiğini giderek daha iyi anladığı için hızla azaldı. Annesine yaptığı bir ziyareti takip eden panik nüksü 13. seansta ele alındı. Bay A’nın annesi kendisini daha sık ziyaret etmediği için onu eleştirmiş ve bu da kendisini zayıflatılmış ve suçlu hissetmesine neden olmuştu. Buna ek olarak, ertesi gün annesine çok benzediğini düşündüğü bir çalışanı işten çıkarmak zorunda kalmıştır. Çalışan ona karşı iltifatkar davranmış ancak arkasından kötü konuşmuştur. Bay A, annesine ve çalışana karşı bir miktar öfke duyduğunu kabul edebilmiştir. Terapist, Bay A’nın öfkesinin muhtemelen kaygı ve suçluluk duygusuna katkıda bulunduğunu belirtti.

    Terapist, Bay A’nın kabul edilmemiş öfkesini çeşitli bağlamlarda keşfetmeye devam etti. Bu duygular, terk edilmekten kaçınmak için mükemmel ve başkalarına hoş görünme çabası içinde bastırılmak zorundaydı. Bay A, öfkesini bastırmayı öğrendiği bir durumun, Bay A lisedeyken annesinin yaşlı bir adama baktığı zaman olduğunu belirtti. Adama kötü davranışları nedeniyle kızgındı ancak annesinin isteği üzerine öfkesini ifade etmedi. Bunun kısmen ırksal bir mesele olduğunu düşünüyordu çünkü annesine göre siyahların (Bay A ve annesi gibi) beyazlara (yaşlı adam gibi) boyun eğmesi gerekiyordu. Ancak, Bay A tedavi gördüğü sırada ırksal meselelerden daha az rahatsızlık duyuyordu. Ayrıca annesinin kendisini üniversiteye gönderebilmek için bu işte kaldığına inandığı için kendini suçlu hissediyordu. Çekingenliğini ve suçluluk duygusunu anlamak, annesine, çalışanlara ve patronlarına karşı duyduğu hayal kırıklığını kabul etmesine yardımcı olmuştur.

    Aşama III sonlandırma

    Bay A yaklaşan sonlandırma konusunu gündeme getirmediğinden, terapist son aşamaya girdiklerinde 16. seansta tedavinin sonuna yaklaşıldığını hatırlattı. Bay A ilk başta bunun kendisi için endişe verici olduğunu reddetti çünkü paniği azalmaya devam ediyordu ve buna katkıda bulunan faktörleri çok daha iyi anladığına inanıyordu. Ancak, sonraki birkaç seansta tedavinin sona ermesi ve sonrasında iyi olup olmayacağı konusunda biraz endişe duyduğunu fark etti. Destek seanslarına ilişkin politikanın açıklığa kavuşturulmasını istedi. Terapist, çocukken defalarca “gönderilme” geçmişi göz önüne alındığında, potansiyel terk edilme endişelerini onunla birlikte araştırdı. Bu bağlantının farkına varabildi ve şimdi, çocukluğunun aksine, tedaviyi sonlandırmanın temelini ve ihtiyaç duyması halinde yeniden bağlanma yollarını net bir şekilde anladı. Birçok hasta gibi, terapiste karşı öfkesini kabul etmekte daha isteksizdi ancak tedaviyi çok değerli bulduğu için tedavinin sona ermesi gerektiğine dair hayal kırıklığını kabul etti. Bay A terapiden ayrılırken, paniği ve yaygın anksiyete bozukluğu çözülmeye devam ediyordu ve terk edilme korkularına ve öfkeli duygulara karşı tetikte olma ihtiyacının devam ettiğini fark etti. Suçluluk duygusunun azalmasıyla birlikte annesine karşı sınır koyma becerisi önemli ölçüde gelişmişti.

    Sonuç

    PFPP’nin agorafobili veya agorafobisiz panik bozukluğunun tedavisinde etkinliği kanıtlanmıştır. Yaklaşım, revize edilmiş bir tedavi kılavuzunda (PFPP-XR) daha geniş bir anksiyete bozukluğu yelpazesini tedavi edecek şekilde genişletilmiştir. PFPP-XR’nin diğer anksiyete bozuklukları, C kümesi kişilik bozuklukları ve TSSB üzerindeki etkisini belirlemek ve hangi hastaların bu yaklaşıma ilaçlar ve BDT’ye kıyasla daha iyi yanıt verdiğini tespit etmeye yardımcı olmak için daha fazla araştırma yapılması gerekmektedir. Buna ek olarak, hangi tedavinin veya tedavi kombinasyonunun uzun vadede hangi hastalar için en iyi sonucu verdiğini belirlemek için daha fazla çalışma yapılması gerekecektir. Yansıtıcı işlevselliğin rolü, panik ve anksiyete semptomları ve dinamiklerine odaklanmanın tutarlılığı ve/veya belirli dinamikleri ele almanın değerinin daha fazla araştırılması da dahil olmak üzere, tedavinin etkili bileşenlerini ve aracılarını belirlemek için ek çabalar gereklidir. Dr. Milrod’un çalışması kısmen DeWitt Wallace tarafından kurulan New York Community Trust’taki bir Fon ve Weill Cornell Klinik Translasyonel Bilim Merkezi Hibe/Protokol Numarası: UL1 TR000457 aracılığıyla desteklenmiştir.

  • Psikodinamik Psikoterapinin Etkililiği: Güncel Bir Derleme (4. Bölüm)

    Falk Leichsenring ve Christiane Steinert

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 4. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Ruhsal bozukluklar, yaygınlığı, ilişkili bozulmalar ve ekonomik etkileri nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorununu temsil etmektedir (Wittchen ve ark., 2011). Psikoterapi, bu bozuklukların çoğu için ilk tedavi seçeneğidir. Bilişsel-davranışçı terapi (BDT), kişilerarası terapi ve psikodinamik terapi gibi çeşitli psikoterapi biçimleri mevcuttur. Psikodinamik terapi klinik uygulamada sıklıkla kullanılmasına rağmen (Cook, Biyanova, Elhai, Schnurr ve Coyne, 2010; Norcross, Hedges ve Castle, 2002), ilk incelemeler belirli ruhsal bozukluklarda kullanımına ilişkin sınırlı olduğunu belirtmektedir. (Connolly Gibbons, Crits-Christoph ve Hearon, 2008; DeRubeis ve Crits-Christoph, 1998; Task Force on Promotion and Dissemination of Psychological Procedures, 1995). Bu nedenle, Psikolojik Prosedürlerin Tanıtımı ve Yaygınlaştırılması Görev Kurulu 1995 yılında “klinik olarak doğrulanmış bu tedavinin günümüz piyasasında varlığını sürdürebilmesi için belirli bozukluklara yönelik psikodinamik tedavilerin sonuçlarına ilişkin daha fazla etkililik (efficacy) kanıtı elde edilmesinin kritik önemde olduğu” sonucuna varmıştır (Task Force on Promotion and Dissemination of Psychological Procedures, 1995, p. 2). Aynı zamanda, psikodinamik terapinin ampirik durumu da önemli ölçüde ilerleme göstermiştir. Yaygın ruhsal bozuklukların çoğu için, psikodinamik terapinin etkililiğine dair kanıt sağlayan randomize kontrollü çalışmalar (RCT) mevcuttur (Abbass ve ark., 2014; Fonagy, 2015; Leichsenring, Leweke, Klein ve Steinert, 2015; Leichsenring, Luyten ve ark., 2015; Shedler, 2010).

    Kanıta dayalı tıp ve ampirik olarak desteklenmiş tedaviler

    Çeşitli öneriler hem medikal hem de psikoterapötik tedavilerin mevcut kanıtlarını değerlendirmek için yapılmıştır (Canadian Task Force on the Periodic Health Examination, 1979; Chambless ve Hollon, 1998; Clarke ve Oxman, 2003; Cook, Guyatt, Laupacis, Sacket ve Goldberg, 1995). Diğer farklılıkların yanı sıra, mevcut tüm önermeler RCT’leri bir tedavinin etkili olduğunun gösterilmesi için kullanılan altın standart olarak kabul etmektedir. Etkililiğin en güçlü testi, rakip tedavilerle karşılaştırılarak ve böylece spesifik ve spesifik olmayan terapötik etkenler kontrol edilerek elde edilmektedir (Chambless ve Hollon, 1998). Etkili bir değerlendirme için, ilgili tedavinin hiçbir tedaviye, plaseboya veya alternatif tedavilere üstün olmadığını veya halihazırda belirlenmiş bir tedaviye eşdeğer olduğunu gösteren, bağımsız araştırma ortamlarında gerçekleştirilmiş, orta düzeyde farklılıkları tespit etmek için yeterli güce sahip en az iki randomize kontrol deneyi, kontrollü tek vaka deneyi veya eşdeğer zaman örneklem tasarımı olmalıdır. Bunlara ek olarak, tanı ve sonuçları değerlendirmek için güvenilir ve geçerli prosedürler ve uygun veri analizi gibi bir tedavi kılavuzu veya eşdeğer bir kılavuzun kullanılması gerekmektedir. Çelişkili kanıtlar varsa, verilerin üstünlüğü tedavinin etkililiğini desteklemelidir. Bir tedavinin muhtemelen etkili olarak değerlendirilmesi için, çelişkili kanıtların yokluğunda bir randomize kontrollü çalışma (tek vakalı deneyler söz konusu olduğunda üç veya daha fazla örneklem büyüklüğüne sahip) yeterlidir. Bir tedavi, en az iki bağımsız araştırma ortamında plasebodan veya gerçek bir alternatif tedaviden daha üstün olduğu gösterilmişse etkili ve özgün olarak kabul edilebilir (Chambless ve Hollon, 1998).

    Randomize kontrollü çalışma metodu altın standart olarak görülmekle birlikte hem güçlü hem de zayıf yönleri bulunur (Seshia ve Young, 2013). Örneğin, randomize kontrollü bir etkililik çalışması, bir çalışmanın iç geçerliliğini en üst düzeye çıkarır; yani gözlemlenen etkiler, uygulanan tedavilere nedensel olarak bağlanabilir. Ancak bu, dış geçerlilikten, yani klinik uygulamanın gerçek dünya koşullarına genellenebilirliğinden ödün verme pahasına olabilir. Buna karşın, etkinlik (effectiveness) çalışmaları bir müdahalenin rutin klinik tedavideki etkilerini araştırır ve bu nedenle yüksek dış geçerliliğe sahiptir, ancak olası iç geçerlilik pahasınadır. Dolayısıyla, etkililik ve etkinlik çalışmaları farklı araştırma sorularını ele almaktadır. Randomize kontrol çalışmalarında değerlendirilen tedaviler için, gerçek yaşam koşullarındaki etkinliklerini araştırmak üzere kıyaslama çalışmalarına ihtiyaç vardır (Leichsenring, 2004). Bununla birlikte, altın standart statüleri nedeniyle, bu incelemeye yalnızca RCT’leri dahil edeceğiz.

    Psikodinamik Psikoterapinin Tanımı

    Psikodinamik terapi, yorumlayıcı-destekleyici (interpretive-supportive) bir süreklilik üzerinde hareket eden tedaviler için bir şemsiye kavramdır (Luborsky, 1984).Yorumlayıcı müdahaleler yoluyla, isteklere, duygulanımlara, nesne ilişkilerine veya savunma mekanizmalarına ilişkin içgörü geliştirilir. Destekleyici müdahaleler kapsamında terapötik ittifakın güçlendirilmesi, hedeflerin belirlenmesi veya gerçeklik testi ya da dürtü kontrolü gibi psikososyal kapasitelerin güçlendirilmesi yer almaktadır (Luborsky, 1984). Destekleyici ya da yorumlayıcı (içgörü geliştirici) müdahalelerin kullanımı hastanın ihtiyaçlarına göre şekillendirilir (Luborsky, 1984). Yukarıda belirtilen ilkeleri uygulayan bir dizi el kitabı haline getirilmiş psikodinamik terapi mevcuttur (Leichsenring, Leweke, vd., 2015; Leichsenring, Luyten, vd.,2015). Bu terapiler, destekleyici veya dışavurumcu unsurlara ne ölçüde odaklandıklarına göre değişmektedir.

    Psikodinamik terapinin ampirik durumu [statüsü]

    Birçok meta-analiz psikodinamik terapinin etkinliğine dair kanıtlar sağlamıştır. Abbass ve arkadaşları (2014) tarafından hazırlanan Cochrane raporu, psikodinamik terapinin yaygın ruhsal bozukluklarda kontrol koşullarına göre daha etkili olduğunu göstermiştir. En güncel meta-analizler, psikodinamik terapinin BDT de dahil olmak üzere etkinliği kanıtlanmış tedaviler kadar etkili olduğunu göstermiştir (Steinert, Munder, Rabung, Hoyer ve Leichsenring, 2017). Meta-analizde eşdeğerlik testi mantığı uygulanmış ve hem bireysel çalışmalar hem de meta-analizin kendisi düzeyinde araştırma bağlılığı kontrol edilmiştir (Steinert, Munder, vd., 2017). Ayrıca, ilgili bozuklukta karşılaştırıcının etkinliği sağlanmıştır, yani etkinliğini gösteren RCT’ler talep edilmiştir. Sonuçlar tanı grubundan etkilenmemiştir.

    Bu bölümde, belirli ruhsal rahatsızlıklarda psikodinamik psikoterapinin etkinliğine ilişkin önceki incelemeler güncellenmiştir (Abbass vd., 2014; Fonagy, 2015; Leichsenring, Leweke vd., 2015; Leichsenring, Luyten vd., 2015). Çoğu RCT’de, 8-40 seansı kapsayan kısa ile orta süreli psikodinamik terapiler incelenmiştir (Tablo 4.1). Birkaç çalışma da 12 ile 36 ay arasında değişen uzun süreli psikodinamik terapi (LTPP) içermiştir.

    Depresif Bozukluklar

    Birçok RCT’de psikodinamik terapi, depresyonu iyileştirme açısından bekleme listesi, kontrol koşullarından veya alternatif tedavilerden üstün bulunmuştur (Tablo 4.1) (Ajilchi, Nejati, Town, Wilson ve Abbass, 2016; Knekt ve diğerleri, 2008; Maina, Forner ve Bogetto, 2005; Thompson, Gallagher ve Breckenridge, 1987). Ayrıca, psikodinamik terapi, tedaviye dirençli depresyonda (Town, Abbass, Stride ve Bernier, 2017) ve belirli depresif hasta gruplarında (maternal depresyonu olan hastalar (Cooper, Murray, Wilson ve Romaniuk, 2003) ve meme kanseri olan hastalar (Beutel ve ark., 2014)) olağan tedavilerden üstün bulunmuştur. İnternet rehberliğinde psikodinamik öz yardımın (self-help), internet üzerinden verilen yapılandırılmış desteklerden daha üstün olduğu görülmüştür (Johansson ve ark., 2013, 2012). Ayrıca, majör depresif bozukluklarda, farmakoterapi ile birleştirilmiş psikodinamik terapi, tek başına farmakoterapiden veya destekleyici terapi ile birleştirilmiş psikodinamik terapiden daha iyi sonuçlar vermiştir (Burnand, Andreoli, Kolatte, Venturini ve Rosset, 2002; de Jonghe, Kool, van Aalst, Dekker ve Peen, 2001; Maina, Rosso, Crespi ve Bogetto, 2007). Yapılan küçük çaplı bir pilot çalışmada, psikodinamik terapi lehine, olağan tedaviye kıyasla büyük etki boyutları rapor edilmiştir, ancak çalışma bir üstünlük denemesi için yeterli güce sahip değildir ve farklılıklar istatistiksel anlamlılığa ulaşmamıştır (Connolly Gibbons ve ark., 2012).

    Tablo 4.1 Spesifik ruhsal hastalıklarda manuel kılavuzlu psikodinamik psikoterapi üzerine randomize kontrollü çalışmalar.

    ÇalışmaN(Psikodinamik Terapi)Karşılaştırma GrubuPsikodinamik Terapi Süresi
    Majör Depresif Bozukluk
    Ajilchi et al. (2016) Barber et al. (2012) Barkham et al. Connolly Gibbons et al. (2012) Driessen et al. Connolly et al. Cooper et al. (2003) de Jonghe et al. (2004) Johansson et al. (2012) Salminen et al. (2008) Shapiro et al. (1994) Thompson et al. (1987) and Gallagher- Thompson et al. (1990) Town et al. (2017)16 51 18 21 177 118 50 106 46 26 58 24 30Bekleme listesi: N=16 İlaç tedavisi: N=55 Plasebo=50 BDT: N=18 TAU: N=19 BDT: N=164 BDT: N=119 BDT: N=43 Danışmanlık: N=48 TAU: N=52 Psikodinamik terapi artı ilaç tedavisi: N=86 Yapılandırılmış destek: N=46 Fluoxetine:N=25 BDT: N=59 DT: N=25 BDT: N=27 Bekleme listesi: N=19 TAU: N=3015 seans (ort.) 20 seans 16 hafta 8 vs. 16 seans 12 seans 16 seans 16 seans 16 seans 10 hafta 16 seans 8 vs. 16 seans 16-20 seans 20
    Depresif bakım verenler
    Gallagher Thompson and Steffen (1994)30BDT: N=3616-20 seans
    Distimik bozukluk
    Maina et al. (2005)10Destekleyici terapi: N=10 Bekleme listesi: N=1015-30 seans M=19.6
    Meme kanserli hastalarda depresif bozukluklar
    Beutel et al. (2013)78TAU: N=7925 seansa kadar
    Majör depresif bozukluk için farmakoterapi ile psikodinamik terapi
    Burnand et al.(2002) de Jonghe et al. (2001) Maina et al. (2007)35 72 18Comipramine: N=39 İlaç tedavisi: N=57 İlaç tedavisi ile kombine edilmiş kısa süreli destekleyici terapi: N=1710 hafta 16 seans 15-30 seans
    Majör depresif bozukluk için farmakoterapi ile birlikte psikodinamik terapi
    Burnand et al. (2002) de Jonghe et al. (2001) Maina et al. (2007)35 72 18Comipramine: N=39 İlaç tedavisi: N=57 Farmakoterapi ile birlikte kısa destekleyici terapi: N=1710 hafta 16 seans 15-30 seans
    Depresif ve/veya anksiyete bozukluğu olan hastalardan oluşan karma örneklemler
    Bressi et al. (2010) Johansson et al. (2013) Knekt et al. (2008)30 50 STPP: 101 LTPP: 128TAU: N=30 Destekleyici müdahaleler: N=50 Çözüm -odaklı terapi: N=9740 seans     1 yıl 10 hafta LTPP: 232 seans STPP: 18.5 seans SFT: 9.8 seans
    Komplike yas
    McCallum and Piper (1990) Piper et al. (2001)27 53Bekleme listesi: N=27 Destekleyici Terapi: N=5412 seans 12 seans
    Sosyal Kaygı Bozukluğu
    Bo¨gels et al. (2014) Knijnik et al. (2004) Leichsenring, Salzer, Beutel et al. (2013) and Leichsenring et al. (2014)22 15 207BDT: N=27 Bekleme listesi: N=27 İnandırıcı plasebo kontrol grubu N=15 Bilişsel Terapi: N=209 Bekleme listesi: N=7936 seans 12 seans 30 seans
    Sosyal anksiyete bozukluğu için farmakoterapi ile birlikte psikodinamik terapi
    Knijnik et al. (2008, 2009)29Farmakoterapi: N=2912 seans
    Yaygın kaygı bozukluğu
    Leichsenring, Salzer, et al. (2009) Andersson et al. (2012)28 27BDT: N=29 IBDT: N=27 Bekleme listesi= 2730 seans 8 hafta
    Panik Bozukluk
    Milrod et al. (2007) Beutel et al. (2013) Milrod et al. (2015)26 36 80Uygulamalı rahatlama: N=23 BDT: N=18 BDT=81, Uygulamalı rahatlama: 3924 seans 24 seans 19-24 seans
    Panik bozukluk için farmakoterapi ile birlikte psikodinamik terapi
    Wiborg and Dahl (1996)20Sadece farmakoterapi: N=2015 seans
    Obsesif kompulsif bozukluk için farmakoterapi ile birlikte psikodinamik terapi
    Maina et al. (2010)27Farmakoterapi: N=3010-16 seans
    Travma Sonrası Stres Bozukluğu
    Brom et al. (1989) Steinert et al. (2016, 2017)29 53Duyarsızlaştırma: N=31 Hipnoterapi: N=29 Bekleme listesi: 23 Bekleme listesi: N=3318.8 seans 5 seans
    Somatoform bozukluklar
    Creed et al. (2003) Faramarzi et al. (2013) Guthrie et al. (1991) Hamilton et al. (2000) Guthrie et al. (1993) Monsen and Monsen (2000) Sattel et al. (2012)59 24 50 37 50 20 107Paroxetine: N=43 TAU: N=86 Medikal tedavi:N=25 Destekleyici dinleme: N=46 Destekleyici terapi: N=36 Destekleyici Dinleme: N=46 TAU/hiç terapi: N=20 Geliştirilmiş medikal Bakım: N=1048 seans 16 seans 8 seans 7 seans 8 seans 33 seans 12 seans
    Bulimia nervoza
    Fairburn et al. (1986) Bachar et al. (1999) Garner et al. (1993) Poulsen et al. (2014)11 17 25 34BDT: N=11 Bilişsel terapi: N=17 Beslenme Danışmanlığı= N=10 BDT: N=25 BDT: N=3619 46 seans 19 seans PD: 73 seans BDT: 20 seans
    Tıkanırcasına Yeme
    Tasca et al. (2006)48Grup BDT: N=47 Bekleme Listesi: N=4016 seans
    Anoreksiya nervoza
    Dare et al. (2001) Zipfel et al. (2013)21 80Bilişsel- analitik terapi: N=22 Aile terapisi: N=22 Rutin tedavi: N=19 Geliştirilmiş BDT (e -BDT): N=80 Optimize edilmiş TAU(O-TAU): N=82M= 24.9 seans Psikodinamik terapi: 39.9 seans e- BDT:44.8 seans O-TAU: 50.8 seans
    Opiyat bağımlılığı
    Woody et al. (1983, 1990) Woody, Luborsky, McLellan, and O’Brien (1995)31 57Uyuşturucu danışmanlığı (UD) N=35 BDT+UD: N=34 UD: N=2712 seans 26 seans
    Kokain Bağımlılığı
    Crits-Christoph et al. (1999, 2001)124BDT+ grup UD: N=97 Bireysel UD: N=92, Bireysel UD+ grup UD: N=96Bireysel 36 aya kadar, 24 grup seansı, 4 qy
    Borderline kişilik bozukluğu
    Bateman and Fonagy (1999, 2001) Bateman and Fonagy (2009) Clarkin et al. (2007) ve Levy et al. (2006) Doering et al. (2010) Giesen-Bloo et al. (2006) Gregory et al. (2008)19 71 30 43 42 15TAU: N= 19 Yapılandırılmış klinik yönetimi: N=63 DBT: N=30 Destekleyici psikodinamik terapi: N=30 Deneyimli toplum terapistleri tarafından tedavi: N=29 BDT: N=44 TAU: N=1518 ay 18 ay 12 ay 1 yıl Hafta da 2, 3 yıl 24.9 seans
    C Kümesi Kişilik Bozuklukları
    Muran et al. (2005) Svartberg et al. (2004)22 25Kısa süreli ilişkisel terapi: N=33 BDT: N=29 BDT:N=2530 seans 40 SEANS
    Kaçıngan kişilik bozukluğu
    Emmelkamp et al. (2006)23BDT: N=21 Bekleme listesi:N=1820 seans
    Heterojen kişilik bozuklukları
    Abbass et al. (2008) Hellerstein et al. (1998) Vinnars et al. (2005) Winston et al. (1994)14 25 80 25Sınırlı iletişim: N=13 Kısa süreli destekleyici psikoterapi, N=24 Sosyal destekli psikodinamik terapi, N=76 Kısa süreli adaptif psikoterapi, N=30; bekleme listesi, N=2627.7 seans ( mean) 40 seans 40 seans 40 seans
    Psikiyatrik hizmetlerden yüksek oranda yararlananlar
    Guthrie et al. (1999)55TAU: N=558 Seans
    Evlilik sorunları
    Snyder and Wills (1989) and Snyder et al. (1991)30Davranışçı evlilik/ilişki terapisi: N=29 Bekleme listesi: N=2025 seansa kadar

    DT, Davranışçı Terapi; BDT, Bilişsel Davranışçı Terapi; UD, Uyuşturucu danışmanlığı (drug counseling), ICBT, İnternet bilişsel-davranışçı terapi; USPT, Uzun süreli psikodinamik terapi; KSPT; Kısa süreli psikodinamik terapi; TAU: treatment as usual

    Elde edilen veriler depresif ve anksiyete bozuklukları için ayrı ayrı değerlendirilmiştir; USPD  için herhangi bir kılavuz kullanılmadığından bu incelemeye yalnızca KSPT sonuçları dahil edilmiştir.

    BDT veya farmakoterapi gibi bilinen tedavilerle yapılan karşılaştırmalarla ilgili olarak, üç çalışma eşdeğerlik veya daha alt seviyede olmama durumunu test etmek için yeterli güce sahiptir (Connolly Gibbons vd., 2016; de Jonghe vd., 2004; Driessen vd., 2013). Bu RCT’lerde sonuç bakımından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Ancak, ilk çalışmada tek taraflı test prosedürü uygulanmamış, bunun yerine geleneksel iki taraflı test kullanılmıştır (de Jonghe ve ark., 2004); diğer RCT’de ise noninferiorite /üstünlük testi yapılmıştır (Driessen ve ark., 2013). Bu RCT’de, psikodinamik terapinin BDT’ye kıyasla daha iyi olmadığı remisyon oranları için gösterilmemiştir (%21’e karşı %24), ancak tedavi sonrası depresyon ölçümleri için gösterilmiştir (Driessen ve ark., 2013); remisyon oranlarındaki fark (%21’e karşı %24) klinik açıdan çok azdır. Üçüncü çalışmada, psikodinamik terapinin BDT’ye göre daha az etkili olmadığı kanıtlanmıştır (Connolly Gibbons ve ark., 2016).

    Buna ek olarak, birçok RCT psikodinamik terapi ile etkililiği kanıtlanmış tedaviler arasında sonuç açısından bir fark olmadığını bildirmiştir, ancak bunlar daha önce önerildiği gibi (Leichsenring, Luyten ve ark., 2015) grup başına en az 70 hasta kriteri uygulandığında eşdeğerliği göstermek için yeterli güce sahip değildir (Barber, Barrett, Gallop, Rynn ve Rickels, 2012; Barkham, 1996; Gallagher-Thompson ve Steffen, 1994; Salminen ve ark., 2008; Shapiro ve ark., 1994).

    Nispeten az sayıda çalışmanın meta-analizleri bile tek tek çalışmalardan daha yüksek bir istatistiksel güce ulaşır; bu nedenle, birkaç meta-analizin bireysel psikodinamik terapinin depresif bozukluklar için etkili olduğunu ve diğer güvenilir tedavilerle karşılaştırıldığında hiçbir fark olmadığını bulmaları dikkat çekmektedir (Abbass ve Driessen, 2010; Cuijpers, van Straten, Andersson ve van Oppen, 2008; Driessen ve ark., 2010).

    Komplike Yas

    Komplike yas için psikodinamik terapinin etkinliği iki RCT’de gösterilmiştir (McCallum ve Piper, 1990; Piper, McCallum, Joyce ve Ogrodniczuk, 2001). Bu çalışmalarda psikodinamik terapi, bekleme listesi koşuluna veya destekleyici tedaviye göre daha başarılı sonuçlar vermiştir.

    Kaygı Bozuklukları

    Çeşitli RCT’ler anksiyete bozukluklarının tedavisinde psikodinamik terapinin etkinliğine dair kanıtlar sağlamıştır (Tablo 4.1). Panik bozukluğu için psikodinamik terapi, gevşeme uygulamasından daha üstün bulunmuştur (Milrod ve ark., 2007). Milrod ve arkadaşları (2015) tarafından panik bozukluğu için psikodinamik terapi, BDT ve uygulamalı gevşemenin karşılaştırıldığı yeni bir RCT’de, BDT’nin bir bölgede daha üstün olduğu önemli bir bölge-tedavi etkileşimi bulunmuştur.Ancak genel yanıt oranları dikkate alındığında, BDT ve psikodinamik terapi arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (%63‘e karşı %59; uygulamalı gevşeme için %46). Panik bozukluğu için psikodinamik terapi ve BDT’nin karşılaştırıldığı bir başka RCT’de, remisyon oranlarında önemli bir fark bulunmamıştır, ancak çalışma eşdeğerliği göstermek için yeterli güce sahip değildir (Beutel ve ark., 2013). Sosyal anksiyete bozukluğu için, psikodinamik terapi inandırıcı bir plasebodan üstün veya BDT kadar etkilidir (Bögels, Wijts, Oort ve Sallaerts, 2014; Knijnik, Kapczinski, Chachamovich, Margis ve Eizirik, 2004) ve yakın tarihli bir RCT, psikodinamik terapinin bekleme listesi koşulundan üstün olduğunu ve sosyal anksiyete, genel psikopatoloji ve savunma mekanizmaları dahil olmak üzere tüm sonuçlarda BDT kadar etkili olduğunu bulmuştur (Bögels ve ark, 2014). Araştırmacıların orta düzeyde farklılıkları tespit etmek için yeterli güce sahip olduğunu bildirdiği bu son çalışmada (Bögels ve ark., 2014, s. 370), başarı oranları %50’nin üzerindedir ve 3 ve 12 aylık takiplerde istikrarlı bulunmuştur. Geniş çaplı ve çok merkezli bir RCT’de, hem psikodinamik terapi hem de BDT, bekleme listesi koşuluna göre daha üstün bulunmuştur (Leichsenring, Salzer ve ark., 2013); psikodinamik terapi ve BDT arasında yanıt oranları ve depresyonun hafiflemesi açısından herhangi bir fark bulunmamıştır. BDT, remisyon oranları, kendi kendine bildirilen sosyal anksiyete ve kişilerarası sorunlar açısından üstündü, ancak bu farklılıklar küçüktü ve klinik olarak anlamlı olarak a priori tanımlanan eşiğin altındaydı (Leichsenring, Salzer ve ark., 2013). Ayrıca, terapinin bitiminden 6, 12 ve 24 ay sonra herhangi bir sonuç ölçütü üzerinde uzun vadeli etkiler açısından hiçbir fark bulunmamıştır (Leichsenring ve ark., 2014). Başlangıçta sonuçlardaki küçük farklılıkları tespit etmek için bir üstünlük çalışması olarak tasarlanmış olsa da, bu çalışma yukarıda önerilen kriterler uygulandığında eşdeğerliği test etmek için yeterli güce sahiptir. Yakın zamanda Leichsenring ve Leweke (2017) tarafından sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin bir inceleme sunulmuştur.

    Yaygın anksiyete bozukluğu için yapılan bir randomize kontrollü çalışmada, psikodinamik terapi ile BDT arasında birincil çıktı ölçütü (Hamilton Anksiyete Değerlendirme Ölçeği) açısından anlamlı bir fark bulunamamıştır. Ancak çalışma, eşdeğerlik denemesi için yeterli güçte değildi (Leichsenring vd., 2009). İkincil ölçütler (örneğin, endişe, depresyon) için BDT anlamlı derecede daha iyi sonuçlar elde etti (Leichsenring vd., 2009; Salzer, Winkelbach, Leweke, Leibing & Leichsenring, 2011). Tedavi etkileri, tedavinin bitiminden 12 ay sonra stabil kalmıştır (Salzer ve ark., 2011). Bir başka RCT’de, internet rehberliğinde psikodinamik kendi kendine yardımın, yaygın anksiyete bozukluğu için bekleme listesi kontrol koşuluna göre üstün olduğu kanıtlanmıştır (Andersson ve ark., 2012). İnternet destekli BDT ile karşılaştırıldığında herhangi bir fark bildirilmemiştir, ancak bu çalışma eşdeğerliği göstermek için yeterli güce sahip değildir (Tablo 4.1).

    Anksiyete bozukluklarının çeşitli kategorilerini içeren karma bir örneklem için, kısa süreli psikodinamik terapi, 7 aylık takipte iyileşme açısından LTPP’den üstündür (ve çözüm odaklı terapi kadar etkilidir) (Knekt ve ark., 2008). Depresif ve/veya anksiyete bozukluğu olan hastalardan oluşan karma bir örneklemde, psikodinamik terapi olağan tedaviden (farmakoterapi) üstün bulunmuştur (Bressi, Porcellana, Marinaccio, Nocito ve Magri, 2010). Psikodinamik terapi ve farmakoterapi kombinasyonunun hem sosyal anksiyete bozukluğu (Knijnik ve ark., 2008, 2009) hem de panik bozukluğu (Wiborg ve Dahl, 1996) tedavisinde tek başına farmakoterapiden daha üstün olduğu gösterilmiştir. Panik bozukluğu için, farmakoterapi ile birlikte psikodinamik terapi, remisyon ve nüks önlem oranları açısından tek başına farmakoterapiden daha üstündür (Wiborg ve Dahl, 1996).

    Yakın zamanda yapılan bir meta-analizde, psikodinamik terapi anksiyete bozukluklarında etkin olmayan kontrol koşullarına göre daha üstün bulunmuştur (Keefe, McCarthy, Dinger, Zilcha-Mano ve Barber, 2014); psikodinamik terapi ile diğer hakiki tedaviler arasında herhangi bir fark bulunmamıştır (Keefe ve ark., 2014). Araştırmacılar, bu meta-analiz için, psikodinamik terapi ile alternatif aktif tedaviler arasındaki büyük ve orta etki büyüklüklerinin, heterojenlik derecesine bakılmaksızın yaklaşık 1.00’lik bir güçle tespit edilebileceğini bildirmiştir (Keefe ve ark., 2014).

    Travma Sonrası Stres Bozukluğu

    Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) için yapılan bir randomize kontrollü çalışmadan (Brom, Kleber & Defares, 1989), psikodinamik terapi, hipnoterapi veya BDT arasında sonuç bakımından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır. Ancak bu çalışma, eşdeğerliği göstermek için yeterli güçte değildi (Tablo 4.1). Psikodinamik terapi, üç ölçütten ikisinde bekleme listesine göre üstün olmuş ve takip sırasında en büyük grup içi etki büyüklüklerine ulaşmıştır. Kamboçya’da yakın zamanda yapılan bir RCT’de (Steinert vd., 2016; Steinert, Bumke vd., 2017), kaynak odaklı psikodinamik terapi, bekleme listesine göre etkili olduğu kanıtlanmıştır.

    Somatoform Bozukluklar veya Somatik Semptom Bozukluğu

    Somatoform bozukluklar (DSM-5’te artık somatik semptom bozukluğu olarak adlandırılır) için psikodinamik tedavinin etkililiği konusunda önemli  kanıtlar bulunmaktadır (Tablo 4.1). İrritabl bağırsak sendromu (Creed vd., 2003; Guthrie, Creed, Dawson ve Tomenson, 1991; Guthrie, Creed, Dawson ve Tomenson, 1993), fonksiyonel dispepsi (Faramarzi vd., 2013; Hamilton vd., 2000) ve somatoform ağrı bozukluğu (Monsen ve Monsen, 2000; Sattel vd., 2012) için RCT’lerden kanıtlar mevcuttur. Bu RCT’lerin her birinde, psikodinamik tedavinin, her zamanki tedaviye veya destekleyici tedaviye göre üstün olduğu bulunmuştur. Bir meta-analiz, psikodinamik tedavinin somatik bozukluğu olan hastalarda etkili olduğunu bulmuştur (Abbass, Kisely ve Kroenke, 2009).

    Yeme Bozuklukları

    Bulimia nervoza için, yapılan bir çalışmada psikodinamik terapinin bilişsel terapi ve beslenme danışmanlığından daha başarılı sonuç verdiği bulunmuştur (Bachar, Latzer, Kreitler ve Berry, 1999). Diğer iki çalışmada, birincil sonuç ölçütü (bulimik ataklar, kusma) açısından psikodinamik terapi ve BDT arasında fark bulunmamıştır (Fairburn, Kirk, O’Connor ve Cooper, 1986; Garner ve ark., 1993); ancak yine bu çalışmalar eşdeğerliği göstermek için yeterli güce sahip değildir (Tablo 4.1). İkincil ölçeklerde BDT lehine farklılıklar bulunmuştur (Fairburn ve ark., 1986; Garner ve ark., 1993). Yakın tarihli bir RCT’de, BDT’nin psikodinamik terapiden üstün olduğu bulunmuştur (Poulsen ve ark., 2014). Çalışma tartışmalıdır çünkü psikodinamik terapi manuelleştirilmiş ancak semptom odaklı değildir, bu da potansiyel olarak psikodinamik tedaviyi dezavantajlı hale getirmektedir (Poulsen & Lunn, 2014; Tasca, Hilsenroth, & Thompson-Brenner, 2014).

    İki çalışma anoreksiya nervozada psikodinamik terapi için kanıt sağlamaktadır (Dare, Eisler, Russel, Treasure ve Dodge, 2001; Zipfel ve ark., 2013). Randomize bir çalışmada anoreksiya nervoza tedavisinde manuel rehberli psikodinamik terapi, geliştirilmiş BDT ve her zamanki gibi optimize edilmiş tedavi karşılaştırılmıştır (Zipfel ve ark., 2013). Tedavi sonunda, birincil sonuç ölçütünde (vücut kitle indeksi) herhangi bir farklılık olmaksızın tüm tedavilerde önemli iyileşmeler bulunmuştur. Bununla birlikte, 12 aylık takipte, psikodinamik terapi iyileşme oranlarında her zamanki gibi optimize edilmiş tedaviden önemli ölçüde üstünken, geliştirilmiş BDT üstün değildi (Zipfel ve ark., 2013). Psikodinamik terapi için iyileşme oranları %35, geliştirilmiş BDT için %19 ve her zamanki gibi optimize edilmiş tedavi için %13’tür. Bu çalışma eşdeğerliği göstermek için yeterli güce sahipti (Tablo 4.1). Tıkınırcasına yeme bozukluğu için, psikodinamik terapinin bekleme listesi koşulundan daha üstün olduğu ve BDT kadar etkili olduğu bulunmuştur (Tasca ve ark., 2006). Çalışmalardan ikisi, aktif tedavilerle eşdeğerliği göstermek için yeterli güce sahip değildi (Tablo 4.1) (Dare ve ark., 2001; Tasca ve ark., 2006).Rutin tedavi (Dare ve ark., 2001) ve bekleme listesi koşulu (Tasca ve ark., 2006) ile karşılaştırma için, bu çalışmaların üstünlük göstermek için yeterli güce sahip olduğu görülmektedir.

    Kişilik Bozuklukları

    C kümesi kişilik bozuklukları

    C kümesi kişilik bozuklukları için psikodinamik terapinin kullanımına ilişkin kanıtlar, BDT ile kıyaslandığında sonuç açısından bir farklılık göstermeyen iki RCT tarafından rapor edilmiştir (Muran, Safran, Samstag ve Winston, 2005; Svartberg, Stiles ve Seltzer, 2004). Bu araştırmalar eşdeğerliği göstermek için yeterli güce sahip değildir (Tablo 4.1). Bir başka RCT, kaçıngan kişilik bozukluğunun tedavisinde BDT’nin bekleme listesi kontrol koşulundan ve psikodinamik terapiden daha etkili olduğunu bildirmiştir (Emmelkamp ve ark., 2006). Bu çalışma, olası yanlılıklar (Emmelkamp, 2007; Leichsenring ve Leibing, 2007), örneğin psikodinamik terapinin bozukluğa özgü, el kitabı rehberliğinde, hakiki bir yorumunun kullanılıp kullanılmadığı gibi konular nedeniyle tartışmalara neden olmuştur (Emmelkamp, 2007; Leichsenring ve Leibing, 2007).

    B Kümesi Kişilik Bozuklukları

    Çok sayıda RCT, borderline kişilik bozukluğunun psikodinamik terapi ile başarılı bir şekilde tedavi edilebileceğini göstermektedir (Bateman ve ark., 1999; Bateman ve Fonagy, 2009; Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Doering ve ark., 2010; Gregory ve ark., 2008; Levy ve ark., 2006). Bateman ve Fonagy (1999) gerçekleştirdikleri ilk RCT’de psikodinamik terapiyi (zihinselleştirme temelli terapi, MBT) standart tedaviden üstün bulmuşlardır. Daha sonraki bir RCT’de, MBT’nin manuel rehberli yapılandırılmış bir klinik tedaviden daha üstün olduğu bulunmuştur (Bateman ve Fonagy, 2009). MBT, intihar teşebbüsleri ve hastaneye yatış da dahil olmak üzere kendi kendine bildirilen ve klinik olarak önemli sorunlar açısından üstün bulunmuştur. Clarkin ve arkadaşları (2007) iki tür psikodinamik terapiyi (aktarım odaklı terapi, AOT ve destekleyici psikodinamik terapi, DPT) diyalektik davranışçı terapi (DDT) ile karşılaştırmıştır. Farklı sonuç ölçütlerinde üç tedavi arasında fark bulunmamış, ancak yansıtıcı işlevsellik ve bağlanmadaki iyileşmeler açısından AOT, DBT’den daha üstün olmuştur (Levy ve ark., 2006). Sadece AOT ve DPT öfke ve dürtüsellikteki iyileşmelerle ilişkilendirilmiş ve sadece AOT asabiyet ve sözlü ve direkt saldırıdaki değişimle ilişkilendirilmiştir (Clarkin ve ark., 2007). AOT 12 sonuç ölçütünün 10’unda, DDT 12 ölçütün 5’inde ve DPT 12 ölçütün 6’sında anlamlı iyileşmeler göstermiştir (Clarkin ve ark., 2007). AOT’nin etkinliği, AOT’nin deneyimli topluluk terapistleri tarafından uygulanan tedaviden daha üstün olduğunu gösteren bir başka RCT ile desteklenmiştir (Doering ve ark., 2010). Gregory ve arkadaşları (2008) psikodinamik terapinin (yapısökümcü terapi), alkol kullanım bozukluğu ile birlikte görülen sınırda kişilik bozukluğu hastaları için olağan tedavi koşulundan daha etkili olduğunu göstermiştir. Bir başka RCT, psikodinamik terapi (AOT) ile şema odaklı terapiyi karşılaştırmıştır (Giesen-Bloo ve ark., 2006).Yazarlar, her iki tedavi için de istatistiksel ve klinik olarak anlamlı iyileşmeler olduğunu belirtmişlerdir. Ancak, şema odaklı terapi çeşitli sonuç ölçümlerinde AOT’den daha başarılı bulunmuştur. Ayrıca, AOT için önemli ölçüde daha yüksek bir yarıda bırakma bildirilmiştir. Bu çalışmayla ilgili olarak, en çok da AOT’nin tedavi açısından bütünlüğü konusunda çeşitli endişeler dile getirilmiştir (Giesen-Bloo ve Arntz, 2007; Yeomans, 2007). Psikodinamik terapiyi başka bir aktif tedaviyle karşılaştıran iki çalışmanın her ikisi de eşdeğerliği göstermek için yeterli güce sahip değildi, ancak her ikisi de en azından bazı ölçümlerde psikodinamik terapinin veya karşılaştırma durumunun daha üstün olduğu rapor edildi (Giesen-Bloo ve ark., 2006; Levy ve ark., 2006).

    Kişilik bozukluğu olan hastaların heterojen örneklemi

    İki RCT’de, psikodinamik terapi, heterojen kişilik bozukluklarına sahip örneklem gruplarında bekleme listesi veya minimal temas koşullarına göre üstün bulunmuştur (Abbass, Sheldon, Gyra, ve Kalpin, 2008; Winston ve ark., 1994). Bir başka RCT, psikodinamik terapi ile kısa süreli destekleyici terapi arasında sonuç açısından bir fark bulmamıştır (Hellerstein ve ark., 1998). Ancak, bu çalışmalardan ikisi (Hellerstein vd., 1998; Winston vd., 1994) psikodinamik terapi ile karşılaştırma tedavileri arasındaki olası farklılıkları tespit etmek için yeterli güçte değildi. Yeterli güçte bir çalışmada, el kitabı kılavuzlu psikodinamik terapi, topluluk temelli psikodinamik terapi kadar etkiliydi (Vinnars, Barber, Noren, Gallop ve Weinryb, 2005). Yapılan birkaç meta-analiz, psikodinamik terapinin kişilik bozukluklarının tedavisinde etkili olduğunu ortaya koymuştur (Barber, Muran, McCarthy, & Keefe, 2013; Town, Abbass, & Hardy, 2011).

    Madde ile İlişkili Bozukluklar

    Opiyat bağımlılığı konusunda, iki RCT psikodinamik terapinin iş günleri, uyuşturucu kullanımı, yasadışı gelir, depresyon ve genel psikiyatrik semptomlar gibi çeşitli sonuçlar üzerindeki etkililiğine dair kanıtlar sunmuştur (Woody ve ark., 1983; Woody ve ark., 1995). Bu RCT’lerden birinde (Woody ve ark., 1983), hem psikodinamik terapi hem de BDT, ilaç tedavisinden (standart tedavi) daha başarılı bulunmuştur. Psikodinamik terapi ile BDT arasında herhangi bir fark bulunmamıştır, ancak çalışmalar eşdeğerliği test etmek için yeterli güce sahip değildir. İkinci çalışmada (Woody ve ark., 1995), psikodinamik terapi ilaç tedavisinden daha etkili bulunmuştur. Böylece psikodinamik terapinin opiyat bağımlılığında etkili olduğu gösterilmiştir. Bunun aksine, hem psikodinamik terapi hem de BDT’nin kokain bağımlılığı için bireysel ilaç tedavisinden daha az etkili olduğu bildirilmiştir (Crits-Christoph ve ark., 1999, 2001).

    Obsesif-kompulsif bozukluk

    Obsesif kompulsif bozukluk için psikodinamik terapinin incelendiği tek RCT’de, farmakoterapi ile birlikte uygulanan psikodinamik terapi, tek başına uygulanan farmakoterapiden üstün bulunmamıştır (Maina, Rosso, Rigardetto, Chiado Piat ve Bogetto, 2010).

    Psikiyatrik hizmetlerden yüksek oranda yararlananlar

    Psikodinamik terapi, psikiyatrik hizmetlerden yüksek oranda yararlanan hastalarda olağan tedavi koşullarından daha üstün bulunmuştur (Guthrie ve ark., 1999). Örneklemde ağırlıklı olarak depresif ve anksiyete bozukluğu olan hastalar yer almıştır.

    İlişki sorunları: evlilik terapisi

    Psikodinamik terapi ile davranışçı çift terapisi arasında bireysel ve ilişki işlevselliği açısından anlamlı bir fark bulunmamıştır (Snyder ve Wills, 1989). Her iki tedavi de bu açıdan bekleme listesi kontrol grubuna göre daha üstün bulunmuştur. Bu etkiler 6 aylık takipte de korunmuştur. Dört yıllık takipte, davranışsal terapi alan çiftlerin sayısı psikodinamik terapi alan çiftlerin sayısından önemli ölçüde daha fazla olmuştur (%38’e karşı %3) (Snyder, Wills ve Grady-Fletcher, 1991). Çalışma, eşdeğerliği değil ama üstünlüğü göstermek için yeterli güce sahiptir.

    Karmaşık ruhsal bozukluklar için uzun süreli psikodinamik terapi (LTPP)

    Çok sayıda meta-analizde, kronik ruhsal bozukluklar, kişilik bozuklukları veya çoklu komorbid bozukluklar olarak tanımlanan karmaşık ruhsal bozuklukları olan hastalarda en az 50 seans içeren veya en az 1 yıl süren LTPP’nin daha kısa veya daha az yoğun tedavi şekillerine göre daha başarılı olduğu gözlenmiştir (Leichsenring, Abbass ve ark., 2013; Leichsenring ve Rabung, 2008, 2011b). Tedavi ile hedef problemlerde, genel psikiyatrik semptomlarda, kişilikte ve sosyal işlevsellikte iyileşme sağlanmıştır. Bu sonuçlar, kronik ruhsal bozukluğu veya kişilik bozukluğu olan birçok hasta için kısa süreli psikoterapinin yeterli olmadığını gösteren doz-etki ilişkilerine dair verilerle tutarlıdır (Howard, Kopta, Krause ve Orlinsky, 1994). Bu hastalar için uzun süreli tedavilerin daha etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu meta-analizin sonuçları, örneğin istatistiksel analiz ve dahil edilen karşılaştırma koşulları açısından tartışmalıdır (Bhar ve ark., 2010). Bu endişelere yönelik çeşitli yanıtlar verilmiştir (Leichsenring, Abbass ve diğerleri, 2013; Leichsenring ve Rabung, 2011a,b). Önceki meta-analizin sonuçları, örneğin yalnızca aktif karşılaştırma koşulları dahil edildiğinde, daha önce dahil edilmeyen çalışmalar dikkate alındığında veya gruplar arası etki büyüklükleri analiz edildiğinde desteklenmiştir (Leichsenring, Abbass ve ark., 2013; Leichsenring ve Rabung, 2011b). Böylece, karmaşık ruhsal bozukluklarda, LTPP’nin daha kısa veya daha az yoğun tedavilerden daha üstün olduğu bir kez daha ortaya konulmuştur. Benzer şekilde, uzun süreli psikoterapinin diğer formlarının da karmaşık ruhsal bozuklukların tedavisinde bu tedavilerin daha kısa formlarından daha üstün olmasını bekleyebiliriz. Örneğin, borderline kişilik bozuklukları için DDT veya şema odaklı terapi de uzun süreli tedavilerdendir (Clarkin ve ark., 2007; Giesen-Bloo ve ark., 2006).

    Tartışma

    Psikodinamik terapi klinik uygulamalarda sıklıkla başvurulan bir yöntemdir (Norcross ve Rogan,2013). Ancak etkililik araştırmaları psikodinamik terapi alanında uzun süre göz ardı edilmiştir. Bazı psikodinamik terapistler ve araştırmacılar arasında, RCT metodolojisinin psikodinamik terapiye uygulanması konusunda endişeler mevcuttur (Westen, Novotny ve Thompson-Brenner, 2004). Bilinçdışı çatışmaların veya süreçlerin incelenmesinin psikodinamik terapi araştırmaları için benzersiz bir zorluk teşkil ettiği doğru olsa da, psikodinamik terapinin gözlemlenebilir iyileşme belirtileri şeklindeki sonuçları üzerinde çalışılabilir. Tedavinin manuelleştirilmesi sorunuyla ilgili olarak, tedavi kılavuzlarını kullanan mevcut RCT’ler, psikodinamik terapinin karmaşık kişilerarası sürecinin manuelleştirilebileceğini göstermekle birlikte (Tablo 4.1), tedavi kılavuzları yemek kitabı olarak algılanmamalıdır. Mevcut kılavuzlar, terapist davranışında geniş bir esneklik yelpazesine izin vermektedir (Leichsenring ve Salzer, 2014; Leichsenring ve Schauenburg, 2014; Leichsenring ve Steinert, 2017b). Bateman ve Fonagy (2009), Clarkin ve diğerleri (2007) ve Vinnars ve diğerleri (2005) tarafından yapılan RCT’lerde gösterildiği gibi, LTPP bile manuel rehberliğinde uygulanabilir. Ayrıca, psikodinamik terapi çalışmalarının metodolojik kalitesinin BDT ile karşılaştırılabilir olduğu kanıtlanmıştır (Gerber ve diğerleri, 2011; Thoma ve diğerleri, 2012), bu da RCT metodolojisinin BDT’ye olduğu kadar psikodinamik terapiye de uygun şekilde uygulanabileceğini bir kez daha göstermiştir.

    Son yıllarda, psikodinamik terapiye ilişkin etkililik araştırmaları hız kazanmış ve bu konudaki kanıtlar artmaya başlamıştır (Abbass vd., 2014; Barber vd., 2013; Steinert, Munder vd., 2017). Bu derlemede sunulan sonuçlara göre, psikodinamik terapinin depresif, anksiyete, somatoform, yeme, madde ile ilişkili ve kişilik bozukluklarında etkili olduğuna dair önemli veriler bulunmaktadır. Bu durum, psikodinamik terapinin yaygın ruhsal bozukluklarda etkili olduğunu ortaya koyan yakın tarihli Cochrane Raporu ile tutarlılık göstermektedir (Abbass ve ark., 2014). Psikodinamik terapinin etkilerinin istikrarlı olduğu ve hatta izlem değerlendirmelerinde daha da arttığı saptanmıştır (Abbass ve ark., 2009, 2014; Leichsenring ve Rabung, 2008).

    Psikodinamik terapinin etkililiğine dair gittikçe artan sayıda kanıt olmasına rağmen, bazı sınırlılıklar da bulunmaktadır.Alternatif bir tedaviye eşdeğer olduğunu göstermek için yeterli güce sahip yalnızca birkaç çalışma mevcuttur (Leichsenring, Luyten ve ark., 2015). Ancak bu durum BDT için de geçerlidir (Cuijpers, 2016). Psikodinamik terapi ve BDT’nin karşılaştırılmasıyla ilgili olarak, eşdeğerliği test etmek için yeterli güce sahip olan çalışmalarda etkililik açısından önemli bir fark bulunmamaktadır (Crits-Christoph ve ark., 1999; Driessen ve ark., 2013; Leichsenring, Luyten ve ark., 2015; Leichsenring ve ark., 2014; Zipfel ve ark., 2013). Psikodinamik terapinin etkililiği kanıtlanmış tedavilere eşdeğerliği yakın zamanda açıkça test edilmiş ve kanıtlanmıştır (Steinert, Munder ve ark., 2017). Gelecekteki araştırmalar, yaygın ruhsal bozukluklarda farklı biçimlerdeki tedaviler arasında sonuç açısından önemli farklılıklar olmadığını ortaya koyarsa, bir sonraki soru, Piper ve arkadaşlarının (2001) ele aldığı gibi, hangi hastaların hangi tür tedaviden daha fazla fayda sağladığı olacaktır.

    Burada yer alan RCT’lerde çeşitli psikodinamik terapi yöntemleri kullanılmıştır (Tablo 4.1). Ancak, ampirik bir perspektiften bakıldığında, çeşitli yaklaşımların gerçekte ne kadar “farklı” olduğu açık değildir. Anksiyete bozuklukları ve depresif bozuklukların tedavisi için, çeşitli yöntemlerin birbirleriyle tutarlı olduğu ve yüksek derecede örtüştükleri ortaya konmuştur (Leichsenring ve Salzer, 2014; Leichsenring ve Schauenburg, 2014; Leichsenring ve Steinert, 2018). Dolayısıyla, majör ruhsal bozuklukların psikodinamik tedavisi için birleşik veya transdiagnostik protokoller geliştirmek mümkündür ve gelecekteki araştırma ve uygulamalar için önemli bir hedef olabilir.

    Her şeye rağmen, psikodinamik terapi konusunda daha fazla araştırma yapılmasını gerektiren açık sorular bulunmaktadır. Bazı ruhsal bozukluklar için daha fazla RCT yapılması gerekmektedir. Bu durum örneğin obsesif-kompulsif bozukluk ve TSSB için geçerlidir. TSSB için sadece iki adet RCT mevcuttur (Brom ve ark., 1989; Steinert, Bumke ve ark., 2017). Ayrıca, yeterli güce sahip daha fazla eşdeğerlik çalışmasına ihtiyaç vardır. Gelecekte yapılacak psikodinamik terapi çalışmalarında, sadece semptom ölçümleri veya DSM kriterleri değil, psikodinamik terapiye daha spesifik ölçümler de uygulanmalıdır. Gelecekteki çalışmalar, yalnızca psikodinamik terapi ile elde edilen belirli kazanımlar olup olmadığını da incelemelidir; bu, “katma değer” sorusu olarak adlandırılmaktadır. Böyle bir katma değer, örneğin Levy ve arkadaşları (2006) tarafından psikodinamik terapi ile DDT’nin yansıtıcı işlevselliğin ve bağlanma mekanizmasının iyileştirilmesi açısından karşılaştırılmasıyla tespit edilmiştir. Araştırmalar sadece psikodinamik terapinin değil, aynı zamanda tedavi marka isimlerinin ötesinde diğer hakiki tedavilerin de değişim mekanizmalarını ele almalıdır. Bu, tedavileri daha da geliştirmek için önemlidir. Son olarak, teşhisin ötesinde hasta özellikleriyle ilgili olarak kimin için neyin işe yaradığı sorusuna daha fazla dikkat edilmesi gerekmektedir.

    Şu anda hiçbir psikoterapi yöntemi altın standard olduğunu iddia edemez (Leichsenring ve Steinert, 2017a). Monokültürlerin başarılı olduğu nadiren kanıtlanmıştır. Hem tedavide hem de araştırmada (kanıta dayalı) tedavilerin çokluğu desteklenmelidir. Sadece çoğulculuk/çok kültürlülük, farklı yaklaşımlar arasındaki boşlukları doldurmaya ve ruhsal bozukluğu olan hastaların tedavisini daha da iyileştirmek için birbirlerinden öğrenmeye imkan tanıyabilir (Roy-Byrne, 2017).

  • Borderline ve Narsisistik Kişilik Bozuklukları İçin Aktarım Odaklı Psikoterapi (10. Bölüm)

    Eve Caligor, John F. Clarkin and Frank E. Yeomans

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 10. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Aktarım odaklı psikoterapi (AOP) (Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2015), ağır kişilik bozuklukları için uzun vadeli, teoriye dayalı, psikodinamik bir tedavi yöntemidir. AOP’nin hedefleri; semptomların giderilmesi, uyumsuz davranışların çözülmesi ve öz ve kişilerarası işlevselliğin iyileştirilmesidir. AOP, Borderline Kişilik Bozukluğu (BKB) tedavisi için ampirik desteğe sahiptir ve AOP’nin tedavi ilkeleri, taktikleri ve teknikleri, narsisistik kişilik bozukluğu (NKB) olan hastalarla başarılı bir şekilde uygulanmak üzere genişletilmiştir (Diamond, Yeomans, Stern ve Kernberg, baskıda) ve ayrıca daha üst seviyede veya alt sendromal kişilik patolojisi olan hastalara da uyarlanmıştır (Caligor, Kernberg ve Clarkin, 2007). AOP, öz ve diğer işlevlerdeki patolojiye odaklandığı için, ki bu patoloji tüm kişilik bozuklukları yelpazesinde merkezi bir konumdadır (Sharp ve diğerleri, 2015), bu tedavi modeli yakın zamanda kişilik patolojisinin şiddet aralığına göre tüm hastaları kapsayan kapsamlı bir psikodinamik yaklaşım olarak daha ayrıntılı bir şekilde ifade edilmiştir; her bir hasta ve hastalığın evresine göre tedaviyi uyarlamak için değişiklikler yapılmıştır (Caligor Kernberg, Clarkin ve Yeomans, 2018). Bu bölümde, klinik örneklerde sıklıkla birlikte görülen (Diamond ve diğerleri, 2014) BKB ve NKB hastalarının tedavisine odaklanacağız.

    AOP tedavi modeli, dikkatli bir tanı değerlendirmesi ve vaka formülasyonu ile başlar. Tedaviye başlamadan önce, bir sözlü tedavi sözleşmesi şeklinde tedavi çerçevesi oluşturulur. Terapide, tedavi sözleşmesinin sağladığı yapı ile birlikte, BKB’li hastaların gündelik işlevlerine dikkat edilerek psikodinamik keşfi desteklemek amacıyla kullanılır. Klinik odak noktası şimdiki zamandır. Terapist, tedavi oturumlarındaki hastanın anlık deneyimlerine ve davranışlarına dikkatlice odaklanır; bu, hem terapist ile olan ilişkide hem de hastanın mevcut ilişkilerinde görülen bozulmuş kişilerarası davranışlara özel bir dikkat gösterilerek yapılır.

    Tedavi modeli ve klinik yaklaşımın tanımı

    Referans çerçevesi ve patoloji modeli 

    AOP, Kernberg tarafından geliştirilen psikodinamik nesne ilişkileri teorisine dayanmaktadır (Kernberg ve Caligor, 2005). Model, kendiliğin ve ötekinin duygusal olarak yüklenmiş zihinsel temsillerinin, içsel nesne ilişkileri (internal object relations) olarak adlandırılan, öznel deneyimi ve kişilerarası ilişkileri organize etmedeki rolüne odaklanır. İçsel bir nesne ilişkisi, kendilik imgesinin başka bir kişi imgesi ile etkileşimde bulunduğu bir görüntüden oluşur ve bu ilişki bir duygusal durum ile bağlantılıdır. Bu kendilik-öteki temsil çiftleri, terapideki etkileşimlerde, hastaların ötekilerle olan ilişki örüntülerini ve terapistle olan anlık deneyimlerini organize ederken, açık ya da örtük bir şekilde ortaya çıkar.

    AOP modelinde, kendilik ve kişilerarası işleyişin doğası kimlik kavramı etrafında şekillenir. Normal kimlik oluşumu, zaman içinde sürekli, tutarlı, gerçekçi ve stabil bir kendilik algısıyla; buna karşılık gelen, önemli ötekilerin stabil ve zengin deneyimiyle; ve karmaşık ve iyi modüle edilmiş duygusal deneyimle ilişkilidir. Kendilik ve ötekiler hakkında tutarlı ve bütünleşik bir kavram, empati ve karşılıklı bağımlılığı içeren ilişkiler ile birlikte, kişinin kendisini ve başkalarını niyetler, motivasyonlar ve duygular açısından anlama yeteneği (mentalizasyon) sağlar. Buna karşılık, ağır kişilik bozuklukları, duygusal olarak yüklenmiş, aşırı, karikatürize edilmiş ve büyük ölçüde olumsuz kendilik ve öteki deneyimlerinin karşılıklı olarak ayrıştığı ve çekirdek karmaşık bir kendilik algısını organize etme konusunda birleşmediği kimlik oluşumu patolojisi ile karakterizedir. Bu durumda, kendilik algısı kararsız, kesintili, çarpıtılmış ve kötü bir şekilde bağlamlandırılmıştır; önemli ötekiler ile ilgili deneyimler de benzer şekilde belirsizdir ve duygular zayıf bir şekilde bütünleşmiş ve modüle edilmiştir. AOP’nin amacı, ayrışmış, duygusal olarak yüklenmiş kendilik ve öteki deneyimlerinin ve ilişkili içsel nesne ilişkilerinin entegrasyonu ile sürekli ve stabil bir kendilik algısını teşvik etmek, böylece benzer şekilde stabil ve tutarlı önemli ötekiler deneyimi ile bağlantılı olarak kimlik konsolidasyonunu sağlamaktır.

    Değişim modeli

    AOP modelinde, yoğun negatif duygusal durumların egemenliği, bölme temelli savunmaların ve ilgili dissosiyatif süreçlerin aktive edilmesini tetikleyici bir etken olarak görülmektedir. Özellikle, negatif duygular ve bunlarla ilişkili kendilik ve öteki temsilleri, olumlu duygusal deneyimlerden ve temsillerden ayrışmaktadır. Bu dinamikler, bütünleştirici süreçleri ve kimlik konsolidasyonunu engelleyerek kişilerarası ilişkilerde istikrarsızlık yaratmaktadır. AOP modelinin patogenezdeki merkezi rolü göz önüne alındığında, tedavi modeli klinik süreçte duygusal aktivasyonun ardından duygusal içsel durumu kontrol etmenin merkezi bir rol üstlendiğini öne sürmektedir (Caligor, Diamond, Yeomans ve Kernberg, 2009; Levy ve ark., 2006).

    AOP tedavi çerçevesi ve AOP terapistinin benimsediği teknik olarak tarafsız duruş, tedavi sürecinde duygu yüklü nesne ilişkilerinin ortaya çıkmasına destek sağlar; bu ilişkiler, tedavi ortamı ve terapötik ilişki yapısı içinde güvenli bir şekilde kontrol edilebilir. Bu duygusal açıdan yüklü kendilik ve öteki temsilleri, hastanın terapistle olan etkileşimlerinde ve/veya mevcut kişilerarası ilişkileri tanımlarken ifade edilebilir ve terapide klinik dikkatin odağı haline gelir. Örneğin, bir terapist, hastanın terapist tarafından sevilmediğine ve ondan kurtulmak istendiğine dair inancına dikkat çekebilir; başka bir zamanda, aynı hastanın terapiste karşı çok özel olduğunu hissettiğini kelimelere dökebilir. Kendilik ile ötekiler arasındaki duygusal olarak yüklü algılar tanımlanıp araştırıldıkça, duygular kontrol altına alınır ve kendilik ve ötekilerine yönelik aşırı ve bozuk, paranoyak ve idealize edilmiş algılar birbirleriyle ilişkilendirilir. Aşağıda tanımlanan ve örneklendirilen yorumlama süreci, bu gelişmeleri düzenler ve duygusal içsel durumlar üzerinde farkındalık, yansıtma ve mentalizasyon gibi bütünleştirici süreçleri destekleyen klinik müdahaleleri yönlendirir. Zamanla, duygular yatıştırıldıkça ve kendilik ve ötekilerine yönelik aşırı algılar kademeli olarak değiştikçe, dissosiye olmuş kendilik ve öteki deneyimleri bir araya gelir, bu da kimlik konsolidasyonuna yol açar.

    Temel müdahale strateji ve teknikleri 

    Tedavi sözleşmesi 

    Tedavi, sözlü bir tedavi sözleşmesinin müzakeresiyle başlar. Tedavi sözleşmesi, tedavi çerçevesini ve hasta ile terapistin karşılıklı rollerini ve sorumluluklarını tanımlar. Hasta sorumlulukları, belirlenen seanslara zamanında gelmeyi ve aklındaki konular hakkında mümkün olduğunca özgürce konuşmayı içerir. Terapistin sorumlulukları, hastanın sözel ve sözel olmayan iletişimlerine dikkat etmek ve gerektiğinde hastanın kendisini ve başkalarını anlamasına yardımcı olmak için yorumlar yapmaktır. Şiddetli kişilik bozukluğu olan hastalar, anlamlı bir işte yer almayabildikleri için, sözleşme süreci, hastanın bir tür iş veya eğitimle meşgul olmasının gerekliliğini tartışmayı da içerir. Bu genel sözleşme unsurlarının yanı sıra, hastanın klinik sunumu ve önceki tedavi geçmişine dayalı olarak bireyselleştirilmiş unsurlar eklenir. Sıkça eklenen unsurlar, tedavi çerçevesinde acil durumlar ve kendine zarar verici davranışlarla başa çıkma prosedürlerini ve önceki tedavileri kesintiye uğratan davranışların yönetimini içerir; bunlar arasında tutarsız katılım, aşırı veya rahatsız edici telefon aramaları veya mesajlaşma ve seansların saat bitiminde sona ermemesi gibi durumlar bulunur. Özetle, AOP’de tedavi sözleşmesi, tedavi için gerekli koşulları temsil eder ve hastanın kişilerarası ilişkilerinin, terapistle olan etkileşimlerinin ve içsel nesne ilişkilerinin keşfedilebileceği güvenli ve tutarlı bir ortam sağlar. Tedavi sözleşmesi yapılana kadar tedaviye başlanmaz. Terapinin başlamasından sonra, hastanın sözleşmeye verdiği tepki etrafında genellikle önemli kişilik unsurları ön plana çıkar.

    Teknik Tarafsızlık 

    Tedavi sözleşmesi hasta ve terapist tarafından müzakere edildikten ve kabul edildikten sonra, terapist AOP terapistinin temel duruşunu benimser; bu duruş, terapötik tarafsızlık (therapeutic neutrality) veya teknik tarafsızlık (technical neutrality) olarak tanımlanır. AOP terapistinin, tedavinin her aşamasında baskın, aktif nesne ilişkilerini teşhis etme ve keşfetme becerisi, terapistin kendisini hasta ile olan çatışmalarında tarafsız bir gözlemci olarak konumlandırmasına bağlıdır. Terapist, hastanın çatışmasının herhangi bir tarafıyla birleşmek yerine, hastanın göz ardı ettiği veya reddettiği tüm çatışan güçleri gözlemlemeye çalışır; tarafsız terapist, tüm klinik alanı değerlendirir. Teknik olarak tarafsız terapist, hastanın kendini gözlemleme kapasitesini geliştirmek ve refleks eylemin yerine reflektif öz gözlemi koyarak davranışları ve iç çatışmaları üzerine düşünmesini sağlamak amacıyla, hastanın kendini gözlemleme kapasitesine sahip olan kısmıyla işbirliği yapar. AOP terapistinin tarafsız duruşunun, terapistin hasta ile olan çatışmalara karşı tutumunu, terapistin hasta olarak kişiye karşı tutumundan ayırdığını vurgulamak önemlidir. Terapist, hasta ile olan tutumunda tarafsız değildir. Aksine, AOP terapisti, hastanın deneyimini anlamak için ilgi ve merak gösterir ve hastanın, daha üretken ve tatmin edici bir yaşam sürmesine yol açacak şekillerde değişebileceği beklentisini taşır.

    Yorumlama süreci 

    AOP’de klinik müdahale, hastanın terapist ve önemli ötekilerle olan mevcut ilişkilerini ve hastanın günlük yaşamındaki mevcut işlevselliğini keşfetmeye odaklanan yorumlama sürecine göre organize edilir. Yorumlama süreci, zamanla ve tedavi süresince tekrarlamalı olarak gerçekleştirilir; hastanın duygusal durumunun yükseliş ve düşüşlerine göre ayarlanır ve tedavinin farklı klinik anlarında ve aşamalarında çeşitli işlevler görür. Yorumlama süreci aracılığıyla, terapist hastanın kendilik ve nesne temsillerini tanımlar ve etiketler ve bunları hastanın kişilerarası ilişkiler deneyimine katkıda bulunan şekilleriyle izler.

    Yorumlama sürecinin genel amacı, hastanın kendisini gözlemlemek, içsel deneyimi ve dışsal davranışı üzerinde düşünme becerisini genişletmek ve yoğun duygusal durumlarla ilişkili olan anlık kendilik ve öteki algılarını karmaşık bir ilişki bağlamına yerleştirmektir. Bu öz-reflektif kapasite, hastanın çalışma ve öğrenim peşinde koşma becerisini artırır ve başkalarıyla tatmin edici ilişkileri sürdürmesini kolaylaştırır. Yorumlama süreci, her bir ardışık düzeyin hastayı sonraki düzeyleri kullanmaya hazırladığı dört müdahale düzeyi açısından kavramsallaştırılabilir (Caligor ve ark., 2009). Birlikte, dört müdahale düzeyi, her hastada biraz farklı şekilde oynanan, çok fazla tekrar ve ileri geri hareket içeren karmaşık bir süreç oluşturur.

    Müdahale düzeyinin ilki, hastanın kendisiyle terapist dahil ötekiler arasındaki ilişkide sahip olduğu örtük algıları tanımlamayı içerir. Terapist, seansta hastanın baskın duygusal deneyimine kelime bulmaya başlayarak, bunu bir iç nesne ilişkisi veya ilişki örüntüsü olarak tanımlar. BKB hastalarının tedavisinde baskın nesne ilişkisi genellikle bir kurbanın bir zalimin elindeki durumu şeklindedir. NKB hastalarının tedavisinde ise baskın nesne ilişkisi genellikle birinin, kendisinden daha aşağıda ve yetersiz olan birine karşı üstün ve değersizleştirici olduğu bir yapıdan oluşur. Hem BKB hem de NKB hastalarında baskın duygu çoğunlukla negatif olup, düşmanlıkla bezelidir. Baskın nesne ilişkisinin belirli özelliklerinden bağımsız olarak, AOP terapisti, hastanın seansta deneyimini organize eden kendilik ve ötekiler görüşünü netleştirmeye çalışmaya başlar. Bu süreç genellikle terapistle olan baskın nesne ilişkilerinin aktive olmasına yol açar; terapistin görevi, hastanın deneyimini kelimelere dökmesine yardımcı olmaktır. Bu süreçte terapist, hastanın deneyimini sorgulamadan, hastanın öznel durumu üzerinden konuya yaklaşır. İyi yapıldığında, hastanın terapiste veya önemli birine olan baskın nesne ilişkisini tanımlamak ve kelimelere dökmek, duygusal bir konteyner sağlar ve hastanın kendini gözlemleme yeteneğini teşvik ederken, terapistin empatisini ve anlama isteğini de iletebilir.

    Müdahale düzeyinin bir sonraki aşaması, seansta aktif olan nesne ilişkileri ikilileri içinde rol değişimlerini gözlemlemek ve tanımlamaktır. Bu süreçte terapist, hastanın dissosiye olmuş, reddedilmiş ve başkalarında görülen davranış ve deneyim yönlerine (genellikle saldırgan olan) dikkat etmesine nazikçe yardımcı olur. Örneğin, hasta kendisini mağdur eden bir terapistin elinde bir kurban olarak algılarken, terapisti öfkeli bir şekilde eleştirebilir; yani terapist, hasta tarafından sözlü bir saldırının mağduru olur. Veya, NKB hastalarının tedavisinde sıkça görüldüğü gibi, hasta terapisti dikkatsiz ve ilgisiz bulurken, terapisti bir yankı tahtası olarak kullanarak, terapist konuşmaya çalıştığında onu görmezden gelir veya kesintiye uğratır. Genellikle hasta, başkaları tarafından kurban gibi hissetmek veya ilgisiz ve dikkatsiz bir terapist tarafından dışlanmak gibi bir yapıdan oldukça haberdar olur; ancak rollerin değiştiği ilişki hakkında bilinçli bir farkındalığa sahip değildir. Örneğin, ilk hasta diğerini mağdur ettiğinin farkında değildir ve ikinci hasta terapiste karşı dışlayıcı ve dikkatsiz olduğunun bilincinde değildir. Rol değişimlerini işaret ederek terapist, yeni ve farklı bir perspektif sunar ve hastayı anlık, içinde bulunduğu deneyimden daha ileri gitmeye davet eder; böylece hastanın dissosiye ve reddedilmiş davranış ve deneyim yönlerine dikkat etmesine yardımcı olur. Bu süreç, hastanın kendini gözlemleme becerisini artırarak, anlık, duygusal açıdan yoğun deneyimlerin ötesine geçmesini sağlar ve alternatif bakış açılarını değerlendirmesine olanak tanır. NKB olan bireyler genellikle bu kapasiteyi geliştirmekte zorluk çekerler ve terapötik etkileşimin tek yönlü, katı ve durağan bir görünümünde uzun süre kalabilirler (Diamond, Yeomans ve Levy, 2011).

    Müdahale düzeyinin üçüncü aşaması, zaman içinde savunmacı bir şekilde dissosiye olmuş, çelişkili (genellikle idealize edilmiş ve zulmedici) kendilik deneyimleri arasında bağlantılar kurmaktır. Bu noktada terapist, hastayı deneyiminin kutuplaşmış ve çelişkili doğasını gözlemlemeye ve düşünmeye davet eder; örneğin, bugün terapistin merhametsiz olduğu ve hastanın ihmal edilmiş ve öfkeli hissettiği, oysa bir önceki seansta terapistin sonsuz bir şefkatle hastaya yaklaşarak onun sevgisinde yücelttiği (bu, BKB hastalarının tedavisinde yaygın bir çelişkidir) ya da bugün terapistin işe yaramaz, tamamen etkisiz ve sömürücü bir dolandırıcı olduğu, oysa bir önceki seansta terapistin güçlü bir dahi olarak hayranlıkla karşılandığı ve korkulan biri olduğu (bu da NKB hastalarının tedavisinde sıkça rastlanan bir çelişkidir) vurgulanır. Bu müdahale düzeyi, hastanın deneyimindeki istikrarsızlığı işaret ederek başlar; bu süreç, hastanın iç deneyimi ile dış gerçeklik arasındaki ilişki hakkında düşünme ve merak duymasını teşvik eder. Hastanın deneyiminin değişken ve çelişkili yönlerinin takdir edilmesi, nihayetinde hastanın deneyimin öznel, içsel ve inşa edilmiş olduğunu, somut olandan farklı olarak anlamasına yardımcı olur; hasta, zihninin nasıl çalıştığını ve bunun davranışları ile ilişkileri nasıl etkilediğini gözlemleme ve düşünme fırsatı bulur, bu da mentalizasyon kapasitesini geliştirmeye katkı sağlar.

    Yorumlama sürecindeki dördüncü düzey, terapistin, hastanın deneyiminin kutuplaşmış ve istikrarsız kalitesini anlamak için hipotezler sunarken sembolik anlamlar ve bilinçdışı güdüler düzeyine geçiş yapar. Örneğin, terapist BKB’li hastaya, terapisti veya önemli ötekileri koruyucu bir bakış açısıyla, çelişkili ve kutuplaşmış (idealize edilmiş ve zulmedici) görüşler sürdürdüğünü, mükemmel bir bakıcı bulma olasılığını koruma arzusuyla açıklayabilir. NKB’li hastaya ise, terapistin etkili ve yardımcı olabilmesi durumunda, hastanın aşağılık duygularını utandırıcı bir şekilde onaylayacağı için, terapisti değersiz bir şekilde değerlendirdiği önerisinde bulunabilir. Yorumlama sürecindeki bu son adım, bilinçdışı anlamlar ve güdülerin anlaşılmasına odaklanarak, geleneksel psikodinamik ve psikanalitik yorumlama kavramlarıyla örtüşmektedir. Ancak, AOP’de, ağır kişilik bozukluklarının tedavisinde bilinçdışı anlamların keşfinin karmaşık bir sürecin son adımı olduğu ve daha önceki müdahalelerin hastayı deneyiminin dissosiye doğasının farkına varmasına, bu durumdan rahatsız olmasına, üzerinde düşünmesine ve merak duymasına yardımcı olmasının ardından tanıtıldığı vurgulanmaktadır.

    Tedavi süreci

    AOP’de ağır kişilik bozukluklarının tedavisinde belirgin aşamalar vardır. Tedavi, sunulan semptomlar ve zorluklar, iş, kişilerarası ve özel ilişkilerdeki genel işlevsellik, kişisel ilgi alanları ve boş zaman kullanımına odaklanan dikkatli bir tanısal değerlendirme ile başlar. Semptomların ve kişilik işlevselliğinin geleneksel değerlendirmesi, kimlik, nesne ilişkileri, savunmalar, ahlaki işlevsellik ve agresyon alanlarında kişilik patolojisinin ciddiyetini yansıtan kişilik organizasyonu düzeyinin değerlendirilmesi ile tamamlanır. Değerlendirme tamamlandıktan sonra terapist, tanısal izlenimini paylaşır ve tedavi seçeneklerini hasta ile tartışır.

    Eğer hasta ve terapist AOP için bir yol haritası üzerinde anlaşırlarsa, bir sonraki adım sözlü bir tedavi sözleşmesinin müzakeresidir. Sözleşme, tedavinin erken aşaması için zemin hazırlar; bu aşamada tedavi çerçevesine meydan okumalar, erken ayrılma tehditleri ve hastanın terapiye yönelik eleştirileri yaygındır. BKB’li hastaların tedavisinde, bu aşamada ciddi ve potansiyel olarak ölümcül davranışların en yaygın olduğu görülürken, NKB’li hastaların tedavisinde terapistin değersizleştirilmesi veya terapistin bir birey olarak algılanmadığı bir göz ardı edici, ihmal edici tutum sık görülür. Tedavi çerçevesinin yapısı, yıkıcı davranışlara sürekli olarak odaklanma ve gerektiğinde sınır koyma kullanımı, sonuçta seans dışındaki öz yıkıcı davranışların azalmasına yol açar. Bu da klinik dikkatin, bu davranışları tetikleyen temel çatışmalı nesne ilişkilerini anlamaya kaydırılmasını mümkün kılar; bu davranışlar genellikle tedavi sürecinde ve özellikle terapötik ilişki içinde yoğunlaşır. AOP’de ilerlemenin bir işareti, hastanın günlük yaşamının yıkıcı davranışlar olmadan işlemesi ve hastanın işlevsiz kendilik ve öteki temsillerinin terapistle olan çatışmalı bir ilişkide tezahür etmesi, burada aktif olarak incelenebilmesidir.

    AOP’de değişim genellikle, sorunlu davranışların azalmasıyla başlar ve ardından hastanın, başkalarına yansıtmak yerine sahiplenebileceği agresif duyguları giderek daha fazla tanımasıyla devam eder. Zamanla, kendilik ve öteki ile ilgili temsillerde bir değişim meydana gelir; idealize edilmiş ve zulmedici nesne ilişkileri daha az uç bir hale gelir, duygusal yükleri azalır ve geçici olarak birleşmeye başlar. Bu değişiklikler, terapötik ilişkinin kalitesinde yansır ve hastanın günlük yaşamındaki iş ve ilişkilerdeki artan üretken katılımla paralellik gösterir. Klinik deneyimlerimize göre, yakın ilişkilerdeki gelişim genellikle en son ortaya çıkan alan olmaktadır.

    Destekleyici kanıtlar

    Prensip odaklı AOP tedavi kılavuzu ilk olarak 1999 yılında tanımlanmıştır (Clarkin, Yeomans ve Kernberg, 1999). Bu, BKB hastalarını tedavi eden kıdemli klinik uzmanların video kayıtlı tedavilerini gözlemleyerek ve ardından müdahale prensiplerini çıkararak gerçekleştirilmiştir. AOP tedavi kılavuzunun tamamlanmasının ardından, erken fizibilite pilot çalışmaları yapılmış (Clarkin ve diğerleri, 2001) ve AOP ile diyalektik davranış terapisi (DBT) ve dinamik olarak yönlendirilmiş destekleyici tedavi arasında karşılaştırma yapan bir randomize kontrollü çalışma (RCT) gerçekleştirilmiştir (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007). BKB hastaları (N=90), ilgili tedavileri alan terapistler tarafından tedaviye rastgele atanmıştır ve sonuç değişkenleri kör değerlendiriciler tarafından güvenilir bir şekilde ölçülmüştür. Üç tedavi de 1 yıllık tedaviden sonra birçok alanda önemli değişiklikler göstermiştir. Hem AOP hem de DBT, intihar düşüncelerinde iyileşme ile ilişkilendirilmiştir. Ancak yalnızca AOP, dürtüsellik, sinirlilik, sözlü saldırı ve doğrudan saldırıdaki iyileşme ile önemli ölçüde ilişkilendirilmiştir. AOP alan hastalar, diğer tedavileri alan hastaların aksine, Yetişkin Bağlanma Görüşmesi’nde anlatı tutarlılığında önemli ölçüde iyileşme göstermiştir. Ayrıca, reflektif fonksiyon (reactive functioning), bireyin ve başkalarının davranışlarını düşünceler, duygular ve inançlar gibi niyetli zihinsel durumlarla anlamlandırma kapasitesi, AOP alan hastalarda da önemli ölçüde artmıştır. Diğer tedavilerde reflektif fonksiyonda anlamlı bir değişiklik gözlemlenmemiştir.

    İkinci bir randomize kontrollü çalışma, Doering ve diğerleri (2010) tarafından Avrupa’nın iki merkezinde (Münih, Almanya ve Viyana, Avusturya) gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada, BKB tanısı almış kadın hastalar (N=104), 1 yıl boyunca ya AOP ya da BKB tedavisinde deneyimli topluluk terapistlerinin uyguladığı tedaviye rastgele atanmıştır. AOP grubundaki sonuçlar, tedavi sonunda DSM-IV BKB kriterlerinin sayısı, psikososyal işlevsellikteki iyileşme ve intihar girişimlerinin sayısı, yatış süresi ve 1 yıl boyunca yapılan yatışların sayısı ile birlikte erken bırakma oranı (AOP: %38.5, karşılaştırma grubu: %67.3) açısından anlamlı şekilde üstün bulunmuştur. Ayrıca, AOP alan hastalar, karşılaştırma grubuna göre kişilik organizasyonu ve işlevselliğinde olumlu değişim açısından da daha fazla iyileşme göstermiştir.

    Daha yakın bir çalışmada, BKB hastalarında 1 yıl boyunca AOP’nin sinirsel işlev üzerindeki etkisi incelenmiştir (Perez ve diğerleri, 2015). Bu çalışma, tedavi öncesi ve sonrası BKB’li kadın hastaların olumsuz uyaranları işleme becerisini araştırmak için duygusal dilsel Go/NoGo görevini kullanmıştır. 1 yıl boyunca psikolojik işlevselliğin çeşitli noktalarındaki ölçümleri, tedavi öncesi ve sonrası nörokognitif işlev değerlendirmeleri ile birleştirilmiştir. Hastalar (N=10), 1 yıl boyunca önemli değişiklikler göstermiştir; bunlar arasında duygusal değişkenlikte azalma, kişilerarası hassasiyette azalma ve paranoyada azalma bulunmaktadır. Tedavi öncesi ve sonrası fMRI taramaları karşılaştırıldığında, BKB hastalarında bilişsel kontrol bölgelerinde (sağ anterior-dorsal ACC, dorsal-lateral PFC ve FPC) göreli artan aktivasyon gözlemlenmiştir. Sol ventrolateral PFC ve hipokampusta ise göreli aktivasyon azalması bulunmuştur. Araştırmacılar, AOP’nin klinik semptom iyileşmesini kısmen, dorsal ACC, posterior-medial OFC, frontopolar ve dlPFC aktivitesinin artışı aracılığıyla bilişsel duygusal kontrolü iyileştirerek sağladığını sonucuna varmışlardır. Bu etkilerin, limbik duygusal reaktivite ve anlamsal bellek işleme sistemleri üzerinde yukarıdan aşağıya frontal kontrol ile aracılı olarak gerçekleşebileceği düşünülmektedir. Bu, AOP’nin BKB’deki değişim mekanizmasının, hastanın anlık duygusal uyarılmayı, özellikle sosyal etkileşimlerde, daha nazik ve daha geniş bir bağlama yerleştirme yeteneği yoluyla artırılan duygusal düzenleme ile kısmen ilişkilendirildiği klinik hipoteziyle tutarlıdır (Levy ve diğerleri, 2006).

    Borderline ve narsisistik kişilik bozukluğu için aktarım odaklı psikoterapinin klinik illüstrasyonu

    Aktarım odaklı psikoterapinin (AOP) temel stratejileri

    AOP terapistinin temel stratejisi, hastanın deneyimini organize eden nesne ilişkilerini anlık olarak tanımlamaktır. Baskın nesne ilişkileri tanımlandıkça müdahaleler AOP’nin yorumlayıcı sürecini anlamaya dayalı olarak yönlendirilir.

    28 yaşında, belirgin narsistik özelliklere sahip BKB tanısı almış bir kadın, kişilerarası ve yakın ilişkilerde sorunlarla başvurdu. BKB özellikleri arasında duygusal dalgalanma, çalkantılı ve istikrarsız kişilerarası ilişkiler, öfke patlamaları, aralıklı dissosiyatif durumlar, boşluk hissi ve kimlik bozukluğu yer alıyordu. Narsistik özellikler ise örtük narsisizm, empati eksikliği, hak sahibi olma duygusu ve sürekli kıskanma hisleri içeriyordu. Hasta, AOP tedavisinde 6 aydır bulunmaktadır.

    Hasta: Bill [hastanın erkek arkadaşı] ile bir kavga daha ettik dün gece. O kadar kendini beğenmiş ve bencil ki… Onu kaldıramıyorum. Eskiden çok ilgiliydi, ama şimdi sadece kendini düşünüyor. Çok sinirliyim… Ondan tiksiniyorum. Ve şimdi üzgünüm çünkü benimle konuşmuyor.

    [Terapist netlik ister.]

    Terapist: Hmm. Geçen gece ne olduğunu biraz daha anlatır mısın?

    Hasta: 10:00’da eve gelmedi. Bunu hiç sevmediğimi biliyor. Her zaman aynı şey oluyor. Sonra kavga ediyoruz. Ve ben o kadar üzülüyorum ki… Uyuyamıyorum.

    [Hastanın iletişimleri belirsiz, yüzeysel ve öz-referanslı kalıyor. Terapist daha fazla netlik istemeye devam ediyor.]

    Terapist: Ne olduğunu adım adım anlatır mısın ki, kavga öncesinde neler olduğunu net bir şekilde anlayabileyim?

    Hasta: Bana geç saate kadar çalışması gerektiğini söyleyen bir mesaj attığı için üzgündüm – yine! Ben de bekledim, bekledim, mesaj attım, mesaj attım. Sonra mesajlarıma cevap vermeyi kesti. Çok üzülmüştüm. Ne kadar üzgün olduğumu biliyordu, ona nasıl cevap vermeyi bırakabildiğini söyledim.

    Terapist: Bekliyor olmak zordur ve sonra cevap vermeyi kestiğinde, bu sizi daha da kötü hissettirir.

    [Terapist empati kurarken hastanın baskın nesne ilişkisindeki deneyimini kelimelere dökmüştür].

    Hasta: Evet, aynen öyle. Hep aynı şey. Belki de bir ilişki yaşamaktan vazgeçmeliyim.

    [Duraklama]

    Hasta: Ve sonra saat 10:00’dan sonraya kadar eve gelmedi! O zamana kadar her şey için çok üzgündüm. Ama konuşarak halledebileceğimizi düşündüm. Ona sadece bana sarılmasını ve kızgın ve üzgün olmaya hakkım olduğunu söylemesini istediğimi söyledim. Bunu yaparsa kendimi daha iyi hissedeceğimi ve o zaman onun tarafını dinleyebileceğimi söyledim, ama daha önce değil. Ama bunu yapmadı! Bana kızdı ve hışımla çıkıp gitti. Tek istediğim sarılmaktı! O çok bencil.

    Terapist: Sizi dinlediğini hissetmeye ihtiyacınız vardı. . . sizi duyduğunu hissetmeye.

    Hasta: [Sakinleşerek] Evet.

    [Şu ana kadar terapist hastanın deneyimini netleştirmiş ve kelimelere dökmüştür, bu süreçte empati ve anlama becerisini iletir. Bu müdahaleler aynı zamanda bir dereceye kadar duygulanım kontrolü sağlamıştır ve hasta daha yansıtıcı görünmektedir. Terapist, hastanın alternatif bir bakış açısı sunma davetine olumlu yanıt vermek için yeterince yansıtıcı bir durumda olabileceğini düşünür].

    Terapist: Anlıyorum. Sizi duymayan, nasıl hissettiğinizi umursamıyor gibi görünen birini beklerken bu duruma düşmek üzücü ve sinir bozucu. Aynı zamanda Bill’in nasıl hissettiğini hayal etmeye çalışıyorum.

    Hasta: Ne demek istiyorsun?

    Terapist: Sanırım Bill ile aranızdaki bu tanıdık örüntüyü düşünüyorum. Acaba komik bir şekilde ikiniz de aynı gemiye mi biniyorsunuz?

    [Duraklama]

    Hasta: Ne demek istiyorsunuz?

    Terapist: Bill’i bencil, sizi dinlemeyi reddeden ve ihtiyaçlarınızı önemsemeyen biri olarak deneyimlediğinizde, acaba o da sizi aynı şekilde deneyimliyor olabilir mi? Örneğin, size sarılmak istemediği halde size sarılana kadar onunla bir şeyler konuşmayı reddettiğinizde veya başka türlü hissedebileceği halde kızgın olmakta haklı olduğunuzu söylediğinizde. Önerdiğim şey hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Zaman içinde yapılan bu ve benzeri müdahalelere yanıt olarak hasta, kendisini ihtiyaçlarını karşılamayı reddeden ve esirgeyen birinin hayal kırıklığına uğramış kurbanı olarak gören katı bakış açısının ötesine geçebilmiş ve kendi hayal kırıklığı yaratan ve esirgeyen davranışlarının daha fazla farkına varmıştır.

    Birkaç hafta sonra

    Terapist: Diğer insanların sizi nasıl sık sık hayal kırıklığına uğrattığını, size ihtiyacınız olanı vermediğini deneyimlediğiniz hakkında çok konuştuk. Bu, hemen hemen tüm önemli ilişkilerinizde çok sık olan bir şey gibi görünüyor.

    Hasta: Evet, bu konu hakkında konuştukça, nasıl her zaman o noktaya geldiğimi, hayal kırıklığına uğradığımı, hayal kırıklığına uğradığımı ve öfkelendiğimi daha iyi anlıyorum. Yanlış insanları seçiyor olmalıyım.

    Terapist: Belki de. Ama her zaman umut verici duygularla başlar. Başlangıçta Bill ile olduğu gibi.

    Hasta: Doğru. Ama sonra gerçek yüzlerini görüyorum.

    Terapist: Evet, belki de. Ama karşınızdaki kişiye ilişkin imajınızın ne kadar istikrarsız olduğu, dramatik bir şekilde nasıl değişebildiği beni çok etkiliyor, örneğin Bill’de olduğu gibi, başlangıçta size bakabilecek biri gibi görünüyor, bu da sizi mutlu ve umutlu hissettiriyor, sonra bencil ve umursamaz birine dönüşüyor ve siz de hayal kırıklığına uğramış ve öfkeli hissediyorsunuz.

    Hasta: Dediğiniz gibi değişiyor.

    Terapist: Sanki siyah ya da beyaz, ya hep ya hiç gibi – sanki zihninizde diğer kişi ya tamamen ilgili ya da tamamen bencil oluyor – arada hiçbir şey yokmuş gibi. Ve sizi hayal kırıklığına uğrattıklarında ya da yüzüstü bıraktıklarında, sanki sahip olduğunuz olumlu, şefkatli ilişki buharlaşıp uçuyor.

    Hasta: Olan şey bu. Her seferinde. Korkunç bir şey. Beni asla hayal kırıklığına uğratmayan ya da yüzüstü bırakmayan tek kişi sensin.

    [Terapist hastanın dikkatini deneyiminin katı bir şekilde kutuplaşmış ve ayrışmış niteliğine çekmiştir. Hastanın buna verdiği yanıt oldukça somut olmuştur. Terapist, aktarıma odaklanmaya karar verir.]

    Terapist: Ben de bunu düşünüyordum, bana karşı hayal kırıklığına uğradığınızı ya da hüsrana uğradığınızı hiç söylemediğinizi.

    Hasta: Ne olmuş? Ben böyle hissediyorum.

    Terapist: Bu bana başlangıçta Bill ile aranızdaki ilişkiyi hatırlatıyor. Böyle hissediyordun.

    Hasta: Ama şimdi ona hep kızgınım.

    Terapist: Evet, aynen öyle. Farkında olmadan, bir kez daha hayal kırıklığına uğramamak ve hüsrana uğramamak için ilişkimizi çatışmadan uzak, neredeyse mükemmel tutmak için çok çalışıp çalışmadığını merak ediyorum. O zaman beni de kaybedersin ve bu korkunç bir his olur.

    [Terapist, hastanın terapistle ilişkisindeki herhangi bir hayal kırıklığının, aktarımda deneyimlediği olumlu bağlantı ve ilgi hissini kaybetmesine neden olabileceği korkusuyla terapistle ilişkisini idealize edilmiş bir durumda tutma ihtiyacı hissedebileceğini öne süren bir yorum sunmuştur].

    Narsisistik aktarımların özel zorluğu

    BKB ve NKB için aktarım odaklı psikoterapinin temel stratejileri benzer olsa da, klinik süreçte bu iki hasta grubunda öngörülebilir farklılıklar vardır, özellikle tedavinin erken aşamalarında aktive edilen nesne ilişkileriyle ilgili olarak. BKB hastaları genellikle, bir yandan yaralanmış veya terkedilmiş bir kendilik, diğer yandan ise bir zulmedici veya reddedici bir ötekiyle merkezî bir ikili sunarlar. Bu nesne ilişkileri genellikle, sevgi, nefret, bağımlılık ve korku gibi çeşitli diğer polarize ikililerle hızla birleşir. Buna karşılık, NKB hastaları genellikle başlangıçta, abartılı bir kendilik ile değersiz bir öteki arasında merkezî bir ikili ile sunulurlar ve bu merkezî ikili etrafında görünüşte kararlı bir organizasyon sergilerler. Bu organizasyon, NKB hastasının terapistle olan tutumlarında ve etkileşimlerinde tipik olarak ifade edilir. Bu “narsisistik aktarımlar” genellikle somut bir şekilde deneyimlenir, kalıcıdır ve ele alınması zordur. Daha önce örneklenen, hastanın baskın deneyimini yansıtan müdahaleler, hastanın abartılı kendiliğini tedavinin erken döneminde sorgulamak zorunda kalmadan, hastanın bu deneyimini tehdit veya aşağılanma olarak algılayabileceği bir zamanda destekleyici olabilir. NKB hastasının değersizleştirmesiyle tetiklenen genellikle olumsuz hisleri kapsama yeteneği, terapistin bu deneyimi sorgulamadan empati kurabilme kapasitesine bağlıdır.

    Terapisinin ilk birkaç ayı boyunca, yukarıdaki hasta o anda aklına gelen her şey hakkında neredeyse hiç durmadan ve düşünmeden konuşmuştu. Söylemi odaklanmamış, yönlendirilmemiş ve yüzeyseldi. Terapist müdahale etmeye çalıştığında hasta sinirlenmeye başladı. Terapistin söylediği her şeyi sürekli olarak görmezden geldi, saptırdı veya çarpıttı.

    Hasta: İşe zamanında geldim ama asansörlerden biri çalışmıyordu, bu yüzden beklemek zorunda kaldım. Bunun dışında ofiste iyi bir gün geçirdim. Çok şey oluyor. Oldukça fazla iş var. Ve dairemi yeniden dekore ediyorum. Patronum şehir dışında ama sürekli arıyor. Bu akşam bir konsere gideceğim. Bill benimle orada buluşacak. Grubu seviyorum.

    Terapist: [Hastanın monologunu düzenlemeye ve derinleştirmeye çalışarak] İşinizin talepleri ile iş dışındaki hayatınızı dengelemek için çaba sarf ediyorsunuz gibi görünüyor.

    [Hasta gözlerini devirir ancak terapistin yorumlarını görmezden gelerek monoloğuna geri döner].

    Terapist: Yorumuma gözlerinizi devirdiniz.

    Hasta: Fark etmedim. Eğer devirdiysem de bir anlamı yok. Ne demiştiniz?

    Terapist: Sinirli gibi görünüyorsunuz.

    Hasta: Sinirliyim. Beni dinlemiyorsunuz. [Hasta monologuna geri döner.]

    Terapist: Burada olan şeyin, Bill ile yaşananlara benzer olduğunu düşünüyorum, yani benim dinlemediğimi hissetmeniz.

    Hasta: Sen bir aptalsın! Bill’e hiç benzemiyorsun. Ve sürekli beni kesiyorsun.

    [Terapist, müdahalesinin erken olduğunu fark eder. Hız değiştirir, hastanın o anki deneyimine odaklanır.]

    Terapist: Kesinlikle, sizi kesen ve ihtiyaç duyduğunuz şeyin duyulmak olduğunu anlamayan bir terapistle olmak çok sinir bozucu.

    [Hasta biraz rahatlar, sessiz kalır.]

    Terapist: Ne düşünüyorsunuz?

    [Bu tür müdahaleler, ilk düzeyde yorum yaparak, narsistik patolojiye sahip hastanın, ideal kendilik-değersizleştirilmiş terapist ikiliğindeki rolünü gözlemleme ve sonunda üzerine düşünme kapasitesi geliştirmesine yardımcı olabilir. Zamanla, bu hasta, terapisti aktif bir şekilde değersizleştirdiğini ve terapistin herhangi bir anda kendisini değersizleştireceğini beklediğini takdir etmeye başladıkça, ikinci düzey yorumlamayı kullanma yeteneği kazanmıştır.]

    Son yorumlar

    Aktarım Odaklı Psikoterapi, şiddetli kişilik bozuklukları için yapı temelli bir psikodinamik tedavi olup, özellikle kendilik işlevselliği ve başkalarıyla ilişkili işlevselliğin yapısal organizasyonu üzerine odaklanmaktadır (American Psychiatric Association, 2013). Tedavi süresi, kendilik ve öteki işlevselliğin ciddiyet düzeyine bağlıdır. AOT, BKB tedavisi için ampirik olarak desteklenmektedir ve tedavi ilkeleri NKB’yi (Diamond ve diğerleri, basımda) ve kişilik bozuklukları boyunca kendilik ve öteki işlevselliğin geniş yelpazesini ele almak için genişletilmektedir (Caligor ve diğerleri, 2018). AOT, nesne ilişkileri teorisine dayanmakta olup, klinik odak, her seansta anlık olarak aktif hale gelen kendilik ve ötekinin duygusal olarak yüklenmiş algılarını tanımlamak ve keşfetmek üzerinedir. AOT, şiddetli kişilik bozuklukları olan hastalarla keşif odaklı psikoterapiyi başarılı bir şekilde sürdürmek için gereken davranışsal kontrol seviyesine ulaşmak amacıyla tedavi sözleşmesinde belirlenen yapılandırılmış bir yaklaşım kullanmaktadır. Değişim için varsayılan mekanizmalar, tedavi sırasında aktive olan yüksek duygu durumlarının üst düzey, kortikal kontrolünü teşvik etmeye odaklanmaktadır.

  • Psikodinamik Kavramlar için Araştırma Desteği (6. Bölüm)

    Kenneth N. Levy, John R. Keefe ve Johannes C. Ehrenthal

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 6. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Freud’dan başlayarak psikanalitik teori, benliğin ve kişilerarası ilişkilerin normatif süreçlerine ve psikopatolojinin gelişimi ve tedavisine dair anlayışımızı aydınlatan bir dizi klinik olarak zengin ve kullanışlı kavram sağlamıştır. Psikodinamiklerin merkezinde, diğer kavramların yanı sıra bilinçdışı süreçler, öznel deneyim ve savunma süreçleri gibi yapılara odaklanmak yer almaktadır. Yaygın yanlış anlamaların aksine, psikodinamik kavramlar için çok fazla deneysel destek vardır ve bu bölümde bunları inceleyeceğiz.

    Temel ilkeler ve kavramlar

    Psikodinamik teorinin merkezinde yer alan bir dizi temel ilke ve kavram vardır. Bunlar arasında, güdüler, arzular ve anılar gibi bazı zihinsel süreçlerin farkındalığa veya bilinçli iç gözleme açık olmadığı fikri yer alır. Bu fikir genellikle bilinçsiz zihinsel fonksiyon (unconscious mental functioning) veya bilinçsiz işleme (unconscious processing) olarak adlandırılır. Bilinçdışı zihinsel süreçler, klinik gözlemlere dayalı kavramsal bir önermeden psikodinamik araştırma alanında bir çalışma alanına evrilmiş (Westen, 1998) ve sosyal psikoloji (Dijksterhuis ve Strick, 2016) ve sinirbilimler (Soon, Brass, Heinze ve Haynes, 2008) içindeki araştırmalara entegre edilmiştir. Bilinçdışı zihinsel yaşama dikkat etmek psikanalitik veya psikodinamik psikoterapinin merkezinde yer almaya devam ederken, deneyimimizin çoğu iç gözlem (introspection), düşünme ve bilinçli karar alma için kullanılabilir ve erişilebilirdir. Wachtel’in (2005) belirttiği gibi bilinç (consciousness), bilinçli (conscious) ve bilinçdışı (unconscious) arasındaki ayrı bir bölümlemeden ziyade, erişilebilirlik ve ifade derecesi meselesi olarak kavramsallaştırılmalıdır. Psikodinamik yaklaşımın bir diğer ilkesi, bazı zihinsel süreçlerin farkındalığımızın dışında olmasına rağmen, insanların endişe verici düşünceleri veya duyguları farkındalıktan dışarı itmeye güdülenmiş olmalarıdır. Bu süreç savunma (defence) veya savunma mekanizması (defence mechanism) fikridir. Bu savunma kavramı genellikle yetişkinlerin anlatılarını, psikofizyolojik verileri ve sinirbilim verilerini inceleyen ampirik literatürde desteklenir ve genel olarak iyi kabul görür (Cramer, 2000). Psikodinamik teorinin merkezinde yer alan üçüncü bir ilke, çocuklukta bakımverenlerle ilişkilerin mevcut ilişkileri şekillendirmede bir rol oynadığı görülen gelişimsel bir bakış açısıdır. Bu, erken deneyim ile sonraki gelişim arasında doğrusal bir ilişki veya kritik bir dönem anlamına gelmez. Gelişimsel psikopatoloji perspektifiyle tutarlı olan psikodinamik teori, deterministik olmaktan çok olasılıkçıdır. Bu perspektiften, çocukluk deneyimleri, genetik (Freud’un yapısal (constitutional) olarak adlandırdığı) faktörlerle birlikte, kişinin kendi içsel deneyimi ve kişinin açık davranışları üzerindeki etkileri açısından ele alınır. Psikodinamik bakış açısının dördüncü ilkesi öznel deneyimin veya olayların bireysel veya kişisel anlamının önemini vurgular. Psikodinamik teorisyenler ve klinisyenler hastanın fenomenolojik deneyimiyle, yani hastanın kendisini, önemli başkalarını ve genel olarak dünyayı nasıl deneyimlediğiyle ilgilenirler. Bu, bilişsel-davranışçı geleneğin şema kavramlarından farklıdır çünkü psikodinamik bir bakış açısından bu şemalar hem açık, bilinçli yönlere hem de örtük, bilinçsiz yönlere sahip olarak görülür ve ikincisi hem örtük kısımları (yani, basitçe farkındalığın ötesinde) hem de savunma amaçlı olarak farkındalığın dışında tutulan kısımları içerir. Psikodinamik model ayrıca bireylerin diğer tahammül edilemez temsillere karşı savunmak için bir temsil kümesini (kendilik ve ötekilerin içsel şablonları) kullanabileceğini öne sürer. Son olarak, bu şemaların duygusal yönlerine ve temsillerin yapısal yönlerine, yani temsillerin farklılaşma ve hiyerarşik bütünleşme derecesine daha fazla dikkat edilmektedir (bkz. Blatt, Auerbach ve Levy, 1997). Gelişimsel, klinik ve nörolojik bilimlerden elde edilen kanıtlar, bu temel öncüller için doğrulama sağlar (bir inceleme için bkz. Westen, 1999). Bilinçdışı süreçler, savunma mekanizmaları, gelişimsel bir bakış açısı ve öznellik fikirlerine ek olarak, aktarım kavramı (ve ilgili karşı-aktarım kavramı) psikodinamik klinik yaklaşımların merkezinde yer alır. Psikanalizde çeşitli zamanlarda Oedipus kompleksi veya psikoseksüel aşamalar gibi diğer kavramlar vurgulanmış olsa da, bu kavramların geçmişte olduğu kadar çağdaş psikodinamik modeller için merkezi olmadığını ileri sürüyoruz.

    Bu bölümde, büyük resim perspektifi geliştirmek için klasik ve son araştırmalara odaklanarak temel psikodinamik kavramlara ilişkin kanıtları gözden geçireceğiz. Özellikle, bilinçdışı ve savunma mekanizmaları, aktarım, içgörü ve zihinselleştirmeye ve bu kavramların psikoterapi süreci için bazı çıkarımlarına odaklanacağız. Gelişimsel perspektif psikodinamik bir yaklaşımın merkezinde yer almasına rağmen, artık psikodinamiklere özgü veya benzersiz olmadığı için bu bölümde buna odaklanmayacağız. Ancak, ilgili olduğu yerlerde bağlanma teorisinin bazı yönlerini ele alacağız ve ilgili okuyucuları psikodinamiğin bu yönü için ampirik destek olarak bağlanma teorisi literatürüne yönlendireceğiz (bkz. Levy ve diğerleri, 2015).

    Savunma süreçleri

    Savunma süreçlerinin psikodinamik kavramsallaştırmaları, ilk olarak Freud tarafından önerildiğinden beri önemli ölçüde evrimleşmiştir. Basitçe söylemek gerekirse, bir savunma mekanizması, tehdit edici düşünceleri veya duyguları farkındalıktan uzaklaştırma sürecidir. Freud, savunmanın sadece bir bastırma olarak görülmediği, aynı zamanda iki rekabet eden fikir arasındaki uzlaşma oluşumu olarak tanımlandığı dürtü teorisini geliştirmiştir: bir yandan bir dilek, bir arzu veya bir istek (itki (impulse)) ve diğer yandan, dileğe, arzuya veya isteğe karşı bir yasak. Bu, içsel bir çatışma yarattı ve savunmacı düşünceler, duygular veya davranışları içeren bir uzlaşma oluşumuyla sonuçlandı. Tipik olarak, çatışmanın bir veya her iki tarafı kısmen veya tamamen farkındalık dışındaydı. Rüyalar, unutma, parafrakslar (Freud sürçmeleri) ve nevrotik semptomların hepsi uzlaşma oluşumları (compromise formations) veya savunma süreçlerinin sonucu olarak görülüyordu. Genellikle, istek veya arzu cinsel veya saldırgandı ve içsel bir dürtüden kaynaklandığı görülüyordu. Uzlaşma oluşumunun hizmetinde, savunmacı çözümler nispeten sağlıklı ve olgun (gerçekliğe dayalı) olmaktan çok sağlıksız, olgunlaşmamış ve hatta altta yatan psikotik semptomlara kadar değişebilir. Daha yeni kavramsallaştırmalar, hoş olmayan duygular, algılar ve bilişler ışığında savunmacı işlemlerin (defensive operations) genel düzenleyici işlevini vurgular. Bu işlemler, daha az olgun mekanizmalardan daha nüanslı stratejilere (Cramer, 2015) doğru bir gelişimsel yörüngeyi takip ederek, bireyin bazı bilgilere odaklanırken diğer bilgileri silerek karmaşık bir dünyada işlevsel kalmasına yardımcı olur. Ancak savunmalar, yüksek düzeyde içsel çatışma veya düşük düzeyde kişilik bütünleşmesi koşulları altında kısıtlayıcı ve işlevsiz hale gelebilir. Klinik bir bakış açısından, savunma mekanizmaları terapistin psikodinamikleri veya “hareket halindeki zihni” gözlemlemesine yardımcı olur. Başlangıçta ağırlıklı olarak intrapsişik olarak görülse de, savunmacı fonksiyon kişilerarası ilişkilere de sızabilir (Westerman, 2018). Savunmacı fonksiyon üzerine yapılan önemli miktardaki ampirik araştırma göz önüne alındığında, örnek çalışmaları vurgulayacak ve bulguların bazılarını tartışacağız.

    Savunmalar hiyerarşisi

    Savunmanın en sık kullanılan kavramsallaştırması, olgundan (mature) nevrotiğe (neurotic) ve olgunlaşmamış (immature) veya sınırda (borderline) savunmalara kadar şiddette değişen bir savunma hiyerarşisi önermektedir (Perry ve Bond, 2005; Vaillant, Bond ve Vaillant, 1986). Olgun savunmalar, bir dereceye kadar, potansiyel olarak endişe verici zihinsel içeriklerle ilişkili anlamları tanır; buna örnek olarak, rahatsız edici kişilerarası haberlerle günün farklı bir noktasına kadar ilgilenmemeye bilinçli olarak karar vermek (yani, baskılama (suppression)) verilebilir. Nevrotik savunmalar, çatışmalı zihinsel içeriklerin kaçınma (örn. entelektüalizasyon (intellectualization)), yanlış atıf (örn. yer değiştirme (displacement), yansıtma (projection)) veya tehdit edici zihinsel içeriklerin engellenmesi (örn. duygulanımın izole edilmesi (isolation of affect), bastırma (repression)) yoluyla tam bilinçli farkındalığa ulaşmasını engellemeye çalışır. Olgunlaşmamış veya sınırda savunmalar, kaygıyı azaltmak (örneğin değersizleştirme (devaluation)) veya bir çatışmanın bölümlerini abartılı, patolojik bir biçimde ifade etmek (örneğin eyleme dökmek (acting out)) için kendiliğin ve ötekilerin ve/veya dış gerçekliğin temsillerini etkileyen önemli çarpıtmaları içerir. Genel olarak, kendi ve gözlemci tarafından bildirilen savunma işlevlerinin düzeyleri, hem kesitsel hem de boylamsal psikososyal işlev derecesiyle ilişkilidir (Bond, 2004). Kişilik işlevi veya bütünleşmesi düşük seviyelerde olan bireyler önemli miktarda olgunlaşmamış savunmalar kullanırken, kör gözlemcilerin belirli kişilik bozukluklarını (Perry, Presniak ve Olson, 2013) ve semptom bozukluklarını (Bloch, Shear, Markowitz, Leon ve Perry, 1993; Busch, Shear, Cooper, Shapiro ve Leon, 1995) ayırt etmesine olanak tanıyan bazı özel karakteristik savunma örüntüleri vardır.

    Ek olarak, sosyal psikolojik ve diğer deneysel bulguları savunma süreçlerinin işleyişini gösterecek şekilde ilişkilendirmek için çabalar sarf edilmiştir (Baumeister, Dale ve Sommer, 1998). Bu doğrultudaki klasik bir çalışma, erkeklerde tipik olarak kendileri tarafından bildirilen uyarılma ile güçlü bir şekilde bağlantılı olan erotik görüntülere verilen penis tepkisini incelemiştir (Adams, Wright ve Lohr, 1996). Çalışmada, özellikle çok veya hiç homofobik olmadığını bildiren görünürde heteroseksüel erkekler seçildi ​​ve onlara hem heteroseksüel hem de homoseksüel erotik fotoğraflar gösterildi. İlginç bir şekilde, yüksek homofobi grubunda, deneklerin yaklaşık yarısı eşcinsel imgelere yanıt olarak penis angorjmanı deneyimlerken, bu düşük homofobik erkeklerde gözlemlenmedi. Yazarlar bunu, homofobinin bazen tepki oluşumu savunmasının bir sonucu olduğuna dair kanıt olarak yorumladılar, böylece çatışan eşcinsel arzuların farkındalığına yanıt olarak veya bu arzuların farkındalığını engellemek için güçlü anti-homoseksüel tutumlar gelişti. Penis tepkisi paradigması yerine bakış sabitlemesi kullanan yakın tarihli bir çalışma, bu bulguyu kavramsal olarak tekrarladı ve homofobik heteroseksüel olarak tanımlanan erkeklerde, daha az homofobik erkeklere kıyasla, eşcinsel erotik imgelere karşı bakış sabitlemesinin daha sık görüldüğünü bildirdi (Cheval vd., 2016). Yansıtma için kanıt olarak gösterilen başka bir çalışmada, yüksek baskılayıcılar olarak sınıflandırılan katılımcıların (Weinberger, Schwartz ve Davidson, 1979), diğer bireylere kıyasla, başkalarının belirsiz davranışlarında kötü olarak gördükleri özellikleri, özellikle de katılımcıların tanıdıklarının, katılımcıların sahip olduğunu belirttiği ancak deneycilere bildirmediği özellikleri algılama olasılıkları daha yüksekti (Newman, Duff ve Baumeister, 1997).

    Ancak, genel olarak savunmanın belirli dinamik kavramsallaştırmalarını destekleyen deneysel literatür yeterince gelişmemiştir. Bu tür deneylerden biri, yer değiştirme savunmasına dair kanıt bulmadığını, bir sahte katılımcı tarafından hakarete uğrayan daha narsisistik bireylerin üçüncü bir kişiye karşı artan saldırganlık kanıtı göstermediğini, ancak hakaret eden sahte katılımcıya karşı daha fazla öfke ifade ettiğini gözlemlemiştir (Bushman ve Baumeister, 1998). Yer değiştirmenin bu deneysel işlemleştirmesinin (operationalization) yanlış belirlendiği iddia edilebilir, çünkü yer değiştirme teorik olarak bir bireyin bir nesneye karşı bir duygu konusunda çatışma içinde olmasını gerektirirken, ortalama bir birey (narsisistik bir kişinin narsisistik yaralanmaya misilleme yapmasından bahsetmiyorum bile) daha önce hiç ilişkisi olmayan hakaret eden bir bireye karşı öfke hissetme konusunda muhtemelen çatışma içinde değildir.

    Başka bir açıklama ise, belirli savunma mekanizmalarının klinik durumda hastaların merkezi güdüsel konularını (yani, istekler ve korkular) tespit etmek ve anlamak için bazen çok ince göstergeler olarak oldukça alakalı olmalarına rağmen, deney görevleri üzerindeki istikrarları ve istatistiksel etkilerinin oldukça küçük olabileceğidir. Daha geniş yaklaşımların daha sağlam bulgular ürettiği görülmektedir. Örneğin, bağlanma teorisi, hiperaktivasyon ve deaktivasyon stratejilerini içeren, intrapsişik ve kişilerarası düzenleme için dinamik temelli bir model sağlar. Bağlanma teorisi, etkileşimde kendiliğin ve önemli ötekilerin içsel temsillerinin gelişimine yol açan temel bir ilişki kurma ihtiyacı veya güdüsü önermektedir. Birincil bakımverenlerle erken etkileşimlere bağlı olarak, bağlanma ile ilgili güvenli ve güvensiz zihinsel temsiller erken çocukluk döneminde gelişir ve yaşam boyu nispeten sabit kalır (Fraley, 2002; Simpson, Collins, Tran ve Haydon, 2007). Bu zihinsel temsillerle ilgili olarak, bağlanma ile ilgili algı, duygu, biliş ve davranışın hiperaktivasyonu ve deaktivasyonu düzenleyici stilleri vardır (Mikulincer, Shaver ve Pereg, 2003). Bowlby (1980), bu stillerin ardındaki mekanizmaları, çocukların olumsuz ve ihmalkar bakımverenlerle başa çıkmalarına yardımcı olmak için kullandıkları “bilinçsiz savunmacı dışlama” (unconscious defensive exclusion) olarak tanımlamıştır (yani, bakımın rahatsız edici yönlerini farkındalıktan uzak tutarak). Acı veren düşünceleri veya istekleri bilinçli deneyimin dışında tutan iki merkezi savunma düzenleyici mekanizma önerdi: deaktivasyon (deactivation) (yani, bağlanma ile ilgili duyguların ve bilişlerin kapatılması) ve bilişsel bağlantının kesilmesi (cognitive disconnection) (yani, bağlanma ile ilgili olayın ve kişinin buna verdiği duygusal tepkinin ayrılması ve sebebi yerine kişinin kendi içsel durumuyla meşgul olması). Yetişkinlerde bağlanma ile ilgili savunmalar, reddedilme, yalnızlık veya korkudan kaynaklanan sıkıntıyı düzenlemek için aktive edilir. Klasik psikodinamik terimlerle, bir güdü (bağlanma ihtiyacı) vardır ve bu güdü, olası bağlanma figürleriyle ilişki kurma gibi durumsal isteklerle sonuçlanır ve bu isteklere, bu ihtiyaçların yeterince karşılanmayacağı yönündeki gelişimsel olarak edinilmiş beklenti nedeniyle karşı koyulur.

    Birincil düzenleyici strateji olarak deaktivasyonun alışkanlık haline gelmiş kullanımıyla birlikte görülen bağlanmayla ilgili kaçınma (attachment-related avoidance), çeşitli deneysel çalışmaların özellikle konusu olmuştur. Bağlanma kaçınmasının (attachment avoidance), bağlanma ile ilgili bilişleri bastırma becerisinin daha iyi olması, bağlanma ile ilgili bilgilerin daha az kodlanması ve normal işleyiş koşulları altında deri iletkenliği ile ölçülen daha düşük sempatik uyarılma seviyeleri ile ilişkili olduğu bulunmuş ve savunma stratejilerinin adaptif doğasını vurgulamıştır (Fraley ve Shaver, 1997; Fraley, Garner ve Shaver, 2000). Ancak, bilişsel veya bağlanma ile ilişkili duygusal yükler bu potansiyel olarak olumlu etkilerin ortadan kalkmasına neden olur (Gillath, Giesbrecht ve Shaver, 2009; Mikulincer, Dolev ve Shaver, 2004), düzenleyici stratejilerdeki katılığın kırılganlığını gösterir. Aynı zamanda incelenen sonuç ölçütünü dikkate almak da önemlidir. Örneğin, bağlanma kaçınmasının özellikle başkalarındaki olumsuz duyguların algılanması, tanınması ve tepkisi üzerinde ana etkileri vardır (Dan ve Raz, 2012; Dewitte, 2011; Suslow, Dannlowski, Arolt ve Ohrmann, 2010) ancak aynı zamanda romantik partnerlerde olumsuz duyguların retrospektif abartılması da vardır (Overall, Fletcher, Simpson ve Fillo, 2015). Durumsal olmayan değişkenler de bağlanma ile ilgili tepki üzerinde etkilidir; örneğin, olumsuz çocukluk deneyimleri ile bağlanma güvensizliği arasındaki etkileşimler psikobiyolojik tepkiselliği ve iyileşmeyi etkileyebilir (Ehrenthal, Levy, Scott ve Granger, 2018). Özetlemek gerekirse, bağlanma teorisi savunma süreçlerini incelemek için bir model sağlayabilirken aynı zamanda bu tür araştırmaların zorluklarına da işaret edebilir. Belirli savunmaların veya savunma düzenleyici stillerinin işleyişini anlamaya odaklanan kapsamlı psikodinamik araştırma programları, düzenleyici savunma süreçlerinin temel ve uygulamalı yönlerini çözmek için paha biçilmez olacaktır.

    Psikoterapide savunma değişimi

    Savunmanın genel olarak kabul görmüş özellikleri geçerliyse (savunmaların çatışmalı zihinsel içeriklerin farkındalığını önlemek için bilinçsizce hareket etmesi, hem çatışmanın hem de altta yatan semptomların ve işlev bozukluklarının çözüm işleminin engellemesi) savunma fonksiyonundaki gelişmelerin boylamsal tedavi başarısının benzersiz bir işareti olması beklenmelidir. Savunmadaki değişimin bugüne kadarki muhtemelen en titiz incelemesinde, uzun süreli psikodinamik terapi gören karma bir örneklemdeki hastaların (çoğunlukla kişilik bozukluğu olan; n = 21) savunma işlevleri, terapinin başlangıcında, tedavi ortasında (yaklaşık 6 ay) ve 2.5 yıl sonra Savunma Mekanizmaları Derecelendirme Ölçekleri (Perry ve Bond, 2012) kullanılarak kör gözlemciler tarafından derecelendirildi. Tedavinin başlangıcından 2.5 yıla kadar gözlemci tarafından derecelendirilen savunma işlevlerinde daha fazla iyileşme yaşayan hastalar, semptomatoloji ve psikososyal işlevsellikteki alım şiddetini kontrol ederek, sonraki 2.5 yıllık takipte semptomlarda (r = 0.58) ve psikososyal işlevsellikte (r = 0.60) daha iyi iyileşmeler kanıtladılar. Savunma işlevlerindeki iyileşmeler, teorik olarak daha az olgun ve daha az adaptif olduğu düşünülen savunmaların (örn. yansıtmalı özdeşim; d = 20.67) kullanımının azalmasını ve adaptif savunmaların (örn. mizah; d = 0.80) kullanımındaki artışı yansıtıyordu (Perry ve Bond, 2012). Birkaç başka çalışma da savunma işlevlerindeki eş zamanlı gelişmeler ile tıkınırcasına yeme bozukluğunda semptomatik remisyon veya işlevsel gelişmeler (Hill ve ark., 2015), C kümesi kişilik bozukluğunda (Johansen, Krebs, Svartberg, Stiles ve Holen, 2011), depresyonda (Kramer, de Roten, Perry ve Despland, 2013), uyum bozukluğunda (Kramer, Despland, Michel, Drapeau ve de Roten, 2010) ve duygudurum, anksiyete ve kişilik bozukluklarının bir karışımı olan örneklerde (Bond ve Perry, 2004; Lindfors, Knekt, Heinonen, Harkanen ve Virtala, 2015) korelasyonlar buldu.

    Savunma mekanizmalarındaki değişim araştırmalarında, genellikle en çok olgun savunma mekanizmalarının ve ilkel savunmaların kullanımının tedavi sırasında değiştiği bildirilmektedir (Perry ve Bond, 2017). Ek olarak, bu savunma bantlarındaki bir değişimin (ancak nevrotik veya yüksek sınırda savunmalarda değil) semptomatik ve işlevsel iyileştirmelerle ilişkili olduğu sıklıkla bulunmuştur (Schauenburg, Willenborg, Sammet ve Ehrenthal, 2007). Bu, savunma repertuarına daha olgun savunmaları dahil ederken aynı anda en çarpıtıcı savunmaların kullanımını azaltmanın bir kombinasyonu yoluyla savunma işlevselliğinin değiştiği sonucuna yol açabilir. Ancak, bu grup düzeyindeki bulgular, savunma stilindeki ve bireyler arasındaki değişimdeki önemli klinik heterojenliği yalanlayabilir ve böylece bireyin karakteristik kullanımına özgü savunmalardaki değişikliklerin terapideki iyileştirmeleri özellikle öngörüp öngörmediğinin değerlendirilmesini davet edebilir. Örneğin, savunma kullanımı anlam oluşturmadan ziyade duygu ve eyleme yüksek oranda odaklandığını gösteren sınırda kişilik özelliklerine sahip bir birey (örn. eyleme dökme), nispeten daha takıntılı, duyguyu azaltan savunmalar (örn. entelektüalizasyon, duygunun izolasyonu) kullanmaktan özellikle faydalanabilir. Ancak, savunmaların dinamik ve statik yönlerini ve bunların duygu düzenlemesi (Aldao, Nolen-Hoeksema ve Schweizer, 2010) veya ego işleyişi (uluslararası bir bakış açısı için bkz. Ehrenthal ve Benecke, 2019) gibi işleyişin diğer yönleriyle nasıl ilişkili olduğunu hesaba katan daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.

    Aktarım

    Genel olarak, aktarım (transference), önemli ve biçimlendirici ilişkilerin (örneğin ebeveynler ve kardeşlerle) temsili yönlerinin hem bilinçli olarak deneyimlenebileceği hem de/veya bilinçsizce diğer ilişkilere atfedilebileceği bir eğilim olarak kabul edilir (Levy, 2009). Savunmacı işleyişe benzer şekilde, aktarımın sosyal biliş ekonomisiyle yakından ilişkili olan normatif bir yanı vardır ancak ötekilerin algılanmasını önemli ölçüde çarpıtabilir.

    Aktarımın deneysel çalışmaları

    Aktarım için deneysel desteği tartışırken, genel aktarım (general transference) ve dinamik aktarım (dynamic transference) olarak adlandırılabilecek şeyler arasında ayrım yapmak faydalıdır. Genel aktarım, önemli ilişkilere dair geçmiş deneyimlerden geliştirilen ilişkisel şemaların, mevcut ilişkisel ortamda diğer insanlara yönelik algıları, hedefleri ve davranışları etkilemek üzere ne ölçüde aktive edildiğini ifade eder. Günlük yaşamda genel aktarım örüntülerinin varlığını destekleyen bol miktarda kanıt vardır (Przybylinski ve Andersen, 2012). Genel aktarımı incelemek için tipik bir deneysel paradigma iki adımı gerektirir, ikincisi ilkinden en az bir hafta sonra gerçekleşir ve görünüşte farklı bir çalışma gerektirir. İlk adımda, deneklerden en az iki önemli yaşam figürü için birkaç olumlu ve olumsuz açıklama üretmeleri istenir. İkinci adımda, aynı deneklere, özellikleri ilk adımda sağlanan önemli yaşam figürlerinin özellikleriyle eşleşen, genellikle yüzeysel veya küçük bir dereceye kadar eşleşen bir birey (sözlü açıklama yoluyla veya bir sahte katılımcı şeklinde) sunulur. Bu tür çalışmalardaki alternatif koşul, tipik olarak bir katılımcıyı diğer katılımcıların önemli kişileriyle uyumlu bireylerle eşleştirir. Literatürdeki bu ortak bulgular, sıklıkla insanların, önemli yaşam figürleriyle yüzeysel benzerliği olan bireylerin “boşluklarını” önemli yaşam figürlerinin benzerlikleriyle “doldurup” o yaşam figürlerine benzetmeye çalışırken, bu özellikleri böyle bir benzerliği olmayan bireylere atfetmediklerini göstermektedir (Przybylinski ve Andersen, 2012).

    Buna karşılık, aktarımın özellikle dinamik bir anlayışı, kendiliğin diğer güdülenmiş, çatışmalı veya savunmacı bileşenlerinin, aktarımın bir tezahürünü üretmek için ilişkisel şemalarla etkileşime girme yollarını içerir. Örneğin, sevilen bir ebeveyne benzeyen birine karşı alışılmadık derecede olumsuz bir tepki gösteren bir bireyin, gerçekten hoşlanabileceği biriyle (örneğin, ebeveyn ve dolayısıyla tanıdık) çok yakınlaşma konusunda çatışma yaşaması nedeniyle, dinamik aktarım sergilediği söylenebilir.

    Dinamik aktarım için mevcut ampirik kanıtların çoğu, bağlanma stillerinin farklı aktarım ifade modellerini nasıl öngördüğünü inceleyen araştırmalardan gelmektedir. Ebeveyn figürüyle ilgili aktarım indüksiyonu geçiren güvenli bir şekilde bağlanmış bireyler, daha kaygılı veya kaçınmacı bağlanan bireylere kıyasla olumlu ruh halinde göreceli bir artış bildirmektedir (Andersen, Bartz, Berenson ve Keczkemethy, 2006). Karşılaştırıldığında, daha kaygılı bağlanan bireyler aktarım indüksiyonu altında benzersiz bir kaygı artışı yaşarken, kaçınmacı bağlanan bireyler kendilerine geçmişteki olumlu bir yaşam figürünü hatırlatan bir bireyden kaçınma motivasyonu ifade eder. Bu nedenle bağlanma stilleri, diğerinin kendileri için ulaşılabilir olup olmadığı endişesi (kaygılı) veya potansiyel olarak arzu edilen bir başkasıyla duygusal temastan kaçınma arzusu (kaçınan) gibi ruh halini ve güdüsel durumları yönlendirmek için aktarım tarafından etkinleştirilen zihinsel temsillerle etkileşime girer. Aktarım süreçlerini içeren başka bir bağlanma çalışmasında, bireylerden gerçek benliklerini tanımladığına inandıkları özelliklerin ve “sahip olmadıkları için en mutlu oldukları ve sahip olmak istemedikleri” özelliklerin listelerini oluşturmaları istendi ve ardından birbiriyle ilgisi olmadığı ileri sürülen üç deneyden birine davet edildiler (Mikulincer ve Horesh, 1999). Deneyler boyunca, daha kaygılı bağlanma stillerine sahip katılımcıların, yeni kişileri katılımcıların kendileri için tanımladıkları özelliklere sahip olarak görme olasılıkları daha yüksekti, yeni kişileri bu kendilik özelliklere sahip olarak doğru bir şekilde hatırlamaları daha kolaydı ve başlangıçta bu şekilde tanımlanmamış olsalar bile yeni kişileri bu özelliklerle tanımlanmış olarak hatırlamaya yönelik bellek önyargıları sergilediler (Mikulincer & Horesh, 1999). Çarpıcı bir şekilde, daha kaçınmacı bağlanmaya sahip olan katılımcılar, kendilik için istenmeyen olarak görülen özelliklerin yeni kişilere yansıtıldığı zıt örüntüyü gösterdi. Bu sonuçlar, daha kaygılı bağlanan hastaların başkalarını kendileri gibi deneyimledikleri aktarım örüntülerine yöneldiklerini, kaçınmacı bağlanan hastaların ise başkalarını kendilerinde hoşlanmadıkları şeylere benzettikleri bir aktarım deneyimleme olasılıklarının daha yüksek olduğunu göstermektedir.

    Diğer çalışmalar, geçmiş ilişkisel öykü ve mevcut ruh hali durumu gibi faktörlerin aktarım tezahürlerini ne ölçüde etkilediğini incelemiştir. Bir çalışmada, bireyler kendilerinin kronik olarak ilişkisel olarak tatminsiz hissettiği sevilen önemli bir figürle ilgili olarak aktarım indüksiyonuna tabi tutulmuştur (Berk ve Andersen, 2008). Yalnızca aktarım indüksiyonu koşulunda, bu bireylerin yeni kişiye karşı düşmanlık hissetme derecesi, bu yeni kişiden hoşlanmalarını talep etmek üzere tasarlanmış bir görevdeki davranışsal ısrarlarını öngörmüştür. Yazarlar bunu, aktarımda yaşanan, bireylerin başkalarını tatmin etmemekten dolayı hayal kırıklığına uğradıkları ancak aynı zamanda (sonunda) başkalarının dikkatini ve hoşlanmasını kazanmak için karşılıklı olarak motive oldukları bir çatışmayı göstermek üzere yorumlamışlardır. Başka bir çalışma, diğer üniversite öğrencilerine kıyasla disforik üniversite öğrencilerinin, geçmişten sevilen bir kişiyle ilgili aktarım kaynaklı olduğunda, hayal kırıklığı ve reddedilme beklentileriyle orantılı aktarım örüntüleri deneyimleyeceğini varsaydı (Miranda, Andersen ve Edwards, 2013). Sevilen önemli bir figürle ilgili aktarım indüksiyonuna giren bu disforik öğrenciler, sevilmeyen önemli bir figürle ilgili indüksiyona kıyasla, depresif ruh halinde artışlar gösterdiler ve daha fazla reddedilmiş öz tanım sundular.

    Aktarım üzerine terapötik odak

    Aktarım yorumu, hastanın terapi dışında başkalarıyla yaşadığı deneyimi, terapistin terapideki deneyimiyle ve hastanın bakımverenlerle yaşadığı geçmiş ilişkilerle ilişkilendiren ve açıklığa kavuşturan incelikli bir yorumdur (Levy, 2009). Psikodinamik klinisyenler ve araştırmacılar arasında baskın bir klinik hipotez, son derece işlevsiz nesne ilişkileri ve daha şiddetli kişilik patolojisi olan hastalar için aktarım yorumlarının çok istikrarsızlaştırıcı olabileceği veya bu tür hastaların bu tür yorumlarla verimli bir şekilde çalışmak için yeterli kapasiteye sahip olmadığıdır. Karşıt bir klinik hipotez, zayıf nesne ilişkileri ve kişilik patolojisi olan hastaların özellikle aktarım yorumlarının kullanımından faydalanabileceğidir. Bütünleştirici bir görüş, aktarım yorumlarının, müdahaleler bu tür hastaların tolere edebileceği şekilde uyarlanırsa, düşük kişilik işlevi seviyelerine sahip bireyler (başkalarını anlama becerilerindeki eksiklikler dahil) için özellikle yararlı olabileceğidir. Son zamanlarda, psikodinamik terapilerin üç denemesi ağırlıklı olarak terapötik ilişkiye ve aktarıma odaklanacak şekilde yapılandırılmıştır. Aktarımın İlk Deneysel Çalışması, psikodinamik terapiyi karma bir bozukluk popülasyonu için karşılaştırmış ve hastaları aktarım yorumları alacak veya almayacak şekilde rastgele belirlemiştir (Høglend vd., 2008). Zayıf kişilik işleyişine sahip hastaların alt örnekleminde (çoğunlukla C kümesi kişilik bozuklukları), aktarım yorumlamaları olmadan uygulanan terapi, hastaların çatışmalarına ve savunma örüntülerine ilişkin içgörülerini geliştirmede daha az etkiliydi (daha sonra bkz.), tutarlı bir şekilde aktarım yorumlamaları kullanan terapiye kıyasla psikososyal işlevsellikte daha kötü gelişmelere yol açtı (Hoglend vd., 2008; Høglend, Dahl, Hersoug, Lorentzen ve Perry, 2011; Johansson vd., 2010). Yukarıda belirtilen bütünleştirici görüşe uygun olarak, daha düşük kişilik işlevi seviyelerine sahip bireyler için, terapistler “ebeveyn” duruşuyla hareket ederse aktarım yorumları özellikle yardımcı olurken, daha yüksek kişilik işlevi seviyelerine sahip bireyler için bunun tersi geçerliydi (Dahl vd., 2014). Borderline kişilik bozukluğu (BKB) olan hasta örneklerinde, aktarım odaklı psikoterapi (AOP), diyalektik davranışçı terapi, dinamik destekleyici terapi ve toplum uzmanları tarafından uygulanan tedavi ile karşılaştırılmıştır (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Doering vd., 2010). Her iki çalışmada da AOP’nin, hastalarda mentalizasyon ve bağlanma güvenliğinde benzersiz bir şekilde iyileşmeleri teşvik ettiği gösterildi (Buchheim, Horz, Rentrop, Doering ve Fischer-Kern, 2012; Fischer-Kern ve diğerleri, 2015; Levy ve diğerleri, 2006), bu da aktarım yorumunun bu popülasyonda özellikle intrapsişik bütünleşmeyi teşvik etmek için benzersiz bir şekilde yardımcı olabileceği görüşüyle ​​tutarlıdır. 3. Bölüm, Çağdaş psikodinamik psikoterapide bağlanma ve mentalizasyon, psikoterapi bağlamında aktarım ve döngüsel ilişkisel örüntülerin daha kapsamlı bir değerlendirmesini sağlar.

    Psikodinamik psikoterapi süreçleri

    İçgörü

    İçgörü, bir bireyin kendi iç çatışmalarını, savunmacı işleyişini ve uyumsuz ilişki örüntülerini ne kadar zengin bir şekilde anladığını ifade eder (Ulberg, Amlo, Dahl ve Høglend, 2017). İçgörünün psikodinamik kavramları hem bilişsel/entelektüel hem de duygusal öz-anlayış (self-understanding) düzeylerini içerir. Kendilerini, alışkanlık haline getirip, sorunlu romantik ilişkiler içinde bulan yüksek içgörüye sahip bireyler, yalnızca bu örüntüyü nasıl ve neden örneklediklerini tanımlayabilmekle kalmaz, aynı zamanda bu çatışmalarla ilişkili duyguları da deneyimlemiş ve bunları tanımayı ve hoş görmeyi öğrenmişlerdir.

    Psikodinamik psikoterapi üzerine yapılan birçok çalışmada, tedavi süreci boyunca gözlemci tarafından değerlendirilen içgörüye (observer-rate insight) daha fazla ulaşan hastaların, tedavi sırasında önceki semptomatik iyileşmelerini istatistiksel olarak kontrol ederek bile, daha iyi uzun vadeli sonuçlara sahip olduğu bulunmuştur (Ulberg ve ark., 2017’deki incelemeye bakın). Tersine, içgörüsü iyileşmeyen hastalar terapiden daha az istikrarlı kazanımlar elde etme eğilimindedir ve takip boyunca daha fazla olumlu değişiklik göstermezler. Bu model, içgörüdeki kazanımların akut semptom rahatlamasından anlamlı bir şekilde farklı bir şey içeren, benzersiz, olumlu bir psikolojik değişimi temsil ettiği perspektifiyle tutarlıdır. Bu bakış açısına bir miktar destek sağlayan 22 çalışmanın (1112 kişiyi içeren) yakın tarihli bir meta-analizi, tedavi sonucu üzerinde içgörünün orta düzeyde bir etkisi olduğunu buldu (r = .31; %95 GA = .22 .40), yani çeşitli koşullarda içgörünün psikoterapide gerçekten önemli bir tedavi faktörü olduğunu buldu (Jennissen, Huber, Ehrenthal, Schauenburg ve Dinger, 2018). Yazarlar, meta-analizin moderatör etkileri güvenilir bir şekilde tespit etmek için yetersiz olduğunu ve içgörünün özellikle içgörü odaklı tedavilerde sonuçla ilişkili olup olmadığını veya farklı tedavi türlerine genel olarak uygulanabilir olup olmadığını belirlemek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu belirtiyorlar.

    Zihinselleştirme/Reflektif Fonksiyon

    Tarihsel olarak, semptomlara odaklanma ile psikodinamik uzmanların yapısal değişim (structural change) olarak adlandırdığı şeye odaklanma açısından psikodinamik tedaviler ile davranışsal ve bilişsel-davranışçı tedaviler arasında bir ayrılık olmuştur. Dinamik uzmanlar yapısal değişimle, kişinin zihninin yapısında veya organizasyonunda meydana gelen değişimi kastediyorlar; bilinçdışı olan şey artık bilinçli, farklılaşmamış olan şey artık farklılaşmış ve bütünleşmemiş olan şey artık bütünleşmiştir. Psikodinamik psikoterapide, yapısal değişim iyileşme için istenen hedef olarak görülüyordu ve semptom değişimi ikincil öneme sahipti. Buna karşılık, Bilişsel-Davranışçı Terapi (BDT) ve özellikle davranışsal tedaviler semptom değişimine ayrıcalık tanıdı. Psikodinamik terapi zamanla semptom değişimine giderek daha fazla dikkat etse de, çoğu dinamik tedavi hala yapısal değişime odaklanıyor ve sıklıkla yapısal değişimi semptom azalmasının meydana geldiği mekanizma olarak kabul ediyor.

    Levy vd. (2006) BPD için randomize kontrollü bir çalışma bağlamında bağlanma ve zihinselleştirme/reflektif fonksiyondaki (RF) değişiklik olarak tanımlanan yapısal değişikliği inceledi. AOP alan hastalar, diyalektik-davranışçı terapi (DBT) veya manuelleştirilmiş dinamik-destekleyici terapi alan hastalarla karşılaştırıldığında RF’de üstün iyileşmeler gösterdi (d vs DBT = 0.56, d vs destekleyici = 0.85). Aslında, RF iki karşılaştırma tedavisinden hiçbirinde güvenilir bir şekilde değişmedi. Daha da önemlisi ve bulgulara olan güvenimizi artırarak, bunlar BKB için başka bir randomize çalışmada tekrarlandı: AOP’ye randomize edilen hastalar, RF’lerinin güvenilir bir şekilde artmadığı (Fischer-Kern vd., 2015), uzman topluluk hizmetleri sağlayıcılarıyla olağan geliştirilmiş tedavi koşulundaki hastalarla karşılaştırıldığında, RF’de önemli ölçüde daha fazla iyileşme gösterdi (d = 0.45). İlginç bir şekilde, RF kapasitelerini geliştiren hastaların aynı zamanda daha sağlıklı kişilik organizasyonları geliştirme eğiliminde oldukları görüldü (r = 0.31), bu da farklı temsil türlerini bütünleştirerek kendileri ve ötekiler hakkında karmaşık bir imajı istikrarlı bir şekilde koruma kapasitelerinin arttığını gösteriyor.

    Psikodinamik Nörobilim

    Psikodinamik terapinin bilişsel-davranışçı terapilerle üretilenlerle aynı oranda ancak onlardan farklı nörobiyolojik değişiklikleri teşvik ettiğine dair kanıtlar artmaktadır (Abbass, Nowoweiski, Bernier, Tarzwell ve Beutel, 2014; Roffman, Gerber ve Glick, 2012). Psikodinamik tedaviler sırasında nörobiyolojik değişiklikler majör depresif bozukluk (MDB), panik bozukluğu, BKB ve somatoform bozuklukta gözlemlenmiştir (Abbass ve ark., 2014; Perez ve ark., 2016; Roffman ve ark., 2014; Wiswede ve ark., 2014). Bu nörobiyolojik değişikliklerin genellikle hastaların terapide deneyimlediği semptomatik iyileşme derecesiyle ilişkili olduğu bulunmuştur.

    Buna karşılık, psikodinamik teori, psikodinamik terapilerin çoğu incelemesinde bile, hastaların nörobiyolojik çalışmalarda geçirdikleri incelemeler ve görevler hakkında güçlü bir şekilde bilgi vermemiştir. Örneğin, MDD’nin nörogörüntüleme araştırmalarında, hastalar genellikle n-geri (n-back) çalışma belleği görevleri, Git/Gitme (Go/NoGo) tepki engelleme (response inhibition) ve sinyal algılama (signal detection) görevleri gibi temel nörobilişsel egzersizler yapar, genel yüzleri geniş duygusal kategorileri yansıtacak şekilde sınıflandırır (örn. mutlu, üzgün) veya genel pozitif, negatif veya nötr değerli cümleleri okur (Muller vd., 2017). Bu çalışmalar genellikle belirli beyin bölgelerinde örneklenen temel bir nörobilişsel işlevin MDB’li bireyler arasında yaygın olarak düzensiz olduğunu varsayar ve MDB hastalarındaki bilişsel eksiklikleri ve farklılıkları, örneğin olumsuz değerli uyaranlara yönelik dikkat yanlılığını (attentional bias) tanımlayan araştırmalara dayanır (Warren, Pringle ve Harmer, 2015).

    Çarpıcı bir şekilde, MDB hastaları ile kontrol grubu katılımcıları arasında çeşitli tarayıcı görevlerinde kan oksijen seviyesine bağlı (BOLD) aktivasyonu karşılaştıran fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme çalışmalarının yakın zamanda yapılan büyük ölçekli bir meta-analizi (Muller vd., 2017), farklı deneyler arasında tutarlı bir şekilde hiperaktif veya hipoaktif beyin bölgelerinin tekrarlanan alanlarını bulamadı. Depresyonlu hastalar, depresif durumları için birden fazla etiyolojiye sahip heterojen bir grup oluşturur (Fisher ve Boswell, 2016) ve bu, paylaşılan semptomatoloji için ortak nöral substratları yansıtmayabilir. Bu tür nörogörüntüleme görevlerinin, depresif bir durumu ortaya çıkaran ve sürdüren daha ayrıntılı veya kendine özgü kişilerarası (interpersonal) veya zihinsel (intrapersonal) süreçleri yakalamaması mümkündür. Psikodinamik temelli, kişiselleştirilmiş nörogörüntüleme araştırmaları potansiyel olarak daha bilgilendirici, tekrarlanabilir ve klinik olarak ilginç sonuçlar üretebilir.

    Depresyonda nörogörüntüleme için yeni bir psikodinamik yaklaşım, bu uyaranların hastaların kendine özgü dinamiklerinin zihinsel temsillerini harekete geçireceği hipotezi altında, hastalar için kişiselleştirilmiş psikodinamik-kişilerarası uyaranlar geliştirmeyi denedi (Kessler vd., 2011). Bu uyaranların yapısını düzenlemek için deneyimli klinisyenler, Operasyonel Psikodinamik Tanı sistemini (OPD Task Force, 2008) kullanarak yapılandırılmış bir klinik görüşme gerçekleştirdiler. Bir katılımcı için en tipik kişilerarası örüntüyü tanımlayan cümlelerden oluşan bireyselleştirilmiş uyaranlar, katılımcıyla ilgili görüşmelerin bağımsız jüriler tarafından kodlanması temelinde oluşturuldu. Örneğin, bir katılımcıya şu kişiselleştirilmiş deneysel uyaran seti atandı: “Başkaları tarafından kabul edilmek istiyorsun,” “Bu yüzden onlar için çok şey yapıyorsun,” “Bu genellikle onlar için çok yakın oluyor, bu yüzden geri çekiliyorlar,” “Böylece kendini boş ve yalnız hissediyorsun.” Hem depresif hem de psikiyatrik olarak sağlıklı denekler için uyaran setleri oluşturuldu ve hem bireysel uyaranların görüntülenmesi hem de trafikte yol bulmak ilgili stresli bir anlatıdan oluşan bir kontrol koşulu için tüm beyin BOLD aktivasyonu örüntülerini karşılaştırıldı. Kontrollerle karşılaştırıldığında, hastalar kontrol anlatısına kıyasla bireysel uyaranlarını görüntülerken özellikle yüksek limbik (örn. amigdala) ve subkortikal (örn. bazal ganglionlar) hiperaktiviteyi düşündüren aktivasyon örüntüleri gösterdiler. Yazarlar bunu, depresif hastaların kişilerarası çatışmalarını yansıtan durumlarla daha fazla duygusal ilişkiye sahip olabileceğini ve bu durumlardan daha fazla duygusal aktivasyon alabileceğini gösterdiği şeklinde yorumladılar.

    İlginç bir şekilde, aynı hastalar ve kontrol katılımcıları üzerinde, hastalar 8 aylık psikodinamik terapi aldıktan sonra bir takip çalışması gerçekleştirildi. Bu çalışma, kişiselleştirilmiş deneysel uyaranlarını üretmek için kullanılan OPD’den türetilen intrapsişik çatışmalara ve işlevsiz kişilerarası örüntülere odaklandı (Wiswede vd., 2014). Tedaviden sonra, hastalarda sorunlu kişilerarası örüntüleri hakkında okumaya yanıt olarak limbik ve subkortikal yapıların hiperaktivitesi artık görülmedi. Bu, bu çatışmalarla başa çıkmanın nörobiyolojik bir sinyali olabilir. Tekrarlayan MDB için 15 aylık psikodinamik terapinin bir başka denemesinde de, bu kez Yetişkin Bağlanma Yansıtmalı Resim Sistemi tarafından üretilen bağlanma ile ilgili anlatılardan geliştirilen kişiselleştirilmiş uyaranlar nörogörüntüleme incelemeleri olarak kullanıldı (Buchheim vd., 2012). Benzer şekilde, kontrol grubu katılımcılarına kıyasla limbik normalizasyon tedavi öncesi ve sonrasında gözlemlendi. Bu çalışmaya özgü olarak, görev kaynaklı aktivitenin normalizasyonu subgenual singulat (özellikle tedaviye dirençli depresyonda rol oynar) ve medial prefrontal kortekste (istemli duygusal düzenlemede (voluntary emotion regulation) rol oynar) gözlemlendi ve bu da semptom iyileştirme derecesiyle ilişkiliydi. Bu tür araştırmalar için daha sıkı bir kontrol koşulu, katılımcıların başka bir katılımcı tarafından kişiselleştirilmiş uyaranları da görmesini sağlamak olurdu. Bu, gözlemlenen aktivite farklılıklarının genel olarak kişilerarası anlatılara mı yoksa özel olarak bireyin kendi hayatını tanımlayan sorunlu örüntüleri yansıtan kişilerarası anlatılara mı tepki verdiğini belirlemeye yardımcı olurdu.

    Sonuç

    Bağlanma teorisi, nörobilim de dahil olmak üzere deneysel psikoloji araştırması ve psikoterapi araştırmasından elde edilen güçlü, biriken kanıtlar, psikodinamik psikoterapinin altında yatan çeşitli yapıların (savunma süreçleri, aktarım ve karşı aktarım, içgörü ve zihinselleştirme) geçerliliğini ve klinik yararlılığını desteklemektedir. Örneğin, aktarım kavramı; şemalar ve örüntü eşleştirme, örtük bellek süreçleri ve bilişsel ve nörolojik bilimlerden gelen diğer kavramlar hakkında bilinenlerle tutarlıdır. Ayrıca, aktarımın yalnızca bir bilişsel-bilgi yanlılığı (cognitive-information bias) veya süreci değil, aynı zamanda bağlanma ve savunma süreçleriyle ilişkili dinamik bir süreç olduğuna dair ilginç ön kanıtlar da vardır. Zihnin psikodinamik modeli üretken bir araştırma çerçevesidir. Psikodinamik psikolojik mekanizmalar üzerine gelecekteki deneysel ve klinik çalışmalar, yalnızca psikoterapi ve değişim süreçlerini açıklığa kavuşturmaya yardımcı olmakla kalmayıp, aynı zamanda insan bilişini ve davranışını zengin bir şekilde tanımlamak ve öngörmek için benzersiz hipotezler ve veriler sağlayabilir.

  • Çağdaş Psikodinamik Psikoterapide Bağlanma ve Zihinselleştirme (3. Bölüm)

    Martin Debbane1,2

    1Developmental Clinical Psychology Research Unit, Faculty of Psychology and Educational Sciences, University of Geneva, Geneva, Switzerland, 2Research Department of Clinical, Educational and Health Psychology, University College London, London, United Kingdom

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 3. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Bağlanma (attachment) ve zihinselleştirme (mentalization) kuramları birçok boyutta yankı bulmakta ve içerdikleri kavramlar psikoterapi uygulaması için klinik fayda sağlamaktadır. Temel bir temas noktası olarak, her iki kuram da güvenlik ve güven ile karakterize edilen ilişkiler içinde gerçekleşen öğrenme türüne merkezi bir önem vermektedir. Bu kuramlar, ortak bir kuramsal ataya, psikanalize bağlı olarak, uygulamalı bilim biçimleri olarak evrilmiştir ve bu atayla karmaşık ve çoğu zaman huzursuz ailevi bağlar sürdürmektedir. Bağlanma kuramı savunucuları ile psikanaliz savunucuları arasındaki anlaşmazlıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır (Fonagy, 2001a) ve ortaya çıkan gerilim alanı “husumet” olarak tanımlanmıştır. Zihinselleştirme temelli yaklaşım, psikanaliz ve bağlanma kuramlarının birbirleriyle karşı karşıya geldiği bu gerilim alanından doğmuştur (Fonagy ve Campbell, 2015), -özellikle bu kuramların psikodinamik psikoterapiye uygulanmasında gelişim ve yaratıcılık potansiyelini de barındıran bir çatışma alanı. Konumlandırma açısından, zihinselleştirme kuramının “arada kalmışlığı”, kavramsal bütünleşmenin ortaya çıkabileceği bir alandan yararlanmıştır. Psikoterapiye uygulanan zihinselleştirme kuramı, psikanaliz, bağlanma kuramı, gelişim psikolojisi ve bilişsel sinirbilim gibi farklı kuramlardan kaynaklanan çeşitli ilkeleri bütünleştirir (Bateman ve Fonagy, 2004, 2006).

    Psikoterapide zihinselleştirme ile ilgili son kavramsal gelişmeleri bağlamsallaştırmak amacıyla, bu bölüm bağlanma ve zihinselleştirme kuramları arasındaki temas noktalarını ele aldığımızda ortaya çıkan bazı temel soruları ele almaya çalışacaktır. Zihinselleştirmenin tüm psikodinamik psikoterapi yaklaşımlarında öne çıktığına inanılmakla birlikte, zihinselleştirme temelli terapiye (ZTT) bölüm boyunca çağdaş psikodinamik uygulamada zihinselleştirme kuramının uygulanmasının bir örneği olarak atıfta bulunulacaktır. İlk olarak, psikoterapi bağlamında zihinselleştirme kavramı tanımlanacak, bağlanma kuramı ile ilişkisi ve ampirik temelleri yeniden ele alınacaktır. İkinci bölüm, bu iki kuramın psikopatolojinin doğasını nasıl kavramsallaştırdığının ve terapötik değişimin doğası hakkında paylaştıkları örtük görüşlerin önemini özetleyecektir. Son bölümde ise zihinselleştirme kuramındaki yeni gelişmeler ele alınacak, ilk ilkelerinin ötesine geçilerek psikodinamik psikoterapinin terapötik etkilerini nasıl anladığımıza yeni bir ışık tutan genel bir psikoterapötik iletişim kuramına doğru eğilinecektir.

    Dinamik psikoterapide bağlanma kuramı ve zihinselleştirme arasındaki kavramsal ve ampirik bağlantılar

    Zihinselleştirme kuramı açısından, zihinselleştirme -kendi ve başkalarının davranışlarının ardındaki zihinsel durumları düşünmeye adanmış psikolojik süreçler bütünü- psikoterapide değişimi tetikleyen temel bir unsur olarak kabul edilir (Bateman ve Fonagy, 2006). Bu nedenle zihinselleştirmenin, psikodinamikten sistemik, bilişsel davranışçı, hümanistik ve kişi merkezli yaklaşımlara kadar neredeyse tüm psikoterapötik modellerde terapötik değişimi sağlayan aktif bir etken olarak düşünülebileceği öne sürülmüştür (Allen, Fonagy ve Bateman, 2008). Süre sınırlı bir psikodinamik terapi modeli olarak ZTT, tedavinin hem bir süreci hem de bir sonucu olarak zihinselleştirmeye özel bir vurgu yapar. Ayrıca, ZTT’de somutlaşan bir zihinselleştirme perspektifi, çocuğun zihinselleştirme kapasitesinin gelişimsel olarak bakımverenlerinin zihinlerine bağımlı olduğunu açıklayan karmaşık bir gelişimsel çerçeve sunar. Bu kavramsallaştırma, sınırda kişilik bozukluğunun (SKB) gelişimi hakkında önemli bilgiler sunarken, SKB hastalarında terapötik değişim sağlamada sıklıkla başarısız olan ve bazen olumsuz terapötik tepkilere yol açan klasik psikanalitik tedaviye alternatif, odaklanmış bir psikodinamik yöntem önerir (Bateman ve Fonagy, 2004).

    Özlülük amacıyla bu bölüm, psikoterapötik bağlamda zihinselleştirmenin ampirik temelini üç ana çalışma alanından inceleyecektir: (1) bağlanma üzerine araştırmalar; (2) reflektif/düşünümsel işlevsellik (reflective functioning) üzerine araştırmalar; ve (3) travma, bağlanma güvensizliği, zihinselleştirmedeki bozulmalar ve SKB gelişimi arasındaki gelişim dinamiklerini inceleyen araştırmalar.

    Yabancı durum prosedürünü/YDP (strange situation procedure) (SSP; Ainsworth, Blehar, Waters ve Wall, 1978) kullanan bağlanma araştırmalarına dayanan zihinselleştirme kuramı, YDP’yi kullanan çalışmaların çok somut bir şekilde tasvir ettiği bebek ve bakımvereni arasındaki ikili duygulanım düzenlemesini vurgulamaktadır. Anne-bebek ikili iletişimi tarafından yaratılan Winnicottçu geçiş alanının (transitional space) (Winnicott, 1965, 1971) çağdaş bir açıklamasını formüle eden zihinselleştirme temelli çerçeve, bakımverenlerin çocuğun ifade ettiği duygulanıma ilişkin anlayışlarını iletirken (aynalarken) koşullu, uyumlu ve belirgin tepkiler sunduğunda çocuklarda duygulanımın düzenlenmesini teşvik ettiğini öngörür (Fonagy, Gergely, Jurist ve Target, 2002). Gerçekten de, zihinselleştirme kuramı perspektifinden bakıldığında, ebeveyn-çocuk iletişim sistemi birçok terapötik iletişimin modellendiği bir kalıp sağlar. Ebeveynin bağıl aynalaması (contingent mirroring) ebeveynin çocuğun duygusal sinyallerine yanıt verirken yeterli ve hassas zamanlamasını içerirken, ebeveynin verdiği yanıtın “uyumluluğu” ise ebeveynin çocuğun deneyiminde baskın olan duygu kategorisini doğru bir şekilde tanımlamadaki başarısına işaret eder.

    Ebeveynin başarısında kritik olan, ebeveynin duygusal anlayışının çocukla sözel ve sözsüz iletişim yoluyla etkili bir şekilde iletilmesidir. Özellikle, ebeveynin yanıtındaki belirleme derecesi (belirgin aynalama/marked mirroring), üst-iletişimin kurulması için çok önemlidir; yani, ebeveynin çocuğun duygusuna tepki vermek yerine, bu duygu hakkında iletişim kurduğunu iletmek. Belirgin aynalama, çift yönlü iletişimin dikkatini yansıma yoluyla duygular hakkında öğrenmeye odaklar; duygusal uyarılmanın tetikleyicisi, duygusal deneyim, bu deneyimin çocuk için anlamı ve duygunun çocuğun davranışsal ifadesi üzerindeki etkisi arasındaki bağlantıları organize eder. Ebeveyn yanıtı, çocuğun doğal olarak çözümlediği göz teması ve sıra alma gibi yönlendirici iletişim ipuçlarını içeren zengin ve karmaşık bir iletişim repertuarı oluşturur. Benzer şekilde, zihinselleştirme bakış açısından çalışan bir terapistin, hastanın duygusal ifadesiyle empatik doğrulama yoluyla (Bateman, O’Connell, Lorenzini, Gardner ve Fonagy, 2016), yani hastanın duygusal olarak deneyimleyebileceği durumu hassas bir şekilde yansıtarak temas kurması teşvik edilir. Terapist, seans sırasında hastanın duygusal uyarımını dikkatle izleyerek, zihinselleştirme sürecini teşvik etmeye yönelik bir dizi müdahale kullanır. Terapistin müdahaleleri, terapötik süreci sürdürebilmek ve zihinselleştirmeyi daha da desteklemek amacıyla, hasta tarafından düzenlenecek ve dönüştürülecek bir nesne olarak kullanılır. Bu nedenle, zihinselleştirme, zihinsel durumlar hakkında iletişim yoluyla duygusal düzenlemeye dahil olan en az iki bireyi kapsar (Luyten, 2014).

    Zihinselleştirme terimiyle ifade edilen psikolojik süreçleri işlevselleştirmeye ve ölçmeye çalışan yansıtıcı işlevsellik (RF) üzerine yapılan araştırmalar, psikoterapide zihinselleştirme bakış açısının temelini oluşturan ikinci ampirik bilgi hattını teşkil eder. Psikoterapide bu süreci anlamamız, zihinselleştirmenin zengin tarihsel tanımları ile sağlanmaktadır (Lecours ve Bouchard, 1997). Bu bölümün uzunluğu, MBT’nin doğuşundan önce bu anlayışa katkıda bulunan yazarların—bugün bile Bateman ve Fonagy’nin MBT modelinde izleri sürülebilen Pierre Marty ve çalışma arkadaşları gibi yazarların—hak ettiği saygıyı yeterince ifade etmeye maalesef izin vermemektedir (Debbané, 2016). RF’nin tartışılması (Fonagy, Target, Steele & Steele, 1998), MBT’deki hem kavramsal hem de ampirik araştırmaların sınırları içinde gerçekleşecek ve bazı önemli kilometre taşları ile bunların ortaya çıkardığı sorular tanımlanacaktır. RF üzerine yapılan araştırmaların, psikodinamik psikoterapide zihinselleştirme odaklı yaklaşımın temel taşı olduğu söylenebilir. Gerçekten de MBT psikoterapi yöntemine dair ilk pratik rehberlerde (Bateman ve Fonagy, 2004, 2006), hastanın RF’si (kendini ve başkalarını zihinselleştirme kapasitesi) tedavinin ana hedefi olarak belirlenmiştir. RF, kişinin kendisindeki ve başkalarındaki zihinsel durumları düşünmesinin, sosyal alandaki, özellikle de önemli başkalarını içeren etkileşimlerdeki davranışları anlamaya katkıda bulunduğu süreç olarak incelenmiştir (Bouchard vd., 2008).

    RF ölçümü, yetişkin bağlanma görüşmesi (George, Kaplan ve Main, 1985) kullanılarak toplanan anlatı materyalinden elde edilmiştir. RF ölçeği (Fonagy, Steele ve Steele, 1991; Fonagy vd., 1998), yetişkinlerin zihinsel durumlara ilişkin farkındalıklarını ve kendilerini ve başkalarını anlamak için zihinsel durum bilgilerini kullanmalarını yakalamak için görüşmeye daha fazla hassasiyet sağlar. Daha da önemlisi, ebeveynlerdeki RF, çocuğun bağlanma durumunun kilit bir yordayıcısı olarak bulunmuş ve ebeveyn zihinselleştirme becerilerini güvenli bağlanma ilişkilerinin kurulmasıyla ilişkilendirmiştir (Fonagy vd., 1991). Ayrıca, erken bağlanma ilişkilerini, çocuğun zihinleri öğrendiği ilk oyun alanı olarak ele alan görüşü de desteklemektedir (Fonagy ve Target, 1996). RF üzerine yapılan araştırmalar, zihinselleştirmenin güvenli bağlanmanın kurulmasında kilit bir gelişimsel rol oynadığını ve bunun da verimli bir döngü yoluyla zihinselleştirmenin gelişimine önayak olduğunu desteklemektedir. En önemlisi, kişinin yansıtıcı düşünme geliştirme kapasitesi, kısmen, önemli ötekilerin çocukken zihinlerimiz hakkında nasıl düşündüklerine bağlıdır:

    …her bebeğin temel ihtiyaçlarından biri, nesnenin zihninde kendi zihnini ya da niyet durumunu bulmaktır.

    In Epilogue, Fonagy ve diğerleri, (2002, s. 474)

    Başka bir deyişle, RF kapasitesi büyük ölçüde bakımverenlerin yansıtıcı işlevi aracılığıyla gelişir. Bu durum, terapistin hastanın zihnine ilişkin RF’sinin, hastanın zihinselleştirme becerilerini geliştirmesi için temel olarak görüldüğü psikoterapötik bağlama genişletilmiştir. Bu nedenle —zihinselleştiren zihinlerin zihinselleştiren zihinleri doğurduğu fikri —RF’ye odaklanma, psikoterapi sürecinin kilit bir özelliği olarak terapistin kendi zihinselleştirme kaybı anlarını tanımlamasına rehberlik etmede MBT’nin odaklanmış yaklaşımını karakterize eder. Aktarım ve karşı-aktarım kavramlarına duyarlı olmakla birlikte, MBT tekniği psikoterapisti terapötik alışverişte içerikten ziyade sürece katılmaya ve seansın sıcaklığında zihinselleştirici olmayan etkileşimleri kesmek için hızlı tepki vermeye teşvik eder. Böylece MBT, üç boyutlu bir süreç olarak RF’nin (terapist RF, hasta RF, terapist-hasta RF) psikodinamik psikoterapinin kalbinde nasıl yer aldığını açıkça göstermektedir.

    Zihinselleştirme kuramı perspektifinden bakıldığında, psikopatolojinin önemli bir kısmı—özellikle de kendilik ve duygu düzenleme ile ilgili olanlar—zihinselleştirmenin engellenmiş gelişimine dayandırılabilir. Hem kesitsel hem de boylamsal çalışmalar, erken travmanın çocuklarda güvensiz bağlanma oluşturduğu ve bu çocukların zihinselleştirmede gelişimsel gecikmeler veya bozukluklar gösterme olasılığının daha yüksek olduğu görüşünü destekleyen kanıtlar sunmaktadır (Berthelot vd., 2015; Ensink, Berthelot, Begin, Maheux ve Normandin, 2017). İleriye dönük araştırmalar, güvensiz bağlanmanın ergenlerde bozulmuş zihinselleştirme ile bağlantılı olduğunu ve bunun da erken güvensiz bağlanma ile sınırda kişilik semptomatolojisinin yetişkinlikte gelişimi arasındaki ilişkiye aracılık ettiğini gözlemlemektedir (Carlson, Egeland ve Sroufe, 2009).

    Nörobilimsel araştırmaların 21. yüzyılın başında ilerlemesiyle birlikte, bağlanma ve zihinselleştirme araştırmacıları travmanın stres düzenleme mekanizmaları üzerindeki etkisini giderek daha fazla vurgulamışlardır (Debbane´ & Nolte, 2019; Nolte, Guiney, Fonagy, Mayes ve Luyten, 2011) yani, etkileşim halindeki dopaminerjik, oksitonerjik ve serotonerjik sistemlerle birlikte HPA eksenine ilişkin nörobiyolojik temeller (Luyten & Fonagy, 2015; Mayes, 2000). Bağlanma, stres düzenleme ve zihinselleştirme arasındaki bu tür bir söyleyiş, terapiye, zihinselleştirmenin düzenleyici işlevini, değişimin derecesine bağlı olarak gelişimine veya güçlenmesine yardımcı olmak suretiyle yeniden canlandırma rolünü yükler. Duygu düzenlemenin nörobilimi böylece çağdaş psikodinamik psikoterapiyi, hastaların kendi kendilerini düzenleme kapasitelerini artıran bir uygulama olarak daha da çerçevelemektedir.

    Psikopatoloji ve değişim üzerine ortak varsayımlar

    Bağlanma ve zihinselleştirme kuramları, psikopatolojinin kökenlerine ilişkin doğa/yetiştirme tartışmasına tarihsel olarak katılmış (Bowlby, 1988; Fonagy, 2001b) ve erken dönem ilişkilerin ruh sağlığı açısından kilit faktörler olduğuna dair eleştirel argümanlar formüle etmiştir. Yakın ilişkilerde teşvik edilen sosyal ve duygusal büyümeye odaklanarak insan gelişimini modelleyen kuramlardan bekleneceği üzere, bağlanma kuramı ve zihinselleştirme kuramı, psikopatolojinin gelişiminde çocukluk deneyimlerinin etkisine büyük önem vermektedir. Bu iki teori, merkezi yapılarının ruh sağlığı için spesifik olmayan bir risk/sağlamlık (risk/resilience) faktörünü temsil ettiğini öne sürme konusunda birleşmektedir (Fonagy, Steele, Steele, Higgitt ve Target, 1994; Mikulincer ve Shaver, 2012). İster zihinselleştirme ister bağlanma olsun, her ikisi de, merkezi yapılarının aşağıdaki yollarla psikopatoloji veya ruh sağlığı gelişimine katkıda bulunduğu fikrini ileri sürmektedir: (1) duyguların (yanlış) düzenlenmesi, (2) kendilik ve öteki temsillerin (de)stabilizasyonu ve (3) yüksek kaliteli kişilerarası ilişki geliştirme (yetersizliği) (Fonagy et al., 2002; Mikulincer ve Shaver, 2012). Terapötik önermelerinin merkezinde, hastanın hem kendisi hem de başkaları hakkında sahip olduğu zihinsel modelleri olumlu yönde etkilemek için öncelikle uyarılmanın düzenlenmesi gerekliliği yatmaktadır. Nesne ilişkileri terapi modelleriyle tutarlı olarak (Kernberg, Yeomans, Clarkin ve Levy, 2008), uyarılmanın düzenlenmesine odaklanan bu yaklaşım, temsiller veya içsel çalışma modelleri üzerinde psikoterapötik çalışmayı mümkün kılmak üzere tasarlanmıştır. Ayrıca, psikopatolojide spesifik olmayan faktörler olarak bağlanma ve zihinselleştirmenin ilişkilendirilmesi, çağdaş psikodinamik psikoterapinin verildiği hizmetlere erişemeyen hasta grupları için psikodinamik psikoterapilerin yaratıcı bir şekilde geliştirilmesine katkıda bulunmuştur (Bevington, Fuggle ve Fonagy, 2015; Byrne vd., 2018; Debbane vd., 2016; Fuggle vd., 2015; Weijers vd., 2016).

    Bağlanma, zihinselleştirme ve psikopatoloji arasındaki bağlantıların doğasına ilişkin önemli bir sınırlama, bu ilişkilerin gücünün nispeten düşük kalmasıdır (Groh, Roisman, van Ijzendoorn, Bakermans-Kranenburg ve Fearon, 2012; Katznelson, 2014). Benzer şekilde, mevcut ilişkisel çalışmalardan net bir nedensellik ilişkisi çıkarılamamaktadır (Mikulincer & Shaver, 2012). Dahası, bu kavramların psikopatoloji anlayışımıza katkıları, empati, farkındalık, psikolojik farkındalık, nesne ilişkileri, şefkat ve benzeri diğer kavramlarla örtüşmeleri nedeniyle bulanıklaşmıştır (Choi-Kain ve Gunderson, 2008). Halihazırda bağlanma ve zihinselleştirme kuramlarının psikodinamik terapilere uygulanmasıyla önemli ilerlemeler kaydedilirken, bu yaklaşımlar ve diğerleri arasındaki özgüllük eksikliği ve önemli örtüşmeler, “Dodo kuşu kararı” nihai katkılarını temsil edecekse, potansiyel olarak ilerlemeyi sınırlayabilir.

    Son zamanlarda, psikoterapi araştırmalarında ortak faktörler terimi kullanılarak çağdaş yapılar arasındaki örtüşmeyi anlamaya yönelik önemli ilgi ve girişimler ortaya konmuştur (Wampold, 2015). Günümüzde çoğu psikoterapist ve klinik araştırmacı, farklı psikoterapi modelleri arasında ortak transteorik unsurlar olduğunu kabul edecektir, bunların en bilineni terapötik ittifak (therapeutic alliance) olarak adlandırılır (Arnow ve Steidtmann, 2014). Plasebonun psikoterapideki önemli etkisine rağmen (Baskin, Tierney, Minami ve Wampold, 2003), ortak faktörlerin etkisi genellikle özel psikoterapi modelleriyle bağlantılı spesifik tekniklerin iki katı olarak bulunmuştur. Bu açıdan bakıldığında, bağlanma temelli veya zihinselleştirme temelli perspektifler terapötik değişimin anahtarı olmak zorunda değildir. Klinisyenler için belki de daha rahatsız edici olan şey, hastaları üzerindeki terapötik etkilerinin en büyük kısmının terapiye bağlı olmayan faktörlere dayandığını öne süren araştırmalarla karşı karşıya kalmaktır (Wampold, 2015). Bu faktörler, herhangi bir psikoterapinin içinde gerçekleştiği bağlamsal değişkenlerle ilgilidir. Bugüne kadar bu faktörleri ele alan çok az sayıda somut psikodinamik uygulama önerilmiştir (Asen ve Fonagy, 2017).

    Özetle, bağlanma ve zihinselleştirme kuramları, psikopatolojinin ortaya çıkmasında risk/sağlamlık temel alarak kavramsallaştırılmıştır. Bu kuramlar, duygu düzenlemesini sürdürmeye yönelik mekanizmaları ve kendilik ile ötekiler hakkındaki temsilleri geliştirmeye odaklanan müdahale modelleri önermektedir. Psikopatoloji ve terapötik değişime yönelik bu spesifik olmayan yaklaşım hem faydalı hem de sınırlıdır. Psikodinamik terapinin ciddi ve aynı zamanda ulaşılması zor klinik ihtiyaçlara uygulanmasında faydalıdır, ancak psikoterapide potansiyel kazanımların diğer alanlarını, örneğin terapi dışı faktörleri ele almadığı için sınırlı olabilir. Bu sınırlamaları açıklamak için, zihinselleştirme kuramındaki bir dizi gelişme son zamanlarda terapötik iletişimin doğasını yeniden çerçevelemeyi üstlenmiş (Fonagy ve Allison, 2014; Fonagy, Luyten ve Allison, 2015) ve psikodinamik psikoterapide terapötik etkiler hakkında düşünmek için yeni bir model önermiştir.

    Düzenleme terapisinden deneyimlerden öğrenmeye: terapötik ilişkinin ötesi

    Psikoterapide zihinselleştirme perspektifinin ilk formülasyonları, hangi terapötik yaklaşım kullanılırsa kullanılsın, terapötik değişimin her tekniğin hastanın zihinselleştirme yeteneği üzerindeki etkisine bağlanabileceğini belirtmiştir. Bateman ve Fonagy (2004, 2006), zihinselleştirme kavramı etrafında birleşmiş, farklı teorileri bir araya getiren bir terapötik kazanç perspektifi önermektedir. Onlara göre, zihinselleştirme temelli terapiler, hastaların iyileşmesine ve zihinselleştirme kapasitelerini derinleştirmelerine yardımcı olacak bir model sunar. Daha yakın dönemde, bu yazarlar zihinselleştirme ve terapötik kazanım arasındaki bağlantının yeniden formüle edilmesini, kavramsal çerçeveyi zihinselleştirme odaklı bir yaklaşımdan, kanıta dayalı psikoterapi yaklaşımlarının özel ve genel faktörlerini bütünleştiren bir yapıya kaydırmayı önermişlerdir (Fonagy ve Allison, 2014; Fonagy vd., 2015). Bu yeni yaklaşım, üç ek kavramı ortaya koymaktadır: epistemik güven, kültürel bilginin doğal pedagoji yoluyla aktarımı ve psikoterapötik iletişim sistemleri.

    Bu bölümün ilk iki kısmında incelendiği üzere, bağlanma ilişkisinin temel özelliklerinden biri, çocuğun (ve psikoterapide hastanın) kendine ve başkalarına ait zihinsel durumları tanımayı ve temsil etmeyi, duyguları düzenlemeyi ve psişik gerçeklikle “oynamayı” öğrenebileceği kişilerarası bir bağlam sunmaktır; bunların tümü, sağlam sosyal bilişi, öz düzenlemeyi ve dayanıklılığı destekler (Fonagy et al., 1994; Fonagy ve Target, 1996). Erken bağlanma ilişkilerinin rolü üzerine daha yakın zamanda yapılan çalışmalar, bu ilişkilerdeki iletişim özelliklerine odaklanmakta ve özellikle de kültürel bilginin içselleştirilmesini teşvik eden unsurları incelemektedir (Csibra ve Gergely, 2009; Fonagy ve Allison, 2014). Fonagy, Luyten, Allison ve Campbell (2017a, b), bağlanma bağlamının yalnızca zihinselleştirme kapasitesini geliştirmekle kalmayıp, aynı zamanda belirli bir güven türü, epistemik güven, oluşmasına da hizmet ettiğini, böylece alıcılığın ve içselleştirme sürecinin önünü açtığını öne sürmektedir. İçselleştirme süreçlerinin kilit değeri, bir ebeveynle (veya bir terapistle) olan ayrıcalıklı ilişkinin sınırlarının ötesine geçerek çocuğun (veya hastanın) yaşamındaki kişilerarası ve sosyal alanlara yayılmasıdır.

    Epistemik güven, bireyin yeni bilgiyi güvenilir, kendisiyle ilgili ve diğer bağlamlara genellenebilir olarak görme eğilimini ifade eder. Terapötik etkinin sağlanmasında epistemik güvenin gerekli olduğunu varsayarsak, terapistler, düşmanca ortamlarda yetişmiş ve bu nedenle katı, esnek olmayan ve kronik bir epistemik uyanıklık geliştirmiş kişilik bozukluğu olan hastalar karşısında güvenilirliklerini nasıl sağlayabilirler?  Zihinselleştirme kuramı bu soruya hastanın öznel deneyiminin çerçevesinden yaklaşır. Bir terapistin, epistemik güveni yeniden kurma konusundaki en büyük umudu, hastanın öznel deneyimine odaklanmaktır. Terapistin, hastanın öznelliğini anlamaya yönelik bu bağlılık ve adanmışlığı, muhtemelen hastanın hem kendisini hem de ötekileri algılayışını, ilişkilerini ve yaşamındaki deneyimleri daha faydalı ve tatmin edici fırsatlar olarak yeniden değerlendirmesine yol açacaktır. Epistemik güveni yeniden canlandırmak için, terapistin öncelikli ilgisi ve amacı daha çok hastanın etrafındaki dünyayla ilgili deneyimlerinden öğrenme becerisini yeniden canlandırabilecek bir sürece odaklanmaktır (Bion, 1962).

    Fonagy vd., (2015), zihinselleştirmenin terapötik etkideki rolünü yeniden konumlandırmak amacıyla, terapötik değişim mekanizmalarının, tedavi sırasında ve sonrasında terapötik kazanımlara kümülatif olarak katkı sağlayan üç terapötik iletişim sistemi tarafından desteklendiğini öne sürmüştür. Bu sistemlerin her biri, hastaların öznelliklerinin kabul edildiği ve anlaşıldığı bir deneyim yaşamalarına yardımcı olur. Bu deneyim, danışma odasının dışında da benzer deneyimlerin var olduğuna dair güven duygusunu pekiştirir ve böylece psikoterapinin etkilerini terapi dışındaki alanlara genişletir.

    İletişim Sistemi I: İçerik uygunluğu ve epistemik güvenin kurulması

    Terapötik iletişimin ilk sistemi, belirli bir psikoterapi modeli tarafından önerilen ve aktarılan ruh sağlığı ve hastalık formülasyonunu ifade eder. Bu nedenle, bir terapi modelinin temel önermesi, belirli bir yaklaşımın bakış açısına göre ya da o yaklaşım içinde anlaşıldığına dair öznel bir izlenim yaratabilir. Her terapötik yönelim, terapi adayı tarafından okunabilecek kadar genel olan psikolojik ıstırabın işleyişine dair bir temsili, gösterişli bir biçimde iletir (Csibra ve Gergely, 2009). Bu okuma deneyiminde, müstakbel hasta, terapötik yönelim tarafından sunulan genel mesajın aktardığı bir tür bağıl ve belirgin aynalama hissedebilir. Bu üst-iletişim sayesinde, bir modelle karşılaşmanın müstakbel hastada ya da terapiye başlayan hastada bir değişim umudu uyandırması muhtemeldir. Ayrıca, bu tür bir üst-iletişim, hastaya, yaklaşımın bir dizi psikolojik sorunu ve acıyı çözme yeteneği ve potansiyel etkinliği hakkında bilgi verir. Bu nedenle, psikoterapötik iletişimin ilk düzeyinde, her psikoterapi modeli gelecekteki veya yeni hasta için söz konusu açıklayıcı çerçeve tarafından anlaşıldığına dair öznel bir his ve kişinin mevcut durumunun ötesine geçme umudu yaratır. Psikodinamik psikoterapiye giren hastalar için, altta yatan motivasyonlar, düşünceler ve duygular üzerine düşünmenin genel mekanizması—hastaya örtük ve açık bir şekilde iletilen—epistemik güvenin kurulması veya yeniden kurulması için ilk temeli sağlar. Hastanın bu düzeyde keşfe ve yeni bilgiye açık olması, özellikle zihinselleştirme kapasitesini hedefleyen ikinci iletişim sisteminin önünü açar.

    İletişim Sistemi II: Etkili zihinselleştirmenin yeniden ortaya çıkışı

    Hastanın tanındığını ve anlaşıldığını hissedebileceği yollar öneren bir tedavinin başlatılmasıyla birlikte, ikinci iletişim sistemi hasta ve terapist arasındaki etkileşimlerin özgüllüğünde ortaya çıkar. Zihinselleştirme kuramı açısından, terapötik etkinliğin anahtarı terapistin hastanın öznel deneyimini anlamasıdır. Bu sayede terapist, hastanın kendisi ve ötekiler ilgili deneyimlerine dair oldukça alakalı içerikler hakkında daha fazla iletişim kuracaktır. Hasta için, kendi öznelliğinin terapist tarafından alınması, kabul edilmesi ve anlaşılmasına ilişkin bu temel deneyim, zihinselleştirme yeteneğini canlandırır (Fonagy, 2002). Kişinin öznel deneyimini anlamaya kendini adamış bir kişi (terapist) eşliğinde, kişinin mevcut ihtiyaçlarıyla tutarlı bir terapi deneyimi yaşamak, ikinci iletişim sisteminin özüdür. Bu süreç zihinselleştirmeyi, daha doğrusu başkalarını anlama arzusunu yeniden üretir. Hasta, terapistin zihninde giderek daha fazla anlaşıldığını ve temsil edildiğini hissettikçe, terapistin zihninin nasıl çalıştığını ve buna bağlı olarak başkalarının perspektiflerinin zihinsel olarak nasıl üretildiğini anlamaya çalışarak terapistin zihnini merak edebilir. Bu karşılıklı ve farklılaşmış anlama süreci, zihinselleştirmenin ortaya çıktığı ve güçlendiği terapötik bir iletişim oluşturur.

    Zihinselleştirme kuramı, psikodinamik psikoterapideki faaliyetleri ve iletişimleri, öncelikle terapist ve hasta arasında bir zihinselleştirme sürecini kolaylaştırmak ve böylece hastanın işlevsel bir şekilde çalışmayan RF’sini uyarmak ve geliştirmek olarak yeniden tanımlar. Ancak bu süreç terapi odasının duvarlarıyla sınırlı kalamaz. Daha ziyade, psikodinamik terapide ortaya çıkan—ve MBT’de açıkça hedeflenen—zihinselleştirme süreci, hastanın terapi seansının ötesindeki dünyaya olan epistemik güvenini canlandırmak ve sürdürmek olarak görülür. Epistemik güvenin yeniden etkinleştirilmesiyle birlikte, zihinselleştirme süreci üçüncü iletişim sisteminin merkezi bir boyutuna yol açar: sosyal dünyadaki deneyimlerden öğrenme arzusu ve kapasitesi (Bion, 1962).

    İletişim Sistemi III: Terapötik ilişkinin ötesinde sosyal dünyada öğrenme yeteneğinin yeniden ortaya çıkması

    Sistem I ve II’de psikoterapötik süreç, hastanın öznelliğinin terapist tarafından düşünüldüğü ve yansıtıldığı sürekli deneyim üzerine kuruludur. Bu deneyimin, epistemik anayol olarak adlandırılabilecek daha geniş bir yolun açılmasına katkıda bulunduğu varsayılmaktadır: danışma odasının dışındaki deneyimlere dayanarak hem kendisiyle ilgili hem de dünyaya genellenebilir yeni bilgileri içselleştirme olasılığı. Hakkında dikkatlice düşünülmüş ve anlaşıldığına dair deneyim, hastayı karmaşık ama döngüsel çıkarımlara saplanıp kalmasına neden olan katı ve esnek olmayan inançları potansiyel olarak kırabilir (Rudrauf & Debbane´, 2018). Bu deneyimin, bireyi ayrıcalıklı terapi ilişkisinin sınırlarının ötesine taşıyarak, insan yaşamının herhangi bir yörüngesinin belirsizliğini ve bilinmezliğini tolere edilebilir, hatta arzu edilebilir hale getirdiği öne sürülmektedir. Bu değişim kısmen terapötik süreç tarafından yönlendirilse de hastanın çevresi psikoterapi tarafından canlandırılan süreçlerin geliştirilmesi ve genelleştirilmesinde kritik öneme sahiptir. Hasta sosyal ve kişilerarası etkileşimlere yeniden katıldığında, daha derin bir anlayış kazanır. Epistemik güvenle desteklenen bu yeni anlayış, hastanın bu etkileşimlerdeki failliğini yeniden üretir ve o zamana kadar erişilemez olan bilgi ve tatmin kaynakları olarak bunlardan yararlanma arzusunu güçlendirir.

    Üçüncü iletişim sistemi üçüncü bir verimli döngüyü başlatır: kişilerarası ilişkilerin hastanın çevresinin işleyişine dair anlayışını artırdığı, sosyal dünyaya dair artan zihinselleştirme. Bu, hastayı, kendi öznelliğini zihninde sürdürebilecek, onu sosyal olarak yapıcı yollara dahil edebilecek ve tetikte olmanın yerini epistemik güvene bıraktığı askıya alma süresinde artış sağlayabilecek tamamlayıcı destek kaynaklarına ve anlamlı ilişkilere karşı duyarlı hale getirir. Talepler, değişim ve temelde öngörülemeyen olaylarla karakterize edilen bir dünyada, merak ve deneyime açıklık, potansiyel öğrenme kaynaklarıyla eleştirel bir şekilde ilgilenmeyi sağlayan değerli yetkinlikler olarak öne çıkar.

    Zihinselleştirme kuramı tarafından önerilen iletişim sistemleri çerçevesi, kişinin deneyimlerinden öğrenme becerisinin yeniden ortaya çıkmasının—terapist ve hasta arasındaki iletişimin zihinselleştirme süreci aracılığıyla—kalıcı psikoterapötik başarının kalbinde yattığını öne sürmektedir. Danışma odasının duvarlarının ötesinde, epistemik güven bireyi kişisel ve sosyal gelişiminde destekler, karmaşık kişilerarası ve sosyal sistemlerde işlerin doğal olarak nasıl yürüdüğüne dair yeni veya yenilenmiş bir anlayışı kolaylaştırır. Dolayısıyla psikodinamik terapi, terapinin kendi içinde zihinselleştirmeyi teşvik etmenin yanı sıra, hastanın zihnini keşfedebileceği ve kişilerarası deneyimlerden yeni bilgi kaynaklarını kavrayabileceği ilişkilere doğru giderek daha fazla ilerlemesine yardımcı olur.

    Sonuç

    Bu bölümde, psikopatolojinin ve psikodinamik psikoterapi süreçlerinin anlaşılmasıyla ilgili olarak bağlanma ve zihinselleştirme teorilerindeki son gelişmeler incelenmiştir. Çağdaş psikodinamik psikoterapiyi kavramsallaştırmaya yönelik bütünleştirici çabasında- ve belirli bir MBT modelinin formülasyonu yoluyla- zihinselleştirme kuramı, duygulanımın düzenlenmesini, terapi ilişkisinin güvenliğini ve öznel deneyimin anlaşılmasını terapötik çabanın merkezi olarak vurgulamaktadır. Dahası, zihinselleştirme perspektifi, terapötik kazanımları daha geniş bir sosyo-duygusal iletişim ve deneyim bağlamında yeniden çerçevelendirir. Zihinselleştirme kuramında önerilen iletişim sistemleri çerçevesi, psikoterapiyi, tearpi odası dışındaki deneyimlerden daha fazla öğrenmeyi kolaylaştıran klinik uygulamalar yoluyla öz düzenlemeyi güçlendirmek için bir araç olarak görmektedir. Dolayısıyla son kavramsal gelişmeler, genelleme süreçlerinin hastaların çevreden öğrenme deneyimlerini arayarak zihnini nasıl şekillendirdiğini anlamanın önemine dikkat çekmektedir. Böylece, zihinselleştirme kuramı, psikodinamik psikoterapinin geleceğinde daha fazla kavramsallaştırma, test etme ve yenilik gerektiren terapi dışı faktörleri göz önünde bulundurarak, birçok psikoterapi modelinin katı ikili çerçevelerinin sınırlamalarını ortaya koymaktadır.