Yazar: Editör

  • Psikodinamik Psikoterapide Süreç Araştırması: Müdahaleler ve Terapötik İlişki (5. Bölüm)

    Kevin S. McCarthy, Sigal Zilcha-Mano and Jacques P. Barber

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 5. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Günümüz psikodinamik psikoterapisi (PDT), tedavi sürecinin, yani tedavinin içinde neler olup bittiğinin tanımlandığı çok sayıda ve verimli bir literatürden yararlanmaktadır. Bu bölümde, PDT’ye yönelik gerçekleşmiş olan bazı karmaşık ve yenilikçi süreç araştırmalarını sunuyoruz. Aydınlatıcı olmakla birlikte, bu özenli araştırmalar aynı zamanda terapi sürecinin karmaşıklıklarını ve terapinin iç işleyişini incelemenin zorluklarını da vurgulamaktadır. Gerçekten de, 120 yıllık tarihiyle PDT’nin etkili olduğunu biliyoruz (Abbass ve ark., 2014; Barber, Muran, McCarthy ve Keefe, 2013; bu ciltteki Bölüm 4: Psikodinamik psikoterapinin etkinliği: güncel bir inceleme), ancak PDT terapistlerinin hastalarının fayda sağlamalarına yardımcı olmak için tedavide tam olarak ne yaptığını bilmek hala ulaşılması zor bir hedef olmaya devam etmektedir, ancak süreç araştırmalarının daha karmaşık ve ince hale gelmesiyle birlikte bu hedefin daha ulaşılabilir olduğu görülmektedir. PDT’deki değişim aracılarının, çatışmaya dair içgörü, ilişki temsilleri, bilinçdışı savunmalar ve duygusal tolere etme gibi unsurlar olduğu bu kitapta (Bölüm 2, 3 ve 6) ve başka yerlerde (Barber ve ark., 2013) iyi bir şekilde gözden geçirildiği için, bu bölümdeki odak noktamız PDT müdahaleleri ve terapötik ilişki olacaktır.

    PDT müdahaleleri

    PDT’deki müdahaleler, destekleyici-açıklayıcı/yorumlayıcı bir süreklilik üzerinde var olan kavramsal bir çerçevede ele alınabilir (Piper, Joyce, McCallum, Azim ve Ogrodniczuk, 2002; Summers ve Barber, 2010). Destekleyici müdahaleler, genellikle yönlendirmesiz veya genel yardım becerileri olarak tanımlanır. Ancak, psikodinamik bir anlamda bu teknikler, yönlendirmesiz veya genel olarak değerlendirilemez; aksine, hastanın bireysel çatışmaları ve eksikliklerine ilişkin kapsamlı bir formülasyon temelinde hastanın ihtiyaçlarını karşılamak üzere seçici olarak hedeflenir. Örneğin, bir PDT terapisti, yakın zamanda bir kaybın ardından uyum sağlamaya çalışan bir hastaya umut aşılamaya çalışabilir, ancak değişime karşı kararsız olan bir hasta ile tarafsız kalabilir. Destekleyici müdahalelerin dört kategorisi vardır: güçlü yönleri pekiştirmek (örneğin, hastanın ihtiyaçlarını tatmin etmek, uyum sağlayıcı savunmaları desteklemek), zayıf yönleri azaltmak (örneğin, uyumsuz savunmaları zayıflatmak), davranışları ve çevreyi değiştirmek ve ego ödünç verme (örneğin, terapisti yardımcı bir problem çözücü olarak kullanmak) (Piper ve ark., 2002). Açıklayıcı teknikler, hastanın tekrar etmekte olabileceği kişilerarası örüntülerin farkındalığını açığa çıkarmak veya bu farkındalığı kolaylaştırmak için kişilerarası temalar ve duyguların keşfi yoluyla (sorgulama veya seçici dikkat), yüzleştirme (hastadan iki veya daha fazla tutarsız bilgi veya deneyimi çözmesini isteme), netleştirme (bir deneyimi hastaya açık hale getirme) ve yorumlama (hastanın yaşamındaki farklı deneyimler arasında bağlantı kurma) yoluyla gerçekleştirilir.

    Son dönemde, çeşitli araçların geliştirilmesi, bir seanstaki terapist tekniklerinin kullanımını, aynı anda birden fazla teorik yönelimden değerlendirmeyi mümkün kılmıştır. Bir seanstaki tüm müdahalelerin oranına bakıldığında, modal çalışmalar PDT’de destekleyici ve açıklayıcı tekniklerin sırasıyla %25 ve %15 oranında kullanıldığını öne sürmektedir [destekleyici teknikler için aralık: %15 (McCarthy & Barber, 2009) ile %81 (Hersoug, Bøgwald ve Høglend, 2005); açıklayıcı teknikler için aralık: %11 (Trijsburg ve diğerleri, 2002) ile %96 (Hilsenroth, Blagys, Ackerman, Bonge ve Blais, 2005)]. Psikanalize yönelik araştırmalar daha nadirdir ve destekleyici müdahalelerin %18-%60, açıklayıcı müdahalelerin ise %18-%23 oranında kullanıldığını göstermektedir (McCarthy & Barber, 2009; Roy, Perry, Luborsky, & Banon, 2009; Tschuschke ve diğerleri, 2015). Karşılaştırma amacıyla, bilişsel-davranışçı terapi seanslarında kullanılan tekniklerin %18’inin destekleyici, %10’unun ise açıklayıcı olduğu belirtilmiştir [destekleyici teknikler için aralık: %15 (McCarthy ve Barber, 2009) ile %50 (Barber, Krakauer, Calvo, Badgio ve Faude, 1997); açıklayıcı teknikler için aralık: <%1 (Banon ve diğerleri, 2013) ile %31 (Barber, Morse, Krakauer, Chittams ve Crits-Christoph, 1997)].

    Tekniklerin sonuçla ilişkisi

    Destekleyici müdahalelerin daha yüksek seviyelerinin sonuçla tutarlı bir şekilde ilişkili olduğu gösterilmemiştir (Barber, Crits-Christoph ve Luborsky, 1996; Hersoug ve diğerleri, 2005; Milbrath ve diğerleri, 1999; Ogrodniczuk ve Piper, 1999), ancak bu, destekleyici tekniklerin etkisiz olduğu anlamına gelmez. Yukarıda belirtildiği gibi, destekleyici teknikler genellikle PDT ve diğer tedavilerde en büyük müdahale payını oluşturur, bu da onların PDT’nin çeşitli modellerinde ne kadar önemli olduğunu yansıtır. Destekleyici müdahaleler, terapötik ittifakı güçlendirebilir (Ogrodniczuk ve Piper, 1999) ve terapinin duygusal olarak zorlu yönlerini mümkün kılabilir. Ayrıca, destekleyici müdahaleler, semptom iyileşme olasılığı en düşük olan hastalarla sıkça kullanılabilir (Piper ve diğerleri, 2002). İyi uygulanmış destekleyici psikoterapi, genellikle diğer etkili manuelize tedavilerle eşdeğer sonuçlar verir (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Piper ve diğerleri, 2002). Destekleyici teknikler ile sonuç arasındaki ilişkinin, bu tekniklerin etkili kullanımını daha iyi anlamak için daha fazla ampirik araştırmaya ihtiyaç vardır.

    Açıklayıcı müdahaleler de sonuçlarla karışık ilişkiler göstermektedir; bu ilişkiler pozitif, nötr ve negatif olabilir (Barber ve diğerleri, 2013; Høglend, 2014; McCarthy, Keefe ve Barber, 2016). Özellikle yorumlama gibi açıklayıcı müdahaleler ile semptom sonuçları arasındaki negatif korelasyonlar göz ardı edilemez ve bir açıklama gerektirir (Høglend, 2014). Bu durum, dinamik teorisyenler ve araştırmacıların, PDT’nin nasıl etkili olabileceğini sorgulamalarına yol açmaktadır, çünkü bu terapinin belirleyici tekniği bazı hastalar için daha kötü sonuçlarla ilişkili olabilir.

    Teknik-sonuç ilişkisindeki değişkenlik

    PDT’de teknik kullanımının tedavi sonuçlarıyla ilişkilerinde gözlenen değişkenliği anlamaya çalışırken dikkate alınması gereken birçok faktör vardır. Yorumlayıcı teknikler, semptomlar yerine içgörü, savunmalar, duygu toleransı ve ilişkiler gibi PDT’ye daha merkezi olan mekanizmalar ve sonuçlarla daha olumlu sonuçlar gösterme eğiliminde olabilir (Barber ve diğerleri, 2013; Høglend, 2014; Perry & Bond, 2017; Town, Hardy, McCullough ve Stride, 2012). Çoğu süreç-sonuç araştırması semptomla ilgili sonuçlara odaklanırken, PDT’de terapötik başarı sıklıkla semptomların azalmasından çok daha geniş ve karmaşıktır.

    Belirli açıklayıcı teknikler, semptom iyileşmesi ile farklı ilişkiler gösterebilir. Duygusal ve kişilerarası keşif, semptom iyileşmesi ile pozitif ilişki gösterebilir (Diener, Hilsenroth ve Weinberger, 2007; Slavin-Mulford, Hilsenroth, Weinberger ve Gold, 2011) ve bu durum yüzleştirme (Town ve diğerleri, 2012) ve danışan ile terapist arasındaki şimdi ve burada ilişkisine odaklanan anlıklık (immediacy) tekniği için de geçerli olabilir (Hill ve diğerleri, 2014; Kuutman ve Hilsenroth, 2012). Bu müdahaleler, bilinçdışı duyguları ve çatışmaları açığa çıkarmak için çalışır, ancak ne kadarının ve ne zaman ortaya çıkacağına karar verme işini danışana bırakır. Diğer daha doğrudan açıklayıcı teknikler, örneğin yorumlama, danışan tarafından açığa çıkarıcı veya duygusal olarak tetikleyici olarak algılanabilir ve bu teknikler daha sık kullanıldığında, daha fazla rahatsızlık ve kafa karışıklığına yol açabilir.

    Belirli hasta tipleri, açıklayıcı müdahalelere özellikle iyi yanıt verebilirken bazıları bu kadar olumlu yanıt vermeyebilir. Uzak ya da kontrolcü bir kişilerarası stile sahip bireylerin, diğer hastalara kıyasla PDT’de özellikle iyi bir ilerleme kaydedebileceğine dair bazı birleştirici kanıtlar bulunmaktadır (Barber ve diğerleri, 1997; Dinger, Strack, Leichsenring ve Schauenburg, 2007; Dinger, Zilcha-Mano, McCarthy, Barrett ve Barber, 2013; Kuutman ve Hilsenroth, 2012). Bu durum, PDT’nin ilişkiler ve duygulara verdiği önemin, bu alanlarda güçlü olmayan hastalar için özellikle faydalı olabileceğini gösterir. PDT’ye başlarken hastanın sahip olduğu psikolojik uyum seviyesi, terapi sürecini ve sonucunu etkileyebilir. Başlangıçta daha olgun savunmalara sahip olmak daha iyi sonuçları öngörebilir, ancak bu durum aynı zamanda terapistin daha az sıklıkla yorumlayıcı teknik kullanmasını sağlayabilir (Perry ve Bond, 2017). Daha düşük nitelikte nesne ilişkilerine (ilişkiler için daha az ayrıştırılmış veya doğru bir bilişsel-duygusal şemaya) sahip bireyler terapötik ilişkiyi inşa etmede daha zorlanabilir, ancak daha açıklayıcı bir tedaviye daha iyi yanıt verebilir (Høglend, 2014). Son olarak, azınlık statüsündeki erkeklerin PDT’den ilaç tedavisine kıyasla daha fazla yarar sağladığını gösteren bir bulgu (Barber, Barrett, Gallop, Rynn, ve Rickels, 2012), çok yönlü baskı ve damgalanma yaşayan bireyler için PDT müdahalelerinin iyileştirici doğası ve önemli ilişkilerin tartışılabilmesi fırsatı üzerine düşünmeye davet eder. Tedavi sürecinin moderatörleri umut verici ancak zorlu bir araştırma alanıdır, çünkü bu önemli özelliklerle ilgili çalışmalarda bireyler nadiren rastgele atanmakta ve etkileşim etkilerini test etmek için geniş örneklemler gerekmektedir.

    Açıklayıcı teknikler, PDT mekanizmaları ve semptom ile davranış değişikliği arasında karmaşık bir zaman dizisinin mevcut olması muhtemeldir. Yorumlama, PDT mekanizmalarını kesinlikle etkiler; ancak aynı zamanda, kısa vadede işleyişi bozucu olabilir. Terapötik ilişkide rahatsız edici unsurları açıkça belirtmek ya da hastanın kaçınmayı tercih ettiği utanç verici veya kabul edilmesi zor deneyimlere dikkat çekmek, terapinin olumsuz ilerlemesine (Milbrath ve diğerleri, 1999; Petraglia, Bhatia, de Roten, Despland ve Drapeau, 2015; Schut ve diğerleri, 2005) veya duygusal uyarılmaya yol açabilir (Town ve diğerleri, 2012). Ancak, bu terapötik karşılaşmaların tetiklediği mekanizmalar, daha sonra semptomlarda ve işlevsellikte iyileşmeler sağlayabilir (Barber ve diğerleri, 2013). Örneğin, bir seansta hastanın terapiste kötü davrandığına dair yapılan bir yorum, hasta için duyulması zor bir şey olabilir. Ancak, bu bilgiyi bilmek (ve aşamalı olarak bu çatışma üzerinde çalışmak), hastanın bu davranış örüntüsünü değiştirmesine olanak tanır. PDT’nin etkileri, sonlandırmadan sonra bile zamanla ortaya çıkabilir (bir “uyuyan” etkisi), çünkü PDT’nin etki büyüklüğünün takip sürecinde arttığı sıklıkla gösterilmiştir (Abbass ve diğerleri, 2014).

    Terapinin sonlandırılması, PDT’de teknik-sonuç ilişkisi açısından kritik bir dönem olabilir çünkü bu süreç, birçok hastanın ilişkileri sona erdirirken yaşadığı sorunları tekrar gündeme getirir (Joyce, Piper, Ogrodniczuk ve Klein, 2007). Hastalar, bu zorlukları çözmeye çalışırken bu dönemde semptomlarında lokal bir artış gösterebilir. Terapistler, sonlandırma sırasında ya da öncesinde daha fazla müdahalede bulunabilir (Nof, Leibovich ve Zilcha-Mano, 2017). Bu iki olası durum, teknikler ile tedavi sonunda daha yüksek semptom seviyeleri arasında yapay bir korelasyon oluşturabilir; bu korelasyon istatistiksel olarak geçerli olsa da klinik açıdan anlamlı olmayabilir. Sonlandırma çalışmaları zordur, çünkü birçok tedavi sona ermeden önce, tek taraflı ya da beklenmedik bir şekilde sonlanmaktadır. Ayrıca, değişim sürecini modellemek için tedavi bitiminden önce ve sonra birçok değerlendirmenin yapılması gereklidir.

    Olumsuz süreç anlarını yönetmek, özellikle belirli müdahalelerin kullanımından kaynaklanan durumları başarılı bir şekilde ele almak, terapistin daha fazla yetkinliğini gerektirebilir. Yetkinlik, terapistin müdahalede bulunma becerisidir ve terapi sonuçlarıyla bağlantılıdır (Barber ve diğerleri, 2013; Killingmo, Varvin ve Strømme, 2014). Yetkinlik, sadece PDT tekniğinin uygulanması değildir. Müdahalenin uygulanma zamanlaması, terapistin danışanın anlık ihtiyaçlarına uyum sağlaması anlamına gelen yanıt verebilirlik kavramına benzeyen bir yetkinlik boyutudur (Kramer ve Stiles, 2015). Müdahalelere karşı hasta ve terapistte ortaya çıkan duyguları düzenlemek ve bunlardan yararlanmak, deneyim ve duyarlılık gerektirebilir (Dahl ve diğerleri, 2016; Fisher, Atzil-Slonim, Bar-Kalifa, Rafaeli ve Peri, 2016; Milbrath ve diğerleri, 1999; Nissen-Lie ve diğerleri, 2017; Town, Salvadori, Falkenström, Bradley ve Hardy, 2017), çünkü terapistin, etkileşimi verimli bir şekilde yönetmek için yeterli öz-farkındalığa ve kişilerarası becerilere sahip olması gerekmektedir. İttifakı izlemek ve müdahaleleri buna uygun şekilde yönlendirmek, terapistin açıklayıcı müdahalelerden en iyi şekilde yararlanması için uzmanlığını gösterebilir (Owen ve Hilsenroth, 2011; Petraglia ve diğerleri, 2015; Ryum, Stiles, Svartberg ve McCullough, 2010). Teknik esnekliği (flexibility of technique) zamanlamanın bir yönü olarak kabul edilebilir ve iki yeni yaklaşım, terapist esnekliğini anlamaya yakındır. İlk olarak, açıklayıcı teknik kullanımı ve sonuçlar arasında eğrisel bir ilişkiyi test etmek, orta düzeyde bir müdahalenin (ne çok fazla ne de çok az — “Goldilocks” etkisi) semptom iyileşmesi ile ilişkili olduğunu gösterebilir (McCarthy ve diğerleri, 2016; Ogrodniczuk ve Piper, 1999). İkincisi, terapist esnekliğini bir vaka içinde PDT müdahalesi kullanımının değişkenliği olarak tahmin etmek (yani, terapistin bir tedavi sürecinde farklı zamanlarda farklı miktarlarda teknik kullanması) ve vakalar arasında (yani, belirli hastalara diğerlerine göre daha fazla teknik uygulaması) daha iyi sonuçları öngörebilir (Barber, 2009; Owen ve Hilsenroth, 2014). Yorumlayıcı müdahalelerin doğruluğu, yani hastanın formülasyonuna ne kadar uygun olduğu da sonuçlar için önemli olabilir (Andrusyna, Luborsky, Pham ve Tang, 2006; Crits-Christoph, Cooper ve Luborsky, 1988; Stigler, de Roten, Drapeau ve Despland, 2007). Yakın tarihli bir çalışmada, terapistlerin bir hastanın formülasyonundan hareketle ideal müdahalelerini tahmin ettiklerinde ve bu müdahaleleri gerçekten uyguladıklarında, 3 ay sonra hastalarının daha iyi sonuçlar bildirdikleri bulunmuştur (Castonguay ve diğerleri, 2017). Esneklik ve doğruluk gibi yetkinlik unsurlarının incelenmesi, PDT’nin terapistin sanatsal becerilerinin başarıyı en iyi şekilde sağlamak için gerekli olabileceğini göstermektedir.

    Terapötik İlişki

    Terapötik ittifak (therapeutic alliance), analitik literatürde ortaya çıkmış ve zaman içinde evrilmiş bir kavramdır (Zilcha-Mano, 2017). Terapötik ittifakın en yaygın tanımı, terapinin işleyişi üzerine sağlanan mutabakat ile terapist ve hasta arasındaki ilişkinin kalitesinden oluşur. Tedavinin başlarında (yaklaşık üçüncü seansta) ölçülen terapötik ittifak, tedavinin ilerleyen aşamalarındaki iyileşmenin en güçlü yordayıcılarından biridir (Horvath, Del Re, Flückinger ve Symonds, 2011). Ancak, bu korelasyon, ittifakın doğrudan sonuca bağlı olup olmadığını, değişim için gerekli bir araç veya ortam olup olmadığını (ancak tek başına yeterli olmadığını), müdahale alımını kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını veya sadece yardım almanın bir yan ürünü olup olmadığını bize tam olarak açıklamaz (DeRubeis, Brotman ve Gibbons, 2005). Son zamanlarda, terapötik ilişkinin zaman içindeki gelişimi ve diğer süreç faktörleri ile etkileşimi üzerine yapılan araştırmalar, özellikle ittifaka dair yeni düşünce modelleriyle birlikte, sonuçlarla olan ilişkisini daha ayrıntılı bir şekilde çözümlememize yardımcı olmuştur.

    Terapötik ittifak, tedavi başlamadan önce, hastanın terapistin yardımı hakkındaki beklentilerinin bir parçası olarak veya değerlendirme sürecindeki ilk temas yoluyla var olabilir (Barber ve ark., 2014; Hilsenroth, Peters ve Ackerman, 2004). Zilcha-Mano, McCarthy, Dinger ve Barber (2014), hastalar terapistleriyle tanışmadan önceki diğer insanlara dair temsillerin, ittifak skorlarındaki değişkenliğin yarısına kadarını açıklayabileceğini göstermiştir. Diğer bazı hasta ilişkisel faktörlerinin de tedavi sürecindeki ittifaka katkıda bulunduğu görülmüştür; bunlar arasında bağlanma stili (Bernecker, Levy ve Ellison, 2014), ilişki işlevselliği (Barber, Foltz, DeRubeis ve Landis, 2002; Beretta ve ark., 2007) ve kişilerarası problemler (Dinger, Strack, Sachsse ve Schauenburg, 2009; Hersoug, Høglend, Havik, von der Lippe ve Monsen, 2009) yer alır.

    Terapistin kişilerarası örüntüleri, ittifakın gelişimini etkiler (Dinger ve ark., 2009; Nissen-Lie, Monsen ve Rønnestad, 2010) ve terapistin ilişkiye dair görüş ve tutumları, hastanın ittifakı nasıl deneyimlediğini etkiler (Kivlighan, Marmarosh ve Hilsenroth, 2014; Zilcha-Mano ve ark., 2015, 2016). Bazı PDT terapistleri, hastalarına fayda sağlayacak yüksek kaliteli ilişkiler kurmada diğerlerinden daha başarılı görünse de, deneyimli terapistler arasında bile eğitimle ittifak kurma yetisinin artırılabileceğine dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır (Crits-Christoph ve ark., 2006). Hasta ve terapistin ilişki kalitesine dair algıları benzer olduğunda (yani ittifak skorları birbirine yakın olduğunda), hastaların sonuçları daha iyi olur (Marmarosh ve Kivlighan, 2012).

    PDT ve diğer kuramsal yaklaşımların eğitim ve uygulamadaki karşılıklı etkisi, terapistlerin hastalarıyla kurduğu ilişkiyi değiştirmektedir. Tedavinin başında psiko-eğitim tekniklerinin entegrasyonu, yani danışanın tedaviyi anlamasına ve hedeflerini tanımlamasına yardımcı olunması, iyi bir ittifak sağlama imkânı tanır (Goldman, Hilsenroth, Owen ve Gold, 2013). Farklı terapi türlerinde ittifak gelişimi için kendine özgü süreçler de olabilir. Bir çalışma, PDT’de duygusal bağın semptom iyileşmesiyle ilişkili olduğunu ve duygularla yüzleşildiğinde güçlendiğini, buna karşılık BDT’de duygusal uyarımdan kaçınmanın bağın güçlenmesi ve semptomların azalmasıyla ilişkili olduğunu göstermiştir (Ulvenes ve ark., 2012). Terapötik ilişkiyi tüm yönleriyle anlamak, farklı yönelimlerden gelen terapistlerin ilişki dinamiklerinin önemini daha fazla takdir edip uygulamalarında kullanmalarıyla birlikte giderek önem kazanmaktadır.

    Zaman içinde giderek daha fazla araştırma ittifak gelişimini incelemektedir. İttifakın farklı seyirleri rapor edilmiştir (Dinger ve ark., 2008; Kivlighan ve Shaughnessy, 2000; Kramer, Roten, Beretta, Michel ve Despland, 2008; Stiles ve ark., 2004). Bu seyirlerin sonuçlarla nasıl ilişkilendiği henüz tamamen net değildir, ancak tedavi süresince yüksek ve stabil ittifaklar ile iyileşen ittifaklar genellikle iyi sonuçların göstergesi olmaktadır. İttifak tedavi boyunca sıklıkla istikrarsızdır ve bir birey içindeki çoklu ittifak ölçümlerini inceleme yöntemleri (örneğin, toplama, Crits-Christoph, Gibbons, Hamilton, Ring-Kurtz ve Gallop, 2011; ayırma, Falkenström, Granström ve Holmqvist, 2013; Zilcha-Mano ve ark., 2015) genellikle daha doğru bir ittifak tahmini sağlayarak sonuçları daha iyi öngörmektedir. Bu tür yöntemler ve bulgular, ittifakın statik olmadığını ve tedavi süresince izlenmesi gerektiğini hatırlatmaktadır.

    İttifağın Kopması (Alliance Ruptures)

    İttifak kopmaları ve bunların çözümü, PDT tedavisindeki ittifakı inceleyen araştırmaların bir başka alanını oluşturmaktadır (Eubanks, Muran ve Safran, 2018). Kopmalar artık terapi içindeki aksaklıklar olarak kavramsallaştırılmamakta, bunun yerine psikoterapide yaygın olarak meydana gelen olaylar ve önemli terapötik çalışmalar için işaretler olarak görülmektedir (Eubanks ve ark., 2018). İlişki sorunları genellikle hastaları terapiye getirir ve kaçınılmaz olarak terapistle oturumda deneyimlenir (Barber ve ark., 2002; Beretta ve ark., 2007). Kopmalar ve bunların çözümü, bu örüntüleri anlama ve başkalarıyla daha uyumlu ilişkiler geliştirme fırsatı sunar. Araştırmalar, bir kopmayı fark etmenin ve ondan uzaklaşmanın ve hastanın kendini ifade etmesine ve savunmasız hissetme ihtiyaçlarının karşılanmasına izin vermenin (Eubanks ve ark., 2018) psikoterapide daha iyi sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir. Terapistin anlık müdahale yeteneği, çözümü tespit etme ve yönetme ile ilişkili olabilir (Hill ve ark., 2014), oysa kopmanın kişisel ilişki örüntüleri ile bağdaştırılması gereken müdahalelerin etkili olabilmesi için çözümlemeyi takip etmesi gerekebilir (Gerostathos, de Roten, Berney, Despland ve Ambresin, 2014). İttifaka ve ittifak kopmalarına dikkat eden bir tür PDT, önceki tedavisinde iyi sonuç alamayan hastalarda daha az tedaviyi bırakmaya ve karşılaştırmalı olarak daha iyi sonuçlarla ilişkilendirilmiştir (Safran, Muran, Samstag ve Winston, 2005). Ayrıca, bir meta-analiz, kopma ve onarım dizileri sonrasında mütevazı bir semptom iyileşmesi göstermiştir (Eubanks ve ark., 2018).

    Yeni İttifak Modelleri

    İlişkisel teori ve zaman dizisi tasarım araştırmalarından ilham alarak Zilcha-Mano (2017) bir özellik-durum (trait-state) modeli önermiştir: Hastaların, kişilerarası geçmişleri ve güdüleri temelinde bir ilişki kurma becerileri bir özellik olarak kabul edilirken, tedavi süresince ilişkinin gelişimi, ittifakın durumsal doğasını yansıtır ve tedavi sürecinde bir iyileştirici faktör olarak hizmet edebilir. Bu modelde, hastanın olumlu ilişkiler kurma eğilimi (yani yüksek özellik düzeyinde ittifak), tedavinin genellikle daha hızlı ilerlemesine olanak tanır; çünkü hasta terapiste yardım etme çabalarını daha güvenilir, duygusal olarak daha erişilebilir ve kabul edici bir şekilde yanıt verir. Hasta ve terapist arasındaki ilişkinin durumu, tedavi süresince terapistin davranışlarına ve terapi sürecine yanıt olarak değişir, gelişir ve hatta kötüleşebilir. Genellikle, ittifakın sürekli müzakeresi, hasta için kritik öneme sahiptir; çünkü (1) hasta yardım eden ilişkilerden yoksundur ve bu nedenle terapistle böyle bir ilişkinin kurulması dönüştürücü bir etki yaratır veya (2) hastanın tedaviye girmesine neden olan kişilerarası sorunlar terapi ilişkisine yansır (Barber ve ark., 2002; Beretta ve ark., 2007) ve terapistin gözlemleri ve yardımıyla bu sorunlar için yeni bir çözüm bulunur. Durumla ilgili değişiklikler (örneğin, ittifakın iyileşmesi) hastanın özellik düzeyindeki ittifak kurma becerisinde değişikliklere yol açabilir ve bu da daha iyi ve tatmin edici ilişkileri kolaylaştırır. PDT’de zamanla hastalar içindeki (durum) ve hastalar arasındaki (özellik) ittifak düzeylerinin incelenmesi, bu ilişki değişimi potansiyel yollarını doğrulayan kanıtlar sunmaktadır (Crits-Christoph ve ark., 2011; Falkenström ve ark., 2013; Zilcha-Mano ve ark., 2015).

    Çağdaş psikodinamik terapi (PDT) düşüncesi ve uygulamaları, terapistin nesnelliği ya da mesafeli durumu yerine kişisel katılımını veya terapötik varlığını ön planda tutmaktadır. Bu eğilimi yansıtan Gelso (2014), ittifakın ek bir unsurunu önermiştir: bu gerçek ilişki ya da terapistin ilişkideki sahiciliğidir (authenticity). Burada, terapist sadece hastaların projeksiyonları için bir boş ekran ya da hastaların sorunlarını tespit eden bir araç değil, aynı zamanda ilişkinin gerçek bir katkı sağlayanı ve birlikte yaratıcısıdır; terapiste ait gerçek unsurları terapilere getirir. Bu sahici varlığın ölçülebilir olduğu ve diğer faktörlerin katkısının ötesinde semptom değişimini öngördüğü gösterilmiştir (Gelso, 2014).

    Sonuçlar

    Kaçınılmaz olarak, en akılcı ampirik çalışma PDT’nin zenginliğinin ve derinliğinin sadece küçük bir kısmını temsil edebilir. Bununla birlikte, terapist müdahaleleri ve terapi ilişkisi üzerine yapılan araştırmalar, PDT uygulamasını karşılıklı olarak bilgilendirebilir. Terapi süreç araştırmaları, (1) kliniklerin bildirdiği PDT süreçlerinin karmaşıklığını doğrulamaya; (2) destekleyici, açıklayıcı ve diğer tekniklerin kullanımını ve ittifakın zaman içindeki dalgalı karakterini belgelemeye; (3) PDT’nin yardımcı olmasını kolaylaştıran bazı zamansal ve bağlamsal faktörleri tanımlamaya; ve (4) gelişen terapötik ilişki ve iyi uygulanmış PDT müdahalelerinin iyileştirici gücünü anlamamıza katkıda bulunmuştur. PDT süreçlerinin inceliklerini ortaya çıkarmak için zaman dizileri, görev analizi, tedavi süresince çoklu gözlemler ve nitel araştırmalar gibi ek araştırmalara ihtiyaç vardır; böylece PDT’nin işleyişini daha iyi anlayabiliriz.

    Psikoterapi entegrasyonunun etkisini değerlendirmek özellikle önemlidir; zira PDT açıkça ve dolaylı olarak diğer teknik yaklaşımları bünyesine dahil eder. İncelediğimiz birçok çalışmada entegre terapi unsurlarının yer alması bunun bir göstergesidir. PDT kavramlarının (örneğin ittifak kopmaları ve kişilerarası örüntülerin keşfi) diğer yaklaşımlarda yaygınlaşmasıyla (örneğin, Castonguay ve ark., 2004), bu kavramların nasıl işlediğine dair daha derin bir anlayış büyük yararlar sağlayacaktır.

    Son olarak, kültürün önemi, özellikle çoklu kesişen kimlikler ve bireyler arasında ihtiyaç çatışmalarının tanınması gibi kavramlar göz önüne alındığında, PDT’nin kişinin bütünsel değerlendirmesi çerçevesinde geliştirilmesi gereken bir diğer unsurdur (Tummala-Narra, 2016; bkz. Bölüm 19: Göçmenler ve mültecilerle psikodinamik psikoterapi, bu kitapta). Kültürel faktörler terapi içinde doğası gereği karmaşıktır ve incelenmesi zorlayıcıdır. Ancak, PDT süreçlerinin detayları yeni ve gelişen çalışma modellerini doğurduğu gibi, bu modeller çoğulcu bir karşılaşmanın karmaşık durumlarını açığa çıkarma ve tanımlamada da etkili olabilir.

  • Toplum Ruh Sağlığı Ortamlarında Depresyon İçin Psikodinamik Psikoterapi (7. Bölüm)

    Mary Beth Connolly Gibbons, Katherine Crits-Christoph and Paul Crits-Christoph

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 7. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Department of Psychiatry, University of Pennsylvania, PA, United States

    Kısa süreli destekleyici-açıklayıcı dinamik psikoterapi (short-term supportive expressive (SE) dynamic psychotherapy) süreci araştırmalarından öğrendiklerimizi ele almak ve gerçek topluluklardaki (community) terapistlerin, tüketicilerin ve ilgili kimselerin taleplerini karşılamak için zamanla zaman içinde gelişmiştir. SE topluluğu, ilk olarak Luborsky (1984) tarafından açıklanan ve Book (1997) tarafından daha da ayrıntılı olarak geliştirilen destekleyici ve ilişki odaklı teknikler üzerine kuruludur. SE’nin özellikle depresif bozukluğu olan hastalara uygulanmasının ayrıntıları ilk olarak Luborsky ve arkadaşları (1995) tarafından ortaya konmuştur. Bu yayınlardan beri, SE psikoterapisinde toplum ruh sağlığı ortamlarında terapistlere eğitim verme ve toplumdaki hizmet tüketicileri için kısa vadeli SE’nin etkinliğini değerlendirme konusunda önemli deneyime sahibiz (Connolly Gibbons et al. 2012, 2014, 2016). Bu bölümün, SE modelini toplum ruh sağlığı ortamlarında depresyon tedavisine genişletmek ve uyarlamak amacıyla daha önceki yayınlara yardımcı olması amaçlanmıştır.

    SE’yi topluma uyarlamak

    Kısa süreli SE topluluğu, hem toplum SE’sinin pilot denemesinde (Connolly Gibbons ve ark., 2012) hem de depresyon için her zamanki tedavide ve toplum ruh sağlığı ortamında majör depresif bozukluk için kısa süreli dinamik terapi ile bilişsel terapinin karşılaştırmalı etkililik denemesinde (Connolly Gibbons ve ark., 2014, 2016) etkili olduğu gösterilmiştir. Depresyon için SE’nin bu topluluğa adaptasyonu, özellikle hastaların ve toplum ayakta tedavi ortamlarında çalışan terapistlerin ihtiyaçlarını karşılamak için geliştirildi.

    Hasta ihtiyaçlarının karşılanması

    Toplum ruh sağlığı merkezlerinde hizmet arayan depresyon hastalarının hizmetlerden erken ayrılma riski yüksektir. Hastalar genellikle iş kaybı, sevdiklerinin ölümü, istikrarsız barınma koşulları, çocuklarının velayetini kaybetme korkusu ve tıbbi sağlık yükü gibi birden fazla psikososyal stres faktörüyle bu tür merkezlere başvururlar. Amacımız, SE’yi toplum içinde kullanıma uyarlamak, böylece tüketicilerin kısa süreli bir tedaviyle ilişki sorunları üzerinde çalışabilmelerini ve aynı zamanda tedaviye müdahale edebilecek sık görülen psikososyal stres faktörlerini esnek bir şekilde ele alabilmelerini sağlamaktı.

    Terapist ihtiyaçlarının karşılanması

    Toplum ruh sağlığı sistemlerindeki terapistlerle yaptığımız çalışma, majör depresif bozukluk için başarılı bir tedavinin, hastaların karşılaştığı birçok psikososyal stres faktörünü doğrudan hedef alan müdahaleleri içermesi gerektiğini ortaya koydu. Terapistlerin hastaların eğitim ihtiyaçlarının terapötik sürece nasıl entegre edileceği konusunda çok az yönlendirmeye sahip olduğu açıktı. Bazı terapistler hastaların bu yaşam koşullarıyla başa çıkmak için ihtiyaç duydukları kaynaklara erişmelerine yardımcı olma konusunda oldukça yeteneklidir, ancak birçok terapist bize bu çalışmanın terapinin çoğunu kapsadığını da söyledi. Amacımız depresyona yönelik müdahalemizin tüketicileri motive etmesine yardımcı olmasını sağlamaktı. Güçlü bir sosyalleşme bileşeni dahil ederek psikoterapide kalmak, hastalara psikoterapinin nasıl faydalı olabileceğini ve eğitimsel bir bileşeni öğretmek, hastaların yaşamla başa çıkmak için ihtiyaç duydukları gerekli kaynakları edinmelerine yardımcı olmak bir yandan müdahaleyi depresif belirtilerin hafifletilmesine odaklarken, bir yandan da stres etkenlerini ortadan kaldırıyoruz. Umudumuz toplulukta, başarılı bir psikoterapi için ayrılmaz bir bütün olarak bu sorunları ele alarak ruh sağlığı merkezlerini rahatsız eden yüksek yıpranma oranını azaltmaktır. SE’nin topluma uyumu beş önemli bileşenden oluşur: ittifak kurma, ilişkiye odaklanma, kültürel duyarlılık, eğitim ve tedavi sosyalleşmesi. Her bir bileşenin temelinde yatan teknikler aşağıda ayrıntılı olarak açıklanmaktadır.

    İttifak kurma bileşeni

    SE topluluğunun ittifak kurma bileşeni (alliance-building component), Crits-Christoph ve arkadaşları tarafından geliştirilen ittifakı güçlendiren psikoterapi el kitabında özetlenen teknikler üzerine kuruludur (2006). İttifakı teşvik eden psikoterapi, terapistlere hastalarıyla işbirliğine dayalı (işbirlikçi) çalışma ilişkisini geliştirmek için kullanılabilecek teknikler sağlamak üzere tasarlandı. Teknikler, herhangi bir terapötik yöntemi tamamlaması için amaçlanmıştır fakat aslında depresyon için kısa süreli ilişki odaklı psikoterapi bağlamında incelenmiştir.

    Terapist, tedavinin başlarında açık tedavi hedefleri oluşturmak için hastayla birlikte çalışır ve bu hedefleri tedavi boyunca düzenli olarak gözden geçirir. Terapinin görevleri üzerinde anlaşma, tedavinin ilk iki seansı boyunca hastanın açık bir şekilde sosyal uyum yoluyla teşvik edilmesidir. Terapist ve hasta, terapötik süreçteki her katılımcının görevlerini açıkça tartışır. Örneğin hastanın rolü, kendi duygularını ve aklından geçenleri tartışmaktır. Terapistle aynı fikirde olmamak ve hatta ona kızmak anlamına gelse bile, hastanın düşüncelerini sansürlememesi önemlidir. Terapistin rolü, hastanın duygularını ve ilişkilerini daha iyi anlamasına yardımcı olmak için dinlemek ve güvenli ve anlayışlı bir yanıt sağlamaktır. Terapötik ilişkiyi kurmak için terapist, tedavi boyunca hastanın tedavinin gidişatından memnun olduğundan emin olmak amacıyla tedavi boyunca bu görevleri düzenli olarak gözden geçirir. Ayrıca terapist-hasta bağı, (1) hastanın tedavi motivasyonunun düzenli olarak incelenmesini, (2) hastanın terapötik sürece katılımının düzenli olarak izlenmesini, (3) terapi görevleri ve hedefleri tartışılırken “biz” ifadesinin kullanılmasıyla gösterilen empatik duruşun sürdürülmesini, (4) konuşma tarzının kullanılmasını, (5) hastanın dinlendiğinin tekrar tekrar bildirilmesini, (6) ilgi ve saygıyı göstermek amacıyla yüz ifadelerinin kullanılmasını, (7) hastanın gerçekleştirdiği olumlu değişiklikleri düzenli olarak not etmesini, (8) yansıtıcı açıklamaların sık kullanımını içeren bir dizi teknikle güçlendirilir. Ek olarak terapist, hastanın sözlü ve sözsüz uzaklaşmasıyla kanıtlandığı gibi ilişki bağlarındaki kopmayı da izler. İttifakın koptuğu durumlarda terapist, hastanın duygularını ifade etmesine yardımcı olur ve bu tür bir tartışma için kabul edilebilir bir ortam sağlar.

    Toplulukta çalışan terapistler, hastayla olumlu bir çalışma ilişkisi geliştirmeye zaten bir şekilde katılmış olsalar da, ittifakı teşvik eden tekniklerin eklenmesi, terapistin çalışma ilişkisini geliştirmek için tasarlanmış müdahaleleri daha sık ve tutarlı bir şekilde kullanmasına yardımcı olur. Hastayı terapötik sürece dahil etmek için empati ve destek sağlamak kritik öneme sahiptir. Hastanın depresyonu azalmaya başladıkça ve ittifak güçlendikçe hedefler SE’nin ilişki odağına kayacaktır. Görevler ve hedefler üzerindeki anlaşmanın gözden geçirilmesi ve devam eden depresyonla başa çıkılması, SE’nin toplumda depresyon tedavisine uyarlanması açısından kritik öneme sahiptir.

    İlişki odaklı bileşen

    Standart SE terapisi gibi SE topluluğu, hastalar onların şuan ki ilişkilerinin istek ve yanıt örneklerini keşfetmelerine yardım etmesi üzerine odaklanır. Hastaların uyumsuz ilişki kalıplarını keşfetmelerine yardımcı olacak temel teknikler, Luborsky (1984; ayrıca bkz. Book, 1997) tarafından tanımlanan Temel Çatışmalı (Conflictiual) İlişki Teması CCRT) yönteminden alınmıştır. CCRT modeli, tüm kişilerarası etkileşimlerin üç bileşen tarafından yönlendirildiğini kabul etmektedir: hastanın diğer kişiyi ilgilendiren istekleri veya ihtiyaçları, hastanın, diğer kişinin kendisine yönelik tepkisini algılama şeklinin basmakalıp biçimi ve hastanın diğer kişiye karşı tepkisinin basmakalıp şekli. CCRT örüntülerinin yaşam boyunca, yaşam olaylarına, bakım verenlerle erken ilişkilere, akran ilişkilerine, erken romantik ilişkilere ve hastanın başkalarına ve kendine ilişkin görüşlerini etkileyen diğer ilişki deneyimlerine tepki olarak geliştiği düşünülmektedir. SE topluluğunda terapist, hastanın istek tepkisi örüntüsünün birden fazla yönünü keşfetmesine yardımcı olur. Mevcut ilişki hikayelerinde istekleri ve tepkileri belirleme: Terapistin hastanın kişilerarası istek ve tepki örüntülerini formüle etmesindeki ilk görevi, hastanın dünyasındaki önemli insanlarla yakın zamanda yaşadığı gizli etkileşimlerin belirli hikayelerini anlatmasını sağlamaktır. Hastalar genellikle genellemelerle konuşur: “O bunu her zaman yapar” veya “O beni genellikle görmezden gelir.” Hastanın örüntülerinin zengin bir formülasyonunu edinmenin bir parçası, hastanın diğer kişinin gerçekte ne yaptığını ve hastanın nasıl tepki verdiğini açıkça anlattığı birden fazla hikaye elde etmeye bağlıdır. Terapist, belirli etkileşimlerin tam açıklamalarını ortaya çıkararak, hastanın farkına bile varmadığı, sorunlu olabilecek tepki kalıpları hakkında fikir edinebilir. Hastanın diğer kişiye nasıl tepki verdiğini ayrıntılı olarak anlatması için onu teşvik etmek önemlidir. Hastalar çoğunlukla genel olarak nasıl hissettiklerini dile getirirler (örneğin, “Bu beni çok kızdırdı”) ancak gerçekte nasıl tepki verdiklerini nadiren ayrıntılı olarak açıklarlar. Terapist, hastanın hissettiklerine karşı çok fazla anlayış göstermeli (should express a lot of sympathy) ve hastanın kendi tepkisini keşfetmesine yardımcı olmak için kabul edici bir ortam sağlamalıdır. Terapist, hastanın etkileşimini spesifik olarak yönlendiren kişilerarası isteklerini veya ihtiyaçlarını anlamak için sorular sormalı ve açıklamalar yapmalıdır. Karşısındaki kişiden ne istediği sorulduğunda hastalar, başlangıçta “sadece çöpü çıkarmasını istedim” gibi çok somut bir dilek ya da “beni yalnız bırakmasını istedim” gibi gerçek isteklerinin yalnızca bir kısmına hitap eden bir istek ifade edeceklerdir. Hastanın bundan ne sağladığını açıklığa kavuşturmak ve terapistin hikayede gördüğünden daha derin olan arzuyu, yorumlama yoluyla arzunun daha karmaşık katmanlarını hastayla birlikte keşfetmek terapistin görevidir.

    Kişilerarası etkileşimlere karşı istek ve yanıt kalıplarını tanıma

    Hastanın mevcut ilişkilerine müdahale eden ilişki örüntüsünün tam olarak anlaşılabilmesi için birden fazla ayrı hikayeye ihtiyaç vardır. Terapist, hikayelerde tekrarlanan istek ve tepki kalıplarını görmeye başladığında, hikayeler arasındaki istek ve tepkilerin ne kadar benzer olduğunu hastaya belirtmek için ifadeler kullanmalıdır. Hastanın, neden bir kalıbı değiştirmesi gerektiğini tam olarak anlayabilmesi için, istek ve tepkilerinin bir kalıp oluşturduğunu fark etmesi önemlidir. SE topluluğundaki amaç, tedavinin erken evrelerinde hastanın isteğini ve yanıt örüntüsünü açıkça ortaya koymaktır. Terapist, başlangıçta hastanın belirli hikayelerdeki belirli isteklerini ve tepkilerini belirtmeye yardımcı olur ve terapist-hasta işbirliği içinde, hastanın anlayabileceği bir dil kullanarak örüntüyü belirlemeye doğru ilerler. Çoğu zaman hasta, modele ilişkin kısa bir referans bulur. Bir vakada, terapist hastanın diğer insanlardan gerçekten saygı görmek istediğini, insanların onu aşağıladığını düşündüğünü ve kendisinin de diğer kişiyi aşağılayarak karşılık verdiğini vurgulayan ifadeleri hastaya tekrar tekrar açıkladı. Hasta bunun üzerine kendi modelinden “benim değersizleştirici şeyim” olarak bahsetmeye başladı. Bu, hastanın kendi kalıbına sahip olma sürecinin yararlı bir parçasıdır.

    Kişilerarası modelin tarihsel kökenlerini tanımak

    SE topluluğunda CCRT yöntemini, öncelikle hastanın mevcut sorunlara katkıda bulunan ilişki modellerini tanımlamasına ve anlamasına yardımcı olmak için kullanırız. Geçmiş ilişkiler biçimlendirici olarak görülse de, geçmiş ilişkilerin araştırılması, mevcut ilişkilerde tanımlandıktan sonra hastanın bu modelin kökenlerini anlamasına yardımcı olmakla sınırlıdır. Birçok hasta kendi kalıplarından utanıyor. Örneğin öfke patlaması gibi basmakalıp tepkiler veren bir hasta, kendisinde bir sorun olduğunu hissedebilir ve “Bunu neden yapmaya devam ediyorum?” diye merak edebilir. Hasta ve terapist sorunu belirledikten sonra hastanın mevcut ilişkilerinde sorunlu tepki modelinin tekrarlaması durumunda, hastanın bu şekilde tepki vermeyi nereden öğrendiğini düşündüğünü sormak faydalı olacaktır. Terapist, geçmişteki bazı ilişki deneyimlerini keşfederek sıklıkla hastanın stereotipik tepkisini normalleştirmeye ve utancı azaltmaya yardımcı olabilir. Terapist hastaya öfke tepkisinin nasıl beklendiğini ve geçmiş deneyimler bağlamında kolayca anlaşılabileceğini gösterebilir. Kendiliğin mevcut uyumsuz tepkisi, hastaya, hastanın yanlış yaptığı bir şey olarak değil, geçmiş deneyimlerde anlamlı olan ancak mevcut kişilerarası etkileşimlerde hasta için işe yaramayan bir tepki tarzı olarak tanımlanır. Bu içgörüyle, hastanın tepkisini gözden geçirmesi ve değiştirmesi alışılmadık bir durum değildir, çünkü hasta bunu daha kabullenici ve daha az utanç verici olarak hisseder.

    Uyumsuz kişilerarası ilişkilerin sürdürülmesinde hastanın rolünün araştırılması

    Hasta, ilişkilerde kendini tekrarlayan belirli bir kişilerarası modeli fark etmeye başladığında, bu modelin sürdürülmesinde kendi rolünü anlamaya yönelik çalışması gerekir; bu, değişiklik yapma motivasyonunun korunmasına yardımcı olabilir. Hastalar, başkalarının kendilerine kötü davranmasını beklemeyi ve kendilerini savunmak için uyumsuz bir tepki geliştirme tarzını öğrenmiş olabilirler. Örneğin hasta, diğerlerinin kendisini acıtacağını öğrendiğinde, diğerlerinden uzak durarak kendini korumayı öğrenir. Bu model, kendini korumaya ihtiyaç duyan bir çocuk için yardımcı olabilir fakat kişi bir yetişkin olarak, gerçekte böyle bir niyetleri olmadığı halde, başkalarının kendisine zarar verme niyetinde olduklarını yanlış algıladığında çok uyumsuz hale gelir. Belki başka bir önemli kişinin hastanın çıkarlarını gözetmediğine dair algısında bir miktar doğruluk payı vardır fakat hasta, diğer kişinin incitici olmasını bekler ve bu nedenle, diğerinin en küçük, önemsiz davranışlarını bile incitme niyetinde olduğunu yanlış algılar. Bunun yerine hasta, bu davranışı ortaya çıkarmak için genellikle bilinçsiz bir şekilde davrandığında, başka bir kişinin davranışlarını doğru bir şekilde algılayabilir. Bu bazen hastanın birbiriyle çelişen istekleri olduğunda ortaya çıkar. Belki hasta başka bir kişiden saygı beklediğinin farkındadır ama aynı zamanda kendisiyle ilgilenilmesini de çok ister. Eğer hasta, karşısındaki kişinin kendisini aşağıladığını algılıyorsa, karşısındaki kişinin karşısına çıkıp, saygıyı hak ettiğini kanıtlamak için kişiyi azarlayabilir. Sorun şu ki, bu davranış ilişkiye mesafe koyabilir ve karşıdaki kişinin hastayla ilgilenmek istememesine neden olabilir. Bağımsızlığı öne sürerek ve diğer kişiyi kendinden uzaklaştırarak, hasta, diğer kişiye hastaya bakmaması için ortam hazırlar. Hasta sorunu sürdürmek için ne yaptığını fark eder ve bu davranışın “çılgın” olmadığını anlar ama bu daha ziyade hastanın geçmiş deneyimleri bağlamında anlam ifade eden bir şeydir, daha sonra hasta ve terapist birlikte yeni, daha uyumlu tepki kalıplarını keşfedip uygulayabilirler.

    İlişki odaklı bileşenin SE topluluğunun diğer bileşenleriyle entegre edilmesi

    SE topluluğu, tedavi boyunca ihtiyaç duyulan çeşitli bileşenleri kullanarak esnek bir şekilde uygulanacak şekilde tasarlanmıştır. Hastanın bahsettiği herhangi bir şeyin ilişkideki sonuçlarını araştırmak için her fırsatı kullanmak için çaba gösterilmelidir. Örneğin, bir hasta tıbbi bakıma ihtiyaç duyabilir ve ciddi bir tıbbi sorunun yönetilmesine yardımcı olmak için eğitimsel bir müdahaleye ihtiyaç duyabilir. Terapist, hastanın tıbbi yardım almak için önemli adımları atmasına ve uygulamasına yardımcı olmak amacıyla eğitim bileşeninin tekniklerini (aşağıda açıklanmıştır) kullanırken, tıbbi yardım alma girişimlerini de ilişki etkileşimlerinin örnekleri olarak görebilir. Terapist, tıbbi personelle olan etkileşimleri, diğer önemli ilişkilerde olduğu gibi çözümleyebilir. Terapist, tekniklerin bütünleştirilmesiyle, uyumsuz kişilerarası örüntüyü çözmede ilerleme kaydederken gerekli eğitim tekniklerini uygulayabilir.

    Kültürel duyarlılık bileşeni

    Kısa süreli ilişki odaklı psikoterapiyi (White, Connolly Gibbons ve Schamberger, 2006) geliştirmek için kullanılabilecek belirli terapötik tekniklere kültürel duyarlılık kavramlarını entegre etmek için çalıştık. Kültürel açıdan daha hassas bir tedavi sunmak için kılavuz ilkelere (Amerikan Psikoloji Derneği, 2003) dayanarak, bu genel kılavuz ilkelerinin SE topluluğu çerçevesi içinde nasıl uygulanacağını daha ayrıntılı olarak açıklıyoruz. Aşağıdaki bölümlerde toplumsal SE’nin kültürel açıdan yetkin müdahaleleri de kapsayacak şekilde nasıl genişletilebileceği açıklanmaktadır.

    Terapistin etnik azınlık hastalara yönelik önyargılarına ilişkin farkındalığın artması

    İnanıyoruz ki, terapistler, azınlık hastalar hakkındaki inançlarını ve önyargılarını bir süpervizyon ilişkisi veya akran süpervizyonu altında keşfetmeye en iyi şekilde başlayabilirler. Süpervizyon seanslarında terapist, süpervizörle birlikte aşağıdaki soruları araştırabilir: Bu belirli etnik azınlık üyeleriyle ilgili önceki deneyimim nedir? Bu etnik azınlık üyelerinin değerleri ve yaşam tarzları hakkındaki varsayımlarım nelerdir? Bu etnik grup hakkında ne gibi önyargılarım var ve bu önyargılar bu hastaya dair beklentilerimi nasıl etkiliyor?

    Hastanın kültürü hakkında bilgi edinilmesi ve anlaşılması

    Hastanın kültürel geçmişi hakkında bilgi edinmenin birincil kaynağı hasta olmalıdır. Terapist ve hastanın, hastanın geçmişini ortak bir şekilde keşfetmesi ittifak kurma deneyimi olabilir ve terapistin hastanın kültürünü hastanın bakış açısından öğrenmesini sağlamaya yardımcı olabilir. SE topluluk modelinde, tedaviye sosyalleşme, hedef ve görev belirleme, ilişki bölümlerini keşfetme ve temel ilişki örüntüsünü geliştirme dahil olmak üzere terapötik çalışmanın her bileşeninde terapist, yalnızca hastanın benzersiz kültürel geçmişini anlamaya ilgi göstermesi için değil ama aynı zamanda hastaya kültürel değerlerin ve normların nasıl entegre edilmesi ve çalışmada nasıl dikkate alınması için teşvik edilir. Örneğin, terapist ve hasta, hastanın saygı ve özerkliğe olan ihtiyacını anlamak için birlikte çalışabilirler. Terapist, hastanın kültürünün özerkliğe nasıl baktığını, hastanın kültürel geçmişinden gelen insanların özerklik iddia etme çabalarına nasıl tepki verebileceğini ve hastanın kendi kültüründe saygı duyduğu bireylerin nasıl saygı kazandığını hastayla birlikte araştırmalıdır. Kültürel alan, işbirlikçi çalışmanın yalnızca ittifakı güçlendirmekle kalmayıp aynı zamanda olumlu ve kalıcı değişimi desteklemek için de kritik öneme sahip olduğu bir alandır.

    Terapist ve hasta arasındaki kültürel farklılıkların kabul edilmesi ve araştırılması

    Tüm psikoterapi süreci boyunca terapistin, hastanın kültürel değerlere veya inançlara yaptığı göndermelere dikkat etmesi önemlidir. Bu tür referanslar terapiste farklılıkları kabul etme ve bu kültürel deneyimleri keşfetme fırsatı verir. Terapist farklılıkların varlığını kabul etmeli ve hastanın deneyimini anlama isteğini ifade etmelidir.

    Eğitim odaklı bileşen

    Toplum ruh sağlığı sistemlerindeki çalışmalarımız aynı zamanda psikoterapötik çerçevede eğitime odaklanmamızı da sağladı. Birçok hasta tıbbi, yasal ve sosyal hizmetlere ihtiyaç duyarak terapiye gelir. Hastalar genellikle tedavinin erken dönemlerinde yaşadıkları yasal sorunları terapistlerine anlatırlar; buna çocuk velayeti sorunları da dahildir. Terapiste sunulan diğer yaygın sorunlar arasında iş kaybı, potansiyel konut kaybı ve acil müdahale gerektiren tıbbi sorunlar yer alır. Birçok hasta, gerekli hizmetleri alabilmek için gerekli bilgilere sahip değildir ve yaşamlarında istikrarlı bir yaşam sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları hizmetleri almalarına engel teşkil eden birçok faktör bulunmaktadır. Toplum ruh sağlığı sistemlerindeki terapistler, hastaların ailelerini, işlerini, barınmalarını ve tıbbi sorunlarını istikrara kavuşturmak için ihtiyaç duydukları kaynaklara ulaşmalarına yardımcı olmak için değerli birkaç psikoterapi seansını kullanmak ile bu seansları depresyonu hafifletebilecek terapötik teknikleri uygulamak için kullanmak arasında sürekli bir çatışmayla karşı karşıya kalmaktadır. Hastaları terapiye getiren krizler çoğu zaman acil müdahaleye ihtiyaç duymasına rağmen, terapist hastanın daha fazla kişisel krizden kaçınmak için değerli bilgilere ihtiyaç duyduğunu ve ayrıca hastanın depresyonunun birçok yönden hastanın bu sorunların çoğunu bağımsız olarak çözmesini engellediğini bilir.

    Toplum temelli psikoterapide terapist, hastanın daha fazla yaşam krizi yaşamaması için ihtiyaç duyduğu bilgilere ulaşmasına yardımcı olurken aynı zamanda depresif semptomların tedavisine odaklanmayı sürdürür. Toplum ruh sağlığı ortamının dışında geliştirilen birçok deneysel temelli psikoterapinin aksine, toplum SE psikoterapisi bu yasal, tıbbi ve ailevi krizlerin gerçek olduğunu ve acil ilgiye ihtiyaç duyduğunu kabul eder. Psikoterapinin erken seanslarında terapist, bireyin hayatını istikrara kavuşturmak için acil dikkat gerektiren yaşam koşullarını dinlemelidir. Terapistin görevi, olayın hastanın hayatının istikrarına müdahale edecek ve dolayısıyla hastanın terapide kalmasını engelleyecek kadar ciddi olup olmadığını değerlendirmek için bu sorunları araştırmaktır. Terapist, hastanın bu durumlarla başa çıkmak için alması gereken gerekli eylemlerin olup olmadığını çözmeye çalışmalı ve hastanın durumla başa çıkmak için gerekli bilgi ve becerilere sahip olup olmadığını değerlendirmelidir. Bazen terapistin yapabileceği en iyi şey, hastanın depresyona odaklanmasına yardımcı olmaktır; depresyonun azalmasının hastanın yaşam stresleriyle başa çıkmasına yardımcı olabileceği umulmaktadır. Terapistin görevi, hastanın yaşam durumlarını anlatırken hastaya destek olmak için empati ve ittifak kurma tekniklerini kullanmak, hastanın istikrarını sağlamak için yararlı olabilecekleri durumlarda eğitim tekniklerini değerlendirmek ve kullanmak ve ardından depresyonu hedeflemek için ilişki odaklı tekniklere geri dönmektir.

    Eğitim bileşenini ittifak kurma ve ilişki odaklı bileşenlerle bütünleştirmek

    Hastanın hayatını istikrara kavuşturmak için gerekli kaynaklar konusunda eğitilmesine odaklanılması, terapistin hasta ile güçlü bir destekleyici terapötik ittifak kurması ve terapistin bu yaşam koşullarına katkıda bulunan ilişki sorunları hakkında bilgi toplaması için bir fırsat sağlayarak SE topluluğu modeline entegre edilmiştir. Terapist, hastanın güncel önemli yaşam sorunlarına odaklanarak, bu sorunların hasta için ne kadar önemli olduğunu anladığı mesajını verir. Bu önemli yaşam konularını dikkate almadan, terapist farkında olmadan hastaya, terapistin daha büyük resimden habersiz olduğunu iletebilir. Hastalar, yalnızca depresif semptomlarına odaklanan ve diğer gerçek sorunları göz ardı eden bir psikoterapiye devam etme konusunda daha az motivasyona sahip olabilirler. Terapist, hastanın yaşam koşullarını dengelemesine yardımcı olarak tedaviye başlayarak, bu yaşam koşullarına katkıda bulunan uzun süreli ilişki sorunlarını ortaya çıkarmak gibi zor bir işi yapmanın temelini oluşturabilecek güçlü ve güvenilir bir terapötik bağ kurar.

    Terapist, hastanın tıbbi, yasal ve sosyal kaynak gereksinimlerini keşfederken, onun değerli bilgilere ulaşmasını sağlamanın yanı sıra, bu yaşam sorunlarında ilişki örüntülerinin rolünü de anlamaya çalışmalıdır. Bu, hastanın yaşamındaki önemli kişileri, bu yaşam sorunlarıyla bağlantılı olarak, tedavinin erken döneminde tespit etmek için mükemmel bir fırsattır. Terapist bu keşfi, hastanın hayatındaki diğer önemli insanlardan ne istediği, bu diğer insanların hastaya nasıl tepki verdiği ve hastanın bu yaşam koşullarına katkıda bulunmak için nasıl uyumsuz bir şekilde tepki verebileceği hakkında bilgi toplamak için kullanabilir.

    Sosyalleşme odaklı bileşen

    Pek çok psikoterapi modeli hastanın psikoterapiye uyum sağlamasını önermektedir. Ancak mevcut tedavi kılavuzlarında hastanın nasıl sosyalleştirileceğine dair çok az ayrıntıya yer verilmekte ve terapistlerin hastalarını tedavi için nasıl sosyalleştirecekleri konusunda eğitime çok az önem verilmektedir. Toplum ruh sağlığı merkezlerindeki terapistlerle yaptığımız çalışmalarla terapistlerin hastanın gerçekten sürece dahil olmadığını bilmelerine rağmen terapötik sürece ne sıklıkla devam ettikleri vurgulandı. Toplum ruh sağlığı merkezlerinde tedavi arayan hastalar genellikle kaotik hayatlara sahiptir ve belirli bir kriz sırasında hizmet arasalar bile, ilk kriz geçtikten sonra psikoterapiye devam etmek için genellikle çok az motivasyonları olur. Hastalar psikoterapinin kendilerine tam olarak ne sağlayabileceği konusunda sıklıkla yanlış algılara sahip olurlar ve hiçbir işe yaramıyormuş gibi görünen bir terapiden dolayı hayal kırıklığına uğrayabilirler. Psikoterapinin nasıl yardımcı olabileceğine dair yeterli bir anlayışa sahip olmayan hastalar genellikle psikoterapinin koşullarını değiştiremeyeceğine inanırlar ve bu nedenle devam etmek için motivasyonları olmaz. Terapist, psikoterapinin nasıl yardımcı olabileceğini ayrıntılı olarak açıklayarak ve ne beklemesi gerektiğini tartışarak, hastanın psikoterapiyi denemesi için motivasyon sağlamasına yardımcı olabilir. Ayrıca hastaların bazen psikoterapiyi akut kriz yönetimi olarak görebildiğini ve düzenli olarak katılmalarının beklendiğini anlamadıklarını da tespit ettik. Terapistin, hastanın beklenen katılımını açıkça gözden geçirmesi ve her hafta katılımın neden yararlı olduğunu araştırması önemlidir.

    SE topluluğunda, sosyalleşme sürecini ilk seansta bahsedilecek basit bir konu olmaktan ziyade müdahalenin ana bileşeni haline getirdik. Felsefemiz, hastanın müdahalenin önemini göreceğini umarak tedavi modeliyle ilerlemeye devam etmenin değmeyeceğidir. Bunun yerine terapistler, hastaların terapinin ne hakkında olduğunu anlamalarına yardımcı olmak, terapinin onlara nasıl yardımcı olabileceğini öğretmek ve hastayı terapiyi denemeye motive etmek üzere eğitilirler. Terapistler sosyalleşmeyi ilk seansta başlatmalı ve terapinin ilerlemediği veya hastanın psikoterapiye devam etmek için kararlı veya motive olmadığına dair işaretler olduğu her zaman, tedavi boyunca önemli bir odak noktası haline getirmelidir. Psikoterapi için sosyalleşmemiz, Book (1997) tarafından zaman sınırlı dinamik psikoterapinin bir parçası olarak özetlenen sosyalleşme bileşeni üzerine kuruludur. Book (1997) tarafından tanımlanan sosyalleşmeyi aldık ve bunu bir topluluk ortamında önemli olan ifadeleri ve bilgileri içerecek şekilde genişlettik.

    SE topluluğunda sosyalleşmenin önemli unsurları arasında terapi modeline giriş, zaman sınırının belirlenmesi, ilişki odağının sunulması, hastanın öğrenilmiş ilişki kalıplarının semptomlarına nasıl katkıda bulunduğu konusunda hastanın eğitilmesi, odaklanmış hedefin açıklanması ve terapistin ve hastanın görevlerinin ayrıntılı olarak açıklanması yer alır. Sosyalleşme, terapist ve hasta arasında işbirlikçi bir tartışma olacak şekilde tasarlanmıştır. Terapistler, basit bir konuşma yapıp sonra devam etmek yerine, sosyalleşmenin her bir unsurunu ele almalı, hastayı ne düşündüğünü tartışmaya, soru sormaya, endişelerini dile getirmeye ve çatışan motivasyonları keşfetmeye davet etmelidir. Bazen, örneğin hastalar tıbbi stres faktörleri hakkında uzun bir tartışmaya geri döndüklerinde terapistin terapi boyunca sosyalleşme unsurlarına geri dönmesi gerekebilir. Terapist, hastanın taşıdığı yükleri çok desteklerken, terapist hastanın taşıdığı yükler için çok destekleyici olurken ayrıca hastanın yeniden sosyalleşmesi için hastayı sunabileceklerine yeniden adapte etmelidir.

    Geç kalma veya katılmama ile başa çıkma

    Toplum ruh sağlığı alanında geç kalma ve devamsızlık yaygındır. Bazı terapistler bu durumu, sık görülmesinden dolayı tedavinin kaçınılmaz bir parçası olarak görmeye başlarlar. Hastaların tedavilerine bağlı kalmaları için teşvik edilebileceğine ve teşvik edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Toplum temelli psikoterapide terapist, öncelikle sosyalleşme bileşenini kullanarak hastalarla tedavi kurallarını belirler. Terapist, görüşme için kararlaştırılan zamanı ve hastanın her hafta katılması gerekliliğini özellikle ortaya koyar. Terapist, bazı hastaların psikoterapi seanslarına katılabilmeleri için çocuk bakımı ve ulaşım ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağını gözden geçirmelerine yardımcı olmak amacıyla eğitim teknikleri kullanabilir. Temel kurallar belirlendikten sonra, terapist, hasta her geç kaldığında veya bir seansı kaçırdığında incelemeye geri dönmelidir. Hasta ilk defa bir seansı kaçırsa bile terapist hastanın neden seansı kaçırdığını gözden geçirmelidir. Terapist koşullara karşı çok empatik olmalı ancak aynı zamanda hastanın seanslara düzenli olarak katılmasının ne kadar önemli olduğunu da gözden geçirmelidir.

    İnkar, direnç veya zayıf motivasyon

    Toplum ruh sağlığı alanında inkar, direnç ve motivasyon eksikliği de yaygındır. Aslında birçok terapist bu olgularla o kadar sık karşılaşıyor ki, bunları beklemeye başlıyor ve bazen hasta buna dahil olmasa bile, tedavi ilerledikçe hastanın motivasyonunun artacağını umarak, tedaviye devam ediyor. Tedaviden kaynaklanan kayıp çok yüksek olduğundan, toplumsal destekli psikoterapinin amacı, hastayı en başından itibaren motive etmeye yardımcı olmak ve motivasyonla ilgili herhangi bir sorun ortaya çıktıkça ve ortaya çıktıkça bunları keşfetmektir. Terapist, ittifakı güçlendirme tekniklerini (örneğin, tedavi hedeflerini gözden geçirme) kullanarak hastan için tedavinin nasıl gittiğini düzenli olarak kontrol edebilir ve hastanın tekrar doğru yola girmesine yardımcı olmak için sosyalleşme görüşmesinin bölümlerini gözden geçirebilir.

    Krizlerle başa çıkma stratejileri

    Bir hasta seansa bir yaşam krizini anlatarak başladığında, terapist öncelikle hastayı desteklemek ve neler olduğunu bulmak için ittifak kurma tekniklerini kullanmalıdır. Kriz, tedavinin erken evresinde ortaya çıkarsa, terapist daha sonra hemen ele alınması gereken sorunları belirlemek ve hastanın çözümleri belirlemesine ve uygulamasına yardımcı olmak için bazı eğitim tekniklerini kullanabilir. Bu, ittifakı ve hastanın tedaviye olan bağlılığını sağlamlaştırmak için temel istikrarı sağlamanın hizmetindedir. Ancak kriz terapinin ilerleyen dönemlerinde, ittifak güçlü olduğunda ortaya çıkarsa, terapist hastaya krizin duygusal anlamının ne olduğunu ve hastanın şu anda sorun çözme ve destek için gidebileceği kişilerin olup olmadığını sormalıdır. Elbette bu, terapistin kriz konusunda şefkatli ve empatik olmadığı anlamına gelmez; ancak hastanın ilişkisel çalışmadan yararlanarak bir çözüm bulmak için ego gücüne ve kişilerarası becerilere sahip olduğunu görmesine yardımcı olmak önemlidir. Hastanın ilişkisel kalıpları krizle nasıl başa çıkacağını etkiliyorsa, terapötik çalışma hastanın şu ana kadar edindiği içgörü göz önünde bulundurularak alternatifleri keşfetmeye odaklanmalıdır. Örneğin bir hasta, evinden atılmış gibi bir krizle seansa başlayabilir. Olayın önemli ayrıntılarını toplarken bolca empati kurduktan sonra terapist, söz konusu ilişki sorunlarına yönelmelidir. Mevcut kriz, daha önce tedavide tartışılan ilişki sorunlarından oldukça farklı görünse bile, her yeni olay, ilişki örüntüsünün daha iyi anlaşılması için bir fırsat olarak görülmelidir. Terapist, hastanın başkalarını algılama biçiminin ve başkalarına tepki verme biçiminin stereotipik olmasının krize katkıda bulunup bulunmadığını veya krizin çözümüne müdahale edip etmediğini kendine sormalıdır. Terapist, hastanın dahil olan diğer kişilerden ne istediği, hastanın diğer kişilerin kendisine nasıl tepki verdiğini gördüğü ve hastanın da diğer kişilere nasıl tepki verdiği konusunda belirli bilgiler toplamaya çalışmalıdır. Terapistin tavsiye vermeye çekilmesinin tehlikesi dinamik psikoterapide iyi anlaşılmıştır, ancak SE topluluğu için tehlike, sınırlı kısa vadeli çerçevede önemli terapötik çalışmadan uzaklaştırılmaktır.

    Tedavinin sonlandırılması

    Topluluk ortamındaki gerçek şu ki, psikoterapilerin çoğu erken sona eriyor. SE topluluğu ile tedaviyi baştan itibaren süreli bir müdahale olarak kullanmanızı öneriyoruz. Zaman sınırlamaları hem terapisti hem de hastayı motive etmek açısından faydalı olabilir. Bu ortamlarda tedavi arayan birçok hasta, psikoterapinin karşılaştıkları muazzam engellerle başa çıkmada gerçekten yardımcı olup olamayacağı konusunda şüphe duyduğundan, terapist hastayla birlikte gerçekçi kısa vadeli hedefler belirlemeli ve ardından hastayı terapiye bağlı kalmaya motive etmeli ve kısa vadede bağlı kalmanın denemeye değer olabileceğini belirtmelidir. Bu zaman sınırlaması çoğu zaman hasta için güven verici olabilir ve hastanın tedaviye olan bağlılığını artırmaya yardımcı olabilir. Zaman sınırları, belirli sayıda seans konusunda anlaşılarak kesin olarak belirlenebileceği gibi, daha esnek bir şekilde, belirli sayıda seanstan sonra tedavi hedeflerinin yeniden değerlendirilmesi konusunda bir anlaşmaya varılarak da belirlenebilir. Her iki durumda da terapistin bu zaman sınırlarını hastayla düzenli olarak gözden geçirmesi önemlidir. Amaç, üzerinde anlaşılan hedeflere odaklanmayı sürdürmek için ittifak kurma tekniklerini kullanmak ve terapistle birlikte sonlandırmaya yönelik tepkileri keşfetmek için ilişki odaklı teknikleri kullanmaktır. Hastanın sonlandırmaya verdiği tepkinin incelenmesi, mevcut ilişki kalıplarının incelenmesini derinleştirebilir. Tedavinin sonuna doğru semptomların yeniden ortaya çıkması beklenebilir, çünkü hastalar terapötik ilişkiyi kaybetme konusunda kaygılı hissetme eğilimindedir. Terapist, semptomların yeniden ortaya çıkmasını, hastanın ilişki çatışmasına ilişkin anlayışını derinleştirmek için kullanabilir ve çoğu zaman bu semptomlar azalır.
    Özetle, SE topluluğu, topluluk ortamlarında birlikte çalışan hastaların ve terapistlerin ihtiyaçlarını karşılamak için topluluk paydaşlarıyla işbirliği içinde geliştirilen teknikleri içerir. Bu yaklaşım, ittifak kurma, kişilerarası ilişkiler, kültürel duyarlılık, eğitim ve sosyalleşmeye odaklanmayı içerir. Terapötik ittifakı güçlendirme, kültürel farklılıkları ele alma ve hastaları sosyalleştirme tekniklerini dahil ederek, bu model hastaları terapötik sürece dahil etmeye çalışır, böylece ilişki odaklı stratejiler hastaların semptomlara yol açan uyumsuz ilişki kalıplarını keşfetmelerine yardımcı olmak için kullanılabilir.

  • Psikodinamik Psikoterapide Kuramsal Gelişim (1. Bölüm)

    David Kealy ve John S. Ogrodniczuk

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 1. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Teori, psikoterapi uygulaması için olmazsa olmazdır. Terapistlerin hastaları hakkında bilgi düzenlemelerine ve hastalarının zorluklarını anlamalarına yardımcı olur ve terapötik eylem mekanizmaları için bir çerçeve sağlar. Wampold’un (2010) belirttiği gibi, “teori olmadan terapi olmaz” (s. 43). Psikodinamik psikoterapi, psikanalitik teori üzerine kuruludur ve bu teorinin açıklanması, iyileştirilmesi ve gözden geçirilmesi, alanı ampirik araştırmalardan veya resmi psikodinamik tedavi kılavuzlarının yayılmasından daha fazla meşgul etmiştir. Psikanalitik teori, bir asırdan fazla bir süre önce ortaya çıkmasından bu yana çok değişti; bunun kapsamlı bir şekilde belgelenmesi, birkaç cilt olmasa bile, kendi başına bir kitap gerektirir. Ancak, psikanalitik teorinin evrimine ilişkin temel bir kavrayışın -en azından yol boyunca bazı önemli noktaların- klinisyenlerin çağdaş psikodinamik psikoterapiyi anlamalarına ve uygulamalarına yardımcı olabileceğine inanıyoruz.

    Bu bölümde, çağdaş psikodinamik psikoterapiye katkıda bulunan psikanalitik teorideki bazı temel gelişmeleri tartışacağız. Psikanalitik teorik literatürün genişliği ve derinliği göz önüne alındığında, geniş vuruşlarla resim yapacağız ve günümüzde psikoterapi terapisi uygulayıcıları için özellikle önemli olduğunu düşündüğümüz teorik gelişmelere odaklanacağız. Amacımız, psikodinamik psikoterapi ve teorik temellerine daha az aşina olabilecek okuyuculara özlü bir giriş sağlamak ve aynı zamanda daha deneyimli klinisyenlerle yankı uyandırabilecek bazı birleşme ve tartışma noktalarını vurgulamaktır. Bunu yaparken, psikanalitik teorinin evriminden çağdaş psikodinamik terapi pratiğine uygulanmasına kadar hızlandırılmış bir program hazırlayacağız.

    Bir teoriyi -ve terapiyi- psikodinamik yapan nedir?

    Psikanaliz ve çeşitli psikodinamik psikoterapiler arasında teknik ayrımlar yapılabilse de, bilinçdışı zihinsel süreçlere yönelik ortak vurgu, birleştirici bir teorik temelin tabanını oluşturur. Ancak bu temelin ötesinde, çekirdek psikodinamik teorinin kesin doğasını belirlemek oldukça zor olmuştur; kısmen psikanaliz içinde ve psikodinamik kavramlara dayanan çok sayıda psikoterapide fikir ve düşünce okullarının çoğalması nedeniyle. Bu, temel bir psikodinamik teoriyi kesin olarak tanımlamada bazı zorluklara yol açar. Gerçekten de, çağdaş psikodinamik uygulama, geniş bir psikanalitik şemsiye altında birden fazla yaklaşımla daha uygun bir şekilde karakterize edilir. Bununla birlikte, tüm psikodinamik modeller bilinçdışı psikolojik süreçlerin insanların dünyalarını deneyimleme (yani anlamlandırma) ve davranış biçimlerini şekillendirmede önemli bir rol oynadığını düşünür (Gabbard, 2017). Bu nedenle psikodinamik teoriler güdülenmiş bir bilinçdışına veya başka bir deyişle bilinçdışı güdülenmeye vurgu yapar. Dahası, bilinçdışı deneyimin doğası her birey için oldukça benzersiz olarak kabul edilir, büyük ölçüde çıkarım veya iç gözlem yoluyla bilinebilir veya rüyalar ve fanteziler yoluyla kısmen görülebilir. Psikodinamik teoriler ayrıca çocukluk deneyimlerine bilinçdışı güdü eğilimlerinin, benlik ve ötekinin temsillerinin ve güdüsel veya duygusal durumlar arasındaki çatışmaların gelişimi üzerindeki etkiler olarak büyük itina gösterir. Benzer şekilde, psikopatoloji genellikle aşırı çatışma veya sorunlu ilişkisel temsiller gibi bilinçdışı nedenleri içerdiği şeklinde kavramsallaştırılır ve bilinçli olarak algılanan sıkıntıda veya işlev bozukluğunda önemli bir rol oynar.

    Zihin ve psikopatoloji kavramsallaştırmalarına ek olarak, terapötik teknik ve değişim mekanizmaları teorileri psikodinamik yaklaşımları diğer psikoterapilerden ayırır. Genel olarak, psikodinamik terapiler, duygusal deneyime artan erişim ve bilinçdışı güdüler, savunmalar ve kişilerarası örüntülere ilişkin içgörünün geliştirilmesi yoluyla meydana gelen değişimi vurgular (Gabbard, 2017). Psikodinamik terapi ayrıca, hem hastanın duygusal ve kişilerarası örüntülerine dikkat çekmek hem de hasta için düzeltici gelişimsel amaçlara hizmet eden etkileşimsel deneyimler sağlamak için terapötik ilişkinin kendisini bir değişim aracı olarak vurgular. Çeşitli teknik duruşlar ve müdahaleler, hastanın serbest çağrışımı (aklına gelen her şeyi ifade etmesi) veya en azından hastanın diyaloğu yönetmesi, terapistin zor veya çelişkili düşünce ve duyguları gözlemlemesi ve netleştirmesi ve bilinçdışı anlamların ve güdülerin ortaklaşa keşfi dahil olmak üzere bu mekanizmaları destekler ve kolaylaştırır. Empatik sorgunun yönlendirdiği keşif, yalnızca hastanın dünyasındaki çeşitli kaygılara ve sorunlara değil aynı zamanda terapist ve hasta arasında gerçekleşen ilişkisel dinamiklere de uygulanır. Aslında, belki de diğer terapi modellerinden daha fazla, psikodinamik yaklaşımlar, hastanın terapistle ilgili duygusal tepkilerine (aktarım olarak bilinir) ve terapistin hastayla ilgili tepkilerine (karşıaktarım olarak adlandırılır) yakın ilgi gösterir.

    Bu tür müdahalelerin dinamik psikoterapi için merkezi olmasına rağmen, bu unsurların bazı yönlerinin giderek daha fazla diğer dinamik olmayan yaklaşımlar tarafından emildiği ve tedaviye bütüncül bir duruş sergileyen terapistler tarafından diğer tekniklerle birleştirildiği belirtilmelidir. Ayrıca, bu kitabın bölümlerinin yakından okunmasıyla ortaya çıkacağı gibi, psikodinamik yaklaşımlar genellikle belirli mekanizmalar ve teknik stratejilere vurgu yapmada farklılık gösterir. Gerçekten de, psikanalitik teorinin revizyonlarındaki önemli genişlik ve derinlik, tedaviye uygulanmasında çok sayıda farklılaşma fırsatı sunar. Bu gelişmelere ilişkin kapsamımız, başlı başına psikanaliz yerine psikoterapiye uygulanmalarına odaklanacak ve zorunlu olarak son derece kısa ve eksik olacaktır. Örneğin, Freudian teorisine ilişkin özlü açıklamamız, Freud’un yaşamı boyunca yaptığı revizyonlara pek de adil yaklaşmıyor. Mitchell ve Greenberg (1983), Bacal ve Newman (1990), Fonagy (2001) ve Eagle (2011) tarafından yazılanlar da dahil olmak üzere, birkaç mükemmel kitap, çağdaş psikanalitik teoriye doğru evrimin kapsamlı bir şekilde ele alınmasını sunmaktadır. Çağdaş teorideki yakınsama ve ayrışmanın bazı ince noktalarının tartışılması Gabbard ve Westen (2003) ve Kernberg (2011) tarafından da sunulmaktadır.

    Klasik teoriden ego psikolojisine

    Freud’un zihin modeli (“klasik” psikanalitik teori olarak kabul edilir) sinir sistemini, haz arayışı ve hazzın boşaltılmasına yönelik düzenleyici işlevler gören, duygulanımın oluşumu ve boşaltımının bir aracısı olarak değerlendirmiştir (Freud, 1920/1966). Açlık veya cinsel dürtüler gibi hayatta kalma odaklı biyolojik dürtüler (hem bireyin hem de türün hayatta kalmasını yansıtır) boşalmak için baskı yapar ve zihinde arzular veya istekler olarak kaydedilir. Bu isteklerin tatmini için zihin üzerindeki sürekli baskı -dürtülerin boşalması- biliş ve davranışın çeşitli yönlerinde ifadelerinde kendini gösterir. Örneğin cinsel istekler, bir resmin yorumlanma şeklinde veya erotik bir rüyanın içeriğinde ifade bulabilir (Freud, 1920/1966). Bu ifadeler, içsel, içgüdü temelli istekler (”id” olarak adlandırılan zihinsel bir yapıdan kaynaklanan) ile dışsal gerçeklik tarafından dayatılan talepler ve sınırlar arasındaki çatışmayı yansıtır. Freud, zihnin belirli bir yapısının, egonun, gerçeklik değerlendirmelerine cevap olarak anında dürtü tatminini engellemeye ve nihai, uygun tatmini kolaylaştırmaya yaradığını öne sürerek teorisini geliştirdi (Freud, 1923). Ego, bireyin zihinsel yaşamında bu isteklerin çeşitli ifadeleriyle temsil edilen kısmi tatmine, aşırı uyarılma birikimini önlemek için izin verir. Ego ayrıca, tatminlerinin yasak doğalarına ve beklenen sonuçlarına ilişkin aşırı kaygıdan bireyi korumak için bu tür isteklerin içgüdüsel kökenlerinin farkındalığını zayıflatır.

    Freudcu teori, dürtü türevlerinin (özellikle cinsel ve saldırgan arzuların) tatmin için çocukluk “nesnelerine” (çocuğun ebeveynlerine) yöneltilmesi çıkarımlarını vurgular. Çocukluk içgüdüsel istekleriyle ilişkili potansiyel kaygıyı yönetme ihtiyacı, ödipal dönem adı verilen dönemde (kabaca 3-5 yaş) zirveye ulaşır. Bu evrede, çocuğun bir ebeveyne yönelik libidinal istekleri ve “rakip” ebeveyne yönelik saldırgan istekleri, “rakip” ebeveynden misilleme (bedensel hasar dahil) riski veya ebeveyn nesnesinin veya o ebeveynin sevgisinin kaybı dahil olmak üzere çeşitli zararlı sonuçlara dair korkusunu artırır. Ego, felaket bir sonuçtan kaçınırken inatçı dürtü türevlerini boşaltmanın bir yolunu bulmalı ve ayrıca bu yasak arzuların farkına varmanın getirdiği kaygıyı azaltmalıdır. Böylece ego, içgüdüsel temeli gizli kaldığı için bir isteğin zayıflatılmış bir şekilde yerine getirilmesinin sağlandığı bir uzlaşma ölçüsü elde etmeye çalışır, aksi takdirde çocuk yasak doğasının ve tehlikeli sonuçlarının tamamen farkına varır. Freud (1936) egonun yasak istekleri bilinçsiz hale getirdiği temel mekanizma olarak bastırmaya odaklanırken, daha sonra çeşitli ego savunmalarının bir dizi araçla bastırma işlevini yerine getirdiği belirlendi. Böylece, savunma mekanizmaları (yansıtma, yer değiştirme, tepki oluşturma vb.) sinyal kaygısına, tehdit edici dürtü türevlerini zihnin bilinçdışı bir bölümüne göndermekle yanıt vererek gerginliği azaltır. Bu dinamik bilinçdışı, bilinçdışı zihinsel aktivitenin açıkça bir psikanalitik kavramıdır, çünkü bilinçdışı zihinsel aktivite yalnızca bilinçdışı zihinsel otomatikliği değil, aynı zamanda düzenleyici amaçlar için farkındalıktan kovulan duyguları ve düşünceleri de içerir. İçgüdüsel isteklerin bastırılması ve ego tarafından düzenlenmesinin nihai sonucu, istek ile savunma arasında bir uzlaşmadır ve bu, bir semptom veya karakter özelliği olarak ortaya çıkma potansiyeli ile uyumlu veya uyumsuz bir şekilde açığa çıkabilir.

    Freud’un klasik teorisinden gelişen ego psikolojisi, egonun içgüdü ve gerçeklik arasındaki aracı rolünün ötesinde davranış ve kişilik üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğunu savunarak, egonun işlevlerine daha fazla dikkat eden analistlerin katkılarını temsil eder. Ego psikologları savunmaların kavramsallaştırılmasını genişletirken (Freud, 1966), egonun bireyin zihinsel yaşamını düzenlediği ek yolları vurguladılar. Ego psikolojisinde önemli bir isim olan Heinz Hartmann, egonun dürtü düzenlemesinden büyük ölçüde bağımsız olan birkaç kapasiteye sahip olduğunu öne sürdü (Hartmann, 1958). Bu ego işlevleri (gerçeklik testi ve muhakeme kapasiteleri dahil) bireyin kendi gerçekliğine uyum sağlamasına olanak sağlamak için çevreyi algılamaya, düzenlemeye ve sentezlemeye yarar. Hartmann (1958) ve diğerleri tarafından tanıtılan egonun rolünün genişletilmesi, çoğunlukla dürtü türevlerinden bağımsız olan ve bazen onlarla rekabet eden kişisel ve sosyal başarı arzuları gibi güdüsel ilgi alanlarını içeriyordu (Eagle, 2011). Gerçekten de Erikson (1959), kültürel ve çevresel deneyimle kolaylaştırılan kişisel kimliğin gelişimini egonun içine yerleştirdi ve dürtü teorisini aşan, yaşam boyu psikososyal gelişim modeli geliştirdi. Ego psikolojisinin kavramsal uzantıları, psikanalitik teorinin, içsel dürtülerin nesnelere (yani, bireysel psikolojileri önemsizleştirilen hedefler olarak insanlar) yönlendirildiği tek kişilik psikoloji (one-person psychology) olarak adlandırılan şeyden, diğer insanların niteliklerinin ve davranışlarının bireyin ruhsal yaşamını şekillendirmede önemli bir rol oynadığı görülen iki kişilik psikolojiye (two-person psychology) geçişine yardımcı oldu. Bu geçişi keskin bir ayrılış olarak görmek yanıltıcı olurdu; Freud’un ebeveyn nesneleriyle ilişkiler yoluyla içselleştirilen ahlak ve idealleri içeren yapı olarak süperego kavramı, kişilerarası ilişkilere dayalı bir psikolojiye doğru atılmış bir adımdı (Ogden, 2002).

    Psikopatoloji açısından, klasik ve ego psikolojisi teorisi, bastırılmış çatışmalarda kök salmış, tipik olarak ödipal dönemden gelen cinsel ve saldırgan isteklerle bağlantılı semptom ve karakter temelli nevrozları vurgular. Bu tür çatışmalar, daha doğrusu patolojik uzlaşma oluşumları, kökenleri savunmalar tarafından gizlenmiş olsa da, fobiler, zorlantılar, engellemeler ve acı çekmeye katkıda bulunan karakter özellikleri biçimini alır. Tedavinin birincil hedefi, hastanın semptomlarının altında yatan istek-savunma uzlaşmalarına ilişkin içgörüyü geliştirmek ve bunların hastanın belirli ödipal mücadelelerindeki kökenlerini açıklamaktır. Dürtü türevleri boşalma için baskı yapmaya devam ettiğinden ve hastanın oidipal çatışmalarının çözülmemiş doğası göz önüne alındığında, istekler ve bunları zapt etmek için harekete geçirilen savunmalar kaçınılmaz olarak hastanın terapistle olan ilişkisinde ifade bulacaktır. Aktarım nevrozu olarak bilinen, hastanın daha önceki ödipal durumunun terapi ilişkisine bu “aktarımı”, hastanın çözülmemiş çocukluk isteklerinin ve çatışmalarının canlı bir gösterimini sağlar. Hastanın serbest çağrışımları ve rüya ve anıları anlatmasıyla elde edilen daha başka kanıtlar, terapistin hastanın bilinçdışı zihinsel yaşamıyla ilgili yorumları tedricen yapmasına yardımcı olur. Bu nedenle terapötik eylem mekanizması büyük ölçüde istek-savunma çatışmalarının ve uzlaşmalarının yorumlanmasına ve aktarım nevrozunun çözülmesine dayanır. Buna yardım etmek için terapist, nispeten tarafsız kalır ve kendini tutar, böylece aktarımın içsel ruhsal kökenleri daha canlı hale getirilir; hasta, (terapistin aşırı telkinleri olmadan) yeni edindiği içgörüyü kullanarak ödipal isteklerden vazgeçebilir, egonun kaygıya tahammül etme ve uyumlu duygulanım boşaltımını arama kapasitesini güçlendirebilir (Eagle, 2011).

    Kişilerarası ve nesne ilişkileri teorileri

    Ego psikolojisinin teorik uzantıları iki kişilik bir psikanalize giden yolu açmış olsa da, Freudcu klasik teoriden daha radikal diğer ayrılışlar, alanı, insanların gerçek dünya etkileşimlerine ve bunların bilinçdışı ve bilinçli zihinsel yaşam üzerindeki etkilerine yönelik çağdaş değerlendirmesine doğru kaydırdı. Bu tür gelişmeler, içgüdü ve fanteziyle ilgili çatışmalardan ziyade, gerçek travmatik deneyimin (özellikle erken ebeveyn-çocuk ilişkilerinde) patojenik etkisine yeniden dikkat çekti (Freud, histerinin kökeni olarak cinsel istismara ilişkin orijinal teorisini reddetti) ve terapötik eylemin daha geniş ve daha çoğulcu bir kavramsallaştırmasını öne sürdü (Greenberg ve Mitchell, 1983).

    Birkaç analist, geleneksel ödipal aktarım yorumunun etkisiz göründüğü daha sorunlu hastaların gözlemlenmeleri yoluyla Freudcu teorinin bazı yönlerini değiştirmek veya reddetmek için ilham aldı. Melanie Klein, İngiliz nesne ilişkileri olarak bilinen teoriye katkıda bulunmada özellikle etkili olmuştur (nesne terimi ne yazık ki isteklerin yöneltildiği kişileri ifade etmek için kullanılmıştır). Klein (1946), agresif istekleri ve bunların uyandırdığı kaygıları vurgulayarak, içsel dürtülere yönelik klasik odağı korumuştur. Ancak, ödipal durumu bebeğin gelişiminde çok daha erken bir döneme yerleştirmiş ve bebekleri memnuniyet/yoksunluk ve sevgi/nefret salınımları ile kaynayan kişiler olarak tasvir etmiştir. Bebek bu duyguları -bunların içlerinde bulunduğunu hayal ederek- ebeveyn nesnelerine yansıtır (Klein’ın gerçek niteliklerini küçümsediği ebeveynler) ve böylece anneyi ya “iyi meme” ya da “kötü meme” olarak deneyimler. Bu şekilde, savunma, bebek tarafından ebeveyn nesnesine sahip olma veya onu yok etme istekleriyle ilgili ilkel kaygılarla başa çıkmak için çok erken bir aşamada kullanılır. Bu ilkel duygu kazanı, gelişimsel olarak aşırı isteklerin hafifletilmesine, saldırgan dürtüler üzerindeki suçluluk kapasitesine ve bir arada var olan olumlu ve olumsuz duygulara tahammül etmeye dönüşür; psikopatoloji, bu tür bir gelişimdeki göreceli eksikliği yansıtır. Klein’ın teorisi, psikanalizi radikal olarak ilişkisel modellere doğru götürmese de, bebeğin ruhunun içsel nesneleri (bakımverenlerle özdeşleştirilen zihnin yönleri) yansıtmak için savunmacı bir şekilde bölünmesinin ayrıntılandırılması sonraki teorisyenlerin çalışmalarını etkiledi ve erken bebekliğe dikkat çekti; onun yansıtmalı özdeşim kavramı daha sonra zihinsel gelişime katkıda bulunan etkileşimli bir süreç olarak yeniden formüle edildi (Bion, 1962).

    Fairbairn (1952), içgüdüsel dürtülerin önceliğini reddeden ve kişiliğin gelişimini gerçek figürlerle sevgi dolu ve duyarlı ilişkiler kurulması üzerine kuran daha kapsamlı bir nesne ilişkileri teorisi sundu. Fairbairn, bakımverenlerle olan bağların çocuğun birincil güdüsünün temelini oluşturduğunu ve her ne pahasına olursa olsun korunması gerektiğini öne sürdü. Ego bölünmesini, nesnelere yansıtılan içsel isteklerin fantezileştirilmiş geri dönüşünün bir sonucu olarak görmek yerine (Klein’ın teorisinde olduğu gibi), Fairbairn ebeveynlerin gerçek davranışlarının çocuğun kaçınılmaz -ve bazen aşırı ve ezici- hayal kırıklıklarını (frustration) içe yansıtma ve bölme yoluyla yönetme ihtiyacına katkıda bulunduğunu düşündü. Burada kapsamını tekrarlayamadığımız karmaşık bir model geliştirdi ve egonun erken bakımverenlerle deneyimleri temsil eden bileşenlere bölünmesini ayrıntılı olarak açıkladı; bu içsel nesne ilişkileri, kişinin kişiliğini bilinçli farkındalığın ötesinde bir düzeyde yaşam boyunca şekillendirir. Fairbairn, erken ilişkiler kargaşa veya travma ile dolu olduğunda, çocuğun aşırı uyarıcı ve reddedici yönlerini içselleştirip onları “temizleyerek” ebeveyn nesneleriyle psikolojik bir bağ sürdürdüğünü öne sürmüştür (Grotstein, 1993). Bu süreçteki bir mekanizma, hayal kırıklığı veya kötü muameleden sorumlu hissetmekten oluşur; çocuk böylece, ilişkinin hayal kırıklığı yaratan yönlerini savunmacı bir şekilde gizleyerek “iyi” bir ebeveynle ilişki sürdürebilir – aşırı uçta, kötü olanın ve dolayısıyla sevgiyi hak etmeyen çocuğun kendisi olduğuna ikna olmuş hisseder. Tatmin edici olmayan erken ilişkileri yansıtan “kötü nesneler”, bireyi utanç ve kötülük duygularıyla rahatsız etmeye devam eder ve sonraki kişilerarası ilişkilere yansır. Gerçekten de Fairbairn, bu kasvetli durumla fanteziye çekilerek başa çıkan hastalara özel dikkat gösterirken, daha genel olarak yakın ilişkilerin kısıtlanmasını, içselleştirilmiş erken deneyimlerde kök salmış psikopatolojinin belirgin bir özelliği olarak görüyordu.

    Winnicott (1965) da kişilik ve psikopatolojinin gelişiminde bakım verenlerin gerçek niteliklerinin ve davranışlarının önemli rolünü vurguladı. Winnicott’un (1965) tutma ortamı (holding environment) kavramı, çocuğun bir birey olma duygusunun ortaya çıkması için gereken çevresel şartın kalitesine atıfta bulunur. Bakıcının bebeği yeterli şekilde “tutması” -metaforik olarak çocuğun ihtiyaçlarına karşı hassasiyet (sensitivity) ve duyarlılığı (responsiveness) kapsar- bebeğin kendini güvende, canlı ve bütünleşmiş hissetmesine yardımcı olmada temel unsur olarak kabul edilir. Tutmanın hayati bir yönü, annenin veya babanın bebeği öznel bir benlik olarak algılamasıdır ve ebeveynlerin bebeğin bir birey olma konusundaki yeni deneyimine öncelik vermesini içerir. Bu süreç, ebeveynlerin bebek bakımının olumsuz özelliklerine tolerans göstermesini ve bakımveren-bebek ilişkisindeki kaçınılmaz kopuşların “yeterince iyi” yönetimini gerektirir (Winnicott, 1965). Aksi takdirde, tekrarlanan hatalı ebeveyn-çocuk duyarlılığından oluşan yetersiz bir tutma ortamı çocuğun doğal gelişimini etkiler. Bu koşullar altında çocuğun “gerçek benliği” geri çekilir ve uyumlu bir “sahte benlik” etkilenen ortamı yönetmek için gelişir (Winnicott, 1956). Bu sahte benlik, kişiliğin daha otantik özünü korur, ancak bu, tamamen canlı hissetme, yaratıcılık ve yakınlık becerisine sahip olma pahasına olur. Dahası, Fairbairn’in teorisinde olduğu gibi, erken ilişkisel hayal kırıklıklarının kökenleri (psikopatolojinin temeli) farkındalıktan savunmacı bir şekilde gizlenmiş halde kalır. Bu nedenle nesne ilişkileri teorileri, en azından psikopatoloji açısından alternatif bilinçdışı içerik ve güdü varsayarken dinamik bilinçdışı kavramını korur. Yasaklanmış cinsel ve saldırgan isteklerden ziyade, en tehdit edici olarak kabul edilen -ve bu nedenle bilinçdışına itilen- şeyler, kişinin kişiliğinin optimum gelişimini engelleyen erken bakımverenlerle yaşanan düşmanca deneyimlerdir. Başka bir deyişle, çatışma ve uzlaşma, tüm nesne bağlarını kaybetme tehlikesiyle ilgili kaygıyı azaltmak ve öngörülen daha başka reddedilişleri önlemek için bastırılmış temas ve yanıt verme isteklerini temsil eder.

    Sullivan’ın (1953) kişilerarası teorisi, kişilik gelişimini benzer şekilde etkileşimsel bir alan içinde konumlandırdı. Sullivan, yaşam boyu insanları bir araya getiren temel “bütünleştirici eğilimler” (integrating tendencies) gözlemledi. Örneğin, bir bebeğin ağlaması annede buna karşılık gelen bir duyarlılık eğilimi (biyofiziksel değişiklikler dahil) yaratır. Bu tür senaryolarda başarılı bir şekilde bir araya gelmek, olumlu duygular ve zamanla, kişinin başkalarının tepkilerine göre kişilik duygusunun bütünleşmesini sağlar. Dengesiz bütünleştirici eğilimler (yani, başarısız tepki verme) dağılma deneyimlerine yol açar ve bunların ağır basması benliği kaygıyla doldurur. Sullivan (1953), kaygıyı, kişilerarası ilişkiler için potansiyel olarak bütünleştirici eğilimleri altüst eden ve bulaşıcı bir şekilde bir veya her iki katılımcıyı tahammül edilemez bir rahatsızlıkla dolduran evrensel bir tehdit olarak gördü. Gelişim boyunca tekrarlanan kaygı yüklü etkileşimler, “kötü ben” veya “ben değilim” deneyimleri olarak bilinen kalıcı olumsuz benlik kavramları bırakır. Bu nedenle Sullivan’ın kişilerarası teorisi yalnızca insanlar arasındaki etkileşimlerle değil, aynı zamanda kişilerarası ilişkilerden kaynaklanan ve sonrasında güçlendirilen veya değiştirilen içsel psikolojik yapılarla da ilgilenir. Sullivan, kaygıyı yönetmek için “güvenlik işlemleri”nin (security operations) kullanımını öne sürdü. Bu psikolojik güvenlik unsurları işlevsel olarak savunma mekanizmalarına benzerdir, ancak dürtü türevlerine karşı değil, algılanan etkileşimsel ve öz-temsilsel tehlikeye karşı koruyucudur. Güvenlik işlemleri, kişilerarası alanın karakterolojik çarpıtmalarını yansıtan “hayali ben sen kalıpları” (Bacal ve Newman, 1990, s. 34) olarak sağlamlaşırsa patolojik hale gelebilir.

    Terapötik eylemin, analistin doğrudan eylemiyle sağlanan bir “düzeltici duygusal deneyim”den (Alexander, 1950) veya önceki travmatik deneyime karşı koyan terapötik ilişkideki bir “yeni başlangıçtan” (Balint, 1968) kaynaklanması bakımından klasik teoriden bu ayrılışlar, tedavi için derin çıkarımlar içeriyordu. Fairbairn’in bakış açısına göre psikoterapi, ödipal isteklerin aktarımını çözümlenmesinden ziyade, terapistin, hastanın terapiste dayattığı nesne temsillerini kabul etmesini ve yorumlamasını içerir. Aynı zamanda, terapistin yeni bir iyi nesne olarak gerçek ilgi ve yakınlık sağlaması, hastaya içsel kötü nesnelerin zararlılığını ve gerçek ilişkilerin kısıtlanmasını azaltmasında yardımcı olur (Fairbairn, 1952). Winnicott ayrıca, “sahte benlik bozukluğu” (false-self disorder) olan bir hastayı tedavi eden terapistin, daha önceki hayal kırıklıklarının aktarımına dayanacak bir tutma ortamı sağlamayı beklemesi gerektiğini, terapistin hastanın hassasiyetlerine ve ihtiyaçlarına karşı kararlı duyarlılığı ile uyumlu olarak hastanın savunmasız, “gerçek benliğinin” (true self) yavaş yavaş ortaya çıkmasını sağlaması gerektiğini ileri sürmüştür. Nesne ilişkileri ve kişilerarası teorilerin sağladığı, terapistle hem aktarımsal hem de gerçek ilişki içeren terapötik eylemin çıkarımları Harry Guntrip’in kısa ve öz özetinde vurgulanmıştır:

    Başlangıçta iyi bir ebeveyn bulmak ruhsal sağlığın temelidir. Eksikliğinde, kişinin analistinde gerçek bir ‘iyi nesne’ bulmak hem bir aktarım deneyimi hem de bir gerçek yaşam deneyimidir. Analizde olduğu gibi gerçek yaşamda da tüm ilişkilerin incelikli bir ikili doğası vardır. Yaşam boyunca hem iyi hem de kötü figürleri kendimize alırız, bunlar bizi güçlendirir veya rahatsız eder ve psikanalitik terapide de durum aynıdır: bu, tüm karmaşık olasılıklarıyla iki gerçek insanın buluşması ve etkileşimidir (Guntrip, 1975, s. 156).

    Kendiliğin psikolojileri ve hastanın öznelliği

    İlginçtir ki, psikanalitik teorilerin patogenezdeki hatalı erken ilişkilere odaklanmaya doğru evrimi, kendiliğin (self) kavramsallaştırılmasına daha fazla vurgu yapılmasıyla örtüşmüştür. Kişilerarası ve nesne ilişkileri teorileri, başkalarıyla bağlantı kurma arayışını ve tanınma ve yanıtlanma deneyimini motivasyonun ve öznel bir kendiliğin gelişiminin merkezine yerleştirmiştir. Başlangıçta narsisistik kişilik bozukluğunun kavramsallaştırılmasını formüle eden Heinz Kohut, kendiliğin tutarlılığı ve arayışlarının (öznel deneyimin merkezi organizasyonu) kendilerinin temel güdü kaynakları olduğu bir kendilik psikanalitik psikolojisi ortaya koymuştur. Kohut’un kendilik psikolojisine göre, sağlıklı ve bütünleşmiş bir kendilik, bakımverenlerden gelen empatik tepkinin (emphatic response) tekrarlanan deneyimleri yoluyla geliştirilir (Kohut ve Wolf, 1978; Kohut, 1971). Başkalarından gelen empatik tepkiler, kendiliğin daha büyük bir bütünlük ve canlılık hissine katkıda bulunur; bu tür tepkiler kendiliknesnesi deneyimleri (selfobject experiences) olarak adlandırılır. Bir birey, “varlığı veya etkinliği kendiliği ve kendilik deneyimini uyandırdığı ve sürdürdüğü” ölçüde bir kendiliknesnesi olarak işlev görür (Wolf, 1988, s. 184). Erken çocukluk (veya “arkaik”) dönemindeki, bir ebeveyn tarafından aynalanma ve değer görme ihtiyacı veya hayranlık duyulan bir ebeveynle kaynaşma ihtiyacı gibi kendiliknesnesi ihtiyaçlarına verilen tepkilerin, öznel olarak kendiliğin yönleri olarak deneyimlendiği düşünülmektedir. Bu tür tepkiler genel olarak uygun olduğunda, gelişim ilerledikçe kendiliknesnesi ihtiyaçları daha az öncelikli ve daha farklı hale gelir ve ifadeleri olgunlaşma temalarına göre değişir. Dahası, kendiliknesnesi tepkileri yaşam boyu gerekli olsa da, bunların kendiliğin yapısına içselleştirilmeleri, diğer insanların tepkilerinin kendilik-bütünlüğü (self-cohesion) için öncelikliliğini azaltır.

    Kendiliknesnesi deneyimleri kendiliğin sağlamlığı ve canlılığı için elzem olduğu için bunların yokluğu veya kronik hayal kırıklıkları kendiliğin disfonksiyonuna ve bozukluğuna yol açar. Kohut (1971, 1984), kendiliğin parçalanmasının eksiklik, utanç ve zayıflık gibi acı verici öznel bir deneyim olduğu konusunda kapsamlı yazılar yazmıştır. Parçalanmaya yatkın bir kendiliğe sahip bireyler, kırılgan bir kendiliği desteklemeyi, parçalanmayı önlemeyi ve karşılanmamış kendiliknesnesi ihtiyaçlarını telafi etmeyi amaçlayan kendini-büyütme (self-aggrandizement), dürtüsel davranış ve yüzeysel hayranlık gibi uyumsuz stratejiler geliştirebilirler. Gerçekten de, karşılanmamış arkaik kendiliknesnesi ihtiyaçları tümüyle buhar olup gitmez, önemli psikopatolojiyi temsil eden uyumsuz yollarla şiddetle sürdürülebilir (Kohut & Wolf, 1978). Aynı zamanda, bu tür ihtiyaçlar ve bunlara eşlik eden eksiklik ve utanç duygusu, bir dizi patolojik tutum ve davranış yoluyla bastırılabilir ve bu da daha olgun kendilik-kendiliknesnesi ilişkileri için fırsatları daha da azaltabilir. Kendilik psikolojisi tedavisinde öncelik, hastanın terapistin sürekli empatik duyarlılığına (emphatic responsiveness) ilişkin deneyimidir. Terapist, hastanın karşılanmamış kendiliknesnesi ihtiyaçlarının aktarım deneyimini yorumlayıcı bir şekilde açıklasa da, terapistin hastaya bir kendiliknesnesi rolü üstlenmeyi kabul etmesi kritik öneme sahiptir. Aşırı basitleştirilmiş bir örnek vermek gerekirse, arkaik kendiliknesnesi eksiklikleri olan bazı hastalar, terapisti ihtiyaç duyulan bir aynalayan kendiliknesnesi olarak deneyimledikleri durumlarda yorumlayıcı müdahalelerden çok az faydalanabilirken, diğerleri terapistin idealize edilmiş algıları aracılığıyla kendilik-bütünlüğü sağlayabilir. Gerçekten de, bu gibi durumlarda, terapistin yorumları veya diğer davranışları (hastanın öznel bakış açısından) terapötik ilişki yoluyla elde edilen ve hastanın, kendiliğini onarmak ve güçlendirmek için kullandığı kendiliknesnesi deneyimini bozabilir.

    Kendilik-kendiliknesnesi ilişkisindeki bozulmalar kendilik psikolojisinde özel bir öneme sahiptir. Kohut, terapideki kaçınılmaz kopuşları ve hayal kırıklıklarını (çocuk gelişiminde paralellik gösterdiği gibi) hastanın kendilik nesnesi işlevlerini kademeli olarak içselleştirmesine katkıda bulunan (genel olarak empatik olarak duyarlı bir ortam bağlamında) “optimal hayal kırıklığı” (optimal frustration) fırsatları olarak değerlendirdi (Gehrie, 2011). Başka bir deyişle, optimal hayal kırıklığı, kırılgan veya kesintiye uğramış bir kendiliğin nihai olarak güçlenmesine katkıda bulunur; ancak bu tür durumlarda en kritik olan, terapistin hastanın kopuşa ilişkin öznel deneyimine empatik uyum sağlamasıdır; bu, yaşananların nesnel ‘gerçekliğini’ anlamaya çalışmaktan daha önemlidir (Bacal & Newman, 1990; Eagle, 2011). Bu şekilde, terapist hastanın öznelliğini anlamak için bir çaba gösterir; bu deneyim, hasta için yeni bir kendilik-yapısının inşasına katkıda bulunur. Başka bir deyişle, terapötik bir kopuşun empatik anlaşılması ve onarılması, hasta tarafından içselleştirilebilen, yoğun bir kendiliknesnesi deneyimi biçimi olabilir. Bacal (1998), hayal kırıklığı deneyimlerinin ötesinde, terapide kendiliknesnesi “optimal duyarlılığının” (optimal responsiveness) ortaya çıkması için başka olasılıklar da açıklamıştır. Hastanın öznelliğini ve hastanın anlaşıldığını hissetme ihtiyacının meşruiyetini terapötik odak noktasının tam merkezine yerleştirerek, kendilik psikolojisi potansiyel terapötik yanıtların aralığını genişletir. Hastanın deneyimine bağlı olarak, optimal duyarlılık böylelikle çeşitli biçimler alabilir:

    Sorgulayıcı bir tutum veya sessiz, sorgulamayan bir varlık, yankılanan bir onay veya zıtlaşılan bir meydan okuma içerebilir. Biçimi yalnızca hastanın ve analistin üzerinde çalıştığı konular tarafından değil, aynı zamanda hastanın kendiliğinin gücü ve hastanın gelişimsel başarısının işlevsel düzeyi tarafından da belirlenecektir (Bacal, 1994, s. 27).

    Bu şekilde, psikoterapi -en azından benlik bozuklukları olan hastalar için- hastanın bilinçdışındaki kalıntıları ortaya çıkarma egzersizinden çok, terapistin anlayışı ve duyarlılığı aracılığıyla yeni işlev biçimlerinin uyandırıldığı gelişimsel bir deneyimdir (Emde, 1990).

    Kontrol ustalığı teorisinin (control-mastery theory) katkıları, müdahalelerin terapötik değerini belirlemede hastanın öznelliğini daha da vurgular ve hastanın terapi ilişkisinde düzeltici deneyimler aramadaki aktif rolünün altını çizer. Weiss (1993) tarafından formüle edilen kontrol ustalığı perspektifinden, hastalar patojenik inançları (kendiliği ciddi şekilde kısıtlayan kasvetli inançlar) çeşitli şekillerde ele almaya çalışırlar. Diğer nesne ilişkileri teorilerinde olduğu gibi, kendilik ve ötekiler hakkındaki patojenik inançlar, kontrol ustalığı teorisinde, büyük ölçüde bakımverenlerle olan işlevsiz erken ilişkilere tepki olarak oluşmuş (ve bu ilişkileri sürdürmeye hizmet etmiş) olarak görülür. Terapide, hastalar bu inançları doğrudan terapistle aktif olarak test edebilirler; terapistin bu tür testlere verdiği yanıtlar, hastanın inançlarından vazgeçmeye başlayıp başlayamayacağına dair bir gösterge sağlar. Örneğin, bir hasta, ebeveynlerini deneyimlediği gibi, hastanın kendi başına düşünme becerisine veya yol gösterme hakkına sahip olmadığı inancını test etmek için bilinçsizce  terapistin aşırı yönlendirici ve otoriter olmasını isteyebilir. Terapist bunu yorumlama yoluyla ele alabilir, ancak aynı zamanda seansı yönlendirmeyi reddederek ve hastanın özerkliğini (self-determination) yavaşça teşvik ederek de yapabilir. Tersine, ihmal nedeniyle travmatize olmuş bir hasta, terapistin göze batmamasını ihmalin hafifletilmiş bir biçimi olarak deneyimleyebilir (belki de hastanın ilgi çekmeyen veya hak etmeyen biri olduğuna dair inancını doğrular) ve bunun yerine terapistin daha yönlendirici bir duruş benimsemesinden faydalanabilir. Test yoluyla hasta, ideal olarak hastanın terapötik ihtiyaçları ve hedefleri hakkında yeterli anlayışa sahip olan ve bu testleri kişiye özel olarak hazırlanmış yanıtlarla “geçebilen” terapistten düzeltici deneyimler aramaya aktif bir yaklaşım sergiler. Optimum yanıt verme kavramına uygun olarak, çeşitli olası yanıtlar (yorumlar, tutumlar ve ilişkisel yanıtlar dahil) hastanın patojenik inançlarını çürütme potansiyeline sahiptir; terapistin yanıtlarının terapötik değeri, doğru tekniğin apriori kavramlarında değil, bireysel hasta için anlamlarında yatmaktadır (Weiss, 1993). Terapötik ilerlemeyi teşvik eden terapist, bunu hastanın benzersiz öznelliğini aklında tutarak tutarlı bir şekilde yanıt vererek yapar.

    Birinin zihnini akılda tutmak, zihinselleştirmenin önemli bir yönüdür ve hem kendinde hem de başkalarında altta yatan zihinsel durumlar ve motivasyonlar hakkında düşünme ve yansıtma kapasitesi olarak kavramsallaştırılmıştır (Allen, Fonagy ve Bateman, 2008). Zihinselleştirme (mentalization) veya zihinleştirmek (mentalizing), çağdaş bağlanma teorisinin duygu düzenlemesi, öznellik ve kişilerarası becerilerin gelişimini açıklamak için odak noktası olmuştur. Diğer nesne ilişkileri teorileri gibi, İngiliz psikanalist John Bowlby’nin çalışmalarıyla başlatılan bağlanma teorisi, çocuğa duygu düzenleyici işlevler sağlamada ve kendilik, ötekiler ve kişilerarası ilişki hakkında birincil öğrenme kaynağı olarak erken ebeveyn-çocuk bağının önemini vurgular. Kendilik ve ötekilerin içsel çalışma modelleri (kavramsal olarak içsel nesne ilişkilerine benzer) bağlanma etkileşimlerinin bir matrisi aracılığıyla oluşturulur; bu matrise çocuğun, bağlanma figürünü, keşif için güvenli bir üs ve sıkıntılı olduğunda rahatlamak için güvenli bir liman olarak kullanması da dahildir (Bowlby, 1988). Bu içsel şablonlar genellikle, nispeten güvenli veya güvensiz bağlanma eğilimleriyle karakterize edilen tanımlanabilir bağlanma kalıplarına (bağlanma stilleri) karşılık gelir. Psikodinamik terapiyi şekillendirmesinin yanı sıra, bağlanma teorisi psikolojinin birçok dalında yaygın olarak benimsenmiş ve iyi araştırılmıştır (ve bu nedenle bağlanma hakkındaki kısa tartışmamız fazlasıyla yüzeyseldir); aile terapisine uygulanmasına dair bir örnek 24. bölümde verilmiştir. Bireyin bağlanma stilini şekillendirmenin yanı sıra, erken bağlanma ilişkileri mentalizasyon becerilerinin geliştirilmesi için bir kroze sağlar. Davranışları ve tutumları altta yatan zihinsel durumlar açısından yorumlama ve başkalarının zihinsel durumlarının kişinin kendi zihinsel durumlarından farklı olduğunu fark etme kapasitesi, hem öz düzenleme işlevleri hem de başkalarıyla etkileşimler için avantajlıdır (Fonagy, Gergely, Jurist ve Target, 2002).

    Güvenli bağlanma ilişkileri, çocuğun psikolojik deneyimlerinin tutarlı bir şekilde bağlanma figürleri tarafından yansıtılması ve temsil edilmesi yoluyla mentalizasyonu desteklerken güvensiz bağlanmalar, çocuğun duygusal durumlarına hatalı veya tutarsız dikkat gösterme durumunu içerme eğilimindedir. Dahası, travmatize olmuş bir çocuk, istismarcı bir bağlanma figürünün niyetleri üzerine düşünmenin uyandırabileceği sıkıntı göz önüne alındığında, savunmacı bir şekilde zihinselleştirmeye isteksiz hale gelebilir. Psikoterapiye uygulanan bir mentalizasyon çerçevesi, hastanın mentalizasyon kapasitesindeki sınırlamalara özellikle dikkat eder (Allen ve ark., 2008). Zihinselleştirmeyen işlev biçimleri nadiren mutlaktır; insanlar, genellikle algılanan tehditlere yanıt olarak, bunlara girip çıkarlar. Ancak bozuk mentalizasyon, kendileri için belirli bir mentalizasyon temelli tedavinin geliştirildiği kişilik bozuklukları olan hastalar arasında daha belirgin olma eğilimindedir. Psikoterapide mentalizasyon hakkında daha fazla tartışmayı 3. Bölüm, “Çağdaş Psikodinamik Psikoterapide Bağlanma ve Mentalizasyon”a ve kişilik bozuklukları için mentalizasyon temelli tedaviyi 9. Bölüm, “Sınırda ve antisosyal kişilik bozukluğu için mentalizasyon temelli tedavi”ye bırakıyoruz.

    Genel olarak, çağdaş bir bağlanma çerçevesinden gelen katkılar, mentalizasyona hem bir süreç hem de psikoterapinin bir sonucu olarak odaklanmıştır (Allen vd., 2008). Başka bir deyişle, daha güçlü mentalizasyon becerilerinin elde edilmesi psikodinamik terapinin önemli bir hedefi olabilirken, terapinin kendisinde mentalizasyon bunun başarılabileceği birincil mekanizma olarak kabul edilir. Bu bakış açısından, psikodinamik terapi, zihinsel durumlar üzerinde düşünmek için tekrarlanan, tutarlı çabalardan oluşan bir tür beceri geliştirme oluşturabilir. Gerçekten de, aktarım odaklı psikoterapinin, belki de hasta ve terapist arasındaki ilişki örüntülerine yoğun bir şekilde odaklanması nedeniyle, iyileştirilmiş düşünme işlevselliğine ve bağlanma durumuna katkıda bulunduğu bulunmuştur (Levy vd., 2006). Kernberg’in (1984) kişilik bozukluğunun etkili nesne ilişkileri modeline dayanan -kişilik işleyişinin seviyelerini ve savunmaların karmaşıklığını vurgulayan- aktarım odaklı psikoterapisi, terapistin hastanın reddedilen kendilik ve öteki deneyimleri hakkında işbirlikçi sorgulamasını içerir. Bazen çalkantılı olan ve güçlü duygu veya eylem ifadeleriyle karakterize edilen bu süreç, terapistin hastanın öznelliğine, yansıtılabilen veya bölünebilen ve öncelikle terapistin karşı-aktarım tepkileri aracılığıyla deneyimlenen bilinçdışı yönlere dikkat etmesi de dahil olmak üzere özenle dikkat etmesini gerektirir. Hastanın değişen duygusal ve kişilerarası deneyimine sürekli dikkat edilmesi (hastanın zihnini akılda tutarken) hastanın uyumsuz ve/veya tahammül edilemez duygusal deneyimleri bütünleştirme yeteneği, ilkel savunmaların azaltılması ve gelişmiş mentalizasyon ile sonuçlandığı teorize edilmiştir. Aktarım odaklı terapinin daha ayrıntılı açıklaması, “Borderline ve narsisistik kişilik bozuklukları için aktarım odaklı psikoterapi” başlıklı 10. Bölümde verilmiştir.

    Çağdaş entegrasyon

    Psikodinamik teorinin evrimi ve klinik pratiğe uygulanması, son yüzyılda yenilik ve entegrasyon için verimli bir zemin sağlamıştır. Aslında, tanımladığımız gelişmeler kendi başlarına vurgu kaymaları, kavramsal düzeltmeler ve yeni bakış açılarının eklenmesini içeren bütünleştirici çabalardır. Psikanalitik teorideki en dramatik değişim, kişilik ve psikopatoloji için temel olan cinsel dürtü baskısının aracılığından uzaklaşıp zihinsel yapıya katkıda bulunan kişilerarası ilişkilere vurgu yapılmasına doğru bir hareket olsa da, dürtü kavramı -en azından temel güdüler ve duygular açısından- neredeyse hiç terk edilmemiştir. Bunun yerine, daha geniş bir temel güdü dizisi tanınmış ve çağdaş psikanalitik duygu, bağlanma ve öz düzenleme teorileriyle bütünleştirilmiştir (Fonagy ve ark., 2002; Lichtenberg, 1989). Benzer şekilde, ego savunmalarına daha önce yapılan vurgu, ilişkisel teoriler tarafından yerinden edilmemiştir, ancak travmatik anılar, acı verici duygular ve tahammül edilemez benlik durumları gibi bir dizi tehdit edici olguya karşı benliğin korunma ihtiyacının çağdaş kabulüne entegre edilmiştir (dissosiyasyon tartışması için Bölüm 20’ye bakın). Bu tür bir gelişmenin sonucu, hiçbir modelin tüm zihinleri, tüm psikopatolojileri ve tüm terapötik çabaları açıklayacak kadar kapsamlı olmadığı kabulüyle karakterize edilen çağdaş bir psikodinamik teoridir – veya birden fazla, ilişkili teoriler bütünüdür. Modeller arasında farklı vurgu noktaları, aktarım ve karşı-aktarım gibi ortak zemin kavramlarına nüans katar ve terapistler için karmaşık klinik olguları görmek için alternatif bakış açıları olarak faydalı olabilir. Örneğin, bilinçsizce canlandırılan ve hasta ile terapist arasında sıklıkla tekrarlanan etkileşimler olan etkileşim yapıları (Jones, 2000), klinik dikkat için önemli olaylar olarak yaygın olarak kabul edilmektedir. Farklı kavramsal paradigmalar, klinisyenin, belirli bir eylemin ne ölçüde ilkel duygusal içerik taşıyan içsel nesne ilişkilerinin aktivasyonunun (Kernberg, 2011), terapistin karşı-aktarımının ya da yanlış anlamanın (Jacobs, 2001), patojenik inançların test edilmesinin (Weiss, 1993) veya terapötik ittifakın devam eden karşılıklı müzakeresinin bir yansıması olduğunu düşünmesine yardımcı olabilir (Safran & Muran, 2000).

    Alanın tarihsel olarak boğuştuğu başlıca soruların çoğu, insan deneyiminin karmaşıklığını ve terapötik sürecin karmaşık doğasını kapsayacak şekilde farklı bakış açılarının gerekli olduğu kabulüne az çok çözüm bulmuştur. Örneğin, psikopatolojinin merkezinde çatışmanın mı yoksa eksikliğin mi olduğunu tartışmak yerine, her ikisini de belirli bir hasta için klinik bir formülasyon geliştirmede önemli hususlar olarak meşru olarak görmek mümkündür. Benzer şekilde, terapötik eylemin içgörünün teşvikine mi yoksa terapötik ilişkinin düzeltici özelliklerine mi dayandığı konusundaki tartışma, psikoterapide değişime giden çoklu yolların tanınmasıyla büyük ölçüde çözülmüştür (Gabbard ve Westen, 2003). Dahası, bu mekanizmalar muhtemelen sinerjik bir şekilde etkileşime girmektedir (Eagle, 2011; Gabbard, 2017). Hastalar terapi ilişkisinde kendilerini daha güvende ve anlaşılmış hissettikçe, daha az savunmacı hale gelebilir ve daha fazla öz-bilgiye sahip olabilirler. Benzer şekilde, terapi ilişkisinde kişilerarası örüntülere ilişkin içgörü geliştirmek, kendi başına yeni gelişimsel olasılıklar açan düzeltici bir deneyim oluşturabilir.

    Psikodinamik psikoterapinin teorik alt yapısı evrimleşmeye devam ediyor. Bu evrim sürecindeki en heyecan verici gelişmelerden biri, nispeten yakın zamanda psikanalitik yapıların (bkz. Bölüm 6: Psikodinamik yapılar için araştırma desteği), psikodinamik terapi modellerinin (bkz. Bölüm 4: Psikodinamik psikoterapinin etkinliği: güncel bir inceleme) ve etki mekanizmalarının (bkz. Bölüm 5: Psikodinamik psikoterapide süreç araştırması: müdahaleler ve terapötik ilişki) deneysel araştırmalar yoluyla test edilmesiydi. Bu tür çalışmalar muhtemelen klinisyenlerin hastalarının karşılaştığı zorlukları anlama ve ele alma biçimlerini geliştirmeye devam edecek ve psikodinamik teori ve terapinin organik ve ilerici bir alan olarak statüsünü koruyacaktır.

  • İnternet Tabanlı Psikodinamik Psikoterapi (23. Bölüm)

    Robert Johansson

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 23. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Bu bölüm psikodinamik tedaviler alanındaki son yeniliklerden birini anlatacaktır. Ruh sağlığı alanında teknoloji ve internet kullanımı yeni olmasa da, psikodinamik terapi ile ilgili olarak bu konu hakkında yalnızca yakın zamanda ampirik bir araştırma yapılmıştır. Önemlisi, bu bölüm internet tabanlı video hizmetleri aracılığıyla geleneksel psikodinamik veya psikanalitik terapi yürütmekle ilgili değildir. Bunun yerine, yönlendirilmiş öz yardım (guided self-help) biçimindeki internet müdahaleleriyle ilgilidir. Bu tür müdahalelerin bir tanımı şöyledir: “öz yardım kitaplarına dayalı, geri bildirim ve sorulara yanıtlar veren, yüz yüze tedaviyi yansıtan bir planlama ile belirlenmiş bir terapist tarafından yönlendirilen terapi” (Andersson ve ark., 2008, s. 164). Başka tanımlar da mevcuttur, ancak genel olarak, en yaygın haliyle internet tabanlı psikoterapi, terapist desteği ilavesiyle modül tabanlı bir formatta internet üzerinden sunulan, öz yardım metnine çevrilmiş, kılavuzlu bir psikoterapi biçiminde, genellikle e-postaya benzer bir formatta oluştuğu söylenebilir (Andersson, 2016). Bu formatta (ICBT: Internet-based Cognitive Behavioral Therapy) BDT’nin etkinliğini test eden 100’den fazla randomize kontrollü çalışma (RCT: randomized controlled trial) mevcut olsa da, psikodinamik müdahaleler ancak yakın zamanda internet üzerinden yönlendirilmiş öz yardım olarak test edilmiştir (Johansson, Frederick ve Andersson, 2013).

    Bu bölüm İsveç Linköping Üniversitesi tarafından ortaya konan dört kontrollü randomize çalışma üzerine odaklanacaktır. Bu çalışmalarda yönlendirilmiş öz yardım biçiminde internet tabanlı psikodinamik terapinin iki farklı modeli araştırılmıştır. Psikanalitik bir tedaviye dayanan ve öz yardıma çevrilen ilk model, (1) Duygusal zorluklara katkıda bulunan bilinçdışı örüntüleri görmek, (2) Bu örüntüleri anlamak, (3) Bu tür yararsız örüntüleri kırmak ve (4) Gelecekteki örüntülere ve/veya nüksetmelere karşı önlem almak anlamına gelen SUBGAP’dir (Silverberg, 2005). İkinci model, internet tabanlı bir deneyimsel dinamik terapi (EDT) biçimidir (Lilliengren, Johansson, Lindqvist, Mechler ve Andersson, 2016), Frederick’in (2009) “Yaşamak istediğin gibi yaşamak” ilkesine dayanan EDT-I’dir. Bu bölüm, bu iki modeli ayrıntılı olarak tanımlamaya odaklanacaktır. İsveçli grup tarafından yürütülen çalışmaya ek olarak, Dinamik Kişilerarası Terapinin çevrimiçi grup modelinin küçük bir pilot denemesinden elde edilen ön veriler mevcuttur (Lemma ve Fonagy, 2013; Lemma, Target ve Fonagy, 2011). Son olarak, bir Alman araştırma grubu yakın zamanda, yatarak tedaviden sonra (Zwerenz, Becker, Johansson ve diğerleri, 2017) ve işe dönüşü destekleme (Zwerenz, Becker, Gerzymisch ve diğerleri, 2017) konusunda internet tabanlı psikodinamik tedavinin etkinliği üzerine yeni veriler sunmuştur.

    Tedavi modellerinin/yaklaşımlarının tanımlanması

    Tedavi ortamı ve terapist desteği

    Modüller, e-postalar ve ölçümler dahil olmak üzere iletişim son derece güvenli bir çevrimiçi ortamda gerçekleşir. Öz yardım modülleri ek resimlerle metin tabanlıdır. Tipik bir modül yaklaşık 20 sayfa uzunluğundadır. Hastanın bu modülleri kendi bilgisayarına PDF formatında indirmesi mümkündür. Ayrıca, terapist ve hasta e-postaya benzer metin tabanlı bir ortamda iletişim halinde kalır. Hastalara, terapistle iletişimin öncelikle hastanın geçen haftanın tedavisiyle ilgili çalışmasını bildirmesine ilişkin haftada bir mesaj olacağı bildirilir. Ancak, hastalar gerektiğinde terapistle iletişime geçmeye de davet edilir ve hafta içi 24 saat içinde kısa yanıtlar alma imkanı vardır. Sohbet, görüntülü görüşme veya başka herhangi bir “canlı” iletişim kullanılmaz.

    Yönlendirilmiş öz yardım tedavilerindeki yazışmaların çoğu teşvik ve destek biçiminde olma eğilimindedir. Genellikle haftada bir kez gönderilen kısa mesajlardan oluşur, bu da terapistin her hafta danışan başına yaklaşık 10-15 dakika harcayabileceği anlamına gelir (örneğin, 10 haftalık bir tedavi programında). İnternet tabanlı psikodinamik terapide bu mesajlar övgüden (örneğin, “İyi çalışma!”) terapistin hastanın çalışmasının özetlerine (örneğin, “Geçtiğimiz hafta ‘Savunmaların farkındalığı’ egzersiziyle çalıştığınızı ilgiyle okudum. Entelektüalizasyonun en önemli savunmalarınızdan biri olduğunu fark ettiniz ve şimdi bunun sizi diğer insanlardan uzak tuttuğundan endişe ediyorsunuz.”) kadar her şey olabilir. Terapist iletişimi ara sıra, öncelikle tedavinin sınırlarıyla ilgili daha zorlayıcı müdahaleleri içerebilir (örneğin, “Bu çalışmayı ertelemeye devam ederseniz, sonuç olarak size yardımcı olamayacağım ve birkaç hafta içinde yollarımız ayrılacak.”). Önemlisi, internet tabanlı terapideki temel çalışma mekanizmalarının terapistle temasta değil, öz yardım materyalinde olduğu varsayımıdır. Bu nedenle minimal terapist temasının birincil amacı, övgü ve pekiştirme yoluyla tedavi protokolüne uyumu güçlendirmektir; içgörü ve yorumlama sağlamak yalnızca ikincil bir amaçtır. Yönlendirilmiş öz yardım psikoterapisinde aktarım çalışması bir olasılıktır. Terapistlerin bu tür çalışmaları yasaklanmamıştır, ancak mevcut protokollerin bir parçası olmamıştır. İnternet tabanlı psikodinamik terapide terapistin rolüne ilişkin daha ayrıntılı bir tartışma başka bir yerde mevcuttur (Johansson, Frederick, ve ark., 2013).

    SUBGAP

    SUBGAP modeli Farrell Silverberg tarafından “Make the Leap” (Silverberg, 2005) kitabında tanıtılmıştır. Bu kitap psikanalitik düşünceyi öz yardım formatına çevirmeyi amaçlamaktadır. Yapılan çalışmalar için kitap İsveççeye çevrilmiş ve yönlendirilmiş öz yardım formatına uyarlanmıştır. Öz yardım kılavuzunda okuyucu dokuz tedavi modülü boyunca yönlendirilir: (1) genel olarak tedaviye ve özellikle SUBGAP yöntemine giriş, (2) kişinin kendi bilinçdışı örüntülerini keşfetmesinde sistematik uygulama, (3) örüntüleri hem tarihsel bir perspektiften hem de “şimdi ve burada” perspektifinden anlama, (4) kişinin keşfettiği örüntüleri kırmak için kullanılabilecek farklı yöntemler, (5) kişinin daha önce verimsiz olan örüntülerine geri dönme riskini en aza indirme, (6) örüntüler hakkında edindiği bilgiyi çalışma hayatının ikilemlerini çözmeye odaklanarak uygulama, (7) örüntüler hakkında bilgiyi kişisel ilişkileri iyileştirmeye odaklanarak uygulama, (8) bilinçdışı örüntüler ve klinik semptomlar arasındaki ilişki ve (9) geleceğe yönelik tedavi ve yönergelerin özeti. Metne yapılan ana uyarlamalar, tamamen yeni bir modül olan ve yaygın anksiyete bozukluğu (YAB) veya depresyonu ele alan çalışmalar arasında farklılık gösteren 8. modüldeydi. Örneğin, depresyon denemesinde modül, depresif bireylerin hayatlarına özgü bilinçdışı örüntülere dair birkaç örnek sağladı. Bu örnekler arasında çözümlenmemiş yas, yakın insanlara karşı öfke duygularıyla ilgili suçluluk ve diğer insanlar tarafından görülmeme hissi vardı. Tedavi toplamda yaklaşık 160 sayfalık metinden oluşuyordu.

    SUBGAP, depresyon ve anksiyete semptomları da dahil olmak üzere yaşamdaki sorunların altta yatan bilinçdışı örüntülerle nasıl ilişkili olduğuna dair psikodinamik bir anlayış kazanmaya güçlü bir şekilde odaklanır. Böyle bir içgörü odaklı yaklaşım ile Luborsky’nin destekleyici açıklayıcı (supportive-expressive, S–E) terapisi arasında benzerlikler görebiliriz (Luborsky, 1984). Ancak, iki farklı terapiyi yürütmede yer alan süreçler temelde farklıdır. SUBGAP yöntemi, ek metin tabanlı terapist desteğiyle birlikte öz yardım materyaline dayanırken, S–E yöntemi terapistin aktif katılımına dayanır. S–E yöntemi, terapistin konuya ilişkin seans içi yorumlarına büyük ölçüde bağlıdır ve yorumlama için bir odak noktası olarak terapide gerçekleşen aktarım ilişkisine dayanır (Luborsky, 1984). Bununla birlikte, önemli olan, SUBGAP’ta hem destekleyici hem de açıklayıcı unsurların örneklerinin olmasıdır. Metindeki destekleyici unsurlar arasında olumlu beklentiler yaratma, hasta katılımı ve umut yer alır. Birinci modülden aşağıdaki pasaj bunu göstermektedir: “[Bu materyale katılarak] fırsat anlarını nasıl ortaya çıkaracağınızı ve tuzakları nasıl ayıklayacağınızı öğrenebilirsiniz. Daha başarılı ve tatmin edici bir hayat yaşamak için ne yapmanız gerektiğini gösteren bir yöntem öğrenebilirsiniz. Bu sistemi tüm hayatınızı veya muhtemelen potansiyelinizin karşılanmadığını hissettiğiniz hayatınızın özellikle bulanık bir alanını iyileştirmek için öğrenmek isteyebilirsiniz” (Silverberg, 2005, s. 8). Metindeki açıklayıcı unsurlar çoğunlukla vaka örnekleri biçimindedir; tedavi boyunca, hastaların yaşam örüntülerinin sonuçlarını açıklayan çeşitli vaka hikayeleri ve yorumlar sunulur. Bu vaka hikayelerinin nihai amacı, hastaların kendilerine benzetebilecekleri insanların deneyimlerini okuyarak kendilerini daha iyi anlamalarını sağlamaktır. Ayrıca, bölümün sonunda yer alan sorular daha fazla kendini anlamaya davet eder. Bir bakıma, bu soruların açıklayıcı müdahaleleri öz yardım formatına davet ettiği söylenebilir. Bu davet, modül 7’nin sonunda sunulan sorularla örneklendirilebilir: “Bu modülde okuduklarınıza dayanarak, yakın ilişkilerinizde sizin için hangi örüntüleri görebiliyorsunuz?” ve “İlişkiler bu örüntülerden nasıl etkileniyor?”

    Özetle, SUBGAP tedavisi hem metinde hem de terapötik ilişkide, hem destekleyici hem de açıklayıcı unsurları içerir. Tedavi, temel ilkeleri bakımından S–E terapisine benzer görünse de, SUBGAP doğrudan S–E terapisini taklit etmek için tasarlanmamıştır. Ancak, SUBGAP internet tabanlı bir S–E terapi modeli için potansiyel bir temel görevi görebilir.

    EDT-I

    Bu bölümde anlatılan EDT-I modeli, Deneyimsel Dinamik Terapi (Experiential Dynamic Therapy) olarak bilinen kısa süreli dinamik terapilerin bir alt grubuna dayanmaktadır (Lilliengren vd., 2016) ve psikodinamik çatışmaların duygulanım fobileri (affect phobias) olarak kavramsallaştırılabileceği fikrine dayanmaktadır (Frederick, 2009; Julien ve O’Connor, 2017; McCullough ve ark., 2003).

    Bu kavramsallaştırma, çatışma üçgeni (triangle of conflict) ve kişiler üçgeni (triangle of persons) adı verilen şemalar (Malan, 1995) üzerine kuruludur. Çatışma üçgeni, altta yatan adaptif duygular, uyandırabilecekleri engelleyici duygular ve çatışan duygusal durumlar arasındaki gerilimi önlemek, engellemek veya azaltmak için kullanılan savunmalar arasındaki dinamiklerin bir modelidir. Kişiler üçgeni, bu tür kaçınma örüntülerinin tipik olarak daha önceki ilişkilerde nasıl geliştirildiğini, mevcut ilişkilerde nasıl uyandırıldığını ve sürdürüldüğünü ve bir terapistle nasıl canlandırılabileceğini gösterir. Duygulanım fobilerinin bir dizi klinik sorunun ve psikiyatrik bozukluğun altında yattığı varsayılmaktadır (McCullough ve ark., 2003). Örneğin, bu bakış açısından, aşırı endişelenme (YAB’da olduğu gibi) duygusal deneyimlere karşı savunmacı bir tepki olarak anlaşılabilir. Dahası, sosyal anksiyete bozukluğu, ilişkilerde ortaya çıkan altta yatan duyguların tetiklediği öğrenilmiş ikincil anksiyete ve/veya utanç tepkilerinin bir sonucu olarak anlaşılabilir.

    Deneyimsel dinamik terapilerin, psikanalitik terapiyi kısaltmaya ve etkinliğini artırmaya çalışan ilk kişilerden olan Alexander ve French’in (1946) çalışmalarından türediği söylenebilir. Alexander ve French (1946), engellenen duygulanım deneyimini önemli bir terapötik faktör olarak gördüler. Alexander ve French, duygulanıma odaklanarak terapötik görevi bilişsel düzeyde yorumlamadan, terapötik ilişki içinde gömülü duyguların ifadesini ve deneyimini aktif olarak teşvik etmeye taşıyorlardı (Osimo ve Stein, 2012). Daha önce gömülü duyguların yeni bir ortamda yoğun bir şekilde deneyimlenmesi düzeltici duygusal deneyim (corrective emotional experience) olarak adlandırıldı (Alexander ve French, 1946) ve EDT’de terapötik değişim için temel olduğu varsayıldı (Alexander ve French, 1946).

    EDT-I protokolünde, hastaların sorunlarını içsel duygulanım fobileri açısından kavramsallaştırmaları, altta yatan adaptif duyguları tanımlamaları, savunmacı davranışların farkına varmaları ve mevcut kişilerarası bağlamlarda içsel çatışmaların çözümüne yönelik çalışmalarına yardımcı olunur. Engellenmiş duyguları deneyimlemenin ve ifade etmenin terapide merkezi bir faktör olduğu varsayılır. Modelin sonraki revizyonlarında, öz şefkat üzerine çalışmalar da dahil edildi.

    Frederick’in (2009) “Living Like You Mean It” adlı kitabı, EDT-I modelini geliştirmek için kullanılan öz yardım materyalinin başlıca kaynağıydı. Frederick’in kitabı İsveççeye çevrildi ve internet formatına uyarlandı. Kitaptaki materyale yapılan başlıca eklemeler, ödev etkinlikleri ve kitapta zaten bulunan alıştırmaların yapılandırılmasıydı.

    EDT-I modelinin temeli, “duygusal farkındalık” (Frederick, 2009) genel kavramıdır. Bu, katılımcılara çeşitli içgörü odaklı ve beceri geliştirme egzersizleri aracılığıyla duygusal deneyime bilinçli bir şekilde dikkat etmeyi öğretmeyi içerir. Materyal, danışanı duygular, kaygı ve savunmalar (çatışma üçgeni) arasındaki ilişkileri ve duygulanım fobilerinin gelişimsel teorisini (kişi üçgeni) anlaması konusunda yönlendirir. Tedavi boyunca katılımcılara duygularına bilinçli bir şekilde yaklaşmaları, savunmalarını fark edip bırakmaları ve kaygılarını düzenlemeleri öğretilir. Dokuz modülün temaları şu şekildedir: (1) duygulanım fobisi modeline giriş, (2) duygulanım fobilerinin nedenlerini anlama, (3) utancı azaltma ve öz şefkati artırma, (4) duygusal farkındalık çalışarak duyguları tanımlama ve kabul etme, (5) savunmaları tanıma ve yeniden yapılandırma, (6) kaygı düzenleme, (7) duygusal deneyimin derinleştirilmesi, (8) duygulanım ifadesi ve benlik imajının yeniden yapılandırılması ve (9) tedavi özeti, ilerlemenin değerlendirilmesi ve geleceğe yönelik tavsiyeler. Toplamda, öz yardım materyali yaklaşık 250 sayfadan oluşmaktadır.

    Genel olarak EDT’ye benzer şekilde, EDT-I modeli duygusal deneyimlere yaklaşmak, kaygıyı düzenlemek ve savunmaları ele almak için çeşitli araçlar kullanır. Tedavi ayrıca, hastanın düzeltici duygusal deneyimler yaşamasına yardımcı olmak amacıyla duygusal düzeyde yapılan öz anlamayı (self-understanding) artırmayı hedefler. Yapılan denemelerde, terapötik ilişki çoğunlukla destekleyiciydi ve aktarımın kullanımı standart prosedür değildi. Önemlisi, duygulanım fobisi tedavisi aktarım çalışmasını bir olasılık olarak görür, ancak bir zorunluluk olarak görmez (McCullough ve diğerleri, 2003). EDT-I duygulanım fobisi tedavisine benzer olsa da, bu modelden esas olarak terapistin açıklayıcı çalışması yerine öz yardım tekniklerini bolca kullanması bakımından farklıdır.

    Deneyimsel dinamik terapilerin amacı, duygusal düzeyde öz anlamayı kolaylaştırmaktır. Bu amaç, Alexander ve French’in (1946) düzeltici duygusal deneyim üzerine yaptığı çalışmayı takip eder: yeni duygusal deneyimler yoluyla duygusal düzeyde edinilen içgörü. Bu, genellikle terapötik ilişki içinde gerçekleşen bir şey olarak tanımlanır. Önemlisi, düzeltici duygusal deneyimler Alexander ve French (1946) tarafından terapötik ilişkinin dışında da gerçekleşen olarak tanımlanmıştır: “Eski, çözümlenmemiş çatışmayı yeni bir sonla yeniden deneyimlemek, her nüfuz eden terapötik sonucun sırrıdır. Sadece aktarım durumunda veya günlük yaşamında yeni bir çözümün gerçek deneyimi, hastaya yeni bir çözümün mümkün olduğuna dair inanç verir ve onu eski nevrotik örüntülerden vazgeçmeye teşvik eder” (s. 338, vurgular eklendi). Dahası, “Bu bağlamda, hastanın yeni duygusal deneyimlerinin terapötik durumla sınırlı olmadığını hatırlamak önemlidir; tedavinin dışında onu derinden etkileyen duygusal deneyimleri vardır” (s. 339).

    Yönlendirilmiş EDT-I’deki terapötik ilişki daha destekleyici olma eğiliminde olsa da, düzeltici duygusal deneyimlerin gerçekleşmediğine inanmak için hiçbir neden yoktur. Dahası, duygusal farkındalık ve savunma çalışması yoluyla EDT-I, hastayı hastanın günlük yaşamında düzeltici duygusal deneyimler olasılığına yönlendirir. Gelecekteki araştırmalar, EDT-I ile diğer EDT formları arasında değişim mekanizmalarında herhangi bir fark olup olmadığını açıklığa kavuşturmalıdır.

    Destekleyici Kanıtların Sunumu

    Bu bölümde internet tabanlı psikodinamik terapiyi destekleyen kanıt tabanı özetlenmiş ve SUBGAP’a dayalı iki çalışmadan ve EDT-I modeline dayalı iki çalışmadan elde edilen sonuçlar açıklanmıştır.

    SUBGAP

    Linköping Üniversitesi’nde profesör Gerhard Andersson liderliğindeki internet, sağlık ve klinik psikoloji araştırma grubu, SUBGAP’ın etkinliğini test eden iki randomize kontrollü çalışma yürütmüştür: biri YAB için, diğeri depresyon için. Yukarıda belirtildiği gibi, her ikisi de Make the Leap (Silverberg, 2005) kitabına dayanıyordu, ancak sırasıyla GAD ve depresyona uyacak şekilde örnekler ve materyallerle uyarlandılar.

    Andersson ve arkadaşları (2012) tarafından 2012 yılında yayınlanan YAB çalışması, SUBGAP’a (IPDT) dayalı internet tabanlı bir psikodinamik terapi protokolünü YAB için kabul görmüş bir internet tabanlı bilişsel davranış terapisi protokolüyle (ICBT) karşılaştırdı. Bekleme listesi koşulu da kontrol olarak dahil edildi. Her üç grupta da (her grupta 27 katılımcı) tedaviden sonra birincil sonuç ölçüsünde (Penn State Endişe Anketi) önemli semptom azalmaları oldu ve gruplar arasında önemli bir fark yoktu. Ancak 3 aylık takipte, hem IPDT protokolünün (d = 0.64) hem de ICBT protokolünün (d = 0.76) kontrole kıyasla önemli bir etkisi vardı. Tedavi kazanımları 18 aylık takipte korundu.

    Yine 2012’de yayınlanan Johansson ve arkadaşları, depresyon için özel olarak uyarlanmış 10 haftalık bir SUBGAP tedavisinin etkinliğini test etti. Tedavi, depresyon hakkında psikoeğitim içeren destekleyici bir tedaviyle (yani, oldukça aktif bir kontrol koşulu) karşılaştırıldı. Her grupta 46 katılımcı vardı. Her iki koşul da haftalık olarak terapistle iletişim içeriyordu. Tedavinin birincil sonuç ölçüsünde (Beck Depresyon Envanteri II) IPDT lehine büyük bir etkisi vardı ve gruplar arası etki boyutu d = 1.11 idi. Tedavi kazanımları 10 aylık takipte korundu.

    EDT-I

    Linköping Üniversitesi’ndeki araştırma grubu ayrıca internet tabanlı EDT’nin (EDT-I) etkinliğini test eden iki randomize kontrollü çalışma yürütmüştür. Bu denemelerin ilkinde (Johansson, Björklund, vd., 2013), karma depresyon ve/veya anksiyete bozuklukları olan 100 kişi, haftalık kontrollerle EDT-I tedavisine veya bekleme listesine rastgele atandı. Sonuç ölçütleri Hasta Sağlık Anketi 9 (depresyon) ve YAB ölçeği 7’ydi (anksiyete). EDT-I tedavisinin depresyon üzerinde büyük bir etkisi (d = 0.77) ve anksiyete üzerinde orta derecede büyük bir etkisi (d = 0.48) vardı. Tedavi kazanımları, anksiyete semptomlarında önemli bir azalma ile 7 aylık takipte korundu.

    Daha yakın zamanda, EDT-I modeli DSM-IV sosyal anksiyete bozukluğu olan bireyler için test edildi (Johansson ve ark., 2017). Bu çalışmada, sosyal anksiyete bozukluğu olan 72 hasta, sosyal anksiyete için uyarlanmış 10 haftalık bir EDT-I tedavisine veya bekleme listesi kontrol koşuluna rastgele atandı. Birincil sonuç ölçüsü olan Liebowitz Sosyal Anksiyete Ölçeği’nin kendi kendine değerlendirme versiyonunda, tedavi, tedavi sonrası kontrol koşuluna kıyasla büyük bir etkiye sahipti (d = 1.05). Çalışmada ayrıca, terapiden sonra önemli bir sürekli iyileşme ortaya koyan 2 yıllık bir takip gerçekleştirildi.

    Araştırma özeti

    Özetle, SUBGAP ve EDT-I biçimindeki internet tabanlı psikodinamik terapi üzerine mevcut ampirik araştırma, kontrol koşullarına kıyasla orta ila büyük etkilerle oldukça ümit verici görünüyor. Dört denemenin hepsi uzun vadeli takip değerlendirmesini içeriyordu ve zamanla tedavi kazanımlarının ve hatta iyileşmelerin sürdürüldüğünü gösterdi.

    Klinik Örnekler

    SUBGAP depresyon klinik örneği

    “Bayan S.”, orta ile şiddetli depresyonu yansıtan bir Beck Depresyon Envanteri puanı ve majör depresyon tanısıyla çalışmaya girdi. Orta yaşlıydı, yetişkin çocukları olan evli bir kadındı ve prestijli bir işi vardı. 10 yıldan uzun bir süredir, hepsi en az yarım yıl süren tekrarlayan depresif dönemler yaşamıştı. Karışık sonuçlar veren çeşitli antidepresanlar denemişti ancak her zaman olumsuz yan etkiler yaşamıştı.

    Tedavinin ilk haftasında, Bayan S. giriş bölümünü okudu ve terapistine hayatındaki zorluklar hakkında yazdı. Bayan S.’nin hikayesindeki merkezi tema, kendisine yüklediği yüksek taleplerdi ve buna asla yeterince şey yapmama hissi eşlik ediyordu. Tedavinin ikinci yarısında, Bayan S. kendisi için çok önemli olduğu ortaya çıkan bir içgörüye ulaştı. “Yaşam zevki” ve coşkusunun kendini eleştirmesini tetiklediği dikkatini çekti ve bunun iş durumlarında yaşadığı paradoksal kaygıyı ve tekrarlayan değersizlik duygularını anlamanın anahtarı olduğu ortaya çıktı.

    Bayan S. bunu anlamak için “neredeyse şaşırtıcı bir deneyim” olarak tanımladı. Bu içgörü Bayan S.’nin iş durumlarında yeni hareket etme yolları bulmasına yardımcı oldu ve bu da onun giderek daha az depresyon semptomu yaşamasına yol açtı. Bunu terapistine yazdı ve terapisti onu hem işte hem de kişisel ilişkilerinde bu yeni anlayışı keşfetmeye teşvik etti. 10 haftalık tedaviden sonra Bayan S. semptomlarından tamamen kurtulmuştu. Bayan S. SUBGAP yöntemini çok zaman alan ancak kesinlikle çabaya değen duygusal olarak zorlayıcı bir süreç olarak tanımlıyor. Tüm tedavi materyalini ayrıntılı olarak okudu ve kocasını da sürece dahil etti. Materyale geri dönebilmek için tüm metin bölümlerini gelecek için sakladı.

    EDT-I klinik örneği 1

    30’lu yaşlarının sonlarında bekar bir anne olan “Maria”nın depresyon ve takıntılı endişe geçmişi vardı. İlk modülden sonra (tanıtım ve duygulanım fobisi modelini kullanarak sorun formülasyonu), genel olarak duygularından kaçınmayı ve daha özel olarak da ruminatif düşünmeyi içeren bir kontrol ihtiyacı olduğunu fark etti. Ayrıca öfke nöbetleriyle ve kendini çok fazla eleştirmeyle mücadele etti. İlk bölümle çalıştıktan sonra Maria, “Sorunlarımın duygularımla ilgili olduğunu hiç düşünmedim. Bölümü okumak heyecan vericiydi ve kendim ve çeşitli durumlarda nasıl tepki verdiğim hakkında birçok düşünceyi gündeme getirdi.” dedi. Tedavi için kendi hedeflerini şöyle yazdı: “Daha iyi hissetmek istiyorum. Sürekli endişelenmeyi ve ilişkilerden kaçmayı bırakmak istiyorum. Etrafımda sürekli bir düşünce sürüsü olmadan kendimi iyi hissetmek istiyorum.”

    Üçüncü modül duygusal farkındalığı tanıttı. Bu, hem bir vücut tarama egzersizi hem de bu duyguların deneyimlendiği durumların anılarını aktive ederek kasıtlı olarak çeşitli duyguları ortaya çıkaran deneyimsel bir egzersiz kullanılarak yapıldı. Maria, vücut tarama egzersizini yaptıktan sonra terapistine şunları yazdı: “Egzersizi birkaç kez yaptım. Vücudumu ve nefesimi hissettim. Egzersizi tekrarladığımda yeni şeyler fark ettim. Sanırım bu deneyimden sonra eve götürdüğüm mesaj, vücudumda genellikle fark etmediğim çok fazla tepki olduğu gerçeğiydi.” Duygusal farkındalık egzersizinden sonra Maria şunları yazdı: “İkinci egzersizi de birkaç kez yaptım. İlk başta düşüncelerim çok fazla dönüyordu. Daha sonra gerçekten daha fazlasını hissettim. Mutluluk ve sevgiyi deneyimlemenin benim için en kolay haliydi diyebilirim. Utanç ve suçluluk gerçekten kaygı gibi hissettirdi veya belki de suçluluk bana kaygı verdi?” Son bir düşünce olarak şunları yazdı: “Muhtemelen birçok duygu hissettiğim ancak bunun farkında olmadığım tüm durumları düşünüyorum. Bunun yerine, duygularım üzerinde her zaman tüm bu kontrole sahiptim. Ve çoğu zaman, bunun farkında bile değildim! Bunu görmek gerçekten zordu. Bunu düşündüğümde çok ağladım. Başkalarına gösterdiğim şeylerin çoğu, taktığım bir maske gibi bir şey. Hafta boyunca bu konuda gerçekten üzgün hissettim ve bu, bu bölümle çalışmayı gerçekten zorlaştırdı.” Terapist, Maria’nın deneyimini doğruladı ve hayatta yıkıcı olan örüntüleri fark ettiğinizde acı hissetmenin alışılmadık bir şey olmadığını yazdı.

    Tedavinin ilerleyen dönemlerinde savunma çalışması yaparken Maria, kişilerarası ve iç dünyaya ait savunmaların bir listesini içeren bir çalışma sayfasıyla çalıştı. Maria’nın tanımladığı savunma örüntülerinden biri, örneğin üzgün hissetmek yerine kendini meşgul tutması veya gülümsemesi ve kahkaha atmasıydı. Duygusal yakınlıktan kaçınmak için etrafına nasıl “duvarlar ördüğünü” de görebiliyordu. “Şimdi insanlara yakınlaştığımda ne kadar çok konuşabildiğimi de görüyorum. Şimdi düşündüğümde, muhtemelen gerçekten yakın olmak istediğim ama belki de gerçekten yakın olmaya cesaret edemediğim insanlarla bu daha sık oluyor.” diye yazdı. Daha fazla düşündü: “Gerçekten çok fazla savunmam var! Bunları listede işaretlemek gerçekten gözümü açtı. Bununla ilgili karışık duygularım var ama gerçekten her şeyi netleştirdi. Kendimi açıklanan savunmaların çoğunda görebiliyorum.” dedi. “Geçen haftadan sonra devam etmek gerçekten zordu. Bir yanım tüm bunlardan kaçmak istiyordu ve hafta boyunca devam edip etmemem gerektiğini gerçekten düşündüm. Başarabilir miydim? Ancak, en azından bu haftaki modülü okumaya karar verdim ve yaptığım için mutluyum. Tüm savunmalarımı görmek zor olsa da, geçen haftanın sonuna göre işler çok daha kolay.”

    EDT-II klinik örneği 2

    40’lı yaşlarının ortasında evli bir adam olan “David” sosyal kaygıyla mücadele ediyordu. Sıkıntısının öfkeyle çok ilişkili olduğunu belirtti. Öfkesini doğrudan deneyimlemekten kaçınma yollarını, bastırma, pasif agresiflik, kendine saldırı ve diğer insanları memnun etme ihtiyacı gibi belirtti. Tedavi için birincil hedefi diğer insanlarla daha yakın ilişkiler kurmaktı. David, tedavi teknikleriyle çalışırken duygular arasında ayrım yapmada zorluk çektiğini anlattı. David’in terapisti, duyguları ayırt etmek için bir araç olarak farkındalık ve vücut taramasını kullanmasını önerdi. Etkileşimlerinde ayrıca sosyal durumlarda David’in duyguları kaygıdan ayırmada sorun yaşadığını ve deneyimle başa çıkmak için kullandığı savunmaları tartıştılar. Tedavi, David’in denemesi için teşvik edildiği adlandırma aracı adı verilen bir teknik içeriyordu.

    Tedavinin ilerleyen dönemlerinde David, “Hala duygularıma ulaşmanın zor olduğunu düşünüyorum. Sık sık onlarla bağlantı kurmaya çalışıyorum ama gerçekten hiçbir şey bulamıyorum. Ancak savunmalarımın olduğunu görebiliyorum. İçimdeki ‘düşünen’ kısım bazen bunu zorlaştırıyor. Önceki araçlarla devam eden çalışmalara gelince, hala farkındalıklı izleme aracını ve adlandırma aracını uyguluyorum. Ayrıca açık kalma aracını da ekledim. Bunu kullandığımda, deneyimime gerçekten açık olduğumu, yani o pozisyonda kaldığımı hissediyorum.”

    Terapinin sonuna doğru David, “Yine de söylemeliyim ki, bu tür çalışmaları seviyorum. Daha önce birçok şey denedim ve bu tamamen yeni bir şey. Benim gibi düşünen bir adam için, duygularla ilgili bu şey keşfetmek için heyecan verici.” diye yazdı.

    Sonuç

    İnternet üzerinden yönlendirilmiş öz yardım biçiminde psikodinamik terapi, psikodinamik prensiplerin modern bir uygulamasıdır. Bu uygulama biçimi, aksi takdirde gelişmiş psikolojik müdahaleye erişimi olmayabilecek bireylere ulaşma potansiyeli açısından umut vaat etmektedir. Diğerleri için, internet uygulaması tercihlerine ve yaşam taleplerine ideal olarak uygun olabilir. Dört randomize kontrollü çalışmadan elde edilen sonuçlar, hem kısa vadede hem de uzun vadede depresyon ve anksiyete bozukluklarının tedavisinde güçlü etkilere dair teşvik edici kanıtlar sunmaktadır.

    Bu bölümü sonlandırırken, Alexander ve French’in (1946) şu sözleri zamansız ve üzerinde düşünülmeye değerdir: “Kitabımızın yalnızca bir başlangıç ​​olduğuna inanıyor ve umuyoruz ki, son elli yılda bu hayati bilim dalında, insan kişiliğinin incelenmesinde biriken tüm ayrıntılı bilgileri kullanarak özgür, deneysel bir ruhu teşvik edecek ve giderek daha fazla zaman ve emek tasarrufu sağlayan ve daha fazla insan ihtiyacına uyarlanmış psikoterapi yöntemleri geliştirecektir” (s. 341).

    İnternet tabanlı psikodinamik terapideki son gelişmeler, bu çalışmanın aynı deneysel ruhla, tüm dünyadaki acı çeken bireylere fayda sağlayacak şekilde sürdürülmesinin bir yolu olabilir.

  • Çağdaş Psikodinamik Psikoterapide Döngüsel İlişkisel Örüntülerle Çalışmak (2. Bölüm)

    Mark J. Hilsenroth ve Seth R. Pitman

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 2. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Hastaların döngüsel ilişkisel örüntülerinin aktif keşfi, psikodinamik psikoterapinin temel odak noktasıdır. Bu örüntülerin hastaların hayatlarında, terapötik ilişkide ve terapötik değişim sürecinde oynadığı rol hakkındaki fikirler, psikodinamik teorideki gelişmeler ve ilerleyen ampirik kanıtlarla birlikte yıllar içinde evrimleşmiştir. Günümüzde psikodinamik klinisyenler, hastanın sorunlarının doğasına, terapist ve hasta değişkenlerine ve kullanılan belirli terapötik yaklaşıma bağlı olarak döngüsel ilişkisel örüntülerle çalışmak için çeşitli yaklaşımlar benimseyebilirler. Psikodinamik okullar içinde, hastaların aktarımını yorumlamanın nispeten kısıtlı yaklaşımından, seans içi, şimdi-ve-burada içeriğinin daha tanımlayıcı ve deneyime yakın işlenmesine doğru bir hareket olmuştur. Bu bölümde, hastaların döngüsel ilişkisel örüntüleriyle çalışmanın yeni ve ortaya çıkan yollarının evrimini izliyoruz ve ilgili kanıtların yanı sıra klinik uygulamalar da sağlıyoruz.

    Aktarım ve aktarımın yorumu

    Terapötik ilişkide çalışmanın önemi ilk olarak Freud (1916) tarafından, hastaların terapiste, hastanın geçmişindeki önemli figürlerle önceki ilişkisel deneyimlerine dayalı nitelikler atfettiği fanteziye dayalı bir intrapsişik fenomen olan aktarım kavramını geliştirmesiyle fark edildi. Freud, aktarımları, “şimdiki zamanın koşullarına benzer, ancak ölçülemeyecek kadar daha önemli” olan geçmişin rahatsız edici hayaletleri olarak görüyordu (1905/1953, s.109). Freud’un orijinal kavramsallaştırmasının merkezinde, hastanın terapiste verdiği aktarımsal tepkinin doğası gereği gerçekçi olmadığı anlayışı yer alır. Bu nedenle (1917/1963) “Hastaya duygularının şimdiki durumdan kaynaklanmadığını ve doktorun kişiliğine uygulanmadığını belirterek aktarımın üstesinden geliriz” (s. 443-444, vurgular eklendi) demiştir. Psikodinamik psikoterapi aktarımın önemini vurgulamaya devam ederken, bugüne kadar aktarım tezahürlerinin “bir camın arkasından, karanlık bir şekilde” görülen terapötik ilişkinin son derece gerçek dışı bir perspektifini yansıttığı iddiasını destekleyen çok az ampirik kanıt bulunmaktadır. Bu konuyla paralel olarak, daha yakın tarihli psikanalitik yazarlar, aktarım kavramının terapist ile danışan arasındaki etkileşimin terapistin katkısını da hesaba katan ek yönlerini içermesi gerektiğini öne sürmüşlerdir (Ehrenreich, 1989; Gabbard, 2000; Gill, 1984; Høglend & Gabbard, 2012).

    Aktarım araştırması, dikkatli gözlem yoluyla güvenilir bir şekilde işlevselleştirilebileceğini ve değerlendirilebileceğini göstermiş olsa da, terapi sürecinde nasıl ortaya çıktığı ve hastaların sorunlu, karakteristik ilişkisel örüntülerini nasıl yansıttığı ve onlardan nasıl ayrıldığı daha az açıktır. Araştırmacılar, aktarım yapısını çeşitli bakış açılarından ve birkaç çalışma tanımı kullanarak işlevselleştirmeye çalışmışlardır. Gelso, Hill, Mohr, Rochlen ve Zack (1999), terapötik ilişki içinde iki aktarım ölçümü modeli ayırt etmiştir: doğrudan ölçüm (seans içindeki hasta tepkilerinin ve duygularının tedavi durumu için açıkça gerçekçi olmadığı şeklinde değerlendirildiği) veya dolaylı ölçüm (hastaların tedavi sırasında ortaya çıktıkları şekliyle ortak ilişkisel örüntülerini ve duygularını değerlendiren ancak bu tür tepkilerin gerekçesini çıkarsamadan). Aktarımın doğrudan bir ölçüsü olan Missouri Aktarım Tanımlama Ölçeği (MITS) (Multon, Patton ve Kivlighan, 1996), terapistlerden hastalarının aşırı ve gerçekçi olmayan duygusal veya davranışsal tepkilerini tanımlayan sıfatları derecelendirmelerini ister. MITS’in ilk geçerliliği, danışanın annesine (babasına değil) ilişkin kendi bildirdiği görüşünün, danışman tarafından tanımlanan aktarım tepkileriyle önemli ölçüde ilişkili olduğuna dair kısmi destekleyici kanıt buldu. Bu bulgu daha sonra Woodhouse, Schlosser, Crook, Ligiéro ve Gelso (2003) tarafından, terapistlerin anne bakımını soğuk ve reddedici olarak algılayan danışanlarda daha olumsuz aktarım tepkileri gözlemlemeleri ile tekrarlandı. Multon ve diğerlerinin (1996) sonuçları da danışanın seans içi tepkileri ile danışmana ilişkin olumsuz algıları arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu öne sürdü. Danışan terapistini daha kontrolcü ve daha az arkadaş canlısı olarak algıladığında, danışman danışanda daha fazla olumsuz aktarım tepkisi gözlemledi. Terapötik sürecin bağımsız gözlemci değerlendirmelerinin eklenmesi olmadan, bu olumsuz aktarım tepkilerinin danışanların danışman hakkındaki gerçekçi olmayan yanlış yorumlamalarına mı yoksa danışmanın etkileşimsel duruşuna ilişkin gerçekçi değerlendirmelerine mi dayandığını formüle etmek zordur. Olumsuz aktarımın genel derecelendirmeleri düşüktü ve yalnızca danışmanların olumlu aktarım derecelendirmeleri, bir seansta meydana gelen genel aktarım “miktarına” ilişkin algılarıyla önemli ölçüde ilişkiliydi. İlişkisel etkileşimlerin içsel çarpıtmalarının (hasta-terapist ilişkisinin çarpıtılmasıyla örneklenen) hastaları tedaviye getiren sorunların özünde olduğu teorize edilirse, aktarım tepkilerinin çoğunun, özellikle terapötik karşılaşmanın başlarında, olumsuz olmasını makul bir şekilde beklemek gerekir.

    Benzer şekilde, bir dizi yazar, Graff ve Luborsky’nin (1977) terapist değerlendiricileri tarafından gözlemlenen pozitif, negatif ve aktarım miktarının tek maddeli ölçümlerini kullanmıştır. Bu derecelendirmeler, Multon ve meslektaşlarının olumlu ve olumsuz aktarım ölçekleriyle örtüşen mütevazı psikometrik nitelikler sergilerken, tedavi boyunca aktarım puanlarının seyriyle ilgili bulgular tutarsızdır; çalışmalar, aktarımın başarılı psikanalitik çalışma boyunca arttığını (Graff & Luborsky, 1977; Patton & Kivlighan, 1997) ancak başarılı analitik olmayan veya teorik olarak heterojen tedavinin son kısmında azaldığını öne sürmektedir (Gelso, Kivlighan, Wine, Jones & Friedman, 1997). Son olarak, bu aktarım ölçüm araçlarının açıkça gerçekçi olmayan ve aşırı ilişkisel tepkileri değerlendirmek üzere tasarlanmış olmalarına rağmen, terapötik ilişkide samimiyet ve gerçekçilik konusunda danışan ve terapist derecelendirmeleri ile tutarlı bir şekilde anlamlı ters ilişkiler kanıtlamamaktadır (Gelso, 2002; Marmarosh vd., 2009).

    Aktarım kavramını işlevsel hale getirme girişimine ek olarak, psikoterapi araştırmacıları aktarım yorumunun terapötik bir teknik olarak etkisini izole etmeye ve incelemeye çalışmışlardır. Terapötik bir yorum, örtük örüntülerin açık bir şekilde birbirine bağlanması olarak kavramsallaştırılabileceği ve aktarım kendini içsel durumlar ve dışsal deneyimlerin kesişimiyle gösterdiği için, üç ana aktarım yorumlama “yolu” mümkündür. Geçmiş figürlere (genetik yorumlar), psikoterapi dışındaki güncel ilişkilere (ekstratransferans yorumları) ve/veya hasta-terapist etkileşimine (transferans yorumu) bağlantılar kuran yorumlar yapılabilir (Høglend ve Gabbard, 2012; Malan, 1979; McCullough ve ark., 2003). 1999 yılında Bøgwald, Høglend ve Sorbye (1999) ilk olarak spesifik terapötik teknik (STT) ölçeğini (Høglend, 1994) rapor ettiler; bu, hasta-terapist etkileşimini ve aktarım fenomenini ele alan terapist müdahalelerinin sıklığını ölçmek için kısa ve etkili bir psikoterapi süreci ölçeğidir. STT ölçeğinin yalnızca bir yönü, geleneksel olarak anlaşıldığı şekliyle genetik aktarım yorumlamaları ile ilgilidir (yani, terapist önemli diğer kişilerle ve/veya ebeveynlerle kişilerarası tekrarlayan örüntüleri keşfetmeye çalışır ve bu örüntüleri hasta ile terapist arasındaki etkileşimlere bağlar). Geriye kalan unsurlar daha özel olarak hasta-terapist ilişkisine odaklanır (örneğin, “terapist hasta-terapist ilişkisindeki etkileşimleri ele alır”, “terapist hastayı terapist, terapi ve/veya hasta-terapist ilişkisi hakkındaki düşünceleri ve hisleri keşfetmeye aktif olarak teşvik eder” ve “terapist hastayı, terapistin hasta hakkında nasıl hissedebileceğini veya düşünebileceğini tartışmaya teşvik eder”).

    Geleneksel klinik akıl, daha fazla psikolojik kaynağa ve daha olgun ilişkilere sahip hastaların, aktarım yorumunun derinliğinden ve karmaşıklığından faydalanacağı yönündedir (Gabbard, 2006; Sifneos, 1992). Ancak, birkaç çalışma, hasta nesne ilişkileri kalitesi (QOR: quality of object relations), tedavi ilişkisinin araştırılması (STT ölçeğiyle ölçülen aktarım yorumlarının kapsamında; Høglend, 1994) ve sonuç arasındaki etkileşimlerin karmaşık ve yorumlanması zor olduğunu göstermiştir. Örneğin, iki çalışma daha fazla sayıda aktarım yorumunun yüksek QOR’lu hastalarda olumsuz sonuç etkilerine yol açtığını göstermiştir (Høglend, 1993; Piper ve ark., 1991), buna karşın iki çalışma yüksek QOR’lu hastalarda olumlu veya eşdeğer etkiler bulmuştur (Connolly ve ark., 1999; Ogrodniczuk, Piper, Joyce ve McCallum, 1999). Bu çalışmalar bu tutarsızlığı aktarım yorumlarının sıklığı açısından tartışmıştır; ilk çalışmalarda seans başına yüksek seviyeler (yani 5-6 arası) kullanılmışken, ikinci çalışmalarda seans başına düşük ila orta seviyeler (yani 1-4 arası) kullanılmıştır (Høglend, 1993; Piper, Ogrodniczuk ve Joyce, 2004). En son deneysel bir çalışmada, yüksek QOR’lu hastalar aktarım yorumlamalarıyla ve yorumlamalar olmadan tedavilerden eşit şekilde faydalanırken, düşük QOR’lu hastalar aktarım yorumlamaları içeren tedavilerden daha fazla faydalandı; bu etki uzun vadeli takipte de devam etti (Høglend ve ark., 2006; Høglend ve ark., 2008; Høglend, Johansson, Marble, Bøgwald ve Amlo, 2007).

    Önceki deneysel çalışmalar geleneksel olarak aktarım yorumlarının iletilmesindeki yeterliliği değil sıklığı incelediğinden, yukarıda açıklanan karışık sonuçlar, daha yüksek düzeyde aktarım yorumu içeren tedavilerin terapistlerin yorumlayıcı unsurları veya duruma uymayan yanlış kavramsallaştırmaları zorlama girişimlerini yansıtabileceğini düşündürebilir. Terapötik yanlış dönüşler, yanlış yönlendirmeler ve vaka düzeltmeleri tedavinin kaçınılmaz bir parçasıdır, ancak yorumlayıcı çalışma benzersiz bir tehlike ortaya çıkarır: yanlış yorumları haklı olarak reddeden veya göz ardı eden hastalar “dirençli” veya “savunmacı” olarak görülebilir ve bu da bazı terapistlerin yorumlayıcı duruşlarını artırmasına yol açabilir. Høglend ve Gabbard’a (2012) göre, “klinisyenlerin yüksek dozda aktarım yorumlarının (seans başına ortalama 4-6 arası veya daha fazla) hasta direncini ve savunmacılığını aşmadığını ve aslında olumsuz bir terapötik sürece katkıda bulunabileceğinin farkında olmaları gerektiği sonucuna varmak adil görünüyor” (s. 454). Bu sonuçlar ayrıca, terapötik ilişkiye seans içi odaklanmanın, ittifakın yüksek olduğu bulunduğunda en etkili olduğunu öne süren yeni verilerle de tutarlıdır (Ryum, Stiles, Svartberg ve McCullough, 2010; Schut ve diğerleri, 2005).

    Yukarıda incelenen kanıtlara dayanarak, aktarım yorumlamaları büyük olasılıkla psikodinamik psikoterapide tek veya birincil değişim mekanizması değildir. Aktarım yorumlamasının terapötik bir teknik olarak etkinliği henüz tam olarak belirlenmemiştir ve bu fenomenin çeşitli klinik ve araştırma tanımlarına, QOR veya içgörü gibi hasta özelliklerine ve terapötik ilişkinin bağlamına (yani terapötik ittifak) bağlı olarak değişken görünmektedir. Aktarım fenomenlerinin çağdaş, ampirik temelli kavramsallaştırılması, terapötik ilişkinin, gelişimsel tarihte kök salmış kişilik stillerinden etkilenen ancak geçmişteki etkileşimlere dayalı basit bir çarpıtma olmayan benzersiz ve yeni bir ilişkisel deneyim olduğu görüşünü desteklemektedir.

    Şimdi-ve-burada döngüsel ilişkisel örüntüler ile çalışmak: terapötik anlıklık (therapeutic immediacy)

    Bu araştırma bulgularının tartışılması, hastaların psikoterapiye ilişkisel bir tabula rasa olarak girdiğini öne sürmek değildir. Bireyler, psikoterapi de dahil olmak üzere ilişkisel bağlamlarda gözlemlenebilir ve istikrarlı olabilen, başkalarıyla ilgili karakteristik düşünme ve ilişki kurma örüntüleri sergilerler. Luborsky (1977; Luborsky & Crits-Christoph, 1998) bu ilişkisel şablonları, üç unsurdan oluşan temel çatışmalı ilişki temaları (CCRT: core conflictual relationship themes) olarak sınıflandırmıştır: kişilerarası istekler, başkalarının gerçek veya hayal ürünü (fantasized) tepkileri ve benliğin tepkileri. CCRT ölçekleri tatmin edici bir iç tutarlılık gösterir ve bağımsız değerlendiriciler tarafından güvenilir bir şekilde puanlanabilir. Hastaların hayatlarındaki önemli diğer kişilerle olan ortak CCRT örüntüleri, terapistle psikoterapi etkileşimleri boyunca ortaya çıkan benzer etkileşim bileşenleriyle bir dereceye kadar ilişkilidir (Barber, Foltz, DeRubeis ve Landis, 2002).

    Çağdaş psikodinamik kuramcılar, terapötik ilişkiyi yalnızca terapötik çalışmanın önemli bir temeli olarak değil, aynı zamanda değişim sürecinin temel mekanizmalarından biri olarak görmektedirler; bu süreç, seans içindeki şimdi-ve-burada yaşananların keşfi yoluyla gerçekleşir (Strupp ve Binder, 1984). Bu, terapistin ikili ve ilişkisel bir bakış açısıyla (Cooper, 1987; Safran & Muran, 2000; Wachtel, 1993, 2008) dahil olduğu tedavi ilişkisindeki etkileşimler hakkındaki hastaların düşüncelerini ve duygularını keşfetmeyi ve bu keşfi doğrudan geçmiş bir ilişkiye bağlamamayı (daha geleneksel intrapsişik çarpıtma bakış açısında olduğu gibi) içerir. Bu teorik bakış açıları arasındaki fark (biri öncelikli olarak şimdi-ve-buradaya odaklanırken diğeri geçmiş ilişkilerden kaynaklanan çarpıtmalara odaklanır) genellikle seans içi hasta-terapist etkileşimleri üzerine yapılan araştırmalarda suyu bulandıran önemli bir ayrımdır. Bu bakış açılarının tanımsal belirsizliğini aşmak için Hill ve diğerleri (2008) aktarım yorumları ile terapistin yakınlığı olarak adlandırdığı şey arasında bir ayrım yaptı (“terapi seansı içinde terapistin danışan hakkında, kendisini danışanla ilişkide olarak veya terapötik ilişki hakkında nasıl hissettiğini açması (disclosure)”, s. 298). Terapötik ilişkiye odaklanmanın genel olarak ilişki sorunlarını ele almak, terapötik ilişkiye özgü önemli konuları tartışmak, hastaları uyumsuz örüntüleri tanımaya zorlamak, seanstaki örtülü iletişimi daha doğrudan hale getirmek, hastaya geri bildirim sağlamak ve hastaya kişilerarası sorunları nasıl çözeceğine dair bir model sunmak için kullanılabileceğini öne sürdü.

    Terapötik ilişkinin daha etkileşimli ve ikili doğasını yakalamak için bu tanım yakın zamanda terapist veya danışan-terapist ilişkisi hakkında danışan tarafından duyguların açılmasını da yansıtacak şekilde genişletilmiştir. Kuutmann ve Hilsenroth (2012), terapist ve hasta arasındaki ilişki hakkında terapi seansı içerisinde yapılan herhangi bir tartışmayı ve şimdi-ve-burada danışan-terapist ilişkisinde meydana gelenleri işlemeyi içeren revize edilmiş terapötik anlıklık terimini önermiştir. Terapötik yakınlığın tipik örnekleri arasında şunlar yer alır: (1) bir seans sırasında diğer ilişkilerde ele alınan kişilerarası ve duygusal temaların terapötik ilişkide nasıl ifade edilebileceği veya meydana gelebileceğine dair paralellikleri keşfetmek; (2) terapötik ilişki veya tedavi süreciyle ilgili olarak seans içerisindeki anlık bir duygu veya ilişkiyi ifade etmek; (3) terapötik ilişkideki bir üyenin (danışan veya terapist) diğerinin bakış açısını (düşünceler veya duygular) alması istenmesi; (4) taraflardan birinin veya her ikisinin odadaki anlık terapötik etkileşim veya duyguda olup biteni düşünmek veya işlemek istemesi; (5) ilişkide kaçınılmış veya fark edilmemiş olabilecek duygusal deneyimleri keşfetmek; (6) bir kopma olayını ele almak; (7) terapötik ilişki veya tedavi süreciyle ilgili olarak meydana gelen işlevsellikte uyumlu değişiklikleri tanımak; (8) terapötik ilişkide veya tedavi sürecinde katılımı, dahil olmayı veya daha büyük deneyimlemeyi açıkça desteklemek, onaylamak ve doğrulamak; ve (9) terapötik ilişkinin sonlandırılmasının işlenmesi. Bu nedenle terapötik anlıklık, şimdi-ve-burada farkındalığına odaklanarak hasta için düzeltici bir duygusal-ilişkisel deneyim yaratmayı amaçlar. Bu yaklaşım, hastanın seans sırasında ortaya çıkan önceki, yer değiştirmiş uyumsuz etkileşimsel örüntülerinin kökenini keşfetmesine ve anlamasına yardımcı olmak için aktarım yorumlarının kullanılmasına zıttır.

    Deneyimli psikodinamik ve kişilerarası yönelimli terapistlerin yer aldığı son üç vaka çalışmasında, hem nicel hem de nitel yöntemler kullanılarak yakınlığın faydaları incelenmiştir (Hill vd., 2008; Kasper, Hill ve Kivlighan, 2008; Mayotte-Blum vd., 2012). Anlıklık miktarı vakalar arasında değişse de, anlıklık her çalışmada danışanın duygusal farkındalığını veya iç görüsünü teşvik etme, terapötik ilişkideki sorunları çözmeye yardımcı olma, korelatif bir ilişkisel deneyimi kolaylaştırma ve terapi dışında ilişki sorunlarını çözmek için bir model sağlama olarak görülmüştür. Çalışmalar ayrıca belirli hasta faktörlerinin terapistlerin yakınlığı ve tedavi üzerindeki etkisini nasıl kullanabileceğini etkileyebileceğini ileri sürmüştür. Örneğin Kuutmann ve Hilsenroth (2012), tedavi öncesi kişilik patolojisinin ve kişilerarası sorunların daha yüksek seviyelerinin, tedavinin başlarında hasta-terapist ilişkisine daha fazla odaklanma ile pozitif korelasyonlu olduğunu bulmuştur. Bu özellikle soğuk/uzak kişilerarası bir tarza ve düşük öz saygıya sahip hastalar için geçerliydi. Dahası, bu iki tedavi öncesi hasta özelliği terapi süreci boyunca önemli bir değişim göstermiştir ve bu belirli hasta özelliklerindeki (soğuk/uzak kişilerarası tarz ve düşük öz saygı) değişim miktarı, tedavinin başlarında hasta-terapist ilişkisine daha fazla odaklanma ile önemli ölçüde ilişkiliydi. Yani, erken seansta hasta-terapist etkileşimlerine odaklanmayla sonradan ilişkili olan tedavi öncesi hasta özellikleri, daha sonra terapi boyunca bu müdahalenin daha fazlasının kullanımıyla ilişkili olan değişim gösterdi. Ek olarak, bu çalışmadan elde edilen sonuçlar, QOR (yani daha yüksek nesne ilişkileri seviyeleri) ile hasta-terapist ilişkisine daha fazla erken tedavi odağı arasındaki etkileşim etkisinin, hastaların soğuk/uzak kişilerarası sorunlarında daha sonraki değişiklikleri olumlu etkilediğini buldu. Çalışmada kullanılan terapötik ilişki değişkenine odaklanma, aktarım yorumlarına özel olarak odaklanmadan çok daha geniş kapsamlıydı ve hasta-terapist etkileşiminin herhangi bir seans içi tartışmasını, yani daha önce listelenen dokuz terapötik anlıklık örneğini, bunların yorumlayıcı olup olmadığına bakılmaksızın kapsıyordu.

    Son olarak, araştırmalar terapötik anlıklığın bir yönünün etkilerine de odaklanmıştır: terapistin seans içi veya seans dışı içeriği kendi kendine açması. Terapistin kendini açmasının (self-disclosure) savunucuları, güvenli ve empatik bir terapötik ilişkiyi beslemede terapistin açıklığı, gücü ve kırılganlığı modellemesinin önemini vurgulayan Rogers tarafından ortaya atılan birey odaklı gelenekten doğmuştur. Bu daha açık duruş, terapistin açılmasının terapi sürecine olası olumsuz etkileriyle ilgili geleneksel psikanalitik endişelerle çelişmektedir; Freud’un terapisti “boş ekran” olarak nitelendirmesi (1912/1958) bu konuda dikkatli olmayı önermektedir. Terapistin kendini açması, açılanın duygusal niteliği (olumlu veya olumsuz içerik değerliği), açılan bilginin danışanla benzerlik veya farklılık gösterip göstermediği ve seans sırasında meydana gelen içerikle ilgili olup olmadığı (seans içi; örn., “Bugünkü seansımızda alışılmadık şekilde gergin hissediyorum”; “Şu anda bunun üzerinde ne kadar çok çalıştığınızı takdir ediyorum”) veya terapi bağlamının dışında olup olmadığı (seans dışı; örn., “Ben de oraya gittim”; “Sevdiğiniz birini kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu biliyorum”) gibi bir dizi matriste deneysel olarak incelenmiştir. Seans içi terapist kendini açması, karşı aktarım açılımları (Myers & Hayes, 2006) ve terapötik anlıklık dahil olmak üzere (ancak bunlarla sınırlı olmamak üzere) bir dizi diğer benzer yapıyla örtüşmektedir.

    Yakın zamanda üç kontrol koşulu kullanarak yapılan randomize kontrollü bir çalışma, içgörüye psikodinamik bir odaklanma içeren kısa bütünleşik bir terapi biçimi içinde terapistin kendini ifşa etmesinin sıkıntı semptomları üzerindeki etkisini inceledi (Ziv-Beiman, Keinan, Livneh, Malone ve Shahar, 2016). Yazarlar, terapistin anında (seans içi) kendini açmasıyla desteklenen bütünleştirici psikoterapinin, aktif semptomatik hastalarda psikiyatrik semptomları azaltmada, kendini açmayan ve anında olmayan (seans dışı) kendini açma koşullarına göre daha başarılı olduğunu buldular. Anında kendini açan gruptaki terapistler, kendini açmayan gruptakilere göre daha olumlu karşılandı. Yazarlar, bu bulguların, çok sıkıntılı hastaların, terapistin kendini açmasıyla temsil edilen daha destekleyici, güven verici bir terapist duruşundan daha fazla fayda sağladığını ve anında iletişimin kullanımının tedavi kopukluklarının çözümünü kolaylaştırmaya yardımcı olabileceğini ve düzeltici ilişkisel deneyime (CRE: corrective relational experience) katkıda bulunabileceğini gösteren önceki araştırmalarla uyumlu olduğunu öne sürdüler (Hill vd., 2008; Kasper vd., 2008; Mayotte-Blum vd., 2012).

    Tedavi kopuklukları ve düzeltici duygusal-ilişkisel deneyimlerle ilgili terapötik anlıklık

    Terapötik ilişkiye odaklanmanın özellikle önemli olduğu bir alan tedavi kopuşlarıdır (treatment ruptures) (Hill vd., 2008; Muran vd., 2009). Örneğin, Rhodes, Hill, Thompson ve Elliot (1994) tarafından bu alanda yapılan erken bir çalışma, terapötik ilişkiye odaklanmanın, terapistle kopuşlara dair hasta raporlarının çözümlenmesinde önemli bir faktör olduğunu bulmuştur. Bu nedenle tedavi kopuşlarını çözmeye yönelik stratejileri belirlemek ve yaymak psikoterapide etkinliği artırmak için önemlidir. Bu fikri daha da geliştiren Safran ve Muran (2000), terapötik ittifakta kopuşların nasıl çözüleceğine dair iki aşamalı süreç modeli önerdiler; bu modellerde terapötik ilişkiye odaklanmak, bu kopuşların nihai çözümünde figüratif bir rol oynar. Bu iki model, farklı kopuş alt tiplerine dayanmaktadır: geri çekilme (withdrawal) ve yüzleşmeyi (confrontation) temsil edenler. Çekilme kopmaları, aşırı uyumlu hastalarda veya ilişkide ihtiyaçlarını ifade etmekte zorluk çeken kaçınmacı hastalarda meydana gelebilir. Yüzleşme kopmaları, terapiste veya tedaviye karşı doğrudan ifade edilen düşmanlık veya kızgınlık olarak ortaya çıkar. Safran ve Muran’a göre, hem çekilme hem de yüzleşme durumlarında terapist, kopma etkileşimlerine hastanın duygularını ve inançlarını [diğerinin beklenen tepkisi veya temel çatışmalı ilişkisel tema (CCRT), Luborsky, 1984] güçlendirecek şekilde yanıt vererek kolayca hastanın döngüsel ilişkisel örüntülerine gömülür. Terapistin, hastanın uyguladığı döngüsel örüntülerden kendini soyutlaması için hastanın dikkatini terapötik ilişkinin şu anki haline yönlendirmesi gerekir. Bu nedenle, şu anki terapötik ilişkiye odaklanmak, hastanın etkileşimin altta yatan yorumunu keşfetmenin bir yoludur ve hastanın farkına varmasına ve düzeltici bir duygusal-ilişkisel deneyim yoluyla uyumsuz kişilerarası örüntülerini değiştirmesine yardımcı olur.

    Tedavi kopukluklarına ek olarak, Huang, Hill, Strauss, Heyman ve Hussain (2016), hastaların çoğunluğunun psikodinamik-kişilerarası psikoterapi sırasında düzeltici ilişkisel deneyim (CRE) yaşadıklarını ve  genellikle bu deneyimlerin öncelikle olumlu olarak görülen ancak bu süreçte bazı zorluklarla karşılaşılmayan terapötik ilişkiler bağlamında gerçekleştiğini buldu (örneğin, kişilerarası sorunların yeniden canlandırılması). Terapistler, güvenilirliklerini ileterek, hastaların terapinin dışında ve terapötik ilişki içinde gösterdikleri uyumsuz kişilerarası örüntülerini aktif bir şekilde tespit ederek düzeltici ilişkisel deneyimlerine olanak sağladılar. Düzeltici ilişkisel değişimler, hastanın kendisini ve terapiyi yeni yollarla kullanmasını ve hastanın ilişkisel ve davranışsal örüntülere dair yeni bir içgörü kazanmasını içeriyordu. Bu hastalar, CRE’lerin terapötik ilişkinin derinleşmesine ve olumlu kişilerarası değişikliklere yol açtığını bildirdiler, ancak bazı hastalar özellikle davranışsal örüntülerindeki değişikliklerden rahatsız olduklarını da bildirdiler.

    Yukarıda açıklanan müdahalelerin birçoğu ile aktif olarak destekleyici bir ortamın sağlanması ve Safran ve Muran’ın (2000) kopma ve onarım modeli arasındaki tutarlılığı da not etmek isteriz. Bu model, başkalarından psikolojik/duygusal mesafeyi azaltmak için bağlanma teorisine dayalı stratejileri içerir. Bu mesafe azaltıcı bağlanma stratejileri şunları içerir: (1) diğerinin mesajını açıkça kabul etmek veya dikkate almak, (2) diğeriyle bilgi paylaşma niyeti veya isteği göstermek, (3) diğeriyle benzerliği veya paylaşılan deneyimi keşfetmek ve (4) diğerine karşı olumlu duygu ve desteği ifade etmek (Hess, 2002). Bu nedenle terapistle daha uyarlanabilir (yani düzeltici) duygusal-ilişkisel deneyimler sağlamak psikodinamik psikoterapinin önemli bir yönüdür ve özellikle soğuk/mesafeli ilişkisel bir stile sahip hastalar için geçerli olabilir. Özetle, Hess (2002), Hill, Knox ve Pinto-Coelho (2018), Hill ve diğerleri (2008), Wachtel (1993, 2008), McCullough ve diğerleri (2003) ve Safran ve Muran’ın (2000) çalışmalarıyla tutarlı olarak, terapötik ilişkinin şimdi-ve-burada seans içi işlenmesinin en iyileştirici yönünün, hastaların aşina oldukları ilişki örüntülerini aydınlatırken aynı zamanda daha uyumlu bağlanma stratejileri ve kişilerarası işleyiş için bir şablon sağlamaktan oluştuğunu öne sürüyoruz. Bu aşina örüntülerin ifadelerini yorumlayıcı bir şekilde arkaik veya genetik ilişkilere bağlamak yerine, döngüsel ilişkisel örüntülerle çalışmaya yönelik bu yaklaşım, terapist ve hasta arasında yaratılan yeni bir ilişkide incelenen canlı bir duygusal-ilişkisel etkileşim için yeni fırsatları vurgular ve kullanır.

    Sonuç

    Yukarıda gözden geçirildiği gibi, aktarım yorumlamalarının etkinliğini destekleyen önceki kanıtlar genellikle hasta özelliklerine bağlıdır. Ek olarak, araştırma kanıtları, destekleyici dinamik terapi formlarının veya hem destekleyici hem de yorumlayıcı (yani açıklayıcı) bileşenleri birleştiren dinamik terapilerin, daha yorumlayıcı dinamik tedavi formlarıyla karşılaştırıldığında oldukça etkili ve faydalı olduğu giderek daha fazla ortaya çıkmaktadır (Leichsenring, Leweke, Klein ve Steinert, 2015). Tekil bir yorumlayıcı tedavi odağı ve destekleyici tekniklerin yasaklanmasının, hasta-terapist ilişkisini inceleyen tekniklerin optimum kullanımıyla ilgili mevcut verilerle tutarsız görünen yanlış bir uygulama ikilemini temsil ettiğine inanıyoruz. Burada gözden geçirilen bulgularla tutarlı olarak, yorumlayıcı çalışmaya yönelik optimum yaklaşım, seans başına düşük ile orta sayıda (1-4) müdahalede bulunarak hasta-terapist ilişkisini inceleyerek ve güçlü bir terapötik ittifak bağlamında bulunur gibi görünmektedir (bkz. Kuutmann ve Hilsenroth, 2012; Ryum ve ark., 2010; Schut ve ark., 2005). Terapötik ilişki sıklıkla yakın, duygusal olarak yüklü, asimetrik ve tipik olarak besleyici bir ilişki olarak deneyimlendiğinden, psikoterapinin düşünce, duygu ve çatışmanın bağlanma ile ilgili birçok örüntüsünü harekete geçirmesi muhtemeldir (Fonagy ve diğerleri, 1996; Seligman ve Csikszentmihalyi, 2000). Tedavi durumunu, dekonstrükte edilmesi gereken yorumlayıcı bir uyaran alanı olarak görmek yerine, terapötik ilişki, hasta-terapist ilişkisel deneyimlerinin canlı olarak incelenmesinin hastanın yakın kişilerarası ilişkilerinin bazı aşina örüntülerine ilişkin içgörü sağladığı aktif bir deneysel alan sunar. Buna bağlı olarak, kalıcı kişisel değişimlere genelleştirilebilecek yeni düşünme ve ilişki kurma modelleri üzerinde beyin fırtınası yapmak ve bunları denemek için benzersiz bir ilişkisel eğitim alanı sunar (örn. Blatt, 1990).

    Örneğin terapistler, bir seansta ele alınan kişilerarası ve duygusal temaların terapötik ilişkide nasıl ortaya çıkabileceğini araştırırlardı (örneğin, “Bugün ____ konusu hakkında çok konuştuk ve bunun burada ikimiz arasında nasıl ortaya çıkabilir acaba?”; “Bu konuyu ilişkimizle ilgili olarak nasıl anlıyorsunuz?”), ayrıca sıklıkla bu ilişkide ve terapi hakkında bir bakış açısı almayı teşvik ederlerdi, zihinselleştirici bir terapötik duruşta gözlemlendiği gibi (Allen, Fonagy ve Bateman, 2008), (örneğin, “Hikayenizi dinledikten sonra nasıl hissettiğimi hayal ediyorsun?”; “Sizin hakkınızda ne düşünüyor olabileceğimi hayal ediyorsunuz?”; “Bu kesinlikle mantıklı, ancak bunu yapmamın sadece size kızmış olmaktan başka bir nedeni olabilir mi?”; “Başka bir şekilde hissedebileceğimi hayal edebiliyor musunuz merak ediyorum?”). Ayrıca önemli olarak, klinisyenler terapötik ilişkiyi, yalnızca önceki davranışları tekrarlamaktan ziyade, daha uyarlanabilir ilişkilerin ilk olarak uygulandığı ve keşfedildiği bir alan olarak görebilirler. Bu nedenle, ne kadar küçük olursa olsun, uyumlu ilişkisel değişikliklerin altı çizilmeli ve desteklenmelidir (örneğin, “Bence bu konuyu burada benimle ifade edebildiğinizi belirtmek önemli; diğer ilişkilerinizin aksine burada bunu yapmaya yardımcı olan şey nedir?”; “Sizce ilişkimizde geçmiştekine kıyasla şimdi bunu bana söylemenizi sağlayan en çok ne değişti?”). Benzer şekilde, klinisyenler hastaların terapötik ilişkiye katılımını veya deneyimini onaylamayı, doğrulamayı ve desteklemeyi düşünebilirler (örneğin, “Geçmişiniz göz önüne alındığında, bana, bir erkeğe karşı duygusal olarak açık olmana izin verme konusunda dikkatli olmanız makul görünüyor”; “Bu dikkatliliğinizin nedenlerini kabul ederek, bu duyguları şimdi benimle paylaştığınız için kendimi ayrıcalıklı hissediyorum”). Ayrıca, kısa vadeli dinamik terapi çerçevesinden çalışan klinisyenler, hastaların seans içi süreçteki deneyimlerinin takip eden soruşturmasıyla terapötik ilişkiye odaklanmayı sürdürmek isteyebilirler (örneğin, “Bunu burada benimle yüksek sesle paylaşmak nasıl bir şey?”; “Bunu söylediğimi duymak nasıl bir şey?”; “Bunu başardığınızı bana anlatmak nasıl bir duygu?”). Terapötik ilişkiyle ilgili seans içi duygusal deneyimin bu keşfi, klinisyenlere de genişletilebilir (örneğin, “Az önce bana anlattığınız hikayeyi dinlerken, aynı zamanda derin bir umutsuzluk ve çaresizlik hissi duyuyorum”) ve terapötik alandaki “duygusal sıcaklığı” gözlemleyebilir (örneğin, “Son birkaç dakikada aramızdaki odada bir şeyler değişmiş gibi görünüyor; her şey daha sessizleşti ve daha önce olduğumuzdan daha uzakmışız gibi hissediyorum”; “Bunu konuşurken, oda neşe ve heyecanla dolmuş gibi görünüyor”).

    Çağdaş, ampirik bir psikodinamik yaklaşım; “aktarım tepkileri”nin, tespit edilip klinisyenin kişiliğinden ayrılması ve terapötik karşılaşmadan çıkarılması gereken eski nevrotik çatışmaların çarpıtmaları olarak kavramsallaştırılmasından uzaklaşmıştır. Bunun yerine, tedavi süresince gerçekleşen hasta-terapist etkileşimlerinin deneyimsel mevcutta kök saldığı ve (her ne kadar her zaman dikkat çekmese de) bilinçli deneyime erişilebilir olduğu görülmektedir. Biz, modası geçmiş ve değişken bir şekilde tanımlanmış meta-psikolojik terim olan aktarımdan, ilişkisel şemaların ve içsel çalışma modellerinin daha çağdaş ifadelerine doğru kaymanın zamanının geldiğini ileri sürüyoruz. Bu nedenle, çağdaş psikodinamik sözlükte aktarım yapısının birçok güncel klinik kullanımına daha deneyime yakın bir alternatif olarak terapötik anlıklık (therapeutic immediacy) terimini sunacağız. Aslında bu, psikodinamik araştırmacıların ve klinisyenlerin çeşitli psikoterapi yönelimleri ve disiplinleri arasında daha doğru ve etkili bir şekilde iletişim kurmasına olanak tanıyabilir.

  • Çağdaş Psikodinamik Psikoterapi (Kitap)

    Giriş

    Psikodinamik psikoterapi, günümüzde en yaygın uygulanan psikoterapi biçimlerinden biridir ve çeşitli ortamlarda ve bağlamlarda, çok çeşitli hasta veya danışan sorunlarına ve çeşitli ruh sağlığı disiplinlerinin üyeleri tarafından uygulanır. Pek çok psikoterapist kendilerini açıkça “psikodinamik yönelimli” olarak tanımlar ve sayısız başkası da psikodinamik prensipleri ve stratejileri çalışmalarına dahil eder, sıklıkla psikodinamik anlayışı ve tekniği diğer terapi modelleriyle harmanlar veya bütünleştirir. Benzer şekilde, psikoterapinin birçok tüketicisi, yardım alma arayışlarında açıkça aramamış olsalar bile psikodinamik yaklaşımlardan faydalanır. Acıdan kurtulmak isterken, yerel bir ayakta tedavi kliniğinde veya psikoeğitimi kişilerarası süreçlerin incelenmesiyle harmanlayan bütünleştirici bir terapi grubunda bir terapiste danışarak psikodinamik bir sürece rastlayabilirler. Bununla birlikte, psikoterapi arayan birçok kişi, karmaşık yaşam sorunlarını anlama ve ele alma sürecinde kişinin zihninin, kişilerarası ilişkilerinin ve daha geniş sosyokültürel etkilerinin kapsamlı bir şekilde keşfedilmesine olanak tanıyan bir terapötik sürece katılmaya kararlıdır. Bu tüketiciler, acıyı hafifletmek ve kişisel kapasiteleri genişletmek için meşru ve etkili bir araç olarak genişletilmiş, hatta dolambaçlı, keşifsel bir terapi konusunda pek zorluk çekmezler. Psikodinamik psikoterapi, bunu arayanlara bu olanağı sunar. Gerçekten de, birçok psikoterapist, danışanlarına uyguladıkları terapötik yaklaşımdan bağımsız olarak, ister kişisel zorlukları ele almak ister sadece kendilerini daha iyi anlamak için olsun, kendi kişisel terapileri için psikodinamik terapi almayı tercih eder. Bununla birlikte, diğer olası terapi tüketicileri, sorun çözümüne daha doğrudan bir yol ararlar. Bu bireyler, sorunlu semptomlarının altında yatan çelişkili motivasyonlara, kısıtlanmış duygulara veya tatmin edici olmayan bağlanma örüntülerine odaklanabilen, zaman sınırlı, yapılandırılmış bir yaklaşım isteyebilirler. Burada da, psikodinamik terapi, çeşitli ruh sağlığı sorunları için mevcut olan iyi tanımlanmış, yapılandırılmış modellerle sonuç verebilir. Diğerlerinin yanı sıra bu çeşitli değişiklikler, danışanlar tarafından aranan, klinisyenler tarafından uygulanan ve -savunduğumuz üzere- iyi bir etkiyle uygulanan çok sayıda psikodinamik psikoterapiye katkıda bulunur.

    Bu geniş çapta yayılmaya rağmen, psikodinamik psikoterapinin çağdaş bir tedavi olduğu konusunda çok sayıda yanlış anlama bulunur. Yaygın bir yanlış anlama, psikodinamik yaklaşımın eski moda, geçmiş bir dönemin tozlu bir kalıntısı olduğu düşüncesidir. Bu algıya göre, psikodinamik terapinin altında yatan teori çoktan zihin ve ruhsal bozukluk hakkında daha modern, bilimsel anlayışlarla yer değiştirmiş ve psikodinamik terapiyi çağdışı ve alakasız bir çaba haline getirmiştir. Bu yanlış anlamayla ilişkili olarak, psikodinamik psikoterapinin, titiz ampirik araştırmalarla doğrulanmış “kanıta dayalı” tedaviler tarafından gölgede bırakıldığı iddiası vardır; bu durum, psikodinamik terapinin yeterince incelenmediğini ya da daha kötüsü, diğer ruh sağlığı tedavilerine kıyasla daha düşük bir yaklaşım olarak değerlendirildiğini ima etmektedir. Psikodinamik topluluk içindeki bazı uygulayıcılar tarafından bile farkında olmadan sürdürülen başka bir yanlış anlama şudur: psikodinamik psikoterapi yapmanın geleneklere dayanan belirli bir yolu olduğu. Bu efsanenin yeni klinisyenlerin eğitimi ve denetimi yoluyla örtük olarak aktarılması daha olasıdır ve yeni terapistlerin “doğru yolu” uygulama konusundaki endişeleriyle daha da karmaşık hale gelebilir. Bizim bakış açımıza göre, bu çeşitli yanlış anlamalar gerçeklerden daha uzak olamazdı. Psikodinamik psikoterapi günümüzde çeşitli ve canlı bir alandır. Psikodinamik yaklaşımların bilimsel temeli, farklı koşullar ve popülasyonlar arasında tedavi sonuçları ve süreçleriyle ilgili devam eden araştırma kanıtlarıyla terapinin nasıl çalıştığına ışık tutarak daha sağlam ve kapsamlı hale gelmiştir. Bu arada, teorik ve pratik yenilikler devam ediyor ve daha fazla kavramsal iyileştirme ve yeni uygulamalara katkıda bulunuyor. Psikodinamik psikoterapi kemikleşmekten ziyade sessiz bir rönesans yaşıyor.

    Bu cildin geliştirilmesini değerlendirirken, amacımız çağdaş psikodinamik psikoterapi alanında görülen evrim ve canlılığın bir kısmını paylaşmaktı. Araştırma katkıları, kavramsal gelişmeler, araştırmadan uygulamaya çeviri ve klinik uygulamadaki yenilikler dahil olmak üzere bir dizi son gelişmeyi bir araya getirecek bir kitabın zamanının geldiğini hissettik. Bu kitap, bu nedenle günümüzde psikodinamik psikoterapinin önde gelen yönlerini tanıtmayı amaçlamaktadır. Bir anlamda, kitabı psikodinamik psikoterapiyle ilgili güncel bilgilerin bir özeti olarak görüyoruz: alanın bugün nerede olduğuna ve ilerlediği yönlerden bazılarının bir şipşak fotoğrafı. Aynı zamanda, bu derlemenin genel olarak çağdaş psikodinamik bilim ve uygulamasının organik, sürekli gelişen doğasına dair bir anlayış aktarmasını umuyoruz.

    Psikodinamik psikoterapiye yeni başlayan okuyucular için, içindeki bölümlerin bu yaklaşımın ne kadar çok yönlü olabileceğini ortaya çıkarmasını umuyoruz. Bölümler kapsam olarak kapsamlı olmasa da, psikodinamik uygulamalar için çeşitli sorun alanlarını, bölümler boyunca farklı teknik vurgu noktalarıyla dahil etmeye çalıştık. Benzer şekilde, diğer teorik geleneklerle özdeşleşen ancak psikodinamik müdahaleleri klinik araç setlerine dahil etmek isteyen okuyucular için, kitapta açıklanan farklı yaklaşımlar karşılaştırma, bütünleştirme ve daha fazla araştırma için fırsatlar sunuyor. Deneyimli psikodinamik yönelimli okuyucular için umudumuz, araştırmaya dayalı modeller, çağdaş uygulama değerlendirmeleri ve yenilikçi tedavi biçimleri hakkında güncelleme sağlayan bir cilttir.

    Bu kitap için aklımızda olan hedeflere ulaşmak için, psikodinamik terapiyi aktif olarak ileriye taşıyan ve çalışmalarını akademik yönelimli yazılar aracılığıyla ileten kişilerden katkı istedik. Bu çalışma her zaman uygulayıcıların eline zamanında ve genellikle tek bir ciltte ulaşmıyor. Burada, bu tür katkıların, temel içgörüleri damıtan, klinik çalışmaya kolayca çevrilmesine olanak tanıyan ve daha fazla öğrenmeye ilgiyi teşvik eden bir şekilde klinisyenlere (gerçek hayat pratiğindeki terapistlere) hitap etmesini istedik. Önde gelen psikodinamik terapi araştırmacılarından, insanların sıklıkla psikoterapiye yönelmesine neden olan çeşitli ruh sağlığı sorunlarına odaklanarak çalışmalarının temel çıkarımlarını sunmalarını istedik. Bu sorun temelli odaklanmayı tamamlamak için, akademisyenleri belirli danışan gruplarıyla klinik çalışmalara ilişkin psikodinamik temelli bakış açılarını ve çağdaş uygulamanın çeşitliliğini ve karmaşıklığını yansıtan özel klinik hususları ele almaya davet ettik. Önde gelen uygulamaların literatürde genellikle köklü olmadığını kabul ederek, akademik çalışmaları henüz yeni olmasına rağmen psikodinamik prensipleri ve müdahaleleri yeni yollarla uygulama ve bütünleştirme konusunda oldukça yenilikçi olan yazarlardan da katkı istedik. Dolayısıyla çağdaş psikodinamik psikoterapinin canlılığını daha da yansıtmak için, çeşitli alanlarda ve gelişim aşamalarında akademisyenlerin ve klinisyenlerin çalışmalarını tek bir çatı altında toplamaya çalıştık.

    Bazı okuyucular, psikanalizin bu kitapta dikkat çekici bir şekilde yeterince temsil edilmediğini fark edebilir. Psikodinamik psikoterapi ile psikanaliz arasındaki ilişki karmaşıktır ve bunun tartışılması bizi bu kitabın hedeflerinden çok uzaklaştırır. Psikodinamik psikoterapi ile psikanalizin aynı şey olmadığını söylemek yeterlidir. Psikanaliz, psikodinamik psikoterapi üzerinde silinmez bir etki bırakmıştır ve bu disiplinler arasında, bizim görüşümüze göre, her ikisini de güçlendiren devam eden bir etkileşim vardır. Yine de psikodinamik psikoterapi kendi başına evrimleşmiştir ve amacımız bu evrimin mevcut durumunu sergilemektir. Bu bölümler boyunca psikanalizin yankıları duyulabilirken, psikodinamik psikoterapi burada başrolü oynamaktadır.

    Bölümler esnek bir şekilde beş bölüme ayrılmıştır. Çağdaş psikodinamik psikoterapideki önemli teorik gelişmelerle ilgili bir bölümle başlıyoruz, ardından psikodinamik yapılar, tedaviler ve terapötik süreçler için ampirik desteğe genel bir bakış sunan bir bölüm geliyor. Üçüncü bölüm, çeşitli ruh sağlığı sorunları için psikodinamik terapi yaklaşımlarını tanımlayan bölümlerden oluşuyor. Bu bölümler, genellikle örnekleyici vaka materyali de dahil olmak üzere yazarların ve diğerlerinin deneysel araştırmalarından ve klinik uzmanlıklarından yararlanarak, bu bozuklukların psikodinamik terapi kullanılarak nasıl ele alınabileceğine dair bir fikir verir. Danışanlar arasındaki farklılıklar ve endişeler, sundukları sorun veya tanıya üstün olduğundan, dördüncü bölüm özel popülasyonlara ve kritik değerlendirmelere odaklanmıştır. Bu bölümler, danışanların çeşitli ihtiyaçları ve deneyimlerinden ortaya çıkan bazı nüanslara dikkat çekiyor ve klinisyenin bu karmaşıklıklarla etkili bir şekilde çalışmasına yardımcı olabilecek psikodinamik bakış açılarını vurguluyor. Kitabın son kısmı, psikodinamik müdahale uygulamanın birkaç yeni yolunu ana hatlarıyla açıklayan bölümler içeriyor. Bu katkılar, psikodinamik terapinin, genellikle diğer hizmet biçimleriyle bütünleşerek, etki alanını genişletme yollarına dair ikna edici örnekler sunuyor.

    Kısım 1: kavramsal ilerlemeler

    İlk bölümümüz, psikodinamik teorinin temel özelliklerini yeni başlayan okuyucuya tanıtmayı ve psikodinamik uygulamaya dayalı olarak okuyuculara kavramsal bir evrim anlayışı sağlamayı amaçlayan önemli teorik gelişmelere genel bir bakış sunmaktadır. İkinci bölümde, Mark Hilsenroth ve Seth Pitman, psikodinamik terapinin ayırt edici özelliği olan hastaların döngüsel ilişkisel örüntülerini anlama ve bunlarla çalışma konusuna odaklanıyor. Bu katkı, okuyucunun geleneksel meta-psikolojik aktarım yapısını anlamasına rehberlik ediyor ve seans içi, şimdi-ve-burada ilişkisel dinamiklerin işlenmesinin daha tanımlayıcı ve deneyime yakın bir kavramsallaştırmasına doğru ilerliyor. Ardından, Martin Debbanè çağdaş bağlanma ve zihinselleştirme teorilerine genel bir bakış sunuyor. Bu bölüm, zihinselleştirmeye dayalı bir psikopatoloji kavramsallaştırmasını ve zihinselleştirme teorisi perspektifinden terapötik değişimin doğasının tartışılmasını sunuyor.

    Kısım 2: kanıta-dayalı tedavi olarak psikodinamik psikoterapi

    İkinci bölüm, okuyucuya psikodinamik psikoterapinin etkinliğini desteklemek ve bunun nasıl ve kimler için çalıştığına dair anlayışımızı ilerletmek için yapılan bilimsel çalışmalar hakkında bir fikir vermek amacıyla tasarlanmıştır. Bu alanlardaki çalışmaların hacmi nedeniyle, bu bölümler zorunlu olarak özlüdür ve her bir çalışmanın ayrıntılı bir incelemesinden ziyade mevcut kanıt tabanının özetlerini ve genel bakışlarını sağlar. Bu bölüm, Falk Leichsenring ve Christiane Steinert’in psikodinamik terapinin etkinliğini inceleyen ve depresif, anksiyete, somatoform, yeme, madde ve kişilik bozukluklarında psikodinamik terapinin etkinliğine dair önemli kanıtlar ortaya koyan bir bölümüyle başlıyor.

    Bunu, Kevin McCarthy, Sigal Zilcha-Mano ve Jacques Barber’ın psikodinamik psikoterapideki müdahaleler ve terapötik ilişkilerin psikodinamik psikoterapideki diğer olgularla ilişkileri ve sonuçları hakkındaki bazı sofistike ve yeni çalışmalara ilişkin bir incelemesi takip ediyor. Bölüm, Kenneth Levy, John Keefe ve Johannes Ehrenthal’ın temel psikodinamik ilkeleri destekleyen ampirik kanıtlara genel bir bakış sağlayan ve bu kavramların psikoterapi tedavi süreci için çıkarımlarını göz önünde bulunduran bir bölümüyle kapanıyor.

    Kısım 3: özel koşullar için çağdaş psikodinamik tedavi

    Bu bölümde, belirli klinik bozukluklar ile ilgili psikodinamik terapinin uygulanmasındaki önemli ilerlemeler sunulmaktadır. Bu bölümler, birçok ruh sağlığı sorunu için açıklayıcı vaka örnekleriyle birlikte, deneysel olarak desteklenen psikodinamik modellerin bilgilendirici özetlerini sağlar. Kısım, Mary Beth Connolly Gibbons, Katherine Crits-Christoph ve Paul Crits-Christoph’un, özellikle toplum ruh sağlığı ortamlarında uygulanmak üzere tasarlanmış, depresyon tedavisi için kısa süreli destekleyici-açıklayıcı psikoterapinin bir uyarlamasını özetledikleri bir bölümle başlıyor. Kaygı tedavisi Fredric Busch ve Barbara Milrod tarafından ele alınmış ve Panik Odaklı Psikodinamik Psikoterapi’nin tanımı yapılmıştır. Bu bölüm, panik odaklı psikodinamik psikoterapi modelinin, DSM-V kaygı bozuklukları, C kümesi kişilik bozuklukları ve travma sonrası stres bozukluğu gibi bir dizi sorunu ele alacak şekilde genişletilmesini ana hatlarıyla açıklamaktadır. Anthony Bateman ve Peter Fonagy, mentalizasyon temelli tedavi hakkındaki bölümlerinde, mentalizasyon kapasitesini kaybetmeye karşı hassasiyeti vurgulayan bir kişilik bozukluğu kavramsallaştırmasını genişletiyor. Bölüm, tedavisi zor olarak kabul edilen borderline ve antisosyal kişilik bozukluklarından muzdarip hastalar için mentalizasyon temelli terapinin kullanımını ana hatlarıyla açıklıyor. Kişilik bozukluğu için bir diğer önemli kanıta dayalı tedavi, Eve Caligor, John Clarkin ve Frank Yeomans tarafından bölümde yer alıyor. Bu yazarlar, borderline ve narsisistik kişilik bozukluğu olan hastalar için aktarım odaklı psikoterapinin kullanımını dile getiriyorlar; ikincisi, kişilik bozukluklarını tedavi etmeye yönelik yapılandırılmış yaklaşımlarda genellikle ihmal ediliyor. Eş zamanlı madde kullanımı ve kişilik bozukluğu çeken hastalarla çalışmanın muazzam zorluklarına odaklanan Robert Gregory’nin bölümü, bu hasta popülasyonunda kullanılmak üzere dinamik dekonstrüktif psikoterapi adı verilen kapsamlı bir tedavi modeli sunuyor.

    Psikozlardan muzdarip hastalarda kullanımına dair zengin bir geçmişi olmasına rağmen, psikodinamik tedavi genellikle bu tür hastalar için uygun bir terapi olarak göz ardı edilmiştir. Bent Rosenbaum, psikozlu hastalar için psikodinamik temelli destekleyici terapinin çağdaş kullanımını ve ampirik zeminini tanımlayarak bu ihmali sorgulayan bir bölüm sunmaktadır. Ardından, Patrick Luyten, Celine De Meulemeester ve Peter Fonagy, somatik semptom bozukluğu veya işlevsel somatik bozukluğu olan hastaların anlaşılması ve tedavisine yönelik çağdaş bir psikodinamik yaklaşım olan dinamik kişilerarası terapiyi tanımlamaktadır. Çalışmaları, bu rahatsızlıklara sahip hastalara yardım etmek için mevcut psikodinamik yaklaşımlarda merkezi olan üç ilgili biyodavranışsal sisteme dayanmaktadır. Bölüm, Giorgio Tasca ve Louise Balfour’un, yeme bozukluğu olan hastalar için bağlanma teorisi ve kişilerarası temelli bir psikodinamik modele dayanan  bir psikoterapi yaklaşımını tanımlayan bir katkısıyla sona ermektedir. Bu bölüm okuyucuları, sosyal ve ilişkisel bağlamları ve bağlanmayla ilişkili zihin durumlarını dikkate alan yeme bozukluklarının tedavisine yönelik psikodinamik kavramsallaştırmaları ve yaklaşımları değerlendirmeye davet ediyor.

    Kısım 4: özel popülasyonlar ve kritik hususlar

    Bu kısım, önceki bölümün pratik odağını, özel ihtiyaçları olan danışan grupları için psikodinamik yaklaşımların uygulanmasına ve genel klinisyenlerin akılda tutması gereken kritik hususlara genişleterek, onları çeşitli danışanların benzersiz deneyimlerini ve ihtiyaçlarını dikkate almaya daha iyi hazırlar. Üç bölüm, daha genç popülasyonlar (bebekler, çocuklar ve ergenler) için psikodinamik terapilerin kullanımına odaklanmaktadır. Bjorn Salomonsson, bebek, ebeveyn ve terapist arasındaki psikolojiler ve etkileşimler hakkındaki kavramsal ve teknik vurgularına göre modelleri karşılaştırarak bebekler ve ebeveynler için psikodinamik terapinin gelişimini ele almaktadır. Geoff Goodman ve Nick Midgley, her yaklaşımın amaçlarını ve yöntemlerini sunarak, tedavi süreçlerini özetleyerek ve etkinliklerini destekleyen ampirik kanıtlar göstererek beş farklı yapılandırılmış çocuk psikodinamik terapisinin bir incelemesini sunar. Bu iki bölümün ortaya koyduğu yaş yörüngesini takip eden Dana Atzil-Slonim, ergenlik psikodinamik psikoterapisine genel bir bakış sunarak ergenliğin psikodinamik teorilerini ele alıyor ve ergen danışanlarla psikodinamik uygulamaları tanımlıyor.

    Danışanların cinsel yönelimi ve/veya cinsiyet kimliğiyle ilgili sorunları görmezden gelen psikoterapi, etkili olmamasının yanı sıra, cinsel ve cinsiyet azınlıklarının marjinalleşmesini sürdürme olasılığına sahiptir. Bu tür birçok sorun ve bunların psikodinamik terapi için çıkarımları Vittorio Lingiardi ve Nicola Nardelli tarafından yazılan bir bölümde tartışılmaktadır. Bu katkı, klinisyene cinsel ve toplumsal azınlıkların üyeleri olarak tanımlanan danışanlarla psikodinamik uygulamada kritik sorunları düşünmek için bir çerçeve sunmaktadır. Göçmenler ve mülteciler, travma ve marjinalleşme gibi sosyal zorlukları psikoterapide özel olarak ele alınması gereken başka bir geniş grubu temsil etmektedir. Pratyusha Tummala-Narra, göçmen ve/veya mülteci danışanlarla çalışmada klinik tabloyu şekillendirebilecek temel sosyokültürel faktörlere genel bir bakış sunmaktadır. Bölüm, okuyucuyu göç öncesi ve sonrası bağlamları, kültürleşmeyi ve ilgili stresi ve travmayı ve bu faktörlerin danışanın ayrılık ve kayıpla başa çıkması ve terapötik ilişkinin dinamikleri için çıkarımlarını düşünmeye davet etmektedir.

    Bu kısımdaki bir sonraki bölüm seti, derin travmatik deneyimlerle karşılaşmış kişilerle psikodinamik çalışmada olası değerlendirmeleri ve yaklaşımları sunmaktadır. Richard Chefetz, şiddetli travma yaşamış bireylerin deneyimlerinde sıklıkla belirgin olan dissosiyatif süreçler sorununu ele alıyor. Bu bölüm, nihayetinde danışanın öznel benlik duygusunu ve zihin organizasyonunu şekillendiren deneyim, davranış ve motivasyonun altta yatan anlamlarının dissosiyatif gizlenmesini gösteriyor. Ardından, Nel Draijer ve Pauline Van Zon, dissosiyatif kimlik bozukluğundan muzdarip eski çocuk askerlerin tedavisine aktarım odaklı psikoterapinin uygulanmasını açıklıyor. Bu yazarlar, bu yaklaşımın, şiddetli travma mağdurlarının içsel baskıdan kurtulmalarına yardımcı olmak için, başkalarını kontrol etme ve yabancılaştırma rolleri de dahil olmak üzere, ezici, dissosiyatif olumsuz duyguları nasıl ele alabileceğini tartışıyor. Bu kısmın Christiane Steinert, Johannes Kruse, Falk Leichsenring, Helga Mattheß ve Wolfgang Wöller tarafından katkıda bulunulan son bölümü, ruhsal sağlık hizmetlerine duyulan ihtiyaç ile savaş sonrası ve mülteci krizi ortamlarında bu tür hizmetlerin ulaşılabilirliği arasındaki muazzam boşluğu ele almaktadır. Bölümde, travma bağlamında dissosiyatif durumlar ve aktarım ve karşı aktarım tepkilerini ele alırken terapötik ilişkiye, stabilizasyona ve duygu düzenlemesine ve kaynakların güçlendirilmesine özel vurgu yapan kısa, kültürel olarak uyarlanabilir, yapılandırılmış bir müdahale anlatılmaktadır.

    Kısım 5: yenilikçi uygulama biçimleri

    Kitabın son kısmı, terapist ve danışanın danışma odasında buluşmasının tipik yapılandırmasının ötesinde psikodinamik temelli müdahale uygulamanın birkaç yeni yolunu vurgular. Bu kısımdaki bölümler, psikodinamik çalışmanın kapsamını genişleten ve aksi halde geleneksel olarak uygulanan psikodinamik temelli müdahaleye erişemeyecek olan danışanlara fayda sağlayan uygulamaları açıklar. Bu kısımda profillenen uygulamalar çeşitli olsa da, bu katkılarda ortak bir yenilik teması vardır. Bu çabaların bazıları iyi araştırılmış olsa da, birkaçı, çağdaş psikodinamik alan için ne mutlu ki, yakın zamanda çalışmaları hakkında yazmaya başlayan önde gelen klinisyenlerin çalışmalarını temsil ediyor. Bu başarıların paylaşılmasının, klinisyenleri bu tür yeni yaklaşımları uygulamaya veya kendi uygulamalarında yenilikçi psikodinamik uygulamalar geliştirmenin başka yollarını düşünmeye teşvik etmesini umuyoruz.

    Robert Johansson, bölüme internet üzerinden rehberli öz yardım biçiminde psikodinamik müdahaleyi tanımlayan bir bölümle başlıyor. Bu uygulama biçimi, aksi takdirde karmaşık psikolojik tedaviye erişimi olmayabilecek bireylere ulaşma potansiyeli açısından umut vadediyor. Diğerleri için, çevrimiçi uygulama tercihlerine ve yaşam taleplerine ideal olarak uygun olabilir. Guy Diamond, Syreeta Mason ve Suzanne Levy tarafından yazılan bir sonraki bölüm, psikodinamiğe dayalı, bağlanma temelli bir aile terapisine genel bir bakış sunuyor. Sıkıntılı ergenlere ve genç yetişkinlere yardım etmeyi amaçlayan bu yaklaşım, ebeveynler ve ergenler arasındaki zarar görmüş güvene katkıda bulunan aile çatışmalarını doğrudan aile düzeyinde terapötik çalışma yoluyla belirlemeyi ve çözmeyi amaçlıyor.

    Psikodinamik ilkeler daha geniş topluluk düzeyinde de uygulanıyor. Pamela Nathan’ın yazdığı bölüm, böyle bir çabayı anlatıyor ve Orta Avustralya’da Güvenli Destekleyici Bir Ortam Yaratma (CASSE) olarak bilinen kar amacı gütmeyen bir psikanalitik örgütün çalışmalarını anlatıyor. Psikodinamik uygulamanın temel ilkeleri tarafından yönlendirilen ve topluluğa daha geniş uygulama için değiştirilen CASSE, Aborijin topluluklarının yaşadığı sömürgecilik ve kültürel yoksunluğun psikolojik etkisini iyileştirmek için Aborijin grupları ve diğer paydaşlarla ortaklıklar ve işbirlikleri kuruyor.

    Daniel Smyth’in yazdığı bölümde, Spor ve Düşünce olarak bilinen bir diğer toplum temelli çaba anlatılmaktadır. Bu bölümde, psikodinamik prensiplerin futbolla birleştirilmesi yoluyla davranışsal ve duygusal zorlukları olan ergen erkek çocuklarına yardımcı olmak için yenilikçi bir yaklaşım özetlenmektedir. Spor ve Düşünce programı, geleneksel terapötik yollarla dahil edilemeyecek gençler için erişilebilir bir önleme ve erken müdahale yaklaşımı sunmaktadır. Frank Sacco, Jr., James Higginbotham, Charles Granoff ve Frank C. Sacco’nun bir sonraki bölümü de yüksek riskli gençleri hedefleyen bir yaklaşımı ele alıyor. Bu katkı, zihinselleştirme çalışmasını daha geleneksel psikodinamik terapi alan gençlerle toplum ortamlarına genişleten toplum tabanlı bir programı, terapötik mentorluğu anlatıyor. Terapötik mentorluk, mentorun toplum temelli aktivitelere katılım yoluyla zihinselleştirmeyi ve sosyal uyumu güçlendirdiği ekip tabanlı bir yaklaşımın parçası olarak sunulur. Bu kısmın son bölümünde gençler de yer alıyor, ancak Norka Malberg’in bu katkısında paylaştığı içgörüler yoğun tıbbi tedavi gören çeşitli popülasyonlara kadar uzanıyor. Bu bölüm, hastaların sıklıkla bozulmuş fiziksel sağlıklarına ve yoğun tıbbi tedavi ihtiyaçlarına eşlik eden psikodinamik endişelerle başa çıkmalarına yardımcı olmanın faydalarını (hem hastaların duygusal refahı hem de devam eden tıbbi bakımları için) belirterek yatan hasta tıbbi ortamlarında psikodinamik grup müdahalesini açıklar.

    Son bir not

    Psikodinamik psikoterapi alanı sürekli olarak gelişmektedir. Geleneksel olarak çeşitli psikolojik rahatsızlıkların altında yatan bilinçdışı unsurlara odaklanmış olsa da, çağdaş uygulamada psikodinamik psikoterapi, biyolojik, kişilerarası, sosyal ve kültürel faktörlerin dikkate alınmasıyla karmaşık zihinsel durumlara dikkat çeken geniş bir kapsama sahiptir. İnsan gelişimi, etkileşimi ve psikopatolojinin karmaşıklıkları hakkında zengin bir teorileştirme mirasından yararlanan çağdaş psikodinamik psikoterapi, duygusal acı ve ruhsal bozuklukla başa çıkmanın uygulanabilir bir yolunu temsil eder. Dahası, psikodinamik şemsiye altında toplanan ilkeler ve müdahaleler yalnızca belirli semptomların iyileştirilmesini değil, aynı zamanda sevmek, çalışmak, eğlenmek ve gülmek için -yaratıcılık ve anlamla yaşamak için- temel insan kapasitelerinin büyümesini teşvik etmeyi de amaçlamaktadır. Bu amaçları desteklemek için psikodinamik teorisyenler, klinisyenler ve araştırmacılar, psikodinamik psikoterapinin bakış açılarını, uygulamalarını ve deneysel temellerini daha da ilerleten yeni sorular ve zorluklar üzerinde düşünerek rehavetten kaçınmaktadır. Bu kitabın, psikodinamik alandaki en önemli gelişmeleri bir araya getirerek, okuyucuları bu tür gelişmelerin kendi çağdaş psikodinamik uygulamalarını şekillendirmeye nasıl yardımcı olabileceğini düşünmeye teşvik etmesini ve bilgilendirmesini umuyoruz.

    David Kealy ve John S. Ogrodniczuk

  • Oyunun Sonu (13. Bölüm)

    Şimdi tüm bunları sizin için bir araya getirme zamanı geldi. Temel Psikodinamik Psikoterapi: Edinilmiş Bir Sanat. Bu son bölümde, daha büyük bir soruyu ele almaya çalışacağım: Psikanalitik psikoterapi ortamında biriyle bir araya geldiğimizde aslında ne yapıyoruz? Tam olarak neyin peşindeyiz ve bu, birinin dünyada daha olgun ve tatmin edici bir şekilde var olmasına neden ve nasıl yardımcı olabilir?

    Bu bölüme “Endgame” (Oyunun Sonu) başlığını verdim. Bu bölümün başlığını, bir süpervizyon grubuyla birlikte bu bölümlerin ilk taslaklarını okuyan Janet’e borçluyum. Son bölümün sonuna yaklaşırken bir sabah büyük bir hevesle “Şimdi oyunun sonundan bahsedecek miyiz?” diye sordu. Şimdi onu konuşuyoruz.

    Bu bölümün sağ beynimden aslında daha iyi olan beynimden çıkmasına izin verdim. Yani, bu bölüm bütün resmi, bütün yolu göz önünde bulunduruyor. Doğası gereği, önceki bölümlerden daha rahat, daha çok bilinç akışı tarzında bir şekilde ifade edilmiş. Ancak bu akış benimle konuşmak istedi ve sonunda onun ne söyleyeceğini duymak istedim. Şimdi bu son turumuza (şimdilik) benimle gelin. Peki, tüm bunları nasıl bir araya getiririz? Bu süreç nasıl kendini dokur? Bu çok yönlü derin dinleme süreci, bedenlerimizin, zihinlerimizin, ruhlarımızın tüm uydu anteniyle dinleme süreci. Ötekinin kutsallığı için alan yaratma ve bu alanda yeni bir şeyin doğmasını bekleme işini nasıl toplarız? Nesne ilişkileri, aktarım, karşı aktarım, kaygılar, savunmalar – hepsinin bu korkutucu teknik detaylarını nasıl pratik bir şekilde anlamlandırır ve entegre ederiz? Ve Janet’in deyimiyle, tüm bunların “endgame”i (oyunun sonu) nedir? Neye ulaşmaya çalışıyoruz? Ve o noktaya ulaştığımızı nasıl anlarız?

    Neden Buradayım?

    İlk randevusu için ofisimize gelen herkes, bir şekilde kendine şu soruyu sorar: “Neden geldim?” Cevap başlangıçta belirsizdir. Bir şeyler yolunda değil. Bir şeyler çalışmıyor. Bunu yapamıyorum. Şunu yapıyorum. Olmak istediğim kişi değilim. Bir şekilde kendi yolumda duruyorum. Ben olmak, benim için ya da sevdiklerim için işe yaramıyor. Ya da basitçe, tamamen yanlışım ve hep öyleydim.

    Peki bu cevap mı? Bu oyunun sonu mu –bir şeylerin yolunda olmadığını bulup düzeltmenin bizim işimiz olduğu? Cevap, sorunun “yolunda olmama” kısmında mı gizli? Yoksa cevabı, bir şekilde, bir yerlerde, bir biçimde doğru bir şeyin var olduğu “doğru” kısmında mı buluyoruz? Derinlerde gömülü – belki o kadar derin ki gün ışığını hiç görmemiş bir doğru. Orada en gerçek, en sağlam, en net, en cesur, en tutkulu, en şefkatli, en esnek, en sevebilen bir doğru. Yanlışın altında bir yerde gömülü bir doğru.

    Belki de bu, psikodinamik psikoterapiyi benzersiz kılan şeydir. Biz yanlışı yapıyoruz. İz bırakmayan, umutsuz, hareket edemez, dile getirilemez, anlatılamaz yanlışla oturuyoruz. Onun ıstırabı, kuraklığı, rahatsızlığı, trajedisiyle oturuyoruz. Bazen bir ömür boyu süren cesaretsizlik ve yenilgiyle oturuyoruz. Onunla ve içinde oturuyoruz. Ve orada uzun süre oturuyoruz – ne kadar gerekirse o kadar. Nöbetimizi terk etmeyi reddediyoruz. Bu bizim işimiz. Bu bizim çağrımız.

    Ama bunun içinde, en uzun, en karanlık, en korkutucu, en umut vaat etmeyen zamanlarda bile, gözümüzü doğrudan ayırmıyoruz. Umudu koruyoruz, biz tek başımıza umut tutan olsak bile. Birinin yanlış labirentinden tamamen geçiyoruz –kısa devreler, maniyle yapılan düzeltmeler, uyuşturan çözümler olmadan. Ama aynı zamanda, içimizde bir yerlerde bir alan –doğru için bir yer tutuyoruz. Doğruya dair bir his. Bunu basit bir dille ifade ettim. Ama işte bu, oyunun sonu. “Doğru”, oyunun sonudur.

    Doğru

    Geçen gece, hayatları boyunca sürekli olarak yemekle ilişkili sorunlar yaşamış kadınlar için düzenlediğimiz grup terapisi sırasında, gruptan bir kadın bir şey paylaşmak istedi. Macy’s’e ( Amerikan mağaza zinciri) gitmişti ve yeni bir şeyler alması gerekiyordu. Alışveriş yapmaya her zaman gittiği yere gitti – mağazanın en alt katına, genç reyonlarının ve iç giyim bölümünün arkasına, kadınların büyük beden kıyafetlerinin bulunduğu beton zeminli bölüme. Ancak, gruba anlattığına göre, şaşırtıcı bir şekilde orada üzerine uygun bir şey bulamamıştı.

    Bize, sonra kendini mağazanın içinde dolanırken bulduğunu ve “normal” kadınlar bölümünü aramaya başladığını söyledi. Yirmi yıldan fazladır “normal” bölümden alışveriş yapmamıştı. Gruba sessizce, vücudunun küçüldüğünü fark ettiğini söyledi (oh, bu arada tansiyon ilaçlarını bırakmıştı ve lipid seviyeleri de artık normal aralıktaydı), ama asıl ilgilendiği nokta bu değildi. Asıl fark ettiği şey, artık farklı biri olduğuydu. Birçok yönden.

    Gruba basitçe, artık yiyecekleri “kullanmadığını” söyledi. Ve egzersiz yapan biri haline gelmişti. İbadet şeklinde değil, diye ekledi. Ama şimdi bu özelliği, kendi kimliğine entegre etmişti. Bu şeyleri birer gerçek olarak söylüyordu, peşinden koştuğu hedefler olarak değil.

    Gruba nispeten yeni katılan bir kadına dönerek şöyle dedi: “Bu beş yıldır devam ediyor. Bedenimin küçülmesi, son beş yılda içimde meydana gelen çok ama çok derin değişimler zincirinin son noktası.” Bu süre içinde, on yıl süren bir boşanma sürecini tamamlamış, yayın yapmayan bir yazardan yedi (evet, yedi!) kitap yayınlamış bir yazara dönüşmüş, 25 yıllık evliliğinin kalıntılarını bodrumdan temizlemiş ve bir zamanlar paylaştığı evi şimdi tek başına, yeni bir boya ve yeni bir sahiplenme duygusuyla kendine ait kılmıştı.

    Bu süre zarfında, belirli bir duygusal katılıktan, kendi sürecine ve gruptaki diğerlerinin süreçlerine karşı bir tür geçirgenlik ve açıklığa geçmişti. Geldiği şeyin, yanlış olan bu durumun – bedeniyle birlikte gelen sayısız fiziksel ve duygusal sorunların – artık onun için, içindeki ve kendisi için doğru hale gelen şeylerden çok daha az önemli olduğunu açıkça ifade ediyordu. Şaşırtıcı.

    Pek çok teorisyen, psikoterapinin oyunun sonunu –neden yaptığımızı ve hangi sonuçları düşündüğümüzü– kelimelere ve kavramlara dökmeye çalışmıştır. Genel olarak klinik psikoloji alanı, çalışmalarımızın odak noktasının ne olduğu veya ne olması gerektiği konusunda bir tartışma sürdürmektedir. Amerikan psikolojisi genel olarak, kısa süreli, semptom odaklı müdahalelere, el kitaplarına dayalı tedavilere ve sonuç ölçümlerine yönelmiştir. Araştırma camiasında, bu semptomu ya da o semptomu tedavi etmenin en etkili yolunu daha kesin bir şekilde tanımlamak için bir baskı bulunmaktadır.

    Ancak bu tartışmanın ortasında, psikodinamik psikoterapistlerin misyonu daha geniş bir kapsamda kalmış, semptomlarla daha az, insanın optimize edilmesi gibi çok daha zor tanımlanan bir görevle yani olayların özüne inmek ve onu yeniden düzenlemekle daha fazla tanımlanmıştır.

    Canlı Olmak

    Bu daha geniş misyon bize, bu tarifsiz alanda an be an tam olarak ne yaptığımız hakkında kendimizle nasıl konuşacağımızı bilmek gibi çetrefilli bir sorun sunuyor. Bilinçdışına mı odaklanmaya çalışıyoruz? Aktarıma mı? Duygulara mı? Savunmalara mı? Kaygılara mı? Peki ya ortaya çıkan semptomlar? Bu kısımla ne yapacağız? Bizim için net olan kelimelerle nasıl bir araya getireceğiz? Psikodinamik psikoterapistler olarak girdiğimiz uzun ve genellikle loş ışıklı yürüyüşte yönümüzü bulmamızı sağlayacak kadar net. Ne de olsa günlük işimiz, konuşulmayan ve dile getirilemeyenleri kelimelere dökmektir…

    Her zamanki gibi, psikodinamik psikoterapistler olarak oyunun sonu ile ne yaptığımız üzerine düşüncelerinde psikanalist Tom Ogden’in yansımalarından derin bir şekilde faydalanıyorum . *Reverie and Interpretation* (1997) adlı eserinde, Goethe’nin Faust karakterini, Faust’un yalnızca insana özgü olma arzusunu tanımlamak için kullanıyor: “İnsanın duygularının ‘sevinç ve kederlerini, yüksekliklerini ve derinliklerini’ tam anlamıyla deneyimlemek” (s. 17). Ogden bunu psikoterapinin nihai amacı olarak çerçeveliyor – kendi insani deneyimimize canlı olma ve bu kapasitemizi genişletme. Hayatta olma kapasitemiz. Burada bir saniye duralım ve bunun ne anlama geldiğini düşünelim.

    Her birimiz, hayatlarımızı bize tanıdık gelen kalıplar içinde yürüyor gibi görünüyoruz. İçinde bulunduğumuz rutinler; yaşadığımız ilişkilerin türleri; günlük olarak yaptığımız şeyler, bizi yolumuzda tutan, içsel kaygılarımızı yöneten ve bu günü, bu zamanı geçirmemizi sağlayan şeyler.

    Daha önce bahsettiğim kadın için, hayatındaki sabitlerden biri yemekle olan ilişkisiydi. Yemek, sıkıntı, can sıkıntısı, heyecan ve kutlama anlarında başvurduğu bir şeydi. Onu duygusal olarak kontrol altında tutuyordu. Peki, neden? Tüm bu bariz maliyetlerine rağmen neden yemeğe yöneliyordu? Duygularını muhafaza etmek için yemeklere neden ihtiyaç duyuyordu? Bu yaşam boyu süren sorunun cevabını anlamaya başlamıştı. İçindeki duyguları saklayabileceği tek yolun bu olduğunu fark etmişti. Kendi insani deneyimini ne kadar taşıyabileceği konusunda bir sınırı vardı – bu sınır, onun için aile stresinin ve trajedisinin erken dönemlerinde oluşmuştu – bu sınır, onu bildiği, denenmiş ve güvenilir olan şeye yönelmeye sevk eden bir sınırlamaydı; bu, onu geçici olarak kurtaracağını ya da hayatta olmanın getirdiği duygusal yüklerden anestetize edeceğini bildiği şeydi.

    Açık olalım. Hepimiz bunu yapıyoruz. Kendimizi yolda tutmak için tanıdık olanı arıyoruz. Bu sabah, dizüstü bilgisayarımın başında otururken, Aralık güneşinin yazmak için gittiğim üst kattaki odaya dolup taşmasını hissederek kahvemi içiyorum. Her zaman sabahları yazarım. Her zaman aynı yerde. İlk kahvemi içmeden yazmam. Bu rutinler beni, bir sonraki düşüncenin bir sonraki kısmına dalma kaygısında tutuyor; bir sonraki düşüncenin olup olmayacağını merak ediyorum; bu cümlenin sonuna kadar duygularımla ilerliyorum.

    Ogden (1997) hepimizin kendimizle, kendi canlılığımızı deneyimleme kapasitemizi kısıtlayan (büyük ölçüde bilinçdışı) anlaşmalar yaptığımızı gözlemler. Kendimizi canlı olma kapasitemize karşı ölü hale getiriyoruz. Sahteyi gerçekle değiştiriyoruz. Bunu (refleks olarak) yaptığımızı çünkü “bir insan olarak daha tam anlamıyla canlı olma ihtimalinin, dayanamayacağımızdan korktuğumuz bir tür psişik acı içerdiğini hissettiğimizi” söylüyor.

    Bu, insan olarak taşıdığımız içsel bir sınırlamadır ve birçok biçim alabilir (bu biçimler DSM’de “tanı” olarak listelenip listelenmemesi önemli değildir) – ancak bu, insanlığımızı kısıtlar; Ogden’ın (1997) düşüncesinde, bunlar arasında şunlar yer alır:

    Kişinin duygu, düşünce ve bedensel duygu yelpazesinin ve derinliğinin daralması, kişinin rüya ve düşlem hayatının kısıtlanması, kişinin kendisiyle ve diğer insanlarla ilişkilerinde gerçek dışılık hissi veya kişinin oyun oynama, hayal kurma ve deneyimini yaratmak/temsil etmek için sözlü ve sözsüz semboller kullanma becerisinden ödün vermesi. (s. 18-19)

    Kendimizi kısıtlıyoruz ve böylece hayatımızın anlarını kaçırıyoruz. Kendi deneyimimizin zirvesine ve derinliğine tamamen, dürüstçe mevcut olmanın ne hissettireceğini kaçırıyoruz.

    Ben, bu durumu – hayatımızda canlı hissetme kapasitemizin derinliği ve aralığının kısıtlanmasını – psikopatolojinin çalışma tanımı olarak alıyorum; bunun tersini – kendi deneyimimize canlı olma kapasitesini – psikolojik sağlığın çalışma tanımı olarak kabul ediyorum. Bu,  (asla tam olarak elde edilemeyen) yetenekler seti oyunun sonu tanımlamanın en iyi yolu olabilir.

    Peki, kendi hayatımıza ve kendi hayatımızın içinde canlı olmak oyunun sonu, bu canlanmayı mümkün kılan adımlar ve süreçler nelerdir? Yanlış nasıl doğruya dönüşür? Ve terapistler olarak biz hastalarımızın bu noktaya geldiğini nasıl anlarız? Yol boyunca bu süreçler hakkında hep birlikte konuştuk, ama bakalım kritik parçaları birbirleriyle ilişkili olarak bir araya getirebilecek miyiz, böylece bulmaca zihnimizde en azından geçici bir bütün oluşturabilir.

    Yanlışı Tanımlamak 

    Öncelikle, hastalarımızdaki yanlışı nasıl tanımlarız? Hastalar, “yanlış” olarak tanımladıkları belirli unsurlarla bize gelirler. Ancak çoğu zaman, asıl şey yerine onun yan ürünlerine—görünür sonuçlara—takılıp kalmışlardır. “Çocuklarıma karşı çok agresifim.” “İşim için gerekli şeyleri öğrenemeyeceğimden korkuyorum.” “Yiyeceklerle ilişkimi düzeltemiyorum.” Bunlar gerçek endişelerdir. Ancak süreçte kısa bir süre sonra, hastalarımızın görülmeyen, çoğu zaman bilinçdışı kısıtlamalarına rastlamaya başlarız. Bu kişinin yaşam alanında olmanın nasıl bir his olduğunu hissederiz; kişiler arası ve içsel itişleri ve çekişlerin inceliklerini hissederiz. Vücudumuzda (uydu antenimizle) o kişinin varoluşunun kısıtlanmışlığını—canlı hissetme kapasitesine kendi kendine yüklemiş gibi görünmeyen kısıtlamaları—hissederiz. Bu, onlarla birlikte oturduğumuzda hissettiğimiz şeydir (karşı aktarım). Bu, bizimle olan ilişkilerindeki sayısız incelikte şekil almaya başlar (aktarım). Davranışlarını seanslarda ve seans dışındaki durumlarda gözlemleriz (savunma mekanizmaları). Kendilerindeki huzursuzluğu içimizde hissederiz (anksiyeteler)—ki bu çoğu zaman kelimelere dökülmesi çok, çok zor olan bir şeydir.

    Bu itişler, çekişler, huzursuzluklar hepsi üzerimizde belirli bir psikolojik baskı oluşturur—her hasta için farklı olan bir baskı. Ancak çoğunlukla, seanslarımızın dışında, onların hayatında kendini gösteren bir baskıdır ve ilk başta dışsal, ancak nihayetinde içselleştirilmiş nesne ilişkileri dünyalarına bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Hastalarımızla oturduğumuzda, onları deneyimleriz—hem onların alıcı tarafında olmanın nasıl bir şey olduğunu hem de belli bir düzeyde, onların içinde olmanın nasıl bir his olduğunu. Yanlışı tanımaya başlarız. Yakından. Yavaşça. Acı verici bir şekilde.

    Dün, sıklıkla yaptığım gibi, bir hasta ile etkileşimde olmanın nasıl bir şey olduğunu kendim için kelimelere dökmeye çalışırken bir şiir yazdım. Bu şiirde hitap ettiğim hasta, hayatında kendini ölü gibi hissettiğini yüksek sesle dile getirmişti. Onunla olmanın ince ayrıntılarını—baskıyı, tadı, yanlışı—kelimelere dökme girişimim buydu. Şiire “Artakalanlar” adını verdim.

    Aramızdaki riski öylesine içime çekiyorum ki hissedebiliyorum 

    Bana bu riski içime çekmem için ihtiyaç duyduğun kesin 

    Bu, artakalanların içinde. 

    Artakalanlar— 

    Belki de bu yüzden bu kelimeyi seninle bu kadar sık kullanıyorum 

    Bu, artakalanların içinde 

    Eskiden hissettiğin şeylerin 

    Ve şimdi 

    Onu ileriye taşıyorsun 

    O bilinçdışı his 

    Belirsizlik ve risk 

    Asla tam olarak bilememe 

    Bir sonraki hamlenin 

    Yanlış olup olmayacağını 

    Seni 

    Ulaşılmaz bir yere sürükleyen hamle 

    Sebebini düşüneceğim 

    Ve merak edeceğim 

    Ve sonrasında kendimden şüphe duyacağım. 

    Bu arada, 

    Bir ayağını kapının dışında tutuyorsun (ne olur ne olmaz) 

    Bunlar sevgi şartları 

    Değil mi? 

    Bunlar senin şartların. 

    Çünkü o ayağı yere koymak 

    Riski kendi başına hissetmek anlamına gelir. 

    Çok erken yaşadığın ve çok yıkıcı bulduğun bir şey. 

    Şimdilik 

    Bunu bana verdin 

    Daha ağır kısmını 

    Daha riskli kısmını 

    Onun hissini 

    Arta kalanların içinde…

    Bu şiirde kendim için neyi dile getirmeye çalışıyorum? Bu kişiyle ilişkide olmanın getirdiği zorlanmanın, onun yaşam akışına yerleşmiş sıkışıklığın bir kısmını  yakalamaya çalışıyorum. Onun, ilişkide risk alma yükünden kurtulmasını sağlayan bu sıkışma, aynı zamanda onu gerçekten ve tam anlamıyla, kişilerarası ilişkilerde mevcut olmaktan alıkoyar. Bu, hem koruyucu hem de öldürücü bir şeydir. Elbette, çocukluk döneminde onun tek seçeneğiydi—büyüdüğü çevrenin ilişkisel yoksunlukları içinde hayatta kalmak için parlak bir stratejiydi. Ancak bu sıkışmanın sağladığı güvenlik, büyük bir bedelle gelir. Gerçek anlamda işlerin riskine adım atmamak, bir başkasının varlığını, sevgisini bütünüyle hissetmemektir; işlerin riskini, ödülünü ya da kaybını hissetmemektir; kendi canlılığını hissetmemektir.

    Peki, her hasta için bu sıkışmalar mevcut. Biz bu sıkışmaların etkisindeyiz ve “onlarla” ilişkide olmanın ne anlama geldiğini hissetmeye, yani öteki olmanın hissiyatı içinde olmaya çalışıyoruz. Bu uzun bir süreç olabilir—yıllar sürebilir. Sıkışmalar yıllar içinde oluşur ve yıllar boyunca yaşanır. Hemen bırakmazlar.

    Doğruya Yaklaşmak 

    Peki ya hastamızın aktarım-karşı aktarım dünyasında yer alabilirsek, bunu deneyimleyebilirsek, bunun gerginliğini hissedebilirsek ve bunu zaman içinde aşamalı olarak kendimize ifade edebilirsek; bu onları sıkışmadan çıkarıp kendi içlerindeki doğruya yaklaştırmak için ne yapar? Ahhhh. İşte sorunun özü bu. Bu sorunun etrafında birkaç parça bir araya geliyor. Haydi birlikte etraflarında dolaşıp onları inceleyelim.

    Uyumlanma 

    İlk olarak ve belki de en önemlisi, uyumlanma meselesi var. Bu, günümüzde nörobiyolojik araştırmaların odak noktasıdır. Çoğu zaman, bir insanın içindeki hasar, küçük bir çocukken deneyimlediği eksikliklere karşı zaman içinde geliştirdiği uyumlar bütünüdür—bu, deneyime bağlı ve gelişmekte olan sağ beyin yapılarında kodlanmıştır (Schore, 2012). Hastanın duygusal dünyasının ince ayrıntılarına uyum sağlama görevi olan biri, bir insanın diğerine karşı eksik kalabileceği pek çok sebepten dolayı, bu görevin bir kısmını kaçırmıştır. Winnicott (1954), psikoterapistler olarak tutarlı bir şekilde uyum sunduğumuzda, bir hastanın bizimle, orijinal uyumsuzlukların içsel sıkışma ve bükülmelere neden olmaya başladığı noktaya kadar gerileyeceğine inanır. Odağımızdaki duygusal gerçeğe—odadaki ruh hallerine, kaygılara, oyunlara, karanlık anlara—günlük, sade, gösterişsiz bir şekilde uyum sağlamak, hasar noktalarına dokunarak onları iyileştirmeye başlar.

    Yakın zamanda sırtımın altındaki yumuşak dokuya bir dizi tedavi uygulandı. Gittiğim fizyoterapist, on iki yıl önce meydana gelen bir yaralanma noktasında çalışıyor. Bu süreç yavaş, acı verici ve kesinlikle gösterişsiz. Ancak her seansta, sadece dokunarak hissettiği gerginlikler üzerinde çalışırken, yaralanmanın daha derin kısımlarına doğru bir şey yavaş yavaş gevşiyor. Her seferinde daha fazla acı veriyor, ama her seferinde biraz daha geniş bir hareket alanıyla ve işin temeline yaklaştığımız hissiyle ayrılıyorum. Terapötik uyumlanma böyle işler. O anda orada olan şeye yanıt verir ve zamanla daha derin uyumlanmaların yolunu açar, kökene daha da yaklaşır. Bu yüzden, elimizdeki tüm “uydu anteniyle” derinlemesine dinlemek bu kadar büyük önem taşır. Bizi işin temeline götürür.

    Umut

    Bunun başka bir boyutu daha var, sanırım en iyi şekilde Loewald’ın 1960’ta yazdığı bir makalesinde ifade ediliyor. Loewald’ın diliyle, bu, bir kişinin hasarın ötesinde kim olduğunu görebilmekle, kısıtlamaların ötesinde kim olduğunu hayal edebilmekle ilgilidir. O, bir ebeveynin bir çocuğun kim olacağını, zamanla nasıl gelişeceğini ve kendine nasıl ulaşacağını hayal etmesinin ayrıcalıklı bir çağrı olduğunu gözlemler. Bir ebeveynin görevi, bir çocuğa bir kimlik empoze etmek değil, kim olabileceklerine dair içeride bir yer tutmak ve bu kimliğin ortaya çıkmasına alan tanımaktır.

    Biz terapistler olarak sürecin bu kısmı kritik, hatta tamamen (ve zorunlu olarak) ifade edilmemiş olsa bile bunu yaparız. Umudu tutarız. Potansiyeli görürüz. İçimizde buna yer açarız ve bu süreçte, genellikle sessizce, umut veririz. Bir başka insana inanmanın basit eylemi güçlü bir eylemdir. Başka birini doğru bir şekilde görmek ve ona inanmak, güçlü bir müdahaledir.

    Yıllar önce, Valley Sağlık Merkezi’deki beyin ve omurilik yaralanma biriminde rotasyon yaptığım sırada, merkezin lobisine açılan camlı çift kapıların önündeydim. Genç bir adamın yavaş ve dengesiz bir şekilde kapıyı açmaya çalıştığını gördüm. O rotasyonda öğrendiğim gibi, ona basitçe, “Bu konuda yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordum. “Hayır, teşekkür ederim hanımefendi,” diye yanıtladı. “Bu kapıyı kendim açabilmek beş yılımı aldı.” Hepsi buydu. Ama bu anı o günden beri unutamıyorum. Birisi, bu genç adamın yaralanmasının ilk günlerinde ve aylarında ona baktı ve bir gün neyi geri kazanabileceğini hayal etti. Kim olabileceğini gördü. Bu, ona sadece “mücadele” kaldığında mücadele edecek cesareti verdi.

    Bunu yapıyoruz. Bu, her şeyin gerekli bir parçası. Freud (1906) psikanalizi “aşk aracılığıyla bir tedavi” olarak tanımlamıştır. Bu, bizim sevgimizin tedavi edici olduğu anlamına gelmiyor. Daha çok, konumlandırıcıdır. Bu, bizi yerimize oturtur. Bu, bu kişinin kim olabileceğini görmemizi ve “olma” sürecinin uzun ve çoğu zaman acı verici aşamalarında onunla birlikte kalmamızı sağlar.

    Yapılar

    Bu, zamanla psikodinamik çalışmanın sürecinde kritik bir noktaya geldiğimi gördüğüm bir kavramla bağlantılıdır. Birkaç bölüm önce “zarafet ve gerçek” ifadesini kullandım. Bunu biraz daha derinlemesine incelemek istiyorum.

    Lacan (1953), kendimizi dil içinde inşa ettiğimizi düşünmüştü; bu, zamanla kendimizi nasıl düşündüğümüz, kapasite ve sınırlamalarımız, gereksinimlerimiz, tutkularımız hakkında kendimize dair bir anlatı oluşturduğumuz anlamına gelir. Bu anlatı, büyük ölçüde erken deneyimlerin, olgunlaşmamış bakış açıların, aile mitlerinin, kültürel kısıtlamaların, ilkel düşüncenin ve farkındalığımızın dışındaki parçaları koruyan savunmaların yansımasıdır. Bu “benlik” imajını dil içinde inşa ederiz, ister bunu kendimize açıkça ifade edelim, ister etmeyelim. Lacan, terapi sürecinin temel taşlarından birinin bu erken üretimin yavaş yavaş deşifre edilmesi ve ardından kendimizi tekrar dil aracılığıyla yeniden inşa etmemiz olduğunu savunmuştur. Dan Siegel (2010) ve günümüz arasındaki kişilerarası nörobiyologlar bu sürece “tutarlı bir anlatı oluşturma” adını vermektedirler.

    Bu, düzenli bir ifade gibi görünebilir, ancak belirgin bir şekilde dağınık bir sürece işaret eder. Dağınık çünkü kendimizi tanımlamak için belirlediğimiz dil, içsel olarak birden fazla doğrusal/duygusal denklemi aynı anda tatmin eder. Bu psikolojik yapının herhangi bir parçasını rahatsız etmek, nihayetinde bütün yapıyı istikrarsızlaştırmak anlamına gelir.

    Duygusal Gerçeklik

    Ama burada başka bir parça var. Biz insanlar, gerçeği arayan varlıklarız. Kendimize kim olduğumuz hakkında anlattığımız hikaye tam olarak doğru veya eksik olduğunda, içimizde her zaman bir huzursuzluk kalır.

    Kendimize duygusal gerçekliği anlatma görevi, kendi deneyimimize açık olmakla ilgilidir (bu konunun alanımızda yeterince konuşulduğunu düşünmüyorum). Terapi sürecinde her adımda ulaşmaya çalıştığımız şey budur: kendimize ve diğerine olanların gerçekliğini anlatabilme kapasitesi. Düşündüğümüzde, her savunma, duygusal gerçeğe bir saldırıdır. İnkar, kaydırma, bastırma—duygusal gerçekliği kendimizden gizlemenin tema üzerindeki sadece derecelendirmeleri ve varyasyonlarıdır. Şu anda taşıyamayacağımız, bütün yapıyı istikrarsızlaştıracak hikayenin parçalarını dışarıda bırakırız.

    Duygusal gerçeklik. Bu, sonuca nasıl bağlı? Duygusal gerçekliğin işlevi nedir? İnsanlar olarak hak ettiğimiz yeri almak için buna neden ihtiyacımız var? Cevap gerçekten basit. Bu, bizim önermemizdir. Geri kalan her şeyin üzerine inşa edildiği şeydir. Bunu yanlış yaparsak, başka hiçbir şey doğru olamaz. Temel düzeydeki duygusal gerçeklik zarar gördüğünde, kim veya ne olmamız gerektiğini, nasıl durmamız gerektiğini, ne kadarımızın gerçekten oyun oynamaya hazır olduğunu anlamamız açısından bir dizi telafi oluşturmamız gerekir. Ve, temeli zarar görmüş bir ev gibi, telafiler yapıyı sağlam tutmak için gereklidir, ancak daha az sağlam olduğumuzu; daha fazla bakım gerektirdiğimizi; daha az güvenli bir sığınak sağladığımızı; ve bazı anlarda, tamamen çökme tehdidi oluşturduğumuzu gösterir ve yansıtır.

    İnsanlar olarak kendimiz hakkında bunu bildiğimiz ve yol boyunca yaptığımız ya da yapmak zorunda kaldığımız gerçeklik uzlaşmalarından huzursuz olduğumuz görülmektedir. Bu uzlaşmalar bizi kısıtlar; zamanla daha belirgin hale gelen şekillerde hareket alanımızı kısıtlar.

    Tek çıkış yolu olayların duygusal gerçekliğinden geçer. Ancak – ve bunu sezgisel olarak da biliyoruz – bu gerçek, bir yarayı ölü dokulardan temizlemek gibi yakıcıdır. Acı vericidir. Gereklidir. Zordur. Her noktada ileri gitme kararı gerektirir. Bazen buna değmez gibi görünür. Ve bir şekilde biliyoruz ki, bu yapısöküm görevini pervasızca ya da uygun destek olmadan üstlenirsek, bizi her şeyi kendi haline bırakmamızdan daha kötü bir durumda bırakabilir.

    Size kısa bir örnek vereceğim. Daha önce anlattığım gibi, hastalarımdan biri büyüdüğü çevreyi “iyi niyetli ihmal” terimiyle ifade etmişti. Bu oldukça sıkıştırılmış ifadeyle, büyürken yaşadığı bir dizi deneyimi bir araya getirmiş ve olayların gerçekliğini kendine göre küçültmüştü. Örneğin çocukken okula sık sık aç gider, belki de akşam yemeğine kadar hiçbir şey yemezdi. Ergenlik dönemine kadar yatak ıslatan biriydi ve bakım verenlerinde neler olabileceğine dair belirgin bir merak uyandırmıyordu. Ortaokulda uyuşturucu ve alkol kullanmaya başladı (yine ebeveyn müdahalesi olmadan). Şarkı söyleme ve dans etme tutkuları tamamen göz ardı edilmişti. Annenin yokluğu ve babanın öfkesinin damgasını vurduğu bir ortamda görünmez bir varlıktı. Kendi içine çekildi.

    Kendi kendine anlattığı hikaye – ihmalin “iyi niyetli” olduğu – deneyiminin bu anlarının kişisel etkisini dışarıda bırakmıştı. Bu hikaye aynı zamanda evdeki yetişkinlere bakış açısını da korumuş ve muhafaza etmişti – onları rahat bırakmıştı. Gençken, insanlardan duygusal olarak destekleyici hiçbir şeye ihtiyaç duymayarak, kaçınmacı bir bağlanma tarzı geliştirerek bunu telafi etmişti. Bir yetişkin olarak içsel yabancılaşma ve depresyon duygusundan giderek daha fazla acı çekmişti. Anlatısı, genç hayatındaki yoklukları onun için daha az acı verici hale getirmiş, ancak tanıdık içsel parçaları onun için yerinde dondurmak gibi istenmeyen bir sonuca yol açmıştı.

    Yetişkin ilişkileri ona gerçek bir destek veya yakınlık sağlamıyordu. Hayatında erken dönemin dramasını sürekli olarak yeniden oynuyordu; sanki bir müzik kaydı bir noktada takılmış gibiydi. Revize edilmemiş hikayesi, tanıdık olanı koruyordu ve ona bir istikrar hissi sağlıyordu, ancak bunun bedeli, mevcut anı tam anlamıyla yaşayabilme yeteneğini kaybetmesiyle deneyimlediği kişiler arası verme veya alma farkındalığıydı.

    Gerçeklerin birçok boyutu vardır. Kendimiz ve başkaları hakkında nasıl düşünmemiz ve hissetmemiz gerektiğini, bu ötekilerle olan ilişkimiz, kendimizden ve ötekilerinden beklentilerimiz, hayata dair beklentilerimizi anlatır. Tarihimiz hakkında bilgi verir; kök sistemimizi tanımlar. Kapasitelerimizi ve sınırlamalarımızı; insan olarak neyi denemeye kalkışabileceğimizi ve bu denemelerde kendimizle ilgili nasıl hissettiğimizi gösterir. Ne üzerine düşündüğümüzü, neyi hayal ettiğimizi, hatta bedenimizde ne hissettiğimizi belirler. Temel taşımızdır.

    Birlikte

    Yakın zamanda bir hastam ofisime geldi ve bana küçük bir şeftali büyüklüğünde, çok renkli bir taş uzattı. “Bunu nasıl tanımlardın?” diye sordu. Kelimelere olan ortak sevgimiz sayesinde aramızda bir bağ oluştuğunu bildiğimden, zihnimde hızla tarayıp “çizgili” dedim. “Aslında,” dedi, “bu ‘breşli’. (Breş, kırık çimentolu mineral parçalarından oluşan bir kaya veya ince taneli bir matris ile bir araya getirilmiş, kayaların bileşimine benzer veya bunlardan farklı olabilen bir kayadır.)  “Yeni bir kelime!” diye heyecanlandım. “Ne anlama geldiğini bana anlat!” “Bak, taşın içinde farklı renkli damarlar var mı?” dedi. “Evet,” diye yanıtladım, gri-yeşil ve sarı örneği daha yakından inceleyerek. “Orijinal taş yeşimdi,” diye devam etti. “Yeşilimsi kısımları görüyor musun? O kısımlar yeşim. Ama doğanın kuvvetleri, yeşim taşı üzerinde yarıklar açıp onu parçalara ayırdı. Sarı kısmı görüyor musun?” “Evet,” dedim, artık ilgilenmiştim. “Sarı kısım tamamen farklı bir malzeme. Bir noktada sarı madde, kırılmış yeşim taşının çatlaklarına doldu ve aslında jeolojik bir yapıştırıcıya dönüştü, yeşim ile birleşip parçalarını yeniden bir araya getirdi. Zaman geçtikçe taş yeniden katılaştı ve sana verdiğim taş oldu. Artık sadece yeşim değil, sarı madde ile birleşip breşli bir taş haline geldi.” İçindeki canlılık kıvılcımıyla devam etti, “Eğer breşli taşı cilalasaydık, orijinal yeşim’den daha güçlü ve daha güzel olurdu.”

    Sonra, çarpıcı bir gözlemde bulundu: “Sarı kısmı görüyor musun? Sarı olan ‘biz’ kısmı. Bu, burada yaptığımız şeyin mükemmel bir resmi. Her şey, bu işi ‘birlikte’ yapmamızla ilgili. Burada yaptığımız şeyde ‘birlikte’ olmak, benim iyileştiğim yer. Sadece anlamam, hissetmem ya da kavramam değil. Bunları seninle birlikte yapmak, parçalanmış benliğimin boşluklarını dolduran şey. Beni kopuk parçalara ayrılmış olmaktan ‘breşli’ bir bütünlüğe getiren şey bu. Bak, sen ve ben birlikte—işte ‘biz’, parçalanmış benliğimin kısımları arasındaki dolgu maddesini oluşturan şey.”

    Hastam, modern nörobilimin göstermeye başladığı şeyi sezgisel olarak ifade ediyordu: Terapist ve hasta arasındaki karışımda, duygusal beynin yeniden düzenlenmesi gerçekleşiyor; zaman içinde uyumlu bir terapötik ilişkiyi karakterize eden bu karşılıklı öznel karışımda büyük bir güç yatıyordu.

    İşte bu “birlikte olma” olayı, biz terapistlerin yıkım ve yeniden inşa sürecine dahil olmaya başladığı yerdir. Aynı anda birkaç şey sağlarız. Bir açıdan, hastalarımızla birlikte hakikat yolculuğunda yoldaş oluruz. Bir şekilde, insan olarak hayatımızda en korktuğumuz, en acı çektiğimiz, en umutsuz olduğumuz anlarda, bir başkasının varlığı bize yardımcı olur. Diğerinin varlığı bizi sakinleştirir. Ezici olanı daha az felç edici hale getirir.

    Terapistler olarak, hastalarımızla birlikte ve onlar için bu “mevcut olma” durumunu gerçekleştiririz. Bir hastam bunu bana şu şekilde ifade etmişti: “Karanlık mağaraları birlikte keşfediyoruz. Sen oradasın, hemen arkamda. El fenerini tutuyorsun, böylece birazcık ilerisini görebiliyorum. Bu, bakmaya devam etme cesaretini veriyor. Bazen de, ‘hmm—şuraya bir bakalım,’ diyorsun.”

    Birçok açıdan, bunlar belki de onların birincil bbakımverenlerinin yokluğunda gerçekleşmemiş keşiflerdir. Eğer duygusal olarak orada kalabilirsek, bu, hastalarımızın psişelerine derinlemesine ulaşır ve hem cesaret hem de rahatlama sağlar. Bu şeylere ihtiyaç vardır. Yolculuğun acısı, bir ömür boyu kaçınılan bir şey olmuştur. Biz, hakikat yolculuğunda birer yoldaş (ve bazen rehber) oluruz.

    Daha İyi Niyetli Bir Süperego

    Yolculuğun yoldaşları. Yolculuğun ortasında, bizler Rogers’ın (1989) koşulsuz olumlu kabul olarak adlandırdığı şeyi sunarız. Ancak Strachey (1934) bunu, belki de daha doğru bir şekilde, daha iyi niyetli bir süperego sunmak olarak tanımlar. Kırılgan telafi edici yapıların yerinde durmasını sağlayan yapıştırıcının bir parçası olan sıradan kınama seslerini geri çekeriz ve gerçeğin, çocuğun kendini suçlaması veya sorumluluğun çarpıtılması olmaksızın ortaya çıkmasına izin veririz. Olumsuz ortamlarda bir çocuğun başa çıkma stratejisinin büyük bir kısmı, yanlış giden şeylerin sorumluluğunu üstlenmek üzerine kuruludur (Herman, 1992). Tuhaf bir şekilde, bir yetişkinin başa çıkma stratejisi ise yanlış giden şeylerin sorumluluğundan kaçmaktır. 

    Terapistin durduğu yerden, bu yanlış hizalanmalar, onların sıradan bileşeni olan utanç ve suçlama olmadan gözlemlenebilir ve bu duygular bilince ulaşmayı engeller. Zamanla, bir hasta, bu çift yönlü görüşten (Bion, 1965) yararlanmaya başlayabilir—hem kendi deneyimlerinden hem de dışarıdan bir gözle rolünü görmeye başlayabilir ve terapistin bakış açısını da dahil edebilir. Bu, hastaya utanç dolu bölgeleri daha az tereddütle, daha fazla gerçekle keşfetme özgürlüğü verir.

    Klinik Bir An

    Size bu süreçle ilgili oldukça dokunaklı bir örnek vereceğim. Birkaç yıldır görüştüğüm genç bir erkek bilgisayar programcısı, deneyimlerinin bazı anlarıyla temasının koptuğunun giderek daha fazla farkına varıyordu. Araştırdığımız kadarıyla bu durum, bebekken tamamen kendi başına bırakılmış olmasından kaynaklanıyordu – kelimenin tam anlamıyla bebekken sıkıntılı zamanlarında kucağa alınmamıştı; üç aylıkken öksüz kalmıştı – bu durum, sağ beynindeki ilişkisel yapıların özenli bir bakımla canlandırılması gereken bir dönemde ortaya çıkmıştı.

    Hayatını kendisiyle ve başkalarıyla teması kopuk hissederek geçirmişti. Bana karşı garip bir şekilde yapmacık bir tavrı vardı ve uzun bir süre boyunca fiziksel bedeninde gerçekten yaşamadığını deneyimlediğim biriydi. Kopukluk duygularını keşfetme becerisi arttıkça, haftada iki kez yaptığı seansların ikincisi için bir gün ofise geldi ve sandalyesine yerleştikten sonra bana basitçe “Sanırım bir şey hatırladım” dedi. (Bu konuşmayı asla unutmayacağım.) Bana (ve kendisine) üniversitede iki kadına tecavüz etmiş olabileceğini ilk kez şimdi anladığını açıkladı. Benim yanımda sahneleri yavaş yavaş kendisi için bir araya getirdi. Bu son derece acı verici bir dizi ego-distonik andı ve benim bu anlarda hem onun yanında hem de dışında durabilmem, süperego-olmayan bir perspektif alanı sunmam ve kendi kopukluğunun zaman içinde yarattığı korkunç hasarın bir kısmı hakkında dürüst gerçeğe ulaşmasına izin vermem sayesinde mümkün oldu.

    Lütfun Rolü 

    Bu, terapist olarak yaptığımız çalışmadaki başka bir önemli unsura değiniyor. Kendimle konuşurken buna “lütuf” diyorum. Lütuf ve gerçek—benim için, terapötik sürecin ikili sarmalıdır. Rogers buna koşulsuz olumlu kabul der. Varoluşçu yazarlar buna “terapötik sevgi” der. Hangi kelimeleri kullanırsak kullanalım, sanki biz terapistler, zihnimizde ve ruhumuzda kişiyi lütuf aracılığıyla tutarak, gerçeğin işleyişine uygun bir ortam sağlıyoruz. 

    Merkezi ve çevresel sinir sistemlerindeki sinirler miyelin kılıfıyla sarılmazsa, verimli bir şekilde çalışmazlar. İletimleri kesintiye uğrar çünkü devreler yükü kaldıramaz. Bizim hastalarımızı zamanla sevgi, lütuf ya da koşulsuz olumlu kabul ortamında tutma şeklimiz—buna ne dersek diyelim—bu, miyelindir. Bu, gerçeğin işleyişine izin veren şeydir—bazen bizim tarafımızdan konuşulan; genellikle bizim tarafımızdan bilinen ancak hastalarımız tarafından dile getirilen gerçek. Miyelin olmadan, gerçek çok yakıcı olurdu/oldu. Onunla ise, gerçek bir insanın deneyiminin en derin köşelerine doğru yol alarak içerideki şeyleri düzeltme, bilinçdışı yarı gerçekleri ve uzlaşmaları (nörolojik literatür bize artık bunun kelimenin tam anlamıyla yeniden yapılanma olduğunu söylüyor) düzeltebilme görevini yerine getirebilir.

    Peki, terapi sırasında çalıştığımız insanları sevmek, hatta onlara karşı sevgi beslemek gerekli mi? Peki ya nesnellik? Klinik mesafe? İşin bize duygusal olarak zarar vermesine izin vermemek? Başlangıç öğrencilerinden sürekli duyduğum bir endişe bu. Bu işin duygusal olarak size ulaşmasını nasıl engelliyorsunuz? Birkaç dönem önce, bu konu hakkında sınıfta uzun bir konuşma yaptıktan sonra bir öğrenci biraz daha kalıp benimle konuşmak istedi. Konuşmaya başlarken gözyaşlarına boğulmuştu. O öğleden sonra, çete bağlantılı bir çatışmada genç oğullarını kaybeden bir aileyle birlikteymiş. Onlarla birlikte bu durumu kontrol altına almaya çalıştığını ve o akşam sınıfta yaptığımız konuşmanın, yani işin gerçek duygusal etkisini, varlık göstererek ve otantik bir şekilde yapmanın ne anlama geldiğini konuşmamızın, onu kendini deli gibi hissetmekten alıkoyduğunu anlattı. Olay onu derin bir şekilde etkilemişti. Bunun yanlış olmadığını bilmek istiyordu.

    Deneyimlerime göre en iyi çalışmalarım, ötekine karşı duygusal açıklığın olduğu bu özel ortamda gerçekleşiyor. Bana gelen insanlardan ilk başta her zaman hoşlanmıyorum. Her zaman bir bağ hissetmiyorum; hatta bazen ilk başta tam tersini hissediyorum. Ve çoğu zaman hissettiklerim, onların kendi kişilerarası dünyalarını nasıl işgal ettikleriyle; kişilerarası dünyalarının onlarla nasıl karşılaştığı ve onları nasıl deneyimlediğiyle uyumludur. Ancak yavaş ve istikrarlı ilerleme, içeriye, ötekine doğru ve ötekinden bir açılıma doğrudur. Zaman içinde ruhların ve psişelerin birbirine dokunması. Bir “biz” hissi.

    Gerekli, Ancak Yeterli Değil

    Yaptığımız iş mahrem bir iştir. Bu parçaları sıklıkla en nazik ve savunmasız parçalarımızla karşılıyoruz. Kendimize ve diğerine açılmak—işin bu güzel ve nihayetinde sevgi ile yönlendirilen kısmıdır. Ancak—bu önemlidir—sevgiyi hissetme kapasitemiz asıl mesele değildir. Mantık kuralı gereği, bu gerekli ama yeterli değildir. Sevgi, bir ortam sağlar, ancak kendisi şifa gücü değildir. Doğru olan kısım şifa gücüdür; sevgi ise doğru kısmın mümkün olmasını sağlar. İkisi bir arada çalışır. Birisi olmadan öteki bu iş için yeterli değildir.

    Hissetme işini yapıyoruz. Ancak, bizde ve hastalarımızda oluşan duygular genellikle beklenmedik olmaktadır. Terapistler olarak sürece kendi canlılığımızı kattığımızda, özlem ve çaba, kaygı ve acı, kafa karışıklığı ve evet, hatta sevgi ve şefkat gibi duygular da bu sürecin bir parçasıdır. Bu duygular içimizde var olmalı ve gerçekten ilişkiye katıldığımızda orada olmalıdır. Ve ilişkiye katılmaktan daha azı, işin derinlemesine gitmesi için gereken uyum, sevgi ve gerçeklik miktarını sağlayamaz.

    Aşk Tarafı

    Gerçekten, hastalarımıza karşı sevgi besleriz: cesaretleri, bağlılıkları, farklılıkları, özleri. Ancak, işler iyi gittiğinde, zamanla ilişkide bir tür asimetri gelişebilir—hastalarımızdan bize doğru bir sevgi asimetrisi. Bu asimetri, terapist olarak taşıdığımız bir şeydir.

    Bir keresinde, bu gelişimi yorumlayan bir hasta tarafından yazılmış aşağıdaki paragrafı almıştım. Başlangıçta birlikte çalışmaktan keyif alıp almayacağımı bilmediğim bir hastadan gelmişti. Bu, çalışmalarımızın yedinci yılıydı. Birçok ambivalansı aşarak, bu parçayı seansta bana yüksek sesle okudu.

    Oldu. Bu klişe şey gerçekleşti. Terapistime aşık oldum. Bunu sen yaptın. Tüm koşulları doğru hale getirdin. Ben de içine girdim. Klişe, ama bir o kadar da gerçek. Seninleyken, hep hissetmem gerektiğini düşündüğüm, ama daha önce hiç hissetmediğim bir canlılık hissediyorum. Seni düşünüyorum; birlikte geçirdiğimiz zamanları; senin varlığında olmanın, ruhumun derinliklerinde hissetmenin ne olduğunu düşünüyorum; senin varlığında tutulmanın nasıl bir şey olduğunu. Oldu. Artık bu durumu geçiştirmek istemiyorum. Burada. Ve bilmiyorum, bu şeyin zamanla başka bir şeye dönüşüp dönüşmeyeceğini, seninle sahip olduğum bu şeyi başkasıyla yaşayabilmek için bırakmam gerekip gerekmediğini bilmiyorum. Bundan sonra ne olacağını bilmiyorum.

    Benden yanıt bekliyordu. Ona, bana gösterdiği duygusal dürüstlüğün aynısıyla karşılık vermeye çalıştım—“Ben de seni seviyorum” sözlerini kullanmadan, çünkü bu sözler sahte ve yavan olabilir ve aslında konu da bu değildi. Ayrıca zihnimin bir köşesinde Winnicott vardı: bir geçiş nesnesinin yaratılmış mı yoksa bulunmuş mu olduğunu asla sormama anlaşması. Dahası, birini içsel olarak sevgiyle tutabilme kapasitem, önemli olan şey değil zaten bu yüzden gelmedi. Bu, terapinin bir parçası, ama asıl mesele de bu değil. Bu yüzden onunla bu konuda şöyle konuştum.

    Ona klişe kelimesinin, aslında ilişkimizin içindeki gerçek yakınlığa ve samimiyete bir saldırı olduğunu söyledim. Bunun ancak dışarıdaki insanlara anlatılmaya çalışıldığında klişe olduğunu ifade ettim. Bu ilişkinin kutsal olduğunu ve medyanın bunu hiç doğru yansıttığını görmediğimi belirttim. Bunun sevgi içerdiğini, sevgiden doğduğunu ve sevgi getirdiğini anlattım. Ve bir kez bu sevgi inşa edildiğinde, kalıcı olduğunu; bu sevgi aracılığıyla başka sevgilere ulaşılabileceğini, ancak bu sevginin asla kaybedilmeyeceğini söyledim. Dün gece gördüğüm bir yaşındaki çocuk gibi; annesine baktığında gözlerinde gördüğüm sevgi, hep orada kalacak ve başkaları üzerine inşa edilecek. Önemli olan benim nasıl sevdiğim değil, onun sevgisinin -sevme kapasitesinin içinde nasıl uyandığı- buraya nasıl getirildiğiydi. Aramızda olanın tamamen kutsal olduğunu ifade ettim.

    Son olarak, elbette, başarısızlık.

    Hastalarımızı doğru yöne götürme sürecinde kritik bir parça olan bu konudan bahsetmek istiyorum. Bu hafta, mevcut hastalarımdan biriyle yaşadığım dokunaklı bir olayda bu mesele gündeme geldi. Bazı şeyleri benimle paylaşmaktaki isteksizliğini sordum—paylaşmamayı tercih etmesinin algılanan bir ilgisizlikten mi yoksa kronik bir güvensizlikten mi kaynaklandığını anlamaya çalıştım. İlk olarak, orada olmayan bir ilgisizliği bile algılayabileceğini söyledi. Bu cevabı biraz daha derinlemesine inceledim ve nihayetinde şunu paylaştı: getirdiği bazı konuların “üzerinde durulmadığında”—yani keşfedilmediğinde, tekrar gündeme getirilmediğinde ya da sessizce göz ardı edildiğinde—bende bir ilgisizlik algıladığını fark etmişti.

    O an bana, onunla nasıl çalıştığım ve onu bu çalışmada nasıl yarı yolda bıraktığıma dair gerçekten çok önemli bir şey söylüyordu. Derin bir içsel acıyla ve anında fark ettim ki bana o an gerçeği söylüyordu. Birkaç kelimeyle cevap verdim. Sonra ona basitçe, “Tamam, bu söylediklerin içimde gerçekten bir yere oturuyor. Bununla biraz zaman geçirmem gerekecek. Sonra tekrar konuşacağız. Bu senin için uygun olur mu?” dedim. Ve konuştuk.

    Bu, yaptığımız işin inanılmaz derecede önemli bir parçası. Hastalarımızı hayal kırıklığına uğratıyoruz—istemeden, bilinçsizce, acı verici şekilde, insan olmanın bir parçası olarak, ama kaçınılmaz olarak onları hayal kırıklığına uğratıyoruz. Winnicott (1955) kapasitemizin dürüstlük, açıklık, savunmasızlıkla ortaya çıktığı bu anların terapide sıklıkla en iyileştirici anlar olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu bir ebeveyne, bize nasıl zarar verdiklerini söylemek ve onların bunu kabullenip duygusal olarak bununla başa çıkma deneyimi çoğu zaman ebeveynlerinin uyumlu ebeveynlik çabalarında çok eksik olan bir şeydi. Eğer bu işte samimiysek, bu anlar dürüstlük, alçakgönüllülük ve mevcudiyetle ortaya çıkmamız gereken anlardır.

    Oyunun Sonu

    Yani, oyunun sonu. Oraya geldiğimizi nasıl anlarız? Hastamız için yanlış olan bir şeyin doğru hale geldiğini nasıl anlarız? Bilinçli olarak geldikleri sebeplerin ötesinde, aslında farkında olmadıkları derin bir ihtiyacın artık karşılandığını nasıl fark ederiz? Hanna Levenson’ın (1995) bu konuda yazdıklarını çok beğeniyorum. Basitçe ifade etmek gerekirse, bir değişim hissettiğimizi söyler. Ne olursa olsun

    içimizdeki gerginlik, endişe, zorluk, düzlük, ölülük, uyarılmış korku -gerginlik her neyse- artık orada değildir. Onun yerine, canlılık, rahatlık, yeni bir içsel ve kişilerarası canlılık duygusu; sıklıkla yaratıcılık ve oyunculuk; keyif alabileceğimiz ve etkileşimde bulunabileceğimiz bir özgünlük duygusu vardır.

    Bazı insanlar için bu, semptomatik değişimlerle kendini gösterir; aşırı yemek yiyenler grubundaki kadının artık büyük beden kıyafetler giymemesi gibi. Bazıları için ise, tıpkı bağlanamamasıyla kişilerarası ilişkilere gerçek anlamda zarar veren adamda olduğu gibi, kendi psişe-somasına—hatta bedensel varlığına—yeniden yerleşmek şeklinde ifade edilir. Diğerleri içinse, sevme ve sevgi alma kapasitelerinde bir yenilenme olur. Bu, bir tür doğruya ulaşma halidir.

    Üç yıl önce kış gündönümünün arifesinde, bir yazar bir hastamdan aldığım bir not var. O, bizim birlikte yaptığımız çalışmayı benim asla ifade edemeyeceğim bir şekilde kelimelere dökmüş, şu şekilde ifade etmişti:

    “Yarın yılın en uzun gecesi ve gece bittiğinde nihayet günler uzamaya başlayacak. Evim çok karanlık, sadece yağ lambam yanıyor ve bir köşede tüten tek bir tütsü çubuğu var. Sana Noel için ne vereceğimi düşünüyorum ama istediğim şeyi bulamadım. Küçük sardunyamın, yılın son çiçeğinin gerçekten güzel bir fotoğrafını çekmek istemiştim ama yeni kameramla çektiğim fotoğraftan memnun kalmadım. Eski kameramla çektiğim bir fotoğraf var, belki onu güzel bir çerçevede sana verebilirim. Sana bunu vermek istiyorum çünkü sana getirdiğim çiçeklerden biri gerçek bir sardunyaydı. Sen ona ‘resimsel’ demiştin. Bu benim bilmediğim bir kelimeydi. Bana bu yeni kelimeyi verdin. Neden bilmiyorum ama bu benim için önemli.”

                  [Kendi yazarlığı, yazar olmak hakkında sözler]

    Kendim olmama yardım ediyorsun, bu kadar basit ve sade. Ve bunun için sana teşekkür ediyorum. Yaptığımız şey inanılmaz bir sihir, inanılmaz bir hokkabazlık. Tüm bu süreç olasılık dışı görünüyor ama ben bunu yaşıyorum ve bu yüzden buna inanmalıyım. Tüm bu süreç, aramızda gerçekleşen bu şey, senin ve bilinçaltımın birlikte yaptığı ve benim geri kalanımın ayak uydurmaya çalıştığı bu şey, benim en çok inandığım şey. Bunun için sana teşekkür ediyorum. Olduğun kişi olduğun için sana teşekkür ediyorum. Benimle yaptığın tüm sıkı çalışmalar ve ben bir şeyleri çözerken sessizce ve sabırla beklemeye istekli olduğun için teşekkür ediyorum. Bilinçaltıma, çaresiz bir çiftçinin inatçı yağmur bulutlarına tohum ektiği gibi tohum ektiğin için teşekkür ederim, böylece sonunda kurumuş kuru çatlak toprak üzerine  tatlı suyu bırakırlar. Bu yüzden, sana ne vereceğimi bulmaya çalışmaktan vazgeçiyorum ve eski fotoğraf makinemle çektiğim küçük sardunya fotoğrafıyla yetiniyorum, çünkü bu fotoğraf senin bana verdiğin bir kelimeyi ve bu hediye birlikte yaptığımız pek çok şeyi, beni bütünleştiren kelimelerin kullanımını ve aralarındaki sessizliği sembolize ediyor.

    Bu oyunun sonudur. Doğru olan oyunun sonudur. Psikodinamik psikoterapi sürecinde yaptığımız şey budur. Bu bir sanattır—yavaşça ve zamanla, evet, zorlayarak edinilen bir sanat. Yolumuzu hissederek ilerleriz. İçimizde var olduğunu bilmediğimiz, ötekinde var olduğunu bilmediğimiz resimler yaratırız. Zamanla çalıştığımız, uyguladığımız ve denetlendiğimiz tüm koşulları yerleştiririz. Sonra, gün be gün, saat be saat, boş bir tuvalin önünde oturur ve ortaya çıkanı bekleriz. Bununla şaşırır, etkilenir, genişleriz ve evet, kendimizi de bütün hale getiririz. İşte bu, edinilmiş sanattır. İşte bu yüzden buradayız.

  • Savunmalar ve Kaygılar (12)

    Kaleydoskopumuz için toplamamız gereken renkli bir cam yığını daha var. Savunmalar ve kaygılar ve bunların psikodinamik psikoterapide anlama sanatına kattıkları. Evlilik ve Aile Terapistleri olarak belge alma yolundaki yüksek lisans öğrencilerine hem eğitimlerinin başında hem de sonunda ders verdiğim için, bu alanda yeni olanlarla da etkileşim fırsatım oluyor.

    Genellikle çeyrek dönemin altıncı haftası civarında, onlardan bana savunmalardan bahsetmelerini istiyorum. “Evet!” diyorlar. “Savunmalardan haberimiz var!” “O zaman konuşun benimle,” diyorum. “Peki,” diyorlar, “savunma, savunmacı olduğumuz zamandır.” “İyi bir başlangıç!” diyorum. “Bana daha fazlasını anlatın. Neyi savunuyoruz?” “Ego,” diye cevaplıyorlar, gururla. “O nedir?” diye soruyorum. “Kendiliğimiz,” diyorlar gururla. “İyi. Ve neden kendimizi savunmamız gerekiyor?” “Çünkü tehdit altında hissediyoruz.” “Evet! Ve tehdit nedir?” Şimdi koro azalmaya başlıyor. “Tehdit nedir? Hmmmmm. Bir şey kendiliğe zarar verecekmiş gibi hissettiriyor,” diye ortaya atıyor biri. “Evet! Kendilik zarar görebilir! Peki kendilik zarar görürse bu nasıl hissettirir veya nasıl görünür?” “Uhhhhhhh” (daha yavaş)… “Kafa karıştırıcı,” diyebilir biri; “kırıcı,” diyebilir bir diğeri; bir başkası kesin bir dille “yıkıcı,” diyebilir.

    Şimdi savunmalar ve onların altındaki kaygıların dünyasının içine girdik. Terapistlik alanında bazı çalışma kavramlarının daha çok kabul gördüğünü hep fark etmişimdir. Savunmalar, zihnimde bu listenin başında yer alır; çünkü herkes bu kelimeyi bilir ve savunmaların ne anlama geldiği ve nasıl göründüğü konusunda sezgisel bir anlayışa sahiptir. Ancak, çok az kişi onların kökenini, bağlantılı kaygılarını ve bunun hastalarımızın deneyimsel dünyasında ne anlama geldiğini gerçekten anlar. Bunlar, hastalarımızın ilişkisel dünyasını anlamak ve psikodinamik psikoterapi sürecine katılmak için gereken cesaretin tam ölçüsünü kavramak açısından hayati öneme sahiptir.

    Daha ileri gitmeden önce, bu tartışmayı şimdiye kadar anlama sanatı üzerine keşfettiklerimizle bağlamak istiyorum. İşte başlıyoruz. Elimizde nesne ilişkileri var: kendilik ve bakım verenler arasındaki, kendilerine ait dolambaçlı kaygılarla dolu içselleştirilmiş ilişkiler bütünü. Elimizde aktarım var: bu içselleştirilmiş ilişkilerin (ve kaygılarının) özellikle terapi ilişkisi içinde dışsallaştırılması. Elimizde karşı aktarım var: Terapistler olarak hastalarımızla ilişkisel matriste sahip olduğumuz tepkiler ve reaksiyonlar kümesi, ayrıca bu çorbada bizde uyandırılan kaygılar. Bunlar, kaleydoskopumuza zaten yüklenmiş olan unsurlardır.

    Sonra son olarak (ama muhtemelen ilk olarak) savunmalarımız ve savundukları kaygılarımız var, bunlar geriye doğru uzanıyor ve köken ilişkilerimizden kaynaklanıyor, bakım verenlerin elinde deneyimlediğimiz kaçınılmaz hatalar ve içimizde uyandırdıkları ruhsal acıyla bağlantılıdır. Kaygı (en genel, DSM dışı anlamıyla) yaklaşan tehlike veya ruhsal acı hissidir. Savunmalar, bir zamanlar hissettiğimiz (veya şu anda hissedebileceğimiz) kaygı duygularından uzak durmak için yaptığımız şeylerdir, çünkü eğer bunların tam büyüklüğünü hissedersek, kendimiz zarar görebilir ve hatta parçalanabiliriz. Bu yüzden savunmalar görünür kısımdır—görmesi oldukça kolaydır. Kaygılar görünmez kısımdır, arka planda gizlenir, gözden uzak kalmaya çalışır. Savunmalar ve savundukları kaygılar. Birlikte son renkli cam yığınımızı oluştururlar.

    Arka Plan

    Başlamadan önce, kendilik kavramıyla ilgili bir konuşma yaparak başlayalım. Çünkü savunmalar, kendiliği korur. Kendilik nedir? Kendilik nasıl oluşur? Neden otomatik mekanizmalar, bilinçli yardımımız olmadan kendiliği korur?

    Tamam. Kendilik. Kendilik, Freud tarafından kişiliğin temel yapılarından biri olarak tanımlanmıştır (evet, Freud tekrar karşımıza çıkıyor!). Freud, bu yapıları “id,” “ego” ve “superego” olarak adlandırmıştır. Aslında, Freud’un (1923) Almanca yazılarında, bunları “nicht ich,” “ich” ve “über ich” (“ben değil,” “ben” ve “benin üstündeki” veya “benin yöneticisi”) olarak adlandırmıştır. Bunlar, Strachey’nin İngilizce’ye çevirdiği “id,” “ego,” “süperego” terimlerinden çok daha anlam doludur. Bu nedenle savunmalar hakkında konuşurken, “ben” kısmımızı—kendilik olarak düşündüğümüz kısmı—savunmaktan bahsediyoruz.

    Peki, nasıl bir “ben” elde ederiz ve bu “ben” nasıl gelişir? Savunmalar nerede devreye girer? Bunu anlamanın tek yolu geriye gitmek. Gerçekten anlamak için başka bir yol yok. Bu nedenle, sizi bu mağaralara—bu labirente—götürmeyi öneriyorum. Söz veriyorum, diğer tarafta gün ışığına çıkacağız ve savunmalar konusundaki konuşmada daha net olacağız.

    Kendiliğin Gelişimi

    Öncelikle, gelişim. Hayata bir potansiyel girdabı olarak doğarız. Yükselen bir DNA’mız ve önümüzden iterek önümüzü açan bastırılamaz bir ihtiyaç ordumuz vardır. DNA’mızın bir parçası, başlangıç aşamasında deneyimimizi bekleyen kendiliğimizin bir tanımı; çevremiz tarafından, kişilerarası bir şekilde, karşılanmayı bekleyen bir kendiliğimiz vardır. “Ben” genleri, eğer öyle diyorsak, “deneyime bağlıdır.” Tam olarak ifade edilebilmeleri için çevrelerinde belirli koşulları gerektirirler. Günümüz nörobilimi bunu incelemiş ve adlandırmıştır, ancak bunu uzun zamandır insan gözlemiyle de biliyoruz. “Deneyime bağlı.” Örneğin, dil sistemimiz “deneyime bağlıdır.” Doğumdan itibaren işitme problemi yaşayan çocukların DNA’ları normal konuşma için yüklenmiş olabilir, ancak konuşma deneyime bağlı olduğu için, önemli işitsel deneyimlerin eksikliğinden dolayı konuşma yetenekleri büyük ölçüde etkilenebilir.

    Bu yüzden, deneyime bağlı “Ben” DNA’sı ile donatılmış olarak dünyaya geliriz. Ve ardından, ebeveyn atama şans oyununa katılırız ve bir şekilde kişilerarası bir matris içinde bulunuruz. Dünya’ya geldiğimizde genellikle bir anne ya da anne benzeri bir kişiye (cinsiyetsiz terim) teslim ediliriz. Başlangıçtan itibaren aktivite seviyemizi, mizacımızı, görünüşümüzü, yeteneklerimizi ve engellerimizi yönetecek belirli genetik bilgiler taşırız, ancak “doğamızın” ifadesi ve gelişimi “yetiştirilmemize” bağlı deneyime bağlıdır. “Ben”in, önceden yüklenmiş ifadesine ulaşabilmesi için insan bakım ortamı ile etkileşime girmesi gerekmektedir. (Aslında, beyin korteksimizin %70’i doğum sonrası gelişir, bunun çoğu (%90’ı) yaşamın ilk üç yılında) (Lipari, 2000).

    Dünya’ya gelişimizde ve o annelik eden kişi/kişilerin ortamında sabitlendiğimizde, duyusal ve ruhsal deneyimi bir araya getirme görevine başlarız – duyusal deneyimi kaydeder, kalıpları tanır, bunları “tamam”, “tamam değil”, “güvenli”, “güvenli değil”, “zevkli”, “acı verici” olarak sınıflandırırız; zaman geçtikçe bunları daha detaylı sınıflandırırız. Annelik eden kişi/kişiler her zaman bir ortam sağlar, gelişmekte olan bebeği hayatta kalma ve gelişimsel yörüngesinde ilerleme mücadelesini sonlandıracak güçlerden ve darbelerden korumaya hizmet eder.

    Bu, elbette imkansız bir görevdir ve her ebeveyn bu konuda defalarca başarısız olur. Bir bebeğin sıradan gelişim sürecinde yaşadığı uyumsuzlukların—yani “kaçırmalar”—sayısı gerçekten şaşırtıcıdır. Bağlanma araştırmalarından elde edilen verilere göre, bir yıl sonra “güvenli” bağlanma olarak sınıflandırılan bebeklerde bile, ortalama her on sekiz saniyede bir ebeveyn uyumsuzluğu yaşanmaktadır (Biringen et al., 1997; Nelson, 2012; Stern, 1985; Tronick, 2007; Tronick & Cohn, 1989). Bu kaçırmalar, ne kadar rutin olursa olsun, gelişmekte olan bebekte gerçek streslere ve kaygılara yol açar.

    Bir bebek için stres, bakım veren kişiyle olan uyumu bozan ve onu olumsuz bir duygusal duruma çeken her şeydir. Bu, annelik yapan kişinin uyumlu dikkatindeki kısa, istenmeyen kesintilerden, yanlış anlamalarına, bebeğin huzurlu anlarına yapılan istenmeyen müdahalelere, fiziksel rahatsızlıklardan, anneyle olan ayrılıklara, hastalık, kaza veya istismar gibi aşırı durumlara kadar her şeyi içerir. Bebekler, kendi fiziksel ve duygusal durumlarını düzenleme yeteneğinden yoksun oldukları için, geçici rahatsızlıklar ve uyumsuzluklar sonrasında yeniden dengelenmiş bir duruma ulaşmak amacıyla, annelik yapan kişi/kişilerle olan ilişkiye bağımlıdırlar.

    Önceden Yüklenmiş Savunmalar

    Neyse ki, insan paketi bazı önceden yüklenmiş savunma ekipmanları / operasyonları  taşır. İnsan bebeklerinin sıkıntı anlarındaki davranışlarına baktığımızda bu savunmaları gözlemleyebiliriz. Sıradan uyumsuzluklar, bebek tarafından işaret edilir ve “yeterince iyi” (“uyumlanmış”) ebeveynler tarafından hızla düzeltilir; böylece bebek gelişimine devam eder. Bebekteki huzursuz yüz ifadeleri, vücut gerginlikleri, kıpırdanmalar ve gerilme hareketleri ilk sinyallerdir. Eğer müdahale gecikirse, bu sinyaller hızla bebeğin ağlamasına dönüşür. Devam eden sıkıntı, zamanla çığlık atmaya, kalp atış hızının, kan basıncının ve solunum hızının artmasına yol açar. Bunların hepsi, bebeğin beyninde hipermetabolik bir çağlayan oluşturarak, büyük stres hormonlarının seviyelerinde artışa ve adrenalin, noradrenalin ve dopamin seviyelerinin yükselmesine neden olur. Gelişmekte olan beyinde bu tür hipermetabolik durumlar aslında bebeğe toksik etkiler yapar ve DNA kaynaklı nöronal yolların, özellikle de bebeğin sağ (ilişkisel) beynindeki oluşumunu geçici olarak kesintiye uğratır (Brown, 1982).

    Aşırı yoğun, kronik ve uzun süre müdahale edilmeden devam eden uyumsuzluklar, bebeğin zihinsel düzeyinde başka bir seviyeye geçer. Bebeklerde sıkıntı anlarında devreye giren en güvenli savunma mekanizması dissosiyasyon olgusudur. Tüm tolere edilebilir sınırların ötesine geçildiğinde, çocuk dış dünyadaki uyarıcılardan koparak içsel bir dünyaya çekilme kapasitesine sahiptir. Bu tepki uyuşma, kaçınma ve tepki göstermeme gibi durumları içerir. René Spitz’in (1945) belgesel niteliğindeki film görüntülerinde, yetimhanelerde yaşayan kronik dissosiyatif çocukların yüzlerindeki boş bakışlar çarpıcı bir şekilde yakalanmıştır. Bu durumda, ağrı giderici endojen opioidler ve kortizol gibi davranışları engelleyen stres hormonları yükselir. Adrenalin dolaşımda kalmaya devam etmesine rağmen kan basıncı ve kalp hızı düşer. Biyolojik ve evrimsel terimlerle, bu süreç bir opossumun (keseli sıçan)  “ölü taklidi yapmasına” veya bir memelinin aşırı durumlarda geri çekilip yaralarını iyileştirmesine ve tükenen kaynaklarını doldurmasına izin veren mekanizmadır. Ancak bebeklerde ve gelişmekte olan çocuklarda uyumsuzluklara tepki olarak ortaya çıktığında, bu durum yıkıcıdır. Dissosiyasyonun beyin gelişimi üzerindeki kısa süreli etkileri bile derindir; orbital frontal korteks ve limbik sistem gibi temel ilişki kurma ve duyguları düzenleme işlevi gören beyin yapılarının boyutunu ve işlevini değiştirir. Ayrıca, bebeklerde “durumlar kalıcı özelliklere dönüşür,” bu tür erken dönem ilişki travmalarının tekrarlanan etkileri, oluşan kişilik yapısının bir parçası haline gelir (Perry ve diğerleri, 1995).

    Örtük Bellek

    Ne kadar aksini istemiş olsak da, uyumsuzluklar iz bırakır ve tahmin edileceği gibi, daha büyük veya kronik uyumsuzluklar daha büyük ve kronik izler bırakır. Bu izler hem beyin yapılarında hem de erken bellek sistemimizde kalır. Bebekler ve küçük çocuklar olarak kaçırma kalıpları da dahil olmak üzere deneyimimizin bir tür örtük, ifade edilmemiş kaydını tutarak hızla ve etkili bir şekilde öğreniriz; deneyimlerimizin, ihtiyaçlarımızın, hissettiklerimizin, aldığımız tepkilerin ve bu tepkilere zihnimizde ve bedenimizde nelerin ortaya çıktığının sözsüz, örtük bir kaydını tutarız. Bunlar, genellikle “açık” bellek dediğimiz şekilde—örneğin, anaokulunun ilk günü gibi olayları hatırladığımız biçimde—kaydedilmez. Hayır, bunlar “örtük” bellekte kaydedilir: ifade edici dilin henüz gelişmediği bir dönemde yaşadıklarımızın bedensel, duygusal ve davranışsal bir kazınmasıdır (Siegel, 2012). Örtük bellek, “bellek” olarak deneyimlenmese de kaybolmaz. Bu, sözsüz bir anlayış ve öngörü arka planı oluşturur. Bazen kendiliğinden—bir hafıza parçası gibi değil—duyguların, duyusal izlenimlerin ve davranışların yeniden deneyimlenmesi şeklinde—“kaygılar” olarak—ortaya çıkabilir; bu deneyimler orijinal bağlamlarından tamamen kopmuş halde şu ana eklenir. İçimizde bir şey, uyumsuzlukların hislerini kaydeder ve doğru uyarıcılar olduğunda bu hisleri yeniden hatırlayabilir (veya içine sürüklenebilir).

    Bunun doğru olmamasını ve kültürel düzeyde bu tür bilgilere karşı “savunma” yapmayı tercih ederiz. Psikanalistlerin iz bırakmayan ve önemsiz kazılarını alaya alan karikatürler kültürümüzde yaygındır. Hatta erken travmanın hatırlanmadığı için önemli olmadığına dair yaygın naif bir inanç bile vardır; çünkü çocuklar unutur. Ancak önüne geçilmez gerçek, deneyime bağlı deneyimin önemli olduğudur; gerçekten de biçimlendirici olduğudur (Gerhardt, 2004; Siegel, 2012). Zamanla, erken edindiğimiz “bilgiler” onları güçlendirebilecek veya değiştirebilecek deneyimlerle katmanlaşır. Ancak bunun temelinde, bu “bilgiler” en erken ve en iyi öğrendiğimiz şeyler olmaya devam eder. ve anlam ifade etmiyormuş gibi görünen deneyimimizin parçalarını ve bölümlerini anlamlı hale getiren sessiz arka plandırlar.

    O halde, toparlayalım. Bebekler olarak, kendimizi koruma (“ben”-i koruma) mekanizmalarıyla donatılmış şekilde dünyaya geliriz. Bunlar, ilk “savunmalarımızdır“. En baştan itibaren, tamamen bağımlı olan benliğimizi korumak adına işlev görürler. Savunmalar ilk önce bilinçli olarak bakım vereni kaçırdığı durumlarda uyarmak, daha sonra topyekün panik durumlarında en üst seviyeye çıkmak ve her şey başarısız olduğunda varoluşun acısını uyuşturmak için içsel uyuşturucular çağlayanını harekete geçirmek için çalışır. Bunlar, hayatta kalma mücadelesi verirken hissettiğimiz (ve bazı durumlarda gerçekten de var olan) tehditlere karşı ilk savunma mekanizmalarımızdır. Bu tehditler—kaygılar—psişik acı, panik, ölüm korkusu, çözülme, sonsuz bir boşluğa düşme ya da diğeri tarafından yok edilme veya terk edilme korkuları olarak deneyimlenir. Önemli olan şu ki, bu kaygılar temelde gerçekliğe dayalıdır. Teorisyenler zamanla bu konuda tartışmışlardır (örneğin, Klein ve Winnicott), ancak artık nörobilim sayesinde bu durumu daha net bir şekilde anlayabiliyoruz. Azaltılmayan stres aslında genetik ifadelere ulaştığı için henüz başlangıç aşamasındaki benliğe zarar verir.

    Cephe Askerleri

    Savunmaların itibarlarına rağmen, aslında önemli ve soylu bir görevleri vardır: Benliğin korunması ve muhafaza edilmesinden sorumludurlar. Onlar cephe askerleridir. Kaygılar, benliğe zarar verebilecek bir şeylerin olduğunu haber verdiğinde, bu mekanizmalar harekete geçer ve silahlanırlar. Kaygılar, acının, kopmanın, aşırı uyarılmanın, yetersiz uyarılmanın, kötü muamelenin, bakımveren kişiden ayrılmanın vb. deneyimi ya da bu deneyimlerin olacağı beklentisidir. Savunmalar, bu deneyimleri yaşamamıza karşı ön ve arka korumamızdır. Bazı teorisyenler, kaygıların ve savunmaların yaşamın en başından itibaren bilinçdışımızda var olduğunu düşünürken, diğerleri bunların deneyimle birlikte geliştiğini öne sürer. Hangi şekilde olursa olsun, nihayetinde otomatik olarak, bilinçdışında, farkında olmadığımız bir şekilde işlerler—güvenliği sağlama devriyelerini sürekli olarak sessizce gerçekleştirirler.

    Öyleyse savunmaların meşru bir kökeni varsa, neden bu kadar hoş karşılanmıyor veya küçümseniyorlar (en azından başkalarında gördüğümüzde)? Yakın zamanda kendi paranoyasıyla boğuşan bir hastam oldu. Bu durum onu ​​sık sık felç ediyordu. Örneğin, bir keresinde sigorta şirketinden açılmamış bir bildirim geldiğinde, zihninde ve duygularında sigorta yaptırmaz noktaya kadar evini, hayvanlarını, bahçelerini, kendisine güven sağlayan her şeyi kaybetmeye kadar uzanan varsayımların uzun yolunda ilerledi. Bu tür paranoid varsayımlar karşısında donup kaldığı için kaçınılmaz olarak işlevsel bozulmalar yaşıyordu. Bu tetikleyici tepkiyi birlikte fark etmeye ve incelemeye başladığımızda, sonunda bunu annesinin psikotizme dönüşünün ortasında artan ve eli kulağında bir felaketin her zaman orada olan tanıdık bir dizi duygusuyla anlamlı bir şekilde ilişkilendirebildik. Erken dönem savunması, paranoyasıyla ifade edilen türden bir aşırı uyanıklıktı. Bu mekanizma, onu sürekli tetikte tutarak, sadece bir adım ötede saklanan olası bir felaket dalgasına karşı hazırlıklı olmasını sağlıyordu.

    İlginç bir şekilde, zamanla bu durumu daha fazla kelimeyle ifade etmeye başladıkça, tetikte olma halini yavaş yavaş azaltabildi ve felaket öngörüleriyle daha az boğulmaya başladı. Bir gün ofise geldiğinde, paranoyası hakkında konuşma şeklimizi değiştirmemiz gerektiğini büyük bir kararlılıkla dile getirdi. Zamanla hayatını ne kadar sekteye uğratsa da, bunun bir zamanlar genç yaşantısında son derece meşru bir yeri olduğunu kabul etmemizi istedi: Annesinin zihinsel hastalığıyla başa çıkarken genç bir insan olarak tüm zaman boyunca ona göz kulak olmuştu. Bu savunmanın onursuz ya da saygısız bir şekilde emekliye ayrılmasını istemiyordu. O bir savaş kahramanıydı. Onu hayatta tutmuştu. Onun süslenmesini, onurlandırılmasını ve artık savaş dışı yeni bir görev verilmesini istedi. Hastamın bu iyi gelişmiş tarafını nasıl daha uyumlu ve yararlı bir şekilde kullanabileceğimiz üzerine birlikte düşünürken gerçekten çok eğlendik. O anlarda bunların gördüğüm veya okuduğum savunma biyografisinin en iyi tanımlaması olduğunu fark ettim.

    Savunmanın Amacı 

    Genellikle, dışarıdan baktığımızda karşımıza çıkan şey savunmadır ve bu savunmanın yönetmek, en aza indirmek veya tamamen kaçınmakla görevlendirildiği temel ruhsal acıya/kaygıya erişimimiz yoktur. Dışarıdan (ve çoğu zaman içeriden de) bakıldığında, eğer neden orada olduklarını anlamazsak, savunmalar gereksiz hatta aşırı görünebilir. Savunmaların belirli bir hissi vardır; bizi, izleyici olarak etkilerler. Narsisizm kadar rahatsız edici ya da yanlış ikilem (black and white thinking) kadar hayal kırıklığı yaratıcı olabilirler. Birisi kendisini ve bizi sonsuz sözel ayrıntılarla sıktığında olduğu gibi, aşılmaz hissedebilirler. Hatta, örtbas edilmek istenen düşünce ve duygulardan kaçınmak amacıyla kullanılan mizah gibi, baştan çıkarıcı bir oyunbazlık bile taşıyabilirler. Eğitim alan terapistlere genellikle savunmalara bakmaları ve onları tanımlamaları öğretilir, ancak -ve burası çok önemlidir- bunları hastaya tanımlamak çoğu zaman arabayı atın önüne koymaktır. Bir savunmanın amacı, ona eşlik eden kaygıdır. Birisi bir felaketin olduğu yerden kaçıyorsa, onun koşma stilini gözlemlemek ve kendisine tarif etmek yersizdir. Biz aslen neyden kaçtıklarını, nasıl yaralandıklarını ve felaketin olduğu yerde onlara ne olduğunu ortaya çıkarmak istiyoruz.

    Savunmaların Etkisi  Vardır

    Peki, neden, diğer renkli cam parçalarıyla birlikte kaleydoskopta konumlandırılan savunmalar ve kaygılar hakkında bir konuşma yapıyoruz? Çünkü savunmalar ve kaygılar ilişkilerde kendini gösterir. Ve terapötik ilişkide, aktarımda da kendini gösterecektir. Hastanın varsayımsal çerçevesinde orada olacaklardır. Terapide bu (güvenli) konuya yönlendirecek ve şu (tehlikeli) konudan uzaklaştıracak; bu (güvenli) duyguya doğru yönlendirecek ve şu (tehlikeli) duygudan uzaklaştıracaktır. Terapist olarak nasıl görüldüğümüzü, müdahalelerimizin ve hatalarımızın nasıl deneyimlendiğini, yorumlandığını ve tepki verildiğini renklendireceklerdir.

    Dün bir hastamla, aramızda oluşan ve ilk on iki ay boyunca ilişkimizi tanımlayan bir dizi imge üzerine konuştum. Onun ilk imge/ düşlem dünyasında, bir mağarada, tek başına, ateşin önünde çömelmiş genç bir mülteci çocuktu. Etrafında insan yoktu. Peki, ben bu resimde neredeydim? Hiçbir yerde. Resimde yoktum. Bu onun savunmasıydı: kendi kendine yeterlilik, insanî herhangi bir şeye bağımlılığın yokluğu. Bu savunma onu ne tür bir anksiyeteden koruyordu? Gençliğinde yaşadığı kronik ihmalin ruhu parçalayan hayal kırıklığından ve kronik uyumsuzluktan. Kendisi bunu “iyi niyetli ihmal” olarak tanımlardı. Etrafında ilişki kurabileceği insanlar vardı, ancak bunlar tek seferlik gerçekleşiyordu. Bu belirli bir hissiyat barındırıyordu. Terapist olarak benim görevim, bu kendine yetme davranışını fark etmek ve (kendi içimde) bunun üzerine düşünmekti.

    Tabii ki, bu durum beni de etkiledi. Bu hastaya haftalarca uyumlanmak için çaba sarf ettikten sonra, onun gözünde mağaranın yakınında olmadığımı öğrenmek hiç de iyi hissettirmedi. Ancak benim görevim, bu kendine yetme davranışının altında yatan kaygıyı anlamaya çalışmaktı; bunu yavaş yavaş ihtiyaç duyduğumuz her türlü yolla birlikte keşfetmemizdi. Savunmaya (görünür kısım) yönelik bir müdahalede bulunmak—onun kendine yetme davranışını değiştirmeye çalışmak—bunun asıl nedeni olan “iyi niyetli ihmal” deneyimini anlamadan terapötik anlamda beyhude bir çaba olurdu. Bu, hasta tarafından bir saldırı ya da eleştiri olarak bile deneyimlenebilirdi.

    Terapistlerin ve insanların bu konuda yanlış anlamaları oldukça kolaydır. Başkalarının savunmaları bizleri genellikle etkiler; bu savunmalar sinir bozucu, rahatsız edici, itici, hatta bazen incitici olabilir. Dışarıdan bakıldığında gereksiz görünebilirler. Ancak bizim işimiz, savunmayı yargılamak ya da ona saldırmak değil, onun altında yatan kaygıyı anlamaya çalışmaktır.

    Birçok terapist, savunmayı fark edecek şekilde eğitilir. Bu temelde hatalı bir stratejidir. Çünkü savunmalar kendilerini savunurlar. Savunmanın altındaki kaygıyı anlamak ve onunla konuşmak, savunmayı yumuşatır, kaygının gölgelerden çıkmasına izin verir, onun deneyimlenmesini ve tanınmasını sağlar—bazen bilinçli olarak ilk kez—ve hastanın kendini derin bir şekilde görülmüş ve anlaşılmış hissetmesine yol açar.

    Bu süreçte, yukarıda anlatılan terapinin ilerleyişi sırasında mağara imgesinin birkaç kez ortaya çıktığını not etmek önemlidir; her seferinde hasta tarafından tekrar gündeme getirilmiştir. Her seferinde beni yeniden konumlandırdı: mağarada değil; gölgelerde, sadece gözlerim görünür halde; gölgelerin arasında ama yine de güvenli bir mesafede; ateş çemberine daha yakın ama izleyebilecek kadar uzakta; ateşin yanında, kömürleri sessizce karıştırırken.

    Erken Gelişim Savunmaları

    Psikanalitik literatürde tanımlanan (ödipal öncesi) kaygı ve savunmaların üç genel kategorisi vardır. Bunlar biz terapistler için son derece faydalıdır. Neden? Çünkü savunmalar genellikle görünür olsa da -ve etkileşime girmek genellikle sinir bozucu olsa da- altta yatan kaygılar çok daha az belirgindir. Melanie Klein, erken gelişimsel deneyimlere dayanan iki “pozisyon”u paranoid-şizoid ve depresif olarak tanımlayarak kaygılar ve savunmalar konusundaki anlayışımıza büyük katkıda bulunmuştur. Tom Ogden, bu iki kategoriye bir üçüncüsünü ve en ilkel olanı otistik-bitişik olanı eklemiştir. Bu iki yazar birlikte, insan olarak gelişimimiz sırasında deneyimlediğimiz en erken ve en ifade edilmemiş kaygılara dair benzersiz bir pencere sunmaktadır. Size bu kategorilerin varlıklarından haberdar olmanız için kısa bir taslak sunacağım. Bu kısa şemayı gerçekten kullanabilmek için elbette daha fazla okuma ve süpervizyon gerekecektir.

    Otistik-Bitişik Pozisyon

    Öncelikle bizi Ogden’ın “otistik-bitişik” pozisyonuna götüreceğim (Ogden, 1989). Ogden, gelişmekte olan bebekler olarak ilk görevlerimizden birinin konum duygusu, belirli duyusal sınırlılığı, başlangıç ​​ve bitiş noktaları olan belirli bir alanı işgal etme duygusu  oluşturmak olduğunu öne sürer. Bebekler olarak kendi ten sınırımızı işgal etmenin nasıl bir his olduğunu, var olduğumuzu, varlığımızın sonsuz boşluğa sızmayacağını, banyo suyuyla birlikte akıp gitmeyeceğini veya sabah sisi gibi dağılmayacağını bilmek isteriz. Başlangıç günlerimizde kundaklanmak, tutulmak ve kucaklanmak bu somutlaşma hissine katkıda bulunur, ancak hepimizin bu erken gelişimsel alanla ilgili hatırlanmayan kaygıları vardır. Bir bebek, yaşamının ilk günlerinde her bez değişiminde kabuğundan çıkarılma, yüzeyine yapılan soğuk ve ıslak temaslar, tutulma ve dokunmalar, ışık, ses ve yerçekimi gibi deneyimlerle karşı karşıya kalır; hayatın ilk günlerinin, öncesiyle olan büyük kontrastını yaşar.

    Çoğumuz fiziksel sınırlarımızın bir şekilde ihlal edilmesinin veya aşina olduğumuz alanı işgal etmemenin -yerinden edilmenin- nasıl bir his olduğunu biliriz. Ancak temel mekânsal tanımımızı kaybetme—yokluğa doğru çözülme—korkusu, hayal etmeye bile cesaret edemeyeceğimiz bir şeydir. Bunun son derece rahatsız edici bir örneği, 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasıdır. Bir zamanlar var olan “biz”den fiziksel olarak hiçbir iz kalmaması, akıl almaz derecede ürkütücüdür. Sadece fiziksel tanımımızı edinme ve buna yönelik tehditler belki de bebekler olarak karşılaştığımız en ilkel kaygıdır.

    İkinci Deri

    Bu evrensel olarak insani bir kaygı olsa da ve hepimizde farklı biçimlerde ortaya çıkabilse de, bazıları bu kaygıdan özellikle muzdariptir. Özellikle başlangıçta tıbbi krizler geçiren veya bebekken olması gerektiği gibi tutulmayan ve ilgilenilmeyen hastaları düşünüyorum. Onların baskın (bilinçdışı) psişik kaygısı, kendileri için yeterince gelişmesi için desteklenmemiş deriyi örtmek için bir “ikinci deri” örmek olur (Bick, 1968). Bu ikinci deri, dışarıdan bakıldığında bir savunma olarak karşılaştığımız şeydir. Bu savunma, birçok farklı biçim alabilir. İnsanlar kendilerini kelimelere, maddelere, rutine, zorlayıcı ritüellere, egzersize, ritmik hareketlere -hatta kendi vücut yağlarına- “sarabilirler”. Klinikçiler olarak farkında olunması gereken ayırt edici parça, otistik-bitişik savunmaları kullanan birinin bunu kendisini tek bir yerde toplamak için yaptığıdır. Bu bilinçdışı kaygının üstünlüğü ve önceliği göz önüne alındığında, başka biriyle ilişki kurma işi için fazla bant genişliği kalmaz. Dolayısıyla, otistik-bitişiklik kaygısı taşıyan bir kişide, adından da anlaşılacağı gibi, neredeyse otistik bir his vardır.

    Örneğin,bir hastam vardı; seansa gelir gelmez (daha oturmadan) kesintisiz bir sözcük seline başlardı. Onu durdurmak mümkün değildi. Canlı, kaygılı ve vurguluydu, ve bakışlarını mıknatıs gibi gözlerime sabitlerdi (bu durum beni kapana kısılmış gibi hissettirirdi). Onunlayken sürekli olarak yerime herhangi bir başkasının geçebileceği hissine kapılırdım; benim özel varlığımla alakalı hiçbir şeyle ilişki kurmuyordu. Kaygısının derecesi göz önüne alındığında, içine akacağı birine ihtiyacı vardı, ancak bu rol için herhangi biri iş görebilirdi. Seans sırasında onun dışavurumlarına kapılıp sürüklendiğimi fark ederdim ve sonunda söylediği hiçbir şeyi hatırlayamazdım. Sanki ikimiz de tüm görüşme boyunca bir anlamda orada olmazdık. Gerçek bir toplantı olamazdı çünkü bunun için bir yerde toplanmış bir “ben”e sahip olması gerekirdi. Tam da sahip olmadığı şey buydu, bu yüzden seans sırasındaki çabaları benimle ayrı ve gerçek bir öteki olarak ilişki kurmaktan ziyade kendi dağılmasını engellemeye yönelikti.

    Şimdi, onun kaygısını, kendi ilkel benlik tanımını savunmak (ve dağılma korkusuna karşı koymak) olarak anlamak neden bu kadar önemli? Çünkü bu, terapist olarak benim görevimin sınırlarını belirler ve beni o hasta için en kritik olan zeminde onunla buluşma (ya da en azından onunla olma) olanağı sağlar. Terapötik görev, hastanın ilkel benlik tanım sürecini barındıracak bir koza/krizalit olmaksa, en iyisi bu göreve odaklanmalı ve içgörü, bağlantı, süreç gibi başka bir şey denememeliyim. Hayır. Bu otistik-bitişik kaygıların pençesinde olan biri için benim işim, düzenli varlığım, dikkatim, terapötik çerçevem ve kullanılmaya açık olma isteğimle, ne kadar sürerse sürsün, daha esnek bir “derinin” örülmesi için bir alan sağlamaktır. Benim işim, varlığımı gerektiren ancak büyük ölçüde benim sözcüklerle ifade edilen müdahalem olmadan gerçekleşen bir süreci sınırlamaktır. Bu ne kadar alçakgönüllü bir iş olursa olsun, iş budur, ve altta yatan temel kaygının doğasını bilmek, işimi bilmeme yardımcı olur.

    Alana yeni giren stajyerlerle sık sık görüşüyorum. Kuruma dayalı ortamlardaki hastalarının çoğu tam da bu gelişimsel konumdadır. Stajyerler empati ve düşünceli dinleme becerilerinin hepsini denerler ve yaptıkları yanlışı merak ederler çünkü müdahalelerinin hiçbiri önemli görünmez veya hatta dikkate alınmaz. Basit gerçek şu ki, birlikte çalıştıkları hastalar otistik-bitişik bölgededir.

    Bu bilgi, (gerçekten kavrayabildiklerinde) yeni terapistler için rahatlatıcıdır. Bu, terapötik müdahalelerin kapsamını seansa gelme ve nadiren de olsa dağılma, kaybolma, buharlaşma, sonsuz düşme, yerdeki deliklerden kayma vb. gibi bilinçdışı kaygıları dile getirmekle sınırlandırır. Bunu gerçekten kavramak, eğitim alan terapistlerin, bu sürece aktif olarak ebelik etmeye çalışmaktan ziyade, başka birinin sürecine tanık olma hedefiyle yetinmelerini sağlar. Bunlar ve otistik-bitişik, paranoyak-şizoid ve depresif konumların klinik uygulamalarıyla ilgili diğer konular, Ogden tarafından Deneyimin İlkel Ucu (1989) ve Zihin Matrisi (1986) adlı kitaplarında çok daha derinlemesine ve ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır ve bu kitaplar, gelecek vadeden (veya yetkin) psikodinamik terapistler için mutlaka okunması gereken kitaplardır.

    Ara Bölüm

    Tamam. Öyleyse savunmalar ve savundukları görünmez kaygılar. Üç geniş kategori: otistik-bitişik, paranoyak-şizoid, depresif. Yukarıda gözlemlendiği gibi, en derin ve en bilinçdışı kaygılarımızdan bazıları en erken zamanlarımızda ortaya çıkar. Bunlar zamanla korunur hale gelir, bir kum parçasının, bir istiridyenin kabuğundaki sedef tarafından yavaş yavaş korunması gibi korunur. Dışarıdan, ortadaki kum tanesini görmeyiz. Kılıfı görürüz. Ancak merkezde ne olduğunu bilirsek, o zaman düzenlemenin doğru kısmına müdahale edebiliriz. Daha önce adlandırılamayan, ancak yine de her zaman merkezde olanları keşfedebilir, genişletebilir, onlarla ilgili kelimeler ve düşünceler geliştirebiliriz.

    Paranoid-Şizoid Pozisyon

    Şimdi, bu gelişimsel dizilimdeki bir sonraki adıma, Klein’ın paranoid-şizoid pozisyonuna (Klein, 1946) geçeceğim. Devam etmeden önce bir not: Bu durumlar hem gelişimsel olarak ardışık hem de devam eden durumlardır. Yani bir kez yerleştiklerinde, onları asla tamamen aşmayız. Bunlar, ruhumuzda sessiz bir deneyimsel arka plan oluşturur ve uygun destekle ve doğru dengede geliştirildiğinde, insan olarak varlığımıza hayat getirir.

    Tamam. Yani paranoid-şizoid pozisyon. Klein, her birimizin bizi hem yaşama hem de ölüme çeken içgüdülerle doğduğumuzu düşünüyordu. Bu içgüdülerle uyumlu olarak, bir bebeğin kişilerarası dünyayı alternatif olarak iyi veya kötü; yaşamı koruyan veya tehdit eden olarak deneyimlemek üzere önceden programlandığını düşünüyordu. Ayrıca bebeklerin gerçek dünyayla etkileşimlerini bir dizi içsel fantezi aracılığıyla önceden tahmin edip geliştirdiklerini, bedensel deneyimlerinin ifadelerinin yaşam ve ölüm içgüdüleri tarafından şekillendirildiğini ileri sürdü.

    Klein’ın yaşam/ölüm ve fantazi temelli metapsikolojisini onaylayıp onaylamamıza bakılmaksızın, onunla birlikte gözlemleyebileceğimiz şey, bebeklerin son derece kişilerarası bir dünyada, tamamen bir ötekinin bakımına bağlı olarak fiziksel hayatta kalma mücadelesi verdikleridir. Ayrıca, bir bebeğin dünyasının ikili bir yapı içerdiğini, yani bebeklerin genellikle hızlı bir şekilde memnuniyet veya sıkıntı, haz veya acı, güvenlik veya tehdit yaşadıklarını gözlemleyebiliriz.

    İyi ve Kötü

    Klein, gelişmekte olan bebekler olarak en temel psişik görevlerimizden birinin, iyi deneyimi kötüden ayırmak hangisinin hangisi olduğunu açıkça anlamak olduğunu düşünüyordu. Erken gelişimin (Klein için, ilk üç ay) fiziksel ve psişik kırılganlıklarının bu ayırma sürecini oldukça hassas hale getirdiğine, açıklık ve basitlik adına iyi ve kötü arasında net sınırlar gerektirdiğine inanıyordu Aynı anda hem iyi hem de kötü olan şeyler, ikisine de dönüşmeyebilir; ya da daha kötüsü, iyi olan şeyler her an kötü tarafından istila edilip kirletilebilir, bu da bebeği tamamen kötü bir evrende bırakır—sözel olmayan, tamamen çaresiz bir bebek için hayal edilemez derecede korkutucu bir durum. Bu yüzden, iyi ve kötü deneyimleri birbirinden uzak ve ayrı tutmak, mutlak bir bebeklik zorunluluğu haline gelir. Bunun bir parçası olarak, bize iyi ya da kötü deneyimlerimize aracılık eden insanlara yönelik net atıfların da olması gerekir. Yani, anbean, bebek kimin iyi ve kimin kötü olduğuna dair net bir farkındalık geliştirme ihtiyacı duyar.

    Klein’e göre, bu deneyimin ikiye ayrılması—iyi deneyim, kötü deneyim; iyi deneyim sağlayan iyi kişi, kötü deneyim sağlayan kötü kişi—tüm bebeklerin psikolojik varlıklarına kavuşurken işgal ettiği bir “psikolojik pozisyonu” tanımlar. Bu iyi ya da kötü merceğinden, erken bebeklik dönemi deneyimlerinin tamamı kırılır—dünyayı, ötekileri ve nihayetinde (içgüdü, çıkarım ve içselleştirme yoluyla) bebeğin kendisini algılayışları bu şekilde şekillenir. Elbette, aynı anne-figürü hem iyi hem de kötü deneyimlerle ilişkilidir, bu yüzden bu ilkel örgütlenme, Klein’e göre, birincil bakım veren kişilerin “iyi anne” ve “kötü anne” olarak bebeğin gelişmekte olan zihninde ayrı ve farklı tutulmasını içerir. Ötekinin iyi ve kötü, sevgi dolu ve nefret dolu yönlerin birbiriyle çarpışması durumunda, varoluşun iyi ve sevgi dolu yönleri tamamen yok edilebilir ve benlik de bununla birlikte yıkılabilir. Bu pozisyonun sürekli var olan psikolojik tehdidi, kişinin benliğinin nefret edilen bakım verenin ve kendi nefret dolu yönlerinin içerdiği kişiler arası kötülük güçleri tarafından parçalanacağı, dağılacağı ve yok edileceği korkusudur.

    Savunma Ekipmanı: Bölme

    Bize zarar verebilecek, hatta gerçekten zarar veren insanlara bağımlı olduğumuzda, bu kırılgan ve tehlikeli psikolojik dünyayı geçmek zorundayız. Ancak, neyse ki, bu görevi yerine getirmek için doğuştan gelen savunma ekipmanımız var. “Bölme” savunması—iyi ve kötüyü ayrı psişik alanlara yerleştirme süreci—bebek beyninin oldukça iyi bir şekilde donatıldığı bir durumdur. Gelişmekte olan bir beyin için her şeyi iki bin yerine iki kutuya ayırmak daha kolaydır. Bölme, dünyayı anlamların net olduğu öngörülebilir bir yer haline getirir. Çocuk tekerlemesinde olduğu gibi, “İyi olduğunda gerçekten çok iyisindir”—niyetlerin iyidir, hizmetlerin iyidir ve seni kabul edip rahatlayabilirim. Gelişmekte olan bir bebek olarak sunduklarını korkudan arınmış bir şekilde kabul edebilmem gerekir. “Ama kötü olduğunda korkunçsun”—güçlü bir şekilde bana karşısındır, sana güvenilmez ve hiçbir şekilde inanılmaz. Sahip olduğum tüm yetenekleri senden uzak durmak için kullanırım. Kontrolsüzce ağlarım. Seni sakinleştirme çabalarına direnir, belki de ayrışırım. O anlarda senden nefret ederim ve sensiz gayet iyi idare edebilirim. Git buradan! Bu durum, seni nefret ve saldırganlık dolu yanlarımdan, kasıtlı ve haklı bir şekilde, hiçbir fren olmaksızın ele almama olanak tanır. Bu, paranoid-şizoid pozisyonunun temel (ve gerekli) bir özelliği olan bölme savunmasıdır.

    Neden gerekli? Bunu düşünmek için bulduğum en iyi yol metafor kullanmaktı. Bir dakika için zehirli gazla dolmaya başlayan bir odada olduğunuzu hayal edin. Diyelim ki birbirine bağlı iki oda var: biri zehirle dolan oda, diğeri ise bitişik oda. En iyi strateji ne olurdu? Kendinizi bitişik, zehirlenmemiş odaya atıp orayı kapatmak. Ortamların birbirine karışmasına izin vermemek. Eğer zehirli odaya girmeniz gerekirse, nefesinizi tutup kapıyı arkanızdan kapatmanız gerekir. Bu size hayatta kalma şansı verir. Bunu yapmamak, yok oluşa yol açardı. İşte bu, bölmenin bir resmidir. Altındaki korku (kaygı), odaları—iyi hava olanla kötü hava olanı—birbirinden ayrı tutmazsanız yok olacağınızdan emin olma halidir.

    Tamam. Bu, paranoid-şizoid pozisyondaki yetişkinler için olduğu kadar bebekler için de psikolojik olarak son derece gerekli olan bölme mekanizmasıdır. Birkaç dakika içinde bir seansta bölmenin bir örneğini vereceğim, ancak önce paranoid-şizoid dünyada bebeğin elindeki bir diğer savunma aracı üzerinde durmamız gerekiyor. Bu, bölme ile ilişkili ama aynı şey değil. Yansıtma ve onun kuzeni, yansıtmalı özdeşim olgusudur.

    Yansıtmalı Süreçler

    “Yansıtma”, kişinin ruhsal deneyimini kişilerarası alanda başka bir yere taşıma; kendi deneyiminin parçalarını bir başkasına veya bir başkasının içine boşaltma veya “yansıtma” kapasitesidir. Bebekler, deneyimin bu şekilde taşınma konusunda ustadırlar. Ağlamaları, bu taşıma kapasitesinin somut bir örneğidir. Bebeğin huzursuzluğu hızla, etrafındaki yetişkinlerin huzursuzluğu haline gelir. Bu anlamda, yetişkinlere, içlerinde taşımaları için bebeğin duygusal dünyasının parçaları verilir.

    Yansıtma , deneyimsel olarak işaret edilmesi teorik olarak tanımlanmasından çok daha kolay olan bir süreçtir. Ancak terapi içinde ve dışında gerçekleşen gerçek bir olguyu modellemektedir. Bazı insanların varlığında, onların psişik parçacıklarının somut bir etkisi olduğu hissedilebilir. Yanlarında farklı hissederiz; belki daha az güvende, belki diken üstünde yürüyormuşuz gibi, belki de korkmuş veya merkezimizi kaybetmiş hissederiz; hatta bazen kendimizi üstün bile hissedebiliriz. Bu olasılıklar sayısızdır. Ancak kendi deneyimlerinizi gözden geçirirseniz, bazen bazı insanların yanında güçlü bir psişik çekim hissi duyduğunuzu fark edersiniz. Bazen bu sizin kendi meselelerinizdir—erken ilişkisel filtrelerinizi onlara yansıtırsınız. Bazen de bu, onların dışa vurdukları, sizin alanınıza sızan ve sizi etkileyen onların parçacık alanıdır. Şimdi, bu yansıtma meselesini, özellikle bebeklikte nasıl işlediğini bir dakika düşünelim.

    “Ben” dünyası, oluşum aşamaları olan, yaşamın başlangıç ​​dönemlerinde oldukça akışkandır; tıpkı henüz pişmemiş bir yumurtanın sarısı gibi. Bebeğin “benliği” tam olarak şekillenmediği için son derece geçirgendir ve kolayca bütünlüğünü kaybedebilir; şeklini yitirebilir.

    Bebeğin “Ben”i dışardan gelen duygusal deneyimleri de kolayca içine alabilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu duygusal deneyimi bütün olarak emer. Aynı şekilde, duygusal deneyimi kolayca boşaltabilir. Kelimeler olmaksızın, çevresindeki insanların sakin veya işkence görmüş hissetmesine neden olabilir.

    Bebeğin “Ben”’i kendi kişilerarası alanındaki bir ötekinin benliğiyle psişik olarak birleşebilir. Ötekinin deneyimini içselleştirebilir; kendi parçalarını kesintisiz bir şekilde dışarıya “yansıtabilir”—bu fantezide, parçalarını ötekine, güvende kalmak veya kendi (nefret dolu) etkisinden korunmak amacıyla taşır. Bu geçirgenlik, bebeğin kendisi için çok zor, zehirli veya güvensiz olan şeyleri bir ötekine “emanet” etmesine; bunları kendisi dışına “yansıtmasına” olanak tanır.

    Bu iki yönlü geçirgenlik, bakıcı-bebek ilişkisinde son derece uyarlanabilirdir. Bu ilişkide, annenin gelişmekte olan bebeğinin psişik yayılımlarını hissetmesine ve “içermesine” ve böylece bebeğin deneyimine daha yakından uyum sağlamasına olanak tanıyan yansıtmalı özdeşleşme sürecine (Bölüm 11’de ele alınmıştır) kapı açar. Aynı zamanda içselleştirme sürecine de kapı açarak bebeğin annenin ruhunun parçalarını ve bölümlerini içselleştirmesine olanak tanır – örneğin zamanla annenin yatıştırıcı işlevlerini içselleştirerek bunları içinde barındırır ve sonunda gelişmekte olan çocuğun kendi kendini yatıştırmasını sağlar.

    Yansıtma, paranoid-şizoid pozisyonun önemli bir özelliğidir – terapistler olarak anlamamız için önemlidir, çünkü terapist rolünde bazen hastalarımızın psişik dünyasının parçalarının farkında olmadan alıcıları oluruz. Bazı hastalarda gerileme dönemlerinde ya da diğer hastalarda normal olanın seyrinde, onların yansıttığı psişik parçacıkların girdabına kapılabiliriz.

    Teori çok yardımcı olabilir. Terapistler olarak paranoid-şizoid pozisyonun doğasında var olan kaygıları ve savunmaları gerçekten iyi anlamamız iki nedenden ötürü son derece faydalıdır: insanların hepsi olgun yetişkinler olarak bile bu var olma biçimlerinin yönlerini hala içlerinde taşırlar; ve bazı hastalarımız ağırlıklı olarak bu dünyada yaşarlar veya psikolojik stres veya yaralanma zamanlarında bu dünyaya geri çekilirler. Borderline ve narsisistik savunmaların dünyası paranoid-şizoid bir dünyadır, tıpkı boşanma ve diğer tüm savaş ilanlarının dünyası gibi.

    Bu paranoid-şizoid pozisyonu açıklamak için, sizi doğrudan uygulamamdan kısa bir örneğe götüreceğim, Bölüm 10’da zaten vermiştim, ancak bu mercekten bakıldığında, paranoid-şizoid savunmalar dünyasını ve bunların altındaki endişeleri güzel bir şekilde göstermektedir.

    Birkaç yıl boyunca haftada iki kez terapi gören hastalarımdan biri, seansımıza dokuz dakika geç kaldığım için oradan ayrıldı ve kendini cep telefonunu kapatmış ve kendisine ulaşamamıştım. Bir sonraki seans için buluştuğumuzda, seansa geç kalmamın tek bir nedeni olduğunu söyledi: Onu aklımdan çıkarmıştım. Öfkeli ve ulaşılmazdı. Alternatif bir açıklama duymakla zerre kadar ilgilenmiyordu. Onu bırakmıştım. Hepsi bu kadardı.

    Bu örnekte, paranoid-şizoid savunmalar ve kaygılar bağlamında ne olduğunu anlamaya çalışalım. Normalde iyi ve tutarlı olan terapist, onun zihninde “kötü terapist” kategorisine aktarılmıştı. Geçmişteki zamanında gelmelerim veya uyumum onun için artık mevcut değildi. Kötü bir deneyim yaşamıştı; kötü deneyimi sağlayan bendim. Temel kaygı neydi? Eğer aynı “ötekinde” hem iyi hem kötü bir arada var olabilir ise, bu onun için psişik bir yok olma tehdidi anlamına gelebilirdi—benim tarafımdan içsel olarak yok edilme hissi—kötünün iyiye galip gelmesi ve hem dış hem iç dünyasında evrenin kontrolsüz bir şekilde korkutucu hale gelmesi. Bu yüzden bu anlarda ona sanki hayatı için savaşıyormuş ve bu savaşa kendi içindeki nefretin tüm gücünü katacakmış gibi geliyordu.

    Bunu içeriden -kaygı tarafından- dışarıya doğru anlamak son derece önemli. Aksi takdirde, rasyonalite, mantık ve tarihin güçlerini kullanarak onu psişik acısından kurtarmaya çalışabilirdim ki bu faydasız olmaktan da öte daha da yaralayıcı olurdu. Paranoid-şizoid pozisyon anlayışım da o anlarda bana yardımcı oldu çünkü aramızda güçlü yansıtmalı gelgitler yaşanıyordu. Benim için bu gelgitler korkmuş olma hissiydi, korkudan neredeyse hareketsiz kalmıştım.

    Peki, terapist olarak ne yapmalıyız? Psikolojik zeminimizi bulmak için mücadele etmeli ve savunmaya değil, kaygıya hitap etmeliyiz. Şöyle oldu:

    “Tamamen benim tarafımdan gözden çıkarılmış gibi hissetmiş olmalısın.”

    Evet.

    “Ve aramızda hiç bir iyilik  kırıntısı kalmamış gibi.”

    Evet.

    ” Aklımda olsaydın seni bekletmiş olmayacağıma dair bir deneyim yaşamanın korkunç bir durum olduğunu biliyorum. Eğer seni gerçekten aklımda tutsaydım, bunun hiç yaşanmayacağını biliyorsun. Bugün gelmemeyi—terapiye artık hiç gelmemeyi düşündün.”

    Evet.”

    “Seni incittiğimi bilmem, senin için çok önemliymiş gibi geliyor.”

    Evet.” (Yumuşama)

    “Bu hafta başında gerçekleşmeyen buluşmamız hakkında senin deneyimini bildiğimi fark etmenin senin için nasıl bir şey olduğunu merak ediyorum.”

    En azından kendini savunacak bir hikaye uydurmuyorsun.” (Daha fazla yumuşama)

    “Bu aramızdaki yarayla birlikte ileriye gitmeye çalışmak nasıl olacak, bunu merak ediyorum?”

    Evet.” (Daha fazla yumuşama)

    “Şu anda burada nasıl hissediyorsun?”

    Biraz daha iyi.”

    “Evet. Sence neden?”

    Sanki beni anlıyormuşsun gibi geliyor.”

    “Tamam, bu konu ile ilgili benden daha başka ne isteyebileceğini merak ediyorum.”

    Bilmiyorum. Annem tarafından çok bırakılırdım. Saatlerce beklerdim, bazen karanlığa kadar.” (Daha fazla yumuşama)

    “Evet. Korkutucu.”

    Evet.” (Şimdi sessizce, iyi terapist kategorisine geri yerleştirildim; deneyimindeki acıyı tutabileceğime güvendiği biri oldum.)

    Tam bir döngü.

    Belki de açık bir şey ama vurgulamak önemli olabilir: Hepimizin içinde paranoid-şizoid savunmalar var. Bazen birini “kötü biri,” “işe yaramaz” gibi tek bir şekilde kategorize ettiğimizde, gerçekliği çarpıtıp basitleştirerek dayanmayı kolaylaştırmaya çalıştığımız bir bebeklik sürecini devreye sokuyoruz.

    Bu psikolojik pozisyonun belirlenmesi neden faydalı? Çünkü bu, terapist olarak hastanın savunmasının altında yaşanan gerçek psikolojik kaygılarla temasa geçmemizi sağlar ve bu yüzden anında ortaya çıkacak gerçek gündemi anlamamıza yardımcı olur. Tamara örneğinde olduğu gibi, en etkili müdahalemin hastayı aramızdaki masum olayları—yol çalışması nedeniyle ofise dönme yolunda kaybolduğum gibi—anlamasını sağlamak olacağını düşünseydim, kaygısını yanlışlıkla artırır ve terapiyi daha da kötüleştirirdim.

    Bu kaygılar yüzeyde bariz değildir. İşte bu yüzden teori faydalıdır. Teori, sezgilerimizi geçersiz kılabilecek, görünmeyen kuvvetler ve tehditler için empati oluşturmamıza yardımcı olur. Birisi paranoid-şizoid pozisyonda olduğunda, bu duygusal olarak bebeklikte kalmış bir yerdir ve savunmanın meydan okunmasından ziyade kaygının tutulmasını gerektirir. Paranoid-şizoid pozisyon hakkında daha fazla bilgi için, daha önce bahsedilen klinik çalışmalara, özellikle de “Zihin Matrisi” kitabına başvurabilirsiniz.

    Depresif Pozisyon

    Tamam. Şimdi bir adım daha atacağız. Daha az karmaşık bir adım ya da belki, en azından, biraz daha anlaşılır bir adım. Şimdi bizi bu gelişimsel sıralamada son adım olan Klein’ın “depresif” pozisyonuna (Klein, 1935) götüreceğim. Klein, ötekinin “ötekiliğini ” kavrama kapasitemizin üç aylıkken başladığını belirtmiştir. Bana (ve pek çok kişiye) göre bu çok erken bir tarih, ancak bu sürecin tam olarak ne zaman başladığı, yeni ortaya çıkan bu kapasitenin özü kadar önemli değil. Klein’ın adlandırdığı gibi depresif pozisyon, ileriye doğru büyük bir gelişimsel adımla karakterize edilir. Gelişmekte olan çocuk, kendisine her zaman bakan kişinin ayrı bir kişi olarak var olduğunu – aslında bir varoluşa ve çocuğa bakmanın ötesinde bir dizi kaygıya sahip olduğunu – ruhsal olarak kabul etmeye başlar.

    Yavaş yavaş (birkaç yıl süresince) çocuk, anne figürünün kendisinden ayrı bir ruhsal yapıya, motivasyon sistemine, düşünme biçimine ve arzulama setine sahip olduğunu fark eder. Bu farkındalıkla birlikte, diğerinin de acı çektiğini ve bu acının diğerinin gözünde çocuğun acısı kadar gerçek olduğunu anlama gelmektedir. Ayrıca, çocuğun annenin acısının kaynağı olabileceği gerçeğiyle de yüzleşir. Eğer öyleyse, annenin ayrı bir iradesi ve motivasyonu olduğundan, çocuk annenin ayrılmasına neden olacak kadar zarar verebilir. Bu durumda çocuk, umutsuzca sevilen ve ihtiyaç duyulan annesini kaybetme riskini taşır. Bu, dayanılmaz bir kayıp ve depresif bir bilgi olacaktır.

    Bu bilgiyle birlikte çocuğun yaşamındaki tüm “verilenler” değişir. Artık ötekine acı verebileceğimi ve bu acıyı sadece kendimi ve ötekinin deneyimini “tamamen iyi” olarak dilemekle yok edemeyeceğimi anlarım. Ötekinin deneyimi önemlidir. Deneyim hatırlanır. Geçmiş önemlidir. Ötekine dikkatle davranmalıyım. Ötekine verdiğim acının sorumluluğunu almalı ve yol açtığım hasarları onarmalıyım. Geçmişin yok edilmesi, paranoid-şizoid pozisyondaki sihirli bir şekilde gerçekleşebilecek bir şey olduğu için, sihirli onarımlar artık bir seçenek değildir.

    Depresif pozisyonla ilgili bir diğer sonuç, artık mükemmel bir evrende işlev görmediğidir. Artık kendimi tamamen iyi (veya tamamen kötü), seni tamamen iyi veya tamamen kötü ya da gerçeği tamamen iyi veya kötü olarak kabul edemem. Ben bir iyi ve kötü karışımıyım, sen de öylesin—hayat da öyle. İstesem de böyle olması değişmez. Bu bilgi, potansiyel olarak hayal kırıklığı yaratıcı olsa da, insan durumuna ve ötekilere yönelik tamamen farklı bir yönelimi beraberinde getirir. Mükemmellik illüzyonuna olan baskıyı alır ve bunu daha ulaşılabilir bir doğruluk hedefi yönüne çeker. Kendine ve diğerine iyi ve kötünün bir kombinasyonu olarak bakılabilir ve bu değerler aynı anda, bir arada tutulabilir. Depresif konumdaki bu kazanım “ambivalans ”ın başarılması olarak adlandırılır.

    Ek olarak; eğer sizin düşünceleriniz, duygularınız ve arzularınız benimkilerden ayrı ise, o zaman benim gerçekliğim artık tek gerçeklik değildir. Kime ait olduklarına bağlı olarak birden fazla gerçeklik vardır. Bu sofistike psikolojik adım, kendimize ve başkalarına göre öznelliğe izin verir. O halde, bu psikolojik konumun tam çiçeklenmesinde, artık yalnızca deneyimlerimizin pasif ya da talihsiz alıcıları değilizdir. Bizler deneyimlerimizin yorumlayıcılarıyız. Şeylerin anlamları sabit değildir. Şeyleri biz anlamlandırırız. Kişi kendi gerçekliğini yorumlar, böylece onu çok sayıda mercekten süzebilir. O halde düşünceler ve duygular kişinin kendi psişik yaratımları haline gelir; keşfedilebilir, anlaşılabilir ve değiştirilebilirler.

    Öznelliğin—hem kendimizde hem de ötekilerinde—kavranması, depresif pozisyonun belirleyici özelliğidir. Bu pozisyon gerçekten yerleştiğinde, terapist olarak işimiz, hastamızla birlikte anlamları ilerleyerek keşfetmek ve açmak olur. Keşfedilmemiş anlamlar, infantil anlamlar, yaşamı belirleyen anlamlar. Ve bu açma süreciyle birlikte, bireylerin deneyime dayalı “ben”lerinin daha fazla genişlemesi potansiyeli gelir. Hayat artık sadece benim başıma gelmiyordur. Ben, kendi deneyimime anlam atayan bir yorumlayıcı özne olarak duruyorum ve hayatımı nasıl düşündüğümü ve yaşadığımı değiştirebilirim. Size de aynı özgürlükleri tanıyorum. Gerçekten bu farklı bir dünya.

    Depresif pozisyonun kaygıları gerçektir ve günlük gerçekliği temsil eder: her zaman mevcut olan kayıp potansiyeli ve kendimizdeki ve nesnelerimizdeki kusurluluk. Bunlar, tamamen gelişmiş yetişkinler için bile bir düzeyde korkutucudur. Ancak çocukken ya da çocukluğun ötesinde daha gençken, bu potansiyel olarak felç edici gerçekliklere karşı nasıl savunulur?

    Klein, “manik savunmalar” olarak adlandırdığı şeyi tanımlamıştır. Bunlar: kontrol, küçümseme ve nesne üzerinde zafer kazanma. Bu savunmalar kendi paranoid-şizoid repertuarımızdan ödünç alınmış, ancak depresif pozisyonun gerçeklerini uzak tutmak için kullanılmıştır. Kontrol: Sevilen kişi üzerinde kontrol uygularsam, o zaman beni terk etme konusund kendini özgür hissetmeyebilir. Küçümseme: Eğer onların statüsünü kendi gözümde düşürürsem, o zaman onları gerçek ya da potansiyel kaybım beni daha az incitir. Zafer: Eğer onlarla girdiğim ağır bedelli mücadeleden galip çıkarsam (başarı, zenginlik, yeni bir ilişki, yeni bir statü vs. yoluyla), o zaman onların kaybını hissetmeme gerek kalmaz. Bunlar hepimizin zaman zaman değişimin ve geçiciliğin yakıcı gerçeklerinden korunmak için kullandığımız bir dizi savunma manevrasıdır – bu gerçeklerin içeri girmesine izin vermek bir düzeyde “Ben ”imizi devre dışı bırakacaktır.

    Bu savunmalar terapötik ilişkide nasıl ortaya çıkar? İşte birkaçı. Bazı hastalar rutin olarak bizim onlar için önemimizi küçümserler. Program değişikliklerine karşı alışılmadık bir esneklik gösterirler. Tatile gitmememize neredeyse hiç tepki göstermezler. Bizim yokluğumuzda coşkulu ilerlemeler bildirirler. Bizimle olan ilişkileri hakkında konuşmaktan kaçınırlar veya bu konuyu saptırırlar. Bizi çok fazla önemsememeye çalışırlar. Bu tür şeyler terapötik ilişkide de vardır hatta çoğunlukla depresif pozisyonda görünen kişilerde ve terapinin onlar için değerli hale geldiğine dair kanıtlara rağmen vardırlar. Bizim görevimiz bu hastalarla , savunmanın altındaki kaygıyı yani kaybetmenin potansiyel bedeline karşı dengelenen değer verme riskini fark etmektir.

    Sadece benimle olan ilişkilerinde değil, dış dünyalarındaki ilişkilerinde de bu tür kaygı ve savunmaların söz konusu olduğu çok sayıda hastam var. Birinin geçicilik ve kusurluluk gerçekliğine tamamen açılması oldukça hassas bir görevdir. Hiçbirimiz ne kendimize ne de sevdiklerimize karşı bunu tam olarak yapamayız. Ancak bu açıklığın genişlemesi, ilişkilerin şimdi‘sinin -o kişinin kim olduğu, benim kim olduğum ve birbirimiz için kim olduğumuz gerçeklerinin- çok daha doğru ve içten bir şekilde kucaklanmasını sağlar. Terapist olarak benim görevim, zaman içinde hastalarımın bizim ilişkimizdeki savunmaların altında yatan kaygılara bakmalarına yardımcı olmaktır; böylece kendilerine ve yaşam alanlarındaki diğer kişilere dayattıkları kendi insanlık sınırlamalarını genişletebilirler.

    Özet

    Bu üç psikolojik pozisyon -otistik-bitişik, paranoid-şizoid, depresif- bağlamında tanımlanan kaygı ve savunmaların bu kısa taslağı hiçbir şekilde kapsamlı bir klinik rehberlik sunma amacı taşımamaktadır. Diğerleri bu görevi üstlenmiş ve bunu düşünceli ve başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Ayrıca, insanoğlunun savunma ve kaygı repertuarını tamamen ele almayı da amaçlamamaktadır. İçsel psikolojik alanımızı örtmek konusunda sonsuz derecede yaratıcıyız. Bu bölümde, erken gelişimle ilişkili kaygı ve savunmalar üzerinde durulmuştur. Ödipal süreçle ilgili diğer kaygılar bu bağlamda açıkça ele alınmamıştır.

    Bu anlatı, kaygı ve savunmaları genel olarak birbirine göre doğru konumlandırmayı ve aynı zamanda Kleinyen ve Ogdenci pozisyonların muazzam klinik değerine dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Terapistler olarak bize inanılmaz derecede yardımcı olan yönlendirici ışıklar işlevi görürler. Sinyallerine dikkat edersek, bize yön verirler. Terapide hangi yolların açık olduğunu ve hangilerinin tehlikeli olduğunu belirlerler.

    Kaleydeskopumuza Geri Dönüş

    Herhangi bir çocuğun kaleydoskopun içine bakmadan büyümesi utanç vericidir. Şimdi kaleydoskopu doldurduk – nesne ilişkileri, aktarım, karşı aktarım, savunmalar, kaygılar – terapötik ilişkiyi renklendiren temel cam parçaları. Odada bunlar birbirine karışır ve kesinliğin düzgün dünyası yerini daha önce hiç görmediğimiz desenlerin, renklerin ve sürekli değişen şekillerin girdaplı dünyasına bırakır. Bazen büyülü, bazen güzel, her zaman büyüleyici ve nihayetinde önceden hayal etme kapasitelerimizin ötesinde. Bu, psikodinamik psikoterapinin dünyasıdır. Bu onun sanatıdır; bu onun ayrıcalığıdır. Görecek gözlerimiz ve merak edecek zihinlerimiz olduğu sürece bizi üzerinde çalışmaya ve düşünmeye iten şey budur.

  • Karşı Aktarım (11. Bölüm)

    Aktarım ve karşı aktarım, bir yapbozun birbiriyle kenetlenen parçaları gibi uyum içindedir. Birbirlerine şekil ve bağlam kazandırırlar ve terapide neler olup bittiğinin daha büyük bir kısmının ortaya çıkmasına olanak tanırlar. Bu şekilde, birlikte, anlama sanatına büyük katkı sağlarlar ve aslında, aynı kaleydoskopik cam yığınında karışık halde bulunurlar.

    Bu, karşı aktarım konusunu tanıtmanın tuhaf bir şekilde olumlu bir yolu gibi görünebilir. Öğrencilere, insanlarla çalışmaya başladıklarında kendi karşı aktarımlarına dikkat etmeleri gerektiği baştan öğretilir. Karşı aktarım, kendi “meselelerinizin” terapötik matrise istenmeyen bir müdahalesidir. Gördüğünüzü, nasıl hissettiğinizi ve tepki verdiğinizi etkiler ve iyi ve doğru terapinin düşmanıdır. Değil mi? Peki, bu konuyu biraz karıştıralım.

    Karşı Aktarım(lar)

    Karşı aktarımın iki farklı yaşamı vardır. Adeta tanık koruma programına alınmış biri gibi. İsmi değişmemiştir—hala karşı aktarım olarak adlandırılır—ancak artık farklı bir kimliğe sahip olduğu düşünülmektedir. Yeni haliyle, terapötik yolculukta—yolunuzu kaybettiğinizde yön bulmanıza yardımcı olmak için oldukça kullanışlı bir tür GPS cihazı gibi olmuştur. Ancak bu “yeniden konumlandırılmış” “karşı aktarım” versiyonu, terapötik ilerlemeye bir engel olarak görülen orijinal versiyonla (hala “karşı aktarım” olarak adlandırılan) karıştırılmamalıdır. Peki, hangisi hangisi? Ve aralarındaki farkı nasıl anlarsınız? Ve neden aynı isimle anılıyorlar?

    Karşı aktarım 1.0

    Peki, adlandırma konusundaki karışıklık için tekrar özür dilerim. Ama biraz tarih çalışalım. Freud (psikodinamik teori ve pratikte kavramsal olarak önemli şeyler tartışılırken her seferinde sıfır noktasına yakın bir yerde duran kişi gibi görünür) terapistlerin (analistlerin) terapi çalışmasını yapmadan önce tamamen analiz edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu şekilde, analistlerin hastaya yönelik algıları bulanıklaşmadan ve gerçekçi olur ve hastanın aktarımına verdikleri tepkiler tamamen terapötik olarak uygun olurdu.

    Bu idealdi. Ancak pratikte, Freud kısa sürede bazen idealin altında bir şeylerin meydana gelebileceğini fark etti. Analistin bilinçdışı, çözümlenmemiş bir kısmı sahneye çıkar ve uygunsuz veya yanlış yönlendirilmiş tepkiler üretirdi. Freud, terapistteki bu bilinçdışı türevlerin ortaya çıkmasını “karşı aktarım” olarak adlandırdı. Bu, elbette, istenmeyen bir müdahaleydi ve Freud, terapistin bu terapötik engelden mutlaka kendini, kendi kendini analiz yoluyla, danışmanlık alarak veya resmi analiz sürecine yeniden girerek kurtarması gerektiğini düşünüyordu.

    Bu, genellikle danışmanlığa giriş derslerinde ve başlangıç süpervizyon oturumlarında sıkça bahsedilen karşı aktarım biçimidir. Öğrenciler, karşı aktarımın sisinin ne zaman üzerlerine çökeceğini ve onları farkında olmadan kaplayarak gün ışığını gölgeleyeceğini, bu durumun onları terapist rolünde işe yaramaz hale getireceğini büyük bir endişeyle merak ederler. Bu durum, ciddi bir grip mevsiminde olduğu gibi, mikropların her yerde olduğunu bilmek ve korkulan hastalığın her an sizi vurabileceğini bilmek gibidir. İşte “karşı aktarım”ın korkusu, özellikle alandaki en yeni uygulayıcılar için böyledir.

    Ancak, tarihe geri dönelim. Neyse ki, tarih ilerlemeye devam etti. Karşı aktarımın olmadığı bir analist idealini takip eden birkaç on yılın ardından, bu idealin ulaşılamaz olduğu ve karşı aktarımın Michael Kahn’ın (2002: s. 198) sözleriyle “kaçınılmaz ve sürekli” olduğu fark edilmeye başlandı. 1950’lerde, karşı aktarım belki de yararlı olarak görülmeye başlandı. Ve 1960’lara gelindiğinde, “vazgeçilmez” olarak yükseltildi.

    Karşı aktarımın, korkulan ve istenmeyen bir ziyaretçiden, bazen anlaşılmaz olsa da hoş karşılanan bir dosta dönüşümü düşündüğümüzde gerçekten olağanüstüdür. Freud, ilk endişelerinde tamamen haksız değildi elbette. Bir hastanın, terapinin neredeyse imkânsız hale gelmesine neden olacak kadar kendi meselelerimiz üzerindeki yaralara basması mümkündür. Bu, alanımızda neden bol miktarda kendi terapimize ihtiyaç duyduğumuzun bir parçasıdır. Kendi nesne ilişkilerimizin alanını tanımlamamış, yaralarımızın nerede olduğunu ve çeşitli gömülü meselelerin nerede olduğunu keşfetmemişsek, kendi benzersiz kırılganlıklarımızı, tepkiselliklerimizi ve nevrozlarımızı bilemeyeceğiz demektir.

    Kesinlikle, bir hastanın bizim için korkunç bir ebeveyn, kötülenen bir kardeş veya bir akraba tarafından taciz edildiğimizde hissettiğimiz duyguları yeniden canlandırması, o kişiyle terapi yapmayı bizim “meselelerimiz” nedeniyle çok zor hale getirebilir. Ya da kaybımızın o kadar taze olması, benzer bir kayıp yaşayan birinin duygularıyla başa çıkmamıza engel olabilir. Bunlar, “karşı aktarımımızın” terapiyi zedeleyeceği meşru durumlardır. Ancak, bu karşı aktarımın terapiye saldırıları genellikle bizi arkadan yakalamaz. Onlar ön kapıdan silahlı ve maskesiz olarak girerler. Bu durumdan ne zaman çıkmamız gerektiğini anlamak o kadar da zor değildir.

    Karşı Aktarım 2.0

    “Yardımcı” karşı aktarımın nasıl görünebileceğini birlikte dikkatlice düşünelim. Tarih boyunca ilerleyelim. Klein, Bion ve Sandler gibi düşünürler tarafından yönlendirilen analistler, bir hastayla gerçekte neler olduğu (gerçeklik) ile terapistin kendi duygusal ya da algısal önyargılarından kaynaklanabilecek herhangi bir şey (çarpıtma) arasında sürekli olarak ayrım yapabilecekleri fikrini yavaş yavaş terk ettiler.

    Ortaya çıkan önemli sorular şunlardı: Ya nesnellik mümkün değilse? (Burada Heisenberg ilkesini düşünün.) Terapistin öznelliği her zaman mevcut olup, gördüklerini ve deneyimlediklerini etkileyebilir mi? Eğer öyleyse, “saf” gözlem hiçbir zaman mümkün olamazdı. Her şey, bir şekilde, terapistin kendi zihinsel gerçekliği tarafından etkilenmiş olabilirdi.

    Bunun yanı sıra, hastanın terapistte belirli duygusal durumları tetikleyen veya artıran bilinçdışı süreçlerin devrede olduğunu varsayarsak ne olur? Bir hasta (bilinçli niyet olmaksızın) terapistin içinde, terapistin iç dünyasından çok, hastanın iç dünyasıyla ilgili olan belirli duyguları harekete geçirebilir. Peki ya o zaman? Bu tür duygusal kışkırtmalar nerede başlar ve karşı aktarım nerede sona erer?

    Tüm bu düşünce akımları, yirminci yüzyılın ikinci yarısından hemen önce ve bu dönem boyunca psikanalizin aktif söylemine girmeye başladı. Psikanalizde, eski nesnellik anlayışlarının yerini öznelerarası kavramları almaya başladı. Terapötik ilişkide yalnızca bir değil, iki öznel varlık olduğu kabul edilmeye başlandı. Karşı aktarım da çok daha geniş bir şekilde ele alınmaya başladı; terapistin hastaya karşı uygunsuz, kişisel tepkileri olarak değil, aksine, terapistin hasta hakkındaki duygu, düşünce ve algılarının bütünü olarak görülmeye başlandı.

    Bu perspektif, elbette, terapistin hasta hakkındaki duygu ve tepkilerinin tüm yelpazesini utanç perdesinin altından çıkararak, onları sahiplenmeye, değer vermeye ve dikkate almaya yöneltti. Karşı aktarım, bir engel değil, bir araç olarak görülmeye başlandı. Bu, devrim niteliğinde ve özgürleştirici bir yaklaşımdı.

    Böylece alan neredeyse tam bir çember çizdi: Karşı aktarım, önce terapinin laneti olarak görüldü, ardından terapistin kendi terapisiyle uzaklaştırılması gereken istenmeyen bir müdahale olarak tanımlandı, sonra sıkça davetsiz bir misafir olarak kabul edildi, katlanması zor ama kurtulması da zor bir olgu olarak kabul edildi ve nihayetinde, istediği zaman habersizce gelebilecek, hoş karşılanan, keskin gözlem gücüne sahip bir misafir olarak değerlendirildi. Bütün bu değişim, elli yıl içinde gerçekleşti.

    Şimdi bu misafirin nasıl göründüğünü ve onu tehlikeli bir davetsiz misafirden nasıl ayırt edebileceğinizi konuşacağız, ama şimdilik, başlangıç noktamıza geri dönelim: aktarım ve karşı aktarım, bir yapbozun birbirine geçen parçaları gibi uyumludur Gelin, bunu birlikte daha yakından inceleyelim.

    Aktarım-Karşı Aktarım

    Bir terapist ve bir hasta, psikodinamik psikoterapinin karakteristik özellikleri olan psikolojik olarak yoğun yöntemlerle çalışmak üzere bir araya geldiklerinde, iki psişe yavaş yavaş temas eder ve birbirine karışır. Karşılıklı duygular, düşünceler, algılar, bedensel deneyimler, geçmişler, umutlar, hayaller, motivasyonlar ve içsel nesne ilişkisel dünyalar, aralarındaki sessizliğin içinde mevcuttur. Bu durum asimetrik bir şekilde karışır—karıştığını unutmayın. Bir çorba yaparlar. Bir analitik üçüncü yaratırlar. Birinin “elektron parçacıkları,” diğerinin duygusal öznel alanına girer ve etkilerini gösterir.

    Bu, terapide her dakika sürekli olarak meydana gelir. Bazen, terapist elektronları alırken, bu etkinin sıradan olduğu görülür; bir arkadaşın, öğrencinin ya da meslektaşın hikayelerini dinlemek gibi. Terapist empati, üzüntü, sevinç, öfke ya da korku hissedebilir, ancak bunların tümü, hikayeyle orantılı görünen genişlikler içinde kalır. Terapistin, hastanın kim olduğuna ve ne hakkında konuştuğuna verdiği düşünceler, duygular ve deneyimler şimdi doğru bir şekilde karşı aktarım tepkileri olarak adlandırılacaktır.

    Biz terapistler olarak, zaman zaman veya bazı anlarda, hastamızın aktarımını, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde, deneyimleyebiliriz—onların bizi önceden var olan filtrelerinden görmeleri (her zaman olduğu gibi)—bize aslında doğru olmayan özellikleri yansıtarak aktarım yapmaları, ki bu durum olumlu olduğunda bile genellikle rahatsız edicidir, olumsuz olduğunda ise özellikle rahatsız edicidir. Hastalarımızın üzerimizdeki bu filtrelerini tespit etmemiz ve bunlara verdiğimiz tepkiler de artık karşı aktarım olarak adlandırılır. Karşı aktarımın bu ilk iki çeşidi, terapinin normal akışında rutin olarak meydana gelir. Bu aktarım-karşı aktarım matrisi, terapinin anbean temel yapı taşını oluşturur.

    Sonrasında, “eski” tür karşı aktarımı yaşadığımız zamanlar vardır—bizimle ilgili bir tür duygu ya da tepkinin yükseldiği, ancak bu durumun terapötik çalışmayı tehlikeye atacak kadar büyük olmadığı anlar. Mesela, sürekli olarak her tatili bir şekilde ayarlayan bir hastam var. Bana yaklaşan bir başka 3 günlük hafta sonunu söylediğinde kıskançlık hissettiğimi fark ediyorum. Bu, benim fark etmem ve merak etmem gereken bir şey. Bu tür şeyler ortaya çıktığında görevimiz, bunu kendi terapimize veya süpervizyonumuza götürüp konuşmak, böylece hastamıza bu tepkiselliğimizi iletmemek veya bir şekilde bunu dışa vurmamak olacaktır.

    Bunlar, terapistler olarak yaşadığımız sıradan ve günlük deneyimlerdir. Ve bir seviyede, hepsi bizim için anlamlıdır. Tamam. Ve sonra karşı aktarımın başka bir varyantı vardır. Bu varyantta, elektron parçacığı değişiminin terapist üzerindeki etkisi kesinlikle sıradan olmayıp, daha çok bir akıntı veya bir tsunamiyi andırır; sanki denge kaybı yaşamak veya bazı şeyleri büyük bir yoğunlukla hissetmek ve nedenini bilmemek gibidir. Bu durumlarda—girdapta— aktarım-karşı aktarım matrisinde kendimizi buluruz, ya da kaybederiz mi demeliyim?

     Yansıtmalı Özdeşim

    Yazmak üzere olduğum şey, en azından bilinçli olarak daha önce hiç okumadığınız, duymadığınız veya deneyimlemediğiniz, bir şey olabilir. Bu yüzden yeni bir şeye hazır olun. Başlıyoruz.

    Tehlikeli baba ve korkmuş genç gibi bağlantılı unsurlardan oluşan, içsel nesne ilişkileri dünyalarını hatırlıyor musunuz? Dolayısıyla bu bağlantılı rollerden biri veya diğeri hasta tarafından dışsallaştırılabilir, bilinçsizce o an varolan ötekine, bu durumda terapiste “yansıtılabilir”. Bu kesinlikle sıra dışı bir olaydır ve terapi dışı bağlamlarda bununla karşılaşmamış (veya en azından fark etmemiş) olabiliriz.

    Böyle zamanlarda, biz terapistler, doğrudan talep edilmeden, hastanın içsel dünyasındaki bir nesne ilişkisinde bazı roller oynamaya dahil olabiliriz—örneğin, tehlikeli baba ve korkmuş çocuk çiftinde korkmuş rolünü üstlenmek gibi. Bir hasta, içsel nesne ilişkisel dünyasından bir kısmını bize yönelik “dışa vurabilir” ve terapist, gönüllü psişik açıklığı/tepkiselliği aracılığıyla, bu dışa vurulmuş rolü üstlenebilir—belirli şekillerde hissetmek, belirli düşünceler düşünmek, bilinçli terapötik değişimle tamamen uyumlu veya orantılı olmayan belirli davranışlara yönelmek. Bu da karşı aktarım olarak kabul edilir. Ve bu kesinlikle girdaptır.

    “Yansıtmalı özdeşim” adını taşıyan bu özel karşı aktarım türü, bazen farkına varılmadan uzun bir süre, hatta aylarca ve aylarca; bazen daha uzun süre devam edebilir. Aktarım ve karşı aktarım. Bulmacanın parçaları bazen tam olarak birbirine geçer ve birbirleri olmadan basitçe anlam ifade etmezler. Bir dakika içinde kendi klinik pratiğimden bir – iki örnek vereceğim. Ama önce bunu biraz daha inceleyelim.

    Klein, Bion ve Ogden sayesinde, bu özel aktarım-karşı aktarım türü için belirli bir adımız var, az önce bahsettiğim gizemli indüksiyon süreci. Buna “yansıtmalı özdeşim” diyoruz. “yansıtmalı” çünkü bir hastanın bilinçdışı psişik dünyasının bir parçası olan bir duygunun veya bir dizi duygunun dışa vurulmasını içeriyor. “Özdeşim” çünkü terapist olarak dışa vurulmayı “yakalıyoruz” ve sanki içimizden geliyormuş gibi hissediyoruz. Onunla “özdeşleşiyoruz”. Bu sürecin adlandırılmış  olması, onun hakkında konuşabilmemizi ve kendimize ve başkalarına anlamlı kılabilmemizi sağlar.

    Derinlemesine İnceleme

    Bunu biraz daha derinlemesine inceleyeceğiz, çünkü terapötik karışımdaki yaygın bir olgu olmasına rağmen kolayca gözden kaçırılabilir veya reddedilebilir. Yansıtmalı özdeşim, daha önce bahsedildiği gibi, karşı aktarımın dünyasında yer alan bir alt kümedir ve karşı aktarım, belirli bir hastanın varlığında ve hakkında hissettiğimiz duygular evrenini ifade eder. Yansıtmalı özdeşim, psikoterapinin özellikle “girdaplı” yönüdür.

    Bu karşı aktarımın yansıtımalı özdeşim alt kümesinin temelde üç bölümü vardır. İlk olarak, bir hasta bilinçaltından duygu ve duygu kümesi yansıtır (Zihinsel bir resim olarak, bir bebeğin bakıcılarına nasıl duygular yüklediğini bir dakika düşünün; bebeğin tek başına taşıyamayacağı kadar büyük duygular). Bu, hastanın psişik yükünü hafifletmeye, toksik olarak deneyimlediği bir şeyden kurtulmaya veya kendi içinde yok olabileceğini hissettiği iyi bir duyguyu korumaya hizmet edebilir. Yansıtma yapılan duygu, geniş bir yelpazede insan duygularından herhangi biri olabilir; pozitif veya negatif. Çeşitli hastalarımdan aldığım (deneyimlediğim) duygular arasında korku, boğulma, çaresizlik, öz farkındalık, sevgi, hayranlık, umutsuzluk, özlem ve donukluk gibi duygular bulunmaktadır.

    İkinci olarak, biz terapistler bu projeksiyonun istemeden alıcısı oluruz ve dışarıdan gelen duyguyu kendi duygusal dünyamızdan geliyormuş gibi deneyimleriz. Bu duygu, sanki bizim kendi duygumuzmuş gibi hissedilir ve başlangıçta dışarıdan geldiğini düşünmeyiz. Bunun gerçekleşmesi için, yansıtılan duyguların bizde duygusal bir yankı bulması gerekir; yani, kendimizle özdeşleşebileceğimiz veya kendi duygusal repertuarımızda deneyimlemiş olduğumuz bir şey olması gerekir. Bunu desteklemek için, bu “dışa vurum” belirli bir “akıntı” veya çekim kuvveti ile birlikte gelir ve bizi, sanki bu duygu gerçekten kendimizin bir parçasıymış gibi hizalanmaya çeker.

    Üçüncü olarak (ve bu noktada üçüncü bir nokta olmasa, klinik olarak faydalı olmazdı), biz terapistler bu duyguyu içeride yaşarız—bazen uzun bir süre (bazen aylarca; hatta yıllarca; uzun bir süre). Bu duyguyu kaynağını bilmeden hissederiz. Bizim için o kadar “biz” gibi gelir ki, hatta bu konuda merak etmek aklımıza bile gelmeyebilir.

    Belli bir noktada (bu girdabın içinde), hissin yoğunluğuna ve belki de tuhaflığına ya da onun bağlam eksikliğini fark edebiliriz (bu, bir tür “çökme anı” olarak adlandırılabilir). Benim için bu uyanışlar genellikle bir meslektaşımla yaptığım istişarelerde, belirli bir vaka çalışmasını okurken ya da bu hasta ile diğer hastalarımdaki duygularımı karşılaştırırken gerçekleşti.

    Bu “uyanış” anından sonra, bu duygu ya da duyguların, hastanın geçmişi ve deneyimleri göz önüne alındığında, hastanın psikolojik dünyasında neyi temsil ettiğini merak etmeye başlarız. Deneyimimizi giderek daha fazla, onların duygu dünyasının bir dışa vurumu olarak anlar ve anlatılarındaki, daha önce tam anlamadığımız parçalarla bağlantı kurabiliriz. Başka bir deyişle, bu “girdaplı” süreç sayesinde, hastamızın deneyimsel dünyasını başka hiçbir şekilde öğrenemeyeceğimiz bir derinlik ve özgüllükte tanıyabiliriz.

    Bu süreçte, hasta bize hem çok kişisel, korunmuş, hem de onlar için değerli (aynı zamanda toksik) bir parçasını verirken, bizimle olan bağları özellikle güçlenir. Artık onların psişesinin bir parçasını barındırdığımızdan, hasta bu parçasını kaybetmemek için bizi psikolojik olarak yakın tutmaya çalışır.

    Bu yansıtmalı “dışa vurumları” hastanın geçmişi ve üzerindeki psikolojik yükleri bağlamında hissetmeye ve anlamaya başladıkça, bunları öncelikle kendimiz için görüntülere ve kelimelere dönüştürebilir, nihayetinde hastaya sembolize ederek ifade edebiliriz.

    Süreç tamamlandığında, hasta derin bir şekilde anlaşıldığını ve kendisinin katlanılamaz bir parçasının terapist tarafından “yaşandığını” deneyimler. Bu süreç, yavaş yavaş dışa vurumun toksik etkisini hafifletir, böylece hasta bu kısmı geri alabilir ve onu daha bilinçli ve tam bir şekilde sahiplenebilir.

    Özetle, bu, karşı aktarımın en kafa karıştırıcı, anlaşılması zor, dengeyi bozan ve karmaşıklaştıran türlerinden biri olan yansıtmalı özdeşimdir.

    Yasal Uyarı

    Şimdi az önce açıkça vurguladığım bir şeyi geri almak istiyorum. Bu süreç, bahsettiğim kadar nadir değildir. Aslında, hemen hemen tüm samimi ilişkilerde ve diğer birçok ilişkide de bir ölçüde gerçekleşir. Arkadaşlıklar arasında ve iş ortamlarında da meydana gelir. Keşke sadece terapi odasında olsaydı diyebiliriz, ancak bu durumu en iyi şekilde kullanma şansımızın en yüksek olduğu yer de terapi ortamıdır.

    Toparlama

    Oldukça fazla bilgi paylaştık, o yüzden şimdi geri adım atarak bu konuyu basitleştirelim. Aktarım, bir hastanın bize karşı sahip olduğu duyguların bütünüdür. Bu, geçmişten ve şimdiden gelen, çarpıtılmış ve çarpıtılmamış, bilinçli ve bilinçdışı bir karışım olacaktır. İçinde bir miktar kişilerarası kaygı barındırabilir. Karşı aktarım ise, bizim o hastaya karşı ve o hastanın yanında hissettiğimiz duygu bütünüdür. Bu da aynı şekilde geçmiş veya şimdiden gelen, çarpıtılmış ve çarpıtılmamış, bilinçli ve bilinçdışı unsurları içerecektir. Karşı aktarım da bir miktar kaygı barındırabilir. Ancak, aktarımdan şu şekilde ayrılır: karşı aktarım, bizim zihnimizin hastanın bize yaklaşımına yani onların aktarımına verdiği tepkidir.

    Belirli bir hastanın yanında ne hissettiğimiz, terapide çok değerli bir bilgi kaynağı haline gelir. Ancak, adil olmak gerekirse, belirli bir hastayla ilgili hissettiklerimizin, sadece o günkü ruh halimizle ilgili olabileceğini unutmamalıyız. Hepimizin aşırı yorgun hissettiği, kendini iyi hissetmediği veya kendi sorunlarımız ya da sevdiklerimizle ilgili endişelerimizin ağır bastığı günler vardır.

    Ancak “ben” duygularımızın etrafında ve içinde başka duygular da vardır. “Ben” duyguları, ne kadar belirgin olursa olsun, gün içerisindeki farklı hastalarda farklı bir karaktere sahip olabilir ve farklı şekilde deneyimlenebilir. Diğer bir deyişle, belirli bir hastanın psişik parçacıklarının etkisi, bizim “ben” duygularımızı bile etkileyebilir. Fakat kendi endişelerimizin bizi yoğun bir şekilde meşgul ettiği nadir anların dışında, her bir hastamızın yanında sürekli bir deneyim akışı içindeyiz. Bu deneyimlere artık “karşı aktarım” diyoruz. Hoş karşılanan bir arkadaş. Hoş karşılanır, çünkü belirli bir hastanın varlığında deneyimlediğimiz, o hastanın içsel duygusal dünyasıyla anlamlı bir şekilde bağlantılı olma ihtimali taşır.

    Kesişim

    Şimdi, tüm bunları söyledikten sonra, gerçekten kritik olan bir şey bulunuyor. Biz terapistler, en önemli işimizi bu iki unsurun, aktarım ve karşı aktarımdaki kesişim noktasında yapma potansiyeline sahibiz, çünkü (bu Freud’un içgörüsüdür (1915c)) bu yerbu matris—bu ilişki, hastanın en önemli psikolojik sorunlarını kendine çeker.

    Neden? Çünkü bizimle nasıl ilişki kurdukları, kendileriyle nasıl ilişki kurduklarının, ebeveynlerinin onlarla nasıl ilişki kurduklarının, eşleriyle, çocuklarıyla ve iş arkadaşlarıyla nasıl ilişki kurduklarının, dünyalarıyla nasıl ilişki kurduklarının bir yansıması veya kırılması olacaktır. Psikodinamik psikoterapide, o yer (zihinsel ve duygusal olarak bulunabilecek tüm olası yerler arasında), o kesişim, terapist olarak kendimizi kasıtlı olarak konumlandırmaya çalıştığımız yerdir. Tüm bunlar, tam orada, bizimle olan ilişkilerinde toplanır.

    Bu durumda, bedenimizde hissettiklerimiz, düşündüklerimiz, zihnimize düşlemler olarak gelen deneyimlerimiz; hissetmek istemediğimiz ama yine de hissettiğimiz her şey—bütün “karşı aktarımımız”—terapide o an ortaya çıkan en önemli şeyi anlamamıza yardımcı olur. Çünkü, bu büyük bir çünküdür ,aktarım ve karşı aktarım, birbiriyle bitişik iki puzzle parçası gibi bağlantılıdır, bu parçalar, hastanın nesne ilişkileri dünyasının daha büyük bulmacasında gömülü olan parçalardır. Bu, karşı aktarımı terapistler olarak bizim için inanılmaz bir kılavuz yapar, kişisel GPS’imizdir.

    Hasta, yaklaşan hafta sonu, eşiyle yaşadığı sorunlar, bu yıl da hazırlamadığı vergi formları hakkında konuşuyor olabilir—hasta nereye ve hangi konuya giderse gitsin, eğer bu an içinde bu hasta ile birlikte olmanın nasıl bir şey olduğunu ve bu an içinde hasta ile bizim ilişkimizi nasıl hissettiğimizi göz önünde bulundurursak, en önemli şeyi takip ediyor olacağız.

    Ne Yapalım?

    Bir sonraki soru her zaman oradadır, bu yüzden hemen ona geçeceğim. Bu bilgiyle ne yapacağız? Belirli bir anda bir hastanın yanında hissettiğimiz duyguları ve bizimle ilgili olarak ne hissediyor olabileceklerini kaydettikten sonra ne yapacağız? İki cevap var çünkü bu sorunun iki seviyesi var. O an mevcut oturumdaki duygular ve oturumlararası duygular var.

    O seansta dinleriz. Hasta, hayatının tüm endişelerinden bahseder. Vücudumuzu, sağ beynimizin görüntü oluşturma kapasitelerini, sol beynimizin sözlü sembol oluşturma olanaklarını kullanarak derinlemesine dinleriz. Bazı seanslar tamamen hastanın hikayesiyle rezonansa girme süreciyle ilgilidir. Ancak terapötik ilişkide seans seans kaygılar tespit ettiğimizde, aramızda neler olduğunu düşündüğümüz hakkında hastayla konuşmaya çalışırız. Ogden (2001: s. 42) bunu şu şekilde ifade ediyor:

    “Her analitik oturumun başından sonuna kadar, kendimi ve hastayı deneyimin iki örtüşen yönüyle ilişkili olarak konumlandırmaya çalışırım: (1) belirli bir anda hastayla birlikte olmanın nasıl bir his olduğu ve (2) o anda aktarım-karşı aktarımdaki önde gelen kaygımı.”

    Herhangi bir oturumda, terapötik ilişkide var gibi görünen gerginliklere, kaygılara, rahatsızlıklara ayrıcalıklı bir muamele gösteririz. O anda gerçek bir ilişkisel rahatsızlık yoksa, hastanın bahsettiği içerik akışına uymakta özgürüz. Ancak, o anki oturumda veya bir öncekinden kalan ilişkisel kaygılar varsa, oraya gitmek bizim görevimizdir, çünkü ilişkisel olarak engel olan her şey, hastanın bize anlatmaya çalıştığı diğer şeylerin önünü keser.

    Bunu düşünürsek, bunun tamamen mantıklı olduğunu görürüz. Bu, günlük ilişkilerimizde de geçerlidir. İlişkisel alanda bir engel varsa, yaşamın diğer sıradan unsurlarıyla ilgili ilişki kurma girişimlerimiz yapmacık ve düzdür. İlişkideki kişilerarası pislikler tarafından rehin tutulurlar..

    Tamam. Peki, herhangi bir anda ilişkisel olarak ne olduğunu nasıl bilebiliriz? Basit. Bu hastanın yanında ne hissettiğimize dikkat ederiz. Bu gerçekten zor bir şeydir, çünkü tamamen karşıt bir içgüdüdür, özellikle yeni terapistler için. Diğerine odaklanma konusunda eğitim aldık; kendimize değil. Ancak, ilişkide olan şeylerin bizim için tamamen bilinçli olmayabileceği (genellikle öyle değildir) göz önüne alındığında, iz sürmek için mevcut araçlarımızı kullanmamız önemlidir. Eğitimli sezgilerimizden bazı ipuçlarını alırız, ancak birçok ipucu, Bölüm 8’deki vaka örneğinde olduğu gibi, ruhsal akışımızda arka kanal düşlemlerden gelir. Bunlar, bedenimizdeki hisler, zihnimizdeki imgeler, şarkılar veya şiirler ya da rüya parçaları gibi çeşitli subliminal deneyimler olabilir; bu da bize bu anlarda hasta ile olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamamıza yardımcı olur.

    Bir hastanın yanında olmanın nasıl bir şey olduğunu ve bunun, hastanın bizim yanımızda olmanın nasıl bir şey olduğunu hissetmesiyle bağlantılı olduğunu anladıktan sonra, ilişkisel olarak aktarım-karşı aktarım matrisindeki anlık veya birikmiş kişilerarası kaygılar hakkında konuşmanın yolları nelerdir?

    Bu, edinilmiş psikodinamik psikoterapi sanatının konusudur. Her edinilmiş sanat gibi, çalışma, süpervizyon ve pratik gerektirir.Ancak temel bir başlangıç var: Analitik üçüncünün çorbasındaki kendi deneyimimizi, bir şeyler anlamamıza yardımcı olmak için bir rehber olarak kullanırız, sonra düşlemlerimizin içimizde yarattığı şeylerden alınan ancak doğrudan tanımlayıcı olmayan bir dil kullanarak hastayla bizim yanımızda deneyimlediği şey hakkında konuşmaya çalışırız. Bu, birisiyle oturuyorsak ve aklımıza dondurma yiyen küçük bir çocuğun görsel görüntüsü gelirse, “Zihnimde dondurma yiyen küçük bir çocuk görüyorum, bunun sizin için ne anlama geldiğini merak ediyorum” demeyiz. Bu imgeyle otururuz ve içsel olarak merak ederiz.

    Belki de, eğer bundan bir anlam çıkarabilmişsek, sonunda hastaya bunun bir dönüşümünü sunarız. Bu tamamen hastanın kim olduğu ve terapide neler olup bittiğiyle bağlamlandırılır. Bu belirli günde bu belirli hastanın bağlamında, (dondurma külahı imgesine yanıt olarak) onlara şunu söyleyebiliriz: “Bugün burada gerçekten istediğiniz tek şey, paylaşılmak üzere değil, tamamen size ait bir şeye sahip olmanın masum zevki gibi görünüyor. Size öyle mi görünüyor?” Bu düşlem resminin hasadı, o gün hastayı nasıl deneyimlediğiniz açısından sizin için mantıklı olmalıdır; aksi takdirde, düşlemler çorba tenceresinde bırakılmalıdır. Bu sadece bir örnek, ancak umarım size biraz fikir verir. Bölümün sonunda, sizi bu konuda daha fazla okumaya yönlendireceğim.

    Şimdi, hastayla ilişkisel akımlar hakkında konuşmanın nasıl yapılacağına dair başka bir şey daha var. Mümkün olduğunca, bizim hastaya dair deneyimimizi değil, hastanın bizimle olan deneyimini kelimelere dökmeye çalışırız. Yine daha net olmak için Ogden’in (2001: s. 42–43) sözlerini kullanacağım:

    “Hasta için değerli olan şey, analitik ilişkinin … bana [terapist olarak] nasıl hissettirdiğine dair bir açıklama değil, ilişkinin ve ona eşlik eden kaygının ona nasıl hissettirdiğine dair bir açıklama ve bu deneyimin, hayatı boyunca benimle ve diğer insanlarla yaşadığı diğer deneyimlerle (hem gerçek hem de imgesel) nasıl ilişkili olduğuna dair bir açıklamadır.”

    Bu ince ama çok önemli bir noktadır. Aktarım-karşı aktarımdaki bir hasta hakkında hissettiklerimi kelimelere dökmek genellikle terapiyi veya hastayı ilerletmeyecektir. Terapistler olarak bunu gerçekten kavramak ve buna gerçekten inanmak zordur, çünkü bir hastayı belirli bir şekilde hissetmesi veya davranması gerektiğine ikna etmek için kendi kelimelerimizin gücünü abartmak kolaydır. Onları ilerletecek olan şey, ilişkide hissettiklerini sembollere ve kelimelere dökmemizdir. Bu bazen Bollas’ın (1987) “düşünülmemiş bilinen” dediği şeyi, hastaya hep orada “verilmiş” olarak (özünde) var olan, ancak asla tanınmamış veya “kavranmamış” şeyi dile getirecektir.

    Özel anlarda, terapi sürecinde onları daha kritik şekilde ilerleten şey, ilişkide hissettiklerini sembollere ve kelimelere dökmeleridir. Neden? Çünkü hissettikleri şey, birçok açıdan çocukluk döneminin ilişki anlayışına dayanmıştır. Bu görüşü kendi sözcüklerine dökmek, bu duyguların temelinin, duyguların kronolojik hatalı olabilir doğasının ve belki de bu duyguların yüklediği içsel engellerin yeni bir incelenmesine olanak tanır.  Lacan (1953), kendimizi dilde inşa ettiğimizi ve terapi sürecinde kendimizi geçmiş ve güncel kişilerarası gerçekliğe daha iyi uyacak şekilde dilde parçalayıp yeniden inşa edebileceğimizi belirtir. Terapistler olarak rolümüz, böylesi içsel öz-revizyona izin veren ve bunu kolaylaştıran türden bir ilişki sağlamaktır.

    Son olarak, verilen oturumlarda ilişkisel akıntıları anlamak ve bunlara hitap etmekten bahsettim. Peki, oturumlar arası duygular, genellikle projeksiyon kimliği olarak deneyimlenenler, nasıl ele alınır ve nihayetinde nasıl konuşulur? Bu duygular bazen büyük, kafa karıştırıcı, ego-distonik ve rahatsız edici olabilir.

    Seanslar Arası

    Tamam, son bir adım. Şimdiye kadar, belirli bir oturumdaki ilişkisel akımları anlamlandırmak ve onlar hakkında konuşmaktan bahsettim. Peki ya genellikle yansıtmalı özdeşim olarak deneyimlenen seanslar arası duygular ne olacak? Terapistler olarak bazen büyük, gizemli, ego-distonik ve rahatsız edici olan bu duygularla nasıl başa çıkıyoruz ve nihayetinde bunlar hakkında nasıl konuşuyoruz?

    Terapist olarak en zor işlerimizden biri, bu duyguların içimizde ortaya çıkmasına izin vermek ve bunları zamanla (harekete geçirmeden, elimizden geldiğince) sınırlamaktır. Bizim işimiz onların seans seans girdapta olmasına izin vermektir. Bizim işimiz, bir noktada, bu duyguları fark etmeye ve kendimizi bu duygulara sahip olarak gözlemlemeye başlamak, bunlar hakkında merak etmek, kendimize bunlar hakkında düşlemler kurma izni vermek, genellikle bunlar hakkında danışmanlık almaktır. Bizim işimiz, deneyimimizin, hastanın iç dünyası bağlamında bu duyguların nereden geldiğini anlamamıza yardımcı olmak için kendi ruhumuzda bir şeylerin çöktüğü bir seviyeye veya o noktaya kadar birikmesine izin vermektir.

    Sonuç olarak, işimiz hastayla kendi içimizdeki tüm o karşı aktarımsal çalışmanın temelinden konuşabilmek; hastanın içsel deneyimi hakkında bildiğimiz şeyleri içeriden öğrendiğimiz bilgilerle konuşabilmektir. Bunun hakkında konuşabilmek, çünkü belli bir düzeyde, bunu kendi içimizde yaşadık. Bu uzun, duygusal olarak zor bir süreç olabilir, ancak terapötik olarak kritik bir süreçtir.

    Matriste Çalışmak

    Tamam. Hadi bir dakikalığına tekrar geriye gidelim. Aktarım-karşı aktarım matrisinin kaleydoskopik dünyası. Karmaşık, çok renkli, sürekli değişen bir dünya. Hastalarımızda içsel ve kişilerarası değişim için güçlü potansiyellere sahip bir dünya. Ancak tüm bunlar, elbette, terapistler olarak kendimizi bu şekilde duygusal olarak kullanılmaya istekli olmamızı gerektirir. Aktarım-karşı aktarım çamuruna girmek. Bunun işini yapmak. Bir meslektaşım, hastaya kendi ruhunu, hastanın kendisini inşa etmek veya yeniden inşa etmek için ihtiyaç duydukları her şekilde tırmanabilecekleri bir orman parkuru (jungle gym) olarak ödünç verme metaforunu kullanmıştı. Genellikle böyle hissedilir.

    Benim kişisel metaforum ise, duygusal dünyamı, kendi hayatımın çeşitli duygusal şarkılarının çalındığı tam bir piyano klavyesi olarak resmetmemdir. Bazen bir hastayla çalışırken bir şarkı veya diğeri ön plana çıkar. Hastalar terapideki çalışmalarında geliştikçe, bazen uzanıp şarkılarını duygusal klavyemde çalabilirler. Bu, müziği duymaları ve hissetmeleri için yeterince güvenli olabilecek tek yol olabilir.

    Özellikle yansıtmalı özdeşim sürecinde, bunu sanki kendi duygusal müziğimmiş gibi içimde deneyimliyorum; sonuçta klavyemde çalınıyor. Ancak zamanla içimde çalan şeyi dinlediğimde, terapist olarak (çoğunlukla çok mücadele ve girdaptan sonra) çökme anlarına geliyorum; şarkıyı kendi şarkım değil, hastamın şarkısı olarak tanımaya başlıyorum. Sonra şarkının nüanslarını ve hissini daha çok dinliyorum. Son olarak, melodiyi içten dışa öğrendiğim için, hastamla müzik hakkında konuşmaya başlayabiliyorum ve karşılığında onlar da benimle konuşabiliyorlar. Belki de bu, hayatları boyunca kendilerine duyma izni vermedikleri, ancak arka planda çalan, ritimlerini yönlendiren bir şarkıdır. Bu iştir. Bu psişik bir iştir. Ödülleri derin ve hayat değiştiricidir, ancak bunun psişik çalışmasından kaçış yoktur.

    Karşı aktarım ve özellikle bu yansıtmalı özdeşim durumu, gerçek bir terapide nasıl görünüyor ve hissediliyor. Terapinin resimleri genellikle teorinin kelimelerinden daha güçlüdür (her ne kadar onlar da yapboz parçaları gibi birbirine geçse de), şimdi size burada tarif ettiğim aktarım-karşı aktarım deneyimlerinin bazı örneklerini verebilir miyim diye bakayım. Sizi üç hastaya götüreceğim, hepsi bir şekilde terapist olarak bende karşı aktarım deneyimleri uyandırıyor. İlki uzun bir örnek olacak; diğer ikisi ise daha kısa..

    Grace 

    Birkaç yıl önce, 40’larının ortasında, son derece güzel, son derece kendine güvenen ve yetkin bir kadın hasta ile çalışmıştım ve psikiyatrist tarafından, zaman zaman yaşadığı depresyon nedeniyle yönlendirilmişti. Haftalık olarak seanslara geliyordu ve terapi ilerledikçe, terapötik olarak sabit duruşumdan uzaklaşıp, gittikçe daha fazla yetersiz hissettiğim bir yere sürüklendiğimi hissettim. Nedenini bilmiyordum ama her seansı son seansımız olarak görmeye başladım ve terapinin ne kadar işe yaramaz olduğu ve terapist olarak ne kadar yetersiz olduğum konusunda ondan gelecek yaylım ateşine hazır hissediyordum. Terapi ofisinin dışındaki yaşamla ilgili kendi anlatımlarıyla insanları yerin dibine sokmayı gayet iyi beceriyordu, bu yüzden korkularımın yersiz olmadığını düşündüm O geldikçe, ondan daha da korkar oldum. Bu durum aylarca (ve aylarca) sürdü. İçimde sessizce işkence çekiyordum ama cesur olmaya ve toplayabildiğim terapötik cesaretle ilerlemeye çalıştım.

    Tabii ki, hepimizin içinde kendi yetersizlik korkularımız var, bu yüzden neden bu kadar korktuğumu sorgulamak aklıma bile gelmedi—sonuçta bu korkular kendi içsel şarkı kitabımın repertuarında bir yere sahipti. Ama bir gün, kendimi bu vakayı çok daha deneyimli bir analist meslektaşımla konuşurken buldum. O, bu kadar büyük olan bu korkunun, yalnızca bana ait olmasından ziyade, hastamın psikolojik deneyiminin bir yönünden kaynaklanıyor olabileceğini öne sürdü ve bunu biraz düşünmemi söyledi. İnanılmaz derecede faydalıydı. Hastam o kadar kendine güveniyordu ve o kadar yetkindi ki bu düşünce aklıma hiç gelmemişti.

    O konsültasyondan sonra korkuyla daha fazla yaşadım ve onun özelliklerini takip etmeye başladım. Bunun tuhaf bir tetikleyici hissiyatı olduğunu fark etmeye başladım; sanki bir yerden çıkıp şiddetle patlayacakmış gibi. Hastamın geçmişi hakkında bildiklerimi düşünmeye başladım: Annesinin fiziksel öfkesinin tuhaf hedefi olmuştu ve bu öfke sert ve hızlı şekilde ortaya çıkıyordu . Bunun kendisini etkilemediğini iddia etmek için elinden geleni yapmıştı ama bunu savuşturmanın bir yolu yoktu. Boşlukları kendim için ne kadar doldurursam, korku ve sindirilmişlik hissim onun geçmişine bizim şimdiki durumumuzdan daha çok uyuyordu. Ben, onun içinde uzun süredir var olan korku duygularının bilinçaltı deposu olabileceğimi düşündüm; tam da böyle bir annenin etrafında bir çocuğun sahip olabileceği türden bir korku. Bu, içimdeki korkunun biraz olsun azalmasına izin verdi; sadece aşağıdaki diyalog için yeterli olacak kadar.

    O gün seansa geldiğinde, kendisinin öfkeli ve kızgın yanını “Cruella”( Dodie Smith’in 101 Dalmaçyalı kitabındaki kötü karakter)  olarak adlandırdığından bahsetti. Bir ilişkisi olduğu sevgilisine e-posta yazmıştı. Bu acımasız bir iç boşaltma olmuştu. Bu öfkenin güçlü hissini sevdiğini anlattı. Bana “Bu kötü mü?” diye sordu ve bir kez olsun sevgilisinin “Cruella” ile kapışmasını dilediğini itiraf etti.

    Metaforun (kendi düşlemimden topladığım) gücünden (ve sığınağından)  yararlanarak  ona şunu söyledim: “Bu, bir kasırga gibi. Kasırga sensen iyi hissettirebilir, ama çevresindeki her şey için yıkıcı olabilir.” Ona “Kasırga” filmini referans verdim ve Ortabatı kökenleri olduğu için bu filme gülerek karşılık verdi.

    Onunla konuşurken, içimdeki korkunun azaldığını fark ettim. Bu noktada, artık ona bu yanına verdiğim tepki ve bunun ne anlama gelebileceği hakkında konuşma riskini almanın zamanı geldiğini hissettim.

    Ona, “Cruella’yla ben kapışsam ne olacağını hayal edersin?” diye sordum. Elini havaya kaldırarak, “Pheuuuuuw, onu toz ederdin—hiç şansı yok!” dedi ve güldü. (Elbette, aylardır yoğun bir korku beslediğim için, bunu söylediğini duyduğumda çok şaşırdım ve rahatladım.)

    Yoda benzeri bir tavırla başımı salladım ve atıldım, “Çünkü Cruella’yı anlıyorum. Cruella’nın korku dolu tarafını. “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. Ben de, iğreti bir kararlılıkla, “Çünkü korkunun, Cruella’nın doğduğu yer olduğunu ve onu ortaya çıkaran bağlam olduğunu anlıyorum,” dedim. Bunu düşünceli bir şekilde kabul etti ve “Ama Cruella korkmuş hissetmiyor,” dedi. “Hayır,” dedim (bu korkuyla uzun süre yaşamış ve onu içeriden tanımış biri olarak). “Hayır, ama korkuyu iyi biliyor. Bu, hissetmemeye çalıştığı kısım.” “Ah, o mu,” diye gülerek cevap verdi, “evet.” Bu “evet” ifadesi, bir tanıma dünyasını barındırıyordu ve bana, bu şarkıyı kendi reddettiği repertuarının bir parçası olarak kabul etmeye başlayabileceğinin işareti oldu. Sonraki seanslarda, bu konuşma annesiyle ilgili korkularını ve bunları başkalarına işlerken kendisinden nasıl sakladığına yönelik daha fazla keşiflere yol açtı. Ayrıca, annesinin içselleştirdiği ve başkalarına karşı sıkça kullandığı tehlikeli taraflarını da konuştuk. Cruella seansı, benim korkumun azalmasının ve onun korkusunu kademeli olarak sahiplenmesinin başlangıcı oldu.

    Hastam, korkusunu dışarıya—etrafındaki insanlara ve nihayetinde bana, terapistine—yansıtarak, daha az tam anlamıyla insan, daha az savunmasız, daha az ulaşılabilir ve daha az temas edilebilir biri haline gelmişti. Bu durum ona çocukken sahip olamadığı bir koruma ve güç hissi sağladı. Ancak bunun karşılığında, kendisinin önemli, ancak acı verici bir parçasına olan erişimini kaybetmişti.

    Karşı aktarımda benim görevim, önce onun yansıttığı korkuyu yaşamak, sonra onu anlamak ve nihayetinde ona, onu anlaması ve hissetmesi için yardım etmekti. Bu uzun ve zahmetli süreç, onun bu parçasını geri kazanabilmesi ve anlaşılabilir nedenlerle yaptığı bu anlaşmada feda ettiği insaniyetini yeniden talep etmeye başlamasının yolunu açtı. Bu, özellikle kocasıyla olan ilişkisinde etkili oldu; ilişkilerinde bir yumuşama oldu ve kocası daha fazla öne çıktı. Hem benim hem de onun için derin ve hayat değiştiren bir deneyimdi.

    Size karşı aktarımın uygulamalı birkaç örneğini daha göstermek için biraz daha kısa iki vaka vereceğim.

    Bryan

    Bir başka danışanım, ona Bryan diyelim, birkaç yıldır haftada bir terapiye geliyordu. Kendisinden hoşlandığım, ama hayatının ne kadar sade olduğuna biraz şaşırdığım, benden on yaş büyük, hoş görünümlü bir adamdı. Bir noktada içimde bir şey değişmeye başladı. Ona karşı hislerimde bir kayma hissettim; önce hafif bir şekilde, onunla görüşmeden önce kendimi güçlendirmek zorundaymışım gibi bir duygu belirdi. Gelmeden önce mutlaka bir şeyler atıştırıyordum. Ters giden birşeyler vardı. Birlikte nasıl konuştuğumuzdan sıkılmaya başladım; en ufak gözlem ve müdahalelerimi savuşturmasından, narsisizmini düşündüm içimden. Seanslarımızı beklerken hissettiklerimin değiştiğini fark etmeye başladım. Haftanın başında gelirdi. Yorulmuş olurdum. Onu hayal kırıklığına uğratan şeyler her yerdeydi: kız arkadaşları, işi, ebeveynleri, kardeşleri, akranları. Tek suçlamadığı şey kendisiydi. Onun bir şeyleri – ne olursa olsun – kendine ait bir sorumluluk olarak kabul etmesini istiyordum. Kendisi için iyi görünen bir kadınla ilişkisi vardı. Kadın her açıdan uygundu, sadece boyu hariç: Bryan’dan biraz daha uzundu. Bu onun için ilişkide bir bitiş noktasıydı. Kadınlar adına derin bir rahatsızlık hissettim. Ona karşı saldırgan olma isteğim belirmeye başladı. Mükemmel olmadığını söylemek istiyordum.

    Bu duygu yavaşça beni yakaladı. Bunda ne büyük ne de aniden olan bir şey vardı. Ancak bir akşam, terapi günümün sonunda, o gün gördüğüm danışanları düşünürken, onu bir şekilde—neydi bu? Sabırsızlık mı? Hoşlanmama mı? Küçümseme mi?—tuttuğumu fark ettim. (Henüz tam anlamıyla çökme olmasa da bir farkındalık anı.) Bu duyguyu sevmemiştim. İçimde böyle bir şey görmekten hoşlanmamıştım. Kendi küçümsememi izlemeye başladım.

    İşte buradaydı. Karşı aktarım. Ama artık bunu sahiplenebildiğime göre, gün yüzüne çıkmıştı ve üzerine düşünebilirdim. Onun geçmişi ve içsel nesne dünyasından neyi deneyimliyordum acaba? Hmmmmmm. Köken ailesindeki özellikle kardeşler arasındaki saldırganlık vardı. Babasındaki tüm o narsisizm. Saldırıya uğramamak için mükemmel olma ihtiyacı. Hatta evde yemek olmaması bile. Psikolojik olarak bu durumun birkaç parçasını üzerime almış gibi görüyordum. Görülmemekten, fark edilmemekten veya önemsenmemekten duyulan hayal kırıklığıyla—(o, müdahale ettiğim anları neredeyse hiç fark etmiyordu)—kardeşlerin birbirine karşı gösterdiği intikamcı saldırıya katılmıştım. Ailedeki mükemmellik maskesinin utanç ve kopukluğu örtmesini izlemekten duyulan hayal kırıklığıyla. Danışanım bana ustaca hazırlanmış bir senaryo sunmuştu—ona karşı-rol oynayabileceği tanıdık bir rol atamıştı.

    Bu karşı aktarımsal girdap içimde bir tür yeniden konumlanmaya yol açtı. Bazen terapideki eylem sözsüzdür. Bazen, bu sefer olduğu gibi, “parçacık değişimi”ndedir. İçimdeki bu duyguların farkına varmaya ve onları—daha fazla şefkatle—anlamaya başladığımda, terapide garip bir şey oldu. Hastam, içindeki mükemmel olma mücadelesini ve kendi standartlarına bu kadar feci bir şekilde ulaşamadığının farkındalığını sahiplenmeye ve dile getirmeye başladı. Utanç duygusunu ve bu duygulardan kaçınmak için başkalarında kusur bulma eğilimini ifade etmeye başladı.

    Bu, terapide ve hastada yavaşça ve dikkatlice gelişen tamamen yeni bir sürecin başlangıcı oldu. İçimdeki, hastayı sevme ve değer verme duyguları geri döndü, üstelik bu kez daha fazla saygıyla birlikte. Aramızdaki etkileşim zamanla daha az tek taraflı ve daha ilişkisel hale geldi.

    Sara

    Sonra, 8. Bölümde anlatılan, varlığında sıklıkla yoğun duygular hissettiğim hasta var: özlem, kafa karışıklığı, etkisizlik, üzüntü, korku, cesaretsizlik. Bunların hepsi ben olmanın bir parçası olan duygular. Bunlar bu hastadan önce kendi deneyimsel dünyamda vardı. Kendi duygusal klavyemdeki tuşlar. Ancak bu hastayla birlikteyken, güçlüler ve genellikle konuştuğumuz şeyle ilgisi olmayan bu duygularla dolup taşıyorum. Sara, sanki bir şekilde, benim psişik dünyama ulaşıyor ve bu tuşları çalıyor. Onun varlığındaki duygularım benim karşı aktarımım, ancak bahsettiğimiz türden bir öznelerarası karşı aktarım. Zamanla daha da netleşen şekillerde hastanın nesne ilişkisel dünyasıyla bağlantılılar.

    Bir seansta, sessizliklerin onun için nasıl bir deneyim olduğunu bana tarif etmesini istedim. Bir süre sonra, sessizliklerin bazen huzurlu olduğunu, bazen de kendini küçümseme ile dolu olduğunu söyledi . Kendini küçümsemelerin nasıl duyulduğunu benimle paylaşabilir mi diye sorduğumda, kendisini kendisine tanımlayan içsel bir koro olduğunu söyledi. Kendini küçümsemeler şöyleydi (bu listeyi yavaşça söyledi):

    “Boş.”

    “Zeki değil.”

    ” Etkili olamıyor.”

    “İlginç değil.”

    “Muhtaç.”

    Bu listenin tonu, benim karşı aktarım duygularımla tamamen örtüşüyordu: özlem, üzüntü, etkisiz olma. Onun yanında hissettiklerim , kendi ebeveynleriyle yaşadığı uyumlanmamış ilişkide hissettiği duyguların bende harekete geçirdiği duygulardı. Bana, bende tetiklenen bu duygular aracılığıyla, danışanın içsel duygusal dünyasının bir örneği sunuluyordu. Karşı aktarım yoluyla benimle, o dünyayı en dolu şekilde paylaşıyordu.

    Son Yorum

    Bitirmeden önce kısa bir yorum yapacağım. Terapi sırasında deneyimlediğimiz karşı aktarım, büyük olasılıkla hissettiğimiz dinamiğin gerçekleştiği tek alan olmayabilir. Bu dinamiğin, danışanın diğer ilişkilerinde de defalarca meydana gelmiş ve hala devam ediyor olması muhtemel. Bu süreç derinlemesine bilinçdışı olabilir; bu yüzden danışanın kendisi de bu dinamik hakkında konuşmuyor ya da farkında olmayabilir. Ancak terapötik ilişkinin, terapist açısından asimetrik doğası, bize bir eş, aile üyesi ya da arkadaşta olmayan bir özgürlük alanı sunar. Eğitimimiz ve deneyimimiz sayesinde, belirli kalıpları, kaygıları ve savunma mekanizmalarını tanıma yetimiz, bir partner ya da yakından biraz daha ileriye ya da derine bakmamıza olanak tanıyabilir. Bizim benzersiz pozisyonumuz, bizi farklı bir tür alıcı yapar. İlk olarak, bu duyguları deneyimleriz (girdap), sonra üzerinde düşünür ve çalışırız, ardından belki de bu durumu anlamaya başlarız (çökme) ve nihayetinde bu varoluş biçimini danışanımıza iletmeyi umarız. Bütün bunları yaparken, empatik (ya da en azından misilleme yapmayan) bir duruş sergilemeye çalışırız.

    Karşı aktarım—anlama sanatında hayati bir unsurdur. Dolayısıyla bu görme ve var olma yollarıyla donatılmış olarak, insan sinapsının içine dalarız. Sahip olduklarımızı kullanırız ve gelebilecek olanla yüzleşmek için cesaret umarız. Bu, onun meydan okumasıdır. Bu, onun canlılığıdır. Bu, onun kalbidir. Bu, bizden, aktarım-karşı aktarım’ın kaleydoskopik girdabında gerekli yoldaşlarımız olan zarafet, hakikat ve saf ısrarın insani karışımını ortaya çıkarır.

  • Aktarım (10. Bölüm)

    Şimdi kaleideskopumuz için bir başka renkli cam yığını daha toplayacağız: “aktarım [transference]” yığını. Aktarım, uzman dilinde kullanılan bir terimdir. Doğru söylememiz gerekir. “Trans’ferans” olarak telaffuz edilir, “tränsfirıns” değil. Bazen “aktarım [the transference]” deriz, ya da klinik olarak deneyimli bir ortamda, “aktarım-karşı aktarım” olarak ifade ederiz. “Aktarım” kelimesi, psikodinamik dünyada bir tür gizli tokalaşma gibidir; üyeliğin bir işaretidir.

    Biraz patavatsız olabilirim çünkü aktarım hakkında yazmak zor. Anlatması zor. Belki de kısmen zor olmasının nedeni, insanların ilişkilerinin, gerçek temeller kadar kendi kurgularımız üzerine de inşa edildiğini düşünmenin rahatsız edici olmasıdır. Zor, çünkü dürüst olursak, hepimiz zamanla birçok aktarım ilişkisi yaşamışızdır. Bu yüzden patavatsızlıktan uzaklaşıp, bu zorlu konuyu birlikte ele alalım. Gelin bu kelimeyi, “aktarım”ı birlikte izleyelim ve onun psikodinamik psikoterapide anlama sanatına olan kritik katkısını keşfedelim.

    İlk Deneyim

    Aktarım hakkında biriyle ilk kez konuştuğum anı çok net hatırlıyorum. Bu, yirmi beş yıl önce Gaziler Bakanlığındaki klinik süpervizörümle olan bir deneyimdi. O zamana kadar olan terapilerimde bu konu hiç gündeme gelmemişti. Birlikte çalışmamızın belki dördüncü ayında, süpervizörüm bir gün aniden, “İlişkimizin nasıl gittiğini düşünüyorsun?” diye sordu. Yeterince basit bir soru gibi görünüyordu, ama bu soru beni tamamen şaşırtmıştı ve bir şekilde kelimeleri bulmakta zorlandığımı hissetmiştim. Bu, garip bir şekilde kaygı verici bir alandı.

    Gerçek şu ki, bu kişiyi sevmeye, saygı duymaya, idealize etmeye, onun üzerine çalışmaya ve onu örnek almayı istemeye başlamıştım. Ayrıca kendimi görülmüş, tolere edilmiş, anlaşılmış ve alan açılmış gibi hissetmiştim. Ancak, aynı zamanda gelişimimin yavaş olduğunu düşündüğüm için bu durum beni bir şekilde endişelendiriyordu. O anki cevabımı hatırlamıyorum. Muhtemelen her şeyin iyi gittiğini söylemişimdir, ama bu tam gerçeği yansıtmıyordu. Gerçek, o anda kelimelere dökebileceğimden daha büyüktü. Bunu ifade ederken hiç de iyi bir iş çıkarmadığımı biliyorum.

    O seanstan sonra, kendimi bale okulunda bir armadillo gibi hissettiğimi ve süpervizörümün işinin beni bir varoluş halinden başka bir hale evrimleştirmek olduğunu düşündüğümü anlattığım bir yazı yazdığımı hatırlıyorum. Bu yazı, süpervizörümle birlikte çalışmanın bende yarattığı duygu yelpazesini paylaşmamı sağladı ve bu sayede ilişkiyi nasıl hissettiğimi ona aktarabildim. Ancak, ilişki hakkında konuşmanın tehdit edici bir tarafı vardı. Daha önce birileriyle bir ilişki hakkında konuşmamış değildim. Ama bu, bir şekilde farklıydı ve süpervizörle ya da terapistle terapötik ilişki—yani aktarım—hakkında konuşmaya dair ilk deneyimimdi. Bu durum garip, tuhaf ve yabancıydı ve o zamandan beri hafızamda yer etti.

    Aktarım: Bir İlişki

    Bu kişisel hikayeyle başlamamın sebebi, aktarım hakkında konuşmayı iki temel noktaya dayandırmanın önemli olmasıdır: Aktarım, bir ilişkiye işaret eder ve bu ilişki genellikle yoğun duygular barındırır; ikincisi, bu ilişki hakkında konuşmak kolay değildir. Bu tür konuşmalar, genellikle her iki taraf için de kaygı dolu olabilir. Ancak, psikodinamik terapide anlama sanatının merkezinde yer alan bir unsurdur, bu yüzden birlikte bu tedirgin edici sularda ilerleyelim.

    Aktarım hakkında anlaşılması gereken ilk şey, bunun bir ilişkiyi ifade ettiğidir. Gerçek şudur ki hastalarımızın bizimle bir ilişkisi vardır. Bu ilişki hakkında konuşmasak da, düşünmesek de, ya da var olduğunu kabul etmesek de, yine de oradadır. Yıllar önce, erkek bir hasta (oldukça şizoid)  ile çalışırken, aramızdaki ilişkiye atıfta bulundum. “Hayır, hayır,” diye araya girdi, “bizim bir ilişkimiz yok. Bir anlaşmamız var. Tamircimle bir anlaşmam var. Muhasebecimle bir anlaşmam var. Seninle de bir anlaşmam var.” “Peki,” dedim, “anlaşmamızda bir şey fark ettim.” Bu hasta, birkaç yıl sonra sabah seansının sessizliği içinde bana, “Seninle hayatımda kimseyle olmadığı kadar samimi bir ilişki kurdum ve senin hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum,” dedi. Ardından ekledi, “Ve senin hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorum. Sen benim annem oldun, karım oldun, sevgilim oldun, kız kardeşim oldun—seni tüm bu şeyler yapabiliyorum.”

    İmgesel Bir İlişki

    Basitçe söylemek gerekirse, aktarım, bir hastanın terapistiyle kurduğu imgesel ilişkidir. Ya da işin diğer tarafından bakarsak, terapistimizle (veya önceki hikâyede olduğu gibi klinik süpervizörümüzle) kurduğumuz imgesel ilişkidir. Bunun yanı sıra, hayatımızdaki diğer figürlerle, özellikle de üzerimizde otorite sahibi olan kişilerle ilgili olarak da bir şekilde ürettiğimiz imgesel bir ilişkidir.

    İmgesel demek, bu ilişkinin en azından kısmen hayal gücümüz üzerine inşa edildiği anlamına gelir. Bazen bu ilişki, kişinin gerçekte kim olduğuna, hayatımızdaki gerçekteki konumuna veya bize nasıl davrandığına göre değil, daha çok hayal gücümüz üzerine kuruludur. Aktarım, insanların sürekli olarak yaptığı bir “boşlukları doldurma” fenomenidir. Tıpkı film izlerken olan biten gibi. Filmler aslında hareket etmez; ardışık sabit karelerden oluşurlar. Ancak algısal olarak, bu kareleri zihnimizde birleştirip hareketi yaratırız. Kişilerarası ilişkilerde bunu daha da fazla yaparız. Karşımızdaki kişinin resminin parçalarını görür ve geri kalanını kendimiz yaratırız. Hastalar, bizim hakkımızda bu boşlukları doldurduğunda, buna aktarım diyoruz. Onların bu boşlukları nasıl doldurduğu, bize hastanın önceden var olan içsel nesne dünyası hakkında çok şey anlatır, ancak bu kısma birazdan geleceğiz.

    Görünmez Bir İlişki

    Aktarım, görünmez olabilir. İlk başta fark etmek gerçekten zordur. Bir su damlasına dikkatlice baktığınızda içinde yüzen bazı küçük canlıları aniden görmeyi başardınız mı? O canlılar her zaman oradadır, üstelik şaşırtıcı miktarda. Ancak görünmez bir dünyada yaşarlar. Onları kasıtlı olarak, doğru ışık ve odakla aramadıkça, orada olduklarını fark edemezsiniz.

    Yeni bir terapist olduğunuzda (ve bazen deneyimli olunca da), aktarım böyle görünmez bir dünyadır. Seanslarınıza bu durumu fark etmeye yönelik bir bakış açısıyla yaklaşsanız bile, ilk başta orada olmayacaktır. Onu göremeyeceksiniz.

    Bunun bir nedeni, terapist olarak koltukta geçirdiğimiz sürenin, terapist olmanın getirdiği kaygıları aşarak diğer şeyleri görebilmemiz için gerekli olmasıdır. Bir süre, içten dinleme görevimizle—dinlemenin içtenliğini bir kenara bırakın—terapist olarak kendi yeterliliğimiz hakkında taşıdığımız kaygılar arasındaki içsel savaşla boğuşmamız gerekir. Kendi kaygılarımızın ötesindeki dünyanın görünür hale gelmesi zaman alır—oldukça çok zaman alır.

    Ancak bizim kaygılarımızın (yeterli bir terapist olup olmadığımız, doğru tonu yakalayıp yakalamadığımız, doğru şeyleri fark edip etmediğimiz vb.) hemen diğer tarafında hastanın kaygıları vardır. Hasta, terapiye ilk başta bizimle hiç ilgili olmayan bir dizi endişe ile gelir. Hiç. Ancak ilk telefon görüşmemizin ilk anlarından itibaren hasta, bizim hakkımızda izlenimlerde bulunur, bize karşı olumlu ve olumsuz tepkiler geliştirir ve sessizce boşlukları doldurmaya başlar. Biz buna ne kadar duyarlı olursak olalım, hasta ilk anlardan itibaren bizimle olan kişilerarası kaygılarını sessizce yönetmeye çalışır: bizim onlara ne düşündüğümüz, onları yargılayıp yargılamadığımız, doğru yapıp yapmadıkları, bizimle konuşacak kadar rahat olup olmadıkları ve benzeri. Terapinin ilk anından itibaren hasta, kaygılarını, görünmemesi ve konuşmak için geldikleri konulardaki anlatılarını engellememesi için sessiz bir şekilde yönetmeye çalışır. Peki ama neden bu kaygı? Kaynağı nedir?

    Asimetrik Bir İlişki

    Terapinin kişilerarası matris içinde gerçekleştiği bir gerçek. Başlangıçtan itibaren, asimetrik bir ilişkiyi temsil eder: bir kişi yardım arar, diğer kişi bu yardımı sağlar. Bu unsurlar nedeniyle, terapi bu bizimle olan ilişkiyi kaygıları ve rahatlıkları ile hastanın ekranına yansıtılır. Çoğu terapide, hasta ve terapist (belki bilinçsizce) kaygı kısmını akıldan uzak tutmak (ya da en azından görünür olmaktan çıkarmak) için gerçekten çok çalışır. Psikoterapi teorilerinin çoğu, terapistlerin ilişkinin asimetrisi tarafından oluşturulan tehdidi ortadan kaldırmak için aktif olarak çalışması gerektiğini öne sürer—oyun alanını eşitlemek için aktif olarak çaba göstermeleri gerektiğini belirtir. Sonuçta, odak noktası biz, terapist değiliz. Odak noktası, hastamızın yanında getirdiği konulardır. Bu içsel asimetri konusuna birkaç dakika içinde geri döneceğiz.

    Tekrarlayan Bir  İlişki

    Durum şöyle. Hasta, genellikle, kişilerarası dünyasında nasıl işlev ve muamele gördükleri hakkında bir dizi endişe ile gelir. Bir şekilde, yeterince zaman verildiğinde, bu endişeler, bizimle olan ilişkilerinde (veya “anlaşmamızda mı,” demeliyim?) kendini tekrar eder. Terapötik ilişki, neredeyse başından itibaren, hastanın terapiye gelme nedenlerinden biri olan ilişkilerin bir fraktalı haline gelir.

    Bunu başka bir şekilde ifade edeyim. Bir hastanın terapi odasına getirdiği konular genellikle kişilerarası ve içsel sorunlardır. Hastalar, patronlarıyla, partnerleriyle, iş arkadaşlarıyla, akrabalarıyla, kendileriyle olan ilişkilerinden bahsederler. Başkalarını nasıl algıladıklarını, başkalarına nasıl tepki verdiklerini konuşurlar. Başkalarının onlara nasıl davrandığı, başkalarının onları nasıl hissettirdiği, kendilerini nasıl hissettikleri ve bu duygularla nasıl başa çıktıkları hakkında konuşurlar. Ancak tüm bu süreçte, başkalarından bahsederken, bizimle de konuşurlar ve bu bağlamda bizimle yavaş yavaş bir ilişki kurarlar. Ve burada hasta ile terapist arasındaki ilişkinin kritik noktası şudur: bu ilişki, sonunda hastanın kişilerarası ve içsel nesne ilişkiler dünyasını doğrudan odanın içine getirir, yani canlı olarak onu görebileceğimiz, deneyimleyebileceğimiz, ellerimizi koyabileceğimiz, onunla etkileşime girebileceğimiz yere getirir.

    Terapinin gücü, tüm bu süreçte, tüm ameliyatı uzaktan yapmak zorunda olmamamızdır. Göremediğimiz, hissedemediğimiz ya da dokunamadığımız ilişkiler üzerinde çalışmak zorunda değiliz. Adeta önümüzde bir beden vardır. Freud bunu şöyle ifade etmiştir (1912: s. 108):

    “Zafer, aktarım alanında kazanılmalıdır—nevrozun kalıcı tedavisinin dışavurumu olan zafer… Çünkü her şey söylendiğinde, kimseyi yokluğunda ya da bir model üzerinde yok etmenin imkânsız olduğunu görebiliriz.”

    Bu, hastanın dışsal sorunlarının önemsiz olduğunu söylemek anlamına gelmez. Bu sorunlar, onların hayatlarında çok önemlidir. Ancak bazen bu dışsal sorunlarla en etkili şekilde çalışmanın yolu, bunların terapötik ilişkide nasıl ortaya çıktığını yakalamaktır.

    Belki de bizim hastayla olan ilişkimizin sınırlı olduğunu, dolayısıyla dış dünyalarındaki sorunlarla tam olarak örtüşmediğini düşünebilirsiniz. Bu bir ölçüde doğru olabilir. Ancak doğru olan birkaç nokta daha bulunmaktadır. Birincisi yanlarında ne getirirlerse getirsinler, kendilerini de terapi odasına getirirler. Zamanla, özellikle de bu bağlamı doğru bir şekilde kurarsak, terapinin dışında yaşadıkları ilişkilerde deneyimledikleri duyguların en azından bir kısmını bizimle olan ilişkilerine de yansıtırlar.

    İkincisi ise “boşluk doldurma” kısmıdır. Zamanla, hastalar bizi belirli şekillerde algılamaya başlayacaklardır. Bu algıların bazıları, onların genelde kişilerarası gerçekliği kırmak için kullandıkları nesne ilişkisel “filtreleri” doğrudan yansıtacaktır. Yine, bunu canlı ve eylem halindeyken bir şekilde yakalayabileceğiz.

    Seçenekler

    Bu duygu ve algı kümesini sorgulamayı seçebiliriz veya seçmeyebiliriz. Bu terapötik ilişkiyi bir gözlem ve müdahale noktası olarak kullanmayı seçmek psikodinamik psikoterapinin tanımlayıcı özelliklerinden biridir. Bu, güçlü bir gözlem ve müdahale noktasıdır.

    Ancak, ilişkimizi terapinin odak noktalarından biri yapmayı seçersek, karşımıza çıkacak bazı zorluklar vardır. Örneğin, bir hastanın bizimle ve ilişkiyle ilgili hislerini veya algılarını sorgulamak için, onların bu tür hisler ve algılara sahip olduklarını varsaymamız gerekir. Bu, en azından terapist olarak ilk birkaç kez belirsiz bir inanç sıçramasıdır. Hastalarımızın hayatında önemli olduğumuza ve dolayısıyla bizimle ilgili bazı duygu ve algılara sahip olduklarına dair önceden bir inanca sahip olmamızı gerektirir.

    Bunu bir dakika düşünün. Düzenli olarak konuştuğunuz ve hakkında duygu ve varsayımlarınız veya algılarınız olmayan biri var mı? Zihinlerimiz sürekli olarak, sessizce ötekinin kişilerarası anlamını çözmek için içeride çalışır, her zaman. Güvenli mi? Güvenli değil mi? İlgi duymamı sağlıyor mu? Geride kalmamı sağlıyor mu? Bana çekici geliyor mu? Oyun oynamaya teşvik eder mi,etmez mi? Onunla  ilgilenmemi sağlıyor mu? Beni kızdırıyor mu? Önemsendiğimi hissettiriyor mu? Ulaşılamadıklarında üzgün veya sıkıntılı hissettiriyor mu? Bu tür süreçler beyin sapı düzeyinde işler. Bu süreçler her zaman mevcuttur ve asla durmazlar.

    Seçeneği Kullanmak

    Bir sonraki adım. Diyelim ki bu bölüme hazırsınız ve odadaki ilişkinin hastanızla konuşmanın bir parçası olmasını istiyorsunuz. Bunu nasıl yapacağınızı ve bunun  neler getirebileceğini konuşacağız, ancak önce bir uyarı. İlişki hakkında konuşmak, hem terapist hem de hastanın ikisi için neredeyse her zaman kaygı doludur, özellikle de ilk konuşmalarda. Ve bu konuyu gündeme getirmek neredeyse herzaman terapistin görevidir. Benim deneyimimde, terapi için bana gelen insanlar nadiren bu söylemi  başlatmışlardır. Dışsal yaşam kaygılarını çalışmalarımızın odak noktası yapmaktan memnun olurlar. Terapistleri olarak benimle olan ilişkilerini karışıma dahil etmek neredeyse her zaman benim üstlenmem gereken bir görevdir.

     “Aktarım” Bölümü

    Aktarımı daha iyi anlamak için biraz geri gidelim. Son bölümde nesne ilişkileri kuramı üzerinde durarak birlikte bir manzara çizdik. Küçük birer çocuk olarak, hem kişilerarası hem de içsel dünyamızı oluşturmaya çalıştığımızı ele aldık. Bunu, 6 aylık, 1 yaşındaki, 2 yaşındaki, 6 yaşındaki, 12 yaşındaki bir çocuğun sahip olduğu tüm bilgelik ve deneyimle yapıyorduk. O dönemde bakım verenlerimizle bağımlı bir ilişki içindeydik. Bakım verenlerimiz çoğunlukla ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlardı; koşulların izin verdiği ölçüde en iyisini.

    Küçük insanlar olarak, elimizdeki tüm nöronal gücü (özellikle ilk on sekiz ayda, dil öncesi sağ beynimizi kullanarak) çevremizdeki koşullara en iyi şekilde uyum sağlayabilecek ve onlara yanıt verebilecek bir kişilerarası dünya modeli oluşturmak için kullanıyorduk. Zaman içinde bunu yapmaya devam ettik. Ancak 6 aylık, 12 aylık ve 18 aylık bebekler perspektifler konusunda ilk kullanım hakkını ​​elde etti. 6 aylık bebek özünde 6 yaşındaki ve 12 yaşındaki çocuğa (ve genellikle 42 yaşındaki çocuğa) ne düşünmeleri veya hissetmeleri gerektiği konusunda koçluk yapar.

    İşte önemli bir not: Psikolojik olarak sağlıklı ortamlarda, erken dönemdeki bakış açıları, esneklikle ve ilişkisel uygunlukla daha sonraki bakış açıları tarafından geliştirilir ve revize edilir. Ancak patolojide (ve hepimizde bir miktar vardır), bebeklik ve küçük çocukluk dönemi duyguları, etrafımızdaki diğer insanlara ve kendimize nasıl baktığımızı ve onlara nasıl tepki verdiğimizi çok daha fazla belirler ve onarır.

    Bu durumda, Nesne İlişkisel tarihimiz mevcut algılarımızı ve terapistimizle olan ilişkimizi etkiler. Şimdi, burada terapötik ilişkinin asimetrisi devreye giriyor. Terapist-hasta ilişkisinin içsel hiyerarşisine karşı bazıları rahatsızlık duysa da, bir dakikalığına gözümüzü kıssak, bu ilişki, bir kişinin diğerine ihtiyaç duyduğu bir durumda gibi görünür ve bu kişi bu ihtiyaca cevap verme rolünü üstlenir. İşte konu bu noktada ilginçleşiyor. Bu çok asimetrik roller seti, küçükken ebeveynlerimizle yaşadığımız düzeni yapısal olarak yeniden oluşturduğundan, terapi ilişkisi geçmiş ilişkilerin tekrarlanması için uygun hale gelir. Terapi odasında, bu eski ilişkilerin izleri ortaya çıkabilir ve terapistin bu süreci fark etmesi, hastanın mevcut ilişkilerindeki sorunların kökenine inmesine ve onları yeniden değerlendirmesine olanak tanır.

    Bu durum şöyle işler: Bebekler veya çocuklar olarak, ötekiyle (ebeveyn veya bakıcı) bağımlı bir etkileşim içindeydik. Bu “öteki,” çocuğu tam anlamıyla anlayamayabilir ve bu durumda kaçınılmaz olarak yanlış anlamalar ya da eksiklikler yaşanır. “Yeterince iyi” ailelerde, bu eksiklikler tolere edilebilir düzeydedir (ancak izlerini bırakır); bazı evlerde ise bu eksiklikler ciddi ve kronik olabilir. Bu kaçınılmaz eksiklikler, bebekte veya çocukta anbean bir dizi endişeye yol açar (bu konuya 12. bölümde daha ayrıntılı değineceğiz). Yaklaşık 18 ay civarında dile geçişle birlikte, bu endişeler, ötekiyle olan etkileşime bağlı olarak bilinçdışına itilmiştir. Daha sonraki ilişkilerimize (özellikle bağımlı veya otorite figürleriyle olan ilişkiler) geçtiğimizde, bu tanıdık ilişki kalıbını ve bu kök ilişkide üretilen tanıdık endişeleri yeniden canlandırırız. Bu, iliklerimizde bildiğimiz şey budur.

    Yavaşlama

    Burada bizi yavaşlatmama izin verin , çünkü bu kısım gerçekten önemli ve kaydedildiğinden emin olalım. İçimizde, tam olarak anlamadığımız ve aslında hatırlayamadığımız bir zamandan gelen beklentiler ve kaygılar taşırız. Bu duygular, başlangıçta ebeveynlerimizle olan bağımlı ilişkimiz bağlamında deneyimlenmiştir. Ancak, hayatımızda bu otorite veya bağımlılık rolünü tekrarlayan her sonraki ilişki—eşlerimizle, partnerlerimizle, patronlarımızla veya terapistlerimizle olan ilişkilerimiz—bu erken dönemden bize miras kalan ilişki kalıplarını ve kaygıları tetikleyebilir. Bu kalıplar, henüz seçim yapma şansımız yokken içimize yerleşmiş duygulardır.

    Bir adım daha ileri götürecek olursak, erken dönem ilişki sahnemizi yeniden yaratmada aktif oyuncular haline geliriz. Başkalarına, köken “ötekilerimiz” ile yaşadığımız deneyime uygun şekilde davranmaları veya muamele etmleri için baskı yaparız. Bunu yaptığımızı bilmeyiz çünkü sadece “kendimiz” oluruz, ama “kendimiz” bu bilinçdışı manevraları da içerir; bu manevralar, bakım veren çevremize yanıt vermek ve erken dönem kaygılarımızı yönetmek için geliştirdiğimiz stratejilerdir.

    Bu süreçte, oldukça ayırt edici olmayan bir şekilde, tüm ilişkilerimizde özellikle, ihtiyaçlarımıza yanıt verme sorumluluğunu taşıyan kişilerle bu davranışları sergileriz; bu da ebeveyn-çocuk düzenini tekrarlar. Bu nedenle, terapistlerimizle de bunu yaparız. “Transferans” yani “aktarım” burada devreye girer. Kişisel olarak tanıdık olanı terapistlerimize “aktarırız”.

    Aktarımı İzlemek

    Şimdi, birisi terapiye geldiğinde, eğer dikkatli bir şekilde gözlemliyorsak, terapistler olarak bu hastanın kaygı yönetim mekanizmalarının temel bir örneğini alacağız. Bu mekanizmalar, kişinin geçmişteki ilişkilerine ve o dönemdeki kaygılarını nasıl yönetmeye çalıştığına dayanır. Bu durum, “aktarım” olarak kapıdan içeri girecektir.

    Bunu nasıl görürüz? Ne ararız? Cevap şu: Odadaki kaygıyı gözlemlemeye ve hissetmeye çalışırız. Kaygı gergin mi? Düzgün mü? Hasta çok mu gülüyor? Saygılı mı? Gizli mi? Asabi mi? Aramızdaki uçurumu yok etmeye mi çalışıyor? Bizi sinirli, mesafeli ya da yargılayıcı mı görüyor? Bunu hissetmeye çalışırız. Eğer biz terapistler olarak ilk seansta fazla gerginsek, ikinci seansta, üçüncü seansta ya da ne zaman fark edebilirsek o zaman dikkat ederiz. Bu kişinin enerjisinin nasıl olduğunu kendimize tarif etmeye çalışırız. Bu kişinin karşısında olmak nasıl bir his? Başlangıçtan itibaren hangi varsayımları yapıyorlar ve bunları aşmaya mı çalışıyorlar? Onların yanında bedenim nasıl hissediyor? Bedenim, henüz bilmediğim olayların hissi hakkında ne biliyor? Onların yanında nasıl davranıyorum? Başka bir deyişle, karşı aktarımım nasıl? (Bu konuya, bir sonraki bölümde karşı aktarımın karmaşık yapısını ele alarak döneceğiz.)

    Kuadrofoni

    Neyse ki, bu kişinin bize nasıl bağlandığını anlamaya çalışırken biraz yardım alıyoruz. Terapistler olarak, dört farklı kanaldan gelen bir ses kaynağını (kuadrofoni) dinliyormuşuz gibi. Elimizde dinleyebileceğimiz dört ayrı kanal var.

    İlk olarak, onların bizimle olan ilişkilerinde neler olup bittiği var: transferans. İkinci olarak, hasta bize hayatlarındaki ötekilerle nasıl ilişki kurduklarını ve varlıklarında onlarla nasıl ilişkilendirildiklerini anlatacak. Bu hikayeler, bizimle olan ilişkide de var olan bazı tematik alt tonları içerecek, belki başlangıçta daha ince bir şekilde, ama orada olacaklar. Üçüncüsü, eninde sonunda geçmişlerindeki önemli bakım veren figürlerle olan etkileşimlerinin bir anlatımını duyacağız. Bu anlatımlar genellikle melodi gibi net bir şekilde karşımıza çıkar, tabii eğer hasta “mükemmel köken aile” anlatısını aşmışsa. (Eğer durum bu değilse, bu bilgi kaynağının bize açılması için bir süre beklememiz gerekebilir.) Son olarak, bazı hastalarımızda rüyalarını duyarız, ki bu rüyalar bazen net bir şekilde kişilerarası ve içsel resimler çizer.

    Bu dört kaynak—bizimle olan ilişkileri, mevcut önemli ötekilerle olan ilişkileri, geçmişteki ebeveynler, bakım verenler, kardeşler vb. ile olan ilişkileri ve ilişkisel rüyaları—genellikle bir havaalanı pistindeki ışıklar gibi hizalanır. Yani, hastanın bu kişilerarası deneyimlerdeki konumu ve tepkileri birbiriyle uyumlu veya tutarlı olma eğilimindedir.

    Ancak bu dört kaynaktan en güçlü olanı (çünkü en erişilebilir olanı) bizimle olan ilişkidir. Bunu anbean  görebiliriz, hissedebiliriz, tadabiliriz, sorgulayabiliriz, hastanın bunun için kelimeler bulmasına yardımcı olabiliriz. Özünde, hastalarımıza (yavaşça, zamanla ve bu kelimelerle değil tam olarak) şöyle diyebiliriz: “Senin için ben kimim? Hangi ebeveyn ya da erken dönem öteki kişi? Hangi tutumda? Hangi karanlık taraflarla? Bu durumda, sen kendini nasıl konumlandırıyorsun ve beni nasıl konumlandırmaya çalışıyorsun? Tüm bu duygusal değerlendirme ve manevralar bağlamında, her zaman ne varsaydın ve sonuç olarak kendin için her zaman neyi engelledin? Veya daha temel bir şekilde, tüm bu süreçte, daha bütün insan olma konusunda neyi feda ettin? Ve işte en güçlü kısım—burada, benimle birlikte nasıl farklı olabilir?”

    Çok önemli bir paragraf. Burayı tekrar okuyun!

    Hassas Cerrahi

    Bu arayışın bizim işimiz ve ayrıcalığımız olduğunu, ancak hassas bir cerrahi olduğunu belirtmeliyim. Sinir cerrahisi, diyelim. Acele edilemez; abartılamaz; ameliyat masasının üzerinde açılmış durumda olan bizim beynimiz değildir. Çocuğun, bu yetişkin kişi olmak için küçük ve bağımlı olduğu dönemde, başa çıkmak zorunda kaldığı, derin bir saygı gösterilmesi gereken bir ortamı vardı. Aktarım ilişkisine taşıdıkları bir dizi varsayım, bir noktada duygusal yaşamlarını korumaya yardımcı olmuştur. Terapist olarak kendimizi ne kadar güvende, uyumlu ve kapsayıcı hissedersek hissedelim, hastamızı gerçek psişik ve hatta bazen fiziksel tehlikelerle dolu bir savaş alanı olan (ve algılanmaya devam eden) bir bölgede silahsızlanmaya davet ettiğimizi bilmeliyiz.

    Tüm bunlar göz önüne alındığında, aktarımın alanında terapistler olarak nasıl hareket ederiz? Aktarımı nihayet gördüğümüzde onunla ne yaparız?

    Terapistin aktarımla ilgili rolü iki yönlüdür: Birincisi, hastada aktarımın alanını tanımaktır (genellikle bunu ilk olarak karşı aktarım aracılığıyla deneyimleriz—bkz. Bölüm 11); ikincisi, (ve bu kısım zamanlama açısından kritiktir) aktarımı adlandırmaktır: ona kelimeler ve resimler vermek, onu sembolize etmek, altında yatan varsayımları ve kaygıları adlandırmak—bunlar hastanın köken ötekiler tarafından nasıl ele alındığına bağlıdır. Ayrıca, o ilk kaygıyı yaşamaktan kaçınmak için nelerin feda edildiğini ve bu kaygıyı uzak tutan şeyin ne olduğunu (savunma mekanizması) anlamak da önemlidir. Tüm bu süreç boyunca, hastaya daha uyumlu, akıcı bir “öteki” sunmaya çalışırız.

    Aktarımla çalışmak, hastayla aramızdaki ilişki hakkındaki deneyimlerini konuşmayı içerir. Amacımız, bu deneyimi kelimelere dökmektir. Burada önemli bir noktaya değinmek istiyorum: Hastanın bizimle olan deneyimini konuşmaktan bahsediyorum, bizim onlarla olan deneyimimizi değil. Bu, biraz mantığa aykırı olabilir, ancak çok önemlidir. Terapi sırasında, hastanın bizimle olan deneyimini olabildiğince ayrıntılandırmasına yardımcı olmak isteriz. Bizim onların hakkındaki deneyimimiz, ne kadar güzel ve hoş olursa olsun, dönüştürücü değildir; çünkü bu bizim deneyimimizdir, onların değil. Onların erken dönemdeki içselleştirmelerini sadece onlara bizim onlar hakkında ne düşündüğümüzü belirterek değiştiremeyiz. Kendini sevilmez hisseden birini, “Ama ben seni seviyorum” diyerek veya kendini boş ve ilginç olmayan biri olarak hisseden birini, “Ama ben seni düşünceli ve ilginç buluyorum” diyerek değiştiremeyiz. Bu noktalar, aslında konu dışıdır asıl mesele  bizim onlara dair deneyimimiz değildir. Aktarımla çalışırken bizim görevimiz, hastanın kendisini kendisinin bizimle olan ilişkisi bağlamında nasıl deneyimlediğini kelimelere dökmesine yardımcı olmaktır ve bunu keşfetmektir. Bu çalışma, zamanla tekrarlandıkça, hastanın bizimle ilgili varsayımlarının temelini gözden geçirmesine ve bu varsayımları kanıtların aksini göstermesine rağmen bilinçsizce nasıl sürdürmeye çalıştığını fark etmesine yol açar. Derin değişimin yavaş yavaş gerçekleşmesi bu şekilde olur. Bu iş gerçekten yavaş ilerler. Süreci hızlandıracak bir müdahale yoktur. Winnicott’un (1960) sözlerinde olduğu gibi, uzun süre beklemeye hazır olmalıyız.

    Zor İş 

    Tüm bunların ne kadar zor olduğunu bir düşünelim. Hepimiz insanız ve şu noktada, herhangi bir kişiyle—bir arkadaş, sevgili, ebeveyn, kardeş, hasta veya terapist—ilişki hakkında konuşmanın garip bir şekilde kaygı verici olduğunu kabul etmeliyiz. Diyelim ki biriyle sıradan şeyler yapıyoruz, günlük yaşamın akışında ilerliyoruz ve bir anda, “İlişkimiz hakkında konuşmak istiyorum” diyor. O anda ne olur? Kalp atışlarımız hızlanır, nefesimiz kesilir, kaslarımız gerilir, damarlarımız daralır. Bu olayı fizyolojik olarak potansiyel bir tehdit olarak algılarız. Bunu kabul edelim. Terapide ilişki hakkında konuşmak kaygı yüklü bir eylemdir. Bu, hastanın dış dünyasındaki önemli öteki kişiler hakkında konuşmasından çok daha tehdit edicidir, hem hasta için hem de biz terapistler için.

    Elbette, odadaki ilişkiye en ufak değinmeden bir terapi sürecini yürütmek mümkündür. Birçok terapi, belki de çoğu, bu şekilde ilerler. O halde neden bunu yapıyoruz? Çünkü bazen bu, kişinin kim olduğuna dair belirli yönlere ulaşmanın tek yoludur ve bunu yapmamak, onları düzeltmeye geldikleri şeyden bir anlamda mahrum bırakmaktır. İşte bu yüzden. Ama netleştirelim kolaylaştırıcı değildir.

    Oradan  Buraya

    Bu konunun önemi göz önünde bulundurulduğunda, bir kişi kendi hayatındaki insanlar ve olaylar hakkında konuşurken “biz” konusunu nasıl gündeme getiririz? “Oradan bize” nasıl geçiş yaparız? Ogden (1989) bu konuyu “İlk Analitik Görüşme” başlıklı makalesinde ele alır. İlk seansta hastanın kendisiyle olan ilişkisine dair mümkün olduğunca bir şeyler anlatmaya çalıştığını söylüyor. İlk seansın her zaman hakkında konuşulabilecek kaygılar içerdiğini gözlemler. Bunun birkaç yıl önce bir vaka süpervizyonundan alınan klinik bir örnekte nasıl görünebileceğini kısaca açıklayayım.

    Danışan, 29 yaşında, orta düzey yönetici pozisyonunda bir kadın (işe alımlardan sorumlu) ilk seansı için bir kadın terapiste başvurdu. Enerjik, hatta biraz “yüksek enerjili” bir şekilde görünüyordu ve seans sırasında terapi seansından çok bir iş görüşmesi havası oluşturan bir tarz belirlemişti. Örneğin, bekleme odasında terapistin elini sıkmak için büyük adımlarla odayı geçti. Yüksek sesle konuştu. Terapiste bir dizi soru sordu. Birçok klişe kelime ve ifade kullandı, bu da deneyimlerinden bir şeyler ifade etmeye yönelik gerçek bir çabanın önüne geçiyor gibi görünüyordu. İki yıllık bir ilişkinin sona ermesiyle ilgili olarak sıkıntı yaşadığını anlattı. Kötü ilişkilere neden girdiğini keşfetmek istediğini belirtti. Ancak terapist için bu durum, tuhaf bir şekilde, bir iş pozisyonu için mülakattaymış gibi hissettirdi.

    Süpervizyon grubu, ilk anlardan itibaren danışanın kaygılı olduğunun ve bu kaygının, terapiste yaptığı coşkulu selamlaması ile kendini gösterdiğini gözlemledi. Grubun önerisi, terapistin birkaç dakika sonra danışanı durdurması ve basitçe şunu sormasıydı: “Burada olmak sizin için nasıl bir his, bunu benimle paylaşabilir misiniz?” Bu sorunun ardından, “Bu his, beni selamlayış şeklinizle nasıl bağlantılıydı?” diye sorabilirdi. Ardından, “Bu ilişkiyi sıradan bir profesyonel ilişki haline getirmek sizin için neden bu kadar önemli?” ya da “Bu ilişkiyi diğerlerinden farklı kılan şey nedir, belki de bunun önemini küçümsüyor olabilir misiniz?” gibi sorular yöneltebilirdi. Eğer danışan, başka türlü nasıl davranacağını bilmediğini ifade eden bir yanıt verirse, terapist gerçeklik kalitesine ulaşmanın zor olduğu ve bunun yerine, danışanın üretebildiği tek şeyin performans olduğu yorumunu yapabilirdi. Peki, bu performansın neresinde olduğunu söyleyebilir mi?

    Aktarım hakkında konuşmaya ilk seanstan itibaren başlamak mümkündür ve hatta bu arzu edilir. Ancak bu, zamanla geliştirilen bir sanattır ve gerçek bir beceri ve cesaret gerektirir. Sonuçta, ilk seans hem danışan hem de terapist için kaygı dolu olabilir. Zamanla ve pratikle, yeni bir danışanla çalışmaya başlama konusundaki kaygılarımızı kontrol altına almayı öğreniriz. Bu olgunlaşma gerçekleştiğinde, terapi sürecinin başından itibaren farklı türdeki yaklaşımlar için daha fazla alan açılır.

    Bu olgunlaşma süreci, terapistin kendi içsel deneyimlerini ve duygularını tanıyarak, bunları yönetebilme becerisini geliştirmesiyle mümkündür. Aktarım çalışması, terapistin danışanın terapi ilişkisinde kendini nasıl konumlandırdığını fark etmesine olanak tanır ve bu farkındalık, terapötik sürecin derinleşmesine ve danışanın duygusal dünyasının daha iyi anlaşılmasına katkı sağlar.

    İlk Anlar

    Terapiye ilk başladığımız andan itibaren, kelimelerimizle, ses tonumuzla ve sakin bir otorite hissiyle bu ortamın duygusal gerçeklerin konuşulabileceği bir yer olduğunu danışana iletmek isteriz. Danışana, terapiye başlama sürecinin zorluğunu bilen biriyle birlikte olduklarını ve bu durumu sahte bir şekilde geçiştirmek istemediğimizi hissettirmek isteriz.

    İlk etapta, küçük ayrıntılar çok önemlidir “Bugün ofisi bulmakta sorun yaşadın mı?” veya “Dışarıda park yeri bulabildin mi?” (her iki taraf için de sözlü benzodiazepinler gibi işlev görür) gibi sorulardan uzak durun ve “Burada olmak nasıl bir duygu?” “Benimle tanışmak nasıl bir his uyandırdı?” “Beklentileriniz nelerdi: dün, dün gece, bugün? Ayrıca, “Karşılaşmamızda çok yoğun bir duygu vardı, bu deneyimin senin için nasıl olduğunu anlatabilir misin?” gibi sorularla terapi odasını, aramızda duygusal gerçeklerin konuşulacağı bir yer olarak belirleriz. Bu tür sorular, danışan-terapist ilişkisini terapi sürecinde konuşacağımız konuların bir parçası olarak sunmaya başlar.

    Kendi pratiğimde, eğer ilk seansta kişilerarası kaygıyı ele almanın bir yolunu bulamamışsam (yolumu bulamam), sona sakladığım bir soruyu kullanırım. “Bugünkü vaktimizin son birkaç dakikasındayız ama bitirmeden önce, burada olmak ve bugün konuştuklarımız hakkında benimle konuşmaya çalışmak sizin için nasıl bir deneyimdi, bunu kelimelere dökebilir misiniz?? Kendinizi, beni nasıl deneyimlediniz?” şeklinde bir soruyu tercih ederim. Bu, önemli bir andır. Hastanın seansa gelirken yaşadığı kaygıyı ilk baştan ele almanın bir yolunu bulmak, eğer mümkünse, önemlidir çünkü bu, terapinin geri kalanında ne yapacağımızın şeklini belirler. Ne kadar zor olursa olsun duygusal ve kişilerarası gerçeği ortaya çıkarmaya çalışacağız. Gerçek şu ki, ilk seanslar herkes için kaygı vericidir.

    İlk Anların Ötesinde

    İlk seansların ötesinde, ikinci, üçüncü ve kırkıncı seanslar gelir ve böylece devam eder. Zamanla, ilişki inşa olur. Bir şeyler birikir. İyi seanslar olur, kötü seanslar olur. Geçmiş ve mevcut ilişkiler, duygular, rüyalar—her şey hakkında konuşuruz. Tüm bu süreçteki görevimiz, ilişkinin nabzını mümkün olduğunca tutmaktır, çünkü bu, bizim en güçlü giriş noktamızdır. Şüphesiz, tüm bunlar yazarken daha açık görünse de, yaşarken bu kadar net olmayabilir.

    “Girdap”’ı hatırlıyor musunuz? Genellikle girdaptır ama “karşılaşma” anları da gelir umarım yeterince sık gelir ki böylelikle hem terapist hem de danışan için umudu canlı tutar. “Çökme” anları, aktarımda ve karşı aktarımda neler olduğunu gördüğümüz anlardır (bir sonraki bölümde daha fazla değinilecek). Ve elbette, bütün insan olmanın dönüştürücü çalışması, terapötik parlaklığımızın kaba kuvvetiyle yapılmaz. Bu, insanlık dolu yollarla, yavaş yavaş birlikte yaşanır.

    Peki bu nasıl çalışır? Bu aktarımı çözme ve hakkında konuşma anları nasıl görünür? Bir resim bin kelimeye bedeldir derler, o yüzden size şimdi birkaç terapi anısından aktarımı anlamaya ve keşfetmeye çalıştığım birkaç örnek göstereyim. Bazen sorunsuz olur, bazen tuhaf. Her zaman biraz korkutucudur. Ama korkutucu olması, aksi halde asla ulaşamayacağımız yerlere ulaşmak için genellikle gereklidir.

    Trevor

    Yıllardır devam eden bir hastam vardı ve bir şekilde onunla aramızdaki ilişki hakkında konuşmadığımı fark etmeye başladım (burada çökme anlarını düşünün). Bu bana garip geldi, garip geldi çünkü bunu daha önce fark etmemiştim. Bu yüzden denedim ve başaramadım. Tekrar denedim ve yine başarısız oldum. Fark ettim. Yeniden denedim. Yine başarısız oldum. Birkaç girişimde bulundum ama sonuç vermedi. Sonunda bir hafta, yeni çıkmaya başladığı bir kadından ve onun kendisine, en azından ilk başlarda, oldukça yakın göründüğünden bahsediyordu. Kadının varlığına dair yaptığı bu tanımı, aramızdaki ilişkiyi sormam için bir fırsat olarak kullandım. Ona benimle birlikteyken varlığımı nasıl deneyimlediğini sordum.

    Bu sorunun ardından olanlar gerçekten şaşırtıcıydı; hastam sorum karşısında adeta afallamıştı. Bu soruya cevap vermek istemediğini söyledi. Bu konuda düşünmek bile istemiyordu. Ona göre bu, burada yaptığımız şeylere tamamen yabancıydı. Ona bu sorunun fazlasıyla samimi, hatta biraz flörtöz bir niteliği olup olmadığını sordum. Bu durumu kısmen bir iltifat arayışı olarak gördüğünü ve bir iltifat yapmaya zorlanmak istemediğini söyledi.

    Biraz kızgın görünüyordu ve bu soruyu sormamın ardındaki nedeni bilmek istedi. Ona, aramızdaki ilişkinin kelimelere dökülmemiş bir hale geldiğini ve konuşulamayan şeylerin bilinçdışında muazzam bir güce sahip olabileceğini düşündüğümü söyledim. Diğer hastaların benimle olan ilişkilerini konuşup konuşmadıklarını ve insanların söylediklerine dair örnekler verip veremeyeceğimi sordu. Ben de evet, bunun diğer hastalarla da yürüttüğüm bir diyalog olduğunu söyledim ve o anda paylaşabileceğim bazı örnekler verdim: Bir hastanın beni soğuk ve mesafeli bulduğunu, bir diğerinin ise varlığımın son derece güçlü olduğunu belirttiğini, başka bir hastanın ise benimle şimdiye kadar olan en samimi ilişkisini yaşadığını söylediğini paylaştım.

    Hastam, yerinden edilmiş ve huzursuz bir dizi düşünceyle konuşmaya başladı. Eğer olumlu bir şey kelimelere dökülürse, bu durumun kendi köken ailesinde değersizleştirilebileceği fikrini dile getirdi. Olumsuz şeyler söylemenin onun için çok daha az riskli olduğunu belirtti. Öteki önemli kişilerle nasıl konuştuğunu yüksek sesle sorguladı. Aramızdaki ilişkiyi daha az değerli kılma riskini göze almak istemediğini söyledi. Şu anki kız arkadaşının, önceki ilişkisinin bitiminden sonra toparlanmasının beş yıl sürdüğünü paylaştığını ve kimsenin kendisi için bu kadar önemli olmasına izin vermediğinin farkında olduğunu belirtti.

    Seansın sonlarına doğru, ona sorduğum sorunun yanıtından çok, bu sorunun ardından yaptığı yansımaların belki de daha değerli olduğunu gözlemlediğimi söyledim. Seansı, bugünün “konuşma hakkında konuşmak” hakkında olduğunu gözlemleyerek sonlandırdık. Bir sonraki seansta, onun için hassas ve tehlikeli bir alan olan bu konuya daha fazla içgörü ve daha az karmaşıklıkla geri döndük. Bu süreçte, onun kişiler arası kaygılarını ve bu kaygıları konuşmaktan nasıl bilinçsizce kaçındığını araştırmaya başladık. Bu, devam edecek bir süreç olacaktı.

    Tamara

    İşte birkaç yıl önce daha olumsuz bir aktarım terapisinden bir sahne daha. O gün, hastalarım arasında 90 dakikam vardı ve 40 dakikalık bir gidiş-dönüşlük bi işimi halletmeye karar verdim. Saat 13’deki hastamın zamana karşı oldukça hassas olduğunu bildiğim için, bu iş için bolca zaman ayırdım. Ancak, dönüş yolunda otoyol bağlantısında yoğun bir inşaat vardı ve trafikte sıkışıp kaldım, bu da beni oldukça strese soktu. Bina sokağıma dokuz dakika geç vardım, hastamın arabasını köşeyi dönüp yan yola doğru giderken gördüm. Arabamı görmüş olmalı diye düşündüm, ama gitmeye devam etti.

    Hızla yukarı çıktım ve her zaman açık olan cep telefonunu aradım, ama kapalıydı. Ne olduğunu açıklayan ve şu an orada olduğum, ancak mesajı zamanında alamazsa iki gün sonra bir randevumuz olduğunu belirten bir mesaj bıraktım.

    Bir sonraki seansta, aramızda yaşanan bu kopukluğa atıfta bulunarak başladım ve olayla ilgili deneyimini sordum. Bana, bunun tek bir açıklaması olduğunu söyledi: Onu zihnimden çıkardığımı, onu düşünmeyi unuttuğumu ve onu ortada bıraktığımı hissettiğini; eğer onun benim için önemli olduğunu düşünseydim, böyle bir zaman sorununun asla yaşanmayacağını belirtti. Kendisini bıraktığımı düşündüğü bu durumda benimle olmanın ona nasıl hissettirdiğini beraber keşfettik. Emin olmadığını söyledi, ama en azından kendimi savunmadığımı belirtti. Bu, onun çocukluğunda defalarca bırakıldığı anılarla ilgili çağrışımlara yol açtı; bazen uzun ve korkutucu süreler boyunca, bazen güneş battıktan sonra karanlıkta bekletildiğini anlattı. Bu, onun için terapötik kabında bir deliği temsil ediyordu. O anlarda, aktarımda o ebeveyn bendim, ama en azından bu konuda konuşuyorduk ki bu, onun için farklıydı (ve daha iyiydi).

    Jenny

    İki yıldır haftada iki kez gördüğüm bir başka hasta, ilk başta düşündüğünden çok daha fazla odası olan bir daireyi tarif ettiği bir rüyasını anlattı. Odaların birçoğu onun için geniş ve heyecan vericiydi, ancak birkaçı tehlikeliydi ve kaçınılması gerekiyordu. Tehlikeli odalarda tarihsel olarak geçmiş zaman dilimlerinden figürler vardı: bir odada Viktorya dönemi bir kadın; diğerinde bir lejyoner asker. Tehlike, eğer herhangi bir odanın kapısını açarsa, figürlerin ya onun alanını işgal edecekleri ya da onu geri dönülmez bir şekilde odaya çekecekleriydi.

    Rüyayı birlikte ele aldığımızda, tematik olarak odaların cinsellik ve saldırganlık gibi ikili temaları temsil ettiğinin düşünülebileceğini fark ettik. İlişkimizdeki saldırganlık kısmını ele almaya karar verdim ve ona en genç parçalarının bana saldırmak veya bana bağırmak istediği zamanlar olup olmadığını, belki de yaptığım bir şeyi durdurmak veya ilişkimizdeki bir şeye itiraz etmek isteyip istemediğini sordum. Jenny, çoğu zaman senkronize olduğumuzu, ancak uzun süreli birlikte yaşadığı erkek arkadaşından ayrılmaktan bahsettiğinde benim buna iznimin olmadığını ve onu terk etmesine izin vermeyeceğimi hissettiğini söyledi. O anlarda kendini sıkışmış hissettiğini söyledi. Benden bu mesajı nasıl aldığını ve bunu bana söylemek için gereken cesareti değerlendirdik. Sıkışmış hissettiği zamanlarda itiraz etmemesini değerlendirdik. Savunma olarak pasiflik. Köken ailesinde itirazlarına veya saldırganlığına yer olmadığı gerçeği göz önüne alındığında, bana olan hoşnutsuzluğunun bu şekilde kaydedilmesi, ileriye doğru atılmış bir adımı temsil ediyordu.

    Alethea

    Son zamanlarda benimle olan terapist-hasta ilişkisini ne kadar benim kişisel ilgimin, yani ona olan sempatimin yönlendirdiğini, ne kadarının ise yalnızca terapist olarak yükümlülüğümün bir sonucu olduğunu merak eden bir hastam vardı. Ona, bu farkı nasıl ayırt edebileceğini, yani “belirtilerin” ne olabileceğini sordum. Kendi annesi üzerine düşündü ve bazı anlarda annesinin belirgin bir ilgisizlik sergilediğini, diğer anlarda ise kızının sorularına ve hikayelerine karşı sadece zorunlu bir tolerans gösterdiğini hatırladı. Gözlerimde veya ses tonumda bu farkı anlamasına yardımcı olabilecek bir şey olup olmadığını sordum. Emin olamadı.

    Şimdilik Özetlersek

    Aktarım. Bahçedeki yabani otlar gibi hep oradadır. Tüm terapötik ilişkilerimizde bir ölçüde mevcuttur. Geçmiş kaygılarına, bunların etrafında gelişen kalıplara ve savunmalara güçlü bir anahtar olarak var ve onları canlı olarak yakalamak için oradadır. Terapötik ilişkide oradadır. Terapide dürüstlük ve cesaretle ele alındığında, farklı bir varoluş yolu sunar. Korkutucu. Güçlü. Sonuçta iyileştiricidir. 

    Aktarım üzerinde çalışmak korkutucu bir iştir. Bizi terapist olarak anın içine ve ilişkiye adım atmamızı sağlar. İlişkisel olarak gerçek olmamızı, bazen ne kadar yanlış olursa olsun başkalarının bizim hakkımızdaki algılarının yükünü taşımamızı gerektirir. Bizi mağaralarımızdan çıkarır ve çalıştığımız hastalar kadar insan olmamızı ister. Büyük bir meydan okumadır. Bir ayrıcalık ve edinilmiş bir sanattır. 

    Aktarım hakkında yazılacak binlerce sayfa var. Ben birkaçını yazdım. Belki ilginizi çekmiş ve bu konuyu okuma ve danışmanlık yoluyla keşfetmek isteyebilirsiniz. Zengin bir hazinedir ve güçlü terapötik değişimlere yol açar. Ama şimdilik bunu bırakıp devam edelim. 

    Bu bölümde, kaleideskopumuz için bir yığın renkli cam topladık. Ama hemen yanında, aslında onunla karışmış bir tane daha var, ilk başta onları ayırmak daha kolay olabilir. Şimdi, “karşı aktarım” dediğimiz parçalara birlikte bakalım. Bu, aktarımın girdabında bize büyük ölçüde yardımcı olacak, hadi başlayalım.


    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz: