Yazar: Editör

  • Psikodinamik Psikoterapi Tekniği (7. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 7. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Freud, psikoterapiyi satranç oyununa benzetmiştir; psikodinamik çerçeve (bkz. Bölüm 5), satranç tahtasının kurulması ve oyunun kurallarında bir ölçüde anlaşılmasıyla eşdeğerdir.[1] Terapi sürecinin nasıl ilerleyeceği ise, her hasta-terapist çiftine özgüdür; tıpkı her satranç oyununun farklı seyretmesi gibi. Bu nedenle, psikodinamik psikoterapist olmak için gereken becerilerin, yalnızca terapist olarak deneyim kazanılarak öğrenilebileceği açıktır. Ancak, eğitim sürecindeki terapistler ‘işbaşında’ öğrenmeye doğal olarak isteksiz olabilir; çünkü yeterince iyi yapamamaktan korkabilirler. Bu kaygıyı bir ölçüde gidermek amacıyla, giriş niteliğinde üç temel görev tanımlıyoruz. Bu görevler izlendiğinde terapiye iyi bir başlangıç yapılması büyük olasılıkla mümkün olacaktır: İlk olarak, hastayla birlikte dikkatle bir terapötik çerçeve oluşturmak; bu çerçeveye, seansların nerede ve ne zaman yapılacağı gibi ‘sınırların’ açıklanması ve kabul edilmesi de dahildir. İkincisi, bu çerçevenin korunmasına özen göstermektir. Ve son olarak, hastanın anlattıklarına dikkatle kulak vermektir. Sublette ve Novick’in de belirttiği gibi..“Bir terapist olarak çokça dinleyecek ve gözlemleyeceksiniz. Hastayla sağlam bir ilişki kurma olasılığınız, hastanın söylediklerine kendinizi adamanız hâlinde artacaktır.”[2] Burada “adamak” kelimesi güçlü bir ifade gibi görünse de yerinde bir seçimdir. Hem hastanın hem de terapistin bu görevlere nasıl yanıt verdiğini görmek öğretici olabilir ve terapötik çerçevenin hasta ve terapist tarafından nasıl kullanıldığını gözlemlemek de ilgi çekicidir. Hasta seans boyunca ne söyler ve -en az onun kadar önemli olarak- nasıl söyler? Psikodinamik psikoterapinin temel varsayımlarından biri, seans sırasında gerçekleşen her şeyin bir anlam taşıyabileceğidir. Buna, terapistte uyanan duygular ve terapistin bu duygulara nasıl yanıt verdiği de dâhildir.

    Klinik Örnek 1 Her şeyin bir anlamı olabilir

    Bir psikiyatri asistanı, bir hastayla çalışırken, süpervizyon grubunda diğer arkadaşlarıyla birlikte süpervizyon almaktaydı. Süpervizöre göre, hasta oldukça ilgiliydi ve seanslara ilginç ve anlamlı içerikler getiriyordu. Ancak, asistan, hastasını grup arkadaşlarının hastalarına kıyasla sıkıcı buluyor, tatminsizlik ve can sıkıntısı hissediyordu. Süpervizyon grubu, asistanı destekledi ama aynı zamanda hastanın gerçekten ilgili olduğunu da kabul etti. Süpervizör, asistana bu ilgisizlik duygularını fark edip sürdürmesini ve seansı ‘renklendirmek’ adına ilginç sorular sorma dürtüsüne karşı koymasını önerdi. Terapinin sonlarına doğru hasta, küçük bir kızken okuldan eve heyecanla gelip o gün yaptıklarını anlatmak istemesine rağmen annesinin, ilgisiz ve  anlatılanları üstü kapalı biçimde küçümseyici şekilde karşıladığını  paylaştı. Bu anlatım, terapistin hissettiği can sıkıntısına ışık tuttu; çünkü seanslarda aslında bu anne-kız dinamiği tekrar ediliyor olabilir ve hastayla birlikte bu durum araştırılabilirdi. Buradaki temel nokta, terapistin “hasta sıkıcı” şeklindeki içsel deneyiminin bir anlamı olmasıydı.

    Bir hastayla psikodinamik psikoterapiye başlamak, her iki taraf için de sıklıkla kaygı verici olabilir ve özellikle yeni başlayan bir terapist, yeterince donanımlı hissetmeyebilir. Yeni bir çalışma tarzını öğrenmek, “yolunu kaybetmiş gibi” hissetmeyi artırabilir. Her ne kadar deneyimli bir terapist olsanız da herhangi bir terapi sürecine başlarken kaygı hissetmek tamamen anlaşılabilir bir durumdur. Yeni başlayan terapist için rahatlatıcı olabilecek bir bilgi ise şudur: Kaygı -kalabilir ve hatta kalmalıdır- ama işe yaramazlık ya da yetersizlik hissi zamanla azalacaktır.

    Psikodinamik teknik geniş bir alandır. Bu nedenle, onu sindirilebilir kılmak adına bir dizi başlık altında sunmayı uygun bulduk. İlk olarak, temel bir psikodinamik tutum ve yaklaşıma dair bir tanımla başlıyoruz -bu, terapinin başlangıcında bir ton belirler, süreç boyunca devam eder ve diğer teknik unsurların üzerine inşa edileceği bir yaklaşım zemini sağlar. Sonrasında, aktarım ve karşıaktarım dinamikleriyle çalışmayı ele alıyoruz; bu yaklaşım, psikodinamik terapinin ayırt edici özelliklerinden biridir. Bir sonraki bölümde ise, destekleyici [supportive] yaklaşımlardan yorum gibi daha ‘dışavurumcu [expressive]’ tekniklere kadar uzanan bir psikodinamik teknik yelpazesi sunuyoruz. Bölümün son kısımlarında ise derinlemesine çalışma/tam çalışma/çözüm işlemi [working through] sürecini ve dirençle çalışma yöntemlerini ele alıyoruz. Bu son teknikler daha çok terapinin orta ve son aşamalarında yararlı olabilir, ancak unutulmamalıdır ki, bu tekniklerin büyük bir kısmı terapinin herhangi bir anında gerekli olabilir.

    Temel Psikodinamik Tutum ve Yaklaşım

    Bu bölümde önce terapistin genel yaklaşımını ve tutumunu ifade eden ‘analitik tutum’u [analytic attitude] ele alacağız, ardından bununla bağlantılı olan bilinçdışı iletişim [unconscious communication] ve serbest çağrışım [free association] konularını inceleyeceğiz. Serbest çağrışım konusuna burada kısaca değineceğiz çünkü bu analitik tutumun ardındaki mantığı anlamak açısından faydalıdır.

    Terapistlerin baştan itibaren benimsemeye çalışması gereken temel becerilerden biri, hastayı ‘serbest çağrışım’ yapmaya teşvik etmektir. Örneğin, bir seansın başında bir konu sunmak yerine, terapist şöyle diyebilir: “Bugün nereden başlamak istersiniz?” ve hastayı oradan devam etmeye teşvik eder. Bu teknik Freud’un ‘temel kuralı’na [fundamental rule] dayanmaktadır. Freud, hastaları ‘akıllarına ne gelirse söylemeye -bu ister önemsiz, alakasız, saçma, isterse utandırıcı veya rahatsız edici olsun’ teşvik ederdi.[3] Bu, elbette mutlak bir kural değildir; bazı durumlarda terapistin konuşma konusunu başlatması gerekebilir -örneğin, önemli bir şeyin sürekli kaçınıldığı veya hastanın terapiye zarar veren bir davranışının ele alınması gerektiği zamanlar gibi.

    Serbest çağrışımı teşvik etmenin önemi, bilinçdışı fikirler, düşünceler, arzular, duygular vb. unsurlara ulaşmanın bir yolu olmasıdır. Bu, terapistin pasif kalması gerektiği anlamına gelmez. Daha önce hiç terapi deneyimi olmayan birçok hastan için birinin 50–60 dakika boyunca sadece kendilerine odaklanması tuhaf ve hatta huzursuz edici bir deneyim olabilir. Seansın kendiliğinden gelişebilmesi ve geçmiş hikâyelerin tekrarına sapmadan ilerleyebilmesi için terapistin belirli tekniklere ve dikkatli bir dinleme biçimine sahip olması gerekir. Bu konuya, ‘Bilinçdışı İletişim’ başlığı altında tekrar döneceğiz. Ancak önce ‘analitik tutum’a bakalım.

    Psikanalitik Tutum

    Lemma, Roth ve Pilling, yetkinlikleri çerçevesinde analitik tutumu şu şekilde tanımlarlar:Terapistin, danışanın öznel deneyimine empatiyle yaklaşırken aynı zamanda bunun bilinçdışı anlamına da merakla yaklaşması; sorun çözmeye veya tavsiye vermeye çalışmak yerine, reflektif ve yorumlayıcı bir modda kalmasıdır.[4] Bu reflektif ve yorumlayıcı yaklaşım, danışana (acı verici de olsa) şu mesajı verir: Zorlayıcı zihin durumları bir başkasıyla birlikte düşünülebilir.

    Analitik tutumun üç yönü vardır: tarafsızlık [neutrality], anonimlik [anonymity] ve ölçülülük [restraint]. Bu terimler belli bir ölçüye kadar faydalı olmakla birlikte mutlak anlamda değil, göreli anlamda anlaşılmalıdır.[5] Bazen bu kavramlar, Freud’un terapisti bir ayna ya da ‘boş ekran’ gibi konumlandırdığı erken görüşleriyle karıştırılır. Ancak boş ekran tekniği, modern psikodinamik terapide hem etkili hem de iyi bir uygulama olarak kabul edilmez. Bu üç yönü barındıran çağdaş bir analitik tutumun kullanılması, hem hastadan gelen bilinçdışı iletişimleri fark edebilmek hem de aktarım ilişkisinin gelişmesine izin verebilmek açısından gereklidir.

    Göreli Tarafsızlık ( Relative Neutrality)

    Tarafsızlık (bazen yargılayıcı/eleştirel olmamak olarak da adlandırılır), terapistin pasif ya da ilgisiz kalması değil; hastayı belirli bir yöne yönlendirmemeye çalışmasıdır. Bu önemlidir çünkü hastalar terapiye genellikle içsel çatışmalarında ya da işleyişlerinde açık bölünmelerle gelirler (Bkz: Bölüm 2). Bir hasta bilinçli olarak belirli bir sonucu elde etmek istediğini ifade edebilir, ancak bilinçdışı başka bir yanı bu sonucu aslında hiç istemeyebilir. Kernberg (2016) bu durumu şöyle açıklar: Tarafsızlık, ‘analistin hastanın aktif hale gelmiş içsel çatışmalarında taraf tutmaması, hastanın idine, ego ve süperegosuna ve dış gerçekliğine eşit mesafede kalmasıdır.”[6]

    Biz terapistler olarak, hastaların yaşamlarını nasıl sürdürmeleri gerektiğine bizim karar veremeyeceğimizi bilmeliyiz. Bu kararı yalnızca hastanın kendisi verebilir. Bizim görevimiz, hastanın kendindeki farklı yönleri yeterince tanıyarak bilinçli seçimler yapmasını sağlamaktır (Bkz: Klinik Örnek 2).

    Klinik Örnek 2 – Tarafsızlık ve Yargılamadan Sorgulama
    Erkek hasta: ‘…işte bu yüzden geçen hafta çok üzgündüm. Ah, bu alakasız oldu, konudan saptım, kusura bakmayın…’

    Bu kısa terapi oturumu kesitine dikkatli bakıldığında, hastanın içinde iki yönün art arda ve birbiriyle çelişkili biçimde devreye girdiği görülüyor:

    -‘İşte bu yüzden geçen hafta çok üzgündüm.! -Bu, terapiste üzgün hissettiğini anlatan bir yön.
    -‘Bu alakasız oldu, kusura bakmayın konudan saptım.’ -Bu da, üzgün hissetme halini küçümseyip terapiste özür dileyerek kendini geri çeken bir diğer yön.

    Burada terapiste, hastanın içsel çatışmasının bir tarafını seçmesi için dolaylı bir davet var. Ancak, eğer terapist ısrarla yalnızca çatışmanın bir tarafına odaklanırsa, diğer taraf görünmez kalır. Mark Edmundson’un ifade ettiği gibi: ‘Kendini ifade etmesine izin verilmeyen her yön, er ya da geç patlak verecek ya da en azından bireye zarar verecek şekilde kendini dayatacaktır.’[7] Bu nedenle, hastanın içsel dünyasının farklı yönleri hem hast hem de terapist tarafından tanınmalı ve kabul edilmelidir ki, hastanın içsel çatışmaları daha derinlemesine anlaşılabilsin. Bu örnekte, terapist her iki sesi de dikkate alarak şöyle devam eder:

    Burada birden fazla şeyin aynı anda olduğunu duyuyorum. Bana, bir yanınız üzgün hissettiğini söylüyor gibiydi. Diğer bir yanınız ise bunun alakasız olduğunu düşünüyor gibiydi. Bu ikili durumu siz nasıl yaşadınız?

    Elbette, yargılayıcı olmamak ve tarafsız kalmak erişilmesi imkânsız bir idealdir -terapist asla gerçekten tamamen tarafsız olamaz; yaptığı müdahale türü ve hastanın anlatısının hangi kısmına odaklandığı, muhtemelen terapistin kendi amaçlarına (Bkz. Bölüm 6), hatta ön yargılarına ve ilgi alanlarına dair bir şeyler açığa çıkaracaktır. Ayrıca, yargılayıcı olmamayı hedeflemek, terapötik anlamda etkisiz ya da pasif olmakla karıştırılmamalıdır. Gabbard bu konuda netlik getirir: “Psikodinamik psikoterapi ‘yönlendirmesiz [non-directive]’ olarak etiketlenmemelidir. Hastanın kaçındığı şeylere dikkatini çekmek terapist için sık sık gereklidir.”[5]

    Göreli Anonimlik (Relative Anonymity)

    Bu bağlamda terapist, mümkün olduğunca göze batmamaya çalışır ve danışana karşı daha tarafsız, göreli anonim bir duruş sürdürmeye gayret eder -sonuçta bu alan danışan içindir. Böyle bir yaklaşım, ‘eylemden ziyade refleksiyonu ve yorumlamayı önceler’.[4] Zamanla, terapistler olarak kendimiz olmanın ve duygusal olarak ulaşılabilir kalmanın bir yolunu buluruz; bunu yaparken özel hayatımıza dair fazla açıklayıcı olmamaya da dikkat ederiz. Ancak, bu sonuncusu soğuk ve mesafeli olmak anlamına gelmez. Gabbard, yeni terapistlerin daha fazla soğuk olma eğiliminde olduklarını gözlemler -muhtemelen kültürel imgelere yerleşmiş olan, soğuk ve kopuk bir analist imgesinden etkilenerek. Bu durumdan özellikle kaçınılmalıdır. Pratikte, terapistin ofisi, duvara astığı resimler, giyim tarzı ve diğer ipuçları, onun nasıl biri olduğuna dair bir fikir verir. Bu tamamen kaçınılamazdır ve bundan kaçınılmamalıdır; zaten bunlar genellikle, aktarım tepkilerinin oluşmasını engelleyecek kadar net bir tablo sunmaz.[5]

    Terapiste sorular sormak, özellikle terapinin ilk evrelerinde, yaygındır. Bu durum terapistin nasıl cevap vereceği konusunda bir belirsizlik hissetmesine yol açabilir. Genel olarak bu sorular iki kategoriye ayrılabilir:

    • Birincisi, mesleki konularla ilgili sorular; örneğin terapistin yeterlilikleri ya da terapinin maliyeti gibi konular -bunlar açıkça yanıtlanabilir.
    • İkincisi ise kişisel sorular; örneğin terapist evli mi, çocuğu var mı, dini inançları var mı gibi -bu tür sorulara genellikle cevap verilmemelidir.

    Ancak, yukarıdaki önerilere biraz ters düşse de, hiçbir sorunun anlamsız olmadığına inanılır -‘meşru’ bir sorunun bile. Böyle bir soruyla başa çıkmanın yollarından biri şöyle demek olabilir:

    ‘Sorunuza birazdan cevap vereceğim ama önce bu sorunun arkasında ne olabileceğine birlikte bakabilir miyiz?’ Daha kişisel bir soruya ise şöyle cevap verilebilir: ‘Çocuğum olup olmadığını merak etmenizi anlayabiliyorum; ancak acaba bu sorunun arkasında başka neler olabilir diye de merak ediyorum.’ Bu, bağlama bağlı olarak, örneğin şöyle bir yorumun kapısını açabilir: ‘… Belki de ergen oğlunuzla yaşadığınız zorlukları anlayamayacağımdan endişeleniyorsunuzdur…’

    Bu göreli anonimlik yaklaşımı, hastanın terapiste kendi iç dünyasını yansıtmasına (ve hatta içselleştirmesine) alan açar. Bu yansıtma süreci (Bkz. Bölüm 2) sayesinde, hasta aynı terapisti terapinin farklı zamanlarında farklı şekillerde deneyimleyebilir. Böylece, hastanın içsel nesne ilişkilerinin farklı yönleri açığa çıkar ve değerlendirilmeye, anlaşılmaya hazır hale gelir. Bu, aktarım tepkisinin temelini oluşturur. Aktarım doğal olarak gelişirken terapist bunu ne bastırır ne de sorgusuz kabul eder. Bu şekilde terapist, hastanın kendisini nasıl deneyimlediğini ciddiye alır ve bu deneyimi birlikte keşfetmeye değer bulduğunu gösterir. İşler yolunda giderse, hasta zamanla -ve deneyimle- terapistle kurduğu ilişkinin kendi varsayımlarına her zaman birebir uymayabileceğini fark eder (Bkz. bu bölümdeki Aktarım kısmı ve Bölüm 6’daki Audrey ile ilgili Klinik Örnek 1).

    Terapistin yardımıyla, hastanın gözlemci konuma -diğer adıyla ‘üçüncü konum’a [third position]- ulaşması gerekir. Lemma ve arkadaşları şöyle açıklar:

    “Terapist, danışanla olan etkileşimden bir adım geri çekilerek bu etkileşim üzerine düşünmeli [reflect] ve onu yorumlamalıdır; bu sayede danışanın başkalarıyla olan ilişkilerini nasıl kurduğunu anlamasına yardımcı olunur.’[4] Bu konum, hastanın aktarım durumunu gözlemleyip üzerine düşünmesini mümkün kılar -aksi takdirde terapi, yalnızca geçmiş ilişkilerin travmatik tekrarları gibi somut bir deneyim haline gelebilir. Elbette, terapinin bazı aşamalarında terapist, hasta tarafından örneğin eleştirel annesi ‘olarak’ deneyimlenebilir. Bu tür deneyimler birkaç kez yaşanabilir, ta ki hasta ve terapist birlikte bunu fark edip üzerine düşünene kadar.

    Terapistler, hastalarının yaşadıkları acılardan ve ruhsal sıkıntılardan etkilenmeye kendilerine izin vermelidirler. Bu çok önemli bir noktadır; çünkü bazen eğitim sürecindeki terapistler, hastadan etkilenmenin ya da onunla ilgili duygular yaşamanın profesyonelliğe aykırı olduğunu düşünebilirler. Oysa Lemma ve arkadaşlarının da açıkladığı gibi: ‘Soğuk olmak yerine, psikanalitik/psikodinamik terapist, danışanın öznel deneyimine duygusal olarak uyumlanmalı ve aktif şekilde sürece katılmalıdır; terapist, terapötik sürecin bir katılımcısıdır ve danışanın ilettiklerine karşı güçlü duygular yaşayacaktır.’[4]

    Terapistin kişisel bilgilerine dair sınır, hastanın zaman zaman belirli bir film, kitap ya da bilgisayar oyununu terapistin tanıyıp tanımadığını sorması gibi durumlarla ayrışır. Bu tür sorular, kimi zaman söz konusu temanın bir benzetme ya da çağrışım yoluyla içsel bir deneyimin ifadesine vesile olması için bir giriş olabilir:

    [Seansın ortasında, hasta bastırdığı duygular hakkında konuşmaktadır]

    HASTA: The Work filmini biliyor musunuz?

    TERAPİST: Evet, biraz. Bu filmle ilgili sizde neler uyanıyor?

    HASTA: Hani mahkûmun bir anda ağlamaya başladığı bir sahne var ya… Keşke ben de öyle yapabilsem…

    Bu tür alanlar, çoğu zaman keşfetmeye değer, zengin ve yararlı bir zemindir. Terapist, filmi görüp görmediğini belirtmeyi reddetseydi, bu alan gereksiz biçimde kapanabilirdi. Terapist, konuya doğrudan aşina olmasa bile, hastanın bu temaya yüklediği anlamla ilgilenebilir.  Bu tür diyaloglar, iki kişi arasındaki yoğun dinamiği biraz gevşetebilecek, oyun alanına (sanat terapilerinde müzik ya da sanat materyallerinin kullanımına benzer biçimde) geçişi mümkün kılabilecek bir alan yaratabilir. Duruma göre, bu konuşmaların daha sonra terapi bağlamıyla ya da hastanın terapi dışındaki kişilerle olan ilişkileriyle bağlantısı açığa çıkabilir.

    Göreli Tutarlılık (Relative Restraint)

    Analitik tutumun bu son yönü, terapistin, terapötik çerçevenin sınırlarını aşacak şekilde hastanın bilinçli ya da bilinçdışı bakım taleplerini aşırı şekilde karşılamaktan kaçınmasıyla ilgilidir. Terapistin aşırı doyum sağlamasına örnek teşkil edebilecek davranışlar şunlardır:

    • hastanın uzun zamandır arzuladığı kişi olduğunu göstermeye çalışmak,
    • hastaya hediyeler ya da eşyalar satın almak,
    • aşırı güvence verici bir tutumla kaygıları keşfetmek yerine doğrudan nasihat verme moduna geçmek.

    Bu durumu bir bağlama oturtmak gerekirse, Gabbard şöyle belirtir: ‘Hiçbir doyumun olmaması, hastanın kaybedilmesiyle sonuçlanabilir. Hasta terapistten hiçbir şey almazsa, terapi büyük olasılıkla devam etmeyecektir… Terapistler, yalnızca insanca ve sıcak bir şekilde dinleyerek bile ciddi bir doyum sağlarlar.’[5]

    Terapist, hastanın arzularını aşırı biçimde doyurmak yerine, bu kişilerarası baskı ve dinamikleri destekleyici bir biçimde keşfetmeye ve konuşmaya çalışır; böylece bunlar anlaşılabilir ve işlenebilir hâle gelir. İnsanlar sıklıkla, terapiste geldiklerinde bir tür fanteziyle gelirler: Terapist onları onarıp iyileştirecektir. Buna yakın bir başka fantezi ise, terapistin mükemmel hayatı nasıl yaşayacaklarına dair tüm yanıtları bildiği inancıdır. Smith bu durumu ‘altın fantezi [golden fantasy]’ olarak tanımlar: ‘Bütün ihtiyaçların, kusursuzlukla kutsanmış bir ilişkide karşılanacağına dair bir arzudur.’[8] Bu fantezi aktif hâlde olduğunda, terapist yoğun bir yardım etme ve tavsiye verme baskısı hissedebilir. Ancak düşünüldüğünde: Hastaya neyin iyi geleceğini terapist gerçekten nasıl bilebilir? Terapist, hastanın bu altın fanteziyi sahnelemesine alan açmak yerine, daha şefkatli ve terapötik olan; hastanın tüm isteklerinin tek bir ilişkide karşılanamayacağı gerçeğiyle yüzleşmesine ve bunun yasını tutmasına yardımcı olmaktır. Bu, hastaya gerçek dünyanın sınırları ve hayal kırıklıklarıyla yaşamayı öğrenme fırsatı sunar.

    Terapist, tekrar tekrar hasta tarafından nasihat veren kişi rolüne ‘davet ediliyorsa’, bu durumda terapistin yaklaşımını açıklaması faydalı olabilir: ‘Uzun vadede, neye ihtiyacınız olduğunu birlikte keşfetmeye çalışırsak daha yararlı olabileceğimi düşünüyorum, bu sizin için hayal kırıklığı yaratsa da…

    Bu açıklamayı, ek keşif çalışmaları ya da temkinli bir yorum izleyebilir. Örneğin, hata yapmaktan korktuğu izlenimi veren bir hastayla yapılan bir konuşmada terapist şöyle diyebilir: ‘Bana ne yapman gerektiğini sorman ilgimi çekti… Acaba karar vermekle ilgili bir kaygı mı var? Sizin için neyin iyi olduğunu bilmeye çalışmak… Belki bunu birlikte inceleyebiliriz.’

    Aşırı güvence vermek de, aşırı nasihat verme davranışıyla yakından ilişkilidir. Terapistin aşırı güvence verme eğilimi, çoğu zaman kendisinin yaşadığı çaresizlik ve umutsuzluk hislerine bir yanıt olabilir. Bu duygular, hasta tarafından terapiste yansıtılıyor (projeksiyon) olabilir. Terapist, hastaya her şeyin yoluna gireceğini ya da sorunların hastanın sandığı kadar kötü olmadığını söyleme dürtüsünü güçlü bir şekilde hissedebilir. Ancak, bu güvence verme eğilimi aslında tümgüçlü (omniptent) bir pozisyonu üstlenmek anlamına gelir –-terapist gerçekten her şeyin yoluna gireceğini nasıl bilebilir? Elbette bilemez.

    Aşırı güvence içeren ifadeler, hasta açısından terapistin sorunlarını yeterince ciddiye almadığı ya da terapistin kendi sıkıntısına tahammül edemediği izlenimini verebilir. Bu durum, hastanın terapide geri çekilmesine ve terapisti üzmekten ya da zorlamaktan kaçınmasına yol açabilir. Başka bir deyişle, güvence vermek her zaman güvence verici değildir. Bazen bu duygularla birlikte kalmak ve onları keşfetmek çok daha kapsayıcı olabilir. Şu hasta ifadesine bakalım: ‘Bu terapinin bana yardımcı olmayacağından çok endişeliyim, kendimi çok depresif ve çaresiz hissediyorum. Eşim beni terk edecek diye korkuyorum...’

    Terapistin vereceği güvence odaklı bir yanıt şöyle olabilir:

    ‘Bence her şey yoluna girecek, sonuçta eşin seni daha önce hiç terk etmedi…

    Oysa daha reflektif/düşünsel bir yanıt şu şekilde olabilir:

    ‘Bu üzüntü ve çaresizlik duygularını yaşamanızın sizin için ne kadar zor olduğunu görebiliyorum. İnsanları uzaklaştırma korkunuzu da anlayabiliyorum. Acaba siziböyle hissettiren şeyin ne olduğunu birlikte düşünebilir miyiz?’

    Umulur ki artık daha netleşiyordur: Analitik bir tutum, bazen oldukça kısa sürede, dikkat çekici ve beklenmedik diyalogların doğmasına alan açabilir. Bu diyaloglar, kişinin yaşamında daha önce bilinçdışı olan boyutları su yüzüne çıkarabilir. Bir sonraki bölüm, bilinçdışı iletişimi daha ayrıntılı biçimde ele alacaktır

    Bilinçdışı İletişimle Çalışmak

    6. Bölümde tanıttığımız psikodinamik psikoterapinin hedeflerinden biri, bilinçdışında olanı bilinçli hale getirmektir. Şimdi analitik bir tutumun yol açtığı konuşmalar bağlamında, bilinçdışı iletişimi [unconscious communication] fark etmek ve onunla çalışmak için üç temel yaklaşıma değineceğiz: hastanın anlatısını [narrative] serbest çağrışımıyla [free association] birlikte kullanmak; hastanın ilişki kurma biçimlerini [ways of relating] keşfetmek; ve rüyaları analiz etmek [analysing dreams].

    Hastanın anlatısı, seans sırasında ne hakkında konuştuğudur. Hasta serbest ve kendiliğinden konuşabiliyor gibi görünebilir ya da konuşmakta zorlanabilir ve seans donuk ve garip hissedilebilir. Terapist olarak, hastanın söylediklerine aktif bir ilgi göstermemiz gerekir, ama aynı zamanda söylediklerinin arkasında başka ne tür mesajlar taşıyor olabileceğini de düşünmeye çalışmalıyız. Bu, Freud tarafından geliştirilen serbest çağrışım kavramıyla bağlantılıdır. Freud, hastalara bilinçöncesi [preconsciousness] (yani yüzeyin hemen altındaki) ya da bilinçdışı malzemelere erişebilmek için ‘temel kural’ı [fundamental rule] takip etmelerini önermiştir. Bu kuralın modern versiyonunda, hasta serbestçe konuşmaya teşvik edilir ve terapist, hastanın söylediklerini dikkatlice dinleyerek o anda var olabilecek düşünce ve düşlemler [phantasies/bilinçdışı fanteziler] ile aktarımı anlamaya çalışır (Bkz. Klinik Örnek 3). Bu dinleme biçimine analitik dinleme [analytic listening] denir. Terapist, hastanın konuşmalarını dinlerken kendi içsel duygu ve tepkilerine de dikkat ederse (karşıaktarım), bu da bilinçdışı iletişim hakkında önemli bilgiler sağlayabilir.

    Klinik Örnek 3 Hastanın serbest çağrışımını dinlemek

    Terapisinin başlarında, Bayan Y. bir önceki seansının ardından pastane vitrininde gördüğü kremalı keklere özlemle baktığından bahsetti. Bir tane çok istemişti ama bu isteği nedeniyle açgözlü ve suçlu hissetmişti.

    Terapistin zihninde ‘ulaşılamaz kremalı kekler’ imgesi, bu hasta için temel bir dinamiği yansıtıyordu. Hasta her zaman mahrum bırakılmış gibi hissediyor ve iyi bakım sanki ona hep bir adım uzaktaymış gibi geliyordu. Bu kısa anlatı aynı zamanda, kendini iyi şeylerden mahrum etme eğilimini de gösteriyordu; başkalarına takıntılı şekilde bakım verirken kendini yoksun bırakıyordu. Çok zayıf ve mutsuzdu. Bu tek olay, hastanın iç dünyasındaki bazı temel temaları özetliyordu. Bu dinamiğin hastayla birlikte keşfedilmesi ve derinleştirilmesi, çalışmada verimli bir alan oldu.

    Hastanın başkalarıyla kurduğu ilişkileri gözlemlemek de bilinçdışının başka yönlerine ulaşmak için bir yoldur. Bu nedenle bir seansta yalnızca hastanın ne söylediğini değil, bunu nasıl söylediğini ve bunun terapist üzerindeki etkisini fark etmek faydalı olabilir. Örneğin yazarlardan birinin hastası olan Bayan S., sıradan meselelerden bahsederken bile yüksek sesle ve öfkeli bir biçimde konuşuyordu ve tehditkâr görünüyordu. Bu durum ona nazikçe belirtildiğinde, çok şaşırdı çünkü kendini her zaman ezilmiş ve boyun eğmiş biri olarak görüyordu. O, kendi içindeki korkmuş ve sindirilmiş parçayı başkalarına yansıtabilme biçiminin farkında değildi; konuşma tarzıyla karşısındaki kişilerin kendilerini sindirilmiş hissetmelerine neden oluyordu. Bu tür kişilerarası odaklanma, bu bölümde aktarım ile çalışmayla ilgili kısımda daha sonra ele alınmaktadır.

    Son yöntem ise rüya analizidir [dream analysis]. Freud’un psikanalizin topografik evresinde, hastalardan fantezilerini ve rüya malzemelerini analiz sürecine getirmeleri istenirdi. Freud, bilinçdışında bastırılmış fantezilerin, rüyalar, dil sürçmeleri, semptomlar veya yaratıcı eylemler biçiminde (örtük olarak) ifade edilebileceğini ileri sürdü. Freudcu rüya kuramı hakkında daha fazla bilgi için Kutu 7.1’e bakınız.

    Kutu 7.1 Freudyen rüya kuramı

    Freud’a göre, uyanınca hatırlanan rüya içeriğine açık içerik [manifest content] denir. Uyku sırasında birey tarafından gerçekleştirilen ‘rüya çalışması [dream work]’, rüya malzemesinin bilinçdışı olan örtük içerikten [latent content] açık içeriğe dönüştürülme sürecidir. Freud, rüya çalışmasının, uyku sırasında bile kabul edilemez ya da bunaltıcı arzu ve hislerin sansürlenme gereksiniminden doğduğunu ve bu sansürleme süreciyle uykunun korunabildiğini ileri sürmüştür. Freud rüyaları, ‘uykunun koruyucusu’ olarak görmüştür.[9] Rüya sırasında gerçekleştirilen sansür, uyanıkkenki sansürden daha zayıftır. Bu nedenle, rüya malzemesinin analizi, hastanın bilinçdışı iç dünyasına açılan bir kapıdır. Günümüzde ise rüyalar sadece bastırılmış fantezilerin ürünü olarak değil; sembolik biçimde korkuları, çatışmaları ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) vakalarında travmatik deneyimleri aşma ve baş etme çabalarını da yansıtan içerikler olarak görülmektedir.

    Birçok hasta terapiye rüyalarını getirir. Rüya üzerine çalışmaya başlamak için yaygın yöntem, hastanın anlattığı açık içeriğe odaklanmak ve buradan daha derin anlam katmanlarına ulaşmaya çalışmaktır; yani hastanın örtük arzularını, korkularını ve çatışmalarını anlamaya çalışmaktır. Bu, hasta ile terapist arasında ortak bir çabadır. Terapist, hastayı rüyanın çeşitli yönlerine (örneğin bir sahneye, genel duyguduruma veya temaya) serbest çağrışım yapmaya teşvik eder, tüm süreç boyunca terapist analitik dinleme becerisini kullanır. Bollas’ın ifade ettiği gibi, amaç ‘rüyanın, rüyayı gören kişinin zihninde ne uyandırdığını keşfetmektir’.[10]

    Nesne ilişkileri kuramında, bir rüyanın çeşitli yönleri, içsel nesneleri ve bunlar arasındaki ilişkileri temsil ediyor olarak düşünülebilir. Örneğin, korkutucu bir katil tarafından kovalandığını gören bir kişi, kendi içinde korkmuş bir yanının sadistik bir başka yanıyla tehdit edildiği bir içsel ilişkiye sahip olarak anlaşılabilir. Bu içsel dinamik, uyanık yaşamda kendine zarar verme, riskli cinsel davranışlar, madde kullanımı gibi kendine zarar veren davranışlarla kendini gösterebilir. Bu şekilde rüyalar, hastanın hem içsel hem de dışsal yaşamının önemli yönlerini konuşmaya bir kapı aralayabilir.

    Özetle, analitik olarak dinleyerek terapist, hastanın bilinçdışı iletişimlerine kulak vermeye çalışır. Terapist, bilinçli düzeyden daha derin katmanlara kadar uzanan farklı iletişim akışlarına karşı uyanık olur. Lemma’nın da özetlediği gibi: ‘…analitik çalışmamızın büyük kısmı, sembolik çözümleme işi haline gelir.’[11]

    Aktarım ile Çalışmak

    Hepimiz yeni bir karşılaşmaya bir şeyler getiririz… aktarımda bulunuruz.

    (Høglend, 2014)[12]

    Bu bölüme kadar aktarımın dinamiklerine birkaç kez değindik ve şimdi bu önemli temayı daha ayrıntılı olarak ele alacağız. Aktarımın kuramsal yönlerini Bölüm 2’de (‘Terapötik Odada Kim Var? Aktarım Dinamikleri’ başlığı altında) oldukça ayrıntılı şekilde açıklamıştık. Kısaca hatırlatmak gerekirse, aktarım; hastanın ‘terapötik ilişki içinde ortaya çıkan ve hastanın kişilik işleyişinin yönlerini yansıtan duygu, düşünce, algı ve davranış örüntülerini’ ifade eder’. [12] Hastanın terapiste dair deneyiminin diğer yönleri ise terapistin gerçek kişiliğini (yani ‘gerçek ilişki’yi) yansıtacaktır. Terapiste yönelik tüm duyguların bir alt kümesini oluşturan aktarım, çoğunlukla erken gelişimsel yaşantılardan kaynaklanır ve bu nedenle, terapistle kurulan mevcut ilişki içinde ‘olmadık [misplaced]’ biçimde ortaya çıkar. Aktarım duyguları çoğu zaman, hastanın içsel ‘nesne temsili’ni [internal ‘object-representation’] terapiste yansıtması şeklinde anlaşılabilir (Bkz. Klinik Örnek 4, Bölüm 1). Diğer zamanlarda ise hasta, içsel kendilik ‘temsili’ni [internal ‘self-representation’] terapiste yansıtabilir (Bkz. Şekil 8.2, Bölüm 8).

    Klinik Örnek 4 – Parça 1 Erken dönem yoğun olumsuz aktarım

    Yoksun bir bölgeden gelen John, depresyon öyküsüyle yönlendirilmişti. Kendisine hızla randevu verildi ve zamanında, uygun bir terapi odasında görüşmeye alındı. Odaya girerken söylediği ilk şey, ‘Umarım burada da yine o lanet oyalanma saçmalığı yaşamam [fuck** runaround)’ oldu. Bunu agresif ve iğneleyici bir şekilde söyledi.

    Aktarım anında belirmişti – John, karşısındakinin ona değer vermeyeceğini ve ona saygı duymayacağını hissediyordu. Çocukluk öyküsü araştırıldığında, birçok kardeşi olduğunu anlattı. John’un aktardığına göre annesi tüm çocuklarıyla başa çıkamıyordu ve bu yüzden bakıma verilmişti. Bakım yerinden bakım yerine geçişler yaşanmıştı ve tüm bu deneyimlerin özeti oradan oraya savrulmak şeklindeydi. Son zamanlarda yerleştirildiği yerler ise onun saldırgan ve düşmanca tutumu nedeniyle bozulmuştu. Terapist, onun kendisine yönelik geliştirdiği olumsuz aktarımı anlamaya çalışarak etkileşimi yavaşlattı, John’un hem olan bitene dair duygularını hem de görüşme sürecine ve terapiste dair bakış açısını keşfetmesi için ona alan açtı.

    John’un geçmişte bakım alma deneyimi, ebeveynlerinin reddedici ve ihmal edici olması nedeniyle olumsuzdu. Dolayısıyla klinikte kendisine makul bir deneyim sunulsa bile, bilinçdışı korkusu, ona terapistin de ‘oyalayıcı’ davranacağı yönündeydi. Fantezisi, terapistin de geçmişteki diğer kişiler gibi ihmal edici ve yoksun bırakıcı biri olacağıydı. Ve o da sanki gerçekten bu durum yaşanıyormuş gibi davranarak, bu beklentileriyle şekillenen yeni bir ilişki yarattı.

    Daha önce tarif ettiğimiz analitik tutum sayesinde, psikanalitik psikoterapi süreci gören hastalarda diğer terapi türlerine kıyasla daha yoğun aktarım duyguları gelişmesi olasıdır. Bu durum, John gibi özellikle içsel olarak cezalandırıcı nesneleri olan hastalarla çalışırken her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Bu tür cezalandırıcı nesneler terapiste yansıtıldığında, bu çalışma her iki taraf için de özellikle zor hale gelebilir. Ancak aktarım içinde çalışmak, büyük kazanımlar da sağlayabilir. Gerçekten de, psikanalitik terapiye dair yakın tarihli bir araştırma, kişilerarası işlevselliği daha kötü olan ve daha az yardımcı nesne ilişkilerine sahip hastaların, aktarım müdahalelerinden ortalama olarak daha fazla yarar sağladığını ortaya koymuştur.[12] Bu, anlamlıdır çünkü daha az yardımcı ilişki biçimleri olan ve zorlayıcı içsel nesnelerle işleyen iç dünyalara sahip hastalar bu dinamikleri dışa yansıtma ve problemli aktarım ilişkileri geliştirme eğilimindedirler. Öte yandan, bazı hastalar için, aktarımın daha az tetiklenme olasılığının olduğu daha yapılandırılmış bir terapi modeli daha tolere edilebilir olabilir. Psikanalitik çalışmadan kimin fayda görebileceği konusu, Bölüm 9’da daha ayrıntılı ele alınmaktadır.

    Bölüm 2’de de gösterildiği üzere, aktarım fenomeni, hastanın içsel dünyasının ve özellikle baskın nesne ilişkilerinin nasıl yapılandığını gösterme kapasitesine sahiptir. Bu yapılar bilinçdışı olduğu için, hasta (tıpkı hepimiz gibi) diğer insanlarla nasıl ilişki kurduğunun farkında olmayabilir. Psikanalitik psikoterapistler, hastayla birlikte çalışarak onun terapistle nasıl ilişki kurduğunu keşfetmeye çalışırlar; çünkü terapötik ilişkide olan bitenler, hastanın yaşamındaki diğer kişilerle olan ilişkilerinde de yüksek olasılıkla meydana gelmektedir. Bir aktarım müdahalesi şu şekilde görünebilir:

    ‘Bunu duymak zor olabilir ama acaba beni dışlayıcı ve reddedici biri olarak mı deneyimliyorsunuz, özellikle de bir seansı iptal ettiğim için?’

    Hastanın yanıtına bağlı olarak, terapist şu şekilde devam edebilir: ‘Bu sizde nasıl bir his uyandırıyor?’

    Eğer hasta, aktarım ilişkisi içinde burada ve şimdide tekrar eden bir ilişki örüntüsünü fark edebilirse, bu an terapötik açıdan önemli bir fırsat haline gelir. Bu tür bir içgörünün sağladığı özgürlük, hastanın terapi dışındaki yaşamında da yeni ilişki biçimleri geliştirmesinin yolunu açabilir. Klinik Örnek 4 – Bölüm 1’e dönersek, John diğer insanlara güvenmiyor ve onlara kendisini reddedeceeklerini varsayarak saldırgan davranıyordu. Bu dinamik diğer insanları ondan uzaklaştırıyordu, çünkü onun tavırları rahatsız edici bulunuyordu. Ne yazık ki bu, John’un insanların gerçekten de reddedici ve umursamaz olduğuna dair içsel inancını pekiştiriyordu. Böylece iç dünyasındaki yapı, dış dünyasında da yeniden yaratılıyor ve bu bir tür kendini gerçekleştiren kehanete dönüşüyordu. Bu dinamik terapötik odada da canlıydı -bu hem bir zorluk hem de John’un kendisiyle ve başkalarıyla ilişki kurma biçimini fark etmesi ve dönüştürmesi için bir fırsattı.

    Güncel araştırmalar ve psikodinamik psikoterapi içindeki klinik uygulamalar, terapistin etkinliklerini yalnızca ‘aktarım yorumları’ ile sınırlamak yerine, aktarım çalışması [transference work] başlığı altında çeşitli terapist müdahalelerine vurgu yapmaktadır (Bkz. Kutu 7.2). (Bu konu, 3. Bölümde ‘Psikodinamik Süreçler’ başlığı altında araştırma perspektifinden daha ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.)

    Genel olarak, aktarım müdahalelerinin bir oturumda ölçülü şekilde kullanılması daha faydalı görülmektedir. Aktarım müdahalelerinin aşırı kullanımı daha kötü sonuçlarla ilişkilendirilmiştir (Bkz. Bölüm 3). Aktarımın ne zaman ve ne kadar analiz edileceğine dair çeşitli ekoller bulunmaktadır ve bu karar, her hasta için en faydalı olacak yaklaşıma bağlı olarak verilmelidir (bu konu, ilerleyen bölümlerde ‘Yorumlama’ başlığında ele alınmaktadır).

    Aktarımı ortaya koymak ve onunla çalışmak kulağa kolay gelebilir. Ancak terapötik odada iki kişi vardır ve her ikisinin de içsel dünyaları ve içsel nesne ilişkileri bulunmaktadır. Bu da terapötik durumu karmaşık ve zaman zaman kafa karıştırıcı hale getirebilir -bu nedenle süpervizyon sürecine (Bkz. Bölüm 10) ihtiyaç duyulmaktadır.

    Olumsuz Atarım

    Olumsuz aktarım [negative transference], hastanın terapisti son derece yararsız, işe yaramaz ya da hatta cezalandırıcı olarak deneyimlediği durumu ifade eder. Bu hem terapist hem de hasta için zorlayıcı, hatta tahammül edilmesi güç olabilir. İnsanlar birçok farklı nedenden ötürü terapist olmayı seçerler; bunların bazıları, hem bilinçli hem bilinçdışı düzeyde, geçmiş çocukluk deneyimlerinden kaynaklanan onarıcı dürtüler olabilir. Bu nedenle bazı terapistler ‘yardımsever ve iyi bir terapist’ olma konusunda yoğun bir ihtiyaç hissederler -bu da kendi içsel nesnelerini yatıştırmaya yönelik bir çaba olabilir. Bu durum, olumsuz aktarım içinde çalışmayı bazı terapistler için özellikle zor hale getirebilir.

    Bir terapi süreci belirgin bir olumsuz aktarımın etkisi altındaysa, terapist hastanın olumsuz bakış açısını çürütmeye çalışarak daha da anlayışlı ve daha çok bakımveren biri olmaya çalışabilir. Bu tepki anlaşılır olsa da, başarıya ulaşması pek olası değildir; çünkü hiçbir terapist ‘mükemmel’ bakım sunamaz ve hatta bu mümkün olsa bile, hasta için faydalı olmayacaktır. Çünkü bu durum, idealin kaybının yasını tutma fırsatını sınırlar. Psikanalitik yaklaşım ise, hastanın ilişkisel dinamiklerindeki sorunlu yönlerle terapide karşılaşarak, ilişkilerin tahmin edilenden farklı işleyebileceğini keşfetmesi yoluyla yeni bağlar ve varoluş biçimleri kurmasına olanak tanımaktır. Mitchell bunu ‘eskiden yeni bir şey keşfetmek’ olarak özetler.[14] Bu farkındalık sayesinde hasta, terapiden bağımsız yaşam alanlarında da benzer dönüşümleri gerçekleştirme gücünü kazanabilir. (Bu konu, Bölüm 8’de ‘Terapötik İlişkiyi Değişim Aracı Olarak Kullanmak’ başlığı altında daha ayrıntılı işlenmektedir.)

    Olumsuzaktarım içinde çalışmak, hem terapist hem de hasta açısından sabır ve anlayış gerektirir; ayrıca zaman zaman umutsuzluk ve yorgunluk yaratabilir. Bu noktada süpervizyon, terapistin bu zorlayıcı süreci tolere etmesine, kişilerarası dinamikleri anlamlandırmasına ve karşı-aktarımını işlemesine yardımcı olması bakımından son derece değerlidir.

    Kutu 7.2 Araştırma çalışmalarında ve klinik uygulamalarda kullanılan aktarım çalışmasının boyutları[13]

    1. Terapist, hastanın terapiye, terapiste ve terapistin tarzı ile davranışlarına dair düşünce ve duygularını keşfetmesini teşvik eder.
    2. Terapist, hastanın terapistin kendisi hakkında ne düşündüğünü ya da hissettiğini nasıl algıladığını konuşmasını teşvik eder.
    3. Terapist, hasta ile terapist arasındaki ilişki içerisindeki etkileşimleri ele alır.
    4. Terapist, dinamik unsurların (çatışmaların) yorumlayıcı bir şekilde bağlantılandırılmasında, aktarımın doğrudan dışavurumlarında ve aktarıma yapılan göndermelerde kendisini açık biçimde sürece dahil eder.
    5. Terapist, tekrarlayan kişilerarası ilişki örüntülerini (ebeveynlerle olan ilişkiler dahil) yorumlar ve bu örüntüleri hasta ile terapist arasındaki etkileşimlerle ilişkilendirir.

    Karşıaktarımı Kullanmak

    Aktarımla çalışmak, karşıaktarımdan yararlanmakla iç içe geçmiştir. Karşıaktarımın kuramsal kavramı 2. Bölüm‘de açıklanmıştı. Kısaca özetlemek gerekirse, karşıaktarım birbiriyle ilişkili iki alana işaret eder: birincisi, terapistin, hastanın yansıtmalarıyla özdeşleşmesinden kaynaklanan duygularıdır; ikincisi ise, terapistin kişisel olarak ‘kendisine ait olan’ ve hastayla süregiden çalışmalarda tetiklenen tepkileridir.

    2. Bölüm‘de daha ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere, Racker karşıaktarım yanıtlarının (yani hastanın yansıtmasına bağlı terapist tepkilerinin) ilk alanını iki biçime ayırarak kullanışlı bir sınıflama sunmuştur.[15] Bunlardan ilki uyumlu yanıtlardır [concordant responses] – burada terapist, hastanın konumlarıyla özdeşleşir ve onun gibi hisseder. Diğeri ise tamamlayıcı yanıtlardır [complementary responses] – burada terapist, hastanın iç dünyasındaki ‘öteki [other]’ gibi hissetmeye itilir.[16]

    Karşıaktarım, terapiste hasta ile arasındaki mevcut ilişki dinamikleri hakkında bilgi sağlayabilir (Bkz. Klinik Örnek 4 – Bölüm 2). Ayrıca, aktarım içinde çalışmanın duygusal yükünü taşımada karşıaktarımı işlemek ve üzerine düşünmek oldukça gereklidir.[17]

    Klinik Örnek 4 Bölüm 2: Karşıaktarımın gösterimi: John Devam Ediyor

    John’u gördüğümde bende uyanan baskın duygu rahatsızlıktı. Onun yönlendirmesine zamanında yanıt vererek iyi bir iş çıkardığımı hissediyordum ve bunun fark edilmemesi beni sinirlendirmişti. Bu duyguyu kendimde kabul etmek istemesem de oradaydı. İlk görüşmemizden sonra, sonraki iki seansı kısa sürede iptal etti. Normalde bu noktada ona başka bir seans istemesi hâlinde benimle iletişime geçmesini isteyen bir mektup yazardım. Ancak kendimi, ona yeni bir tarih ve saat gönderirken buldum. Düşündüğümde bunun kısmen ona karşı hissettiğim öfkeyi ve dışlayıcı tutumumu telafi etme çabası, kısmen de çocuklukta yaşadığı yoksunluk geçmişine karşı bir tür telafi etme isteği olduğunu fark ettim. Bu küçük bir karşıaktarım sahnelemesine örnektir. Yani, John’un bende uyandırdığı duygulara tepki vererek hareket ettim, bu duygular üzerine düşünmeden ve onları onunla anlamaya çalışmadan… İlginç bir şekilde bu seansa gelmedi ama tekrar arayarak yeni bir randevu istedi. Sonuç olarak, John’un deyimiyle, ‘oyalanan’ ve kendini reddedilmiş ve yoksun hisseden kişi ben oldum. Bu durum yansıtmalı özdeşimin [projective identification] bir örneğidir.

    Sonunda John ikinci bir randevuya geldi. Uzun süreli terapi istemediğini belirtse de birkaç seans daha görüşmeye devam ettik. Bu seanslar, onun benimle kurduğu ilişkide çok hızlı bir şekilde ortaya çıkan dinamikler üzerine düşünmesi için bir fırsat sağladı. Gelecekte daha derinlemesine bir keşfi düşünmesi hâlinde yeniden yönlendirme talebinde bulunabilmesi için kapı açık bırakıldı.

    Uygulamada, bir hastanın yansıtmasına bağlı karşıaktarımı fark etmek zor olabilir. Terapistin duygularının hasta tarafından mı tetiklendiğini anlamanın yararlı bir yolu, o anda hissedilen duygunun normalde beklenip beklenmeyeceğini değerlendirmektir. Eğer terapist iyi uyuyamamış ya da kişisel sorunlarla meşgulse, muhtemelen hasta nasıl olursa olsun, yorgun veya kaygılı hissedecektir. Ancak yaşam genel olarak yolunda gidiyorsa ve bu duygular sadece belirli bir hasta ile çalışırken ortaya çıkıyorsa, yansıtmalı özdeşim olasılığı vardır (Bkz. Bölüm 2). Bu durumda terapistin hisleri, hastanın bilinçdışı olarak kaçınmaya çalıştığı duyguları tanımlamak ve anlamak için kullanılabilir. Aynı zamanda hasta, başkalarını da kendi içsel konumlarına ‘davet ediyor’ olabilir.

    Bir örnek olarak, Bayan S ile çalışırken (Bkz. ‘Bilinçdışı İletişimle Çalışmak’ bölümü – terapistine bağırdığının farkında olmayan hasta), terapist, yanlış bir şey söylemekten korkarak konuşmaya çekindiğini ve sindirilmiş hissettiğini fark etti. Bu, terapistin olağan zihinsel durumu değildi. Bu nedenle, ‘içsel süpervizör [internal supervisor]’ ilkesini kullanarak,[18] bu duyguların aslında hastanın bölünmüş, korkmuş ve sindirilmiş bir parçasını temsil edebileceği sonucuna vardı. Bayan S, bu duyguyu kendi içinde tolere edemediği için bilinçdışı biçimde terapistine yansıtmıştı. Terapist de bu yansıtılan yönle özdeşleşerek onu karşıaktarım olarak deneyimlemişti.

    Bu şekilde kavramsallaştırıldığında, hastanın terapiste duygular yükleme durumu, kaçınılması gereken bir şey değil, değerli bir araç olarak görülebilir. Ancak her zaman olduğu gibi teori, uygulamaya göre daha yalındır. Bazı durumlarda yansıtılan duygular o kadar güçlüdür ki düşünmek dahi zorlaşabilir ve seans sırasında ne olup bittiğini anlamak güçleşebilir. Bu tür durumlarla başa çıkmanın faydalı bir yolu da bu durumu ifade etmektir:  ‘Şu anda oldukça yoğun duygular ortaya çıkıyor gibi hissediyorum, belki de bir an durup burada neler oluyor olabilir diye birlikte düşünmemiz faydalı olur.’ Bazı zamanlardaysa karşıaktarım duygularını fark etmek zordur ya da onlar hiç fark edilmeyebilir. Karşıaktarımın, tıpkı zihinsel yaşamın çoğu gibi, büyük ölçüde bilinçdışı işlediğini hatırlamak önemlidir (Bkz. Klinik Örnek 5).

    Klinik Örnek 5 Karşıaktarımda ilgi [concern] eksikliği

    Karşıaktarımda ilgi eksikliği, o anda fark edilmesi zor bir durum olabilir. Örneğin, gece yarısı Acil Servis’te, bir psikiyatri asistanı yakın zamanda aşırı doz almış bir adamı değerlendiriyordu. Hasta eve gitmek istediğini söylüyor ve sıkıntılı görünmüyordu. Önündeki günlerle ilgili planlarını keyifli bir şekilde anlatıyor ve bu durum doktorun içinde özel bir şey uyandırmıyordu. ‘Sorunlarım geride kaldı,’ diyordu hasta. Doktor, hastayı bırakarak notlarını yazmak üzere uzaklaştı. İşte o anda içini sıkıştıran bir kaygı hissetti – hastanın kayıtsızlığı aslında kendisine ve hayatına yönelik ciddi bir ilgisizlik belirtisi olabilir miydi? Doktor, hastanın kaygı eksikliğini kendisine yansıttığını ve bu nedenle durumun ciddiyetini fark edemediğini anladı. Hastaya geri dönüp daha derinlemesine bir keşif yaptığında, hastanın aslında intihar planları olduğu ortaya çıktı – bu ruh halinde yaşamak ya da ölmek onun için fark etmiyordu.

    Bazı yaygın karşıaktarım duyguları taşınması zor olabilir -örneğin yetersizlik, işe yaramazlık, zalimlik ya da yoksun bırakma gibi duygular. Bu, özellikle terapist kendi içinde güçlü bir onarıcı dürtüye sahipse daha da zor olabilir. Bu duygular üzerine düşünmek, onların hastanın iç dünyasında ve nesne ilişkilerinde neyi temsil ediyor olabileceğini anlamak açısından önemlidir. Ardından bu anlayışı hastayla paylaşmak -başka bir deyişle, hastanın yansıtmasını daha yönetilebilir bir biçimde ona geri vermek- gerekebilir. Terapistin bu işleme süreci, kapsama [containment] olarak bilinir.

    Küçük karşıaktarım sahnelemeleri (yani karşıaktarıma tepki verilmesi fakat bunun işlenmemesi) bir dereceye kadar kaçınılmazdır ve sonrasında üzerine düşünülürse, terapötik sürecin doğal bir parçası olarak kabul edilir (Bkz. Bölüm 2). Ancak karşıaktarım duyguları fark edilmediğinde ve işlenmediğinde, terapist istemeden hastaya yardımcı olmayan bir pozisyon benimseyebilir ve bu, hastanın sorunlarının derinleşmesine neden olabilir. Daha önce belirtildiği gibi, süpervizyon, terapistin duygularını tanımlayabileceği, işleyebileceği ve bunların ne tarafından tetiklendiğini anlayabileceği bir alan sağlayabilir. Reflektif uygulama grupları [reflective practice groups] ya da Balint grupları [Balint groups] gibi reflektif grup ortamlarının [reflective group settings] da bu noktada önemli bir rolü vardır (Bkz. Bölüm 18).

    Kopma ve Onarımla Çalışmak

    Bir ‘kopma [rupture]’, terapi ilişkisinde bir bozulma tehdididir ve terapinin herhangi bir aşamasında ortaya çıkabilir. 3. Bölüm’de açıklandığı gibi, kopma genellikle aktarım ve karşıaktarım fenomenlerinin etkileşimi sonucu ortaya çıkar; hem hasta hem de terapist bu duruma etki etmiş olabilir. Hastanın kendini savunma biçimi ve terapistle kurduğu etkileşim, terapistte karşıaktarım duygularını tetiklemiş olabilir ve terapist bu duyguları yönetmek yerine bu duygularla hareket etmiş olabilir. Umulan odur ki, olumlu bir terapötik ittifak [therapeutic alliance] ve hastanın değerlendirme aşamasında bu olasılıklara hazırlanmış olması, hastanın terapide kalmasını sağlayacak kadar güçlüdür; böylece yaşananlar eyleme vurulmak yerine söze dökülebilir. Terapist ve hasta birlikte bu kopukluğu onarabilirlerse, bu süreç terapötik açıdan üretken olabilir (bkz. Bölüm 3). Kopma [rupture] ve onarım [repair] konusunda psikodinamik teknikle ilgili temel noktalar şunlardır:

    • Eğer bir hasta seanslara gelmeyi bırakmışsa, reflektif bir şekilde bunu değerlendirin ve hastayı yeniden seanslara gelmeye teşvik etmek için çaba gösterin (aynı zamanda, gelmek istemeyen yönlerini de saygıyla kabul ederek).
    • Hastayla, olan biteni konuşun. İdeal olarak bir kopmanın gelişmekte olduğunu sezdiğimizde bunu erkenden yapmak gerekir; ancak bu mümkün olmadıysa, hasta yeniden iletişime geçtiğinde bunu yapmak önemlidir.
    • Savunmaya geçmeyin, bunun yerine ne yaşandığını merak edin.
    • Eğer bir karşıaktarım sahnelemesi [countertransference enactment] söz konusu olduysa, özür dileyin ve yaşanan kopmada kendi payınızı kabul edin. Bazı hastalar, terapistin bir hata yaptığında bunu kabul edip özür dilemesini terapistin alçakgönüllülüğü olarak değerlendirebilir ve bu tutum, hataların insan olmanın bir parçası olduğunu ve utanç ya da cezalandırmayla gelmesi gerekmediğini hastaya modelleyebilir.
    • Hastayla, empatik bir şekilde, neler yaşadığını ve sizin ‘yanlış’ bir şey yaptığınızda bunu nasıl deneyimlediğini keşfetmeye çalışın.
    • Duygusal açıdan ortam biraz daha ‘sakinleştiğinde’, hastaya, mevcut durum ile bu durumun başka yerlerde de meydana geldiği zamanlar arasındaki olası bağlantıları ve hangi altta yatan meselelerin harekete geçtiğini anlamasında yardımcı olmaya çalışabiliriz.

    Aşağıdaki klinik örnek bu prensipleri açıklayabilir:

    Klinik Örnek 6 Bir onarım örneği

    Bir psikiyatri asistanı, Jan ile bir yıllık terapinin 8. ayında çalışmaktadır. Gece nöbeti nedeniyle bir seansı iptal etmek zorunda kalmış ve bir hafta önce hastasını uyarmayı ihmal etmiştir. Jan, her zamanki gibi seansına gelmiş, bekleme odasında 50 dakikanın tamamını bekledikten sonra öfke ve üzüntü içinde resepsiyoniste giderek terapistine çok güvendiğini ama büyük hayal kırıklığına uğradığını belirterek artık terapiye gelmek istemediğini söylemiştir.

    Süpervizyon sonrası doktor, hastasına bir mektup yazarak hatası için ondan özür dilemiş ve eğer mümkünse birlikte nasıl ilerleyebileceklerini konuşmak üzere onu her zamanki seans saatine davet etmiştir.

    Jan daveti kabul etmiş ve seansa öfkeli ve üzgün bir halde gelmiştir. Ancak terapistin hatasını kabul etmesi ve tekrar özür dilemesiyle birlikte biraz sakinleşmiştir. Seans ilerledikçe terapist, Jan ile neden resepsiyoniste daha önce bilgi vermediğini ve neden bekleme odasında tek başına 50 dakika boyunca beklediğini keşfetmeye başlamıştır. Jan bu noktada gözyaşlarına boğulmuş ve bu durumun, anne babasının ayrılığı sonrası yapılan ortak velayet düzenlemelerini hatırlattığını anlatmıştır. Babasının onu okuldan alması gereken günlerde sık sık unutması ya da geç kalması nedeniyle, Jan okul bahçesinde tek başına beklerken babasının gelip gelmeyeceğini bilemediği anların anısını anlatmıştır. Okulun demir parmaklıkları arasından endişeyle dışarıyı gözlediğini canlı bir şekilde hatırladığını belirtmiştir.

    Terapist, Jan’in bu üzüntü ve öfkesine empatiyle yaklaşabilmiş ve aynı zamanda bu duyguları, aktarım düzeyinde, güvenilmez ve yok olan bir baba figürü/terapist deneyimiyle bağdaştırabilmiştir.

    Terapi yıl sonuna kadar devam etmiş ve hasta, ilişkilerde nasıl edilgen kalma, ihtiyaçlarını ifade etmeme ve bunun sonucunda sıklıkla hayal kırıklığı ve ihmal duygusu yaşama eğiliminde olduğunu fark ederek önemli ilerlemeler kaydetmiştir.

    Özetle, aktarım ve karşıaktarımla çalışmaya dair bu klinik senaryolar, hastanın içsel dünyasının nasıl harekete geçirilebileceğini ve terapötik ortamda nasıl daha görünür hale getirilebileceğini göstermektedir. Şu da açıkça belirtilmelidir ki, bu tür ilişki örüntülerini harekete geçirmek, eğer yönetilemeyecekse veya terapötik kullanıma dönüştürülemeyecekse, hiçbir işe yaramaz. Bu nedenle aktarımda çalışmanın ve karşıaktarımı kullanmanın çeşitli yollarını burada özetlemiş olduk.

    Psikodinamik Teknik Spektrumu

    Bu bölümde, psikodinamik terapistin bir seansın herhangi bir anındaki yaklaşımının ne olabileceği sorusunu ele alıyoruz. Leiper ve Maltby, ‘psikodinamik uygulamanın zorluklarından biri… o anda mevcut tüm olasılıklar arasından en belirgin, en yardımcı, değişimi en fazla kolaylaştıran seçeneği belirlemektir’ şeklinde ifade eder.[19] Bu soruya yaklaşmanın birkaç tamamlayıcı yolu vardır.

    Leiper ve Maltby, terapistlere terapi sürecini en fazla kolaylaştıracak olanın ne olabileceği konusunda rehberlik ederken, bunun sıklıkla danışanın yaşamında yaşadığı temel zorluklarla ya da çatışmalarla en net bağlantı kurulabilecek alanlara odaklanmakla sağlandığını öne sürerler.[19] Açık bağlantılar kurmanın ve önemli olana ulaşmanın önemli yollarından biri, hastanın duygulanımlarını ve bu duygulanımlardan kaçınma çabalarını incelemektir (bkz. Bölüm 3, Kutu 3.1). Bu, terapistin bir seansta duygulanımların izini sürmesini ve bunların yoğunluğunu takip etmesini içerir. Terapist birden fazla duygulanım ya da izlenecek potansiyel yollarla karşılaştığında, Ogden terapistin ‘kaygının ön cephesine… bozulmanın esas kaynağına’ odaklanmasını önerir.[20] Terapist için bir denge kurmak önemlidir: Bir yandan süreci fazla entelektüelleştirip duygulanımı bastırmak seansı cansız hale getirebilir; diğer yandan da aşırı duygulanımı teşvik etmek, hastanın aşırı derecede sıkıntı yaşamasına ve düşünemez hale gelmesine neden olabilir.

    1970’lerden bu yana çeşitli psikodinamik yazarlar, psikodinamik tekniği daha destekleyici [supportive] olandan daha dışavurumcu [expressive] olana (yani yorumlayıcıya [interpretative]) kadar uzanan bir yelpaze olarak kavramsallaştırmışlardır (Kutu 7.3).[21] Bu yaklaşım, klinisyenler için yön gösterici olabilir. Ancak tüm yorumların veya tekniklerin bu teknik yelpazesine tam olarak uymadığını ve hangi tekniğin ne zaman kullanılacağına dair endişelerin, terapötik diyaloğun doğal akışı içinde ortaya çıkan spontan konuşmayı engellememesi gerektiğini de not etmek gerekir.[5]

    Kutu 7.3 Farklı yazarlardan yararlanarak oluşturulan bir psikodinamik teknik yelpazesi[5,21,22]

    Yorumlayıcı [interpretative] müdahaleler (aktarım ve aktarım dışı müdahaleler dahil)
    Terapötik ‘yüzleştirme [confrontation]’
    Netleştirme [clarification]
    Keşif ve ayrıntılandırma [Exploration and elaboration]
    Empatik geçerlilik [Empathic validation]
    Destek ve onaylama [Support and affirmation]

    Bu listede, daha destekleyici müdahaleler alt sıralarda, daha dışavurumcu müdahaleler ise üst sıralarda yer almaktadır.

    Genel anlamda, destekleyici teknikler terapötik ittifakı geliştirmeye yardımcı olur ve terapinin erken aşamalarında özellikle faydalıdır. Buna karşılık, yorumlama gibi daha dışavurumcu teknikler, terapi daha yerleşik/köklü hale geldiğinde daha yararlı olabilir.

    Ancak bu, aşırı bir basitleştirmedir ve büyük ölçüde bireysel hastaya bağlıdır. Tekniklerin tüm yelpazesi terapinin tüm aşamalarında yararlı olabilir. Bazen terapinin başlarında (hatta değerlendirme aşamasında) yapılan ‘derin’ bir yorum hastaya gerçekten anlaşıldığını hissettirebilir. Diğer durumlarda, bir hasta hemen olumsuz bir aktarım geliştirebilir ve terapinin bozulmasını önlemek için bu aktarımı hızla keşfetmek ve yorumlamak gerekebilir (Klinik Örnek 4). Bazı terapiler ise aktarım yorumuna hiç ihtiyaç duymadan, yalnızca sağlam bir terapötik ittifakla iyi ilerleyebilir.

    Sublette ve Novick, yeni başlayan terapistlerin dikkate alabileceği, klinik uygulama ve psikoterapi literatüründen süzülen bazı ‘öneriler’ sunar. Bu öneriler, Kutu 7.2’deki teknik yelpazesiyle oldukça uyumludur ve terapistin bir seansın farklı anlarında yelpazenin neresinde olabileceğine dair rehberlik sağlar:

    • Zamanınızın çoğunu dinleyerek ve gözlemleyerek geçireceksiniz…
    • Hastaya empati duyamazsanız ona yardımcı olamazsınız…
    • Size belirsiz, alışılmadık ya da anlaşılmaz gelen şeyleri açıklığa kavuşturun…  [Buna ek olarak, terapideki görevlerden birinin ‘bilmemeyi’ ve kafa karışıklığını tolere etmek olduğunu eklemeliyiz -bazen uzun süreli bir süreçtir.]
    • Zararlı olduğu ortaya çıkan davranışlar konusunda hastayla yüzleşin…
    • Yorumları ölçülü yapın. Yorumun en gerekli olduğu alanlar, terapinin bütünlüğünü tehdit eden davranışlardır…
    • Hastanın tepkisine bağlı olarak tüm yorumlarınızı gözden geçirmeye hazır olun…
    • Hatalar yapacaksınız -bu normaldir ve hatta yararlı bile olabilir…[2]

    Buradan sonra, Kutu 7.2’de adı geçen müdahaleleri daha ayrıntılı inceleyeceğiz.

    Destek/Onaylama

    Destek ve onaylama, genellikle terapinin ilk aşamalarında yararlıdır ve iyi bir terapötik ittifakın gelişimini teşvik eder. Destek, terapistin güvenilirliği, düzenli temas ve hastanın getirdiği tüm yönlerin örtük olarak kabul edilmesi yoluyla örtük biçimde sağlanır. Terapistin düzenli olarak ‘hı hı’ ya da ‘hmm’ gibi küçük sesli tepkiler vermesi, ‘analistin hala orada olduğunu, hayatta olduğunu, dinlediğini, takip ettiğini ve anlamaya çalıştığını’ gösterir.[23]

    Teşvik edici ifadelere örnek olarak ‘Orada farklı bir şey denediniz’ ya da ‘Bunu keşfetmeye çalışmak siziniçin zor olsa da bununla kalmaya çalıştığınızı görebiliyorum’ denebilir.

    Empati

    Basitçe ifade etmek gerekirse, bu, hastanın yaşantısını anlamaya çalışmak ve ona anlaşıldığını hissettirmektir. Terapist burada kendisini hastanın deneyimine bırakmaya çalışır. Bunun için şu soruyu bilinçli şekilde sormak yardımcı olabilir: ‘Bu benim başıma gelse nasıl hissederdim?’ Bu tür bir düşünme tarzı, hastanın ne yaşadığını anlamaya ve empatik tepkiler çerçevesinde şu tür ifadeler üretmeye yardımcı olabilir: ‘Bunun sizi üzmüş ve kaygılandırmış olabileceğini hayal edebiliyorum…’

    Bilgi Verme (Information Giving)

    Bilgi verme tekniği, Kutu 7.2‘deki teknik yelpazesine tam olarak uymayan bir tekniktir. Bilgi verme, bir depresyon döneminin doğal seyri ya da yasın evreleri hakkında danışana bilgi vermek şeklinde olabilir. Aynı zamanda, depresyon ya da anksiyete gibi semptomların zorlu kişilerarası ya da hatta içsel ilişkilerle nasıl bağlantılı olabileceğini açıklamak biçimini de alabilir.

    Psikodinamik psikoterapide psikoeğitimsel müdahaleler kullanılır, ancak bu müdahaleler diğer ruh sağlığı alanlarında kullanılanlardan biraz farklı görünebilir.  Psikoeğitimsel bir müdahaleye örnek olarak, çocuklukta cinsel istismar yaşamış bir hastayla, güven eksikliği, savunmacılık, kırılganlıktan ve başkalarına bağımlılıktan kaçınma gibi savunmalar geliştirmiş olmasının tamamen anlaşılır olduğu üzerine konuşmak verilebilir -çünkü bu savunmalar geçmişte kişinin işine yaramış olabilir. Bu noktadan sonra, bu savunmaların kişinin günümüzdeki hayatında hâlâ ne kadar geçerli olduğu araştırılmalıdır: Kişi, dış tehdit hâlâ mevcutmuş gibi mi davranıyor, oysa dış dünyada artık işler değişmiş olabilir mi? Bu savunmalar artık kişiye zorluklar çıkarıyor olabilir mi?
    Bu son sorular, keşfetme/derinleştirme [exploration/elaboration] alanına girer ve terapötik oturumun teknik yelpazesinde katı bir noktada kalmak yerine organik olarak geliştiğini gösterir.

    Başka bir olası psikoeğitimsel müdahale ise, uygun bir zamanda bir hastayla, madde kullanımının acı verici duyguları bastırma yöntemi olarak nasıl kavramsallaştırılabileceğini konuşmak olabilir. Ve bu noktada, bu duyguların ne olabileceğini birlikte anlamaya çalışmanın, kişi için bu duygularla kalabilme becerisi geliştirmek adına faydalı olabileceği aktarılabilir.

    Keşif ve Ayrıntılandırma

    Keşfi ve ayrıntılandırmayı teşvik etmek -Kutu 7.3’teki yelpazenin ortasında yer alır- genellikle terapistlerin ve hastaların seanslarda zamanlarının büyük bir kısmını geçirdikleri alandır. Bu yaklaşım, daha önce ele alınan birkaç temel yöntemi de kapsar: temel psikodinamik tutum, hastayı serbest çağrışıma teşvik etme, duygulanımları keşfetme ve duygulanımlardan neden ve nasıl kaçınıldığına (yani savunma süreçlerinin araştırılması) ilgi duyma gibi.

    Netleştirme

    Sublette ve Novick’in tanımladığı diğer yardımcı ‘incilerden’ biri de ‘aptal olmak’tır [be stupid].[2]  İlk bakışta bu, terapist için garip bir öneri gibi görünebilir; ancak burada kastedilen, olan biteni bildiğimizi varsaymamak ve merak dolu bir tutum sürdürmektir. Bu merak tutumu, hastaya gerçekten onu düşündüğümüzü ve seansa getirdiklerine dikkatle yaklaştığımızı gösterir. Eğer kendimize gerçekten merak duymaya izin verirsek, zamanla hasta da kendisi hakkında daha fazla açıklık ve merak geliştirme kapasitesini edinebilir. Yeni başlayan terapistler sıklıkla yetersizlik duyguları yaşarlar, ki bu yeni bir beceri öğrenirken doğaldır, ancak bu duygular, terapistin bilmemekle ilgili genel bir rahatsızlık yaşamasına neden olabilir ve bu da sıradan soruları sorma eğilimini baskılayabilir. Öte yandan, yorumlayıcı çalışmanın aşırı değerlenmesi, terapistlerin aslında terapötik süreç açısından oldukça önemli olan diğer temel teknikleri küçümsemelerine yol açabilir. Şunu akılda tutmakta fayda vardır: Yetkinlik, her şeyi bilmek anlamına gelmez.

    Netleştirme, ‘Bu ne zaman olmuştu demiştiniz?’ gibi görece basit bir sorudan, sosyal normların dışında kalan ve hem terapist hem de hasta için rahatsız edici hissettirebilecek daha karmaşık sorulara kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Terapistin, zor soruları ilgi ve empatiyle sorabildiği bir yol geliştirmesi faydalı olabilir -hasta için bu tür sorular her zaman rahatlatıcı olmasa da. Bazı örnekler şunlar olabilir: ‘Acaba sizi bunu yapmaya iten şey neydi?’, ‘Sizce bu ne ile ilgili olabilir?’, ‘Bu yorumunun ardında ne yatıyor olabilir?’ vb.

    Yüzleştirme

    Bu müdahale, kelimenin günlük kullanımından farklı olarak tartışmacı bir tutumu ifade etmez. Bunun yerine, hastanın fark etmediği ya da kaçındığı önemli bir davranışına dikkat çekilmesi amacıyla yapılır. Bu sayede davranış tanınabilir ve daha derinlemesine anlaşılabilir hale gelir (Bkz. Klinik Örnek 7).

    Klinik Örnek 7 Terapötik yüzleştirme

    Julie adlı bir hasta, uzlaşmacı bir yapıya sahipti ancak aynı zamanda öfke içerikli kendine zarar verme öyküsü bulunuyordu. Seans aralarından hemen önce terapistine küçük hediyeler getirmeye başladı. Terapisti bu duruma dikkat çektiğinde Julie, bu hediyelerin aslında terk edilme duygusuna yönelik öfkesini gizleme amacı taşıdığını kabul etti (bu durum, bir savunma mekanizması olan ‘tepki oluşumu/zıt tepki kurma [reaction formation]’ örneğidir). Julie bu duygularının farkındaydı fakat onları ifade etmeyi rahatsız edici buluyor ve terapistinin öfke ve hayal kırıklığına nasıl tepki vereceğinden endişe ediyordu. Bu nedenle hediyeler, odada rahatsız edici herhangi bir şeyin ortaya çıkmasını önleme işlevi görebilirdi. Benzer bir davranış örüntüsü onun günlük yaşamında da görülebiliyordu. Terapi sürecinde Julie, bu tutumun kendisine zarar verdiğini fark etti çünkü gerçek duygularını insanlarla paylaşamıyor ve bu nedenle bu duygular çözümlenemiyordu.

    Bu terapötik yüzleştirme şu ifadeyle gerçekleşti: ‘Bilmiyorum farkında mısınız ama ara vermeden hemen önce bana genellikle bir hediye getiriyorsunuz. Acaba bunun arkasında ne olabilir, hiç düşündünüz mü?’

    Terapötik yüzleştirme, özellikle terapinin ‘burada ve şimdi’ yaşantısıyla doğrudan ilişkili durumlarda önem kazanır. Hasta ile terapist arasında yaşanan bir durumu konu alıyorsa, bu tür müdahaleler aktarımı ele alan teknikler kapsamında değerlendirilir; bu konu bu bölümün önceki kısımlarında ele alınmıştı.

    Seanslar sırasında hastalar çoğunlukla mevcut yaşamları ve ilişkileri hakkında konuşurlar; bu anlatımlar doğaları gereği öznel içerikler taşır. Terapistin görevlerinden biri, bu anlatımlar karşısında farklı bir bakış açısı sunmak, hastanın davranışları ve varoluş biçimine dair yeni bir perspektif kazandırmaktır -bu yaklaşım daha önce tanımlanan üçüncü konumdur. Bu yönüyle yüzleştirme, hastaya şimdi ve burada kendisiyle ilgili doğrudan, somut ve gerçek bir içgörü sunabilir. Bu tür farkındalıklar her zaman hoş olmayabilir, bu yüzden bu müdahalelerin hassasiyetle ve güçlü bir terapötik ittifak zemininde yapılması gerekir. Aksi halde hasta, eleştirilmiş ya da cezalandırılmış gibi hissedebilir.

    Yorumlama

    Psikodinamik yorumlamayla ilgili olarak bazen yoğun bir kaygı ortaya çıkabilir; çünkü bu teknik bazen psikodinamik psikoterapinin ‘altın standart [gold standard] tekniğiolarak görülür. Gerçekten de psikodinamik tekniğin temel bileşenlerinden biridir.[6] Yorumlama, basit bir tanımla, hastanın daha önce farkında olmadığı bir şeyi onun farkındalığına getirmektir. Bu, hastanın bilinçdışı iletişiminin, anlatısı, serbest çağrışımları, rüya materyalleri ve ilişkisel dinamikleri aracılığıyla tercüme edilmesiyle gerçekleştirilir.[11] Yorum bir hipotezdir; mutlak bir gerçeklik olarak sunulmamalı ve ‘Yanılıyor olabilirim ama merak ediyorum…’ gibi ihtiyatlı bir biçimde ifade edilmelidir. Bu, hastanın buna katılmasına ya da katılmamasına olanak tanır. Bir hasta, bir yoruma olumlu tepki vermese bile, bu, yorumun yanlış olduğu anlamına gelmeyebilir (öyle de olabilir), yorum sadece yanlış bir zamanlamayla yapılmış olabilir.

    Bir tercümanın yabancı bir dili çevirmesi gibi, bilinçdışı materyalin yorumlanması hiçbir zaman tamamen doğru olamaz; çünkü bu süreç yorumu yapan kişinin süzgecinden geçer. Mutlak doğruluktan daha önemli olan şey, yorumun saygılı bir şekilde iletilmesi ve terapistin her zaman düzeltilmeye açık olmasıdır.[11] Winnicott, ‘Samimi bir çabayla sunulan yorumların nadiren hastayı incittiğini, hataların çoğunlukla insan çabasının sınırlılıklarıyla ilgili eksikliklerden kaynaklandığını’ söyleyerek yeni terapistlere cesaret verici bir tavsiyede bulunur.[24] Yeni başlayan terapistlerin şunu bilmesi faydalı olabilir: Yorum doğru olmasa veya yorumun zamanlaması uygun olmasa bile, yeter ki empatik ve temkinli bir dille ifade edilsin, hastaya zarar verme ihtimali düşüktür.

    Yorumlamanın Amacı Nedir?

    Yorumlamanın çeşitli amaçları olabilir. Öncelikle, ‘en basit hâliyle, yorumlamanın işlevlerinden biri hastaya onun iletilerinin -ne kadar tutarsız ya da karışık olursa olsun- anlamlı olduğunu iletmektir… birçok yorum, hastanın deneyimini doğrulama işlevi görür.’[11] İkinci olarak, yorum hastaya yalnız olmadığını iletebilir. Üçüncü olarak, daha önce de belirtildiği gibi, yorum farklı bir bakış açısı -yani üçüncü konum- sunabilir. Hastalar çoğu zaman diğerleriyle ilişki kurma biçimlerinde kökleşmiş ve farkında olmadıkları kalıplarla terapiye gelirler. Yorumlar, bu ilişki kalıplarını ve bu kalıpların altında ne olabileceğine dair hipotezleri nazikçe göstermek için kullanılabilir. Bu anlamda yorumlama, terapötik yüzleştirme ile örtüşebilir -burada önemli olan müdahalenin ne derinlikte yapılacağının belirlenmesidir. Bir yorum, sadece hastanın etkileşimlerinin bir yönünü işaret etmekten öteye geçmelidir. Örneğin, Klinik Örnek 5’teki Julie’ye dönelim. Terapist, Julie’nin seans aralarında ona hediye verme eğilimine dikkat çekmişti. Bir yorumlamada terapist aynı yüzleştirme cümlesiyle başlayabilir: ‘Bunun arkasında ne olabileceğini merak ediyorum…’ ve ardından yorumlayıcı bir boyut ekleyebilir: ‘… ve acaba bu, benim gitmemle mi bağlantılı? Hatırlıyorum, partneriniz hafta sonu bir yere gittiğinde kendinizi terk edilmiş hissettiğinizi söylemiştiniz.’

    Pratikte iyi bir yorum, hastanın bununla çalışabileceği doğru bir zamanda yapılmalıdır. Bazen bir yorum doğru olabilir ama hasta henüz bunu içselleştirmeye hazır olmayabilir. Peki terapist zamanlamanın doğru olup olmadığını nasıl anlayabilir? Bu konuda katı bir kural yoktur. Bazen, yorum yapılacak bilinçdışı mesele odadayken ‘canlı’ ise, hasta açısından kavranması daha kolay olabilir. Diğer bazı hastalarda ise, odadaki duygular çok yoğunken yapılan bir yorum fazla doğrudan algılanabilir (örneğin, ‘mış gibi’ niteliği olmadan) veya rahatsız edici ya da müdahaleci hissedilebilir; bu tür hastalarda ‘demiri soğukken dövmek’ daha faydalı olabilir.[25] Kısmen de olsa, bu bir deneme meselesidir: Terapist ne olduğunu düşündüğüne dair ihtiyatlı bir öneride bulunur ve ardından hastanın tepkisini gözlemler. ‘Yanılıyor olabilirim ama merak ediyorum…’ gibi ifadeler içeren yorumlar, hastaya terapistin onu düşündüğü hissini verirken aynı zamanda ona itiraz etme özgürlüğü de sunar.

    Aktarım yorumları (yorumlamaların sadece bir biçimi) söz konusu olduğunda, genel kural şudur: Hasta düzenli olarak seanslara geliyor ve konuları açıkça araştırıyorsa, aktarımı yorumlamaktan pek fazla bir kazanç olmayabilir. Bu, Freud’un, aktarım ancak terapötik sürece direnç gösterdiğinde yorumlanmalı tavsiyesiyle uyumludur.[1] Freud bu uyarıyı, terapistin daha ilk seansta ‘çözümleri hastanın yüzüne fırlatma’ eğilimine karşı önlem olarak geliştirmiştir.[1] Daha Klein’cı bir yaklaşım ise aktarımı daha erken aşamada yorumlamayı savunur.

    Terapötik ilişkide bir kopukluk gibi sorunlar ortaya çıktığında, olanları söze dökmek ve birlikte çalışarak çözmeye çalışmak önemlidir. Bu süreç yorumlamayı da içerebilir. Örneğin: ‘Acaba seansa zamanında gelmekte zorlanmanızın sebebi, terapinin sizi savunmasız ve açık hissettirmesi olabilir mi?’ Duruma göre, terapist şöyle devam edebilir: ‘… ve belki bu, geçmişte savunmasız olduğunuzda bunun size karşı kullanıldığı zamanları hatırlatıyor olabilir mi?’

    Lemma’nın dediği gibi, ‘İyi bir yorum sade, net ve şeffaftır.’[11] Yorumun nereden geldiğini hastaya göstermek ve terapistin zihinsel süreçlerini görünür kılmak faydalıdır -işte buna ‘şeffaflık [transparent]’ denir. Terapinin hedeflerinden biri, kişinin kendini ve davranışlarını anlamlandırmak için kendini düşünme, yani öz-düşünüm ve analiz yeteneğini geliştirmektir. İyi bir yorumla terapist bu süreci modelleyebilir.[11] Seans boyunca –doğru bile olsalar– zekice yorumlarla konuşmayı doldurmanın pek bir anlamı yoktur; çünkü bu, hastanın kendi zihinsel durumlarını ve onlara verdiği tepkileri düşünmesine ve üzerine kafa yormasına yardımcı olmaz.

    Malan’a göre, seans sırasında duyguları çok yakından takip etmek, yorumun hasta için anlamlı olup olmadığını belirlemeye yardımcı olur.[26] Yorum gerçekten yerine ulaştığında, terapist ve hasta arasındaki bağın derinleşeceğini ve anlatıda, yorumun işlevselliğini doğrulayan yeni materyallerin ortaya çıkacağını söyler. Bu tür doğrulayıcı unsurlar olmadan, sadece yüzeysel bir onay almak, hastanın uyumlu davranışından ibaret olabilir. Buna karşılık, yorumla bilinçli olarak hemfikir olunmaması ama ardından bilinçdışı düzeyde yeni materyallerin ortaya çıkması, yorumun doğru olduğunu gösterebilir. Bu nedenle, bir yorumun anlamlı olup olmadığını belirlemenin yararlı bir yolu, yapıldıktan sonra hastanın ne hakkında konuştuğunu dikkatle dinlemektir.

    Yorum Türleri

    Yorumlamanın çeşitli biçimleri vardır. Bir yorum, terapistin ‘hasta bağlantıyı görmediğinde farklı fenomenler arasındaki bağlantıları işaret etmesi’ şeklinde olabilir.[5] Diğer zamanlarda ise, terapist karşı aktarımı kullanarak bastırılmış duyguları temkinli bir şekilde keşfetmeye çalışabilir. Şimdi iki yorum türünü daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz: aktarım dışı yorumlar [extra-transference interpretations] ve aktarım yorumları [transference interpretations].

    Aktarım-Dışı Yorumlar

    Bazen ‘yeniden yapılandırıcı yorumlar [reconstructive interpretations]’ olarak da adlandırılan aktarım-dışı yorumlar, hastanın şimdiki yaşamı ile çocuklukta yaşadığı deneyimler arasında bağlantı kurar. Seans dışındaki etkileşimlerle, hastanın büyürken yaşadığı aile deneyimlerine dair anlattıkları arasında açık bir ilişki kurar. Örneğin: ‘Sanırım patronunuzun sizi kullanmasından ve potansiyel olarak sizi istismar etmesinden endişe ediyorsunuz, çünkü bu, bana anlattığınız çocuklukta babanızla yaşadığınız bazı deneyimlerle bağlantılı olabilir.’

    Aktarım Yorumları

    Bu yorum türü burada ve şimdiye referans verir ve hastanın terapistle olan ilişkisine açıkça değinir. Bu tür yorumlar, hastanın terapistle (dolayısıyla belki de başkalarıyla) nasıl ilişki kurduğunun daha çok farkına varmasına yardımcı olabilir. Aktarım yorumlarının içeriği, hastanın seans sırasında ne hakkında konuştuğu, bunu nasıl ifade ettiği ve genel olarak odada oluşan atmosferden çıkarımlarla belirlenir. Hastalar aynı şeyi çok farklı şekillerde söyleyebilirler, bu yüzden terapist bu farklılıkları dikkate alabilmelidir. Bir aktarım yorumu şöyle olabilir: ‘Geçmişte yaşadığınız acı verici deneyimleri konuştuğumuzda benim size karşı sabırsız ve öfkeli olmamdan endişe ediyor olabilir misiniz? Belki de bu yüzden seanslarımıza zamanında gelmekte zorlanıyor ve buradayken endişeli hissediyor, konuşmakta zorlanıyorsunuz’. Burada terapist, bu yoruma ulaşmak için hangi adımları attığını açıklar. Lemma şöyle der: ‘Yeniden yapılandırıcı bir yorum, hastanın davranışının kökenini kesin olarak geçmişe yerleştirir… Buna karşılık, bir aktarım yorumu daha cesurdur: Hastayı, terapötik ilişkinin doğrudanlığı içinde, ne kadar rahatsız edici ya da acı verici olursa olsun, duygusal tepkisini incelemeye davet eder.’[11] Bu, hem hasta hem de terapist için kaygı verici olabilir, çünkü bu tür konuşmalar toplumsal normların dışında kalabilir. Ancak bir aktarım yorumu hem doğrudan hem de yoğun duygular içerdiğinden, hastaya önemli içgörüler kazandırabilir ve değişim için gerekli araçlar sunabilir.

    Bu iki yorum türü arasındaki ayrım, Malan’ın çalışması ve onun geliştirdiği iki üçgen modeli ile daha da netleşebilir. Bu modele bir sonraki derinlemesine çalışma bölümünde değinilecektir.

    Derinlemesine Çalışma

    Yukarıda açıklanan teknikler nadiren anında işe yarar ve herhangi bir değişiklik büyük olasılıkla geçici olacaktır. Derinlemesine çalışma [working through], terapi seansları boyunca hastanın kendisiyle ve diğerleriyle nasıl ilişki kurduğunu tanıma sürecinde desteklenmesi ve bu içgörüyü yeni ilişki kurma yollarını keşfetmek için kullanabilmesini ifade eder (bkz. ayrıca Bölüm 8, ‘Terapinin Orta Aşaması’ bölümü). Malan, bir psikoterapi seansının ilerleyişi sırasında, terapistin hastanın farklı durumlarda ilişki kurma yolları arasında bağlantılar kurmasına yardımcı olmak amacıyla iki üçgen modeli geliştirmiştir (Bkz. Şekil 7.1). Bu üçgenler, aktarımın, karşı-aktarımın, hastanın temel nesne ilişkilerinin ne olduğunun anlaşılmasına ve dolayısıyla derinlemesine çalışmanın desteklenmesine yardımcı olabilir.

    Şekil 7.1 Malan üçgenleri. Savunma üçgeni (sol); kişi üçgeni (sağ).
    Malan (1995)[26]’dan alınarak yeniden üretilmiştir (STM izin yönergeleri doğrultusunda).

    İlk üçgen ‘savunma üçgeni [triangle of defence])’ olarak bilinir. Bu üçgen, 2. Bölüm’de açıklanan çatışma modeliyle yakından ilişkilidir ve gizli duyguların (çoğu zaman dürtüsel olan) anksiyete yarattığını ve bunun sonucunda hastada savunmacı davranışlara yol açtığını açıklar (Bkz. ayrıca Bölüm 11: Anksiyete). Bu gizli duygular, hastanın içsel nesneleriyle ilişkilidir.

    İkinci üçgen ‘kişi üçgeni’dir [triangle of person]. Üçgenin üç ucu Ötekiyi [Other], Terapisti [Therapist] ve Geçmişi [Past] temsil eder. Hastalar genellikle mevcut yaşamlarında yaşadıkları sorunlar nedeniyle terapi ararlar. Bu sorunlar, zorlayıcı ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkan semptomlar olabilir ya da daha net şekilde tanımlanmış ilişkisel sorunlar olabilir. Bu güncel yaşam sorunları, üçgenin Öteki ucuyla temsil edilir. Terapide, başlangıç seanslarında terapistin bu alanı keşfetmesi hastaya genellikle anlamlı gelir.

    2. Bölüm’de anlatılan 45 yaşındaki diş hekimi Andrew’u ele alalım. Terapist, başlangıçta Andrew’un depresif duygularını keşfetti; bu duyguların ne zaman başladığını ve hangi yaşam olaylarının bunları artırdığını inceledi. Andrew, karısı tarafından kariyerinde yeterince başarılı olamadığı için değersiz ve eleştirilmiş hissettiğini, yöneticisi tarafından ise küçümsendiğini ve sevilmediğini düşündüğünü anlattı. Terapistin bu keşif çalışması, üçgenin Öteki ucunu araştırmasına örnektir.

    Üçgenin Geçmiş ucu, hastanın çocukluk deneyimlerine dair algısını temsil eder. Andrew’un geçmişinde, istenmeyen bir çocuk olduğunu düşündüğü, annesinin onu açıkça eleştirdiği ve reddettiği, ablasını daha çok sevdiği anlatımları bulunur.

    Dolayısıyla, bir aktarım-dışı/yapılandırıcı yorum, Andrew’un şu an yaşadığı yönetici ve eşiyle olan zorlukları (Öteki) ile annesiyle geçmişte yaşadığı reddedilme hissi (Geçmiş) arasında bağlantı kurabilir. Bu bir Öteki-Geçmiş bağlantısıdır.

    Bu örnek, terapistin bir seansı yapılandırmak için üçgenleri nasıl kullanabileceğini gösterir -terapist tekrar eden ilişki sorunlarını ya da temaları dikkatle dinleyerek, anlatının hangi uca ait olduğunu saptayıp gerektiğinde iki ya da daha fazla üçgen ucunu birbirine bağlayan müdahalelerde bulunabilir.

    2. Bölüm’deki Andrew örneğine geri dönecek olursak; terapinin ilerleyen aşamalarında, Andrew giderek terapistin kendisinden hoşlanmadığına ve onunla çalışmak istemediğine ikna oldu. Terapiste, okunması zor, karalanmış yazılarla dolu sık mektuplar yazmaya başladı ve terapistin onu değerli bulup bulmadığını, onunla çalışmaya devam etmek isteyip istemediğini sorgulayan güvence arayışına girdi.

    Bu noktada, terapistin Andrew’a seni seviyorum türünde güvence vermesi cazip olabilirdi. Ancak bu tür bir yaklaşım, Andrew’un kaygılarını yüzeyin altına itmiş olurdu ve onun başkalarıyla kurduğu ilişkideki alışıldık kalıpları fark etmesine yönelik değerli bir fırsat kaçırılmış olurdu. Terapist bu dinamiği yumuşak bir gözlemle ifade ederek, Andrew’un insanlara genellikle kendisinden hoşlanmayacakları ve onu reddedecekleri varsayımıyla yaklaştığını gösterebilir. Bu, terapist ile geçmişte annesiyle yaşadığı deneyimler arasında bir bağlantı kurar. Bu örnek, bir aktarım yorumu olup Aktarım-Geçmiş bağlantısına örnektir.

    Son olarak, Öteki ile aktarım arasında bir bağlantı kurulabilir. Andrew’un eşiyle yaşadığı deneyim ile terapistle ilişkisindeki algısı arasında açık bir benzerlik vardır. Gördüğümüz gibi, zamanla terapi sürecinde, üçgenin üç ucunda da aynı temel ilişkisel dinamikler ortaya çıkabilir (Bkz. Şekil 7.2). Bu, hastanın kendisiyle ve diğerleriyle ilgili bilinçdışı zihinsel temsillerinin tüm ilişki alanlarında nasıl tekrarlandığını gösterir. Molnos’un yaklaşımını takip eden bu şemada, iki üçgenin birleştirildiği görülür -oklar, çatışma üçgeninde tanımlanan temel dinamiklerin tüm kişilerarası bağlamlara nasıl yansıdığını gösterir.[27]

    Şekil 7.2 Malan’ın iki üçgen yaklaşımı kullanılarak ‘Andrew’ için yapılan formülasyon. SAGE ve Wiley’den alınan izinle Leiper ve ark. (2004)[19] ile Molnos (1984)[27]’ten uyarlanmıştır. Telif hakkı SAGE (2004) ve Wiley (1984)’e aittir.

    Malan’ın üçgenleri, terapistin (ve dolaylı olarak hastanın) başlangıçta karmaşık görünen anlatı, duygu, semptom, savunma gibi unsurları düzenlemesine ve anlamlandırmasına yardımcı olabilir. Terapist, örneğin bir kişinin savunmaları belirginse (çatışma üçgeninin sol üst noktası) fakat duyguları net değilse, özellikle duygulara kulak kabartabilir veya savunmaların arkasındaki itici güçleri hastayla birlikte araştırabilir. Kişi üçgeni, hastanın iki veya daha fazla ilişki bağlamında benzer biçimde nasıl davrandığını birbirine bağlayan yorumlar yapmasına destek olabilir -bu da hastanın tekrar eden kişilerarası kalıplarına ve bu kalıpların oluşmasında kendi rolüne dair içgörü kazanmasına zemin hazırlar.

    Dirençle Çalışmak

    Bu son bölümde, terapi sürecinde direnç olgusuyla klinik olarak nasıl çalışılacağı ele alınmaktadır (direncin tanımı ve kuramı için bkz. Bölüm 2). Kısaca direnç, terapide yaşanan gelişmeler sonucunda hastanın savunmalarının harekete geçmesi durumudur. Direnç terapinin herhangi bir aşamasında ortaya çıkabilir. Bu bölümdeki temalar, özellikle ‘Terapinin Orta Aşaması’ bölümünün yer aldığı 8. Bölüm ile birlikte okunabilir.

    Çoğumuzun da farkında olduğu gibi, değişmek zordur. Bazen bir kişinin mevcut işleyiş biçiminin mutsuzluğa yol açtığı çok açık olabilir; yine de, tüm kanıtlar bu davranış biçimlerinin yararsız olduğunu gösterse bile kişi eski kalıplara geri çekilir. Kendi terapi deneyimine sahip olanlarımız, işleri farklı şekilde yapmaya çalışırken bu zorlukla yüzleşmiştir. Peki bu neden böyledir? Bunun birkaç farklı nedeni olduğu düşünülmektedir; ancak temel nedenlerden biri, yeni ilişki kurma yollarını denemenin çok riskli hissettirmesidir. Bu, kişinin kendini savunmasız bırakması ve bazı şeylerden vazgeçmesini gerektirebilir. Bu durumu özetle ‘tanıdık şeytan bilinmeyenden iyidir’ şeklinde ifade edebiliriz. Leiper ve Maltby, Fairbairn’den yola çıkarak şunu açıklar: Mevcut ilişki kurma biçimlerimiz, geçmişte zorlukla oluşturulmuş bir uzlaşmayı yansıtır; her ne kadar acı verici olsa da bu kalıplar o zamanın koşullarında elimizden gelenin en iyisiydi… Kötü ilişkiler bile dünyada ince bir güvenlik ve bağlantı hissi sağlar.’
    [19]

    Direnç, zaman zaman terapinin önünde bir engel olarak yanlış anlaşılmıştır; buna bağlı olarak da direncin aşılması ya da kırılması gerektiği gibi bir düşünce oluşmuştur. Oysa direnç, hastanın kullandığı savunma mekanizmalarının dışavurumu olduğundan, tüm hastaların savunmaları olduğu gibi hepsi de bir noktada direnç gösterecektir. Hastanın direnci nasıl gösterdiğini araştırmak ve bu direncin nereden geldiğini anlamak, onun kişilerarası ilişkilerde nasıl işlediği hakkında değerli bilgiler sunar. Gabbard’ın ifadesiyle, ‘belki de en önemli ilke, direnci gizleyen değil açığa vuran bir olgu olarak görmektir. Direnç, hastaların kim olduklarını bize gösterme biçimidir. Hastalar psikoterapiyi bizim nasıl olması gerektiğini düşündüğümüz gibi değil, kendi yapmaları gereken şekilde yapmak zorundadır. Direnç hastanın “kötü” davranışı değildir.’[5]

    Çoğu zaman hasta, bilişsel olarak sorunlarının ne olduğunu ve bunların nereden geldiğini kolayca anlayabilir; ancak mevcut ilişki kurma biçimini değiştirebilmek için terapide çokça tekrar gerekir. Dirençle çalışırken gerekli olan bu tekrar süreci, önceki bölümde anlatılan derinlemesine çalışma süreciyle yakından bağlantılıdır. Değişim sürecindeki tekrar ihtiyacını kavramsallaştırmak, alışılmış olma biçimlerinden vazgeçmenin, eski kendiliğin ve eski nesne ilişkilerinin kaybı için bir yas çalışmasını gerektirdiğini anlamaktır (bkz. 8. Bölüm, “Yas” bölümü). Bu süreç çaba ve zaman gerektirir çünkü eski ilişki kurma biçimlerinden vazgeçmek kaygı ve üzüntü duygularını tetikler; bu, mevcut ilişki kalıpları hasta için bazı yönleriyle sorunlu olsa bile geçerlidir.[19] Bu görev teknik olarak, daha önce açıklandığı gibi, terapistin kapsayıcı ve empatik olması kadar aynı zamanda olup biteni gözlemleyebilmesini sağlayacak uygun bir mesafeyi de koruyabilmesini gerektirir.

    Direnç bazen kendiliğinden ortaya çıkıyor gibi görünebilir, bazense terapide olup bitenlerle açıkça bağlantılıdır; kimi zaman belirli bir müdahale sırasında ya da müdahalenin hemen sonrasında ortaya çıkabilir. Bu nedenle terapist, her an dikkatini dirence çevirmeye hazırlıklı olmalıdır. Bazı hastalarda, hatta çoğunda, direnç gelişimsel değişimin her adımına eşlik eder.

    Greenson (1967) dirençle çalışmak için faydalı bir strateji özetlemiştir. Uyarlanmış haliyle şu adımları içerir:

    – Hastanın direnç gösterdiğini ve ne yaptığını fark edin.

    – Kendinize ve hastaya şu soruları sorun: Ne bastırılıyor? Bu direnç ne işe yarıyor? Örneğin, hasta hangi duygudan, kayıptan ya da düşünceden kaçınmaya çalışıyor?

    – Hastanın bunu neden yapmaya ihtiyaç duyduğunu birlikte düşünün ve onun çıkmazına empatiyle yaklaşın.

    Terapinin başlangıç aşamalarında direnç çeşitli şekillerde kendini gösterebilir. Örneğin, kişi bilinçdışı bir şekilde rolleri tersine çevirip terapiste birçok soru sorabilir ya da ondan tavsiye isteyebilir; bu, ‘hasta’ konumunun getirdiği savunmasızlığa karşı bir korunma biçimi olabilir. Seanslarda uzun sessizlikler ya da düşünmeye yer bırakmayan yoğun konuşmalar da olabilir. Genellikle bu tür dirençler, hasta terapi ortamına alıştıkça azalır -özellikle terapist temel ilkeleri takip eder, terapötik çerçeveyi ve sınırlarını korumaya özen gösterirse. Ancak bazı dirençler kalıcı olur ve bunları ele almak önemlidir (bkz. Klinik Örnek 8).

    Klinik Örnek 8 Anna: Dirençle çalışmak

    Şimdi, 2. Bölümde (Örnek 3) bahsi geçen psikiyatri hemşiresi Anna örneğine, terapi sürecinin ortalarına denk gelen bir noktadan tekrar dönüyoruz. Anna, mücadelelerini saklama biçiminin onu depresyona sürüklediğini entelektüel olarak anlıyordu; ancak dış dünyaya sunduğu güvenilir, sağlam bakımveren rolünden ödün vermeye hiçbir şekilde hazır değildi. ‘Bir daha asla savunmasız olmayacağım’ diyordu. Onun savunmaları (kendi bakım ihtiyaçlarını bastırması), güçlüydü; değişime karşı direnci belirgindi ve çocukken yaşadığı aile dinamikleri göz önüne alındığında bu direnç anlaşılabilirdi.

    Değişim, onun kaygılarına karşı sürekli bir empati süreciyle mümkün oldu. Bu, terapistin onun günümüzde karşılanmamış ihtiyaçlarını açığa çıkarmanın ne kadar korkutucu olduğunu kabul etmesini ve bilinmeyenle yüzleşme korkusunu anlamasını içeriyordu. Yılın üçte ikisi geçmişken yapılan bir seansta terapist, bir yandan Anna’nın yeni ilişki kurma biçimlerinin mümkün olmasını arzuladığını ve terapiye bu değişimi arayarak geldiğini dile getirdi. Öte yandan terapist, Anna’nın aynı zamanda güvenilir ve alışıldık ilişki kalıplarına ne kadar sıkı tutunduğunu ve bunları bırakmak istemediğini de fark etti. Anna bu yaklaşımla anlaşıldığını hissetmiş gibiydi. Bu oturumun ardından Anna, bir sonraki seansa biraz daha ‘hafiflemiş’ bir şekilde geldi. Görünüşe göre bu anlayış, onun kendini güvende hissetmesini sağlamış ve paradoksal olarak da olsa, farklı bir şekilde hareket etme kapasitesini harekete geçirmişti.

    Bir dönüm noktası, Anna’nın içsel mücadelelerinin bir kısmını patronuna açma riskini göze alabilmesiyle yaşandı. Geçmişte insanlardan gördüğü çöküş tepkilerinin aksine, patronu bu açıklamayı sempati ve sağlamlıkla karşıladı.

    İşte direnç dışa vurulduğunda sıkça karşılaşılan bazı yollar ve terapistin bu durumlara nasıl yanıt verebileceğine dair olası yaklaşımlar:

    Sağlığa Kaçış

    Bu durum, hasta sadece birkaç seansa katılmış ve ortada belirgin bir değişiklik yokken kendini daha iyi hissettiğini söylediğinde ortaya çıkar. Böyle bir durumda, hastanın hem dış yaşamında hem de terapi sürecinde neler olup bittiğini daha derinlemesine keşfetmeye çalışabiliriz. Hâlâ mevcut sorunlar var mı? Hasta artık semptomlara sahip olmamaktan dolayı rahatlamış hissedebilir, fakat eğer altta yatan sorunlar değişmemişse bu semptom rahatlaması muhtemelen kalıcı olmayacaktır. Bu nedenle, terapist, hasta terapiden ayrılmaya karar verirse bunu hâlâ devam eden meseleler hakkında belli bir içgörü kazanarak yapmasını sağlamaya çalışır.

    Sessizlik

    Sessizlik terapist için sıklıkla kaygı verici olabilir. Terapisti klinik bir ikilemde bırakabilir: Sessizliğin çok uzun sürmesini istemez, ama aynı zamanda da çok yönlendirici olmak istemez. Bu ikilemi hastayla paylaşmak yardımcı olabilir: ‘Bugün çok konuşmuyorsunuz ve sessiz kalmayı mı tercih ettiğinizden emin değilim… yoksa konuşmak istediğiniz ama başlamanın zor olduğu bir şey mi var?’

    Zamanı Takip Etme

    Bazen hastanın seansa geç gelmesi geçerli nedenlere dayanabilir, ancak bazen bir geç kalma düzeni belirginleşir. Eğer bu oluyorsa, gerçek düzenin ne olduğunu tespit etmeye çalışın ve ardından bunu hastanın dikkatine sunun. Ayrıca, hasta geç kaldığında terapistin içinde uyanan karşı-aktarımları izlemek ve bu duyguları bir müdahale çerçevesi olarak kullanmak da faydalı olabilir (Bkz. Klinik Örnek 9).

    Uygulamada, bir hasta seansa geç kalırsa, terapist belirlenen seans süresine sadık kalmalıdır -özellikle gecikmenin nedenleri ikna edici görünüyorsa seansı uzatmak cazip gelebilir. Duruma bağlı olarak, terapist şöyle diyebilir:

    ‘Bugün geç kalmanızın gerçek ve pratik nedenleri olduğunu anlıyorum. Ama acaba başka nedenler de olabilir mi?’

    Ya da hastayla daha kısa bir seansın onun için nasıl bir deneyim olduğunu araştırabilir (örneğin hasta, rahatlama, suçluluk ya da eksik kalmışlık hissedebilir). Bu tür bir müdahale, hem hastanın dış yaşamını hem de altta yatan direnci ele alır ve böylece direnci araştırmayı hasta için daha kabul edilebilir hale getirir.

    Klinik Örnek 9 Emily: Geç Kalma

    Emily, ilk başvurusunu dramatik bir intihar girişimiyle yapan bir hastaydı. Bir seansta kendine zarar verme fantezilerini anlatmış, bir sonraki seansa ise 30 dakika geç gelmişti. Bu 30 dakika boyunca terapisti korkmuş ve paniğe kapılmıştı. Bu karşı-aktarım (countertransference), terapiste hastasının ayrılıkla ilgili yaşadığı korkunç duygular hakkında bir içgörü sunmuş olabilirdi.

    Terapist, bu karşı-aktarım duygularını rehber alarak, Emily’nin seans sonlarını nasıl deneyimliyor olabileceğini dikkatlice araştırdı. Hasta, seanslar arasındaki sürede kendini umutsuz hissettiğini kabul etti. Bu konuda onunla konuşmak, terapötik ittifakı güçlendirdi ve Emily’nin davranışlarının başkaları üzerindeki etkileri hakkında daha duyarlı bir keşfe imkân tanıdı. Bu sayede hasta, ilişkilerde neden zorluk yaşadığını daha iyi kavradı. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Terapist kendi duygularını doğrudan, işlenmemiş biçimde paylaşmadı; bunun yerine bu duyguları, hasta tarafından terapiste yansıtılıyor olabilecek şeyleri düşünmek için kullandı.

    Kaçırılan Seanslar

    Kaçırılan seanslar hakkında düşünürken, önceden planlanarak iptal edilen bir seansla haber verilmeden kaçırılan bir seans arasında fark olabilir. Plan dışı şekilde bir seansın kaçırılması, hastanın aktif direncine işaret edebilir. Böyle bir durumda, hastayla iletişime geçmek, seansa gelemediği için üzgün olunduğunu bildirmek ve bir sonraki seansa gelmesini teşvik etmek iyi bir fikir olabilir. Ancak bunun kesin bir kural olmadığı ve uygulamanın terapistten terapiste ve hastanın özel ihtiyaçlarına göre değişebileceği unutulmamalıdır.

    Ayrıca, herhangi bir iptal, gecikme veya kaçırılan seansın terapistte yarattığı duygusal etkinin de not edilmesi faydalı olabilir; çünkü bu, hastanın içsel dünyası hakkında değerli bilgiler sağlayabilir.

    Eyleme Dökme

    Freud (1914) şöyle yazar: ‘Hasta, bastırdığı ve unuttuğu şeyleri hatırlamaz ama onları eyleme döker. Onları bir anı olarak değil, bir davranış olarak yeniden üretir; tekrarlar, ancak tekrar ettiğini bilmeden.’[30]

    Eyleme dökme [acting out], analitik ortamın dışında gerçekleşen olayları tanımlamak için kullanılır ve bir direnç biçimi olarak düşünülebilir; çünkü hasta kendini gözlemleyip kendi üzerine düşünmekten ziyade aktif olarak bir şey yapmaktadır. Örneğin, terapistin seans sırasında yaptığı bir yorumdan öfkelenen bir hasta, eve dönerken bir otobüs şoförüyle tartışmaya girebilir. Eyleme dökme genellikle aktarım ile ilişkilidir. Ancak burada bir uyarı gerekir -seans dışındaki her şey aktarım ile bağlantılı değildir. Her olayı kendine bağlamaya çalışan bir terapist, hastaya yapay, empati yoksunu ve sinir bozucu görünebilir.

    Sonlanma Aşamasında Direnç

    Terapinin sonlanması sıklıkla ayrılık kaygısını tetikleyebilir ve bu da hastada ikircikli hisler [ambivalent feelings] doğurabilir. Bu duygular bilinçdışı olarak kabul edilemez hissedildiğinden savunulabilir ve direnç biçiminde kendini gösterebilir. Bu dirençten kaynaklanan davranışlar arasında seansları kaçırmak, hastanın ilk belirtilerinin geri dönmesi ya da kötüleşmesi ve konuşacak bir şey bulmakta zorlanma sayılabilir. Hastalar ayrıca hemen bir başka terapist bulmaya çalışabilirler -bunu kendi başlarına yaparak ya da hemen bir yönlendirme talep ederek. Bu, kayıp ya da terk edilme ile ilgili acı verici duygulardan kaçınma girişimi olarak görülebilir.

    Bu duygular, terapinin planlanan sonlanmasından önceki süreçte yeterince araştırılmalıdır ki hasta bu kaybın yasını tutma fırsatına sahip olabilsin. Bu konu, 8. Bölümdeki ‘Sonlandırma Aşaması’ kısmında daha ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.

    Sonuç Notları

    Bu bölüm, psikodinamik psikoterapi tekniklerini, destekleyici uçtan daha dışavurumcu (yorumlayıcı) uca kadar geniş bir yelpazede özetlemiştir. Bu, içsel nesne ilişkilerini açıklığa kavuşturmak için aktarım ve karşıaktarımın kullanılmasını; ayrıca bunları hastanın dikkatine sunmak amacıyla yorumlama ve diğer yaklaşımların nasıl kullanılacağını da içermektedir. Psikodinamik teknikleri yelpazenin tamamında anlamak ve dikkate almak, terapötik iş birliğini geliştirmek, direnci ele almak ve hastayla birlikte hem başkalarıyla hem de kendisiyle ilişkilenme biçimlerini keşfetmek ve yeniden yapılandırmak açısından önemlidir.

    Psikodinamik psikoterapide kullanılan teknikler, bağlı oldukları kuramsal temellerden büyük ölçüde etkilenir ve terapi sürecinin her aşamasında her bir hastanın ihtiyaçlarına ve özgünlüklerine göre uyarlanmalıdır.

    Son olarak, Leiper ve Maltby’nin ifadesiyle: ‘Eski hayaletler aktarım sürecinde çağrılır ve serbest bırakılır; umulan, onların nihayet huzura kavuşturulabilmesidir.’[19]

  • Psikodinamik Psikoterapinin Destekleyen Teorisi (2. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 2. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Psikodinamik teori özünde insanların ve ilişkilerinin altında yatan dinamiklerle ilgilenir. Psikanalitik teori çok çeşitli konuları kapsar ve 4. Bölümde tartışıldığı gibi, çok fazla örtüşme, ancak farklılıklar da içeren çeşitli ‘ekoller’ vardır. Bu nedenle, bu teori bölümü hiçbir şekilde kapsamlı olamaz, ancak bu zengin alana erişilebilir bir giriş olarak tasarlanmıştır. Psikodinamik terapinin çeşitli yönlerinden yararlanır ve zaman zaman bunları bütünleştiririz, klinik uygulamada teorinin özellikle yararlı bulduğumuz yönlerine odaklanırız.

    Yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal adaletsizlik gibi olumsuz sosyal koşullar insan ilişkileri üzerinde büyük bir etkiye sahiptir ve çocuklukta olumsuz kişilerarası deneyimlerle bağlantılıdır. Bu boyut, insan gelişiminin anlaşılması için hayati öneme sahiptir, tıpkı çocuklukta yaşanan ihmal, istismar ve ailevi zorlukların bir kişinin sonraki fiziksel ve ruhsal sağlığı üzerindeki korelasyonun farkında olunması gibi.[1] Bu hususlar 15. Bölümde genişletilmiştir. Bu bölümün kapsamının ötesinde, savaş, yerinden edilme ve mülteciler hakkında insan gelişimi üzerindeki etkiler ve terapötik çalışmalar için çıkarımlar açısından bir anlayış bulunmaktadır (örneğin, R. K. Papadopoulos’un “Mülteciler, travma ve olumsuzlukla aktive olan gelişim”[2]).

    Bu bölüm boyunca, 1. Bölümde değinilen Freud’un çalışmaları da dahil olmak üzere erken psikanalitik teorinin bazı temel yönlerini genişleteceğiz. Daha sonraki psikodinamik teorisyenler, başlangıç ​​noktası olarak sıklıkla Freud’un psikanalitik fikirlerini kullanmışlardır ve kavramlarının çoğu, kullanım biçimleri sıklıkla değişmiş olsa da, çağdaş psikodinamik psikoterapide yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu bölüm, bölüm boyunca teorik kavramlardan bazılarını göstermek için kullanılacak klinik bir kısa öyküyle başlayacaktır.

    Klinik Örnek 1 Andrew
    45 yaşında bir diş hekimi olan Andrew, uzun süredir devam eden depresyon geçmişiyle terapiye geldi ve bu nedenle birkaç kez hastaneye kaldırıldı. Başlangıçta motive olmuş ve katılmaya istekli görünüyordu, ancak kısa sürede terapistin kendisinden hoşlanmadığına ikna oldu ve rahatlatıcı yanıtlar talep eden ve açıkça umutsuz bir vaka olduğu için taburcu edilmesini öneren çok sayıda mektup yazmaya başladı. Sonunda terapist hastayı görmekten korkmaya başladı ve terapiyi bırakacağını ummaya başladı.

    Hem hasta hem de terapist başlangıçta birlikte çalışmaktan mutluydu, peki burada ne olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bunu bölüm ilerledikçe inceleyeceğiz.

    Erken Dönem Gelişimin Önemi

    Bebeklik hayatımızda, tamamen başkalarına bağımlıyız. Temel ihtiyaçlarımızın nasıl karşılandığı ve ihtiyaçlarımızın doğası ve yoğunluğu ile aile ortamının kapasiteleri arasındaki ‘uyum’, benlik ve başkaları duygumuzun gelişiminde önemlidir. Başlamak için temel bir yer burasıdır, ancak aşağıdakilerin çoğu bununla ilgilidir. Bebeklik hayatımızda, tamamen başkalarına bağımlıyız. Temel ihtiyaçlarımızın nasıl karşılandığı ve ihtiyaçlarımızın doğası ve yoğunluğu ile aile ortamının kapasiteleri arasındaki “uyum”, kendilik ve ötekiler algımızın gelişiminde önemlidir. Başlamak için burası temel bir yerdir, ancak aşağıdakilerin çoğu bununla ilgilidir.

    Psikanalist ve nöropsikolog Solms’un açıkladığı gibi: “İnsan bebeği boş bir sayfa değildir; diğer tüm türler gibi, doğuştan gelen ihtiyaçlarla doğarız. Bu ihtiyaçlar [. . .] duygular olarak hissedilir ve ifade edilir.”[3] Nesne ilişkileri ve bağlanma teorisi (ilerleyen bölümlerde bakınız) bakım verenleri arama ve onlarla temas halinde olma konusunda merkezi bir insan ihtiyacını vurgular. Bir veya daha fazla bakım figürüyle yeterince güvenli, güvenilir bir ilişki geliştirmek, öğrenme, keşfetme, oyun oynama ve diğer ihtiyaçları ifade etme ve karşılama kapasitesini getiren güvenli bir temel sağlar (diğer doğuştan gelen ihtiyaçlar için Kutu 2.1’e bakın). Önemli bakım verenlerden ayrılmak panik olarak hissedilir ve onları kaybetmek umutsuzluk olarak hissedilir.[3]

    Birbirimizle ortak, doğuştan gelen ihtiyaçlarımız olsa da, bunların kişisel ifadesi ve karakteri bir bireyin mizacına göre değişir. Dahası, bebek ile etrafındakiler arasındaki etkileşimlerin doğası, bebeğin ihtiyaçlarını ve duygularını nasıl ifade ettiğini ve bunlarla nasıl ilişki kurduğunu etkiler.

    Kutu 2.1 Doğuştan gelen duygusal ihtiyaçlar

    – Bize bakan insanları istemek ve onlarla temas halinde olmak (yukarıda açıklandığı gibi)

    Diğer ihtiyaçlar şunları içerir (Solms’a göre[3]):

    – Dünyayı ve içindeki insanları keşfetmek ve onlarla etkileşim kurmak, çünkü bedensel ve duygusal hayatta kalmamız buna bağlıdır. Bu, ilgi ve merak olarak hissedilen bir “yiyecek arama veya arama veya ‘isteme’ içgüdüsüdür”.

    – “Başkalarına, özellikle de yavrularımıza bakım vermek ve onları beslemek”.

    – Diğer ihtiyaçlar arasında tehlikeli durumlardan kaçmak (korku olarak hissedilir) ve “ihtiyaçlarımızın tatmini ile aramıza giren” sinir bozucu şeyleri ortadan kaldırmaya çalışmak (öfke olarak hissedilir) yer alır. Cinsel partnerlere ihtiyaç vardır (şehvet olarak hissedilir), bunun zamanlaması bu bölümün kapsamının ötesinde karmaşık bir tartışmadır, ancak bunun ergenlik döneminde olgunlaştığını söylemek yeterlidir.

    Oyun ihtiyacı – Psikodinamik teori, oyun oynamayı yalnızca bilişsel ve motor gelişim için değil, aynı zamanda yaratıcılığı ve “geçiş alanlarını” geliştirmedeki önemi için de hayati öneme sahip olarak görür. İkincisi, oyun ve nesnelerin, bir ebeveynle erken dönemdeki yakın beslenme ve bakım ilişkisinden daha ayrı bir şeye geçiş olarak kullanılmasına atıfta bulunur. Suttie’nin tanımladığı gibi, oyun, “annenin bakım hizmetleri artık sunulmadığında veya gerekmediğinde kaybettiği arkadaşlarıyla güven verici teması” sağlar[4].

    Bebek gözlemi ve nörobilim perspektifinden, bebekler günlük yaşamında “bebeği yüksek düzeyde bilişsel ve sosyal bilgiye maruz bırakan birçok çok heyecan verici, duygu yüklü ve kısa kişilerarası olay” yaşar.[5] Bu, çoğunlukla yeterince iyi şekillerde işleyen aile hayatının sıradan süreçlerini ifade eder. Örneğin, bir bebeğin birine yakın olma ihtiyacı vardır ve bu nedenle ağlar. Bu, yaklaşan ve belki de bebeği tutan ebeveyn veya bakım veren tarafından fark edilir. Bu erken etkileşimler ve bu etkileşimlerin nasıl hissettirdiği üzerinden bebek yavaş yavaş kendi iç ve dış dünyası hakkında bir şeyler öğrenir.

    Psikiyatrist ve psikoterapist Gwen Adshead, insan ilişkilerinde duyguların iletişimi ve anlaşılmasının önemini şu şekilde açıklar: “Güçlü bir duygu yaşayan bir birey, bu deneyimi başkalarına aktarabilir (ve tam tersi de geçerlidir).”[5] Bu gözlemi açıklarken, Adshead, “başkasının duygusal deneyimine tanıklık edildiğinde ateşlenen”[5] ayna nöronlarının işleyişine ilişkin nörobilime başvurur[6]. Adshead devam eder:

    “Duygusal bağ ne kadar yakınsa, deneyim o kadar belirgin olur: Başkalarının, özellikle de yakın ilişki içinde olduğumuz kişilerin acısını hissederiz.[7] Hem insan hem de insan olmayan bebeklerin bakım verenleri, bağlanma ilişkileri yoluyla bu bebeklerin stres tepkilerini düzenlerler.”

    Çocuğun, bakım verenin çocuğun zihinsel durumlarını tanımasını deneyimlediği tekrarlanan etkileşim döngüleri yoluyla, bebek kendi duyguları üzerinde düşünme ve ayrıca başkalarının zihinsel durumları üzerinde düşünme kapasitesi geliştirir.[8] Buna “reflektif fonksiyon” veya “zihinselleştirme” denir. Bir kişi erken yıllarında bu reflektif becerileri ne kadar çok geliştirirse, büyüdükçe ilişkilerini yönetmeyi o kadar kolay bulur. Bu modern anlayışın kökleri daha eski psikodinamik teoride, özellikle Bion’un çalışmasındadır (bkz. Kutu 2.2). Güvenilen bir başkasıyla olan bu tür etkileşimler aracılığıyla duygular için bir kapsama (containment) bulma, yetişkinlikte farklı şekillerde devam eder – bu, terapötik ilişkiyi de kapsar (bu bölümde ilerleyen kısımlardaki “Kapsama” başlığına bakınız).

    Kutu 2.2 Bion ve kapsama

    W. R. Bion’un duygusal kapsama ve kapsayıcı/kapsayan kavramları, duygularımızı nasıl yönettiğimiz ve kendimizi nasıl tanıdığımız konusunda daha sonraki anlayışlar üzerinde etkili olmuştur. Bion, bebeğin dünyasını tamamen mutlu bir dünya olarak değil, bazen kafa karıştırıcı, garip ve yoğun duygularla dolu olarak ele alır. “Bir Düşünce Teorisi”nde (A Theory of Thinking) (1962) Bion, kapsama sürecini göstermek için bebeklikteki ölüm veya parçalanma korkusu örneğini kullanır. Bebek ve anne arasındaki ilişki “bebeğin, örneğin, ölmekte olduğu hissini anneye yansıtmasına ve [annede] geçirdiği süre bunu bebek ruhu için katlanılabilir hale getirdikten sonra bunu yeniden içe atmasına izin veriyorsa “normal” gelişimin gerçekleştiğini yazıyor.[9] Bu durumda anne “kapsayıcı”dır ve bebeğin kaygıları “kapsanmıştır”. Tersine, bu yansıtmalar tekrar tekrar kabul edilmezse, bebek “katlanılabilir hale getirilen bir ölüm korkusunu değil, isimsiz bir dehşeti” yeniden içe atabilir.

    Bir bebeğin reflektif becerilerini geliştirme süreci, nörogelişimsel faktörler, daha geniş sosyal koşullar ve ebeveynin kendi ve başkalarının duyguları üzerinde düşünme kapasitesi dahil olmak üzere birçok etkiye sahiptir. Bu son boyut ise ebeveynin kendi ebeveyni ile deneyimlerinden etkilenir. Bu nedenle, yeterince iyi olmaktan, sıkıntı ve yoksunluk döngülerine ve bunların arasındaki her şeye kadar uzanan kuşaklar arası ruhsal sağlık örüntüleri kavramı ortaya çıkar. Fonagy ve Allison,[10] bağlanma araştırmalarına dayanarak[11], aile koşullarının çocuğun “duyarlı bir bakım veren tarafından [yeterince iyi] bir şekilde anlaşılma ve düşünülme imkanından yararlanamadığı” durumlarda, çocuğun kendi duygularını ve başkalarının duygularını fark etme ve bunlar üzerine düşünme kapasitesinin gelişiminin tehlikeye girebileceğini açıklar. Daha uç noktada, bir çocuğun duyguları tekrar tekrar ilgisizlik, saldırı veya ihmal ile karşılandığında (örneğin, korkuları görmezden gelinirse), bunun çocuğun duygusal gelişimi üzerinde önemli olumsuz etkileri olabilir – hem çocuğun ilişki kurma şablonları hem de kapsanmayan duyguları yönetmek için geliştirdiği psikolojik savunmalar açısından.

    Winnicott’un açıkladığı gibi, ebeveyn-bebek uyumuyla ilgili olarak, ebeveynin veya bakıcının her etkileşimi “doğru” yapması gerekmez; bu ne mümkün ne de arzu edilirdir.[12] Aslında, “mükemmel” bakımı denemek, sıkıntı ve rahatsızlığın tolere edilemeyeceğini iletme olasılığı daha yüksek bir dinamik olabilir. Aile hayatında, terapide olduğu gibi, hatalar olur ve insanlar bazı şeyleri “yanlış” yapar. Bu durumlar, dış gerçekliklerle ve hayatın sıradan sınırlamaları ve hayal kırıklıklarıyla yüzleşmek için potansiyel fırsatlar sunmanın yanı sıra, kopmalardan sonra ilişkileri onarma deneyimleri sağlar. Dahası, Winnicott, diğerinin “yanlış anlaması” durumunda yaşanan hayal kırıklığının, bireyin diğerinden ayrı, kendi kişiliğine sahip olma duygusunu geliştirmesine yardımcı olabileceğini ileri sürer[12] – bu, o zaman bu konuda kendim bir şeyler yapmam gerekiyor, her şeyi benim yerime yapamazsın’ın kademeli olarak farkına varılması anlamına gelir.

    İçsel İlişkisel Dünyanın Gelişimi – Nesne İlişkileri

    İlk aylarımızda ve yıllarımızda bakım figürleriyle (dışsal “nesneler”) tekrarlayan karşılaşmaların etkisiyle, öğrenme yoluyla bu kişilerarası etkileşimlerin zihinsel temsillerini geliştiririz.[13] Kendi temsillerimize göre başkalarının ve dış dünyanın nasıl hissedildiğine dair zihinsel temsiller geliştiririz (“nesne temsilleri”), bu temsiller başkalarının temsillerine yöneliktir ve onlardan etkilenir (bkz. Kutu 2.3).

    Kutu 2.3 Nesne ilişkileri kuramının gelişimi

    “Nesnenin gölgesi egonun üzerine düşer.” Yas ve Melankoli, Freud[15]

    Bu 1917 tarihli makalede içsel nesneler fikrinin başlangıcı yer almaktadır. Freud, egonun bir yönünün nasıl dışsal bir ötekiyle özdeşleşebileceğini açıklar. Ego, “ben” olarak hissedilen deneyimin bir parçası için kullanılan bir terimdir.[16] Daha sonra, Freud yapısal modelinde, çocuk büyüdükçe, ebeveyn değerlerini benimsemiş egonun bir yönü tarafından “süperego”nun oluşturulduğunu öne sürdü (bu sürece “içselleştirme” denir). Süperego, zihnin diğer yönlerini etkiler ve onlardan etkilenir. Örneğin, bir kişinin süperegosu hiçbir zaman tatmin olmuyorsa ve egoya karşı sert eleştirilerde bulunuyorsa, egoyu eleştirilmiş ve yetersiz hissettiriyorsa, bu kişi “sert” bir süperegoya sahip olarak tanımlanabilir.

    Fairbairn (1. Bölümde tanıtılmıştır.) daha önceki teorisyenlerin üstüne ekleme yapar. Kişinin zihninin, birbirlerini etkilerken yarı bağımsız olarak işlev gören dinamik yönleri olduğunu varsayar. Bowlby’nin bağlanma teorisi yaklaşımının yönlerine benzer şekilde Fairbairn, büyürken, temel dış “nesnelerimizle” (yani bakım verenlerle) ilişkinin içsel bir modelini nasıl geliştirdiğimizi açıklar. Bu teorik fikirleri sürdüren Ogden (1983), içsel bir nesne ilişkisinin “egonun dinamik olarak bilinçsiz alt organizasyonlarından bir çiftini içerdiğini, birinin kendilikle, diğerinin de orijinal erken nesne ilişkisindeki nesneyle özdeşleştiğini” varsayar. “Egonun bu yönleri birbirleriyle belirli bir ilişki içindedir ve bu ilişkinin doğası bebeğin erken ilişkiye dair öznel deneyimi tarafından belirlenir.”[17] 4. Bölüm bu konuyu çağdaş bir nörobilim perspektifinden daha ayrıntılı olarak ele almaktadır.

    Dil

    “Nesne” terimi, bir cümlede bir özne ve bir nesnenin olduğu dilbilgisi ile bağlantılıdır, örneğin: “birinin sevgisinin nesnesi” (veya dikkat, nefret, korku, vb.). “Nesne” teriminin psikodinamik kullanımı, bir dürtünün nesnesine atıfta bulunan erken dönem Freudcu dürtü teorisinden türemiştir – genellikle bir kişi veya bir kişinin bir parçası. Terim, alanda varlığını sürdürmüş ve evrim geçirmiştir. “Nesne” kelimesi başlangıçta statik bir şeyin kavramını çağrıştırsa da psikodinamik terapide “nesne” ve “nesne ilişkileri” kelimeleri içsel ve kişilerarası yaşamımızın canlı dinamiklerine atıfta bulunur.

    Adshead’in açıkladığı gibi, bebek büyüdükçe, belirli bir bakım verenin anısından ziyade, bakım verenlerle olan ilişki deneyimleri içsel nesne ilişkilerimizin doğasını etkiler.[5] Bu içsel nesne ilişkileri, hayatlarımızın temel yönlerinin temelleridir: kendimizle ve başkalarıyla nasıl ilişki kurduğumuz; kendi duygularımızı ve ihtiyaçlarımızı ve başkalarınınkileri nasıl düzenlediğimiz ve bunlara nasıl yanıt verdiğimiz. Nörobilim perspektifinden, kendilik ve nesne temsilleri “hafızada depolanan ‘şeyler’ değil, ‘birlikte ateşlenen’ zihinsel birimler (fikirler, anılar, duyular, duygular vb.) arasındaki bağlantılardır”.[14]

    Psikodinamik düşünce ekolleri arasında, iç dünyamızın (ve bundan kaynaklanan savunmalarımızın ve zorluklarımızın) yalnızca dış deneyimlerle şekillenmediği konusunda bir fikir birliği vardır. İç nesneler gerçek bakım verenlerin tam kopyaları değil, bu ilişkileri ve olayları kendi özel savunmalarımızı kullanarak içsel olarak nasıl deneyimlediğimizdir. Başka bir deyişle, dış dünyayı kendi son derece bireyselleştirilmiş yollarımızla yorumlarız.[18] Bazı psikanalitik yazarlar, örneğin Melanie Klein, bebeğin dış dünyayı deneyimleme, yorumlama ve onunla ilişki kurma konusundaki yapısal yollarının önemli rolünü ve bu faktörlerin başkalarının bebeğe nasıl tepki verdiğini nasıl etkileyebileceğini vurgular.[19] Cierpka’nın açıkladığı gibi: “Çocuklar yalnızca bakım veren ve aile ilişkileri ve işlevleriyle özdeşleşmezler, aynı zamanda onları hayatlarının başlangıcından itibaren etkiler ve değiştirirler”.[20] Bunun anlamı, koşullara bağlı olarak, çocuğun özdeşleştiği ilişki örüntülerine katkıda bulunabileceğidir.

    İçsel nesne ilişkileri “hayat boyunca tekrar tekrar tekrarlanır” (bkz. Klinik Örnek 2).[13] Nesne ilişkileri, sonraki ilişkiler için bir şablon sağlar; başkalarının nasıl olacağını ve kendiliğin başkaları tarafından hangi konuma yerleştirileceğini ön görür. Roller, bir birey zaman zaman nesne temsilinin pozisyonunu alıp başkalarını kendilik temsilinin rolüne koyduğunda tersine çevrilebilir (bkz. Bölüm 8’deki Şekil 8.2). Nesne ilişkileri ayrıca bir kişinin kendisiyle ilişki kurmasının temel yollarını da etkiler. Birinin neden “kötü” bir nesneyle özdeşleşeceği sorusu 12. Bölümde daha ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.

    Klinik Örnek 2 Ben: İç ve dış dünyalar arasındaki bağlantı

    Ben, paranoid bir sunuma sahip ellili yaşlarında bir adamdı. Şüpheli, zulmeden bir nesnenin hakim olduğu, korkmuş ve irdelenmiş bir kendilik temsiline ilişkin bir iç dünyası vardı. Babasını şiddet yanlısı bir adam olarak, annesini de onu (hastayı) koruyamayan birisi olarak deneyimlemişti. Günümüzde Ben, komşularını içsel zulüm nesnesinin şablonuna göre deneyimledi ve onların kendisine karşı açıklanamayacak şekilde düşmanca davrandıklarını hissetti; buna göre, onlara otomatik olarak şüpheyle, saldırganlıkla davrandı ve güvenlik kameraları yerleştirdi. Komşuları onun tarafından tehdit edildiklerini hissettiler ve bu hislere göre hastaya dostça olmayan şekilde ve bazen açıkça düşmanca davranarak hareket ettiler. Ben, kişilerarası davranışının bu açıklamasını kendisi fark etmedi; kendisini ve eylemlerini tamamen iyi huylu olarak deneyimledi ve komşuların ona açıklanamaz bir şekilde korkunç davrandığını düşündü. Ben, “kötü komşular” yüzünden ev değiştirdiğinde, sorun kısa sürede tekrar ortaya çıktı.

    Bu içsel ilişkisel dinamikler (bazen içsel “drama” olarak adlandırılır) terk etme, reddetme, yokluk, müdahaleci, pasif, talepkar ve tabii ki birçok iyi huylu biçim de dahil olmak üzere sayısız biçim alabilir. Bebek “yeterince iyi” deneyimler yaşadıysa, içsel nesne ilişkilerinin iyi huylu, dış gerçeklikten etkilenebilen ve esnek olma olasılığı yüksektir; buna bazen “iyi nesne” denir. Bu, iyi bir ruh sağlığını, başkalarına güvenme ve şefkatli ilişkilerden yararlanma becerisini ve gerçeklik testini beraberinde getirir. Ancak zorlu bir erken dönem ortamı, yapısal faktörler veya her ikisi nedeniyle bu iç dünya sert, eleştirel, zulmedici ve daha katı tutulabilen içsel nesne ilişkileriyle işleyebilir. Bir yetişkin olarak ilişkilerde bulunmanın sorunlu veya yıkıcı yolları gibi görünen şeyler, öğrenildikleri bağlam ve öznel deneyimler açısından anlaşılabilir.

    Klinik Örnek

    Klinik açıdan nesne ilişkilerinden bahsettiğimizde, bu nasıl görünür? Klinik Örnek 1’deki diş hekimi Andrew örneğini ele alırsak, terapide zaman içinde, ilişkilerinin tekrar tekrar şu dinamik tarafından yönetildiği ortaya çıktı:

    – Başkalarına karşı hoşlanmama ve sinirlilik hissiyle ilişkili olan, eleştirel ve reddedici bir nesne temsili.

    – Düşük duygudurum hissiyle ilişkili olan, reddedilen, işe yaramaz ve sevimsiz bir kendilik temsili.

    Bu, Şekil 2.1’de tasvir edilmiştir.

    Şekil 2.1 Klinik Örnek 1’den Andrew için çalışırken temel nesne ilişkisinin şematik gösterimi.

    Kutu 2.4 Zihinsel işleyişin çoğu bilinçsiz olarak çalışır

    Psikoterapiye gelen bir yetişkini düşündüğümüzde, kendileriyle ve başkalarıyla etkileşime girmelerinin önemli yolları genellikle o kadar otomatiktir ki hastaya sıradan veya fark edilmez görünür.

    Bunun ardındaki sebep, iç yaşamımızın çoğunun, niyetlerimizin ve kendimizle ve başkalarıyla ilişkilerimizin otomatik olarak, bilinçli bir şekilde farkında olmadan gerçekleşmesidir. Solms şöyle açıklıyor: “Bilinç (“çalışma belleği”) son derece sınırlı bir kaynaktır, bu nedenle hayatın sorunlarına yönelik öğrenilmiş çözümleri pekiştirmek ve otomatikleştirmek için muazzam bir baskı vardır… hedef odaklı eylemlerimizin yalnızca %5’i bilinçlidir”[3] Erken kişilerarası öğrenme “işlemseldir”; bisiklete binmek gibi, işlemsel öğrenme (procedural learning) bilinçsizce işler. (Bellek sistemleri hakkında daha fazla ayrıntı için 4. Bölüme bakın.) Bu ilişkisel örüntüler gözlemlenebilir ve hastanın terapistle nasıl ilişki kurduğuyla daha net hale gelebilir (“aktarım” – bu bölümün ilerleyen kısımlarına bakınız).

    Bu dinamiklerin büyük ölçüde bilinçsiz işlediğini unutmayın (bkz. Kutu 2.4). Andrew terapiye “kendime reddedici bir şekilde davranma eğilimindeyim, bu da kendimin bir kısmını işe yaramaz hissettiriyor” diyerek gelmedi. Bunun yerine, kendini düşük ve intihara meyilli hissettiğinin farkındaydı.

    Bir hastanın gösterdiği duygular, iç dünyasında bir şeyler olduğunun işaretidir; duygular ayrıca bir veya daha fazla doğuştan gelen duygusal ihtiyacın karşılanmadığının da işareti olabilir. Yani, Andrew’un düşük duygudurumu, başkalarıyla besleyici temas kurma ihtiyacının karşılanmadığının da işareti olabilir. Dahası, Andrew başlangıçta başkalarından (terapist dahil) tekrar tekrar deneyimlediği eleştirilerin, başkalarını nasıl algıladığı veya onlara nasıl davrandığıyla bir ilgisi olduğunun farkında değildi. Bunun yerine, düşmanca patronlar hakkında hikaye üstüne hikaye anlattı ve terapiste “umutsuz vaka” olduğu için kendisini bırakmasını teklif etti. Bir hastanın hisleri ve tekrarlanan kişilerarası dinamik örüntüleri, altta yatan içsel nesne ilişkisine dair ipuçları verebilir. Terapistin bu dinamiklere dair gözlemleri ve hastanın kendini dinlemek için alana sahip olması, hastanın iç dünyasını ve dışsal ötekiler ile ilişkilerini daha iyi tanıması için bir yol sağlar. İstikrarlı terapötik ilişki, altta yatan örüntülerin “insanları değişmekte özgür bırakacak şekilde düşünülebileceği ve anlaşılabileceği” bir ilişki sunar.[21] Bunun teorisi bu bölümün ilerleyen kısımlarında (ve 4. Bölümde) genişletilmiştir ve uygulaması 7. ve 8. Bölümlerde mevcuttur.

    Özetle, erken çocukluk dönemindeki ilişkisel deneyimlerin, kuşaklar arası ilişki kurma örüntülerinin, toplumsal koşulların ve yapısal etkenlerin (ve bunların arasındaki etkileşimin) etkisiyle birey, çoğunlukla bilinçdışı ve birbirleriyle ilişki içinde işleyen içsel nesnelerden oluşan bir iç dünya geliştirir.

    Dünyaya Olduğu Gibi Uyum Sağlamak

    Hiçbir insanın gelişimi sorunsuz ve çıkmazlardan, zor dönemlerden veya krizlerden uzak değildir. Karşılaştığımız çıkmazlarla nasıl başa çıktığımız, sahip olduğumuz ilişki türlerinden büyük ölçüde etkilenir. Genel olarak ihtiyaçlarımızı ve duygularımızı ifade edebiliyor muyuz ve eğer öyleyse, bunlar nasıl alınıyor ve yanıtlanıyor? Bebek, karşılaştığı durumları en iyi şekilde değerlendirmek için doğuştan gelen ihtiyaçları ile dış dünyanın gerçeklikleri arasındaki kaçınılmaz uyumsuzlukları nasıl yöneteceğini öğrenir (bkz. Kutu 2.5). Yaşamın ilerleyen dönemlerinde, ilişkilerde nasıl olunacağına dair öğrenmeye devam ederiz, ancak erken dönem, beynin gelişimi için özellikle şekillendirici bir dönemdir; bu, bebeğin savunmasızlığı ve başkalarına olan bağımlılığı ile daha da belirgindir.

    Dış dünyadan, içsel nesnelerimizden ve ihtiyaçlarımızdan gelen rekabet eden baskıları yönetmek için tepki örüntüleri geliştiririz. Bu tepkiler, uzlaşmayı ve bu ihtiyaçları sembolik olarak nasıl karşılayacağımızı öğrenmeyi içerir (klasik olarak, buna “ego fonksiyonu” denir). Dünyayı deneyimlerken ondan en iyi şekilde değerlendirmek için kişilerarası varoluş ve davranış yollarını öğreniriz ve bunaltıcı duygusal acı ve sıkıntıdan kaçınmak için psikolojik savunmalar geliştiririz.[3] Özetle, erken yıllarımızda, yetişkin hayatımız boyunca bizi etkileyen ve kalıcı olan “ötekiler ile nasıl birlikte olunacağına” dair şablonlar öğreniriz.

    Kutu 2.5 Bowlby ve bağlanma kuramı

    İkinci Dünya Savaşı sırasında analist olarak çalışan Bowlby, çocukların, tahliye sırasında bakım verenlerinden ayrılmalarının etkilerini fark etti. Bu gözlemleri ve çok küçük hayvanların bakım verenleri etrafındaki davranışlarını da kullanarak bağlanma kuramını geliştirdi. Bu kuram, Bowlby’nin insan yavrusunun öncelikle ilişki aradığını düşünmesi bakımından Freud’un dürtü kuramlarından farklıydı; bakım verenle yakınlık sadece hoş olmayan duyguların azaltılmasını değil, bebeğin kendini güvende ve emniyette hissetmesini de sağlıyordu Bowlby, bağlanma arayışının evrim ve biyolojide bir temeli olduğu, daha deneyimli bir yetişkine yakın olmanın bebeği çevresel tehlikelerden koruduğu kuramını ortaya attı.

    Bowlby, yetişkin tarafından yeterince iyi ve duyarlı bakımla ilişkilendirilen güvenli bağlanmayı ve düzensiz, kaçınmacı ve kaygılı olarak daha da ayrılan güvensiz bağlanmayı tanımladı. Bu bağlanma stilleri çocuklarda ve yetişkinlerde doğrudan gözlemlenebilir.[22] Bağlanma stili, bir kişinin yaşam süresi boyunca nispeten istikrarlıdır, ancak sabit değildir.[23] Güvenli bir şekilde bağlanan çocuklar, sıkıntılı olduklarında bakım ararlar ve anlaşıldıklarını hissetmek ve duygularını düzenlemek için ilişkilerden yararlanabilirler. Daha kaçınmacı bir örüntüye sahip çocuklar sıkıntılı olduklarında bakım figürlerinden kaçınma eğilimindedir ve duygularından kopabilirler; aslında dışarıdan kayıtsız görünebilirler, ancak sıkıntılı duyguların işlenmemiş kaldıkça yoğunlaşması muhtemeldir ve tekrar geri çekilmeden önce aniden ve beklenmedik bir şekilde yüzeye çıkabilirler. Son derece kaygılı bağlanmaya sahip bireyler “yardım arayabilir ve sonra reddedebilirler. Yardım istemekten korkma olasılıkları yüksektir ve bu korku, yardım için yaklaştıkları kişilere karşı artan bir uyarılmaya ve nihayetinde düşmanlığa neden olabilir”.[5] Bu örüntüler, bebeğin kendisini içinde bulduğu ilişkileri en iyi şekilde değerlendirmek için uyum sağlaması olarak anlaşılabilir.

    Çözümsüz ve Bunaltıcı Sorunların Dinamikleri

    Sorunlara karşı, görünüşte pek işe yaramasalar bile, bilinçsiz kişilerarası adaptasyonlar (“çözümler”) öğreniriz. Çözümsüz bir sorunla boğuştuğumuzda ve temel duygusal ihtiyaçlarımızı içinde bulunduğumuz durumla nasıl uzlaştıracağımızı çözemediğimizde, öğrendiğimiz otomatik (bilinçsiz) kişilerarası “çözümler” mecburen yetersiz olacaktır. Çözüm denemelerinin birçok türü vardır. Bunlar, örneğin ilişkilerden geri çekilmeyi ve mümkün olduğunca görünmez olmayı öğrenmeyi içerebilir. Diğer uyarlamalar şunları içerebilir: başkalarının sevgisini korumak için başkalarını memnun etmeyi öğrenmek; güçlü hissetmek ve hassas duygulardan uzaklaşmak için saldırganlık kullanmak; veya yoğun veya kabul edilemez duygu deneyimlerinden kurtulmak için diğer savunmaları kullanmak (bu bölümün ilerleyen kısımlarına bakınız).

    O an için en iyi adaptasyon olsa da bu “çözümler”, dış koşullar değişse bile bu varoluş biçimleri kalıcı olursa ve bizi etkilemeye devam ederse yaşamın ilerleyen dönemlerinde zorluklara neden olabilir. Solms, çözümsüz zorluklara yönelik yetersiz ama kötünün iyisi “çözümlerimizin” sanki işe yarıyormuş gibi ele alınması gibi ince ama önemli bir noktayı açıklar.[3] Nitekim yetişkin bir hasta, şu anda işe yaramadığını ve günümüzdeki sıkıntıdan sorumlu olduğunu entelektüel olarak anlasa da, çocukken veya bebekken öğrendiği dünyada alışılmış bir işleyiş biçimine sıkıca tutunabilir (bkz. Klinik Örnek 3). İlişkisel örüntüler hakkında bu farkındalık eksikliği ve bunları değiştirmedeki zorluk, “örtük işlemlere ve çağrışımlara bilinçli erişim eksikliğimiz”, çözümsüz sorunlarla ilişkili olarak gelişen kişisel örüntüleri tanımanın acı verici sürecinden bilinçsizce kaçınmamız[14] ve bilinmeyen sonuçları olan farklı bir şey yapma korkusu dahil olmak üzere bir dizi faktörle ilişkilidir.

    Klinik Örnek 3 Anna: eski “çözümlere” tutunmak

    Psikiyatri hemşiresi olan Anna, bir yıl boyunca haftalık terapi aldı. İş yerinde ek vardiyalar almak zorunda hissettiği için başlangıçtaki birkaç seansı kaçırdı, ancak içten içe iş yükünden tamamen bunalmış hissediyordu. Birkaç aylık terapiden sonra ihtiyaçlarını asla göstermeme şeklinin onu depresyona sürüklediğini fark etti. İş yerinde iş stresi ve baskısı altında ezildiğini hissediyordu, ancak bunu başkalarından gizli tutuyor, yöneticisine bildirmiyordu; bu yüzden ona sürekli daha fazla iş veriliyordu. Bu kişilerarası “çözümü”, kırılgan bir ev ortamında (babası sık sık hastaneye yatırılıyordu ve Anna bakıcı bir rol üstleniyordu) en büyük çocuk olma bağlamında çocukken öğrendiği ortaya çıktı. Anna, ilkokul yıllarında korkmuş ve bunalmış hissettiğini, güvenebileceği kimsenin olmadığı hissini yaşadığını hatırladı. Yavaş yavaş başkalarına bağlı olmamak alışkanlık haline gelmiş gibiydi.

    Karşılanmamış ihtiyaçlarını bastırarak bu çözümü sanki işe yarıyormuş gibi yetişkinliğe taşıdı. Durumu entelektüel olarak anlamasına rağmen, terapinin aylarca süren sürecinde bu bilindik ve sorgulanmayan varoluş biçiminden herhangi bir şekilde ayrılma fikri düşünülemezdi.

    Temel Psikodinamik Teori

    Şimdi erken dönem gelişim konusundan “klasik” psikodinamik teorinin unsurlarına bakmaya geçiyoruz. Bu bölüm bizi terapi seanslarında karşılaşılan dinamiklere daha da yaklaştırıyor.

    İçsel Çatışma

    İçsel dinamik çatışma kavramı özellikle Freud’un topografik modeli (1900) ve yapısal modeli (1923) ile ilişkilendirilir.[24] Freud’a göre, iç dünya “tek bir zihinle” düzgün bir şekilde işlemez. Freud’un modelinin merkezinde, iç dünyanın ve dış gerçekliğin farklı yönlerinin birbirini nasıl etkilediği ve çatışabileceği tasviri yer alır. Bu anlayışın özü, düşünce ekolleri daha sonra ayrıntıları geliştirmiş olsa da, modern psikodinamik uygulamada da devam etmektedir.

    Ortaya çıkabilecek birçok çatışma türü vardır. Bunlara bakım istemek ile yardımı reddetmek, başkalarını kontrol etme ihtiyacı ile boyun eğmek istemek veya suçluluk duygusu ile başkalarını suçlama arasındaki çatışmalar dahildir.[20] Temel duygusal ihtiyaçlar arasında da bir çatışma olabilir. Nesne ilişkileri yaklaşımıyla çalışan bir terapist, bilinçdışı çatışmaya, altta yatan nesne ilişkilerinin dinamiklerinden ve ilişkili savunmalardan kaynaklanan bir şey olarak yaklaşır. Özellikle, “belirli kendilik ve nesne temsilleri birimleri arasında çatışmalar” olabilir.[25] Örneğin, kontrol etme/teslim olma çatışması yaşayan bir kişi, bu dinamiğin her iki tarafına da içsel olarak sahip olabilir; kontrol ihtiyacıyla karakterize edilen bir nesne temsili ve teslim olma örüntüsüyle karakterize edilen bağlantılı bir kendilik temsili. Bir işleyiş modunda, başkaları tarafından kontrol edilme korkusu ve ne yapılacağına dair talimat verilmesi durumundaki öfke ile bağlantılı olarak, otorite ve kontrol için bir mücadele, ilişkisel ortamda egemen olabilir. Daha pasif bir modda, kendilik temsili, fikirlerini savunmak ve “kuralları çiğneme” riskiyle karşılaşmak yerine, başkalarına teslim olmaya ve yönlendirilmeye meraklı olarak ön plana çıkar.

    Hastalar genellikle kaygı veya başka bir semptom olarak ortaya çıkabilen, içsel çatışmalarla ilgili istikrarsızlıkları veya rahatsızlıkları nedeniyle terapiye başvururlar. Bu fikir 7. Bölümde (“Çalışma Süreci” bölümü) ve 11. Bölümde (“İç Çatışmanın Bir İşareti Olarak Kaygı” bölümü) daha ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Psikodinamik terapinin bir öncülü, iç çatışmalarımızın daha fazla farkına varmanın faydalı olduğudur çünkü bu, bunların anlamını daha iyi anlamamızı sağlar ve bu da değişimin başlangıç ​​noktasıdır.

    Savunma Mekanizmaları

    Psikodinamik savunmalar hakkındaki bu bölüm, daha önce yer alan “Dünyaya Olduğu Gibi Uyum Sağlamak” bölümünü tamamlar ve onunla örtüşür. Bu ilişkili kavramlar belki de aynı soruna  (psikolojik güvenlik ve hayatta kalma) biraz farklı yaklaşımlar olarak en iyi şekilde anlaşılabilir. Her iki kısım da koruyucu mekanizmaların faydalarını olduğu gibi sınırlarını ve yan etkilerini de ana hatlarıyla belirtir.

    Freud’un duygu-travma modelinde (1885–1897), savunmaların, acı verici etkilerin bilince çıkmasına karşı savunma için gerekli olduğu düşünülüyordu. Bu kavram, yapısal kuramın (1923) geliştirilmesiyle birlikte evrildi (bkz. Kutu 2.6). Savunmalar, iç dünyanın farklı yönleri ile dış gerçeklik arasındaki uçurumun bir tür çarpıtma veya manevra olmadan barındırılamayacak kadar büyük olduğu durumlarda, içsel gerginliği ve çatışmayı en aza indirme mekanizmaları olarak düşünülüyordu. Çağdaş bir bakış açısı, Freud’un 1923’teki anlayışını temel alarak onu ilişkisel alana taşıyor: savunmalar hala acı verici etkilerden kaçınmak, çatışmayı en aza indirmek ve sıkıntıyı düzenlemekle ilgili olarak görülür, ancak aynı zamanda ilişkilerdeki zorluklara uyum sağlamakla da ilgilidir. Savunmalar, “utanç ve narsistik kırılganlık karşısında bir öz-değer duygusunu korumaya, terk edilme veya diğer tehlikeler tarafından tehlikeli bir şekilde tehdit altında hissettiğinde bir güvenlik duygusu sağlamaya ve kendini dış tehlikelerden uzak tutmaya” yardımcı olmak için çalışan psikolojik yapılandırmalardır (veya “stratejilerdir”).[13] Gözlemci derecelendirmelerini kullanan araştırmalar, bir birey artan stres altındayken savunmaların devreye girdiğini göstermiştir.[27,28] Ancak bazı bireylerde savunmalar “tehlike her zaman mevcutmuş gibi” kullanılır ve bu da kişinin savunmasızlığını ve sıkıntısını istemeden artırır.[29] Gözlemci derecelendirmelerini kullanan araştırmalar, bir birey artan stres altındayken savunmaların devreye girdiğini göstermiştir.[27,28] Ancak bazı bireylerde savunmalar “tehlike her zaman mevcutmuş gibi” kullanılır ve bu da kişinin savunmasızlığını ve sıkıntısını istemsizce artırır.[29]

    Kutu 2.6 Freud’un yapısal kuramı

    Yapısal kuram (1923)[24], zihnin farklı yönleri arasında nasıl çatışmalar olabileceğini anlamak için yararlı bir prototiptir. Yapısal kuram, birçok kişinin bildiği ve “id”, “ego” ve “süperego”dan oluşan üçlü modeli tanımlar.

    Bu modelde “id” içgüdüsel “dürtüler” ve haz arama ve acıdan kaçınma dürtüsüyle ilgilidir; bu, doğuştan gelen ihtiyaçlara ilişkin modern bir anlayışa karşılık gelir. Ego, düşünce ve eylemle (çoğunlukla bilinçli) ilgilidir ve genellikle rasyonel, gerçekliğe dayalı düşünme ile çalışır. Ego, duyular aracılığıyla dış dünyayla temas halindedir. Freud’a göre süperego, çocuğun ebeveynlerin değerlerini ve yaşam biçimlerini içe almasıyla oluşur ve vicdanın aracı olduğu düşünülür. Süperegonun büyük bir kısmı bilinçdışı çalışır. Ego; id, süperego ve dış dünya arasında aracılık eder, dolayısıyla dinamik çatışma kavramı: “Zavallı ego [. . .] üç sert efendiye hizmet eder ve onların iddialarını ve taleplerini birbirleriyle uyumlu hale getirmek için elinden geleni yapar. . .”[26] Bu mümkün olmadığında savunma mekanizmaları daha fazla devreye girer.

    Savunmalar içsel olarak yönlendirilebilir, dürtüleri ve etkileri öz düzenlemenin bir yönü olarak düzenleyebilir ve/veya kişilerarası olarak yönlendirilebilir, “başkalarını zihinsel dengeyi düzenlemek için psikososyal düzenlemelere veya işbirliğine dahil edebilir”.[30] Savunmalar, “arkaik”ten “nevrotik”e ve “olgun”a kadar uzanan bir yelpazede düşünülebilir. Zihinsel yaşamın çoğu yönünde olduğu gibi, savunmaların çoğunlukla bilinçsizce çalıştığı düşünülür, ancak olgun savunma mekanizmalarına doğru ilerledikçe bunların işleyişine dair farkındalığımız artar. McWilliams’ın yazdığı gibi: “neredeyse her psikolojik süreç savunma amaçlı kullanılabilir”.[31] Gerçekten de, psikodinamik savunmalar konusu geniş bir konudur ve çeşitli savunma mekanizmalarının ayrıntılı bir açıklaması bu bölümün kapsamı dışındadır (daha fazla bilgi için örneğin Vaillant’a[32] bakın). Klinik uygulama için, birçok farklı savunmayı ezbere öğrenmek ve bunları hastaya uydurmak yerine, hastanın dengeyi korumaya ve sıkıntıdan kaçınmaya yönelik kişisel yollarını öğrenmeye çalışması hasta için daha uyumlu olabilir. Kesinlikle hastalarla konuşma açısından, Lemma’nın süpervizyon tavsiyesi faydalıdır: “Hastanın ne yapmaya çalıştığını ve bunu neden yapması gerektiğini açık bir dille anlatmak, etiketlerin kısaltmasını kullanmaktan çok daha faydalıdır.”[33] Bu bağlamı belirledikten sonra, şimdi bir dizi örnek savunmayı ana hatlarıyla açıklayacağız.

    Arkaik savunmalar (bazen “ilkel” savunmalar olarak adlandırılır), ilk olarak erken gelişimde kullanılan savunmaları ifade eder. Özellikle birisi duygusal olarak kapsanmış hissetmek için şefkatli ilişkilerden yararlanma kapasitesinden yoksun olduğunda veya bu tür destekler mevcut olmadığında, belirgin içsel rahatsızlığı yönetmenin yolları olarak daha sonraki yaşamda devam edebilirler. Arkaik savunma örnekleri arasında bölme, yansıtma ve yansıtmalı özdeşleşme bulunur; bu üç önemli mekanizma bu bölümün sonraki kısımlarında (ve ayrıca 13. ve 14. Bölümlerde) daha ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. İnkar, ezici sıkıntıyı azaltmak için dış gerçekliğin çarpıtılması anlamına gelen bir diğer arkaik savunmadır; örneğin, bir yakınının ölümünden sonra, bir kişi sevdiği birinin öldüğü gerçeğiyle bilinçli olarak temas halinde olmayabilir. Başka bir örnek olarak, bir başkasını incittiğimizde veya ona zarar verdiğimizde, zor suçluluk duygularını ve bir başkasını incittiğimizin acı verici farkındalığını savuşturmak için başkaları üzerindeki yıkıcı etkimizi inkar ediyor olabiliriz. Çözülme, travmaya tepki olarak ortaya çıkan ve kişiyi o anda dayanılmaz derecede acı verici veya korkunç deneyimlerden korumaya yarayan arkaik bir savunma olarak düşünülebilir. McWilliams’ın açıkladığı gibi, bu savunmanın bir dezavantajı “birinin hayatta kalmasının gerçekçi bir şekilde risk altında olmadığı ve tehdide karşı daha seçici adaptasyonların kişinin genel işleyişinden çok daha az şey götüreceği koşullar altında [sonrasında da] otomatik olarak işleme eğilimidir”.[31]

    “Nevrotik” savunmalara geçersek, temel bir savunma bastırmadır. Daha önceki Anna örneğinde gösterildiği gibi (Klinik Örnek 3), bastırma, sıkıntılı, acı verici veya çatışmalı içsel deneyimlerin farkındalığının dışarı itilmesi anlamına gelir (ancak dış gerçekliği çarpıtacak kadar değil; bu inkara dönüşür). Terapi ilerledikçe Anna başkalarına olan ihtiyaçlarının ve ilişkilerinde kırılganlığını ifade etmekten nasıl ve neden kaçındığının daha fazla farkına vardı; ancak, bu artan farkındalık belirgin bir kaygıya neden oldu ve bu nedenle bir süre içsel duygularını ve başkalarına olan ihtiyacını bastırmaya devam etti. Bastırma bir süre için başarılı olabilir (potansiyel olarak birinin tüm hayatı boyunca) ancak altta yatan duygu veya ihtiyaç ortadan kalkmaz. Aslında, ihmal edilmesi nedeniyle yoğunlaşması daha olası olabilir ve bir noktada ya orijinal haliyle ya da yer değiştirmiş bir şekilde geri dönebilir, bu fenomene “bastırılanın geri dönüşü” denir. Bir hasta acı çekebilir ancak, Tynan’ın ifadesini değiştirerek, kendisinden “bir sır sakladığını” bilmeyebilir.[34] Başka bir nevrotik savunma “karşıt tepki oluşturma”dır; bu, orijinal pozisyon kabul edilemez veya bunaltıcı hissettirdiği için kişinin hissettiği veya istediği şeye zıt bir pozisyon benimsemesidir. Kişinin aslında bakılmak isterken başkasına bakım vermesi veya sevmediği birine aşırı nezaket göstermesi bunun bir örneğidir. “Yer değiştirme”, duyguların veya niyetlerin orijinal hedeflenen alıcıdan başka birine veya bir şeye yönlendirilmesini ifade eder, çünkü orijinal yön bir şekilde kaygı uyandırıcıdır. Bu olgunun klasik bir örneği, işten eve geldiğimizde öfkemizi sevdiklerimize çıkarmaktır, oysa öfkemizin gerçek hedefi işteki bir şey veya birileridir.

    “Olgun” savunma örnekleri arasında yüceltme (zorlu duyguların veya isteklerin duyguları yönetmenin bir yolu olarak üretken bir çabaya yönlendirilmesi), mizah ve entelektüalizasyon (zorlu duygulardan korunmak için soyut, entelektüel bir yaklaşım takınılması) yer alır.

    Vaillant, olgun savunmaların kullanımının daha yüksek adaptif işleyişle ilişkili olduğunu ve daha arkaik savunma mekanizmalarının işleyiş zorluklarıyla ilişkili olma olasılığının daha yüksek olduğunu buldu.[27] Farklı klinik sunumlar belirli savunma kullanım türleriyle ilişkilidir. Örneğin, bölme, yansıtma ve yansıtmalı özdeşleşme, psikolojik organizasyonun borderline gelişimsel seviyesinde işleyen birinde yaygındır (bkz. Bölüm 13). Terapötik karşılaşma yoluyla, bir hasta savunmalarının ne zaman devreye girdiğinin ve işlevlerinin ne olduğunun daha fazla farkına varabilir. Bazı araştırmalar, psikodinamik psikoterapinin kullanılan savunma modelini arkaikten daha olgun olana değiştirebileceğini öne sürmektedir.[35]

    Direnç

    Freud’un direnç terimini ilk kullanımı, hastanın terapinin ilerlemesine özellikle karşı çıkan dinamiklerini tanımlamak için kullanılmıştır. 1936’da Anna Freud, dirençlerin hastanın zihinsel işleyişi hakkında bilgi sağlayabilme derecesini vurguladı. Böylece direnç, terapötik ilerlemenin önüne geçen bir şey olmaktan ziyade, kendi başına analitik çalışmanın bir nesnesi haline geldi. Direncin bazı örnekleri şunlardır: terapiyi erken sonlandırmak, seanslara geç gelmek veya hiç gelmemek, seanslar sırasında sessizlikler veya alternatif olarak çok az duygu ile çok konuşmak, terapistin tüm müdahalelerini otomatik olarak işe yaramaz veya yanlış diye reddetmek.[36] Alternatif ama daha göze batmayan bir direnç biçimi, terapistin söylediği her şeye katılmak ancak seanslar dışında hiçbir şeyi değiştirmemek olabilir. Dirençler incelikli ve kişisel olduğu için bu kapsamlı bir liste değildir, çünkü terapiye gelen kişilerin hepsi onlarla başa çıkmanın farklı yollarıyla ilgili kendi zorluklarını yaşamıştır.[37]

    Direnç ve savunmalar arasında yakın bir bağ vardır. Direnç, terapi sırasında mevcut savunmaların aktive edilmesi ve statükoyu korumak için eski varoluş biçimlerinin (daha önce açıklanan adaptasyonlar) sıkı sıkıya tutulması anlamına gelir, özellikle de değişim olasılığı ufukta olduğunda.

    Savunmalar ve Direnç ile Çalışmaya Teorik Yaklaşım

    Tüm savunmalar patolojik değildir ve bir sebepten dolayı mevcuttur. Sadece katı bir şekilde veya aşırı genelleştirilmiş bir şekilde kullanıldıklarında sorunlara yol açabilirler. Bu nedenle psikoterapistlerin savunmalara saygı duymaları ve onları aşırı coşkulu veya çok hızlı yorumlamamaları önemlidir.

    Teorik bir bakış açısından görev, savunmaları “kırıp geçmeye” veya bir barajı yıkmak gibi bir güçle direnci aşmaya çalışmak değildir. Birçok terapistin, zaman zaman, belki de uzun vadede katı bir savunma yapısına sahip biriyle çalışırken yaşadığımız hayal kırıklığı nedeniyle, bir hastayı savunmalarından uzaklaştırmaya çalıştığımızı gizliden gizliye kabul etmesi muhtemeldir (Terapist: “Ama buna devam etmenin sizi nasıl daha kötü hissettirdiğini göremiyor musunuz?” Hasta: “Ama anlamıyorsunuz…”). Böyle bir yaklaşım, kişinin savunmalarına daha sıkı tutunmasına ve değişime karşı direncini artırmasına neden olur.

    Bunun yerine, Schafer’in anlattığı gibi, amaç hastanın yanına tekrar tekrar gelip savunmaların ve direncin işlevini olabildiğince tam olarak anlamak ve sonra bununla empati kurmaktır.[38] Bu yaklaşım, hastanın savunmalarıyla işbirliği yapmak veya bunların hasta veya diğerleri üzerindeki potansiyel yıkıcı etkisini inkar etmek anlamına gelmez; aslında savunmalar açıkça konuşulabilir ve konuşulmalıdır. Baraj metaforuna devam edersek, görev barajın neden inşa edilmesi gerektiği, içeriğinin neden geri tutulması gerektiğiyle ilgilenmektir. Klinik olarak bu, şu tür sorulara dönüşebilir: Uyuşturucu kullanmak sizin için ne işe yarıyor? Değişmek nasıl bir his olurdu? Ne kaybederdiniz? Ağlamayı bırakmanıza ne sebep oluyor? Hasta ancak savunmalarının işlevini anladığında ve terapist tarafından anlaşıldığını hissettiğinde, çok yavaş bir şekilde, değişime ve bunun getirdiği kaygılara doğru bir yolculuğu düşünmesi mümkün olabilir. Teknikle ilgili 7. Bölüm, bu teorinin pratikte nasıl uygulanacağı konusunda daha fazla bilgi verir.

    Birini bu kadar uzun süre ayakta tutan bir şeyden vazgeçmek kolay değildir. Çoğu zaman, savunmalardan vazgeçmek bir tür yas sürecini gerektirir; bu, savunmacı varoluş biçimlerine takılıp kalarak kaybedilen yılların pişmanlığıyla yüzleşmeyi ve bunun üstesinden gelmeyi, ideal bir çözüme dair umudu bırakmayı, veya belirli bir varoluş biçiminden elde edilen güvenliğin kaybı için yas tutmayı gerektirebilir, bu varoluş biçimi günümüz koşulları için yetersiz olsa bile (yas hakkında daha fazla bilgi için 8. Bölüme bakın).

    Savunmacı “Bölme” ile Daha Bütünleşik Bir Konum Arasındaki Hareket

    Melanie Klein, erken bebeklerin dünyayı bütünleşik ve gerçekçi bir şekilde anlamlandıramayacağını ileri sürmüştür. Nesne sürekliliğinin eksikliğiyle (yani, fiziksel olarak mevcut olmasa bile bir şeyin hala var olduğunu kavrama yeteneği) birleştiğinde, ilişkiler gri tonlarda deneyimlenmez. Bunun yerine, Klein’a göre, ötekiler ve kendilik, ya tamamen iyi (sevgi dolu duygularla ilişkili) ya da tamamen kötü (korku, öfke ve nefretle ilişkili) aşırı kutuplaşmalarla deneyimlenebilir. İyi ve kötü arasındaki bu ayrılığa bölme denir ve bölünmenin meydana geldiği zihin durumuna “paranoid-şizoid konum” denir. “Paranoid”, zulmeden “kötü nesne”ye; “şizoid”, bütün, gerçekçi ilişkisel deneyimlerin kutuplaşmış “iyi” ve “kötü” parçalara bölünmesine atıfta bulunur. Buna benzer bir durum, bir bebeğin kendi içindeki huzurlu ve başkalarında güvenli olduğu halinin, “kötüye gidiyormuş” gibi görünen ötekiye karşı hızla öfke ve üzüntüye dönüşebilmesinde görülebilir; bu geçiş, bebeğin ihtiyaçları ile deneyimlediği şeyler arasındaki uyumsuzluk belirli bir noktayı aştığında gerçekleşir.

    Gelişimsel olarak, ilk yılın ortalarından itibaren bebek, bölünmüş konumdan, başkalarının hem “iyi” hem de “kötü” yanlara sahip olarak deneyimlendiği daha bütünleşik bir konuma geçmeye başlayabilir ve buna bağlı olarak bebek yeni ve daha karışık duygular deneyimler.[39] Bebek, ideal ilişkinin kaybını gerektirdiği için bu daha bütünleşik konuma (klasik olarak “depresif” konum olarak adlandırılır) geçmek için dünyasında yeterli bir güvenlik deneyimine ihtiyaç duyar. Bütünleşik konum daha karmaşık ve gerçekçidir, daha az kesinlik içerir ve ötekiler ve bebeğin onlar üzerindeki kendi etkisi için endişe duygularıyla birlikte gelir.

    Özetlemek gerekirse, “depresif” konum, deneyimin çeşitli boyutlarını bütünleştirebilen bir zihin durumuna atıfta bulunur (bir depresyon durumuna atıfta bulunmaz). “Paranoid şizoid” konum, algı ve deneyimin kutuplaşmış uçlarıyla karakterize edilen bir zihin durumuna atıfta bulunur.

    Bebek yeterince güvende hissetmiyorsa (bebeğin çevresel deneyimleri ve biyolojik zaaflarının birleşimi nedeniyle) paranoid-şizoid konumdan kolayca çıkılamayabilir çünkü bu konum çocuğun ideal nesne ilişkisi duygusunu korur. Örneğin, bakım verenlerle taciz edici veya ihmal edici ilişkiler deneyimleriyle karşı karşıya kalındığında, bir çocuğun evdeki ilişkilerin ideal olduğu hissine tutunması ve tüm “kötü” şeylerin başka yerlerde (örneğin öğretmenler, sağlık veya sosyal hizmet uzmanları) konumlandırılması (yansıtılması) daha katlanılabilir olabilir. Bu konum, çocuğu bunaltıcı olabilecek bir konumu fark etmekten korur: Çocuğun hayatta kalmak için bağımlı olduğu kişilerin aynı zamanda bir tehdit ve acı kaynağı olduğu. Bazı durumlarda, paranoid-şizoid işlev, dış dünya değişse bile yetişkinlikte varsayılan durum olarak devam edebilir. Bir kişi yetişkin olarak baskın olarak paranoid-şizoid konumda işlev görürse, başlangıçta idealize edilen başkalarının yıkıcı yönlerini göremeyebilir ve bu da potansiyel olarak erken dönem taciz deneyimlerini tekrarlayan ilişkilerin içine düşmeye yol açabilir. Aynı şekilde, bir kişi “tamamen kötü” olarak deneyimlenen, zulmeden veya terk eden figürlerin iyi yönlerini kayda alamayabilir (Klinik Örnek 2’deki Ben’de olduğu gibi). Sık sık, iyi ve kötü deneyimler dönüşümlüdür. Ek olarak, kişi “hiçbir kişi beklentileri tam olarak karşılayamadığı”[40] için, bakım veren profesyonellerden fayda sağlamakta zorlanabilir.

    Post-Kleinyen psikanalist John Steiner, bölmenin “normal gelişimsel” bir yönünün yaşam boyunca devam ettiğini düşünür: tüm insanlar (sadece borderline zorlukları olanlar değil) paranoid-şizoid ve depresif konum arasında hareket eder, bazen anlık olarak.[41] Bu, bireyler olarak (ve ayrıca gruplar, organizasyonlar ve ülkeler olarak) kendimizi, diğer insanları ve fikirleri birçok özelliğe sahip ve “gri alanlarda” yaşayan varlıklar olarak görmekten uzaklaşma ve daha kutuplaşmış algı uçlarına doğru hareket etme eğilimimiz hakkında biraz ışık tutabilir.[29] Artan stres ve kaygılar paranoid-şizoid konuma çekilme olasılığımızı artırır; daha fazla içsel güvenlik, “depresif” gerçekliklerle yüzleşilebildiği ve kayıpların yasının tutulabildiği bütünleşik konuma geri dönmeyi sağlar. Bu kavram, bir seansta birinin (veya bir grubun veya organizasyonun) temel gelişimsel düzeyde nasıl işlediğini takip etmede ve hangi tür tepkilerin terapötik olabileceğini yönlendirmede klinik olarak yararlı olabilir. Bu bir tür “analitik dinleme”dir (bkz. Bölüm 7).

    Hayattaki Anahtar Geçişler

    Paranoid-şizoid veya depresif işleyişle ilgilenmek bir hastayı anlamanın ve dinlemenin bir yolu olsa da, terapist diğer gelişimsel geçişleri de dinleyebilir. İnsanın duygusal ve ilişkisel gelişimi karmaşık ve ilginç bir iştir. Gelişimin evrelerini veya görevlerini karakterize etmek için Erikson veya Mahler’inki gibi çeşitli şemalar vardır; ancak özü, hayatlarımızın farklı aşamalarında belirli türden gelişimsel zorluklar, görevler veya geçişlerle karşılaşma olasılığımızın daha yüksek olmasıdır. Belki de bunların hepsini ezbere öğrenmekten daha önemlisi, birinin hayatının tüm gidişatına ilgi duymanın önemini fark etmektir.

    İlk aylarda, savunmasız ve bağımlı bebek “arkaik” ve yoğun kaygılarla karşı karşıya kalabilir, bu kaygıları aşmak için duygusal ve fiziksel kapsama için diğerine bağımlı olabilir. Yürümeye başlayan çocuk, “iki kişilik bir dünyadan” üç kişilik dinamiklere geçişi yönetmek zorundadır; yani, ana bakım figürünün dikkatini paylaşan ötekilerin de olduğu gerçeğini tanımak ve bununla yüzleşmek (Oedipus durumuyla ilgili çağdaş bakış açısı için Kutu 2.7’ye bakın). Anaokuluna veya okula başlarken karşılaşılan ayrılma ve yeniden birleşme akımları ve kişinin kendi birey olma duygusunun gelişimi vardır. Gelişim, getirdiği zorluklar ve kafa karışıklığı potansiyeli ile ergenlik boyunca devam eder. Yetişkinliğe geçerken, aşılması gereken cinsel olgunluğun gelişimi ve daha sonra umutsuzluk, kişisel güç kaybı veya zamanın geçmesiyle ilgili krizler potansiyeli taşıyan orta ve ileri yaşam evreleri vardır.

    Bazı hastalarda, gelişimsel sorunların ne zaman ve hangi geçişte “takılıp kaldığını” gözlemlemek, anlamak için yararlı bir mercek olabilir. Bazı hastalar çok erken gelişimsel zorluklarla gelir; diğerleri kıskançlık ve dışlanmışlıkla meşguldür. Bazı yetişkinler için ergenlik dönemi karmaşaları her zamanki kadar canlıdır, diğerleri ise çocuklarının doğumu veya emeklilik olasılığı gibi geçişler çöküşe veya bunun korkusuna yol açana kadar iyi işlev görmüştür. Birinin görünümündeki bu alt akıntılara uyum sağlamak, terapistin hasta için merkezi zorluklar ve dinamikler olabilecek şeyleri kavramasına yardımcı olabilir; terapist daha sonra hastanın ilgisini ve dikkatini, şu anda ne olduğunu anlama hizmetinde bunlara yönlendirebilir.

    İlişkisel Dinamikler

    Şimdi odak noktamızı ilişkisel dinamiklere daha da fazla çeviriyoruz ve teorinin bu yönünün psikodinamik psikoterapi uygulamasını nasıl desteklediğine vurgu yapıyoruz. İlişkisel dinamikler üzerine sunacağımız kavramlar, “Temel Teori” hakkındaki önceki bölümle birlikte gelir ve bu kısım ile bu bölümde daha önce bahsedilenler arasında birçok bağlantı vardır. Örneğin, yansıtma, savunmalar bağlamında ve paranoid-şizoid konumda daha önce belirtilmiştir. Terapötik “kapsama”, kavramsal olarak daha önce “Erken Gelişim” bölümünde ele alınan erken bebek-ebeveyn iletişimine bağlanır; ve “aktarım”, bir kişinin nesne ilişkilerinin terapi ilişkisinde nasıl gözlemlenebilir hale gelebileceği tartışılırken daha önce tanıtılmıştır (Kutu 2.3).

    Yansıtma

    Yansıtma; yoğun, kabul edilemez veya bireye özellikle sıkıntı veren itkilerin, hislerin veya arzuların bilinçdışı olarak başka bir kişiye atfedilmesidir. Başka bir deyişle, içeride olan şey dışarıdan geliyormuş gibi deneyimlenir. Kendilik veya nesne temsilinden veya her ikisinden kaynaklanan deneyimler yansıtılabilir. Yansıtma, hepimizin bilinçdışı olarak değişen derecelerde, özellikle de artan yoğunlukta duygular veya rahatsızlık zamanlarında kullanabileceği bir olgudur. Daha yoğun ve uzun süreli yansıtma, sınır durumlarla ilişkilendirilir. Klinik Örnek 3’teki Anna’yı anlamanın bir yolu, kendi kırılganlığını ve ihtiyaçlarını başkalarına yansıtmasıdır: Başkaları muhtaç, ben değilim. Bu, ona daha kabul edilebilir bir şefkatli ilişki deneyimi sağlar, kendi ihtiyaçlarının uygun şekilde karşılanmadığı bir ilişki olsa da.

    Kutu 2.7 İkili bir ilişkiden üç kişilik ilişkileri yönetmeye geçiş – Oedipal dinamiklere dair çağdaş bir bakış açısı

    Tarihsel Oedipus kompleksi kavramından açılış bölümünde bahsedildi. Çeşitli düşünce ekolleri olmasına rağmen günümüz psikoterapisi ve feminist düşüncesinin çoğu, kızların gelişimi ve kastrasyon korkuları ve fantezileri kavramı hakkında anlayış eksikliği nedeniyle Freud’un Oedipus kompleksi kavramına karşı eleştireldir. En sempatik biyografi yazarlarından biri olan Peter Gay bile şunu kabul ediyor: “Freud, küçük kızın başarısız bir çocuk, yetişkin kadının ise bir tür kastre edilmiş erkek olduğu görüşünü benimsemiş gibi görünüyor.”[42]

    Ancak, Freud’un temel bir geçişin dinamiklerini kavrama girişiminde modern psikoterapiyle bir ilişki vardır; “iki kişilik bir dünyadan” üç kişilik dinamiklere geçiş. Modern bir bakış açısı, bebeğin (biyolojik ya da toplumsal cinsiyetinden bağımsız olarak) büyürken, ana bakım figürünün dikkatini paylaşan ötekilerin (örneğin başka bir ebeveyn, kardeşler) olduğu gerçeğini tanıma ve kabullenme konusunda karşılaştığı gelişimsel görevle ilgilidir. Üç (veya daha fazla) kişi olduğunda paylaşma ve bekleme ihtiyacı ve dışlanmış, dışarıda bırakılmış ve kıskançlık hissetme potansiyeli vardır. Freud’un Oedipus kompleksinin erken dönem eleştirmenlerinden biri olan Suttie (1935), gelişimsel görevi, bebeğin başlangıçta ötekine olan bağımlılığını ve “korunan rolün terk edilmesinin duygusal stresler doğurduğunu” (s. 239)[4] fark etmek olarak çerçevelendirdi. Bu rol kolayca terk edilemeyebilir ve bu aşamada çocuk, babasına veya annesinin sevgisini elinden alan başka birine karşı öfke deneyimleyebilir ve gösterebilir. Bu, çocukların büyüdükçe ve annelerinin dünyasının merkezi olmadıkları, ancak birçok sevgiden biri oldukları gerçeğiyle boğuşurken yaşadıkları epizodik üzüntüyü anlamak için yararlı bir mercek sağlayabilir.

    Bu süreç zaman alabilir, ancak çoğumuzun bu geçişi makul ölçüde iyi bir şekilde atlatabildiği düşünülür; buna karşın kıskançlık ve dışlanma duygularıyla başa çıkmak, hayat boyu süren bir çalışma olabilir. Genç bir ailedeki ebeveyn(ler), bu zor duyguların nasıl taşınabileceği ve yönetilebileceği konusunda çocuğa bir model sunma potansiyeline sahiptir.

    Ebeveynlerden birinin, örneğin çocuğun babasının, kendisinin dışlanmış veya dışarıda bırakılmış hissetme konusunda önemli sorunları varsa çocuğun bu sorunlarla başa çıkma becerisi sekteye uğrayabilir. Bu, babanın annenin dikkatini çekmek için aşırı rekabet etmesine ve dolayısıyla çocuğun dışlanma ve öfke duyguları için bir kapsayıcı sağlamamasına yol açabilir. Bu, özellikle bir ebeveyn dışlanmışlık hissi ile bağlantılı olarak saldırganca davranırsa veya alternatif olarak geri çekilir ve kendini aileden dışlarsa geçerlidir.[43]

    “Yansıtma” terimi belirsiz gelebilir ve yararlı bir benzetme, görüntüleri filmden bir yüzeye aktarmak (yani yansıtmak) için kullanılan bir görüntü projektörüdür. Yansıtmanın psikolojik süreci bazı açılardan benzerdir, çünkü kendi iç dünyamızdan (film) türetilen bir görüntüyü başkalarına (yüzeye) yansıtırız. Benzetmeyi daha da ileri götürmek gerekirse, projektör ampulü loş bir şekilde yansıtıyor olabilir, yani yüzey başlangıçta göründüğünden çok da farklı değildir, biraz belirsizlik kalır. Ya da görüntü yoğun bir şekilde yansıtılabilir, yansıtılan yüzeyin görünümünü tamamen renklendirebilir ve değiştirebilir. Aynı şekilde psikolojik yansıtmada da içsel deneyimlerimiz az ya da çok başkalarına yansıtılabilir.

    Bir bireyin yansıtmalarının nesnesi olan kişi rastgele olmayabilir. Özellikle bir grup ortamında, bir birey, yansıtılan şeye “uygun” görünen birine yansıtma yapmaya daha meyilli olabilir. Örneğin, bir terapi grubunun ilk seansında güvensiz bir grup üyesi, iki terapistten daha genç ve daha sessiz olanından sürekli korkmuş görünüyor diye bahsediyordu. Bir yansıtma, bireyin yansıtılan deneyimle bir miktar bağlantı kurması bakımından kısmi olabilir; örneğin birinin kötü bir gün geçirmesi ve sinirli ve öfkeli hissetmesi, aynı zamanda başkalarını çabuk sinirlenen ve kırılgan olarak deneyimlemesi (aslında öyle olmasalar bile). Daha savunmacı amaçlar için kullanıldığında yansıtma, kaynağının yansıtılan durumla çok az veya hiç bilinçli bağlantı kurmamasıyla “temiz” olabilir. Her şey ötekinde bulunur; örneğin, bir şey hakkında altta yatan suçluluk duygusu barındıran birinin bilinçli olarak kendini tamamen suçsuz hissetmesi ve diğer herkesin hatalı olduğuna ikna olması gibi.

    Grosz, yansıtmanın işlevini ve sonuçlarını şöyle açıklıyor: “Kısa vadede, bu bize biraz rahatlama sağlıyor; ‘Ben kötü değilim, sen kötüsün.’ Ancak kendimizin bir kısmını reddedip bir başkasına yansıttığımızda, bu [. . .] yönleri kontrolümüz dışında olarak görmeye başlıyoruz”.[44] Dahası, yansıtma bir birey (veya bir grup) tarafından yoğun bir şekilde kullanıldığında, gerçeklik testi yapma becerileri azalır ve dünya, tehlikeli veya kabul edilemez olduğu düşünülen şeylerle dolu gibi görünebilir.

    Yansıtılan bazı deneyimler genel kanıya aykırı gibi görünür. Terapide, bir kişi kendi becerileri gibi “iyi” niteliklerini terapiste yansıtabilir; terapiste tüm kaynakları bahşederken, hasta saygılı ama pasif bir rol üstlenir. Örneğin, kişinin yeteneklerini kullanma riskini alması, kendisini ortaya koyduğunda görmezden gelinme veya reddedilme gibi geçmiş deneyimleri göz önüne alındığında korkutucu gelebilir. İç kaynaklarından bu şekilde dışarıya doğru bir yansıtma, iç kaynaklarından kopan kişi için tüketicidir ve “boşluk” duygusuna kapılabilir.

    Yansıtmalı Özdeşim

    Yansıtma, yansıtmalı özdeşim ile yakından bağlantılıdır. Bir kişi içsel bir deneyimi daha yoğun veya güçlü bir şekilde bir başkasına yansıttığında, diğer kişi kendi duygularında ve tepkilerinde yansıtmaları fark edebilir. Bu olguya yansıtmalı özdeşim denir; yani alıcı, kendisine veya daha doğrusu içine yansıtılan şeyle özdeşleşir. Sıradan dilde, “içine işler”. Yansıtmada olduğu gibi, yansıtmalı özdeşim de her yerde bulunur, özellikle daha “olgun” biçimlerde (aşağıya bakınız).

    Yalnızca yansıtma gerçekleştiğinde, yansıtılan kişi kendisine atfedilen şeye şaşırabilir. Bir kişi klinisyenine “benden hoşlanmıyorsunuz” diyebilir. Klinisyen aslında ondan hoşlandığında, bu yansıtmadır (yansıtmalı özdeşim olmadan). Bu, bir bireyin (bilinçdışı olarak) klinisyen ile etkileşime girmesi ve klinisyende hastaya karşı bir hoşnutsuzluk hissi uyandırması durumundan farklıdır. Bunun, Klinik Örnek 1’deki Andrew örneğinde olduğu görülebilir; terapist onu görmekten korkmaya başlar ve onu bırakma arzusu duyar.

    Bebeğin erken bebek-ebeveyn dinamiklerinde içsel duygularınu ve durumlarını iletmesi bu bölümün başında tartışılmıştı; bu iletişim biçimi yaşam boyu devam eder. Bebekler duygularını iletmek için kelimelere sahip değildir ancak sözel olmayan yollarla (ses tonu, etkileşim tarzı, vücut hareketleri ve duruş, yüz ifadesi) hislerini muhakkak iletirler. Benzer bir süreç yetişkinlerde yansıtmalı özdeşimde gerçekleşir, buna ek olarak daha karmaşık bir dil kullanımı ve daha geniş bir eşlik eden eylem repertuarı vardır.

    Terapide yansıtmalı özdeşim iki aşamalı bir süreç olarak düşünülebilir. Gabbard’ın tanımladığı gibi: “1. Bir benlik veya nesne temsili (genellikle bir duygulanım durumu eşliğinde) bilinçdışı olarak başkasına yerleştirilerek yansıtıcı bir şekilde reddedilir. 2. Yansıtan kişi, diğer kişiyi yansıtılan şeyi deneyimlemeye veya bilinçdışı olarak onunla özdeşleşmeye iten kişilerarası baskı uygular.”[13]

    Aşağıdaki açıklamalarda, yansıtmalı özdeşimin bilinçsizce gerçekleşen bir süreç olduğunu akılda tutmak faydalıdır; yani, söz konusu hisler ve “amaçlar”, terapi süreci boyunca meselelerin daha bilinçli hale gelmesi mümkün olsa da, bilinçli farkındalığımızda olmayabilir. Bion, yansıtmalı özdeşimin olgun bir biçimini, bir düzeyde yönetemediğimizi hissettiğimiz deneyimimizin bir yönünü, diğerinin yönetmemize yardımcı olacağı umuduyla iletmenin bir yolu olarak tanımlar. Amaç, “nesneye, bu zihinsel durum hakkında onunla iletişim kurmanın bir yolu olarak bir zihin durumu tanıtmaktır”.[45] Bir örnek, terapi seansında kaygılı bir durumda olan ve terapiste “yardımcı olmak için bir şeyler yap” diye yalvaran kişidir; bu şekilde kaygılı durum terapiste iletilir ve terapist de açıkça kaygılı hissetmeye başlar. Diğer kişiden bir yanıt beklenir; umut, yansıtılan durum hakkında kapsanma ve anlayıştır (“Kapsama” hakkındaki bir sonraki bölüme bakınız). Çağdaş bir bakış açısına göre, yansıtmalı özdeşim yalnızca zor duyguları iletmekle ilgili değildir; bebeklerde olduğu gibi, yetişkinlerde de sıcak ve sevgi dolu duygular diğerine iletilebilir.[46]

    Yansıtmalı özdeşim hakkında düşünmenin bir yolu, ayakta tedavi kliniğinde çalışmayı hayal etmektir. Klinik boyunca kendinizi tam olarak aynı hissetmeyeceksiniz, kiminle olduğunuza bağlı olarak üzgün, endişeli, umutsuz, koruyucu vb. hissedebilirsiniz. Bu duyguların çağrışımı rastgele veya gizemli değildir, hastanın yansıtmalı özdeşim kullanımıyla uyarıldığı ve hastanın ses tonu, beden dili ve tartışma için seçilen konular tarafından bilinçdışında ortaya çıkarıldığı düşünülmektedir. Özetlemek gerekirse, bir terapist bir seans sırasında nasıl hissettiğine yakından dikkat ederse ve kendisine yabancı olabilecek bir duyguyu fark ederse, bu iş başındaki yansıtmalı özdeşim olabilir.

    Bion, bir kişinin içsel deneyiminin oldukça nahoş olduğu için onunla temas kurmayı tolere edemediği daha savunmacı ve arkaik bir yansıtmalı özdeşim biçimini tanımlar. Bu spektrumun en uç noktasında, artan içsel rahatsızlıkla birlikte, bir deneyim, anında rahatlama sağlamak ve duyguları boşaltmak için güçlü bir şekilde yansıtılır. Bu “son çare” türü savunma, alıcıda istenmeyen duyguları uyandırmak ve bunların orada kalmasını sağlamak için nesnenin (yani dışsal bir kişinin) çeşitli derecelerde kontrolüyle ilişkilidir. Öfke, saldırganlık ve şiddet hakkındaki 16. Bölüm bu temayı ele alır, ancak daha günlük bir örnek, bir hastanede resepsiyon personeline bağıran biri olabilir. Bu, personeli savunmasız ve korkmuş hissettirir. Bu durumda, personel, kişi için kabul edilemez olan türden duygular yaşıyor olabilir.

    Birisi tipik işleyiş modu olarak sürekli yansıttığında bu, o kişi için tüketici olabilir ve kişi boşluk hissi ifade edebilir.

    Yansıtmalı özdeşim mekanizması bir kişiye iç dünyasının sıkıntılı bir yönünden psikolojik bir mola sağlayabilirken, tüm savunmalar gibi bu savunma biçimi de yalnızca kısmen etkilidir. Yoğun bir rahatsız edici deneyim, bir sağlık profesyoneli veya kişinin komşusu olsun, diğerinde uyandırılan rahatsız edici hisler sayesinde zorla başkasına iletildiğinde büyük ihtimalle yansıtmaları işlenmemiş bir şekilde göndericiye geri göndermeye çalışırlar. Örneğin, kısıtlayıcı veya cezalandırıcı bir tepki sergileyerek (Klinik Örnek 2’de Ben’in başına geldiği gibi) veya bakım teklifini geri çekerek (görsele bakınız – Şekil 2.2).

    Şekil 2.2 Kapsama olmaksızın yansıtmalı özdeşim. Hastanın yetersizlik duyguları, gerçekleşen kişilerarası süreçler üzerine düşünmek yerine onlarla somut olarak özdeşleşen terapiste yansıtılır. Robert Bangham’ın çizimi.

    Bu süreç, çeşitli ortamlarda hizmet kullanıcıları ile ruh sağlığı çalışanı arasındaki ilişkilerin bozulmasının temeli olabilir. Alternatif olarak, ruh sağlığı çalışanının bakımın merkezî faaliyeti olarak hastalarla ilişkileri üzerine durup düşünmek için zaman ayırması olabilir.[47] Reflektif uygulama grupları, ruh sağlığı çalışanına yansıtmalı özdeşimşlerin tanınabileceği, konuşulabileceği ve keşfedilebileceği bir alan sunar; hem hastalara yönelik işlenmemiş ruh sağlığı çalışanı tepkilerini azaltmak hem de özdeşimleri hastaların deneyimleri hakkında bir bilgi kaynağı olarak kullanmak için (reflektif uygulama gruplarıyla ilgili 18. Bölüme bakın).

    Kapsama

    Yansıtmalı özdeşimin, terapistin reflektif kapasitesine, eğitimine ve çalışma ortamının desteğine bağlı olarak üçüncü bir adımı olabilir:

    3. Terapist yansıtılan içerikleri işler ve kapsar ve “yansıtmanın değiştirilmiş bir biçimini hastaya yeniden yansıtır”[45]

    3. Madde, kapsama olarak bilinen kritik bir süreci açıklar (bkz. Şekil 2.3). Bu kavram, bu bölümün başlarında (Kutu 2.2) bebeğin duygularını tanımasına ve yönetmesine yardımcı olan ebeveyn tepkilerini tartışırken tanıtılmıştı.

    Şekil 2.3 Kapsama. Terapist, hastanın bunaltıcı deneyimleriyle baş edebilmesini ve bunları keşfedebileceği bir alan sunmasını sağlayan içsel reflektif bir çalışma yürütür. Robert Bangham’ın çizimi.
     

    Psikoterapide terapistin rolü, yansıtmalar üzerine davranmaktan ziyade onları düşünmektir; bir hasta ile çalışırken nasıl hissettiğini fark etmek, durumları (içsel olarak) nitelendirmek ve bir duygunun nereden gelebileceğini anlamaya çalışmaktır. Bir hastanın yansıtmaları bir terapist tarafından alındığında, terapistin duyguları tepkisel bir şekilde geri yansıtmasını veya yansıtmaları fark etmekten kaçınmasını önlemek için önemli bir içsel çaba ve çalışma gerekebilir. Sıcak bir tarafsızlığın “analitik tutumu” terapistin duyguları gözlemlemek ve bunlar üzerine düşünmek için bir dereceye kadar nesnelliği korumasına yardımcı olur (bkz. Bölüm 7). Terapist, hastanın deneyiminin artık “kendi içinde gerçekleşen doğrudan zihinsel aktivitesiyle” kapsadığı yönünü değiştirmeye çalışır.[45] Bion, terapistlerin (ve ebeveynlerin ve diğer bakım veren figürlerin) bu içsel çalışmasına “alfa işlevi” adını verdi; acı verici ve zor duyguların ve deneyimlerin detoksifikasyonu veya sindirilmesi. Ebeveyn-bebek dinamiklerine olan bağlantı burada yardımcı olabilir; bir ebeveynin perişan bir bebeği tutarken, “Ağlamayı bırak” diye bağırma isteğinden, ebeveynin içten içe bebeğin nasıl hissettiğini adlandırmasına geçmek için iç kaynaklarını nasıl kullandığı konusunda. Öfkeleniyorum, bu oldukça bunaltıcı bir deneyim. Ve sonra belki de bunun sıkıntılı bebeğin nasıl hissettiğine dair bir şey olduğunu hayal etmek; bebeğin bağırmasının (ağlamasının) nedeni bu.

    Teorik bir bakış açısından, hastanın yansıtmaları terapist tarafından işlendikten sonra, terapist “yansıtmanın değiştirilmiş bir biçimini hastaya yeniden yansıtır… Hasta daha sonra yalnızca kendisinin bu kısmını değil, analistin bir yönünü, analistin zihninin daha sonra hastanın kendisini anlamlandırmasında içsel bir kaynak haline gelebilecek anlayış kısmını içe alma avantajına sahip olur”.[45]

    Yansıtmanın çoğunlukla sözel olmayan sinyallerin birleşimiyle gerçekleştiğini hatırlamak faydalıdır; yüz ifadesi, duruş, ses tonu. Bu nedenle, terapist hastaya hastanın duyguları hakkında bir şeyler iletirken (yeniden yansıtırken) bu araçları da kullanır. Yansıtmalı özdeşim yoluyla, terapistin duygusal durumu muhtemelen hastanınkiyle rezonansa girebilir (veya “bulaşıcı” olabilir). Terapist, içsel düşünme ve işlemeyle, terapistin aksine hastanın kendisine ait olan duygularını yansıttığını yüz ifadesiyle sinyallemeye (veya “göstermeye”) özen gösterir. Bu, bir terapistin kaygılı bir hastaya, muhtemelen hasta için kapsayıcı olacak şekilde, yüz ifadeleriyle Kaygılı olduğunu görüyorum’u iletmesiyle, Korkuyorum ve kaygılıyım’ı iletmesi arasındaki farktır, bu da hastanın alarma geçmesine neden olabilir.

    Çoğu zaman, kapsayıcı yaklaşım, terapistin orada olmaya devam etmesi ve hastayla ilgilenmeye devam ederken terapistin yansıtmalar üzerinde refleksif bir şekilde hareket ederek “eyleme vurmaya”’ direnmesiyle elde edilir. Gabbard, Carpy’den yararlanarak, hastanın terapötik potansiyelini, “terapistin hastaya dayanılmaz görünen zor içsel durumlara tahammül edebilmesi” olarak açıklar.[13] Elbette, bunu çok ileri götürmemeli ve her ne pahasına olursa olsun her şeye tahammül etmeye çalışmamalısınız; bu kapsayıcı olmaz ve her iki taraf için de güvenli olmayan durumlara yol açabilir. Kapsayıcı olmak, kötü muameleye tahammül etmek anlamına gelmez; uygun sınırları korumak, kapsayıcı yaklaşımın bir parçasıdır (bkz. Bölüm 5).

    Hastaya bağlı olarak, işlenmiş duyguların bu şekilde “geri yansıtılması” (re-projecting back) hastanın duygularıyla empati kurarak, olan biteni konuşarak, basitçe açıklayıcı bir soru sorarak veya doğru zamanlama geldiğinde daha kapsamlı bir yorum yaparak da yapılabilir.

    Örneğin, Klinik Örnek 1’deki Andrew’a geri dönecek olursak, terapist ona karşı rahatsız hissediyordu ve talepkar olduğu için ondan kurtulmak istiyordu. Bu kolay bir yol olabilirdi; ancak terapist bunu yapmak yerine bu hissiyata tutundu ve bunun nereden gelebileceğini anlamaya çalıştı. Terapist, hissettiği şeyin Andrew’un erken dönemdeki önemli figürlerinin “eleştirel” ve “reddedici” olduğu algısıyla örtüştüğünü fark etti. Bu anlayış, terapistin Andrew’un iç dünyasının doğasını (içsel olarak) formüle etmesine yardımcı oldu, Andrew’un eleştirel ve reddedici bir nesne temsiline sahip olduğunu ve bunun şimdi terapiste yansıtıldığını düşündü. Terapist, hastanın yansıtmalarını içsel olarak işleyerek kendi rahatsızlığına dair bir bakış açısı kazandı ve bu duygunun kendisini ele geçirmesine izin vermedi. Andrew’u tedaviden çıkarmak yerine, terapist onun ne yaşıyor olabileceği üzerine konuştu.

    Özetle, bir savunma olarak kullanılmasının yanı sıra, yansıtmalı özdeşimin bir iletişim aracı olarak da kullanılabileceği görülebilir. Terapist yansıtmaları kontrol altına alabilirse bunlar bir değişim aracı olarak kullanılabilir.

    Terapi Odasında Kim Var? Aktarım Dinamikleri

    Aktarım, bir kişinin içsel nesne dünyasındaki dinamiklerin bilinçsiz olarak günümüzdeki bir ilişkiye aktarılması anlamına gelir. Greenson faydalı bir tanım getirmiştir: “Aktarım, […] bir kişiye karşı, o kişiye uygun olmayan ve erken çocukluk dönemindeki önemli bir kişiye yönelik tepkilerin bir tekrarı, bir yer değiştirmesi olan duyguların, dürtülerin, tutumların, fantezilerin ve savunmaların deneyimlenmesidir’.[49] Başka bir deyişle, bir kişi, başkasına, o başkası kendi geçmişinden gelen biriymiş gibi davranır. Høglend, aktarım üzerine yaptığı araştırmalara ilişkin incelemesinde, yetişkinlerin kişilerarası işleyişin ve aktarımın üzerindeki çeşitli etkileri, yani bunların “birçok genetik, biyolojik ve kişilerarası faktör” tarafından belirlendiğini kabul eden çağdaş bir konumu özetlemektedir.[50] Aktarım üzerindeki bu etki yelpazesinin kişiden kişiye önemi değişse de, Høglend’in iddiasına göre aktarım, “hastanın kişilik işleyişinin yönlerini (bu örüntülerin gelişimsel kökeninden bağımsız olarak)” yansıttığı için yine de son derece yararlı bir klinik olgudur.[50]

    Değişen derecelerde, aktarım dinamikleri sadece hasta-terapist ilişkisinde değil, tüm ilişkilerde ortaya çıkar. Aktarımın arkasındaki nesne ilişkileri teorisi bu bölümün önceki kısımlarında ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu bölüm, aktarımın terapi bağlamında nasıl uygulandığına dair teorik yönlere daha fazla odaklanmaktadır. Hasta-terapist ilişkisini düşündüğümüzde, terapist tamamen “gerçekte” olduğu gibi değil, kısmen hastanın ilişkilerin nasıl olduğuna dair içsel şablonuna (hastanın içsel nesne ilişkileri) göre deneyimlenebilir. Bu nedenle, örneğin, gerçekte bir klinisyen destekleyici ve ilgili olmasına rağmen, bunlar hastanın içsel nesnelerinin dinamikleri ise (bkz. Şekil 2.4), klinisyen ihmalkar olarak deneyimlenebilir ve hasta umursanmadığını hissedebilir.

    Aktarım, zihinsel yaşamın çoğunluğu gibi, çoğunlukla bilinçdışı olarak işler. Ancak terapide, bir hastanın aktarım dinamiklerinin daha fazla bilincinde olması için eşsiz bir fırsat vardır. Amerikalı bir analist olan Kernberg, “aktarım analizi, geçmişte içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin şimdi-ve-burada yeniden etkinleştirilmesinin analizinden oluşur” der.[51] Günlük insan ilişkilerinde, aktarımın yapıldığı kişi genellikle çarpıtılmış aktarım algısını düzeltecek şekilde hareket eder. Ancak psikanalitik durumda tam gerçeklik testi yapma fırsatının olmaması, aktarım çarpıtmalarının daha kolay gelişmesine ve açıkça görülmesine olanak tanır.[37]

    Şekil 2.4 Aktarım. Bir kişi doktoruyla görüşüyor. Peki, kimi görüyor? Robert Bangham’ın çizimi.

    Önemli olarak, terapinin amacı bunu burada bırakmamaktır; aktarım, hastayı ilk etapta terapiye getiren ilişkisel sorunları anlamak için hayati bir pencere olabilir. Dahası, bir çalışma ittifakı (Bölüm 8) ve güvenli bir terapötik çerçeve (Bölüm 5) tarafından desteklenirse, terapötik ilişki bu sorunlu durumların şimdi-ve-burada yeniden işlenmesine izin verebilir (Bölüm 8’e bakınız: “Değişim İçin Bir Araç Olarak Terapötik İlişki”). Buna bir karşı denge olarak, terapistlerin aktarımı kullanmasının tek yolunun hasta ile terapist arasındaki dinamikleri açıkça tartışmak olduğu söylenemez. Çoğu zaman, terapistin aktarım hakkındaki gözlemleri terapistin hastayı anlayışına yardımcı olacak ve hangi yaklaşımın benimsenmesi gerektiği konusunda bilgi verecektir; terapi odasındaki dinamiklere doğrudan değinmek zorunda değildir.

    Psikodinamik terapide terapist, terapiye kendi kişisel sorunlarını sokmamaya çalışırken profesyonel, nispeten sıcak, terapötik bir duruşa sahiptir (çağdaş bir psikodinamik “tutum”un tam açıklaması için 7. Bölüme bakınız). Aktarım üzerine erken analitik görüşlerin (Freud, 1914) terapistin aktarım ilişkisini güçlendirmek için kendisinden mümkün olduğunca az şey ortaya koymaya teşvik edildiği “boş ekran” kavramına yol açtığını belirtiyoruz; artık bu tekniğin modası geçmiştir.

    Bizim görüşümüze göre, aktarım yalnızca bilinçdışı ilişkisel dinamiklerin anlaşılmasını desteklediği veya bunlar üzerinde çalışma potansiyeli sunduğu ölçüde yararlıdır. “Olumsuz” bir aktarım aşırı yoğunsa ve hasta ile terapistin birlikte çalışması ve gözlemlemesi için bir bakış açısı sağlayacak kadar güçlü bir çalışma ittifakı yoksa bu, hastanın terapiden yararlanabilmesini engelleyebilir. Terapist ile ilişki geçmiş travmaların somut bir tekrarı olarak deneyimleniyorsa bu açıkça yararlı değildir. Psikodinamik bir terapist, hasta için en yararlı olacak şekilde yaklaşımını ayarlayacak ve etki düzeyini çalışma aralığında kalacak şekilde yönetmeye çalışacaktır (Bölüm 7’deki “Psikodinamik Teknik Spektrumu” bölümüne bakınız). Neyin mümkün olduğu konusunda bir sınır vardır ve bazı hastalar psikodinamik ortamı, üretken bir şekilde düşünülemeyen güçlü bir olumsuz aktarımla bağlantılı olarak yararlı bulmazlar (Bölüm 9’a bakınız).

    Danışan ve terapist arasındaki her etkileşim aktarıma dayanmaz. Bu kulağa bariz gelebilir, ancak hastanın söylediği her şeyin aktarım olarak yorumlanmadığından emin olmak için önemli bir kontroldür, çünkü öyle olmayacaktır. “Gerçek ilişki”, hastanın terapisti deneyimleme biçiminin gerçekliğe dayanan yönlerini ifade eder. Anna Freud (1954) “… hasta ve terapistin birbirleriyle gerçek bir kişisel ilişki içinde eşit statüye sahip iki gerçek insan olduğu gerçeğinin farkına varmamız için yer bırakmalıyız” demiştir.[52]

    Terapistin yardımcı nitelikleri (dinlemeye istekliliği gibi) elbette “gerçek” olabilir. Ancak, hasta terapistin ‘gerçek’ bir yönü hakkında yorum yapsa bile, bu durum dikkatli dinleme açısından bir çıkmaz anlamına gelmez. Terapist, terapötik ilişkinin hasta tarafından nasıl deneyimlendiğinin onun için ne anlama geldiğiyle hâlâ ilgilenebilir. Örneğin, bir hasta analisti görmeye gelmekten hoşlandığını çünkü onun sabırlı ve nazik olduğunu söyler; bu gerçekte böyle olabilirken, asıl mesele hastanın şefkatli, sabırlı ve nazik bir figür bulmasının ne anlama geldiği konusunda meraklı kalmaktır. Terapist içten içe bunun diğer “iyi nesneleri” anlamasına yardımcı olup olmadığını veya bunun başka bir yerde eksik olduğu hissedilen bir figür olup olmadığını merak edebilir. İletişim bir şekilde savunmacı mıdır, terapiste karşı daha karmaşık duygulardan, örneğin terapistten hoşlanmama veya belki de terapiste yönelik çekim gibi duygulardan kaçınıyor mu? Terapistin bu görünüşte iyi huylu figürü nasıl “kullanılıyor”; duyguları ifade etmek ve anlayış bulmak için mi, yoksa hasta iyi huylu bir figürden faydalanmakta mı zorlanıyor?

    Karşı Aktarım

    Karşı aktarım ilk olarak Freud tarafından tanımlanmıştır. Klinik çalışma sürecinde analistte uyanan duyguların, analistin kendi bilinçdışı çatışmalarından kaynaklanan ve terapötik çalışmaya karşı bir direnç olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle Freud, bu sorunu ortadan kaldırmak için analistlerin dirençlerini azaltmak amacıyla analizden geçmelerini önermiştir.

    Freud, aktarım hakkındaki fikirlerinin aksine, karşı aktarımın bir engel olduğunu düşünmenin ötesine geçemedi. Daha sonraki teorisyenlerin, bunun yararlı bir araç olabileceği fikrini geliştirmesi gerekti. Heimann (1950), bir analizin “… bir partnerde, hastada duyguların varlığı ve diğerinde, analistte yokluğu ile ayırt edilmediğini, daha ziyade duyguların kabul edilme ve bunlarla çalışılma biçimiyle ayırt edildiğini’ vurguladı. Analistin duyguları, yalnızca bir sorun kaynağı olmaktan çok, hastanın bilinçdışına yönelik bir araştırma aracına daha çok benzemektedir.”[53] Heimann, hastanın bilinçdışının analistin bilinçdışıyla ilişkili olduğunu düşünüyordu.

    Racker (1957) karşı aktarımı açıkça yansıtmalı özdeşim ile ilişkilendirerek bu fikirleri geliştirdi. Analistin karşı aktarımının hastanın içsel nesneleriyle özdeşleşmesi ile ortaya çıktığını düşünüyordu.[54] Racker karşı aktarım tepkilerini yararlı olacak şekilde ayırdı:

    – uyumlu tepkiler – terapistin hastanın pozisyonuyla özdeşleştiği ve onunla aynı şekilde hissettiği durumlar. Bu, empati duygusunun temelidir ve terapistin hastanın kendilik temsili ile özdeşleşmesinden kaynaklanır.

    – tamamlayıcı tepkiler – terapistin hastanın iç dünyasındaki “öteki” gibi hissettirildiği durumlar. Bu, terapistin hastanın nesne temsili ile özdeşleşmesini yansıtır.

    Amerikalı analist Joseph Sandler, “rol-duyarlılığı” (role-responsiveness) üzerine yaptığı çalışmayla tamamlayıcı karşı-aktarım tepkilerine ilişkin anlayışımızı genişletti. Sandler şöyle ifade eder: “Hasta, kendiliknesnesi etkileşimini gerçekleştirmeye çalışacaktır; burada bir özne rolü ve bir nesne rolü vardır ve bunlar, aktarım sürecinde terapistin hızlı, bilinçdışı ve sözsüz olanlar da dâhil sinyallerle yönlendirilmesi yoluyla hayata geçirilecektir.”[37] Başka bir deyişle, terapistin karşı aktarımı hastanın aktarımına bir yanıt olabilir; hasta bilinçdışı olarak terapisti (ve başkalarını) geçmiş ilişkilerdeki deneyimlerinden hastaya tanıdık gelen şekillerde hissetmeye ve davranmaya davet eder. Burada psikodinamik terapi bağlamında karşı aktarıma odaklanıyoruz; ancak, karşı aktarım fenomenlerinin tüm klinisyenlerde ve aslında tüm kişilerarası dinamiklerde deneyimlendiğini belirtmekte fayda var.

    Karşı aktarım duyguları, bir seans sırasında terapistin ‘kendisi gibi davranmadığını’ deneyimlemesi[13], belki öfkeli hissetmesi veya aşırı yatıştırıcı olma isteği duyması gibi açık olabilir. Ancak, zihinsel yaşamımızın diğer yönleri gibi, karşı-aktarım çoğunlukla bilinçsizdir, bu nedenle tezahürleri klinisyenler tarafından algılanamaz, ince veya kolayca gözden kaçırılabilir. Daha ince örnekler, klinisyenin hastaya ilgili hissetmemesi veya bir seansa birkaç dakika geç kalması olabilir.

    Karşı aktarıma yönelik çağdaş bir yaklaşım, bunun iki alanı kapsadığıdır:[55]

    1. Hastanın yansıtmalarıyla özdeşleşmekten veya klinisyenin hasta tarafından bilinçdışı olarak davet edildiği bir rolden kaynaklanan hisler ve dürtüler (yansıtmalı özdeşim). Bu alan, “tanısal karşı aktarım” (diagnostic countertransference) olarak adlandırılır.

    2. Bir hastayla yapılan mevcut çalışma tarafından harekete geçirilen, terapiste “ait” kişisel tepkiler. Örneğin, bir klinisyen hastaları hızla “iyileşmediğinde” sürekli olarak hayal kırıklığına uğramış hissediyordu. Bu, hastalarını “iyileştirme” konusunda bilinçdışı bir ihtiyaçla bağlantılı olabilir. Bu tür tepkiler, hastanın iç dünyasından çok terapistin kendi içsel nesne ilişkilerinden kaynaklanır ve işlenmezse çalışmaya engel olabilir.

    Gerçekte, yukarıdaki iki alan, terapistin de kendi iç dünyası ve kişisel hayatı olan bir kişi olması nedeniyle, bir hastanın belirli yansıtmalarının terapisti rahatsız etme veya etkileme biçimleri açısından sıklıkla birbiriyle ilişkilidir. Örneğin, bir hasta, hastayla ‘saf’ özdeşleşmenin yanı sıra, yoğun bir yetersizlik duygusunu terapiste yansıttığında, durumun terapistte başka hisler ve tepkiler uyandırması da olasıdır. Ancak, terapist kendi iç işleyişlerine dair içgörüye sahipse, kendi kişisel tepkilerini fark edebilir ve bunlar üzerinde çalışabilir.

    Kapsama’nın önceki bölümünde açıklandığı gibi, terapist doğrudan işlenmemiş karşı aktarım duygularından konuşmaz, yani, “Bıktım usandım ve seni göndermek istiyorum” demez. Bunun yerine, terapist karşı aktarım duygularını mevcut dinamiği anlamlandırmak için kullanır ve bu anlayış, onun ne söylediğini ya da ne yaptığını etkiler. Bir terapist kışkırtılmış ya da duygusal olarak harekete geçirilmiş hissettiğinde ve düşünmekte zorlandığında, karşı aktarım duygularına dayanarak bir müdahalede bulunmaya çalışması, büyük olasılıkla hasta tarafından iyi karşılanmayacaktır. Bu olağan durumda, en iyisi beklemek ve seans bittikten sonra dinamikler üzerine ya tek başına ya da süpervizyonda düşünmek için zaman ayırmaktır; ardından ise daha sonraki bir seansta “demir soğukken vurmak”tır.[56]

    Karşı aktarım canlandırması, terapistin karşı aktarım duygularını işlemek yerine eylemde bulunmasıdır; bazen terapistin eyleme vurması” olarak adlandırılır. Çeşitli derecelerde, tüm klinisyenler zaman zaman küçük karşı aktarım canlandırmaları içine düşerler. O’Shaughnessy, klinik çalışmada sınırlı, kısmi eyleme vurmanın kaçınılmaz olduğunu açıklar.[57] Gabbard, tedavinin bu aktarım-karşı aktarım boyutundan, hastanın danışma odasında yeniden yarattığı “dans” olarak bahseder.[14] Önemli olan, klinisyenlerin durumu fark etmeye ve olup biten üzerine düşünmeye çalışmalarıdır. Kısmi bir karşı aktarım canlandırması, önemli bir dinamiğin şimdi-ve-burada anlaşılması, dile getirilmesi ve yeniden işlenmesi için bir fırsat sağlıyorsa olumlu bir etkiye sahip olabilir.

    Terapist tarafından üzerine düşünülebilen küçük canlandırmalar, fark edilmediklerinde “terapötik sürece müdahale eden veya hatta durduran” daha büyük terapist canlandırmalarından ayırt edilmelidir.[57] Terapistin ikinci tür yeniden canlandırmaları ters etki yaratır ve ciddi sınır ihlalleri içerir (ayrıca 5. Bölüme bakın). Kelimenin tam anlamıyla yeniden canlandırmalar, hastaların terapi ilişkisindeki zorluklarını ve travmalarını düşünmek yerine tekrarlamakla sonuçlanır. Bir hastanın yetersizlik duygularını terapiste yansıttığı örneği tekrar ele alalım; yeterli işleme olmadan, terapist bunları somut olarak harekete geçirebilir, kötü bir iş yaptıklarına ikna olabilir, hastayı erkenden başka bir uzmana yönlendirebilir veya bunu bir şekilde doğrudan hastaya yansıtabilir (örneğin, onları eleştirebilir). Terapist, işlemeyle şunları düşünebilir: Ah, bu korkunç yetersizlik hissi, hasta olmanın hissettirdiği bir şey olabilir. Ya da belki de, bana hasta için henüz kelimelere dökülmemiş önemli bir deneyim gösteriliyor. Bir klinisyenin kontrol altına alması zor olan bir diğer yansıtma, hastanın nefret duygusu yansıtmasıdır. Terapist, dinamiği kelimelere dökmek veya sadece olan biteni içten içe düşünmek yerine, dışa dönük bir hoşnutsuzluk veya cezalandırıcı bir tepkiyle karşılık verirse, bu açıkça “kapsamayan” (ve potansiyel olarak profesyonel olmayan) bir tepki olacaktır. Düzenli süpervizyon, aktarım ve karşı aktarım dinamikleri üzerinde düşünmeye yardımcı olmak için önemlidir. Süpervizyondaki tartışmalar, hastanın getirdiği şeylerden kaynaklanan karşı aktarımın yönlerini ortaya çıkarmaya ve bunların neyi temsil ettiğini belirlemeye yardımcı olabilir. Süpervizyonda karşı aktarımın tartışılması, terapist tarafından karşı aktarım yeniden canlandırmalarını azaltmaya da yardımcı olur. Bu süreç, süpervizörün süpervize edilen kişi için kişisel terapiye sapmadan tartışmayı kolaylaştırmasını gerektirir. Süpervizyondan ayrı olarak, terapist için kişisel terapi genellikle değerlidir ve psikodinamik psikoterapist olmak için eğitimin önemli bir parçasıdır.

    Birebir terapi ortamının dışında, karşı aktarım teorisi klinisyenlere günlük işlerinde alternatif bir bakış açısı sağlayabilir. Bölüm 4, daha yaygın klinisyen karşı aktarımlarını ele alır ve klinisyenler ile ekiplerde düşünmeyi teşvik etmenin ve reflektif uygulama gruplarının kullanımı da dahil olmak üzere büyük yeniden canlandırmalardan korunmanın yollarını açıklar. Bazı sağlık profesyonelleri, hastalarıyla ilgili olarak hoşlanmama, öfke, yetersizlik vb. gibi zararlı duygular yaşadıklarında “empatik olmadıklarını” söylüyorlar. Psikodinamik bir anlayış olmadan, birçok uygulayıcı bu tür duyguları işyerinde haksız, yararsız, potansiyel olarak profesyonel olmayan duygular olarak deneyimliyor. Ancak, bu tepkilerin, üzerinde düşünüldüğünde, hastanın kendi içsel durumu hakkında bize bir şeyler söyleyebileceği anlaşılabilirse, o zaman klinisyen bir dizi karşı aktarım duygusunu empati kaynağı olarak kullanmaya başlayabilir. Dahası, kendi duygularını anlamak için bir çerçeveye sahip olmak, duygulardan kaçınma (bastırma) ihtiyacını azaltır. Bu, klinisyenler için de hastalar için de aynı şekilde işler: karşı aktarım duygularından kaçınmanın, duyguların yoğunlaşmasıyla sonuçlanma olasılığı daha yüksektir ve bu da klinisyenin eyleme dökme şansını ve stresi veya tükenmişliği artırır.

    Özetlemek gerekirse:

    1. Terapistte tedavi boyunca devam eden ve genellikle zamanla değişen karşı aktarım tepkileri vardır.[37]

    2. Tanısal karşı aktarım, hastanın içsel deneyimlerine dair değerli içgörüler sunabilir.

    3. Kişisel karşı aktarım, terapistin kendi nesnelerinden kaynaklanır ve terapist dinamiklere ne getirdiğinin bilincinde değilse terapiye engel olabilir.[55]

    4. “[Terapistin] hastaya karşı duygu ve tutumlarındaki değişikliklerin sürekli olarak incelenmesi” artan anlayış ve kontrole yol açabilir.[37]

    5. Küçük karşı aktarım canlandırmaları kaçınılmazdır ve eğer üzerinde düşünülür ve uygun şekilde araştırılırsa terapi çalışmasında yapıcı bir şekilde kullanılabilir.

    6. Psikodinamik terapistler de dahil olmak üzere tüm alanlardaki klinisyenler arasında, fark edilmeyen daha büyük, yararsız karşı aktarım uygulamaları riski vardır. Bunlar en aza indirilebilir ve terapist için kişisel düşünme, süpervizyon, reflektif uygulama ve terapi yoluyla fark edilebilir.

    Narsisistik Kümelenme [Narcissistic Constellation]

    Bu kısım narsisizm kavramına kısa bir giriş niteliğindedir. Bu, klinik çalışmalarda önemli bir görünümdür. Narsisizm, belirli ilişkisel dinamiklerin ve savunma manevralarının bir kümelenmesidir. Bu nedenle, bu bölüm şimdiye kadar ele alınan birkaç temel konuyu bir araya getirir ve bütünleştirir. Kafa karıştırıcı bir şekilde, narsisizm terimi farklı yazarlar tarafından biraz farklı şekillerde kullanılmaktadır. Narsisizm anlayışı, benzer bir altta yatan narsisistik dinamiğin oldukça farklı dışsal tezahürleri olabileceği gerçeğiyle de karmaşıklaşır. Narsisizm konusu, 14. Bölüm’ün merkezinde yer alır ve bu bölümde, yatarak tedavi ortamlarında sıkışmış gibi görünen bazı kişilerde daha aşırı narsisistik dinamiklerin rolü ele alınır. Mevcut bölümde, narsisizmden, bir bireyin birbiriyle ilişkili birkaç temel dinamiğe sahip olmasıyla ilgili olarak bahsediyoruz: kendi kırılganlığıyla ilgili temel bir utanç ve güvensizlik duygusu; başkalarına bağımlı olma korkusu; başkalarıyla gerçekte oldukları gibi değil, bireyin bir parçasının yansıması olarak ilişki kurma örüntüsü.

    Narsisizmin dış belirtileri veya tezahürleri açısından, genellikle kutuplulukları gözlemleriz. Bir birey dışsal onaylanma yolunda çok şey talep edebilir ve zenginlik veya güzellik gibi başarıyı ifade eden faktörler konusunda aşırı endişeli görünebilir; veya tam tersi, aynı birey başka zamanlarda başkalarına olan ihtiyacını reddederek (görünürde) kendi kendine yeterli olma pozisyonuna geçebilir. Bir diğer yaygın kutupluluk, düşük öz-değerin nasıl ortaya çıktığıdır; bir birey (yüzeysel veya ikna edici bir şekilde) kendine aşırı güvenen, biraz büyüklenmeci (grandiose) görünebilir; alternatif olarak, aynı kişi hassas, güvensiz ve endişeli olarak ortaya çıkabilir, belki de özellikle kırılgan bir güven duygusu yaralandığında.[58] Narsistik dinamiklere sahip bazı kişiler bir kutupta veya diğerinde daha istikrarlı olabilir. Bu kutupluluklar, altta yatan bir sorunun içsel yetersizlik, boşluk ve utanç duygusuyla ilişkili olduğu aynı madalyonun farklı yüzleri olarak düşünülebilir. McWilliams’ın açıkladığı gibi: “her kendini beğenmiş grandiyöz narsisistin içinde, kendine güvenmeyen ve utanç duyan bir çocuk saklıdır. Her depresif ve kendini eleştiren narsisti, kişinin ne olabileceği veya olması gerektiğine dair grandiyöz bir resim yatar.”[59] Bir dereceye kadar, bu özelliklerin çoğu hepimize tanıdık gelebilir ve “sağlıklı narsisizmden patolojik olana kadar uzanan bir süreklilik olduğu vurgulanmalıdır çünkü hepimiz az ya da çok dışarıdan onaylanmaya ihtiyaç duyarız”.[59]

    Kutu 2.8, Yunan mitolojisindeki Narcissus mitinden yararlanarak narsisizm hakkında daha fazla klinik bağlam sunmaktadır.

    Kutu 2.8 Narcissus mitinin klinik kullanımı

    Narcissus, dağ perisi Echo’nun aşkını reddeden, güzel ama kibirli bir genç adamdı. Echo’nun kendisi için yeterince iyi olmadığını düşünüyordu. Reddedilmesinin bir sonucu olarak Echo zayıfladı ve geride yalnızca sesini bırakarak öldü. Davranışının intikamı olarak, tanrı Nemesis, Narcissus’u bir su birikintisindeki yansımasına hayran olmaya ve orada gördüğü güzel gence aşık olmaya mahkum etti; bunun kendisinin bir yansıması olduğunu fark etmeyecekti. O da, yansımasının güzelliğinden kendini koparamadığı için karşılıksız aşktan öldü. Böylece, narsisistik kişinin kibir ve kendini sevme görünümüyle temsil edildiği fikri doğdu.

    Bu mitin önemli bir klinik kullanımı, başkalarıyla ilişkilerde kırılganlığa izin vermenin zorluğunun, başkalarının gerçekten içeri girmesine izin vermeyen, ancak bir miktar güvenlik sağlayan kapalı bir sisteme yol açtığını göstermesidir. Mit, bu savunmacı kümelenmenin kendine olan maliyetini ve başkaları üzerindeki etkisini tasvir eder. Mit, Narcissus genç bir adamken başlar ve kişi, onu kibirli, bencil ve Echo ile bir ilişki düşünemeyen biri haline getiren şeyin ne olduğunu merak eder (Gelişim Teorileri hakkındaki bir sonraki bölüme bakınız). Güzelliğine rağmen, bir parçası sevilmez olma konusunda yoğun bir endişe geliştirmiş olabilir. Narcissus’un “O benim için yeterince iyi değil” şeklindeki üstün konumu, bilinçdışı “Ben onun için yeterince iyi değilim” kaygısına karşı bir koruma olarak anlaşılabilir. Ya da daha açık bir şekilde, Beni tanırsa benden nefret edecek. Belki de kendine olan sevgisi, başkaları tarafından yaralanmış hissetmekten biraz olsun güvenlik sağlıyordu; her ne kadar büyük bir bedel ödese de.

    Büyüklenmecilik ve görünürde bir öz sevgi sunum, daha önce gelişim aşamasında yaralayıcı bir deneyim olan başka bir kişiye karşı samimi ilgi göstermenin açığa çıkma riskini almaktansa kendine “yatırım yapmanın” daha güvenli hissettirmesi ile anlaşılabilir.

    Gelişimsel Teoriler

    Narsisistik dinamiklerin nasıl gelişebileceğine dair birkaç teori vardır ve aslında yolculuk kişiden kişiye değişebilir. Freud’a göre patolojik narsisizm, gerçek dış nesneyle ilgili hayal kırıklığı karşısında kişinin duygusal yatırımının dış nesnelerden çekilmesi ve bunun yerine büyük ölçüde kendiliğe bağlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Çok basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, bu, narsisistik kişisel özelliklere sahip bazı kişilerde görülen klinik kibir ve onaylanma ihtiyacı tablosundan sorumluydu.

    Freud’un narsisizm kavramını izleyen Kohut, bunun en erken ilişkilerdeki bir eksikliğin sonucu olduğunu düşünür. Bireyin erken ebeveyn-bebek ilişkisindeki zorluklar nedeniyle içsel boşluk hissinden muzdarip olduğunu düşünür.[60] Bakımverenlerle en erken ilişki, onların savunmasızlığını kabul etmemek ve küçümsemek olarak deneyimlenirse, bebek savunmasızlıklarını gizlemeyi ve bunları utanç verici olarak görmeyi öğrenebilir. Winnicott, “gerçek kendiliğin” kabul edilebilirliğin dışsal bir cephesinin ardında gizlendiği ve korunduğu “sahte kendilik” adını verdi. Bu nedenle, gerçek duygularını gösterirlerse aşağılanacakları veya reddedilecekleri korkusu vardır.

    Narsistik bir varoluş biçimine ilişkin ilgili bir yol, bir birey birincil bakım verenlerinin “narsistik bir uzantısı” olarak ilişkilendirildiğinde ortaya çıkabilir. Basit bir açıklama, başarmış olma duygusundan yoksun olan, çocuğundan dolaylı olarak faydalanmak için başarmayı öne süren “zorlayıcı bir ebeveyn”dir. Bu dinamik, daha iyi huylu etkileşimleri dışlayarak ilişkisel sahneye hakim olursa, bu çocuğa kim oldukları için değil, başkalarının olmasını istediği kişi oldukları için değerli oldukları yönünde kafa karıştırıcı bir mesaj bırakabilir. (Ayrıca, örneğin, Grosz’un “Çok fazla övgü çocuğunuz için neden kötü olabilir” başlıklı makalesine bakın.)[44] Daha narsisistik olarak rahatsız bakım verenler, bebeklerini kendilerinden ayırt edilemez olarak deneyimleyebilir ve kendilerine zarar vermenin bir vekili olarak onlara zarar verebilirler.[61]

    Yukarıdakilere bir karşıt nokta olarak Kernberg, yapısal niteliklerin narsisistik zorlukların şekillenmesinde önemli olduğunu vurgular ve bazı bireylerde hayal kırıklığı ve saldırgan dürtülere tahammülsüzlüğün önemini, narsisizmin etiyolojisiyle ilintili olarak görür.[60]

    Özetle, altta yatan bir beklenti, bir başkasıyla yakınlık ve güven ilişkisi kurmanın aşırı derecede açılmaya yol açacağı ve bunun da hayal kırıklığına, duygusal bir yara almaya ya da korkutucu bir yokluk veya yoksunluk hissine neden olacağı yönünde olabilir.

    Narsisistik Nesne İlişkileri

    Yukarıdaki gelişimsel deneyimlerle ilişkili olarak, bir nesne-temsilinin kendini kendilik-temsilinin üstüne koyduğu ve ikincisini zayıf, değerli olmadığı ve ihtiyaç ve zaaflara sahip olduğu için eleştirel bir şekilde yargıladığı bir nesne ilişkileri örüntüsü gelişebilir.[17] Bu dinamik daha sonra yetersizlik ve utanç hissini, kendiliğin bir yönünün diğer bir yönünü işe yaramaz olduğu için azarlaması ve depresif duygulara yol açabilmesi ile açıklar. İçsel nesne, bir kişinin nasıl olması gerektiği (ihtiyaçlar kötü ve zayıftır, gizlenmelidir… Benim ihtiyaçlarım yok) duygusunu edinmiş, biraz grandiyöz, kendi kendine yeten bir karaktere sahip olabilir. Bu içsel nesne, bir bakıma, kişiyi korumaya çalışır. İçsel nesnenin, öznenin ihtiyaçlarına ve hassasiyetlerine yönelik saldırıları, kişinin gerçek kendiliğini ve ihtiyaçlarını göstermesinin, güvendiği kişiler tarafından reddedilme korkusunun yarattığı bunaltıcı kaygıya maruz kalmaktan daha güvenli gelebilir. Ya da belki daha da kötüsü, bu durum onları, ilgi ve bakımın yokluğu gerçeğiyle yüz yüze getirebilir.

    Bu içsel nesne ilişkileri, narsisistik kişilerarası ilişkilerde gözlemlenen belirli örüntülere anlam kazandırabilir. Belirtildiği gibi, buradaki temel dinamik, bir bireyin gerçekten birinin hayatına girmesine izin verme ve kişisel duygularını gösterme riskini alma anlamında başkalarına bağımlı olma korkusudur. Ve yine de, bireyin sevgi ve onay ihtiyacı hala oradadır, aslında başkalarına karşı bu ince kendini kapatma yoluyla daha da güçlenir. Bu çatışma aracılığıyla bir uzlaşma durumu ortaya çıkabilir. Kişi, daha samimi duygusal bağlar kurma riskine girmek yerine, başkalarından onay gösterilerini davet eden (“nesne üzerinde narsisistik kontrol”) bir ilişki kurma tarzıyla, duygusal olarak insanları hayatında belli bir mesafede tutabilir. Bu şekilde, kişinin etrafındakiler, sevgi ya da övgü ifadelerinin onlardan özgürce değil de adeta zorla alındığını hissedebilirler. Ötekinin verip vermeme konusundaki özgür alanı, kişinin tam da korktuğu ve kontrol altına almaya, sınırlamaya çalıştığı şeydir. McWilliams bu durumu şu şekilde ifade eder: “Başkalarına olan ihtiyaçları derindir, ama onlara olan sevgileri yüzeyseldir.”[59]. Kendilik psikoloğu Kohut ise, kişinin öz-değerini onaylayarak ve destekleyerek güçlendiren insanları tanımlamak için “kendilik nesnesi” (selfobject) terimini kullanır.

    İlk kez Klinik Örnek 1’de anlatılan Andrew’a dair bir bakış açısı, onun patolojik narsisizmden muzdarip olduğu yönünde olabilir. Annesiyle mesafeli ve zorlu bir ilişki yaşamıştır. Düşük öz-değere sahiptir; ki bu aslında kendiliğin bir yönünün diğer bir yönünü küçümsemesi anlamına gelir. Zihninde, kendisinin sevilmez olduğu, kimsenin onu istemediği yönünde bir iç ses taşımaktadır. Bu durum, anlaşılır bir şekilde, onun zaman zaman kendini kötü hissetmesine ve intihar düşüncelerine kapılmasına yol açmıştır; çünkü aktif olarak içsel bir saldırgan nesneyle yaşamaktadır. 8. ve 12. bölümler, bu dinamiklerin psikoterapide nasıl ele alınabileceğini açıklayacaktır.

    Değişime Yönelik Psikodinamik Yaklaşımların Ana Hatları – Teori

    Bu son bölümde, çok katmanlı değişim konusuna kısa bir giriş sunuyoruz. Güncel düşünce, psikodinamik terapide sinerjik olarak çalışan birden fazla değişim mekanizması olduğudur ve her hasta için en uygun olana bağlı olarak bir bileşene veya diğerine daha fazla vurgu yapılır.[14] Burada, bu kitap boyunca çeşitli bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alınan çeşitli fikirler tanıtılmaktadır; daha fazla ayrıntı için nereye bakacağınızı vurguladık.

    Psikodinamik terapi semptomları keşif için bir başlangıç ​​noktası olarak görür; yani semptomlar altta yatan bir şeyin olduğunu gösterir. Psikodinamik terapinin temel öncülü, öngörülebilir ve kapsayıcı bir ilişki ve bir “terapötik çerçeve” (therapeutic frame) sağlamaktır (bkz. Bölüm 5). Bu çerçeve içinde, bilinçdışında neler olduğunu ve neden olduğunu anlamaya ve fark etmeye olanak tanıyan terapötik bir alan vardır. Hangi temel ihtiyaçlar karşılanmıyor; ilişkilerde geçmişte uyumlu olan ancak şu anda uyumlu olmayan hangi bilinçdışı (otomatik) varoluş biçimleri işliyor; hangi savunmalar kullanılıyor ancak “başarısız” olabiliyor?

    Psikodinamik alan ve terapist, hastayı “serbest çağrışım” (free association) yoluyla kendine dair bazı yönleri daha fazla fark etmeye teşvik eder (bkz. Bölüm 7). Bazı hastalar rüyalarından bahsedebilir; bu rüyalar bazen bilinçdışı işleyişin bazı yönlerini anlamak için kullanılabilir; rüya kuramı ve rüyalarla çalışmaya dair bir uygulama Bölüm 7’de açıklanmıştır. Her birey terapötik çerçeve içinde farklı bir şey bulur. Bir kişi bu alanda özgürlük ve oyun duygusu hissedebilirken bir başkası bu alanı bunaltıcı bulabilir ve içine kapanabilir; terapistin ondan beklentisinden korkabilir. Terapist, hem dışarıya hem içeriye kulak vererek, sözel ve sözel olmayan materyalleri dinler; tekrar eden temaları ve duygulanımları (ki bunlar yansıtılıyor olabilir) gözlemler; kişilerarası davranış örüntülerini, özellikle de terapistle şimdi ve burada olan ilişkideki örüntüleri fark eder (aktarım üzerine çalışmak). Solms’un da açıkladığı gibi, altta yatan nesne ilişkileri ve “ötekiyle nasıl olunacağını öğrenme” doğrudan bilinç düzeyine getirilemez, çünkü bunlar otomatikleşmiştir ve örtük bellektedir: “Bu nedenle analist, bunlardan türeyen tekrarlayan davranış örüntülerini farkındalığa getirerek onları dolaylı yoldan tanımlar.”[3] Terapistle kurulan ilişki, hastanın ötekilerle ve kendisiyle nasıl ilişki kurduğunu anlaması, şu anda nelerin ters gitmekte olduğunu keşfetmesi için yaratıcı bir ortam olarak kullanılabilir; aynı zamanda yeni oluş biçimlerinin “denenmesine” imkân tanır ve bu sürece dair kaygılar araştırılıp anlaşılabilir. Değişimin diğer araçları arasında terapinin daha destekleyici unsurları, zorlayıcı duygulanımların tolere edilerek daha katlanılabilir hale gelmesi ve anlam üretimi yer alır (bkz. Bölüm 4 ve 6). Hastanın içsel ilişkilerinin, ötekilerle varoluş örüntülerinin ve psikolojik savunmalarının daha fazla farkına varabilmesi için her iki taraftan (terapist ve hasta) hatırı sayılır bir zaman ve sabır gerekir, bunları değiştirmeyi düşünmekten bahsetmiyorum bile. Bağlı olduğumuz ve bir zamanlar uyumlu olan örüntüleri değiştirme olasılığıyla kaygılar ortaya çıkar. Eski varoluş biçimlerine ve güvenlik arama yollarına olan tutunmayı gevşetmek için bir yas süreci gerekebilir (bkz. Bölüm 8). Bazen eski şikayetlerin üstesinden gelinmesi gerekebilir. Bu gelişimsel süreçler ve yeni ilişkisel öğrenmeler yavaştır ve psikodinamik bir bakış açısından terapinin neden zaman, bağlılık ve birden fazla seans gerektirdiğini açıklar.

    Son Sözler

    Başkalarıyla ilişki kurma biçimleri, çoğunlukla bilinçsizce işleyen içsel nesne ilişkileri tarafından yönlendirilebilir, yani hasta ne yaptığının farkında değildir. Genellikle bu nesne ilişkileri uzun süreli ve derinden yerleşmiştir. Neler olup bittiğini fark etmek zaman alır ve bu ilişki kalıplarında herhangi bir değişiklik yapmak çok daha fazla zaman alır. Entelektüel içgörü genellikle kalıcı bir değişiklik yapmak için yeterli değildir ve ilişkilerde yeni deneyimler de dahil olmak üzere diğer süreçler genellikle gereklidir.

  • Yatan Hastaya Tıbbi Ortamda Psikodinamik Müdahale (28. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Contemporary Psychodynamic Psychotherapy: Evolving Clinical Practice‘nin [Çağdaş Psikodinamik Psikoterapi: Gelişen Klinik Uygulama] 28. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Norka T. Malberg

    Çocukluk ve ergenlik döneminde kronik hastalık geçirmek, ebeveynlerin çocukları için istek ve umutlarıyla çelişmektedir. Hem çocuğun hem de ailenin öyküsünü yeniden yazarak tüm başa çıkma mekanizmalarını zorlar. Genç bedenin hayatta kalması için eylemin hayati önem taşıdığı durumda, duygusal gelişimi destekleyen, güvenilir ve karşılıklı bir ilişki deneyimi sağlamak gerçek bir zorluktur. Peki çağdaş gelişimsel psikanalitik yaklaşım bu bağlamda nasıl katkı sağlayabilir?

    Çocuk psikanalizi alanı, fiziksel hastalıkların çocuk, aile ve çevre için ortaya çıkan zorluklara yabancı değildir. Anna Freud ve meslektaşları (Eissler, Freud, Kris ve Solnit, 1977), bedensel hastalık yaşayan çocuklarda gelişim ve duygusal tepkilerdeki değişiklikleri anlamaya çalışma şeklimizi değiştirme ihtiyacını araştırdılar. Bowlby (1988), bu çabalarla paralel olarak, çocukların gelişiminde kayıp ve ayrılığın rolünü araştırmış ve çocukların hastaneye yatış deneyimlerinin, dolayısıyla bağlanma stillerinin, çocuklar ve aileleri üzerindeki etkilerini anlamak için bir taslak sunmuştur. Bu önemli katkılar, çocuklar ve ailelerinin tıbbi ortamda nasıl tedavi edileceği konusunda önemli bir etki yapmış ve günümüzde uygulanan yaklaşımları şekillendirmiştir.

    Anna Freud ve meslektaşlarının önemli katkılarından biri, yalnızca çocukla değil, aynı zamanda ebeveynlerle de çalışmanın, kaygı, suçluluk, çaresizlik ve öfke duygularını anlamalarına ve bunlarla başa çıkmalarına yardımcı olmanın önemini vurgulamaktı. Bu konuya kısmen savaş travması yaşayan çocuklara ilişkin ayrıntılı gözlemleri sonucunda odaklanmıştır (Freud, 1973). Ebeveynlerle veya birincil bakımverenlerle çalışarak çocuğun potansiyel travmatik deneyimlere verdiği tepkilerin daha iyi anlaşılabileceğine inanıyordu. Dahası, bu çalışma, çocuğun gelişim aşamasının, hastalık deneyimiyle başa çıkma kapasitesinde ve çocuğun gelecekteki işlevselliğinde oynadığı önemli rolü vurgulamıştır. Hastalığın başlangıcında ulaşılan gelişimsel başarılara bakmak, çocuğun duygusal tepkileri ve davranışsal belirtilerinin anlaşılmasına büyük ölçüde etken olabilir. Londra’daki Hampstead Kliniğinde yayınlanan ilk yazıların çoğu, tıbbi personeli ve ebeveynleri, fiziksel hastalığın bir gencin gelecekteki psikososyal gelişimi üzerinde yaratabileceği ciddi etkiler konusunda bilgilendirmeyi amaçlıyordu. En önemlisi, pediatrik ünitede sıklıkla gözlemlenen ve sıklıkla yanlış anlaşılan, genç hasta, aile ve sağlık hizmeti sağlayıcıları arasındaki ilişkisel uçurumu daha da kötüleştirecek şekilde uygulanan tepki ve davranış örnekleri sunuyordu.

    Bu öncü çalışmayı temel alan Fonagy ve Moran (1990), psikanalitik psikoterapinin pediatrik diyabet hastalarının tedaviye uyumu üzerindeki etkisini araştırdı. Müdahale, savunma mekanizmalarının analizine ve hastaların hastane birimi bağlamında bireysel psikodinamik seanslarla duygu durumlarının farkındalığını ve bunları keşfetme kapasitesini güçlendirmeye odaklandı. Çalışmaları, tıbbi rejime uyumun biyolojik ölçümlerinde önemli iyileşmeler olduğunu göstererek, çocukluktaki kronik hastalıklara psikodinamik yaklaşımın faydalarını vurguladı ve kronik hastalıklardan etkilenen gençler gibi belirli popülasyonlara yönelik gelişimsel ve ilişkisel bakış açılarının klinik uygulamalarının daha fazla araştırılması için gereken net göstergeleri ortaya koydu.

    Bu bölüm, gelişimsel psikanalizin, yani zihinselleştirme temelli terapinin (MBT) ergenlik çağındaki bir böbrek hemodiyaliz ünitesinde uygulanmasını göstermektedir. Psikodinamik bir yapı olan zihinselleştirme teorisi ve pratiği, psikanalizin düşünce ve pratiğinde, kişisel anlam ve kişilerarası dinamikler arasındaki arayüzün ilişkisel ve sistemik bir anlayışına doğru ilerlemeyi temsil eder. Bu konu çocuk psikanalitik psikoterapisi alanında uzun yıllardır ilgi çekici olsa da, bu yeni bütünleştirici yaklaşım, çok sistemli işbirliği ve iletişim ihtiyacı olan hastane birimleri gibi geleneksel olmayan ortamlarda özellikle başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Bu bölümde açıklanan proje, son dönem böbrek yetmezliği yaşayan ergenler arasında tıbbi rejime uyumun zorlu sorununu anlamak ve yönetmek için yeni yollar keşfetmeye çalışmıştır.

    Kronik hastalık bağlamında ergenlik

    Ergenlik, çocukluk ve yetişkinlik arasındaki geçişsel bir gelişim dönemidir ve bebeklik dönemi hariç yaşamın diğer tüm evrelerinden daha fazla biyolojik, psikolojik ve sosyal rol değişikliğiyle karakterize edilir. Bu gelişim döneminde normal ve anormal arasındaki ayrımlar bazen daha az belirgindir (Cichetti ve Rogosh, 2002). Ergenliğin tanımlayıcı özelliğinin değişim olduğu ve halihazırda değişim halinde olan bir sistem üzerinde olumlu etki yaratma fırsatlarının bulunduğu göz önüne alındığında (Cichetti ve Toth, 1996), birçok çocuk ve sağlık psikoloğu bu kritik döneme odaklanmıştır.

    Fonagy, Gergely, Jurist ve Target (2002), gelişimsel ayrışma ve bireyleşme göreviyle karşı karşıya kalan ergenin, alternatif bakış açılarının sonuçlarından uzaklaşmak için etkileşimlerden veya genel olarak zihinselleştirmeden çekilmeyi seçtiği süreci tanımlamaktadır. Genel olarak, ergen kendisinde ve başkalarında yeni düşünceler ve duygular deneyimledikçe, dünya aniden daha karmaşık, kafa karıştırıcı ve bunaltıcı hale gelir. Ebeveynlerin boşanması, okul ve mahalle şiddeti, kronik hastalık veya ergenin hayatındaki önemli bir kişiyi kaybetmesi gibi çevresel stres faktörleriyle karşı karşıya kaldığında, zihinselleştirme kapasitesi daha da zayıflar. Bu bakış açısından, genç kişinin bağlanma sistemini güvenli ve öngörülebilir bir terapötik ortam bağlamında etkinleştirmek, zihinsel durumlar ve bunlara eşlik eden zor duygular üzerine düşünme kapasitesinin yeniden etkinleştirilmesini kolaylaştırmayı amaçlamaktadır.

    Kronik çocukluk çağı hastalığı normal olgunlaşmayı engelleyebilir ve yetersiz tedavi edilen çocukluk çağı üremisi, büyümeyi ve bilişsel gelişimi bozabilir. Okul devamsızlığı ve kaçırılan mesleki ve sosyal fırsatlar istihdam edilebilirliği ve öz saygıyı azaltabilir (Meijer, Sinema, Bijstro, Melenbergh ve Wolters, 2000). Ergen böbrek hastaları, günde birkaç kez, farklı dozaj ve formlarda çok sayıda ilaç almak zorundadır. İlaç uyumsuzluğu, böbrek nakli yapılan çocuklar ve ergenler için özellikle zorlu bir sorundur (Rianthavorn ve Ettenger, 2005). İlaç uyumsuzluğu, böbrek nakli geçirmiş çocuklar ve ergenler için özellikle zorlu bir sorundur (Rianthavorn ve Ettenger, 2005). İlaç uyumsuzluğunun potansiyel sonuçları ciddi olup daha sık tıbbi komplikasyonlar ve hastaneye yatışlar, aile stresi (Arbus, Sullivan ve Tejani, 1993) ve organ reddi ve zayıf bağışıklık sistemi risklerinin artışını (Bittar, Keitel ve Garcia, 1992; Cecka, Gjertson ve Terasaki, 1997) kapsar.

    Bu benzersiz popülasyonda ilaç uyumunu artırmak için en iyi yaklaşımın hangisi olduğu konusunda belirsizlik vardır. Kronik hastalığı olan, ilaç kullanan hastaların günlük yaşamının derinlemesine anlaşılması, onların uyumsuzluklarını daha iyi anlamak için çok önemlidir. Kronik tıbbi rahatsızlığı olan gençlerin karşılaştığı psikososyal sorunlar üzerine yapılan nitel bir çalışma beş genel temayı ortaya koymuştur: kontrol (kontrolde, kontrol altında, kontrol dışı); duygusal tepkiler (mutluluk, hayal kırıklığı, öfke, üzüntü, kaygı); kabul (hastalığın, başkalarının, kendini); başa çıkma stratejileri; ve anlam arayışı (Olsson vd., 2003). Çalışma, gencin anlamı keşfetmesine ve olumlu sosyal bağlantılar yoluyla özsaygı ve kabul oluşturmasına olanak tanıyan müdahalelerin bu gruptaki uyum sonuçlarını muhtemelen iyileştireceği sonucuna varmıştır.

    Klinik gözlem ve ampirik araştırmalardan yola çıkan ergen böbrek hastalıkları projemiz, klasik çocuk psikanalizinin unsurlarını (yani savunma analizini) zihinselleştirmeye dayalı grup müdahalesi şemsiyesi altında birleştirmeyi amaçlamıştır. İlerleyen sayfalarda böyle bir yaklaşımın temel unsurlarının kısa bir açıklamasının yanı sıra pediatrik böbrek hastalıkları ünitesindeki uygulama sürecinin anlatımsal açıklaması da sunulmaktadır.

    Hemodiyaliz ünitesinde ergenlerle çalışmaya yönelik zihinselleştirme yaklaşımı

    Zihinselleştirme (mentalization) terimi, öznel durumlar ve zihinsel süreçler açısından birbirimizi ve kendimizi, örtülü ve açık bir şekilde anlamlandırma sürecimizi ifade eder (Allen, 2006; bkz. Bölüm 2: Çağdaş psikodinamik psikoterapide döngüsel ilişkisel kalıplarla çalışmak).

    Zihinselleştirme, bireyin ilişkisel dünyada etkin bir şekilde işlev gösterme becerisinin merkezinde yer alır. Birçok nedenle karmaşık ve belirsiz bir süreçtir; bunlar arasında, bir kişinin yanlış bir inanç doğrultusunda hareket etme olasılığı da bulunmaktadır. Ayrıca inançlar, duyusal algılar, hafıza ve motivasyon arasındaki karmaşık bir etkileşim sonucu ortaya çıkar ve bu nedenle birçok nedenden dolayı değişebilir; örneğin çevre değişmiş olabilir veya bazı gizli zihinsel süreçler gerçekleşmiş olabilir. İnançlar, gerçeğin temsilleri olduğu için, insanlar çok farklı inançlara sahip olabilir ve görünüşte benzer şeyler hakkında çok farklı duygular hissedebilirler  (Malberg ve Midgley, 2016). Ergenlik bağlamında ise bu tablo, bu gelişim aşamasının fiziksel, sosyo-bilişsel ve duygusal çalkantılarının seviyesi tarafından daha da karmaşık hale gelir.

    Bir genç, kronik hastalık gibi stresli koşullarda olduğunda, zihinselleştirme kapasitesi, tıpkı ebeveynlerin, öğretmenlerin ve tıbbi personelin kapasitesi gibi zorlanır. Bu ortamda etkili bir müdahale, kronik hastalığın sistemik etkisini ele almalıdır. Bu amaçla, zihinselleştirme gibi bir kavramın paylaşılması ve sistemin günlük diline dahil edilmesi, terapistin neyi başarmaya çalıştığını anlamak ve desteklemek için faydalıdır; bu, “sistemi zihinselleştirme”yi hedefler (Twenlow, Fonagy ve Sacco, 2005). Fiumara’ya (2008) göre, zihinselleştirme, içimizde gelişse de başkalarıyla paylaşmayı deneyebileceğimiz bir psikolojik yaşam biçimidir. Gelişen birey tarafından ifade edilebilecek zihinselleştirme çabaları, bu kapasitelere mikro veya makro topluluk içindeki diğer bireylerde kendiliğinden etkin olduğu ölçüde onaylanır ve teşvik edilir. Kronik olarak hasta ergenin pasif rolü ve depresyon ve anksiyetenin yüksek yaygınlığı ile kronik hastalığın ailenin psikososyal işleyişi üzerindeki etkisi hakkında çok şey yazılmıştır (Brownbridge ve Fielding, 1994). Ancak, hastalığın kişisel anlamının genç kişi ve ailesi üzerindeki etkisine veya somut ve bazen yıkıcı zihinselleştirme örüntülerinin birçok genç insanda sistem içinde hayatta kalmanın bedeli olarak nasıl bir “sahte kendilik” (başkalarının kişinin olmasını istediği şey) teşvik ettiğine yeterince dikkat edilmemiştir. Zihinselleştirme perspektifinden tıbbi uyum düşünmek, bunu bir başa çıkma aracı, kontrol duygusu kazanma ve benlik sınırlarının (beden ve zihin) ile nesne istikrarının (ilişkiler bağlamında kimim?) kısmi bir onayı olarak anlamamıza yardımcı olur.

    Bu bağlamda, bir ZTT (Zihinselleştirme Temelli Terapi) grubu, duygu ve düşünmeyi teşvik ederken merak ve oyunculuğu da teşvik etmeyi amaçlar. Daha spesifik olarak, ergenlerin yaşamlarında yaygın olan stres faktörleri ile başa çıkmanın yeni yollarını teşvik eder, özellikle ciddi çevresel zorluklar veya ilişkisel travma yaşayan ergenler için.

     

    Neden bir grup?

    Anlamlı akran ilişkilerinin oluşumu ergenliğin gelişimsel görevlerinden biridir. Akran ilişkileri ergenlik döneminde belirgin bir şekilde artar ve bazı durumlarda bağlanma ilişkilerine dönüşebilir. Sonuç olarak, bu gelişimsel dönemdeki müdahaleler daha az tehdit edici hissedilebilir. Sonuç olarak, bu gelişimsel dönemdeki grup müdahaleleri daha az tehdit edici hissedilebilir ve genç kişinin güvenli ve kontrollü bir akran ortamı bağlamında, mevcut bağlanma örüntüsünü şekillendiren kişilerarası ve çevresel deneyimleri yeniden gözden geçirmesine olanak sağlama potansiyeline sahip olabilir.

    Böbrek hastalıkları ZTT grup yaklaşımının (Malberg, 2013) temel amacı, duygusal, gelişimsel ve kültürel olarak alakalı ve potansiyel olarak zihinselleştirmeyi engelleyen temalara odaklanarak bağlanma sistemini güvenli bir alan olarak grup bağlamında aktive etmektir. İkinci olarak, gencin kişilerarası işlevselliğini engelleyebilecek yansıtma gibi mevcut savunma stratejilerini belirlemeye çalıştı.

    Böbrek hastalıkları projesi üç paralel gruptan oluşuyordu. Ana grup, hemodiyaliz ergen biriminin altı üyesinden oluşan haftalık bir gruptu. Seanslar 4 saatlik hemodiyaliz döngüsünün ilk bir buçuk saatinde gerçekleşti. Ek olarak, ebeveynlerden oluşan bir grup ve hemşirelerden oluşan bir grup, ergen grubuna paralel olarak her iki haftada bir bir araya geldi.

    Programın tanımı: Tasarımdan uygulamaya

    Müdahale öncesi değerlendirme

    Projenin ilk 6 ayında, katılımcıların tıbbi uyumlarının biyolojik ölçümlerinin bir temel çizgisi oluşturuldu. Kilo (sıvı alımını ölçmek için) ve kalsiyum ve potasyum seviyeleri (oral ilaç alımını ölçmek için) izlendi. Ek olarak, tüm katılımcıların kişilik işlevlerini değerlendirmek için Millon Ergen Kişilik Envanteri (MAPI) verildi. MAPI değerlendirmesi, genç kişi için algılanan zorluk veya endişe alanlarını gösteren bir ölçek üretir. Üçü ortalama kişilerarası çatışmaları (arkadaşlar ve aileyle) ve üçü hastalıkla ilgili çatışmaları (bir hemşire ve bir çocuk arasındaki tartışmalar gibi) tasvir eden bir dizi bilgisayar tarafından oluşturulmuş kısa öykü sunuldu ve her katılımcının zihinleştirme stili, reflektif fonksiyon için bir kodlama sistemi kullanılarak değerlendirildi. Bu değerlendirmelerin bulguları ve aktif gözlemden elde edilen veriler, grubun yapısını ve ilk temalarını bilgilendirdi. Ayrıca değerlendirmeler, grup liderinin grup katılımcılarının her biri için bir zihinselleştirme profili oluşturmasına yardımcı oldu.

    Grup tedavisinin süreci

    ZTT’nin temel amaçlarından biri, karşılaşılan kişilerarası stres faktörlerine karşı eğlenceli ve araştırmacı bir duruş sergilemeyi teşvik etmektir. Fiziksel kısıtlamalara uyum sağlamanın ve gizlilik sorunlarını yönetmenin yollarını bulma ihtiyacı, böyle bir duruşu teşvik etmek için mükemmel bir ortam hazırlamıştır. Proje, bu çabaya hastaları, ailelerini ve hemşirelerini dahil etti. Örneğin, grup seanslarımız sırasında telsiz kullanarak ayrı bir odadaki gençlerle (hastalık veya enfeksiyon korkusu nedeniyle) iletişim kurabileceğimiz bir sistem geliştirdik. Bu uygulama daha sonra tıbbi personel tarafından benimsendi ve bunu, genellikle kişilerarası çatışmayla sonuçlanan bir durum olan genç bir hastanın çığlıklarına kulak vermek zorunda kalmaktan iyi bir alternatif olarak gördüler. Aşağıda ilk grup seanslarının birinden bir alıntı bulunmaktadır.

    Klinik örnek: Amir

    Amir, 13 yaşında bir Pakistanlı çocuk, başlangıç egzersizinin ardından paylaşmaya başladı. Egzersiz, son bir hafta içinde yaşadığı iyi ve kötü bir olayı içermekteydi. Ünite içinde saçma şakalarıyla ünlü olan Amir, kızlar tarafından ciddi olması için uyarıldı. Gülümsedi ve hayatındaki her şeyin oldukça iyi olduğunu, geçen hafta sınavını geçtiğini ve okulda biraz futbol oynayabildiğini paylaştı. ancak kız kardeşlerinin 2 hafta içinde Pakistan’a geri döneceklerini ve bunun gerçekten zor olduğunu, çünkü 5 yıl önce hastalandığı için seyahat edemediğini söyledi. Uribe, oldukça ciddi, 17 yaşında bir genç, Amir’in ağlak bir çocuk olduğunu söyledi. Ünitedeki en büyük çocuk olan 18 yaşındaki Lana, Uribe’ye onun kötü davrandığını söyledi.

    Lana: Uribe, bizden her zaman daha iyi olduğunu düşünüyorsun… Amir’e kaba davranıyorsun. Konuşmak senin için kolay, sen sadece bir yıl önce hastalandın…

    Uribe: Sadece onun sahip olduğu şeylere şükretmesi gerektiğini ve güçlü olması gerektiğini söylüyorum…

    Terapist: (Amir’e bakarak) Acaba Amir şu anda nasıl hissediyor… Bu konuşmayı nasıl algılıyor…? Gerçekten bilmiyorum ama yüzü bana rahat hissetmediğini söylüyor gibi görünüyor… Başkaları ne düşünüyor?

    Uribe: Ben sadece şunu söylemeye çalışıyorum…

    Lana: Dur, kızım, daha fazla konuşma…

    Terapist: Peki, sizce Uribe ile Lana arasında ne oluyor

    Amir: Bence her ikisi de haklı olmak istiyor, ama kimse bana sormuyor!

    Jason:  (Gülerek) Peki yeni olan ne… anneler, hemşireler ve kız kardeşler… hep aynı, konuş, konuş, her zaman haklılar!
    Terapist: Hmm… Gerçekten hızlı gidiyoruz, arkadaşlar. Sizce bir dakika yavaşlayıp, Amir’in hikayesinin neden herkeste “büyük duygular” yarattığını düşünmemiz mümkün mü?
    (Grup güler) Bunu fark ediyorum ve şu anda insanların ne düşündüğünü ve hissettiğini merak ediyorum…

    Amir: Bence hasta olmak hepimiz için farklı bir şey…

    Lana: Yüzemediğim için nefret ediyorum. Yüzmeyi seviyorum…

    Helen: Ben de hiç bisiklete binemedim…
    (Diğer üyeler paylaşır. Uribe sessiz kalır ve oldukça mutsuz görünür.)

    Terapist: Eğer Amir olsaydım, gerçekten dışlanmış hissederdim. Dışlanmak zor bir şey. Sanırım diğerleri de bunun nasıl hissettirdiğini biliyor, değil mi?

    Helen: Evet… ve eğer bir şeyler yapmaya alışkınsan ve yapamıyorsan, bu gerçekten kötü!
    (Uribe gülümser ve kabul eder.)

    Terapist: Uribe’nin gülümsemesi bana Helen’le aynı fikirde olduğunu düşündürüyor…

    Uribe: Evet, ve üzgünüm Amir, sanırım şikayet etmenin kötü olduğuna inanıyorum, çünkü Tanrı seni cezalandırabilir…

    Terapist: Bu, inanman için sana öğretilen bir şey ve senin bir parçan. Zor olan, başkalarının zor şeylerle başa çıkma şeklinin farklı olması.

    Lana: Buna katılıyorum! Amir’e iyi davranmalısın, kızım!
    (Grup güler.)

    Amir: Sanırım kız kardeşlerime kızgınım, kıskanıyorum, annem de diyor…

    Terapist: Başkaları ne düşünüyor? Amir’in az önce bizimle paylaştığı şey sizi şaşırttı mı?

    Jason: Bence hasta olmamalıyız, biz genciz, yaşlılar hasta olmalı.
    (Diğer grup üyeleri de aynı fikirde. Sohbet, hasta olmanın verdiği öfkenin günlük strese nasıl tepki vermemize neden olduğu üzerine düşünmeye kayıyor.)

    Bu bağlamda, grup liderinin kendi duygusal tepkilerine ve zihinsel olmayan anlarına (duyguların söylenen veya yapılan şey hakkında düşünmesini engellediği anlar) yalnızca özel olarak değil, aynı zamanda diğer grup üyelerini de kendisiyle birlikte bunlar hakkında düşünmeye teşvik ederek dikkat etmesi son derece önemlidir. Bunu yaparak, grup lideri sorgulayıcı bir tutum hem de öz gözlem geliştirmeyi teşvik ederken, grup üyelerinin kendi zihinsel durumlarını keşfetmeye ne kadar çalıştıkları ve başkalarının zihinsel durumlarını ne kadar keşfettikleri arasında bir denge kurar. Kronik hastalığı olan ergenler, başkalarının ihtiyaçlarına ve isteklerine aşırı uyum sağlama (hipermentalizasyon) konusunda özel bir kapasite geliştirirler, özellikle de ergenlerin kendilerini hayatta tuttuğunu düşündükleri tıbbi personel üyelerinin ihtiyaçlarına ve isteklerine. Bu nedenle görev, bu ergenlerin dikkat etme ve kendileri hakkında meraklı olma ile başkalarını akıllarında tutma arasında denge kurmalarına yardımcı olmaktır. Başlıca görevlerden biri, tartışmalarımızı nasıl normalleştireceğimiz ve hastalık bağlamından uzakta yaşa uygun konuları nasıl keşfedeceğimiz, ergenlerin düşünceleri ve duyguları ile etraflarındaki insanların, özellikle diğer akranlarının düşünceleri ve duyguları hakkında aynı anda düşünme kapasitesini harekete geçirme amacı oldu.

    Birçok grup tartışması sırasında böbrek hastalıkları ünitesindeki gençler, akranlarının bazı davranışlarını anlamada yaşadıkları zorlukları tartıştılar. Bu tartışmalar, grup liderine üyelerin akranlarının tutumları, inançları ve duyguları hakkında sahip oldukları varsayımları sorgulama ve gençlerin akran ilişkileri bağlamında deneyimlerini doğrulama fırsatı sundu. Grup dinamikleri geliştikçe, aile dinamikleri ve bunlarla başa çıkma yollarıyla ilgili sorunlar ve “hastane ailesinin” bu dinamikleri nasıl anladığı ve bunlara nasıl tepki verdiği çok önemli bir konu haline geldi. Bazen hastanenin kültürü, ailenin başa çıkma şekliyle çatışmaktadır, özellikle de çok kültürlü ortamlarda. Sıklıkla, uyumsuzlukla ilgili meseleler üzerindeki aciliyet duygusu, sağlık çalışanlarının, durumun genç kişi ve ailesi için kişisel anlamını zihinselleştirme kapasitesini engellemektedir.

    Zihinselleştirmeye dayalı teknikler ve grup çalışmasına uygulanması

    Daha önce de belirtildiği gibi, değerlendirme aşaması grupta keşfedilen temaları bilgilendirmek için kullanılan verileri üretti. Ancak, ortama gerekli uyarlamalara izin verilirken ana ZTT teknikleri ve terapötik duruşa bağlı kalındı. Grup kolaylaştırıcısı, kimsenin gerçekte “bilmediği” ancak herkesin, rahatsız edici tartışmalar bağlamında başkalarının ne hissettiğini ve düşündüğünü “tahmin etmeye” ve “merak etmeye” teşvik edildiği saygılı bir atmosfer yaratmayı amaçladı. Düşünsel ve sorgulayıcı bir duruş kullanarak kişinin duygusal tepkilerini yönetmenin çeşitli yolları, zihinsel olmayan etkileşimler sırasında (örneğin, iki üye birbirinin bakış açısına takılıp kaldığında) şakacı bir biçimde aktarıldı. Önceki klinik örnekte gösterildiği gibi, zihinselleştirme duruşundan gelen dört spesifik teknik, kapsayıcı ve zihinselleştirici bir ortamı koruma sürecine yardımcı olmayı amaçlamaktadır.

     

    Duraklat, araştır ve geri sar (Pause, search, and rewind)

    Kolaylaştırıcı, grubun dikkatini zihinselleştirmeyen etkileşime çeker ve katılan üyelerden birini durup o anda deneyimledikleri duyguyla kalmaya teşvik eder. Gençten bu duyguyu adlandırması ve daha sonra başka zamanlarda ve kiminle böyle hissettiğini araştırması veya düşünmesi istenir. Daha sonra odak noktası şimdiki zamana getirilir ve tartışmaya katılan katılımcılar, bu etkileşimin nasıl başladığını ve böyle hissetmeye başlamadan ve zihinleri ile diğerinin zihnini ayrı olarak düşünme kapasitelerini kaybetmeden önce düşünce ve duygularının neler olduğu hakkında düşünmeye teşvik edilir.

    Denetleme (Checking)

    Bu, grup içinde birlik ve uyum arttıkça sıklıkla kullanılan basit bir beceridir. Örneğin, birisi başka bir kişinin davranışından (genellikle sözel olmayan ipuçları ile gösterilir) dolayı üzgün veya rahatsız görünüyorsa (bu bölümdeki örnekte olduğu gibi) veya belirgin bir kışkırtma olmadan agresif bir şekilde tepki veriyorsa, genci diğer kişinin duyguları veya düşünceleri hakkındaki inancını paylaşmaya teşvik etmek ve dahil olan gençleri birbirlerini kontrol etmeye teşvik etmek faydalıdır.

    Üye alımı (Recruiting)

    Grup üyeleri, izlenimlerini ve bakış açılarını paylaşmak üzere sürekli olarak toplanır ve bu, insanların rahat olduğu ve grup düşünme sürecine katıldıklarında utanma korkusu olmadan tahminde bulunabildikleri bir “bilinmeyen” ortama çanak tutar.

    Zihinselleştirme duruşunun güçlendirilmesi

    Kolaylaştırıcı, üyeleri günlük yaşamlarında grup dışında zihinsel olmayan çıkmazların üstesinden gelmek için başarılı yollar belirlemeye ve paylaşmaya teşvik eder. Grup üyelerinin özellikle zorlayıcı bulduğu ve grupla beyin fırtınası yapmak istediği kişilerarası çatışmaları belirlemek faydalı olabilir.

    Kronik Hastalık Bağlamında Ebeveynlerin Reflektif Fonksiyonunun Aktifleştirilmesi

    Bir çocuğun zihinsel durumu anlamaya yönelik kapasitesi, ebeveynin reflektif fonksiyon kapasitesine bağlıdır; bu, ebeveynin çocuğa, “onun bir duygu, istek ve düşünce sahibi bir varlık olarak kendini deneyimleyebileceği bir dünya yaratmasına” olanak tanır (Target ve Fonagy, 1996, s. 461). Bağlanma alanındaki araştırmalar (Steele ve Steele, 2008), bir ebeveynin kendi ve çocuğunun zihinsel durumlarını birbirinden ayrı ve ebeveynin kendi zihinsel durumlarıyla etkileşim içinde anlamlandırabilme kapasitesinin, ebeveynlerin, ebeveynlik sürecinde kendilerini düzenlemek için esnek ve uyumlu yollar geliştirmelerinde kritik bir rol oynadığını desteklemektedir.

    Kronik hastalık bağlamında, ebeveynlerin zihinselleştirmeleri, çocuklarının hayatta kalma korkusu nedeniyle zorluklarla karşı karşıya kalır. Bu bağlamda, Slade’in (2005) zihinselleştirmenin genişletilmiş bir tanımına duyulan ihtiyaç üzerine yaptığı çalışmalar yardımcı olmaktadır. Slade, zihinselleştirme kapasitelerinin, “duygular, davranış, beden ve öz deneyim arasındaki bağlantıları” gruplama ve temsil etme kapasitesinin kümülatif sonucu olduğunu ileri sürer (s. 271). Kronik hastalığı olan ergenin sözsüz ifadeleri (beden aracılığıyla) ve sözlerin ve davranışların ardında yatan anlamların farkındalığını artırmak, ebeveynlerle yapılan grup çalışmalarında önemli bir amaç haline gelir. Bu kapasite, Shai ve Belsky’nin (2011) ebeveynlerin bedensel zihinselleştirmesi (EBZ) olarak tanımladıkları kapasiteye dayanır; bu da (1) bebeğin zihinsel durumlarını, bebeğin bütün bedensel kinestetik ifadelerinden sezgisel olarak kavrayabilme, anlayabilme ve çıkarımda bulunabilme ve (2) kendi kinestetik örüntülerini buna göre ayarlayabilme kapasitesidir. Bir ebeveynin odağı çocuğunun hayatta kalmasına odaklandığında, bu EBZ kapasitesi potansiyel olarak engellenebilir. Kronik hastalıkla ilgili sorunlarda ebeveynlerin zihinselleştirmelerini bir grup bağlamında aktifleştirmenin yollarından biri, gençlerin bedenleri üzerindeki sahipliklerinin, bedenin iflas ettiği bir durumda nasıl bir etki yarattığına odaklanan psiko-eğitimsel bir bileşenin tanıtılmasıdır. Gelişimsel bir bakış açısı, ebeveynlerin kendilerinin ve çocuklarının birbirlerine gönderdikleri sözsüz ipuçlarını ve bunların ilişkilerinin kalitesini nasıl etkilediğini düşünmelerine yardımcı olmakta son derece faydalıdır. Kronik hastalıklar, ebeveynlerin çocuklarının özerklik ve bağımsızlık duygusunu kazanmalarını etkileyebilecek çeşitli reaksiyonlarla sıklıkla ilişkilidir. Örneğin, bir ebeveynin çocuğunu kaybetme korkusunun, ebeveynin aşırı kontrol ve kaynaşma eğilimlerini körükleyerek, genç kişinin ayrışma ve bireyselleşme ihtiyacıyla çelişmesine neden olduğu sıklıkla gözlemlenir. Peki, bazı davranışları, son derece doğal olmayan bir duruma, yani genç bir kişinin yaklaşan ölümüne uyum sağlamaya yönelik bir adaptasyon olarak anlamayı nasıl değerlendiririz? Böbrek hastalarımızın ebeveynleriyle çalışmak, pediatrik psikoloji literatüründe sıklıkla göz ardı edilen veya davranışsal bir bakış açısıyla anlaşılmaya çalışılan konuları düşünmemize yardımcı olmuştur. Aşağıdaki örnek, belirli davranışları, sosyo-kültürel bağlam içinde ve tıbbi bağlamda nasıl yeniden çerçevelememiz gerektiğinin önemini göstermektedir. En önemlisi, konularımıza alçakgönüllülükle ve öğrenmeye istekli olarak yaklaşmamız ve “bilmeme” durumumuzu kabul etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır; bunlar zihinselleştirme temelli yaklaşımların temel ilkeleridir.

    Klinik örnek: Amir’in annesi

    Amir’in annesi altı çocuk sahibiydi: dört kız ve iki erkek. Amir, doğan son çocuktu ve annesi tarafından çok değerli bir çocuk olarak tanımlanıyordu. Diğer ebeveynlerle, Amir’in bebekken ne kadar güzel olduğunu ve onun gelişini ne kadar çok kıymetli bulduğunu paylaştı, çünkü bu, onun son çocuğu olacaktı. Amir Birleşik Krallık’ta doğmuştu ve bu, onu ailesindeki tek “gerçek” İngiliz yaparak özel bir statü kazandırmıştı. Amir, hastalanmadan önce atletik ve parlak bir gençti ve ondan birçok şey bekleniyordu. Amir’in hastalığı teşhis edildikten altı ay sonra babası Pakistan’a gitmişti. Amir’in annesi, Amir’in hastalığıyla başa çıkmanın kocası için büyük bir yük olduğunu düşündüğünü belirtti. O, kızlarının kendisine yardımcı olduğunu, Amir’e bakıp, onun tedavi düzenine uymasını sağladıklarını söyledi. Ancak son zamanlarda, Amir’in yalan söylemesi ve onlar bakmadığında soda ve su içmesi (bu, vücudundaki sıvı seviyelerini etkileyip, organ fonksiyonlarını potansiyel olarak bozuyordu) nedeniyle işler daha zor hale gelmişti. Ayrıca, ünitenin yeni çocuğunun (ailesi grup toplantılarına katılmayan) Amir üzerinde kötü bir etkisi olduğunu, ona istediğini yapacak kadar büyük olduğunu söylediğini düşündüğünü ekledi. Amir’in annesi, Amir’in üzerindeki kontrolünü kaybetmekte olduğunu hissediyordu. Amir bir adam oluyordu ve bu gerçekleştiğinde, “biliyorsunuz,” diye ekledi, “onu kontrol edemezsiniz!”

    Amir’in annesi, oğlunun kontrolsüz bir adam olmasından endişelerini dile getirdi. Ancak merakla ve açık bir zihinle dinlerken, oğlunun büyüdüğünü ve bazı davranışlarının normal olduğunu anladığını, ancak hastalığıyla ilgili öfkesini ve kırgınlıklarını kendisine destek olabileceği şekilde kabul etmemesi ve ifade etmemesiyle karşılaştığında hayal kırıklığına uğradığını öğrendik. Aslında, Amir, ünitenin en uyumlu davranış gösteren hastasıydı (sessiz ve nazikti), ancak bu, onun sürekli olarak tıbbi tedavi düzenine uymamasının zıt bir yansımasıydı. Genellikle, başkalarına zarar gördüğünü veya çaresiz ve korkmuş hissettiğini bildirmek için sık sık mizah kullanırdı. Ancak evde, annesini incitmekten korkarak, kendisini hasar görmüş bir çocuk olarak ya da babası tarafından terk edilmiş olma konusunda olumsuz duygularını ifade edemediğini hissediyordu. Amir ve annesi, korku nedeniyle sıkışıp kalmış ve felç olmuşlardı, bu da zihinselleştirmeyen etkileşim döngülerine yol açıyordu. Anne ve oğul birbirlerinden giderek daha fazla uzaklaşıyorlardı. Amir ile bir grupta çalışan biri için bu önemli bir bilgiydi çünkü Amir sıklıkla ailesi ve akranları tarafından değersiz ve dışlanmış hissettiğinden bahsediyordu.

    Ebeveyn grubu, Amir’in annesi için, oğlunun bazen “bebek bakımı”na ihtiyaç duysa da bağımsız olma arzusuna dair hayal kırıklıklarını paylaşabileceği güvenli bir alan haline geldi. Diğer ebeveynler de çocuklarını kaybetme korkusuyla nasıl başa çıktıklarına dair paylaşımlarda bulunarak ona katıldılar; bu korku, dil ve kültür engellerini aşan bir korkuydu. Bazıları, manevi inançlarının kendilerine nasıl yardımcı olduğunu paylaştı; diğerleri ise geniş aile ve arkadaşların öneminden bahsetti. Bu duyguları, grubun güvenli temeli bağlamında ve bir zihinselleştirme kolaylaştırıcısının desteğiyle keşfetme deneyimi, Amir’in annesini, oğlunun zorlu öz keşfi ve büyümesiyle karşılaştığında kendi zihinsel durumlarını ve tepkilerini keşfetmeye motive etti. Bu arada, Amir’in ergenler grubundaki deneyimi, belki de hastalığı bağlamında evdeki annesiyle olan ilişkilerindeki çatışmalarla başa çıkabilmesi için onu daha iyi hazırlıyordu.

    Sonuç

    Kronik hastalığı olan ergenler ve aileleriyle yapılan klinik çalışma, psikodinamik odaklı profesyonellerin içgörü sunabileceği ve başarılı müdahaleler geliştirebileceği bir alandır. Benjamin (1995) gibi çağdaş psikodinamik yazarların ve Fonagy ve arkadaşlarının (Allen, Fonagy ve Bateman, 2008) yaklaşımlarının tanımladığı, karşılıklı etkileşimin değerine olan mevcut odaklanmamız, psikodinamik literatürdeki klinik bilgeliği, atipik popülasyonlara yardım etme çabalarında somut adımlara dönüştürmemize olanak tanımaktadır. Böbrek hastalıkları projesinde örneklendiği gibi, bu bütünleştirici psikodinamik yaklaşımlar, güven, samimiyet, bakım ve topluluk gibi arzu edilen insani ilişkisel becerilerin ifade edilmesini ve hatta güçlendirilmesini teşvik etmeyi amaçlamaktadır. Bu şekilde, gençlerin akıl almaz bir deneyimi yaşarken, öz deneyimin temel yönlerini dile getirmek için yeni yollar sunma fırsatını sağlamak ve bununla birlikte daha yüksek kaliteli bir duygusal yaşam sağlamayı hedefliyoruz.

    Bu bölümde de vurgulandığı gibi, “bilmeme” duruşunu sürdürerek hastalarımız ve ailelerinin anlattığı hikayelere duyduğumuz merakı sürdürüyoruz. Bu merak, sorular sormamıza ve hastaların ve ailelerin, kronik hastalık durumlarında henüz söylenmemiş olanı keşfetmelerine olanak sağlayacak şekilde yanıt verme fırsatını sunmaktadır. Gençleri, ailelerini ve profesyonelleri, pediatrik kronik hastalık deneyimi etrafındaki öyküleri anlatmaya ve yeniden anlatmaya, yazmaya ve yeniden yazmaya davet ettiğimizde, genellikle herkesin takılı kaldığı noktaları (zorlayıcı zihinselleştirmeme döngüleri) aşmasını sağlayan ve geçiş ile değişim dönemleriyle belirlenen ilerleyici gelişimi kolaylaştıran yeni anlamlar ortaya çıkmaktadır.

  • Ergenler İçin Psikodinamik Psikoterapi (17. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Contemporary Psychodynamic Psychotherapy: Evolving Clinical Practice‘nin [Çağdaş Psikodinamik Psikoterapi: Gelişen Klinik Uygulama] 1. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Dana Atzil-Slonim

    Dünya Sağlık Örgütü’ne (2013) göre, dünya genelinde her yıl tüm ergenlerin %20’si bir ruh sağlığı problemi yaşamaktadır. Ergenlerin ruh sağlığı sorunları, eğitim hayatları, sosyal yaşantıları ve dünyada kendi yollarını bulma yetileri de dahil olmak üzere hayatlarının tüm yönleri için önemli sonuçlar doğurmaktadır (Midgley, O’Keeffe, French ve Kennedy, 2017). Ergen psikoterapisi araştırmaları son yirmi yılda önemli ölçüde ilerleme kaydetmiş olsa da (bkz. Midgley ve ark., 2017), yetişkin psikoterapisine dair mevcut geniş literatürle kıyaslandığında ergen psikoterapisi hâlâ geride kalmaktadır.

    Ergenlik, çocukluktan yetişkinliğe geçiş ve yetişkinliğe hazırlık sürecidir. Bu dönem, biyolojik, psikolojik ve sosyal açıdan çok sayıda değişimle karakterize edilen bir gelişim evresidir. Bu faktörlerin birleşimi, ergenlik dönemini hem son derece önemli hem de oldukça zorlu kılmaktadır. Psikodinamik kuramcılar, bu döneme özgü gelişimsel zorlukları tanımlamış ve bu kritik gelişim aşamasında zorluk yaşayan ergenler için psikoterapinin büyüme ve değişim açısından sunduğu olanakları tartışmışlardır. Bu bölüm, ergenler için psikodinamik psikoterapiye odaklanmaktadır. Bölümün ilk kısmında, psikanalizin erken dönemlerinden günümüze kadar ergenlik dönemine ilişkin psikodinamik kuramların kısa bir değerlendirmesi sunulmaktadır. İkinci kısımda, psikodinamik psikoterapinin uygulamadaki yeri ele alınmaktadır. Üçüncü kısım, ergenlerle gerçekleştirilen psikodinamik psikoterapi araştırmalarından elde edilen güncel bulguları gözden geçirmektedir. Son olarak, dördüncü kısımda, psikodinamik psikoterapi sürecinde bir ergenin yaşadığı değişimi anlatan kısa bir vaka örneği sunulmaktadır.

    Ergenlik Üzerine Psikodinamik Kuramlar

    Ergenlerle psikodinamik psikoterapi, psikanalitik fikirlerden yararlanırken gelişim psikolojisi ve bağlanma kuramı gibi diğer disiplinlerden de kavramları bünyesine katar (Lanyado ve Horne, 2009). Psikodinamik psikoterapi terimi çeşitli yaklaşımları kapsasa da, çoğu yaklaşım ergenin yaşadığı sorunların duygusal bir anlam taşıdığı temel fikrinde birleşir. Bu sorunların kökeni, ergenin en erken deneyimlerinden ve ilişkilerinden oluşan içsel dünyasında yatmaktadır.

    Ergenlik Üzerine Klasik Psikodinamik Perspektifi

    Klasik Freudyen kuram, ergenlik gelişimine nispeten az dikkat göstermiş ve bu dönemi yalnızca psikoseksüel gelişim bağlamında ele almıştır. Cinsellik Üzerine Üç Deneme adlı eserinde, Freud (1905) ergenliği, dağınık çocuk cinselliği ile genital odaklı yetişkin cinselliği arasında bir geçiş dönemi olarak tanımlamıştır. Freud’a göre bu süreçteki temel olaylar; erojen bölgelerin genital bölgeye tabi kılınması, erkekler ve kadınlar için farklılık gösteren yeni cinsel hedeflerin belirlenmesi ve ailenin dışından yeni cinsel nesnelerin bulunmasıdır. Anna Freud (1958), bu fikirleri daha da geliştirerek ergeni, son derece acil ve yoğun bir duygusal mücadele içinde olarak tanımlamıştır. Ona göre, ego bütünlüğüne yönelik tehdit, hem ergenlik dönemindeki güçlü dürtülerden hem de çocukluk ve bebeklik dönemine ait nesnelere yönelik regresif çekimden kaynaklanmaktadır. Anna Freud’un vurgusu, ergenin egosunu, idin dürtülerinden ve bireyin ödipal ve preödipal geçmişindeki sevgi nesnelerinden kaynaklanan kaygıya karşı koruyan savunma mekanizmaları üzerindedir.

    Blos (1967), Anna Freud’un temalarından birini genişleterek, ergenin çocukluktaki içselleştirilmiş sevgi ve nefret nesnelerinden uzaklaşarak dış dünyada aile dışı sevgi ve nefret nesneleri bulma sürecine vurgu yapmıştır. Blos, ergenliği, bireyin aile bağımlılıklarından kurtulup, çocukluk nesne bağlarını gevşeterek topluma bireyselleşmiş bir yetişkin olarak katıldığı ikinci bir bireyleşme süreci olarak tanımlamıştır. Bu zorlu süreç boyunca, ergen çocukluk nesnelerinden gelen rahatlığı arzularken, aynı zamanda bu nesnelerle yeniden yakınlaşmaktan korkar. Blos, ego regresyonunu ergenin ilerleyici gelişiminin temel bir bileşeni olarak görmüştür.

    Erikson (1968), ergenliği bireyin kişisel kimlik duygusunu oluşturması gereken bir dönem olarak tanımlamıştır. Ergenler, nereden geldikleri, kim oldukları ve ne olacakları hakkında sorulara yanıt bulmalıdır. Bu dönemin belirgin özelliği olan ebeveynlere karşı isyan, ergenlerin kendi kimliklerini netleştirmelerine yardımcı olmayı amaçlar. Bu süreçte, akran grubu, ergenlerin kendi kimliklerini oluşturmalarına ve kendilerini tanımlamalarına yardımcı olan temel bir faktör olarak hizmet eder.

    Ego psikolojisi literatüründe de ergenlerin ebeveynleriyle olan ilişkilerindeki dönüşüm ile başa çıkabilmek için aile dışı ilişkiler kurma gerekliliği vurgulanmaktadır. Kohut’un görüşlerini takip eden Wolf, Gedo ve Terman (1972), ergenlikteki en zorlayıcı ve acı verici süreçlerden birinin, ebeveynin idealize edilmiş bir kendiliknesnesi (varlığı, gücü, bilgeliği veya iyiliği bireyin kendilik algısına katkıda bulunan bir figür) olarak görülmesinden, bu idealin kaybolmasına doğru yaşanan geçiş olduğunu öne sürmüştür. Ergenler, ebeveynlerini daha gerçekçi bir şekilde görmeye başladıkça, bununla paralel olarak akranlar, kült figürleri ve ideolojiler gibi yeni idealize edilmiş kendiliknesnelerine duyulan ihtiyaç artar.

    Winnicott (1971), ergenlikte gelişen kendilik deneyimi ve çevrenin bu süreçteki önemini genişleterek, ergenliği kendine özgü dinamiklere sahip bağımsız bir dünya olarak ele almıştır. Onun temel vurgusu, bu dönemde ortaya çıkan rahatsız edici ve sıkıntılı psikolojik durumların gerçekliğini kabul etmek üzerine olmuştur. Winnicott’a (1971, s. 146) göre, ergenler “gerçek hissedebilmek için mücadele eder” ve toplumun sahte çözümlerini reddeder: “Olgunlaşmamışlık, ergenlik sahnesinin değerli bir parçasıdır. Bu, yaratıcı düşüncenin en heyecan verici özelliklerini, yeni ve taze duyguları, yeni bir yaşam için fikirleri içerir. Toplum, sorumlu olmayanların idealleriyle sarsılmalıdır.” Winnicott ayrıca saldırganlık ve yıkımın olgunlaşma sürecindeki işlevini de vurgulamıştır. Eğer karşıdaki kişi, saldırıya uğradığında misilleme yapmadan veya geri çekilmeden ayakta kalırsa, ergen onu kendi öznelliğine sahip bir birey olarak tanımaya başlayabilir. İlişkisel psikodinamik kuramcılar, Winnicott’un bu fikirlerini daha da geliştirerek, ergenlerin yıkıcılığı karşısında nesnenin hayatta kalmasının önemini vurgulamışlardır (örneğin, Benjamin, 1995). Benjamin’e (1995) göre, eğer bir ergenin yıkıcılığı ne ebeveyne ne de kendisine zarar verirse, dış gerçeklik içsel fantezi dünyasına keskin bir zıtlık olarak görünmeye başlar. Bu sürecin sonucu sadece iyi nesnenin onarımı veya eski haline getirilmesi değil, aynı zamanda sevgi, başkalarını keşfetme ve tanıma duygusudur.

    Ergenliğin Çağdaş Psikodinamik Perspektifi

    Çağdaş ilişkisel ergenlik perspektifi (örneğin, Briggs, Maxwell ve Keenan, 2015; Levy-Warren, 2000), önceki psikodinamik görüşlerden çeşitli açılardan farklılık göstermektedir.

    İlişkilerin Merkeziliği

    İlişkisel perspektif, gelişimin genişleyen bir dizi kişilerarası alan içinde katılım yoluyla gerçekleştiğini vurgular. Klasik psikanalitik görüş, ergenlikteki temel hedefin özerklik ve bağımsızlık kazanmak olduğunu öne sürerken (Schafer, 1973), ilişkisel teori bireyleri yaşamın her aşamasında birbirine bağımlı olarak görür ve yalnızca bağlılık (connectedness) boyutunun geliştiğini öne sürer. Çocuk-ebeveyn ilişkisine dair içsel temsiller ve ilişkinin kendisi, çocukluk boyunca sürekli olarak gözden geçirilir ve yeniden düzenlenir. Ergenlik, bu sürecin yalnızca hızlanmış bir şekilde devam etmesidir. Ergenlik sürecini başarıyla tamamlayan bireyler hâlâ ebeveynleriyle olan ilişkilerine ihtiyaç duyar ve bu ilişkiden faydalanırlar. Ancak, doğrudan temas ve yardıma daha az ihtiyaç duyarlar ve ebeveyn ilişkisini içsel bir kaynak olarak kullanma konusunda daha yetkin hale gelirler.

    Bu nedenle, ergenin karar verme ve daha fazla mahremiyet ile denetimden özgürlük talebi, özerklik için bir çaba olarak değil, yeni bir ilişki biçimi kurma çabası olarak görülmelidir. Ergenlik döneminde ebeveyn-çocuk çatışmalarındaki artış, değişime yönelik normatif bir ambivalans olarak ve her iki tarafın da birlikte yarattığı yeni ilişki biçimi üzerine bir müzakere süreci olarak değerlendirilir.

    Böylece, ergenlerin yeni ilişkisel ihtiyaçlarının özü, kendilerini keşfederken başkaları tarafından bilinme ve tanınma isteğinden oluşur. Bir başkası tarafından bilinmek için önce kişinin kendisini bilmesi gerekir. Ancak o zaman bireyler, başkalarının kendileri hakkında bildiklerinin gerçek olduğunu hissedebilirler (Levy-Warren, 2000). Tanınma hissi, yakınlığın (intimacy) kritik bir bileşenidir. Yakınlık ihtiyacının karşılanmaması yalnızlık yaratır ve bu durum, en acı verici psikolojik hâllerden biri olabilir.

    Bireysel ve Bağlamsal Farklılıklar

    Gelişim üzerine ilişkisel teoriler, etkileşime giren ve her birey için çok farklı bir büyüme deneyimi yaratan çeşitli güçleri dikkate alır. Ergenliğin çalkantılı mı yoksa yetişkinliğe sorunsuz bir geçiş mi olacağını belirleyen yalnızca bireysel farklılıklar değildir. Bunun yerine, bazı grupların özellikle ırk, cinsiyet, sınıf ve cinsellik açısından diğerlerine göre daha savunmasız olduğu sosyal bağlam da önemli bir rol oynar.

    Kendiliğin Çoğulluğu ve Tekilliği

    İlişkisel bakış açısına göre ilerleme ve gelişim, kendiliğin sürekliliği ve bütünlüğü hissini koruyarak birden fazla kendilik versiyonunu deneyimlemeye tahammül edebilme becerisinin artması ile sağlanır. Bu yaklaşımda psikopatoloji, algının daralması olarak görülür; yani, yeni deneyimlerin katı ve basmakalıp örüntülere indirgenme eğilimi olarak tanımlanır (Mitchell, 1993). Ergenlik gelişiminin önemli bir bileşeni, bireyin kim olduğunu anlamak için kendilik algısını ve ilişkilerini tanımlamaktır. Ancak, ergenlerin kendileriyle ve başkalarıyla olan ilişkilerinde farklı zihinsel durumlar arasında geçiş yapabilme becerisi de eşit derecede önemlidir (Briggs, 2002).

    Olumsuz Düşünce ve Duyguları Sürdürebilme Yetisi

    İlişkisel bakış açısı, değişim ve büyümenin gerçekleşebilmesi için olumsuz deneyimlere tahammül edebilmenin önemini vurgular (Ogden, 2005). Ergenler, çocukluk döneminde sağlanan kaynakları kullanarak kaygı, çatışma, belirsizlik ve içsel değişimlerinin getirdiği belirsizliğin etkisini anlamalı, anlamlandırmalı ve bunları içselleştirebilmelidir. Eğer ergen ve birincil bakım veren, değişimin beraberinde getirdiği olumsuz deneyimlere tahammül edebilirlerse, çalkantının niteliği dönüşebilir (Briggs, 2002).

    Büyüme İhtiyacı ile Değişim Korkusu Arasındaki Mücadele

    Gelişimsel geçişlerin her aşamasında, gelişme ihtiyacı ile değişim korkusu arasında içsel bir çatışma yaşanır (Mitchell, 1993). Ergenlik döneminde değişimin hızı, bireyin büyümekte olan biri olarak kabul edilmek istemesi ile çocuk kalmaya duyduğu isteğin arasında gidip gelmesine neden olur. Ancak, çoğu durumda ilerleme uzun süre duraksamaz. Eğer kaygı, ergenin içsel kaynaklarına erişimini ciddi şekilde engelliyorsa ya da geçmiş ve mevcut ilişkilerde sürekli karşılanmamış ihtiyaç hissi varsa gelişimsel ilerleme tıkanabilir. Bu durum, sağlıklı bir gelişim yolundan sapmaya işaret eder ve tedavi gereksinimini doğurabilir.

    Ergenlerle Psikodinamik Uygulama

    Yukarıda açıklanan ergenliğe dair psikodinamik kavramlaştırmalar, ergen psikoterapisinde bir rehber işlevi görür. Bu alan, terapistler için büyük bir zorluk oluşturur çünkü değişim aşamasındaki bir bireye yönelik müdahale formüle etmeyi gerektirir. Ergen psikodinamik psikoterapisinde ana hedef, gencin normal gelişim yoluna geri dönmesine ve yaşa uygun görevlerde ustalaşmasına yardımcı olmaktır (Lanyado ve Horne, 2009). Psikodinamik psikoterapi, gençlerin acı verici duyguları tolere etme kapasitesini geliştirmelerini sağlamayı amaçlar. Bu dönemde bu duyguların yoğunlaştığı bilinmektedir (Briggs, Maxwell ve Keenan, 2015). Başarılı bir tedavi yalnızca semptomları hafifletmekle kalmamalı, aynı zamanda psikolojik kapasitelerin ve kaynakların olumlu şekilde gelişmesini sağlamalıdır. Ergen ve koşullara bağlı olarak, bu kapasiteler daha doyurucu ilişkiler kurma, yetenek ve becerileri daha etkili kullanma, gerçekçi bir özsaygı oluşturma, daha geniş bir duygu yelpazesini tolere etme, kendini ve başkalarını daha ince ve sofistike bir şekilde anlamlandırma ve yaşamın zorluklarıyla daha özgür ve esnek bir şekilde başa çıkmayı içerebilir.

    Ergenlerle psikoterapötik çalışmanın süreci geniş çapta zor, belirsiz ve meydan okuyucu olarak kabul edilir. Ergenler, terapi sürecine diğer terapi gruplarından ayırt edici özellikler katar (Briggs, Maxwell ve Keenan, 2015). Genellikle ergenler, ebeveynler, öğretmenler veya danışmanlar tarafından tedaviye yönlendirilir ve nadiren kendi inisiyatifiyle yardım talep ederler. Çoğu zaman, ergenler terapi hedefleri konusunda onları yönlendiren kişilerle çatışma içindedirler (Kazdin, 2004). Ergen gelişiminin doğası gereği, genellikle dürtüsel davranış eğilimi vardır ve bu, tedavi süresinin öngörülemez olmasına yol açar. Ergenler tedaviye karşı ambivalan bir tutum sergileyebilir ve bu yaş grubunda terapiyi bırakma oranları nispeten yüksektir (Kazdin, 2004). Ergenlerle psikodinamik psikoterapi sürecinin temel özelliklerinin kısa bir tanımı aşağıda sunulmuştur.

    Ergenlerle Terapi İlişkisi Kurma ve Sürdürme

    Ergenlerle pozitif terapötik ilişkiler kurmak terapistler için büyük bir zorluk olabilir (Marks-Mishne, 2010). Genç kişi, aileden ayrılmayı, kimlik oluşturmayı ve önemli akran bağları kurmayı hedeflerken yeni bir yetişkinle ilişki kurma ve bağlar oluşturma konusunda genellikle isteksizdir. Bazı ergenler, özel hayatlarını özel tutma arzusunun baskın olması nedeniyle terapiye giremez ve bir ittifakı sürdüremez. Bazıları, cinsel ve mastürbasyonla ilgili fantezilerini paylaşmaktan korkar. Diğerleri utanç, kıskançlık ve derin bir özbilinçten dolayı utanır ve kendilerini baskılayan bu yaşa uygun kaygının evrenselliğine kayıtsızdırlar. Terapiden, yeni bir güçlü yetişkinle ve kişinin içsel sıkıntılı kendiliğiyle yüzleşmekten duyulan korku, yardım arzusundan genellikle çok daha güçlüdür. Birçok yazar, ergenlerle psikodinamik yönelimli psikoterapi uygulanırken tekniklerin genellikle önemli ölçüde değiştirilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir (örneğin, Lanyado ve Horne, 2009; Marks-Mishne, 2010). Örneğin, “aklınıza gelen her şeyi söyleyin” şeklindeki yapısız davet ve terapötik saat boyunca pasif bir sessizlik ergenler için kaygı verici olabilir. Terapistler, ergenlerle tedavi sürecinde genellikle yetişkinlere göre daha aktif bir rol üstlenirler (Shefler, 2000). Empatik sıcaklık, aktif dikkatli dinleme, aktif katılım ve saygılı bir tutum, ergenlerle pozitif terapötik ilişki kurmanın temel unsurları olarak kabul edilir (Marks-Mishne, 2010).

    Aktarım-Karşı Aktarım İlişkisi

    Ergen psikodinamik psikoterapisinde, belki de diğer tüm terapi gruplarına kıyasla, yeni deneyimlerin en önemli kaynağı terapötik ilişkiyle yapılan çalışmadır (Karver, Handelsman, Fields ve Bickman, 2006). Ana vurgu, ergenin terapötik ilişki içinde geliştirdiği yeni deneyimleri, terapinin dışındaki diğer ilişkilerine genelleştirme üzerindedir (Levy-Warren, 2000). Terapistle tutarlı bir ortamda kurulan ilişki aracılığıyla, ergenler en zorlayıcı düşünce ve duygularını ifade etme becerisi geliştirebilirler. Karışık, korkmuş, incinmiş, kızgın veya acı veren duygular zamanla eylemler yerine kelimelere dökülebilir. Terapist, ergenin kendi deneyimlerini anlamalarına ve kendi bireyselliklerini ve potansiyellerini geliştirmelerine yardımcı olabilir.

    Ergenin kendisini nasıl gördüğü ve başkalarının ona nasıl tepki vereceği, geçmiş ve mevcut aile ilişkilerine dayalı beklentilerden büyük ölçüde etkilenir. Tedavi süresince aktarım-karşı aktarım ilişkisi, ergenlerin kendileri için önemli olan kişilerle olan ilişkilerini temsil eden bir örnek haline gelir. Sonuç olarak, belirli kaygılar ve acılı çatışmalar canlanır ve bazen önce terapötik ilişki çerçevesinde çalışılabilir. Bu meselelerin üzerinde çalışmanın duygusal değişiklikleri, ergenin günlük ilişkilerinde gittikçe daha da genelleştirilmiş olur ve bir parçası haline gelir (Lanyado ve Horne, 2009). Diğer gelişimsel süreçlerin birçok yönü terapötik ilişki içinde yaşanabilir. Örneğin, terapinin bazı seanslarına katılımın düzensiz olduğu bir durumda, yardımcı ve verimli seansların, açıklama yapılmadan kaçırılan seanslarla karışması, ebeveynlerle olan ilişkilerde daha fazla özerklik kazanma gereksinimi ile bağda kalma arzusu arasındaki gidip-gelme dinamiğini ifade edebilir ve ileriye gitmek ile aynı kalmak istemek arasındaki içsel savaşı yansıtabilir.

    Ergenler, bu yaş döneminin karmaşıklığı ve belirsizlikleri nedeniyle terapistte karmaşık duygular ve tepkiler uyandırabilir. Bu dönemdeki karışık duygular, düşünceler ve eylemler, ayrılık ve yakınlık, bağımsızlık ve bağımlılık, büyüme ihtiyacı ve değişim korkusu gibi konularla ilişkilidir. Bu duygular ve düşünceler kolayca karışabilir ve kafa karıştırıcı hale gelebilir (Briggs, Maxwell ve Keenan, 2015). Ergenlerle çalışırken, terapistlerin karşı aktarım tepkilerini analiz etmek, dinleme ve anlama için yeni olasılıkların doğabileceği önemli bir yoldur. Aktarım-karşı aktarım ilişkisinin özgül özelliklerinin keşfi, terapiste danışanın fantezileri, ilişkileri, işlevselliği ve beklentileri hakkında daha fazla bilgi edinme fırsatı sunar. Bu şekilde terapistin duyguları ve tepkileri, zorlayıcı tedavi ikilemler ile başa çıkmada rehberlik sağlamak için değerli bir kaynak olarak görülür. Genellikle, duyguların açık ve kaygısız bir şekilde incelenmesi, çeşitli terapötik çıkmazların çözülmesine yardımcı olur (Lanyado ve Horne, 2009). Danışanın ilişkilerindeki ve iç dünyasındaki derin değişimlere yol açan en önemli büyüme, danışanla terapist arasında, iki kişinin şimdi-ve-burada yaşadığı o özel anda olanlardır.

    Terapist ile danışan arasındaki aktarım-karşı aktarım ilişkisinin yanı sıra her zaman gerçek bir ilişki de olacağı akılda tutulmalıdır; bu ilişki, her birinin birbirine ne kadar gerçek ve doğru bir şekilde yaklaştığına ve diğerini, diğerinin doğasına uygun bir şekilde algıladığına göre şekillenir (Gelso, 2011). Ergenlerin, terapistin, evrimleşen ayrı kimliklerini tanımlayabilecekleri ve müzakere edebilecekleri ayrı bir nesne olmasına ihtiyaçları vardır (Erlich, 1993). Terapistler, ergenlerin hayatlarında birlikte yaşadıkları önemli figürlerin yerini alamaz. Ancak, ergenin dünyasında, özellikle ebeveynlerle olan ilişkilerde, yeni bir ilişki deneyimi sağlayarak, bu deneyimi genelleştirebilir ve diğer ilişkilerde yeni olasılıkları açığa çıkarabilirler.

    Kaygılar ve savunmalar

    Ergenlikteki kaygılar, değişen beden, kendilik ve kimlik duygusunun yeniden tanımlanması, eski ve mevcut ilişkilerin yeniden şekillendirilmesi gerekliliği ve yakınlık yaratma ihtiyacı gibi çeşitli kaynaklardan kaynaklanabilir. Artan kaygı, bazıları daha uyumlu, diğerleri ise başvurulduklarında yıkıcı olabilen çeşitli savunmaların kullanılmasına yol açar. Bu savunmaların aşırıya kaçma ve katılık derecesine bağlı olarak, bazıları daha adaptif, bazıları ise tahrip edici olabilir.

    Terapi sürecinde, rahatsız edici duygular terapötik ilişkide ortaya çıktığında tedavi bazen acı verici olabilir. Terapide savunmalarla çalışırken iki hedef vardır: Faydasız ve yaşa uygun olmayan olan savunmaların keşfi ve ergenin dayanılmaz kaygı veya duygusal acı ile başa çıkabilmesi için uygun savunmaların çeşitliliğini artırmak. Ayrıca kaygı, tüm irrasyonelliğine rağmen, dikkatli ve destekleyici bir ilişki içinde kademeli olarak karşılanmalı ve anlamlandırılmalıdır (Horne, 2001).

    İçsel ve dışsal dünyalar arasındaki diyalektik

    Ergenlerle psikodinamik psikoterapide, danışanın terapinin dışında yaşadığı gerçek ilişkiler de dahil olmak üzere, kişinin iç dünyasıyla dış dünya arasındaki dinamik etkileşim çok önemlidir. Açıkça ifade edilecek olursa, içsel ve dışsal dünyalar birbirini etkiler. Dışsal dünya, içsel dünya filtresi aracılığıyla algılanır ve bu da dış dünyada gerçekten olup bitenlerden etkilenir. Geleneksel, açık uçlu bir psikanalitik tedavide dış dünya genellikle arka planda kalır; ancak ergenlerle terapide aile dinamikleri o kadar karmaşık ve iç içe geçmiştir ki, bu yaş grubunu etkili bir şekilde tedavi edebilmek için ailenin zaman zaman sürece dahil edilmesi yalnızca önerilen bir şey değil, aynı zamanda etkili bir sonuç elde etmek için bir gereklilik olabilir. Terapistler bu ihtimale hazırlıklı olmalıdır (Cohen, 2005). Bu, terapistin birey ile aile arasındaki karşıt ama tamamlayıcı güçler arasında bir denge bulmasını gerektirir. Hem ebeveynler hem de ergenler ayrılma ve yakınlığı sürdürme arasında, yeni ilişki kurma yolları bulma ve aynı kalma arzusu arasında salınımlar yapar. Eğer terapist, ergenin belirsizlik, kaygı, değişim ve muğlaklık deneyimlerini tolere etmesine yardımcı olabilirse ve ergenin çevresi bu süreci desteklemeye teşvik edilebilirse, içsel ve dışsal çatışmaların kalitesi dönüştürülebilir (Briggs, 2002). İçselleştirme süreçleri hala inşa aşamasında olduğu ve gerçek nesneler, danışanın yaşamında çok belirgin bir şekilde yer aldığı için ergenlerle yapılan psikoterapi yoluyla elde edilen değişiklikler, hem içsel temsillerin pekiştirilmesi hem de terapi dışı ilişkiler, özellikle ebeveynlerle olan ilişkiler üzerinde kritik bir etkiye sahip olabilir.

    Ergenlere Yönelik Psikodinamik Psikoterapi Araştırmaları


    Ergenlere yönelik psikodinamik psikoterapi araştırmaları son yirmi yılda önemli ölçüde ilerlemiştir (bkz. Midgley ve ark., 2017). Bu özellikle dikkat çekicidir çünkü ergen terapi araştırmaları, yetişkin psikoterapisi araştırmalarının aksine uzun yıllar boyunca çok az ilgi görmüştür. Son dönem literatür incelemeleri (Abbass, Rabung, Leichsenring, Refseth ve Midgley, 2013; Midgley ve ark., 2017; Palmer, Nascimento ve Fonagy, 2013) psikodinamik psikoterapinin ergenler için geniş bir bozukluk yelpazesinde etkinliğini vurgulamaktadır. Bu incelemeler aynı zamanda, duygusal ya da içe-dönüklük sorunları olan ergenlerin, dışa dönük ya da yıkıcı bozuklukları olan ergenlere kıyasla psikodinamik psikoterapiden daha iyi yanıt verdiklerini göstermektedir. Dışa dönük bozuklukları olan ergenler, psikodinamik tedaviye dahil edilmesi daha zor ve tedaviyi terk etme olasılıkları daha yüksektir, ancak tedaviye katıldıklarında etkin olabileceği ve tedavi sıklığının önemli olabileceği yönünde kanıtlar vardır. Diğer bir tutarlı bulgu ise tedavi sonrasında tedavi kazanımlarının artmaya devam ettiği uyuyan etkisi (sleeper effect) kavramıdır.

    Etkililik çalışmaları, ergenler için psikodinamik psikoterapinin geçerliliğini ve yararlılığını doğrulamada önemli bir adım oluşturmaktadır. Bununla birlikte, araştırmacılar, psikodinamik psikoterapinin nasıl ve neden çalıştığını daha iyi anlamak için yalnızca etkililik çalışmalarına dayanmanın, araştırmanın çok dar bir tanımını kabul etmek anlamına geleceğini savunmuşlardır (örneğin, Kazdin, 2004). Bu, gençlerde psikodinamik psikoterapide neyin ve kimin için işe yaradığını anlamaya yönelik metodolojiler üzerine yoğun bir tartışmaları tetiklemiştir (örneğin, Fonagy, Target, Cottrell, Phillips ve Kurtz, 2002). Anahtar mesele, psikodinamik psikoterapinin ergenlerle yapılan tedavilerde değişikliğe yol açabilecek karmaşık süreçlerin nasıl araştırılacağıdır, böylece tedavi sürecinde olanlarla, sonuçlardaki değişiklikler arasında bir ilişki kurulabilir. Ergenlerle yapılan psikodinamik psikoterapi alanında, nispeten az sayıda süreç analizleri yapılmış veya psikodinamik teorik modelden türetilen belirli süreçlerle sonuçları ilişkilendirmeye çalışılmıştır, ancak bu tür çalışmalardan elde edilenler büyük umut taşımaktadır. Örneğin, Di Lorenzo, Maggiolini ve Suigo (2015), ergen psikodinamik psikoterapisinin diğer ergen psikoterapi yaklaşımlarıyla karşılaştırıldığında terapistlerin ergen danışanlara verdiği tepkileri incelediler. Sonuçlar, terapötik sürecin, geçmiş ilişkiler yerine mevcut ilişkiler ve mevcut duygulara odaklanarak ergenlere kendi deneyimlerini anlamalarında yardımcı olmayı önceliklendirdiğini göstermektedir. Nick Midgley tarafından yönetilen IMPACT-ME boylamsal araştırma projesinde, nicel sonuçları daha iyi anlamak için nitel röportajlar kullanılmıştır. Örneğin, bir alt çalışma, depresif ergenler arasında terapiye yönelik umut ve beklentileri inceleyerek, farklı beklentilerin, gençlerin tedaviye nasıl katıldıkları üzerinde etkili olabileceğini bulmuştur (Midgley ve ark., 2016). Başka bir çalışmada, Fernandez, Krause ve Pérez (2016), ergen psikoterapisinde ilk oturumdaki terapötik ittifak kalitesinin, ergenlerin, terapistlerin ve ebeveynlerin hangi bakış açılarıyla ve kaçıncı seansta (ilk, ikinci ya da üçüncü oturum) daha büyük etki yarattığını incelediler. Sonuçlar, çalışmanın ilk aşamasında terapötik ittifakın inşasının, hem ergenlerin hem de terapistler hem de ebeveynler için önemini göstermiştir. Wright, Briggs ve Behringer (2005), bağlanma stilleri ile ergenlerde intihar düşünceleri arasındaki ilişkiyi incelemiş ve yüksek riskli ergenlerin, terapi sırasında sıkça daha bağımlı bir şekilde sıkıntılarını ilettiklerini bulmuşlardır. Diğer bir süreç-sonuç çalışması, psikodinamik psikoterapide ergenlerde kişilerarası örüntülerin esnekliğindeki artış ile semptomlardaki azalma arasında bir ilişki bildirmiştir (Atzil-Slonim, Shefler, Dvir-Gvirsman ve Tishby, 2011).

    Ergen psikodinamik psikoterapi araştırmalarındaki bu önemli ilerlemelere rağmen, kimin için neyin işe yaradığını hala, yetişkin psikoterapisi araştırmalarına kıyasla çok daha az biliyoruz. Bu alandaki önde gelen araştırmacılar, ergenler için psikodinamik psikoterapi sürecini daha derinlemesine incelemek ve olumlu sonuçlar elde eden mekanizmaları belirlemek için daha fazla çalışmaya duyulan ihtiyacı sürekli olarak vurgulamaktadırlar (örneğin, Kazdin, 2004; Midgley ve ark., 2017).

    Vaka örneği

    Aşağıdaki örnek, bir ergen danışanın, psikodinamik psikoterapi sürecinde 1 yıl boyunca yaşadığı değişim süreçlerini göstermektedir. Bu vaka, psikodinamik psikoterapi gören daha büyük bir ergen grubundan seçilmiştir. Danışanlar, tedavinin başında ve bir yıl sonra, Temel Çatışmalı İlişki Teması (TÇİT) yöntemi (Luborsky ve Crits-Christoph, 1998) doğrultusunda derinlemesine görüşmelerden geçirilmiştir (daha fazla detay için bkz. Atzil-Slonim, Shefler ve Tishby, 2015).

    Danışan Tanımı ve Sunulan Sorun

    Ahmed, 16 yaşında bir İsrailli Arap erkek, okul danışmanı tarafından tedaviye yönlendirilmiştir çünkü okulda gösterdiği işlevsellik önemli ölçüde düşmüştür. Ahmed, orta derecede depresyon tanısı almıştır. İlk görüşmesinde, son birkaç aydır kendisinin homoseksüel olduğunu giderek fark ettiğini belirtmiştir. Bu durumu ailesine açıklayamamaktan korktuğunu, çünkü ailesinin dindar Müslümanlar olduklarını ve bunu kabul etmeyeceklerini hissettiğini söylemiştir. Ahmed, karmaşık bir ikilemde sıkışıp kalmış hissediyordu: Ailesinin değerlerine uyarak bir yaşam seçmek, bu da gerçekte kim olduğundan vazgeçmek anlamına geliyordu; ya da kendisine sadık kalarak yakın arkadaşları ve ailesinden gerçek doğasını gizlemek. Kişisel kimlik oluşturma çabası (Erikson, 1968) ve ailesiyle yaşadığı yaşına uygun çatışmalar, tolere edilebilir düzeylerin ötesinde bir sıkıntıya yol açmış ve bu da tedaviye başvuruya neden olmuştur. Tedavi süreci, danışanın psikoterapi sırasında, tedavinin başında ve 12 ay sonra anlattığı anlamlı etkileşimler üzerinden ilişki anlatılarıyla açıklanmaktadır.

    Ahmed’in Tedavinin Başında TÇİT’si

    Anne ile ilişki, ilk görüşme: Annem öğleden sonra arar. Nasıl olduğumu sorar, ödevimi yapıp yapmadığımı ve günün geri kalanında planlarımın neler olduğunu öğrenmek ister. Gerçekten nerede olduğumu ona söyleyemem çünkü “Açık Ev”e (gay ve lezbiyen gençler için bir kulüp) gidiyorum. Konuşmayı mümkün olduğunca hızlı bitirmeye çalışırım, cevaplarım minimaldir. O, benim onunla konuşmak istemediğimi anlamaz ve sürekli karışır. Ona duymak istediği cevapları veririm ve mümkün olduğunca kibar olmaya çalışırım. Hiçbir şey bilmemeli ve bilmesini istemiyorum. Sadece beni yalnız bırakmasını istiyorum.

    Terapist ile ilişki, ilk görüşme: Son seansımda sadece kendimle ilgili iyi şeyler söyledim. Ne kadar zaman kaybı olduğunu düşündüm, o kadar kötü şeyler yaptım ki, bunları onunla paylaşmıyorum. O sadece dinledi. Sonra, kendimle ilgili bazı şeyler söyledim, bunlar aslında iyi sayılabilir ama bir yetişkinin gözünde o kadar da iyi görünmeyebilir. Onun nasıl tepki vereceğini görmek istedim. O dinlemeye devam etti, bununla ilgili sorular sordu ve hiç yargılayıcı olmadı. Beni eleştirmemesi çok iyi hissettirdi. Ama yine de zaman kaybıydı, çünkü kötü şeylerden hiç bahsetmedim.

    Bu tedavinin başlangıcındaki anlatılardan, Ahmed’in esas olarak annesinden yaptığı ve düşündüğü şeyleri saklamaya odaklandığı görülüyor. Annesini baskın ve anlamayan biri olarak deneyimledi ve onunla çatışmaktan kaçınmak için çaba harcadı. Duygularını annesine ifade etmekten kaçınmaya çalışırken, duygularının kendisine de ulaşılır olmadığı anlaşılmaktadır. Tedavisinin başlangıcında terapistiyle gelişen ilişkisinde de düşünceleri ve duyguları gizleme ve açığa çıkarma teması mevcuttu ve bu, aktarımın gelişimini temsil ediyor olabilir. Terapiste bir şey sunmaya çalıştığı bir etkileşimi tanımladı, böylece terapistin bunu kabul edip etmediğini test etti. Terapist bu testi geçiyor gibi görünse de, Ahmed, ilişkide hala ne kadar şeyin gizli olduğunu farkındadır.

    Ahmed’in Bir Yıl Tedavi Sonrasında TÇİT’si

    Anne ile ilişki, ikinci görüşme: Geçen Cumartesi annesinin yatak odasında otururken o çamaşır katlıyordu. Bana kız arkadaşım olup olmadığımı sordu. Ona çok kızdım, gerçekten kim olduğumu anlamıyor. Onun için evlenmeden önce kız arkadaşı olmanın açık fikirli olmakla ilgisi var. Cevap vermeye başladım, onun duymak istediği cevabı vermeyi düşündüm, ama sonra aniden yaptığım şeyden kötü hissettim. Kendime şunu sordum: “Gerçekten hislerimi ve kim olduğumu öğrenmek istiyor mu? Neden bu kadar uğraşıyorum onu mutlu etmek için?” Bu beni üzüntüye boğdu. Neyse, konuşma devam etti ve konuyu değiştirdik ve insanların sadece geleneksel evlilik tarzı değil, her türlü yaşam tarzına sahip olabileceğini konuştuk. Kendimi onunla tartışırken buldum. Onun dinlemesi ve görüşümü tamamen reddetmemesi beni şaşırttı. Sonra, söylediklerimi çürütmek ister gibi örnek verdi, örneğin “mesela bir oğul annesine gay olduğunu söylese, annesi bunu kabul etmek zorunda değil, değil mi?” dedi. Ben de insanların olduğu gibi kabul edilmesinin önemini düşündüğümü söyledim. Kendi aramızda konuşmuyorduk, sadece bu konuyu hipotetik olarak tartışıyorduk ama buna böyle konuşabilmemiz beni gerçekten şaşırttı. Aslında bu, onun bu kelimeyi (gay) söylediği ilk kezdi ve onun düşüncelerinde bunun var olduğunu bilmiyordum. Çok şaşırdım. Bir taraftan bunu yasaklı bir şey gibi konuştu, bu gerçekten beni üzüyor ama diğer taraftan da garip bir duygu vardı… çünkü o konuyu açtı ve bir şekilde… tam olarak mutlu değilim… heyecanlıydım çünkü ona cevap verebildim ve bu konuda konuşabildik. Tabii ki, onun anlamasını ve kabul etmesini isterdim ama ondan gerçekten böyle bir beklentim yok. O kadar dindar ve sınırlı ki bunu yapabilmesi mümkün değil, ama bu konuşmada ikimizin de biraz daha gerçek olduğumuzu görmek beni duygulandırdı.

    Terapist ile ilişki, ikinci görüşme: Daha önce birçok kez konuştuğumuz bir konuyu konuştuk. Bu, hakkında çok düşündüğüm bir konu. Ancak bu sefer, önceki seanslardan daha fazla açıldım ve daha önce hiç açıklamadığım detayları söyledim. Onunla bunu konuşurken, bundan önceki gibi düşünmemeye başladım. Bir anda, daha önce olduğu kadar korkunç gelmedi. Ne söylediğini hatırlamıyorum ama onun beni gerçekten kabul ettiğini ve sadece bir psikolog olarak işini yapmadığını, bunu bir insan olarak anladığını hissettim. Yaptığımı doğru bulmadığım gibi, o da benzer düşündü ama ikimiz de bundan pişmanlık duyduğumu ve bunun kötü biri olduğum anlamına gelmediğini biliyorduk. Ağlamaya başladım… O an hissettiğimi gerçekten anladığını hissettim çünkü o da önceden hissettiklerimi biliyordu. Çok üzgündüm… acı vericiydi… bu kadar süre boyunca yaptığım şeyden nefret ettiğim için… o seansta çok ağladım… ama aynı zamanda rahatladım çünkü sonunda her şeyi dışarıya döktüm ve bu konuda farklı hissedebileceğimi fark ettim.

    Ahmed’in esnekliği, düşünebilmesi (reflectivity) ve duygularına erişimi tedavi sürecinde bir yıl boyunca arttı. Ahmed’in annesine yönelik olumlu ve olumsuz içsel temsilleri tedaviyle daha zengin ve karmaşık hale geldi. Bir yıl tedavi sonrası Ahmed, hala kabul edilmediğini, kızgın olduğunu ve yanlış anlaşıldığını hissediyordu ve kendini hala kapalı ve uzak hissediyordu. Ancak aynı zamanda yeni temalar da ortaya çıktı. Annesini dini inançları nedeniyle sınırlı kabul etme konusunda daha istekli olduğunu ifade etti ve etkileşimde kendisini ve annesini biraz daha açık, gerçek ve otantik hissetti. İlk görüşmede öfkesini için için tutmaya çalıştığını anlatan Ahmed, ikinci görüşmede hala kızgın olsa da çok üzgündü. İç dünyasıyla daha fazla bağlantıya geçtiği ve olumsuz duyguları daha iyi bir şekilde sürdürebildiği gözlemlendi. İlk ve ikinci görüşmeler arasındaki bu farklar, terapist ile olan ilişkide de belirgindi. Bir yıl tedavi sonrası Ahmed’in terapiste dair anlatısı, geçmişte güvendiği şeyleri onunla paylaşabildiği bir etkileşimi içeriyordu ve bu etkileşimde utanç ve suçluluk duygularını işleyebilmesine olanak tanımıştı. Bu duyguları terapistiyle birlikte keşfetme ve onlarla başa çıkabilme olanağı bulduğunu açıkladı. Terapide, kendisi ve terapist arasındaki deneyimlerin yeni yollarla geliştiği bir anı daha anlatmaya devam etti. Psikodinamik psikoterapi, ergenlerin bilinçli ve bilinçdışı kendiliklerini tanımalarına, daha önce onlara erişilemeyen yönleriyle tanışmalarına ve kendilerini ve başkalarını daha bütünlüklü anlamalarına yardımcı olmayı amaçlar (Mitchell, 1993; Ogden, 2005). Ahmed için, terapistiyle ilişkide içsel temsillerini çalışmak, kendisini ve başkalarını deneyimleme konusunda yeni olanaklar açmış olabilir. Terapi, bu yeni deneyimlerin annesiyle olan ilişkiye ve muhtemelen diğer ilişkilere genellenmesine de imkan tanımıştır. Bu süreç, Ahmed’in standart semptom ölçümleriyle klinik olarak anlamlı bir değişim yaşamasına katkı sağlamış olabilir. Terapist hakkında kendi sözleri, değişim sürecini güzel bir şekilde tanımlar: O dinliyor ve daha önce utandığım şeyler hakkında yargılayıcı değil, bu bana yardımcı oluyor çünkü şimdi kendimi daha iyi dinleyebiliyorum ve olduğum gibi kabul edebiliyorum.

    Ek Okuma
    Gaines, R. (1999). Ergen gelişimi ve tedavisinin kişilerarası matrisi. A. H. Esman (Ed.), Adolescent psychiatry: The annals of the american society for adolescent psychiatry (Cilt 24, ss. 25-47). Hillsdale, NJ: The Analytic Press.

  • Psikanaliz Ekollerine Genel Bir Bakış: Kuram ve Uygulama (2. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    I. Kuram

    Bağlam İçinde Psikanaliz

    Psikanalize, çoğu zaman bu alanla ilgisi olmayan kişiler tarafından eleştirel bir bakışla yaklaşılır. Bu durum, kısmen psikanalizin; üyelerinin insan doğasına ve psikoterapi sürecine dair, psikanalitik olmayan sıradan bir klinisyenin kavrayamayacağı türden hakikatlere erişimi olduğunu düşünen kişilerden oluşan, ayrıcalıklı ve kıymetli bir kulüp olarak algılanmasından kaynaklanır. Bu algıda bir miktar gerçeklik payı vardır; ancak bu bütünüyle doğru değildir, çünkü psikanalitik topluluk, farklı değer ve tutumlara sahip geniş bir insan yelpazesini barındırır. Bununla birlikte, bu üyelik bazı açılardan inkâr edilemez biçimde ayrıcalıklıdır: Büyük ölçüde, ikinci bir ipotek gerektirebilecek denli uzun soluklu bir eğitimi karşılayabilecek sosyoekonomik avantajlara sahip kişilerden oluşur. Psikanalizin, ilişkili araştırma alanlarına ve diğer terapötik yaklaşımlara karşı çoğu zaman küçümseyici -hatta kimi zaman kibirli- bir tutum benimsediğine dair çok az kuşku vardır. Günümüzde psikanalitik eğitim kurumları, psikanalitik eğitime yönelik başvurulardaki azalmayı yakından fark etmektedir. Psikanalitik geleneğe daha fazla öğrenci kazandırma arzusu, kabul süreçlerinin, eğitim içeriğinin ve uygulama biçiminin yeniden gözden geçirilmesine katkı sağlamış ve bu doğrultuda uzun zamandır ihtiyaç duyulan bir değerlendirmeyi beraberinde getirmiştir.

    Psikanaliz şu anda bir geçiş evresiyle başa çıkmaya çalışmaktadır. Belki de politik gündemlerle daha fazla ilişkili olan kökleşmiş kuramsal pozisyonlar, giderek daha fazla sorgulanmakta ve değerlendirmeye açılmaktadır. Farklı psikanalitik ekoller ile farklı disiplinler arasında fikir alışverişi ivme kazanmaktadır. Bu değişim hem heyecan verici hem de sarsıcıdır: bazı uygulayıcılar yeniliğe yönelirken, diğerleri psikanalize başka alanların ne katabileceğine karşı adeta duyarsız bir biçimde, benimsedikleri varsayımlara sıkı sıkıya bağlı kalmaktadır.

    Tüm bu çabalara rağmen, psikanalitik kurumlar mesleğin gelişimi açısından arzu edilenden daha erişilemez ve içe kapalı bir yapı sergilemeye devam etmektedir. Bu açmazı anlayabilmek, psikanalizin pek de parlak olmayan başlangıcına dair bir kavrayış gerektirir. Freud en başından itibaren muhalefet ve eleştiriyle karşı karşıya kalmıştır. Görüşleri gerçekten de zorlayıcı ve kışkırtıcıydı. Ancak bu görüşler, onun Yahudi olması nedeniyle daha da tartışmalı görülmüştür. Freud, Yahudi kökenlerinin fikirlerinin kabul görmesi üzerindeki etkisinin fazlasıyla farkındaydı. Arkadaşı ve meslektaşı olan İsviçreli psikiyatrist Carl Jung’un -o dönemde psikanalitik harekete bağlı olan tek Yahudi olmayan isim- 1914 yılında Freud’un çevresinden ayrılması üzerine, Freud psikanalizin “Yahudi ulusal meselesi”nden ibaret olarak görüleceğinden kaygı duymuştur.

    Freud, Yahudi kimliğiyle olan bağlantıyı geri planda tutmak istemiş olabilir; ancak bu gerçek, başkalarının zihinlerinde ön plandaydı. 1930’larda Nazilerin yükselişiyle birlikte psikanaliz saldırıya uğradı: Freud’un yazıları, Einstein, H.G. Wells, Thomas Mann ve Proust’un eserleriyle birlikte, “içgüdüsel yaşamın ruhu parçalama biçiminde abartılması” gerekçesiyle kamuya açık meydanlarda yakıldı (Ferris, 1997). Darwin’le birlikte Freud da, açık tenli ırkların yüksek değerlerini altüst etmekle suçlanarak hedef haline getirildi. Viyana’daki konumu sürdürülemez hâle geldi. 12 Mart 1938’de Alman birlikleri Avusturya’ya girdi. 13 Mart 1938’de Psikanaliz Derneği’nin yönetim kurulu son kez toplandı. Freud, yaşadıkları durumu, Romalılar Kudüs’teki tapınağı yıktıktan sonra şehri terk ederek sürgünde bir din okulu kuran Rabbi Johannan ben Zakkai’nin kaderine benzetti. Freud, meslektaşlarını bu örneği izlemeye çağırdı. Yönetim kurulu, güçlü bir güven oyu ile, dağılmadan önce Dernek’in Freud’un yerleştiği yerde yeniden yapılandırılması yönünde karar aldı.

    Freud Viyana’dan ayrılma konusunda isteksizdi; ancak bir hafta sonra Gestapo, kızı Anna Freud’u sorgulanmak üzere alıkoyduğunda, artık ikna edilmeye ihtiyacı kalmamıştı. Anna ertesi gün serbest bırakıldığında, Freud’un sürgüne gitmesi için planlar çoktan yapılmaya başlanmıştı. Paris üzerinden seyahat ederek Londra’ya kaçtı. Birçok meslektaşı da sürgüne gitmek zorunda kaldı. Amerika, Britanya, Filistin, Avustralya ve Güney Amerika’ya yerleştiler. Almanya’da kalan analistler ise uygulamalarını ancak katı Nazi şartları altında sürdürebildiler; klasik Freudcu analiz ise kabul edilemez sayılmıştı.

    Psikanalitik hareketin ilk yıllarında maruz kaldığı son derece gerçek bir zulüm, derin bir yara bıraktı. Freud en başından itibaren psikanalizi saldırılara karşı savunulması gereken bir dava olarak görüyordu ve bu bağlamda ortaya çıkan analitik enstitüler, bu savununun “burçları” olarak değerlendirilebilir (Kirsner, 1990). Ancak bu durumun talihsiz bir sonucu olarak, farklı bakış açıları ve ilişkili araştırma alanları da uzak tutuldu; çünkü bu alanların getireceği değerlendirme, eleştiri ve saldırılardan çekiniliyordu.

    Psikanalitik hareketin yaşadığı paranoya, yalnızca dışarıdaki psikanalitik olmayan dünyayla olan ilişkilerinde değil, aynı zamanda psikanalitik kurumun kendi içindeki rakip kuramsal ardılları arasındaki ilişkilerde de dikkat çekici bir özellik olmuştur. Psikanalizin tarihi, bölünmelerin tarihidir. Gerçekten de, psikanaliz, Freud’un bazı fikirlerinden doğmuş ve onları onurlandırmış olmakla birlikte, zamanla kişilik gelişimi konusunda oldukça farklı kuramlar ve psikolojik sorunların tedavisine yönelik farklı teknikler geliştirmiş birçok kuramsal ekolü kapsayan şemsiye bir terimdir.

    Britanya’daki psikanalizin gelişimi, çoğulcu bir toplumda yaşamanın zorluklarına dair çok iyi bir örnektir (Hamilton, 1996). Britanya Psikanaliz Derneği, Ernest Jones tarafından kurulmuştur. Kuruluşundan bu yana, üç ayrı grup -Çağdaş Freudçular, Klein’cılar ve Bağımsızlar1– aynı dernek çatısı altında bir arada yaşamak zorunda kalmışlardır; bu da, aynı görüşleri paylaşmayan komşularla yakın temas içinde yaşamanın kaçınılmaz gerilimlerini beraberinde getirmiştir. Ancak tüm bu gerilimlere rağmen, tek bir yapı içerisinde birlikte var olabilmiş olmaları onların önemli bir başarısıdır.

    ¹ Kişinin bu üç gruptan herhangi birine ait olduğunu kabul etmesi genellikle, eğitim analizini aldığı terapistin yönelimiyle kurduğu aidiyeti yansıtır; yani, eğitim analizini bir Freudçu ile yapan biri, çoğunlukla kendisi de Freudçu olur.

    Her bir grup, çoğu hem psikanaliz içindeki ilişkisel hem de gelişimsel perspektiflerden etkilenmiş olan uygulayıcılardan oluşan heterojen bir topluluğu temsil eder; ayrıca, özellikle çağdaş Klein’cı düşünceye yönelenleri de içerir. Anna Freud tarafından eğitilmiş ve ona sadık kalan, dolayısıyla daha uygun biçimde Klasik Freudçular olarak adlandırılabilecek az sayıda yaşlı Freudçu bulunmaktadır. Kuzey Amerika’da ego psikolojisi ve kendilik psikolojisi daha güçlü bir varlığa sahiptir; Klein’cı düşünceler ise daha yavaş benimsenmiştir, ancak son dönem yayınlar bu fikirlerin daha fazla benimsendiğine işaret etmektedir (örneğin bkz. Caper, 2000). Genel olarak, psikanalitik kuramda baskın olan unsur heterojenitedir; öyle ki, bir grubun kendi içindeki farklılıklar, gruplar arasındaki farklılıklar kadar çarpıcı olabilir. Bu durum, analitik düşüncenin zenginliğine katkıda bulunmakla birlikte, şu can alıcı soruyu da gündeme getirir: Acaba bu kuramlardan hangisi -eğer varsa- zihnin ve gelişimin en geçerli modelini sunmaktadır?

    Bu bölümün amacı, Freud’dan günümüze psikanalitik düşüncenin gelişimine dair oldukça kısa bir genel bakış sunmaktır. Zorunlu olarak, yalnızca psikanaliz tarihindeki birkaç önemli figürün düşüncelerine yer verilmektedir. Bu genel bakışı sadeleştirmek amacıyla, en etkili iki kuram Freudcu ve Klein’cı başlıkları altında gruplanmış; odak, bu iki baskın figürün öne sürdüğü en belirgin birkaç kavram üzerine yoğunlaştırılmıştır. Ne yazık ki bu, mevcut Freudcu ve Klein’cı kuramların çeşitliliğini ve bu ilk başlangıçlardan türeyen yaklaşımları göz ardı etme pahasına yapılmıştır. Dolayısıyla, burada yalnızca bu iki ana kuramın en yaygın varsayımlarına genel hatlarıyla değinilecek ve Freud sonrası ile Klein sonrası gelişmeler yalnızca yüzeysel biçimde ele alınacaktır. Bu genel bakış, bir sentez girişimi niteliği taşıdığından, farklı ekoller arasındaki daha ince ayrımları göz ardı etmekte ve karmaşık kavramları basitleştirme yönünde eğilim göstermektedir. Bu nedenle, metapsikolojiyle ilgilenenler için, bu metin Freud’un ve Klein’ın özgün metinlerinin dikkatli bir biçimde okunmasının yerini tutmaz.

    İlk Yıllar: Freud’un Topografik Zihin Modeli

    Freud, intrapsişik çatışma deneyimini açıklamak üzere iki model öne sürmüştür. Bunlardan ilki, üç bilinç düzeyinden oluşan topografik model [topographical model] olarak bilinir. İlk düzey olan bilinç [conscious], o anda farkında olduğumuz şeylere karşılık gelir; örneğin, şu an bu bölümü okumanız gibi. Bilinç düzeyinin altında yer alan bilinçöncesi [preconscious], isteyerek hatırlayabildiğimiz her şeyi içerir. Yani, bilinçöncesi; hatıralar, fikirler ve duyusal izlenimlerden oluşan ve her an dikkatimizde olmasalar da kolaylıkla erişebileceğimiz bir tür hafıza deposu işlevi görür. Bilinçöncesinin altında ise bilinçdışı [unconscious] yer alır.

    Freud, bilinçdışı terimini üç farklı anlamda kullanmıştır. İlk olarak, bu terimi betimleyici bir şekilde, herhangi bir anda bilincimizde olmayan ancak yine de bize erişilebilir olan içerikler için kullanmıştır. Bu anlayış, çağdaş psikolojide artık tartışmalı bir görüş olmaktan çıkmıştır. Bilişsel sinirbilim, çalışan beynin büyük bir kısmının bu anlamda bilinçdışı olduğunu göstermiştir; örneğin, bellek bilinçli farkındalık olmaksızın edinilebilir ve düşünme, karar verme, problem çözme gibi süreçlerin tümü bilinçdışı yönler içerir (Milner ve diğ., 1998). Hatta duygusal deneyimlerin işlenmesinin dahi otomatik bir şekilde bilinçdışı düzeyde gerçekleştiği ortaya konmuştur (Solms & Turnbull, 2002). Ayrıca bu tür bir işleme, nöro-mekanizm düzeyinde bilinçli işlemelerden niteliksel olarak farklıdır (Milner ve diğ., 1998).

    İkinci olarak, Freud bilinçdışı terimini sistemik bir anlamda kullanmış ve bunu bilincin bir derecesi olarak değil, belirli özelliklere sahip varsayımsal bir zihinsel sistem olarak tanımlamıştır. Son olarak, Freud bu terimi dinamik bilinçdışıyı [dynamic unconscious] ifade etmek için kullanmıştır; yani, olayları harekete geçiren sürekli bir güdülenme kaynağı olarak. Freud’a göre, bilinçdışındaki içeriğin isteyerek hatırlanamaması, bu içeriğin bilince ulaşmasını engelleyen etkin bir gücün, yani bastırmanın [repression] sonucudur. Bu anlamda bilinçdışının, bastırılmış cinsel ve saldırgan dürtüleri, savunmaları, anıları ve hisleri barındırdığı kabul edilir.

    Bilinçöncesi ve bilinç sistemleri, düşünmenin alışıldık kurallarına uyar; yani mantıklıdır, gerçeklik testinden geçer ve zaman ile nedensellik açısından çizgisel bir yapı izler. Bu kurallar, genellikle ikincil süreç düşüncesi [secondary process thinking] olarak adlandırılan yapıya özgüdür. Bilinçdışı sistem ise, birincil süreç düşüncesine özgü farklı kurallara tabidir. Bu zihinsel düzeyde bilgi, herhangi bir gerçeklik sınamasına tabi tutulmaz; dolayısıyla çelişkili “hakikatler” bir arada var olabilir ve çelişkiler bolca bulunur. Bu özellikleri nedeniyle bilinçdışı, zihnimizin ilkel ve çocukça bir parçası olarak görülmüştür.

    Ego Psikolojisine Doğru: Freud’un Yapısal Zihin Modeli

    Freud, “Ego ve İd [The Ego and the Id]” (1923b) adlı makalesinde, topografik modelden yapısal varsayıma geçişini ortaya koymuştur.² Bu yeni model, insan psişesini üç gücün etkileşimi olarak kavramsallaştırır: id [id], ego [ego], süperego [süperego]. Bunlar, her biri kendine özgü bir gündeme ve öncelikler dizisine sahip olan kişiliğimizin üç farklı failidir [agency]. Her birinin ayrı bir kökene sahip olduğu ve “normal” kişilik işleyişini sürdürmede son derece özgül bir rol üstlendiği kabul edilmiştir. Zorluklar, bu faillerin talepleri arasında ortaya çıkabilecek çatışmalardan kaynaklanır. Yapısal modelde çatışma, iki ya da daha fazla intrapsişik3 amacın karşı karşıya gelmesi anlamına gelir. Bu modelde dış dünya ile etkileşime daha fazla önem verilmiştir; zira Freud, çatışmaların yalnızca içsel değil, dışsal baskılardan da kaynaklanabileceğini öne sürmüştür.

    2Bu durum, Freud’un, dürtü kavrayışının yanı sıra gerçeklik ilkesi ve haz ilkesine ilişkin olarak çevresel ve biyolojik belirleyicileri tanıyan bir psişik işleyiş yaklaşımı ortaya koymasını mümkün kıldı.

    3Bu terim, örneğin id ile süperego arasındaki çatışma gibi, içsel bir çatışmaya işaret eder.

    İd (id) – Freud’a göre her birimiz belirli bir miktarda psişik enerji (psychic energy) ile donatılmış olarak dünyaya geliriz. Yeni doğmuş bir bebekte bu psişik enerjinin tamamı id’de yoğunlaşmıştır. İd, doğuştan gelen biyolojik dürtüler (biological drives) (seksüel ve agresif (sexual and aggressive)) bütününe karşılık gelir. Bir dürtü, içsel olarak üretilen biyolojik bir güçtür ve boşalım (deşarj) arayışı içindedir. Dürtü geriliminin birikimi, sübjektif olarak hazsızlık/hoşnutsuzluk (unpleasure) olarak deneyimlenirken, boşalımı haz (pleasure) olarak yaşanır. Tüm dürtüler dört temel özelliğe sahiptir:

    • Bedensel bir kaynak,
    • Belirli bir amaç (örneğin belirli bir haz alma biçimi),
    • Belirli bir basınç (yani uyarılma düzeyini belirleyen nicel bir yoğunluk),
    • Ve bu amacı gerçekleştirmeye olanak tanıyan bir nesne.

    İd, sözcük öncesidir (pre-verbal); kendisini imgeler ve semboller aracılığıyla ifade eder. Mantık öncesi bir yapı olarak zaman ya da sınır kavramına sahip değildir. Akıl, mantık, gerçeklik ya da ahlaktan etkilenmez. Temelde, gerçekliğin gerekliliklerine uygun olmayan ilkel bir biliş biçimidir. İd yalnızca tek bir şeyle ilgilenir: organizmanın yaşadığı gerilimleri azaltmak. Freud, doğuştan gelen bu hazzı artırma ve acıyı azaltma eğilimini haz ilkesi (pleasure principle) olarak adlandırmıştır. Freud’a göre, yaşamın ilk yılında bebek esasen narsistiktir; ruhsal işleyişi haz ilkesi tarafından yönetilir ve iç dünya ile dış dünya arasında ayrım yapmaz. Ancak bu görüş, daha sonra gelişim psikologları tarafından kökten biçimde sorgulanmış; bebeğin doğumdan itibaren başkalarıyla ilişki kurmaya aktif olarak yöneldiği ve başkalarının farkında olduğu ortaya konmuştur.

    İd tamamen bilinçdışıdır. İçeriği, Freud’un daha önceki topografik modelindeki bilinçdışı sistemle eşdeğer kabul edilebilir. Varlığı, rüyalar ya da dil sürçmeleri gibi türevlere dayanarak dolaylı biçimde çıkarımsanır. İd’in enerjisi, iki tür içgüdüye bölünür: yaşam ve ölüm içgüdüsü (life and death instinct). Yaşam içgüdüsü hayatta kalmaya ve kendini sürdürmeye yöneliktir. Bu içgüdünün enerjisine libido (libido) adı verilir ve Freud’a göre libido, kişiliğimizin tüm katmanlarına nüfuz eden ve bizi yaşam boyunca ileriye taşıyan itici güçtür. Freud, ilk kuramsal biçimlemelerinde, temel dürtümüzün tamamen cinsel nitelikte olduğunu öne sürmüş; diğer tüm amaç ve arzuların ise bu cinsel dürtünün farklı biçimlerde dönüşmesinden türediğini savunmuştur. Günümüzde Freudcu terapistler arasında libido terimi, ilk anlamındaki cinsel çağrışımlarının büyük kısmını yitirmiştir ve esasen dürtü enerjisi (drive energy)4 kavramına atıfta bulunmaktadır. Bu, bir konuya, etkinliğe ya da başkalarıyla kurulan ilişkilere yönelik özel ilgi ve uğraşlarımıza yatırdığımız enerji anlamına gelir. Freud, insanların kişi, nesne ya da düşüncelere psişik enerji yatırımı yaptığına, yani onları katekleştirdiğine inanıyordu. Kateksis (cathexis), bir kişi ya da nesnenin zihinsel temsiline -yani o kişiye dair anılara, düşüncelere ya da fantezilere- bağlanan psişik enerji miktarını ifade eder. Bu tür bir psişik enerji yatırımı, ilgili kişi ya da nesnenin birey açısından taşıdığı duygusal önemin bir göstergesidir.

    4Ruhsal enerji kavramı, zihinsel yaşamımızın işleyişini anlamak amacıyla Freud tarafından kullanılmıştır ve psikolojik olaylar ile fiziksel olaylar arasında benzetmeler kurma eğiliminin karakteristik bir örneğidir.

    Yaşam içgüdüsüne karşıt olarak ölüm içgüdüsü yer alır. Freud’unkiler de dahil olmak üzere ölüm içgüdüsüne ilişkin tartışmalar genellikle belirsizlik içerir. Ancak Freud’un, insan organizmasını, tüm gerilimlerin ortadan kalktığı bir duruma -başka bir deyişle ölüme- içgüdüsel olarak geri dönmeye yönelen bir yapı olarak gördüğü açıktır. Bu içgüdüsel ölüme yönelim, kendine yönelik saldırgan eğilimleri doğurur. Ancak kendini yok etme eğilimi, libidonun yaşamı koruyucu enerjisi tarafından karşılanıp dengelendiği için, saldırganlık çoğu durumda dış dünyaya yöneltilir. Saldırgan içgüdüler, davranışı harekete geçiren etkenlerden biridir. Kendini koruma içgüdümüz (self-preservative instinct) , amaçlarını gerçekleştirebilmek için belirli bir ölçüde agresyona/saldırganlığa başvurur. Bu bakımdan agresyon, yaşamı sürdürmek için gerekli olan “itici bir işlev”e (Perelberg, 1999) de sahiptir.

    Ölüm içgüdüsü, Freud’un en geniş kapsamlı felsefi spekülasyonunu temsil eder. Günümüz Freudyenleri arasında bu kavramı hâlâ savunan çok az kişi kalmıştır; çoğu, bunun yerine suçluluk, saldırganlık, öfke ya da süperego ile yaşanan çatışma gibi kavramları kullanmanın ve bu kavramlar üzerinden çalışmanın çok daha işlevsel olduğunu düşünmektedir. Bu kavramı daha ileriye taşıyanlar ise Klein ekolünün temsilcileridir; onlar, hem kendine hem de başkasına yönelik yıkıcı davranışları tartışırken örtük biçimde ölüm içgüdüsü kavramına başvururlar. Bu tür davranışlar, ölüm içgüdüsünün işleyişinin bir türevi olarak değerlendirilir.

    Ego (ego) – İd ne istediğini ve neye ihtiyaç duyduğunu bilse de, bazı açılardan “kör”dür -ne istediğini elde etmenin güvenli ya da etik yollarının ne olduğuna karşı kördür çünkü gerçekliği dikkate almaz. Bu işlevi yerine getirebilmek için Freud, zihnin yeni bir ruhsal bileşen geliştirdiğini öne sürmüştür: ego. Freud, egonun yaklaşık altı aylıkken ortaya çıktığını düşünür. Ego, istemli düşünce ve eylemden sorumludur ve duyular aracılığıyla dış dünya ile temas halindedir. Algı, gerçeklik testi, zaman algısı, düşünme ve muhakeme gibi temel zihinsel işlevlerle ilgilenir. Freud’un gerçekliğe olan ilgisi, yapısal modelde daha belirgin hâle gelir; çünkü bu modelde kişiliğin diğer ögelerine kıyasla egonun gücüne her zamankinden daha fazla vurgu yapmıştır.

    Egonun temel işlevi, id ile gerçeklik arasında bir arabulucu olarak hizmet etmektir. İd’in haz ilkesinin aksine ego, gerçeklik ilkesi (reality principle) denen ilkeye göre işler. Egonun rolü gerçekliğe uyum sağlamak olduğundan, psikanalitik terapistlerin değerlendirmekle ilgilendiği işlevselliğin önemli bir yönü hastanın ego gücüdür (ego strength); yani, daha ilkel olanlar başta olmak üzere yoğun savunma mekanizmalarına başvurmadan gerçekliği kabul etme kapasitesidir (bkz. Bölüm 5 ve 7).

    Ego hem bilinçli hem de bilinçdışı yönlere sahiptir. Bilinçli ego, genellikle kendilik (self) olarak adlandırdığımız şeye en yakın olandır; buna karşılık, bilinçdışı ego savunucu süreçleri kapsar. Ego ve kendilik terimleri çoğu zaman birbirinin yerine kullanılır ve bu durum -kısmen Freud’un Almanca Ich terimini belirsiz biçimde kullanmasından ötürü- önemli bir kafa karışıklığına yol açar. Hartmann (1950), etkileşimsel bağlama göre egoyu ve kendiliği birbirinden ayırmıştır. Bu çerçevede ego, diğer intrapsişik yapılara (id ve süperego) karşı konumlanırken; kendilik nesnelerle etkileşime giren yapı olarak tanımlanmıştır.⁵

    5Ego psikologları, “kendilik”i (self) öznel ve özerk etkinliğin bir kaynağı olmaktan ziyade, temsili bir yapı olarak görme eğilimindedir. Ancak bazıları buna karşı çıkmış ve kendilik kavramının, çevreyle etkileşimi başlatmada çok önemli bir rol oynayan kendiliğin öznel yaşantısını ve kişisel fail oluşunu da içermesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

    Süperego (superego) – Freud, büyürken çevremizdeki ötekilerin/başkalarının benimsediği fikirleri ve tutumları içimize aldığımızı öne sürmüştür. Üstbenliğin oluşumu, içeatım (introjection) denilen şeyin bir örneğidir; yani çocukken anne babamızın değer ve standartlarını içselleştiririz ve bunlar birleşerek üstbenliği oluşturur. Anne babaların, id’in aşırılıklarını dizginlemede veya engellemede önemli bir rol oynadığı ve çocuğun gerçekliğin taleplerine uyum sağlamasına yardımcı olduğu düşünülmektedir.

    Kurallar, soyut ahlaki ilkeler ve olmamız gereken kişinin ideal imgesi, içimizde yaşayan, kesin görüşleri olan ve davranışlarımız belirli bir standardın altında kaldığında eleştirmeye her zaman hazır bir kişi gibi düşünülebilir. İçimizdeki bu kişi, süperegomuza denktir. Süperego iki parçaya ayrılır: Egonun ulaşmayı arzuladığı şeyi temsil eden bir ego ideali (ego ideal) ve ego başarısız olduğunda onu cezalandıran bir vicdan (conscience).

    Ego gibi, süperego da kısmen bilinçlidir6 ve kısmen bilinçdışıdır. Çoğumuz, davranışlarımızı yöneten ahlaki kuralların ve standartların bir ölçüde farkında olsak da, bizi etkileyen ancak farkında olmadığımız başka ahlaki, kimi zaman sert ya da cezalandırıcı içsel güçler de vardır.

    6Onun bilinçli yönleri ego idealine atıfta bulunur.

    Psikoseksüel Gelişim Evreleri

    Freud’un, cinsel yaşamımızın doğumla birlikte başladığı yönündeki inancı, onun psikoseksüel gelişim evreleri (stages of psychosexual development) olarak anılan evreleri tanımlamasına neden olmuştur. Freud, hepimizin bir dizi evreden geçtiğini ileri sürmüştür; her bir evrede psişemiz cinsel enerjisini farklı bir erojen bölgeye (erogenous zone), yani bedenimizin haz kaynağı olan bir parçasına yöneltir. Freud ilk olarak oral evreyi (oral stage) (0–1 yaş) ortaya atmıştır; bu evrede haz, esas olarak bebeğin ağız yoluyla, örneğin memeyi ya da başparmağını emmesiyle elde edilir. İkinci evre anal evredir (anal stage) (1–3 yaş); bu evrede haz, dışkıyı tutma ya da dışarı atma üzerinde denetim kurmaktan elde edilir. Günlük gözlemler, küçük çocukların ebeveynlerinden giderek ayrışmalarını test ettikleri bu süreçte, dışkılarını kendi mülkleri olarak görmeye başladıklarını ortaya koyar; çocuklar bu mülkü istedikleri zaman vermek ya da tutmak isterler. Bu dönemde, örneğin tuvalet eğitimi gibi konularda, ebeveynle çocuk arasında çatışma yaşanma potansiyeli oldukça yüksektir. Bu evrede dışkılamanın, sembolik olarak, vermeyi ve tutmayı temsil ettiği söylenir. Metaforik olarak ifade etmek gerekirse, anal evredeki çatışmaların tüm çocuklar açısından ebeveyn denetimine uyum sağlama ya da ona karşı direnme gerekliliği bağlamında büyük bir ikilemi gündeme getirdiği düşünülür.

    Üçüncü evre (3–5 yaş), fallik evredir (phallic stage); bu evrede çocuk, genital organlarının daha fazla farkına varmaya başlar ve bu durum cinsel farklılıklara dair merak ve kaygı uyandırır. Fallik evrenin psikolojik gelişimimiz açısından özellikle önemli olduğu düşünülür; çünkü bu evre, Oidipal dramın zeminini oluşturur. Yunan mitolojisinde Oidipus, babasını bilmeden öldürür ve annesiyle evlenir. Benzer şekilde, Freud’a göre tüm çocuklar fallik evrede aynı cinsiyetten ebeveyni saf dışı bırakmayı ve karşı cinsten ebeveyne cinsel sahiplik kurmayı arzularlar. Oidipal evre kavramı, arzu (desire) olgusunu psikolojimizin merkezine yerleştirir.

    Oidipus Kompleksi’nin çözümlenmesinin gelişimimiz açısından özellikle kritik olduğu düşünülmektedir. Freud, küçük bir erkek çocuğunun annesine yönelik ensest arzularını barındırdığı anda, aynı zamanda hadım edilme kaygısı da yaşadığını öne sürmüştür -yani çocuğun, yasak arzularından ötürü babasının onu cezalandırarak suçlu organı, yani penisini keseceğinden korkmasıdır.

    Kız çocukları penislerinin olmaması nedeniyle erkek çocuğa kastrasyona uğramış gibi görünür ve küçük erkek çocuk benzer bir kadere uğramaktan korkar. Öte yandan kız çocukları, penisle donatılmadan doğmuş olduklarını fark ettiklerinde, kastrasyon anksiyetesinin (castration anxiety) kadınsı karşılığı olarak adlandırılan penis hasedi (penis envy) yaşarlar. Annenin kendilerini penissiz yaratmış olmasından ötürü ona karşı öfke barındırdıkları söylenir. Erkek çocuğun annesine duyduğu arzuyu bastırmasına neden olan şey kastrasyon anksiyetesi iken, kız çocuğunu babaya yönelten şey penis hasedidir; babadan bir çocuk isteme arzusu, aslında penis arzusunun yerini alan bir temsildir.

    Zamanla hem erkek hem de kız çocuğunun Ödipal arzuları geri çekilir; rakip olarak deneyimlenen hemcins ebeveynle çatışma içinde kalmak yerine, her ikisi de hemcins ebeveynle özdeşim kurmayı tercih eder ve onun değerlerini, standartlarını ve cinsel yönelimini içselleştirir. Freud’a göre Ödipus kompleksinin çözümü bu nedenle süperegonun gelişimiyle ilişkilidir.

    Günümüz Ödipal kuramları, artık Ödipal evredeki çatışmayı birincil bir ensestüel cinsel dürtünün tezahürü olarak görmemektedir. Hem klasik yönelimli hem de ilişkisel yönelimli kuramcılar, Ödipal gelişimi artık üçlü nesne ilişkileri, bilişsel gelişim ve cinsel kimliğin pekişmesi arasındaki karmaşık bir etkileşim olarak kavramsallaştırmaktadırlar. Bu çağdaş versiyonda Ödipal evre, ensestüel cinsellikten ziyade nesne ilişkilerinde ulaşılan yeni bir düzeyle ayırt edilmektedir.

    Ödipal evre, gelişimsel açıdan kritik bir öneme sahiptir; çünkü rekabet ve yarış duygularını belirginleştirir ve çocuğu sınırların müzakere edilmesiyle yüzleştirir. Ebeveynler tarafından iyi yönetilen bir rekabet duygusu, çocukta adalet ve hakkaniyet gibi değerlere yönelik yapıcı zihinsel uğraşlara yol açabilir (Raphael-Leff, 1991). Gelişimsel açıdan bakıldığında, çocuğun ebeveynlerini cinsel partnerler olarak tanıması, onların yalnızca kendisine ait ve kalıcı figürler olduğu düşüncesinden vazgeçmesini teşvik eder. Bu, ebeveynlerin birbirleriyle kurduğu ilişkinin, çocuğun onlarla kurabileceği ilişkiden farklı olduğuna dair bir farkındalığı da içerir.

    Freudçu Bakış Açısından Nesne İlişkileri

    Freudcu modelin özünde, dürtülerin birincil güdüleyici kuvvet olduğu görülür. Daha önce de belirttiğimiz gibi, zihnin esasen biyolojik bedenin içgüdüsel türevleriyle yönlendirildiğine inanılır. İnsan davranışı, dürtü boşalımına bağlı olarak haz arayışıyla güdülenir. Bu modelde, nesne ilişkileri (object relationships) gerilimin boşaltılmasına kıyasla ikincil bir konumda yer alır. Ancak Freud’un anksiyete kuramındaki değişime yakından bakıldığında, nesne ilişkilerinin önemini kendisinin de fark ettiğini görmek mümkündür.

    Freud’un topografik modelinde anksiyete, engellenmiş libidonun (yani boşaltılamamış cinsel hislerin) bir üçgenleşmesi (triangulation) olarak anlaşılmıştır. Anksiyete, bu modelde bir boşalma fenomeni (discharge phenomenon) olarak değerlendirilmiş ve saptırılmış bedensel cinsel dürtülerin zihinsel temsiline engel olduğu düşünülmüştür. Bu bağlamda, anksiyetenin kaynağının id olduğu varsayılmıştır. Ancak Freud sonrasında bu formülasyonun hatalı olduğunu kabul etmiştir. İkinci kuramında ise, anksiyetenin esasen id ile süperegonun ego üzerine uyguladığı farklı talepler arasındaki çatışmadan kaynaklandığını öne sürmüştür. Bu yeni anksiyete kavramsallaştırması önemli sonuçlar doğurmuştur. Freud’un enerjetik bir modelden anlam temelli bir modele geçmesine yol açmış; böylece çocukluk arzularının, kayıpla ilişkili çocukluk tehlikeleriyle (örneğin nesnenin kaybı, nesnenin sevgisinin yitimi, genital organın kaybı ya da zarar görmesi [kastrasyon], ceza korkusu [suçluluk]) bağlantılı olduğu varsayılmıştır. Bu modele göre, bilinçte ortaya çıkan tehditkâr bir dilek ifadesi ego için bir tehlike sinyali oluşturur ve bu da anksiyeteye yol açar. Böylece anksiyete hem içsel tehlike hem de dışsal tehlike durumlarıyla ilişkilendirilir.

    Kuramsal düzlemdeki bu değişim, Freud’un hem içsel hem de dışsal; gerçek ya da fantezi temelli nesne ilişkilerine verdiği önemi gözler önüne serer. Freud’un ilişkilerin önemine dair takdirini en açık şekilde ifade ettiği yerlerden biri, 1921 tarihli “Grup Psikolojisi ve Ego Analizi (Group Psychology and the Analysis of the Ego)” başlıklı makalesidir. Bu metinde şöyle yazar: “Bireyin ruhsal yaşamında her zaman başka biri yer alır -bir model olarak, bir nesne olarak, bir yardımcı olarak ya da bir karşıt olarak” (1921: 69).

    Freud’un egoya dair nesne ilişkisel kurgusu -ki bu kurgu, egonun karakterinin “terk edilmiş nesne yatırımlarının tortusu ve nesne seçimlerinin tarihçesi” ile biçimlendiğini öne sürer (Freud, 1923b: 29)- aynı zamanda, kendiliğin öznel yaşantısının başkalarının imgeleriyle çözülmez biçimde bağlı olduğunu güçlü bir şekilde ima eder. Ruhsal gelişimde başkalarının önemine yönelik bu kabul ifadelerine karşın, psikanalizde nesne ilişkisel bir bakış açısını en açık biçimde dile getiren kişi Melanie Klein olmuştur (bu bölümde ayrıntılı biçimde ele alınacaktır).

    Uygulamada kuram – Klasik Freudyen terapi, çocukluktan kaynaklanan cinsel ve agresif arzuların doğurduğu çatışmaların niteliğine ve sonuçlarına odaklanır. Erken çocukluk dönemindeki haz arayıcı cinsel ve agresif arzuların, ebeveyn cezalandırmasıyla ilişkilendiği ve bu nedenle çatışma ve hazsızlık (örneğin anksiyete ve depresyon) ürettiği kabul edilir. Bu tür hazsızlık durumları, mümkün olduğunca hazza izin verirken hazsızlığı azaltmak amacıyla devreye giren savunmaları tetikler. Bu da uzlaşım oluşumlarına (compromise formations) yol açar. Bu uzlaşım oluşumlarının birey üzerinde yarattığı kısıtlamaların düzeyine ya da yol açtıkları yıkıcı davranışların şiddetine bağlı olarak, uzlaşım oluşumu patolojik durumlara (yani semptomlara (symptom)) neden olur. Bu yaklaşıma göre psikopatoloji esasen dürtü ile savunma arasındaki çatışma ve bunun sonucunda ortaya çıkan uzlaşma oluşumlarının bir ürünü olarak anlaşılır.

    Bu modele içkin yaygın bir varsayım, tedavi süreci ilerledikçe aktarım içinde dürtü doyumuna yönelik baskının artacağı yönündedir. Bu durum, terapistin hastanın çatışmalarını içgüdüsel dürtülere karşı geliştirilen savunmalar ve egonun id, süperego ve dış gerçeklikle baş ederken oluşturduğu uzlaşma oluşumları açısından incelemesine olanak tanır. Dolayısıyla, terapinin odak noktası dürtü ile savunma arasındaki çatışmadır. Bu yaklaşım tek kişilik bir psikoloji anlayışını benimsediğinden, terapistin rolü hastanın çatışmaları ve bunlarla başa çıkmak için kullandığı savunmalar üzerinde tarafsız bir gözlemci ve yorumcu olmaktır. Değişimin ise, yorumlama yoluyla içgörü kazanılması ve içsel çatışmaların çözümlenmesi sonucunda meydana geldiği kabul edilir.

    Günümüzde, Çağdaş Freudyenler her şeyi dürtüler ve savunmalarla açıklama eğiliminde değildirler. Aksine, savunmaların kullanılmasına ve fantezi ile aktarımın inşası ve gelişimine yönelik çeşitli güdülerle daha fazla ilgilenmektedirler (Sandler, 1983). Cinsel ve saldırgan dürtülere ek olarak; güvenlik hissine yönelik tehditlerden, narsisistik yaralanmalardan, suçluluk ya da utanç duygularından ve diğer gerçek tehditlerden kaynaklanan güdüler de dikkate alınmaktadır. Teknik açıdan yaşanan kayma, aktarımın erken dönemdeki yorumlanmasına doğrudur; yani, hastanın terapistle ilişkisi bağlamında deneyimlediği ya da terapiste atfettiği duygu, tutum ya da zihin durumlarının yorumlanmasına. Bu değişim, birçok Çağdaş Freudyen terapisti teknik düzeyde Klein’cı ya da Bağımsız Okul’a mensup meslektaşlarından ayırt edilemez hâle getirmiştir.

    Freud’un Ötesinde: Ego Psikolojisi

    Ego psikolojisi 1930’larda biçimlenmiştir. Freud’un kuramsallaştırmasının son evresine, yani id, ego ve süperego’dan oluşan yapısal varsayıma dayanmaktadır. Bu alanın başlıca katkı sunanları arasında Heinz Hartmann, Anna Freud, Rudolf Loewenstein, Ernst Kris, Phyllis Greenacre, Otto Fenichel ve Edith Jacobsen yer alır. Hepsi, birbirine bağlı yollarla, Freud’un yapısal kuramını genişletmiş ve değiştirmiştir.

    Ego-psikolojik paradigma, Freud’un da öne sürdüğü üzere, egoyu algılayıcı aygıttan (perceptual apparatus) türeyen merkezi yapı olarak konumlandırmıştır. Ego, id, süperego ve dış gerçeklik arasında ödünler geliştirerek bir yürütücü (executive) işlevi görmüştür. Post-Freudyenlerin temel katkısı, Freud’un libidoya ve bilinçdışı güdülenmeye yaptığı aşırı vurguyu dengelemeye yönelikti. Bunun yerine, bilinçli farkındalığın ve egonun adaptif (adaptive) işlevlerinin önemini vurguladılar. Buradaki esas kuramsal yön değişikliği, bilinçdışının içeriğine duyulan ilgiden, bu içerikleri bilinçdışında tutmaya hizmet eden süreçlere -yani savunmalara- yönelmiştir.

    Hartmann (1950, 1964), ego psikolojisinin en etkili öncülerinden biriydi. Onun temel katkısı, birey ile dış gerçeklik -yani diğer insanlar- arasındaki ilişkiye dair bir kuramsal açıklama getirmek olmuştur. Dış gerçekliğin gelişim üzerindeki rolü ve etkisi, Hartmann’ın düşüncesinde Freud’unkinden çok daha belirgindir. Bu daha uyum odaklı bakış açısı, çatışmaların biçimlenmesinde çevrenin rolüne daha fazla vurgu yapmış ve o zamana dek egemen olan intrapsişik yaklaşıma kişilerarası bir boyut kazandırmıştır. İlk bakışta bu durum, nesne ilişkisel düşüncenin başlangıcı gibi görünebilir; ancak Hartmann’ın katkısı esasen, ilişkilerin önemine dair bir kabulü Freud’un dürtü modeline yüzeysel olarak eklemekten ibarettir. Bununla birlikte, dürtülerin önceliğinin zamanla aşınması ve gerçekliğin -yani dış dünyayla kurulan ilişkinin- haz deneyimi üzerinde etkili olabileceği düşüncesi, nesne ilişkileri okulunun doğuşuna zemin hazırlamıştır. Nitekim Hartmann, nesne ilişkilerinin ego gelişiminde önemli bir katkı sağlayan etken olduğunu düşünmekteydi; ancak, daha sonra gelen nesne ilişkileri kuramcılarının yaptığı gibi, onları gelişimin temel örgütleyici unsuru olarak görmemiştir.

    Freud’un modelinde ego, savunma işlevi nedeniyle zihinsel yapının genel bütünlüğü içinde önemli bir yere sahipti. Hartmann ise Freud’un modelini bir adım ileri taşıyarak, yalnızca egonun savunmaya ilişkin yönlerine odaklanmakla kalmadı; ayrıca, ısrarla belirttiği üzere, id kökenli güçlerden ve çatışmalardan bağımsız olarak gelişen, çatışmasız bir ego alanı (conflict-free sphere of the ego) bulunduğunu savundu. Ego’ya, çatışmaya tabi olmayan bazı otonom işlevler atfedildi. Bir çocuk, Hartmann’ın ortalama beklenen çevre (average expectable environment) olarak tanımladığı koşullarda dünyaya geldiği sürece, doğuştan var olan algı, bellek, düşünme ve devimsel yetiler gibi birincil otonom ego işlevlerinin çatışma tarafından engellenmeden gelişeceği varsayılmıştır.

    Hartmann bu nedenle, egonun uyum sağlayıcı (adaptif) yönlerine çok daha fazla odaklanmıştır. Ernst Kris ile birlikte, yaşamda kalmayı temel bir güdüleyici güç olarak anlamış ve çevreye uyumun bu hedef doğrultusunda vazgeçilmez olduğunu savunmuştur. Güncel bebek araştırmaları, Hartmann’ın benimsediği görüşle örtüşmektedir: Yani, yenidoğan bebek, daha en başından itibaren dış gerçekliğe etkin ve uyumlu bir biçimde yönelmiş durumdadır ve karmaşık bilişsel ve algısal ego mekanizmalarıyla donatılmış olarak dünyaya gelir (örneğin bkz. Stern, 1985).

    Anna Freud (1965), Freud’un yapısal varsayımını savunan önemli analistlerden bir diğeridir. Ego’nun birincil işlevinin, güçlü içgüdüsel itkilerden, sarsıcı “gerçek deneyimlerde” ya da suçluluk duyguları ve bunlarla ilişkili fantezilerden kaynaklanan anksiyeteye karşı kendiliği (self) savunmak olduğunu vurgulamıştır. Anna Freud, psikopatolojiye tutarlı bir gelişimsel bakış açısı getiren ilk analistlerden biridir. Psikolojik bozuklukların, en etkili şekilde, gelişimsel evrimi içinde çalışılabileceğini ileri sürmüştür. Kuramı, gelişimsel çizgiler (developmental lines) metaforuna dayanır. Çatışmalar yalnızca içdünyasal (intrapsişik) değil, aynı zamanda gelişimsel nitelikte görülmüş ve bu nedenle geçici olarak değerlendirilmiştir. Gelişimsel çatışmalar libidinal evrelerle ilişkili kabul edilse de, saplanma (fixation) ve gerileme (regression) gelişimin tüm çizgileri boyunca ortaya çıkabilir.

    Ego psikologları için, dürtüler ve bunların sistem olarak bilinçdışında varsayılan konumu, kuramlarının ve uygulamalarının merkezinde yer almaya devam etmektedir. Modern yapısalcı kuramcılar, üçlü yapının (id, ego, süperego) özünü ve içsel çatışmanın her yerde mevcut olduğu yönündeki temel varsayımı sürdürmekle birlikte, psişik enerji gibi sorunlu kavramları terk etmişlerdir. Tüm zihinsel içerikler, düşünceler, eylemler ve fanteziler, birer uzlaşma oluşumu olarak ele alınmaktadır. Bu uzlaşma, çatışmayı oluşturan dört unsur arasında meydana gelir: (1) yoğun çocukluk dönemi haz arzuları (yani dürtü türevleri (drive derivatives)), (2) bu arzularla ilişkili anksiyete ya da depresif duygulanım (yani hazsızlık), (3) hazsızlığı azaltmak amacıyla devreye giren farklı karmaşıklık düzeylerindeki zihinsel işlemler (yani savunmalar) ve (4) bunun sonucunda ortaya çıkan suçluluk, kendini cezalandırma, pişmanlık ve kefaret (Brenner, 1994).

    Uygulamada kuram – Ego psikolojisi, teknik yaklaşımdaki odağı bastırılmış olanın ortaya çıkarılmasından hastanın egosunun değiştirilmesine kaydırmıştır. Yorumlama (interpretation), terapistin kullanabileceği tek müdahale biçimi olarak görülmemekle birlikte, içgörü (insight) kazandıran başlıca müdahale olarak kabul edilmiştir (Kris, 1956).

    Ego psikoloğunun temel amacı, hastanın otonom ve çatışmasız ego işleyişini genişletmektir. Bu yaklaşımın teknik yansımaları, analiz yoluyla gözlemleyen egonun güçlendirilmesine odaklanılmasında kendini gösterir; amaç, yaşayan egoya hâkimiyet kazandırmaktır. Günümüzde ego-psikolojik gelenek, kendilerini daha modern ve nesne ilişkilerini daha fazla kabul eden bir yapısal kuram benimsemiş olarak gören terapistlerin çalışmalarında en iyi şekilde temsil edilmektedir. Bununla birlikte, çatışma ve savunmaların analizi, ego psikologlarının klinik uygulamasının merkezinde yer almaya devam etmektedir. Yorumlamaların temel odaklarından biri, içsel çatışma ve hastanın savunmaların işleyişine yönelik farkındalığa gösterdiği dirençtir. Yorumlama, hastanın geçmişin mevcut deneyim üzerinde nasıl dinamik bir bütünlük içinde etkisini sürdürdüğünü kavramasını genişletmeyi amaçlar (Loewenstein, 1958). Daha büyük bir uyum kapasitesi ve gerçeklik testine yönelik yeti, terapinin değer verilen hedefleri olmaya devam etmektedir.

    Bu yaklaşım, erken çocukluk dönemindeki travmatik ya da problemli dinamiklerin ve yaşantıların sözel analizle tamamen kavranamayacağı inancını benimser. Bu yönüyle, söz öncesi deneyimlerle, bu deneyimlerin terapötik ilişkideki dalgalanmalar içinde nasıl açığa çıktığı üzerinden çalışılabileceğini savunan Kleinci ve Bağımsız terapistlerden ayrılır.

    Ego Psikolojisinden Melanie Klein’a: Nesne İlişkileri7 Kuramının Kökenleri I

    7Nesne (object) terimi, kökenini dürtü kuramından alır ve dürtülerin nesnesine gönderme yapar. Psikanaliz içinde bu terim, bir ölçüde uygun olmayan biçimde, yaşamımızdaki önemli insanlara (örneğin ebeveynler, partnerler ve terapistler) atıfta bulunmak üzere kullanılmaya devam etmektedir. Ancak bu kullanım, en uygun biçimiyle, gerçek kişiler (real people) ile değil, içsel nesneler (internal object) ile sınırlı tutulmalıdır.

    Anna Freud’un psikanalize en önemli katkısı çocuk psikanalizi alanında olmuştur. Ancak, çocukların tedavisi konusunda uzmanlaşmış başka bir analist -yani Melanie Klein- özellikle Britanya’da ve Güney Amerika’da, psikanalitik kuram ve uygulamanın gelişimi üzerinde çok daha derin ve kalıcı bir etki yaratmıştır.

    Melanie Klein 1926 yılında Britanya’ya geldi. Freud’lar 1937’de oraya ulaştığında Klein, çevresinde sadık bir takipçi grubu oluşturmuştu bile. Klein, terapistlerin söz öncesi (pre-verbal) dönemdeki çocuk hakkında çok şey bilebileceğine ve çocuklarla, sözel ifadenin yerine oyunu kullanarak analitik bir biçimde çalışabileceklerine inanıyordu. Ona göre oyun, erişkin hastanın serbest çağrışımlarına denk düşmekteydi. Buna karşın Anna Freud, Klein’ın izleyicilerinin ortaya koyduklarını en iyi ihtimalle sezgi ve tahmin olarak görür ve bu yaklaşıma mesafeli yaklaşırdı. Anna Freud, aktarım nevrozunun (yani, çocuklukta ebeveyn figürlerine karşı geliştirilen tutumların terapi içinde yeniden canlandırılması durumunun), ebeveynlerine yönelik ilk tutumlarını henüz yeni oluşturmaya başlayan çocuklarda gelişemeyeceğini savunmaktaydı. Bu nedenle çocukların gelişiminde gerçek ilişkilerin önemini özellikle vurgulamıştır. Klein ise aynı fikirde değildi: Ona göre çocuklar -hatta çok küçük olanlar bile- tıpkı erişkinler gibiydi; güçlü dürtüler tarafından yönlendiriliyor, bu dürtülerin gücünü kendi yollarıyla ifade edebiliyor ve terapistin yorumlarına yanıt verebiliyorlardı. Klein’ın kuramsal yaklaşımında belirleyici unsur, çocuğun fantezi yaşamına (phantasy life) odaklanmasıydı.8

    8Fantezi (phantasy) sözcüğü, bilinçdışı fantezilere gönderme yapmak amacıyla -bilinçli olanlardan ayırt edilebilmesi için- geleneksel olarak bu şekilde [ph ile] yazılmaktadır. Kitap boyunca, özel olarak bilinçli fantezilerden söz edilmediği sürece, bu yazım biçimi korunacaktır.

    Anna Freud ile Melanie Klein yalnızca kuramsal konularda değil, başka düzeylerde de ayrıştılar: dinleyici karşısındaki sunum tarzlarında, ifade biçimlerinde ve -belki de daha önemlisi, Coles’un (1992) belirttiği üzere- Freud’un kişiliğinin ve ilgi alanlarının farklı yönleriyle kurdukları ilişkilerde. Aralarındaki rekabet giderek kızıştı ve İngiliz Psikanaliz Derneği (British Psychoanalytic Society) içinde önemli bölünmelere yol açtı. Bu ayrışmalar, bölümün başında da değinilen günümüzdeki kuramsal fraksiyonların ortaya çıkmasına neden oldu. Ne Freudyenlerle ne de Kleinci grupla özdeşleşmeyi kabul eden analistler ise “Bağımsızlar (Independents)” olarak anılmaya başlandı.

    Anna Freud babasının fikirlerine sadık kalmayı sürdürürken, Melanie Klein Freud’un kuramı üzerine inşa ederek zihne dair kendine özgü bir kuram geliştirmiştir. Klein, Freud’un libido kuramındaki nesne ilişkileri (object-relations) boyutunu alarak bunu kendi kuramının merkezine yerleştirmiştir (Hurvich, 1998). Klein’a göre dürtüler (drive), belirli nesne ilişkileriyle yakından bağlantılı olan karmaşık psikolojik yapılardır. Dürtüler, Freud’un büyük ölçüde ileri sürdüğü gibi yalnızca gerilim azaltmaya yönelen güçler olmak yerine, belirli nedenlerle belirli nesnelere yönelirler. Daha spesifik olarak, ego psikolojinin dürtüleri dağınık ve ayrışmamış gerilimler olarak gören anlayışının aksine, Kleinci kuramda dürtüler, yöneldikleri nesnelerin özelliklerine dair doğuştan bilgiyle donatılmış dinamik yapılar olarak görülür.

    Daha önce de gördüğümüz gibi, Freud tarafından başlatılan ve ego psikologlar tarafından sürdürülen genel kuramsal eğilim, bilinçli zihne yönelik artan bir değer atfına doğru ilerlemiştir. Buna karşın Klein, bireyin iç yaşamına (inner life) odaklanmış ve bilinçdışını yeniden ilgi ve yorumun merkezi alanı olarak konumlandırmıştır. Kuramları, bilinçdışı zihne yönelik derin bir ilgi yansıtır ve id’in şiddet içeren/vahşi (violent) ve saldırgan (aggressive) dünyasını, Freud’un kendisinin bile yaptığı vurgudan daha ciddiyetle ele alır.

    Klein’ın çocuklarla doğrudan çalışma deneyimi, psikopatolojiyi daha incelikli biçimde kavramasını sağlamıştır. Freud, zihinsel rahatsızlıkların kökenlerinin erken çocuklukta9 geçen bir ya da iki kritik yıla kadar izlenebileceğini öne sürerek devrimci bir yaklaşım getirmiş olsa da, Klein daha da radikal bir görüş benimsemiştir. Ona göre, ruhsal bozuklukların kökenleri, Freud’un düşündüğünden tarihsel olarak daha uzak bir geçmişe uzanır; bu bağlamda vurgusu yaşamın ilk yılı üzerindedir. Klein’ın kuramları, yaşamın en başından itibaren işlevsel olduğuna inandığı erken zihinsel süreçlerin ayrıntılı ve hassas bir şekilde incelenmesine dayanmaktadır.

    9Nitekim, klasik Freudyen kuramda kişilik gelişiminin kritik dönemi, üç ila altı yaş arası olarak kabul edilmekteydi ve bu dönem, esas olarak Ödipal çatışma ve onun çözümü etrafında şekillenmekteydi.

    Bilinçdışı fantezinin rolü – Klein, gerçek olayların etkisinden ziyade bireyin öznel yaşantısına büyük önem vermiştir. Kuramının temel ilkelerinden biri, bilinçdışı fantezi (unconscious phantasy) kavramıdır. Bilinçdışı bir fantezi, bir yaşantının ya da ihtiyacın zihinsel temsilidir (mental representation). Klein, doğumdan itibaren tüm bedensel itkilerimizin ve duygulanımsal yaşantılarımızın, fanteziler biçiminde zihinsel bir temsile sahip olduğunu savunmuştur. Bu fanteziler, gelişen iç yaşamımızı -yani iç dünyamızı- renklendirir ve dış dünyaya dair deneyimimizi etkiler. Örneğin, hastalarımdan biri, fiziksel olarak hastalandığında -hastalık ne kadar hafif olursa olsun- bunu oldukça paranoid bir biçimde yaşardı. Soğuk algınlığı ya da grip olduğunda, bunun nedenini çoğunlukla ofis içme suyu sistemini denetlemeyen ihmalkâr yöneticisine ya da son kullanma tarihi geçtiğine inandığı yiyecekleri hazırlayan partnerine atfederdi. Başka bir deyişle, hasta olduğunda devreye giren temel bilinçdışı fantezi, bedeninin zayıf düşmesi ya da işte bir virüs kapmış olması değil, başka biri tarafından zehirlendiği yönündeydi. Sonuç olarak, fiziksel olarak rahatsızlandığında başkalarına karşı oldukça kuşkucu davranıyor, kimsenin ona bakmasına izin vermiyordu. Bu ise yalnızca içsel zulüm yaşantısını daha da derinleştiriyor, çünkü bu sefer de kendini yalnız ve desteklenmemiş hissediyor ve bunu, çevresindekilerin ihmal edici olduğuna dair içsel deneyimini destekleyen yeni bir kanıt olarak kullanıyordu. Bu fantezinin kökeni, psikozlu bir anneyle büyüme deneyimine dayanmaktaydı. Daha sonra bu durumu, annenin kendi sanrısal inançlarıyla çocuğun zihnini “zehirlediği (poisoning)” şeklinde anlamlandırdık.

    Öznel düzeyde, fantezi deneyimi oldukça somut nesnelerle ilişkilidir; bu nesnelerin kendiliğe yönelik belirli niyetlere sahip olduğu -genellikle iyi ya da kötü niyetli oldukları- hissedilir. Örneğin, bir bebek için açlık durumu, içeride kendisine saldıran bir kötü nesne (bad object) olarak yaşanabilir. Klein, bebeklerin ve küçük çocukların, dış dünyanın parçalarını içlerine alarak kendi içlerinde bir dünya yarattıkları yönünde bir fanteziye sahip olduklarını öne sürmüştür. Bu durum, çocuğun dış dünyadaki duygularını fantezi yoluyla projekte etmesiyle şekillenen ve dış dünyanın doğru bir temsili olmayan bir iç dünya yaratır.

    İçsel dünyanın nasıl inşa edildiğini anlayabilmek için, yansıtma (projection) ve içeatım (introjection) işlevlerini kavramamız gerekir. İntrojeksiyon, bilinçdışı bir içine alma fantezisine dayanır; yani bir şeyi kendine dahil etme yönelimidir. Buna karşılık, projeksiyon, bilinçdışı bir dışarı atma fantezisine -yani bir şeyden “kurtulma” dürtüsüne- dayanır. Örneğin, Klein’a göre oyun, çocuğa zihninin belirli bir yönünü projeksiyon yoluyla dış dünyaya yerleştirme olanağı sağlar; bu da çocuğun iç dünyasında yaşadığı çatışmanın baskısını hafifletir. Örneğin, hastanede ameliyatını bekleyen bir çocuğu ele alalım. Bu çocuk, doktor olduğunu hayal ederek bebeklerle oynayabilir. Oyun sırasında, çocuk ameliyat edilecek olan bebekle konuşarak, endişelenecek bir şey olmadığını söyleyebilir ve onu iyileştirdiğini hayal edebilir. Benzer bir durumda olan başka bir çocuk ise, oyun sırasında kendisini bir bebeği ameliyat eden doktor olarak canlandırabilir; ancak bu kez bebek oyunda ölür. Her iki çocuk da kaygılarını oyun aracılığıyla dışsallaştırmakta, yani projekte etmektedir; ancak ortaya çıkan sonuçlar dramatik biçimde farklıdır ve o an itibarıyla niteliksel olarak farklı içsel gerçekliklere işaret eder. İlk çocuk, oyun yoluyla kendisini rahatlatmayı ve her şeyin yoluna gireceğine dair güven vermeyi başarırken; ikinci çocuk ise, ameliyatın onu öldüreceğine ve kimsenin onu kurtaramayacağına dair derin korkusunu oyunda açığa vurur. Bu ikinci çocuk, oyun yoluyla savunmacı bir biçimde doktorla özdeşim kurmakta; buna karşılık korkmuş kendilik parçası bölünerek oyunda ameliyat sırasında ölen bebeğe yansıtılmaktadır.

    Klein’ın projeksiyon ve introjeksiyon tanımları, zihnin çok ilkel bir düzeyde “bir sindirim sistemi gibi (an alimentary tract)” işlediğini çarpıcı biçimde ortaya koyar (Caper, 2000); yani, zihin aksi takdirde içsel çatışmaya yol açabilecek çeşitli duygu ya da zihin durumlarını içine alır ve dışarı atar. İçsel dünya, introjeksiyonlara dayanan özdeşimlerin (identification) bir toplamı olarak anlaşılabilir. Ancak bu karmaşık bir süreçtir; çünkü dış dünyayı içselleştirdiğimizde, içselleştirilen dünya, halihazırda projeksiyon yoluyla değiştirilmiş bir dış dünyadır. Klein’a göre, içsel dünyada var olan hiçbir şey dış dünyanın birebir kopyası olarak değerlendirilemez; çünkü içsel dünya, bebek tarafından sevme (loving) ve nefret etme (hating) itkilerinin dışa yansıtılmasıyla renklendirilmiştir.

    İçsel dünyanın, içsel nesnelerle (internal object) dolu olduğu kabul edilir. Caper’ın (2000) ifadesiyle, bunlar “sevdiğimiz ve nefret ettiğimiz kişilerin versiyonları”dır. İçsel nesne, gerçek bir kişinin; projeksiyon ve introjeksiyon süreçleri aracılığıyla -ve bu süreçlerin derecesine bağlı olarak- çarpıtılmış bir versiyonudur. Klein, zihni bir sahne olarak betimlemiş ve bu sahnede içsel bir dramın oynandığını, oyuncuların ise fantezileştirilmiş içsel nesneler ya da kısmi nesneler (part object) olduğunu ifade etmiştir.10 Klein’a göre, içsel nesneler gelişimsel bir ilerleme süreci geçirir: başlangıçta somut ve fiziksel olarak varmış gibi deneyimlenirler; daha sonra, zihinde ve bellekte bir nesnenin temsili hâline gelirler; nihayetinde ise sözcükler ya da diğer sembolik formlar aracılığıyla sembolik temsillere dönüştürülürler (Hinshelwood, 1989).

    10Kısmi/parça nesne (part object), nesneyle kurulan ilişkinin ilkel bir biçimini ifade eder; burada “öteki (other)” yalnızca belirli işlevlerine ya da parçalarına indirgenir (örneğin, bebeğin anneyle yalnızca besleyici meme (feeding breast) olarak ilişki kurması gibi).

    Zihin durumlarımız (states of mind), içsel dünyamızda neler olup bittiğini gösteren iyi bir barometre işlevi görür. İçimizde -tabiri caizse- iyi huylu nesnelerle dolu olduğumuzu hissettiğimizde, kendimizle ilgili olumlu duygular besler ve güvende hissederiz; çünkü o anda, bizim için en iyisini isteyen ya da bizi desteklemek üzere orada olan iyi içsel nesnelerle ilişki kurmaktayızdır. Buna karşılık, iç dünyamız “kötü” nesnelerle dolu olduğunda, kuşkucu hissetmeye, eleştirilmiş ya da desteksiz hissetmeye daha yatkın oluruz. Daha önce ameliyat öncesinde oyun oynayan çocuklar örneğinde gördüğümüz gibi, ilk çocuğun içsel dünyasının o an itibarıyla ağırlıklı olarak iyi nesnelerle dolu olduğunu ve bu nedenle kendisini ölmeyeceğine dair yatıştırabildiğini söyleyebiliriz.

    Klein’a göre fantezi, doğuştan gelen bir yetiydi (innate capacity). Preverbal (sözel öncesi) dönemdeki bebeğin, cinsel birleşme (ilkel bir biçimde), penis ve vajinaya dair doğuştan gelen bir bilgiyle dünyaya geldiğini öne sürdü. Klein, bu doğuştan gelen fantezilerin, bebeğin zengin bilinçdışı fantezi dünyasının temelini oluşturduğunu ve dış gerçeklikle etkileşim hâlinde olduğunu savundu. Bu tür fikirler, Kleinci düşünceye ilk kez yaklaşan kişilerde sıklıkla bir yabancılaşma hissi yaratır. Ancak, onun kuramlaştırmalarının birçok başka yönü son derece yararlı olduğundan, bu fikirleri anlamaya çaba göstermek kesinlikle değer taşır. Daha özel olarak belirtmek gerekirse, doğuştan gelen fantezi (innate phantasy) kavramı sorgulanabilir olsa da, Klein’ın fanteziye dair genel yaklaşımı oldukça sofistike bir bakış sunar: nesne ilişkileri temelli bir fantezi anlayışı. Bu bakış açısına göre, bir fantezide zihinsel olarak başka bir kişiyle ilişki kurar ya da bir başkası tarafından oldukça belirli bir şekilde muamele gördüğümüzü hissederiz. Örneğin, iş yerinde meslektaşlarımıza bir sunum yaparken içimizden şöyle düşünüyor olabiliriz: “Bu berbat oldu. Kimse söylediklerimle ilgilenmiyor. Hepsi beni kendini düzgün ifade edemeyen biri olarak görüyor.” İşte o anda, büyük olasılıkla güçlü bir fantezinin etkisi altındayızdır: Zihnimizdeki “öteki” bizi küçümsemekte ve azarlamaktadır. Klein’a göre, fantezilerimiz psişik yapımızı düzenler. Bu, eğer konuşma sırasında bizi küçümseyen, suçlayan ve eleştiren bir nesneye dair fantezi baskınsa, psişemizin bu fantezi etrafında örgütleneceği anlamına gelir. Eğer bu belirli fanteziyle içsel bir şekilde yüzleşip onu sorgulamayı başaramazsak, bu fantezi başka durumları nasıl yorumladığımızı da renklendirecektir. Aynı gün işten çıktığımızı ve karşıdan karşıya geçerken birinin bize çarpıp sinirli bir şekilde “Önüne baksana!” dediğini hayal edelim. Bu tarz bir yorum tatsızdır, fakat o sıradaki ruh hâlimize bağlı olarak ya bu durumu umursamaz geçeriz ya da bu yorumu zihnimizde baskın olan fanteziye -nesnenin eleştirel, bizimse aptal ya da yetersiz olduğumuz fanteziye- dâhil eder ve böylece bu fanteziyi daha da pekiştiririz.

    Klein’a göre, fantezilerin içeriği yalnızca çocuğun dış nesnelerle olan deneyimlerine bağlı değildir. Örneğin bir çocuk, annesi kendisine yatma saatiyle ilgili bir sınır koyup onu yatağa gönderdiği, o esnada anne-babanın birlikte televizyon izlemeye devam ettiği bir durumda, annesini “kötü” olarak fantezileştirebilir. Çocuğun ihtiyacı engellendiğinde, anne artık doyum sağlayan bir nesne olmaktan çıkar; onun yerine çocuğu reddeden ve yalnızca kendisine ait tuttuğu iyi şeylere (sadece televizyon değil, aynı zamanda babayla çocuğu dışlayan özel ve heyecan verici bir ilişki gibi) sahip olan “kötü” bir nesneye dönüşür.

    Klein, dış çevrenin çocuğun gelişimi üzerindeki etkisini hiçbir zaman bütünüyle göz ardı etmemiş olsa da, kuramının odağı ağırlıklı olarak çocuğun bilinçdışı fantezi dünyasına yönelmişti. Örneğin o, gelişimi etkileyen unsurun anne ile çocuk arasındaki ilişkinin gerçek durumu değil, bu ilişkinin içselleştirilmiş temsili olduğuna inanıyordu. Klein, fanteziye dayandığı ve bu yolla çevresel etkilerin önemini küçümsediği gerekçesiyle haklı olarak eleştirilmiştir. Bununla birlikte, onun özgün çalışmalarını incelediğimizde, fanteziyi ruhsal gelişimin birincil etkeni olarak vurgulamasının, daha kişilerarası bir bakış açısıyla dengelendiği açıkça görülmektedir:

    Küçük bir bebeğin zihninde her içsel deneyim onun fantezileriyle iç içedir; öte yandan, her fantezi de gerçek deneyim öğeleri barındırır. Ancak aktarım durumunu derinlemesine analiz ettiğimizde geçmişi hem gerçekçi hem de fantastik yönleriyle keşfedebiliriz.

    (Klein, 1952, s. 59)

    1950’li yıllara gelindiğinde Klein, doğuştan gelen yapısal bileşenlerin aynı zamanda gerçek yaşam deneyimleriyle de biçimlendiğini açıkça kabul etmiştir. Bu kişilerarası bakış açısı, oldukça etkili bir başka Klein’cı kuramcı olan Wilfred Bion tarafından daha kapsamlı bir biçimde geliştirilmiştir. Bion’un (1962a, 1962b) ilgisi, annenin “kapsayıcı (container)” olarak rolüne, yani bebeğin duygusal deneyimlerini sindirmesine yardımcı olan bir tür yardımcı “duygusal sindirim sistemi” işlevi görmesine yönelmişti. Bion, dünyaya dair izlenimlerle bunalmış olan bebeğin, bu deneyimleri kabul edip, emip, anlamlı hale getirebilecek başka bir insan zihnine -yani bir kapsayıcıya- ihtiyaç duyduğunu varsaymıştır. Onun fikirleri Klein’ın düşünsel çerçevesi üzerine inşa edilmiş ve içsel ve dışsal gerçeklik arasındaki diyalektik etkileşime daha incelikli bir kavrayış kazandırmıştır.

    Paranoid-şizoid konum (paranoid-schizoid position) – Klein’a göre yenidoğan, duygusal deneyimin karmaşıklığıyla başa çıkabilecek bir donanıma sahip değildir. Klein, bu erken evrede bebeğin duygusal deneyimini bir tür siyah-beyaz ikiliği içinde düzenlediğini varsaymıştır. Tüm duyumların kişiselleştirildiğini ve ya iyi ya da kötü nesnelere atfedildiğini öne sürer. Buna göre, yaşamın ilk birkaç ayında bebeğin ihtiyaçlarının karşılanmaması yalnızca acı olarak yaşanmaz; aksine, bu engellenme durumu, dışsal, zulmedici (persecuting) birinin -yani “kötü” bir nesnenin- aktif saldırısı olarak deneyimlenir.

    Bebeğin dünyasında anlam kazanan ilk nesne, onun beslenme kaynağı olan memedir (breast). Bebek beslendiğinde meme bol miktarda süt sağlar; ancak başka zamanlarda meme boş olabilir. Bu iki farklı durum, bebekte karşılık gelen iki duygusal tepki uyandırır: ya dikkatli bir anne tarafından bakıldığına dair bir his (yani iyi meme/anne) -ki bu, haz ve doyum deneyimine katkıda bulunur- ya da yoksun bırakılma ya da ihmal edilme deneyimi (yani kötü meme/anne) ve buna eşlik eden öfke, hatta belki de dehşet duygusu. Klein bu nedenle, erken dönemde nesnenin, doyum sağlayıcı ve engelleyici yaşantılara bağlı olarak sırasıyla iyi ve kötü olarak ikiye bölündüğünü öne sürmüştür. Pozitif dürtü ve duygulanımların negatif olanlara göre göreli üstünlüğü, sonraki ruhsal sağlığını belirleyen kritik bir değişken olarak görülmüştür.

    Klein, yaşamın en başından itibaren bebeğin içsel bir yok olma korkusu (dread of destruction) hissettiğini ve bu korkunun bir şekilde kendilikten (self) uzaklaştırılması gerektiğini öne sürmüştür. Klein, yaşamın ilk altı ayında, henüz olgunlaşmamış olan erken egonun, kötü nesneden kendini korumak için nesneyle ego arasında bir bölme (splitting) mekanizması geliştirdiğini varsaymıştır.11 Bebeğin bu durumu yönetme biçimi, kendi yıkıcı dürtülerini dış dünyaya yansıtmak yoluyla olur; böylece dış dünya kötü ve zulmedici bir hâl alır.

    11Bölme (splitting) savunması kullanıldığında, kendiliğin bir yönü ayrıştırılır ve sanki kendiliğe ait değilmiş gibi yok sayılır ya da silinir. Örneğin, bazı kişiler kendilerinde herhangi bir saldırganlık ya da haset duygusu olduğunu inkâr edebilirler.

    Yaşamın bu ilk aylarında, nesnenin bölünmesi, bebeğin nesneyi belirli bir özelliği büyüterek ve diğer tüm özellikleri gölgede bırakarak deneyimlemesine yol açar. “Kötü” nesneler tamamen kötü olarak yaşantılanır ve bebeği yok etmeye yönelik bir niyet taşıyor gibi algılanır. Buna karşılık “iyi” nesneler ise tümüyle iyi olarak hissedilir ve yalnızca bebeğe iyilik yapma arzusuyla hareket ettikleri varsayılır. Emzirme dönemi, kendini ya bakım gören biri ya da ihmal edilen, yoksun bırakılan biri olarak deneyimlemek için bolca fırsat sunar. Bu da, zamanla içselleştirilmiş ilişki temsillerine dönüşen olumlu ve olumsuz ilişki prototiplerinin oluşmasına zemin hazırlar.

    Bölme ve yansıtma, bebeğin “iyi”yi koruyabilmesini -yani olumlu nesne temsilini muhafaza etmesini- mümkün kılsa da, aynı zamanda “kötü” olarak deneyimlenen şeyin dışarı atılmasıyla birlikte kötü memeye/nesneye yönelik bir korku ve kuşku hali yaratır. Bu kötü nesne misilleme yapabilir gibi algılandığında, paranoid anksiyeteler tetiklenir. Klein, bu zihinsel durumu bu nedenle paranoid-şizoid konum olarak adlandırmıştır. Bu konum, zihinsel temsillerin aşırı derecede değişkenliğiyle karakterizedir: iyi olan nesne temsili, hızla kötüye dönüşmüş gibi deneyimlenir.

    Paranoid-şizoid konum, insan saldırganlığı ve yıkıcılığını psişik yapımızın merkezine yerleştirir. Nitekim Klein’ın düşüncesi, insan yavrusunun doğuştan gelen yıkıcılığı etrafında dönmeye devam etmektedir. Klein, her bireyin başkalarıyla kurduğu ilişkilerde hem libidinal hem de agresif fanteziler (libidinal and aggressive phantasies)geliştirmeye doğuştan yatkın olduğunu savunmuştur.12 Klein’ın paranoid-şizoid konuma ilişkin tanımı, nefret ve hasetin (hate and envy) de tıpkı sevme kapasitesi gibi bebeğin doğuştan sahip olduğu duygusal repertuarın bir parçası olduğuna dair inancını açıkça ortaya koyar.

    12Klein, sert süperegonun ölüm dürtüsünün erken bir tezahürü olduğunu düşünmüştür; bu görüşe göre, içe yöneltilmiş ölüm dürtüsü, hem kendiliğe hem de ötekilere yönelik yıkıcılığa yol açar.

    Klein, Freud’un ölüm içgüdüsü (death instinct) kavramını daha ileri taşıyarak, hasetin bu içgüdünün en önemli tezahürlerinden biri olduğunu ileri sürmüştür. Klein (1957), erken ve ilkel hasedin, doğuştan gelen saldırganlığın özellikle habis (yıkıcı ve kötü huylu) bir biçimini temsil ettiğini savunur. Bunun nedeni, diğer yıkıcılık türlerinin zaten zulmedici olarak algılanan kötü nesnelere yöneltilmesine karşın, hasedin iyi nesneye yönelik bir nefret olmasıdır; bu durum, iyi nesneye verilecek zarara ilişkin depresif kaygının erken bir şekilde ortaya çıkmasına yol açar. Hasedin, hayal kırıklığı ya da tutarsız ebeveynlik gibi deneyimlerle tetiklenmesi mümkün olsa da, Klein’a göre haset ve diğer saldırganlık biçimleri yoksunlukla zorunlu olarak bağlantılı değildir. Örneğin çocuk, annelik bakımının kaçınılmaz sınırlılıklarına öfke duyabilir, annenin üzerindeki kontrolünü tolere etmekte zorlanabilir ve bu nedenle frustrasyonu yaşamaktansa onu yok etmeyi tercih edebilir.

    Klein, çok küçük bebeklere önemli ölçüde bilişsel karmaşıklık yansıtan doğuştan kapasiteler atfetmesi nedeniyle eleştirilmiştir. Örneğin, egoyu tehdit eden dürtülerle baş edebilme kapasitesinin bu dürtüleri bölerek dışsal bir nesneye yansıtma yoluyla yönetilmesi, deneyimin bilişsel örgütlenmesinde belirli bir ayrışma düzeyini varsayar. Ayrıca bu süreç, kendilik ile öteki arasında ayrımlaşmış bir algıyı da ima eder; zira böyle bir ayrım olmaksızın, olumsuz duygulanımın kaynağını egodan dışsal bir nesneye kaydırmak mümkün olmazdı.

    Her ne kadar Klein’ın gelişimsel iddiaları başlangıçta gerçek dışı görünse de, daha yakın tarihli gözlemsel kanıtlar bunlardan bazılarıyla örtüşmektedir (Gergely, 1991). Freud’un bebeği, birincil narsisizm durumuna gömülü biçimde betimlediği erken dönem tasvirinin aksine, güncel araştırmalar çok farklı bir bebek profili ortaya koymaktadır -çevresini aktif biçimde algılayan ve öğrenen, adeta fiziksel ve sosyal dünyaya dair belirli beklentilerle donatılmış bir bebek. Nitekim bugün biliyoruz ki bebekler, nispeten karmaşık bilgi işleme, düzenleme ve hatırlama becerilerine sahiptirler (örneğin, erken işleyen bir kısa süreli bellek sistemine sahiptirler) (Gergely, 1991; Stern, 1985); ayrıca insan yüzüne yönelik tercih gibi belirli eğilimler sergilerler. Bebeklik araştırmaları, doğum anında bebeklerin algı ve eylem arasında doğuştan gelen bir koordinasyon sergilediğini ortaya koymuştur; bu, kısa süreli bellek sisteminin varlığına dayanan, yetişkinlerin yüz ifadelerini taklit etme davranışlarıyla kanıtlanmaktadır. Ayrıca, bebeklerin fiziksel nesneleri bütünlük, sınırlılık ve katılık gibi özelliklere sahip varlıklar olarak algıladıklarına işaret eden ampirik bulgular da mevcuttur.13 Gergely (1991) ve Stern (1985), bu erken dönem kapasitelere dair en önemli özelliğin, bebeklerin belirli duyusal modlara bağlı olmayan soyut özelliklere karşı gösterdiği duyarlılık olduğunu ileri sürerler; bebekler, belirli duyulara özgü fiziksel özelliklerden çok, farklı duyu alanları arasında tutarlılık gösteren örüntüleri ayırt edebilmektedirler. Genel olarak, bu çeşitli araştırma alanları, bebeklerin doğuştan itibaren nesne dünyasına dair içsel temsili modeller inşa etmelerini mümkün kılan bilişsel ve algısal becerilerle donanmış olduklarına dair güçlü kanıtlar sunmaktadır.

    13Bu tür araştırmalara dair kapsamlı bir derleme için bkz. Gergely (1991).

    Depresif konum (depressive position) – Hayatın ikinci altı ayında, Klein, bebeğin yeterli bir gelişim düzeyine ulaştığını ve böylece sevilen ve nefret edilen nesnenin aslında aynı nesne olduğunu fark edebildiğini öne sürmüştür. Bu farkındalık, nesnenin ayrı bir varlık olarak kabulüne dayanan “bütün nesne (whole object)” ile ilişki kurma” kapasitesinin gelişmesine zemin hazırlar. Bu tanıma, başlangıçta “kötü” meme olarak algılanan ve saldırganlık yöneltilen nesnenin, aslında “iyi” meme ile aynı olduğunun kavranmasıyla birlikte, üzüntü, suçluluk ve pişmanlık duygularının eşlik ettiği bir ruhsal durumla birlikte gelişir. Klein bu zihinsel durumu depresif konum olarak adlandırmıştır. Sevgi ve nefret gibi çelişkili duygulara konu olan nesnelerin içselleştirilmesi, bireyde suçluluk duygularının ve bu zarar görmüş nesneleri onarma çabasının baskın olduğu, oldukça rahatsız edici bir içsel dünya yaratır. Nesneye bir bütün olarak yöneltilen bu yeni ilgi biçimi depresif anksiyete (depressive anxiety) olarak adlandırılır.

    Depresif konum, nesnelerle ilişki kurmada yeni bir tarzın başlangıcını oluşturur. Paranoid-şizoid konum ile depresif konum arasındaki temel fark, ilkinin başkaları tarafından zarar görme anksiyetesiyle, ikincisinin ise başkasına zarar vermiş olma anksiyetesiyle tanımlanmasıdır. Modern Kleinci kuramcılar (örneğin Steiner, 1992), depresif konumun en kritik yönünü çocuğun ayrı bir varlık olarak kendiliğini kurması ve nesnenin bağımsızlığını fark edebilmesi olarak görürler. Kleinci kuramcılara göre temel gelişimsel zorluk, depresif konumun derinlemesine işlenmesidir. Bu durum, çocuğun öfke nöbetleri ve saldırgan fantezileir karşısında bile sevginin sabit ve sürekli olduğunu öğrenmesini gerektirir. Çocuk bu farkındalığa ulaşana dek, tüm hayal kırıklıklarını ve ayrılıkları, paranoid-şizoid konuma kadar uzanan geçmişteki yıkıcı fantezilerin bir sonucu olarak cezalandırma biçiminde yorumlayacaktır. Bu nedenle çocuk, söz konusu yıkıcı fanteziler için sorumluluk üstlenmeli ve zihinsel onarım eylemlerini yansıtan duyguları -örneğin keder ve suçluluk- deneyimlemelidir.

    Klein’ın paranoid-şizoid ve depresif konumlardan söz ederken bir aşamadan (stage) ziyade bir konumdan (position)14 bahsettiğini belirtmek önemlidir. Burada konum terimiyle özellikle bir nesneyle kurulan ilişki bağlamında bir zihin durumu; belirli anksiyeteler, savunmalar ve bilinçdışı fantezilerle ilişkili bir konum kastedilmektedir. Paranoid-şizoid konum, dışsal tehditler karşısında kendini savunmasız hisseden görece zayıf bir kendilikle ilişkili anksiyete ve savunma örüntülerini ifade ederken; depresif konum daha bütünleşmiş bir kendilik yapısıyla ilişkilidir. Klein’ın kuramı, paranoid–şizoid ve depresif konumlar arasında dönüşümlü döngüler bulunduğu fikrini içerir; bu yönüyle Freud’un çizgisel psikoseksüel evre kuramıyla çelişmektedir. Bu iki pozisyon arasında dinamik bir ilişki vardır ve hiçbiri bir kez ve tamamen çözümlenmiş değildir: yaşamımızın belirli dönemlerinde paranoid–şizoid pozisyona gerileyebilir ve paranoid kaygılar tarafından yönetilebiliriz. Genel olarak ifade etmek gerekirse, depresif özellikler paranoid–şizoid özelliklere üstün geldikçe -yani sevgi nefretin önüne geçtikçe- değişim için daha iyi bir prognoz söz konusudur. Onarma arzusu, yıkıcılığı dengeler.

    14Klein, evre terimini kullanmak istemediğini açıkça belirtmiştir; zira Freud’un ortaya koyduğu oral, anal ve genital evrelerin yerine geçmeyi amaçlamamıştır. Bu evreleri kendi kuramsal modeli içerisinde sürdürmüştür.

    Oidipus kompleksi (Oedipus complex) – Freud ve Klein, Oidipus kompleksinin psikolojik önemi ve çözümüne ilişkin olarak hemfikirdiler. Ancak bu kompleksin gelişimsel açıdan ne zaman ortaya çıktığı konusunda görüş ayrılığına düştüler. Klein, bebeğin yaşamının ilk yılından itibaren Oidipal deneyimlerle baş etmek zorunda kaldığını savunmuştur. Ona göre, bebek daha bu erken gelişim evresindeyken ebeveynlerine karşı yoğun duygular besler; bu duygular arasında, ebeveynler arasındaki ilişkiden dışlanma hissi de yer alır. Klein bu nedenle, bebeğin ebeveynleri birbirleriyle bir ilişki içerisinde olarak deneyimlediğini öne sürmüştür. Bu deneyim, bebeğin ruhsal durumuna bağlı olarak farklı duygusal tonlar kazanabilir. Örneğin, sevgi dolu duygular baskın olduğunda, bebek ebeveynler arasındaki birliği kendisine de fayda sağlayacak yapıcı bir ilişki olarak algılar. Ancak yıkıcı duygular zihinde egemen olduğunda, bebek ebeveynlerini kendisini ya da birbirlerini dışlayan ya da saldıran kötü nesneler olarak deneyimleyebilir.

    Klein’e göre Oidipal çatışmanın çözümü, Oidipal rakibe yönelik nefrete karşı sevgi dolu duyguların baskın olmasını gerektirir; bu da hem sevilen hem de nefret edilen ebeveynin çocuğun zihninde bir araya gelmesine olanak tanır. Başka bir deyişle, Oidipus kompleksinin başarılı bir şekilde çözülmesi, bireyin bütün nesne ile ilişki kurabilme kapasitesini yansıtır. Bu bağlamda Klein, Oidipus kompleksini fiilen, depresif kaygıların ve suçluluk duygularının onarım aracılığıyla çözümlenmesine yönelik bir çaba olarak yeniden formüle etmiştir.

    Çağdaş Kleinciler, Klein’ın fikirlerini daha da geliştirmiştir. Onlara göre aile üçgeni (family triangle), çocuğun her bir ebeveyniyle ayrı ayrı kurduğu iki bağlantı sağlar. Ancak aynı zamanda, çocuğu ebeveynler arasındaki -ve çocuğun dışında kalan- ilişkiyle de karşı karşıya bırakır:

    Ebeveynler arasındaki bağ sevgiyle algılanırsa ve çocuğun zihninde nefret tolere edilebilirse, bu durum çocuğa, üçüncü türden bir nesne ilişkisi prototipi sunar; burada çocuk bir katılımcı değil, bir tanıktır.

    (Britton, 1998: 42)

    Çocuğun aile üçgeniyle15 nasıl başa çıktığı, çocuğun simgeleştirme yetisi üzerinde önemli etkileri olduğu şeklinde anlaşılmaktadır; yani bireyin deneyimlerini temsil edebilmesi ve bu yolla bir perspektif geliştirebilmesi. Gözlemci konumunu alabilme yetisi, bireyin perspektif geliştirmesini sağlar; bu da farklı bakış açılarını dikkate alabilmeyi ve dolayısıyla başkalarıyla, onların bizden farklı niyetleri, duyguları ya da arzuları olabileceğini anlayarak iletişim kurabilme kapasitemizin temelini oluşturur.

    15Bu durum kelimesi kelimesine anlaşılmamalıdır. Ödipus kompleksi yalnızca her iki ebeveynin de bulunduğu ailelerde ortaya çıkmaz; tek ebeveynli ailelerde de işlevseldir. Üçlü yapı, gerçek bir üçlü ilişkiden kaynaklanabileceği gibi, ebeveynlerden birinin zihninde var olan bir “üçüncü (third)” kişi fikrine de dayanabilir; bu durum, diğer ebeveyn fiziksel olarak mevcut olmasa bile geçerlidir.

    Uygulamada kuram – Günümüz Kleinci düşüncesi, başlangıçta yalnızca bireyin içsel fantezi dünyasına yaptığı vurgudan (yani tek kişilik bir psikoloji anlayışından) uzaklaşarak, gerçek travmaların ve çevresel yetersizliklerin iç dünyanın içeriğini biçimlendirmedeki rolünü dikkate alan, daha bütünlüklü kişilerarası bir bakış açısını (yani iki kişilik bir psikoloji modelini) benimsemiştir. Kleinci kuramsal formülasyonlar, hastaların yaşadıkları zorlukları anlamada fantezi ile gerçeklik arasındaki karmaşık etkileşimi kapsamlı biçimde ortaya koyar. Kleinci terapist, dışsal yaşantıların projeksiyon ve introjeksiyon süreçleri yoluyla nasıl içselleştirildiğiyle ilgilenir. Ancak uygulama düzeyinde vurgu, daha çok fanteziye ve şimdi ve burada yaşanan terapötik duruma yönelmiş olup, hastanın geçmiş yaşantılarından ziyade mevcut içsel ilişkisel dinamikleri merkeze alınır. Terapist, aktarım ilişkisine odaklanır ve Kleinci yorumların büyük bir bölümü, terapötik ilişkinin karmaşıklıklarını ele alır. Mevcut davranışın geçmişle ilişkilendirildiği daha yeniden inşa edici (reconstructive) yorumların rolü konusunda Kleinciler arasında süregelen bir tartışma vardır. Genel olarak, bu tür yorumlar yapılmakla birlikte, diğer yaklaşımlara kıyasla daha sınırlı biçimde kullanılır; böylece “tüm aktarım durumu”na (total transference situation) odaklanma korunur (Joseph, 1985).

    Yorumlar genellikle, hastanın ayrılık anksiyetesi (örneğin terapideki aralara verilen tepkilerde görüldüğü gibi) ve buna karşı geliştirdiği savunmalar, agresyonun yansıtılması ve bunun sonucunda dışarıdan zulmediliyormuş gibi yaşanan deneyim, depresyon ve yas ile hastanın onarma çabaları üzerine yoğunlaşır. Bu vurgu, örneğin ego-psikolojisi perspektifinden etkilenen yorumların içeriğiyle karşıtlık gösterir; zira ego-psikolojisi yaklaşımında odak noktası daha sık olarak Ödipal üçgenleşme, hadım edilme anksiyetesi ve buna karşı geliştirilen savunmalar olur.

    Nesne İlişkileri Yaklaşımları II: Britanya Bağımsız Okulu

    Britanya’daki psikanalitik hareket, Anna Freud’u takip edenlerle Melanie Klein’ı takip edenler arasında gelişen bölünmelerden derinden etkilendi. Klein’ın fikirlerine en çok duyarlılık gösteren terapistler ve analistler, sonunda nesne ilişkileri okulu (object-relations school) adı altında birleştiler. Nesne ilişkileri yaklaşımının temel ilkesi, öncelikle bağlanma ihtiyaçlarımız tarafından güdüleniyor olmamızdır; yani, diğer insanlarla ilişkiler kurmaya yöneliriz. Eğer dürtülerden (drive) söz etmek mümkünse, bir nesne ilişkileri kuramcısı, dürtülerin ilişkiler bağlamında ortaya çıktığını ve ilişki ihtiyaçlarına ikincil olduğunu söyleyecektir.

    Her ne kadar Klein’ın ilgisi bireyin nesnelerle ilişkilerinde olsa da, esasen ilkel dürtüsel itkiler ve bunların içsel nesneler üzerindeki fantazileştirilmiş etkilerine odaklanmıştı. Gerçek insanların, bu fantazilere ve genel olarak psikopatolojiye nasıl katkıda bulunmuş olabilecekleriyle daha az ilgileniyordu. Klein sonrasında nesne ilişkileri kuramlarının yükselişi, gelişimsel meselelere ve özellikle bebeğin anne ya da diğer birincil bakımveren ile olan erken dönem ilişkisinin etkisinin kabulüne yönelik ilgi değişimiyle desteklendi.

    Nesne ilişkileri (object relations) terimi ilk kez 1924’te Karl Abraham tarafından yayımlanan bir makalede ortaya çıktı. Bu terim, Ronald Fairbairn ve Donald Winnicott gibi Britanyalı analistlerle güçlü biçimde ilişkilidir. Fairbairn (1954), nesne arayışını, güvenliği ve bağlantıyı, ruhsal düzenlemenin ilkeleri olarak haz ve acıdan çok daha merkezi gördü. Freud’un biyolojizmini reddederek, içselleştirilen şeyin nesne ilişkileri olduğunu vurguladı. Haz ve anksiyete azalması, kendilik ile öteki arasındaki arzu edilen ilişkinin elde edilmesinin ardından geliyordu. Winnicott (1975) ise annenin bebekle olan ilişkisinin temel rolünü vurguladı ve belki de en çok, bebeğine bakım veren fakat aynı zamanda onu kademeli olarak hayal kırıklığına uğratarak bebeğin hayal kırıklığına katlanma kapasitesini geliştirmesine olanak tanıyan “yeterince iyi anne (good enough mother)” ifadesini literatüre kazandırmasıyla tanınır.

    Nesne ilişkileri kuramları çeşitlidir ve üzerinde genel bir uzlaşmaya varılmış ortak bir tanıma sahip değildir. Birçok Britanyalı Bağımsız terapist, kendilerini geniş anlamda nesne ilişkileri perspektifiyle özdeşleştirir; ancak tek ve tutarlı bir çerçeveyi benimsemezler. Bu nedenle topluca Bağımsızlar (Independents) olarak adlandırılırlar. Onları bir araya getiren şey, teorik kısıtlamalarla sınırlandırılmaya karşı duydukları isteksizliktir; bu nedenle kendilerini ne tamamen Freudcularla ne de tamamen Kleincilerle özdeşleştirirler.

    Bağımsızlar arasındaki ince farklılıkları göz ardı etme riskini göze alarak, Bağımsızların libidinal olarak yönlendirilen yapısal modeli terk ettiklerini ve özellikle en erken dönemdekiler olmak üzere ilişkilerin, gelişen psişe açısından önemini vurguladıklarını söyleyebiliriz. Bu kuramlar, bireyin başkalarıyla etkileşim içinde gelişimini anlamaya yönelik bir bağlılığı yansıtır. Bağımsızlar, iç dünyada fantezinin oynadığı önemli rolü kabul eder; ancak fantezinin doğuştan gelen bir kapasite olarak anlam taşımadığını, aksine bireyin gerçek dışsal nesnelerle etkileşiminden kaynaklandığını ileri sürerler.

    Saldırganlığı doğuştan kabul eden Kleinyenlerin aksine, Bağımsızlar onu dışsal müdahalelere tepki olarak görür. Benzer şekilde, çoğu Bağımsız her ne kadar Kleinyenlerin psişik konum kavramını benimsese de, paranoid-şizoid konum birçokları tarafından, çocuğun çevreyle etkileşimi ve travma yaşantısının sonucu olarak ortaya çıkan, esasen “tepkisel bir gelişim (reactive development)” (Rayner, 1991) şeklinde anlaşılır. Çoğu ilişkisel kuramcı gibi, Bağımsızlar da gelişimde Ödipus kompleksinin ve cinselliğin rolünü geri plana itmiştir. Bunun yerini, bilişsel ve sosyal işlevlerdeki temel dönüşümlerle ilişkili olan, ikili ilişkilerden üçlü ilişkilere geçişe duyulan ilgi almıştır.

    Bazı çağdaş Kleinyenlerde olduğu gibi, birçok Bağımsız terapist de aktarım ilişkisiyle çalışır. Hastanın içselleştirilmiş en erken ilişkilerinin niteliğini ve bunların aktarımda nasıl ortaya çıktığını araştırmakla ilgilenirler. Aktarım aracılığıyla terapist, hastanın en erken içselleştirilmiş nesne ilişkilerini kavrayabilir. Bu anlayış, hastanın şimdiki zamandaki ilişkilerini açıklığa kavuşturmak için kullanılır; çünkü tüm mevcut ilişkilerin, bu erken dönemde örgütlenmiş kendilik ve nesne temsillerinin kendine özgü merceğinden süzülerek deneyimlendiği varsayılır. Bununla birlikte, birçok Kleinyen’in aksine, Bağımsızlar hastanın yaşantılarının gerçekliğinin tanınmasının önemli olduğunu savunurlar. Geçmişe ait anıları, gerçekten yaşanmış olayların fantezi içinde işlenmiş biçimleri olarak görürler. Bu vurgu, birçok Kleinyen’in başlıca ilgi alanı olan içsel fantezi dünyasına odaklanmaktan belirgin biçimde farklıdır.

    Teknik açıdan bakıldığında, birçok Bağımsız terapist, yeniden yapılandırıcı yorumlara ilgi duymaya devam eder. Geçmiş, ilişkilerin temsillerinin gelişimsel kökenine ışık tutması nedeniyle incelenir. Bağımsızlar, hastanın terapide en erken ilişkilerini yeniden canlandırmasını bekler; böylece bu ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi için bir fırsat doğar. Güncelliğini yitirmiş, uyumsuz şemalar (maladaptive schemata) üzerinde çalışılır ve daha yeni, daha uyumlu ilişkisel modellerin geliştirilmesine yönelik adımlar atılır. Bu çalışmanın merkezinde, terapistin hastanın sözel öncesi (pre-verbal) deneyimlerini anlamak amacıyla kullandığı karşıaktarım (countertransference) yer alır.

    Kleinyenler, hasta ile terapist arasındaki etkileşime genellikle intrapsişik (intrapsychic) bir odakla yaklaşma eğilimindeyken, Bağımsızlar buna daha çok karşılıklı olarak inşa edilmiş bir kişilerarası alan (interpersonal space) olarak yaklaşırlar. Bağımsız terapistler arasında, hasta ve terapistin bir “geçiş alanı (transitional space)” içinde çalıştığı ve aralarındaki etkileşimlerin ideal olarak yaratıcı bir oyun anlayışına katkıda bulunduğu yönünde bir farkındalık vardır. Bu yaklaşım, bu nedenle, terapötik ilişkinin doğasında var olan karşılıklılığa (mutuality) daha yüksek bir değer verme eğilimini yansıtır. Hastanın olumsuz aktarımına (negative transference) karşı duyarlı olmakla birlikte, Kleinyenlerin aksine fakat Freudyenlerle ortak olarak, birçok Bağımsız terapist iyi bir terapötik ittifakı (therapeutic alliance) kolaylaştırmanın önemini kabul eder ve bunu, hastanın terapiye yönelik olumlu duygularını kullanarak gerçekleştirir.

    Kendilik Psikolojisi

    1960’lara gelindiğinde klinisyenler, güçlükleri ne dürtü kuramında (drive theory) olduğu gibi içgüdüsel dürtüleri yönetme sorunları, ne ego psikolojisinde (ego psychology) olduğu gibi anksiyeteye karşı savunmaların katı örgütlenmesi, ne de nesne ilişkileri kuramında (object-relations theory) olduğu gibi hastanın yeterince ayrışamadığı içsel nesnelerin etkinleşmesi çerçevesinde yeterince iyi açıklanabilen, zorlayıcı hastalarla ilgili gözlemlerini aktarıyorlardı. Aksine, bunlar kendini “boş hissettiğini” bildiren ve yüzeyde zaman zaman kendinden emin, hatta kibirli ya da grandiyöz görünseler bile, sürekli güvence arayışında olan hastalardı. Heinz Kohut’un kendilik psikolojisi (self psychology), bu özgül hasta grubuna yanıt olarak gelişti.

    Kohut, Amerikan psikanalitik hareketinin en etkili ve tartışmalı isimlerinden biri olmuştur. Onun kuramı, esas olarak narsisistik bozukluğu olan hastalarla yaptığı çalışmalardan doğmuştur. Narsisistik bozukluklar, zayıf veya istikrarsız bir benlik duygusunun (sense of self) ve buna bağlı olarak öz-değeri (self-esteem) düzenlemede yaşanan güçlüklerin görüldüğü kişilik bozukluklarıdır. Freud, narsisistik hastaların tedaviye gerekli olan olumlu aktarımı kuramayacak kadar kendine gömülü olduklarını ve bu nedenle psikanalize uygun olmadıklarını düşünürken, Kohut bu hastaların tedaviye uygun olduğunu, ancak standart analitik tekniklerde bazı uyarlamalar yapılması gerektiğini savunmuştur. Kohut’un kuramının gelişiminde narsisistik hastalarla yaptığı çalışmalar büyük etki taşımakla birlikte, zaman içinde kuram ve teknik tüm psikopatoloji türlerine uygulanır hale gelmiştir.

    Kohut’a göre, kendilik kohezyonu/uyumu (self-cohesion) insan davranışını yönlendiren birincil güdüdür. Anksiyetenin kökeninde ise kendiliğin bir kusur deneyimi ile bütünlük ve süreklilik duygusundan yoksun olma hali yer alır.16 Nesne ilişkileri kuramcılarının kendilik ve nesne temsilleri arasındaki içselleştirilmiş ilişkilere vurgu yapmalarına karşılık, kendilik psikolojisi dışsal ilişkilerin öz-değeri geliştirme ve sürdürmedeki rolüyle ilgilenir. Savunmalar, yalnızca kişiyi anksiyeteden koruma işleviyle değil, aynı zamanda tutarlı ve olumlu değer atfedilen bir benlik duygusunu sürdürmeye yardımcı olma işleviyle de anlaşılır. Bu doğrultuda Kohut’un çalışmaları, hastaların öz-değerlerini sürdürebilmeleri için çevreden belirli tepkilere ihtiyaç duyma yollarını anlamaya odaklanmıştır.

    16Kohut, kendilik (self) terimini neredeyse tüm kişiliği ifade edecek şekilde kullanır.

    Kohut, narsisistik ihtiyaçların (narcissistic needs) yaşam boyu sürdüğünü ileri sürmüştür. Narsisizmin gelişiminin kendine özgü bir gelişimsel yolu olduğunu ve bakımveren figürlerin (yani nesnelerin) bunun için özel işlevler gördüğünü öne sürmüştür. Kendiliğin gelişiminde empatiye vurgu yaparak, insani olgunlaşmanın amacının empatik ilişkiler içinde farklılaşma olduğuna dair inancını vurgulamıştır. Kendiliknesnesi (selfobject) terimi, diğer insanların kendilik için yerine getirdiği aynalama (mirroring) işlevini tanımlamak amacıyla kullanılmıştır. Kendiliknesneleri, kişilerden ziyade yatıştırma ya da onaylama gibi işlevleri temsil eden yapılar olarak anlaşılabilir. Kohut’a göre, duygusal olarak varlığımızı sürdürebilmemiz için yaşamımız boyunca çevremizde kendiliknesnelerine ihtiyaç duyarız.

    Narsisistik hastalarla çalışmasında Kohut, bu hastaların özellikle iki tür aktarım geliştirme eğiliminde olduklarını gözlemlemiştir: ayna aktarımı (mirror transference) ve idealleştirme aktarım (idealising transference). Ayna aktarımında hasta, onay ve takdir görmek amacıyla terapiste yönelir. Kohut’a göre bu tür onaylayıcı tepkiler, normal gelişim için gereklidir. Çocuğun, aynalayıcı bir tepkiye ihtiyaç duyduğu dönemde ebeveynin empati göstermemesi, ilerleyen yıllarda bütünlük duygusunu ve olumlu öz-değeri koruma konusunda güçlük yaşamasına yol açar. Bu tür empatik tepkilerin yokluğunda çocuğun benlik duygusu parçalanır. Kohut’un terminolojisinde, patolojiden söz ettiğimizde aslında her zaman, çocuğun hayran olunma ve hayranlık duyma yönündeki erken dönem gereksinimlerinin ebeveyn tarafından engellenmesi ya da ihmal edilmesi sonucunda ortaya çıkan bir kendilik patolojisinden17 söz ediyoruzdur.

    17Buradaki kendilik (self), egoyu da kapsayan üst düzey bir yapıdır.

    Aktarımın ikinci biçimi olan idealleştiren aktarımı, hastanın terapisti kendisini yatıştırmak için varlığı zorunlu olan, her şeye gücü yeten bir ebeveyn figürü olarak deneyimlemesini ifade eder. Kohut, gelişimin önemli bir yönünün, çocuğun ebeveyn figürlerini idealleştirebilme fırsatına sahip olması ve bu figürlerin de idealleştirmeye değer bir model sunmaları olduğunu savunmuştur. Kendilik nesnelerinin empatik tepkileri, çocuksu büyüklük duygusunun gelişmesini kolaylaştırır ve tümgüçlülük hislerini teşvik eder; bu hisler, çocuğun birleşmek istediği idealleştirilmiş bir ebeveyn imgesinin inşa edilmesini sağlar. Ebeveynler çocuğun narsisistik ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığında, hem tümgüçlü kendilik temsili hem de bakımverenin kusursuz temsili katılaşır; bu da tümgüçlü kendilik temsilinin yerine gerçekçi bir kendilik algısının geçmesini engeller.

    Klasik Freudcu ve Kleinyen kuramlardan farklı olarak Kohut, merkeze, ebeveynliğin gerçek ve çoğu zaman erken dönem bozukluklarının psikopatolojiye önemli ölçüde katkıda bulunduğu görüşünü koyan bir kuram ortaya koymuştur. Kohut’un görüşleri, Britanya nesne ilişkileri kuramları içinde de izlenebilir. Onun fikirlerinin, Winnicott’un “yeterince iyi annelik” kavramında ve Balint’in (1968) “temel kusur/temel hata (basic fault)” olarak adlandırdığı, annenin çocuğun temel ihtiyaçlarına yanıt vermemesiyle oluştuğunu ileri sürdüğü, bir şeyin eksik olduğu duygusunda yankıları vardır. Benzer şekilde Fairbairn (1954) da şizoid hastasının güçlüklerini, annenin ona kim olduğu için sevildiğini güvence altına alacak deneyimleri sağlayamamasının bir yansıması olarak anlamıştır.

    Uygulamada kuram – Bu çerçevede terapinin başlıca hedeflerinden biri, zayıflamış egoyu güçlendirerek, kendilik bütünlüğünde (self-cohesion) belirgin bir kayıp yaşamadan, mükemmelin altında kalan kendilik-nesnesi deneyimlerini yönetebilmesini sağlamaktır. Odak, terapist tarafından empatik biçimde kavranan hastanın benlik algısı (sense of self) üzerindedir. Kendilik ve öteki ile ilgili özdeşimlerin ve etkileşimlerin duygu yüklü düzenlenişlerine dikkat edilir. Terapistin görevi, erken yaşamda varsayılan empatik bakım eksikliğinden kaynaklanan narsisistik savunmaları “düzeltmek/onaylamak”ti/ı/r (correct).

    Kohutçu terapistler, otorite karşıtı (anti-authoritarian) bir tutumun gerekliliğini vurgularlar. Onlara göre, hastaya nesneleştirici (objectifying) bir bakış açısıyla yaklaşmak, doğası gereği travmatize edicidir. Bu yaklaşım, hem Freudyen hem de Kleinyen yaklaşımlara hâkim olan teknik tarafsızlıktan uzaklaşmayı temsil eder. Bu bakımdan, söz konusu fikirler, psikanalizin öznelerarasılık (intersubjectivity) ve etkileşimsel (interactional) okullarının ilgi alanlarının merkezinde yer alan, terapistin öznelliğine yönelik güncel ilgi dalgasının öncüllerinden biridir (bu konuya bu bölümde ileride yeniden değinilecektir). Kohut, Freud ve Klein’dan farklı olarak daha az otoriter bir tutum önerse de, zihni kavrayış biçimi hâlâ öznelerarası olmayan (non-intersubjective) bir modele dayanıyor; terapist, hastanın kendiliğinin özünü dışarıdan, kendi öznelliğinden bağımsız bir şekilde nesnel olarak gözlemleyip yorumlayan kişi olarak konumlanıyor.

    Postmodernizm Psikanalizle Buluşuyor: Kuzey Amerika Psikanalizinde İlişkisel Yönelim

    Freudyen ve Klein’cı psikanalizin merkezinde, biz, diğer nesnelerle birlikte nesnel bir varlık olarak kabul edilen yalıtılmış zihin Kartezyen doktrinini buluruz. Bireyin, bilincinin ya da referans çerçevesinin dışında kalan bir nesnenin doğasını doğru bir şekilde algılayabileceği varsayılır. Bu bakış açısından hareketle, terapistin tarafsızlığına ve nesnelliğine dair bir inancı sürdürmek mümkündür; zira bu, zihinsel yaşamın klinik durumdan bağımsız olarak var olabileceğini öne sürer.

    Öznelik ve nesnellik soruları, psikanaliz içinde uzun süredir tartışılmaktadır.18 Bu tür tartışmalar, psikanaliz üzerindeki postmodern düşüncenin etkisini yansıtan öznelerarasılık okulunun gelişiminin merkezinde yer alır. Güncel psikanalitik kuram ve uygulama -özellikle Kuzey Amerika’da- daha ilişkisel, öznelerarası ve sosyal inşacı konumlara doğru kaymıştır. Bunlar, klasik analitik konuma klinik ve epistemolojik bir meydan okuma teşkil eder. Bu yaklaşımlar, klinik malzemeye, ortaya çıktığı ilişkisel matriksten kavramsal olarak yalıtılmış, hastanın zihninde var olan bir varlıkmış gibi yaklaşamayacağımızı savunur (Dunn, 1995).

    18Bu tartışmalara dair iyi bir değerlendirme için bkz. Louw ve Pitman (2001).

    İlişkisel psikanaliz (relational psychoanalysis), böylece 1980’lerde, kişilerarası psikanalizin kişilerarası etkileşimlerin ayrıntılı incelenmesine yaptığı vurguyu, Britanya nesne ilişkileri kuramının diğer insanlarla içselleştirilmiş ilişkilerin psikolojik önemi hakkındaki fikirleriyle bütünleştirme girişimi olarak ortaya çıktı. İlişkisel kuram ile geleneksel psikanalitik düşünce arasındaki önemli bir fark, güdülenme kuramında (theory of motivation) görülür; bu kuram, birincil önemi içgüdüsel dürtülere (instinctual urges) değil, gerçek kişilerarası ilişkilere (interpersonal relations) atfeder.

    Büyük ölçüde Kuzey Amerika’da -ancak yalnızca orada değil- popüler olan ilişkisel gelenek, esasen bir bilinç psikolojisidir (psychology of consciousness): Kuzey Amerika’da, yaşanan bilinçli deneyimin fenomenolojisine, ikili bağlara, duygusal uyuma, sosyal inşaya ve karşılıklı tanınmaya, içgörü ve yorumun rollerinden daha fazla önem veren çağdaş ilişkisel ve öznelerarası kuramcılarla karşılaştırıldığında, post-Freudyenler ve neo-Freudyenler artık azınlıktadırlar.

    Öznelerarasılık literatürü, terapist ile hastanın birbirleri üzerindeki karşılıklı etkisinin ince ve karmaşık doğasının tanınmasına ve incelenmesine ve bunun sonuçlarına odaklanır. Pek çok bakımdan, bu konum son derece akla yatkın görünmektedir; zira terapistin, bir kişi olarak, hiçbir etkisi olmadığını ya da terapistlerin, kendi eğitim analizleri sayesinde, kendi bilinçdışları tarafından tökezletilmenin ötesinde olduklarını savunmak imkânsızdır. Başka bir deyişle, terapi odasında olup bitenler kaçınılmaz olarak terapistin kendi psikolojisinden etkilenir. Aksini, herhangi bir kutuplaşmış biçimde savunmak, savunulamazdır. Ancak, psikanalizin öznelerarasılığı içermesi, onun bütünüyle nesnellikten yoksun olduğu anlamına gelmez. Psikanalizin öznel ve nesnel yönlerinin diyalektik olarak ilişkili olduğu düşünülebilir. Nesnellik, öznel sınırlılıklarımız ve kendini tanımada başkasının etkisini birbirinden ayırmanın zorluğu göz önünde bulundurulduğunda, göreli olarak anlaşılmalıdır. Bu durumun terapötik duruma ne ölçüde müdahale ettiği ve böyle bir müdahalenin nasıl ele alınması gerektiği, üzerinde dikkatle tartışmaya değer sorulardır.

    Öznelerarasılıkçılar, hastanın özgünlüğüne ve karmaşıklığına ulaşmak için gerekli görülen birden çok kurama açıktır; oysa Freudyen ya da Klein’cı terapistler, tüm hastalara uygulanabilecek tek ve kapsamlı bir zihin kuramının varlığını savunurlar. Postmodernizm, psikanalizi, özünde akıl dışı inançların yattığını ve hiçbir kuramın gerçeği tek başına barındırmadığını kabul etmeye fiilen zorlamıştır; çünkü gerçek her zaman görelidir ya da birlikte inşa edilir, asla sabit değildir. Terapötik durumda bu, gerçeğin terapötik çift tarafından yaratıldığı anlamına gelir.

    Levine ve Friedman (2000), öznelerarasılığı, insanın ilişkisel olma hâlinin doğasında var olan niteliğini yansıtan ve herhangi bir zihin kuramından ya da psikanaliz ekolünden kavramsal olarak bağımsız bir “meta kuram (meta theory)” olarak sunarlar. Onlar, şimdi ve burada ilişkisel deneyimlerin, hastanın çatışmalarının ifadesini, yalnızca aktarımın bir sonucu olarak değil, her iki öznelliğin birlikte yeni bağlamlar inşa etmesinin bir sonucu olarak şekillendirdiğini vurgularlar. Hoffman (1992), terapist ile hasta arasında gerçekleşenlerin, her iki tarafın da bilinçdışı arzuları ve savunma gereksinimleri tarafından birlikte belirleneceğini öne sürer. Ogden (1994), öznelerarası gerçekliğe “analitik üçüncü (analytic third)” olarak atıfta bulunur. O, terapistin tepkilerinin asla bütünüyle bireysel olaylar olmadığını savunur. Tersine, terapistin tepkilerinin anlamı, özgün ve asla-bir-daha- yinelenmeyecek-olan spesifik terapötik çift (therapeutic couple) etkileşimleri sayesinde her zaman yeni oluşturulmuş bir gerçekliktir.

    Bu geniş ekole bağlı olanların görüşleri çeşitlidir ve kesin bir öznelerarası-ilişkisel görüş yoktur. Psikanalizin kişilerarası okulunun (örneğin, Harry Stack Sullivan, Erich Fromm ve Frieda Fromm Reichmann) temel fikirleri, bu yaklaşımın dayanaklarını oluşturur. Kişilik gelişimi, kişilerarası alanla bağlantılıdır. Ruhsal yaşam, geçmiş bilinçdışı çatışmalardan türeyen sabit yapılar tarafından belirlenmek yerine, geçmiş ve yeni ilişkiler tarafından biçimlendirilir. Bu yaklaşımda, anne-bebek ilişkisine ve ayrılma-bireyleşme ile ilişkili güçlüklere büyük önem atfedilir. Ne cinsellik ne de saldırganlık, ne gelişimin ne de uyumun itici güçleri olarak görülür. Tersine, cinsel ve saldırgan tepkilerin, ilişkilerde neyin olup bittiğine dair belirli beklentileri etkilemiş olan bireyin bebeklik ve erken çocukluk yaşantılarının bağlamında anlaşılabileceği düşünülür. Bu yaklaşımda, bilinçdışı fanteziye, gerçekliğe kıyasla ayrıcalık tanıma konusunda bir isteksizlikle karşılaşırız; ancak günümüzde çoğu terapist, gerçekliğin kaçınılmaz olarak imgelem ve fantezi aracılığıyla deneyimlendiği konusunda hemfikirdir.

    Uygulamada kuram – Diğer psikanalitik terapistlerden daha fazla olarak, öznelerarasılıkçılar, terapistin nesnelliğine dair klasik pozitivist görüşü eleştirel biçimde sorgulamışlardır. Öznelerarasılık ekolleri, terapötik ilişkinin doğası hakkında daha açık, kapsayıcı ve eşitlikçi bir diyalog çağrısında bulunur. Terapinin işi, analitik diyalog ve sürecin, terapist ile hasta arasındaki karşılıklı ve kaçınılmaz bilinçdışı duygusal etkileşimleri yansıtacağı ve onlardan oluşacağı kabul edilen bir bağlam içinde, hastanın öznelliğini keşfetmek ve yorumlamaktır. Dolayısıyla psikanalitik sorgulamanın özü, yalnızca hastanın zihnine yönelmiş değildir.

    İlişkisel bakış açıları, terapötik karşılaşmayı ve özellikle de teknikte ve uygulamada analistin rolünü kavramsallaştırma biçimimiz üzerinde derin bir etki yaratmıştır. İlişkisel yönelim, analitik çalışmamızda gerçekte ne yaptığımız, ne düşündüğümüz ve ne hissettiğimiz üzerine tartışmayı teşvik etmiştir. İlişkisel analistler, daha fazla kendini açan ve etkileşimli olan kişilerdir; öznel tutumları hakkında hastanın görüşlerini ve değerlendirmelerini öğrenmek isterler ve bunları hastadan talep ederler, ayrıca hastanın yanıt verebilirliğinin (responsiveness) ve tutumunun, analistin varsayılan tavırları, duyarlılığı ve davranışı tarafından tetiklendiğini genellikle kabul ederler.

    Teknik açısından sonuçlar önemlidir. Bu yaklaşım, kendini açma gibi daha az geleneksel müdahalelerin kullanımıyla ilişkilendirilir. İlişkisel yönelimdekiler, daha mesafeli bir duruşu sürdürmektense, hastalarıyla yoğun ilişkiler kurmaya inanırlar. Daha büyük bir akışkanlık ve yanıt verebilirlik, terapötik duruşun ayırt edici özellikleridir. Öznelerarasılık geleneği, hastanın terapiste yönelik bağlanmasının ve aktarımının, terapistin hasta ile kurduğu ilişkideki insani yönü ve tutkusundan kaynaklanan duygusal bir katkı olmaksızın en iyi şekilde gerçekleşemeyeceğine kesin olarak inanır (Levine & Friedman, 2000). Bu yaklaşımda, “gerçek (real)” bir ilişki kavramı örtük olarak vardır; burada gözlemci olarak terapist modeli, kendi kişisel psikolojisinin gelişen terapötik süreci şekillendirdiği, paylaşılan bir etkinliğin katılımcısı olarak terapist modeliyle yer değiştirir.

    Terapötik ilişki, terapist ile hasta arasında birlikte inşa edilen ve her birinin öznelliğinin, ortaya çıkan diyalogun biçim ve içeriğine katkıda bulunduğu bir yapı olarak anlaşılır.

    Terapi çalışması, yeni bir duygulanımsal ilişkisel gelişimin keşfine odaklanır. Hastanın bu duygulanımsal deneyimi içselleştirmesi, sonuçla ilişkili başlıca terapötik etkenlerden biri olarak kabul edilir. Terapide kritik olan, hastanın mevcut kaygılarla ve şimdiki deneyimle başa çıkma biçiminin netleştirilmesidir. Geçmiş olayların yeniden inşası, klinik çalışma açısından önemli görülür. Aktarım kavramı ise, hastanın bilinçdışı fantezisine sabit bir bakış açısını teşvik ettiği düşüncesiyle, daha eleştirel bir şekilde değerlendirilir. Bu yaklaşım, aktarım içindeki agresyonun yorumlanmasına da daha az önem verir; çünkü agresyon, hastadaki içsel çatışmalarla öncelikli olarak bağlantılı olmaktan ziyade, terapistle kurulan olumlu ilişkinin bozulmasının ve empatik tutumun yitirilmesinin bir sonucu olarak anlaşılır.

    İlişkisel analiz, özellikle analistin kendini açma meselesiyle ilgili olarak Britanyalı psikanalistlerden çok sayıda eleştiri almıştır. Bir yandan, ilişkisel yaklaşımlar, ikili karşılıklı katılımı vurgulayarak farklılık bariyerlerini ortadan kaldırır ki bu, doğal olarak, analistin seans içinde kendi içsel deneyimlerinden söz etme konusunda daha fazla özgürlüğe sahip olmasını da içerir. Ancak şu soru ortaya çıkar: Sınırı nereye çekeceğiz? Elbette bu, yalnızca tanımlı bir analitik duyarlılık çerçevesi içinde yanıtlanabilecek bir sorudur; bağlamsal olarak belirlenir ve klinik yargıya/muhakemeye açıktır. Ancak bu soru, ilişkisel dönüşün birçok eleştirmenini, Jay Greenberg’in (2001) “psikanalitik aşırılık (psychoanalytic excess)” olarak adlandırdığı ya da Freud’un (1912) “terapötik ihtiras (therapeutic ambition)” diye nitelediği şeyin düzeyi üzerine düşünmeye sevk etmiştir. Aynı şekilde, herhangi bir analitik ikilide ortaya çıkma potansiyeline sahip olan, ancak belki de bu gelişmekte olan analitik uygulama çerçevesi içinde daha da olası görünen, kendini açmanın disiplinsiz kullanımı, karşıaktarım eyleme dökmeleri ve sınır ihlalleri konusunda haklı olarak kaygılanabiliriz.

    Çoğu ilişkisel analistin son derece yetkin klinisyenler olduğundan kuşkum yok ve yerleşik uygulama sınırlarının sorgulanmasına yönelik davetleri memnuniyetle karşılanmalıdır. Bununla birlikte, hastaları riske maruz bırakabilecek herhangi bir teknik değişiklik önerisiyle eleştirel biçimde ilgilenmemiz de hayati önem taşır. Analitik yöntemi alışılmış sınırlarının ötesinde uygulama girişimlerinde bulunan bazı erken öncülerimiz gibi -Jung, Rank, Ferenczi ve Groddeck- sözüm ona analitik tedavi adı altında cinsel sınır ihlallerine sürüklendiler ve aynı zamanda karşılıklılık, karşılıklı etkileşim ve eşitlik vurgusuna geri dönüş yönündeki mevcut eğilimden çok da farklı olmayan, karşılıklı analiz savunucularıydılar (Rudnytsky, 2002).

    Erken İlişkilerin Önemi: Bağlanma Kuramı ve Bebeklik Araştırmalarının Katkısı

    Psikanalize genel bir bakış, bağlanma kuramının (attachment theory) katkıları dikkate alınmadan eksik kalır ve bundan yoksun olması onu çok daha zayıf kılar. Erken dönem Freudyen ve Klein’cı düşünce, yokluk psikolojisinin (psychology of absence) egemenliğindeydi. Bağlanma kuramcıları ve daha geniş anlamda, psikanalitik yönelimli gelişimsel araştırmacılar, çok ihtiyaç duyulan bir “varlık psikolojisi”ne (psychology of presence) (Stern, 2000) katkıda bulunmuşlardır. Gelişimsel araştırmalar, çocuk-bakımveren bağının niteliğine yakından odaklanmış, bunun çocuğun duygulanım düzenleme, öz-değer, kişilerarası işlevsellik ve genel ruh sağlığı gelişimi açısından taşıdığı sonuçları ortaya koymuştur.

    Yokluk psikolojisi, “çocuğun gelişiminde, bakımverenin (anne/baba) eksikliği, yoksunluğu veya kaybı üzerinden şekillenen psikoloji anlayışı”, varlık psikolojisi de “çocuğun gelişiminde, bakımverenin mevcudiyeti, duygusal erişilebilirliği ve tutarlı etkileşimi üzerinden şekillenen psikoloji anlayışı” olarak düşünülebilir.

    Özellikle Bowlby’nin görüşleri derin bir etki yaratmıştır. Bowlby, nesne ilişkileri yaklaşımlarının psikanalizde etkisini göstermeye başladığı bir dönemde psikanalist olarak eğitim almış Britanyalı bir psikiyatrdı. Bowlby, Melanie Klein’ın süpervizyonunda çalışmış olsa da, bir çocuğun psikanalitik tedavisine annenin dâhil edilip edilmemesi konusunda onunla karşı karşıya gelmiştir -ki Bowlby bu yaklaşımı güçlü biçimde savunuyordu. Bu vurgu farkı, Bowlby’nin -ana akım psikanalitik çevreler tarafından uzun süre görmezden gelinmesinin de etkisiyle- sonunda bu topluluktan kendi isteğiyle geri çekilmesinin başlangıcını işaret etti. Bowlby, uzun yıllar boyunca ana akım psikanaliz içinde görmezden gelindi. Bazı psikanalitik uygulayıcıların Bowlby’nin fikirlerine duyduğu güncel ilgi, özellikle Fonagy’nin (2001) çalışması sayesinde mümkün olmuştur.”

    Birçok nesne ilişkileri kuramcısından (örneğin, cinsel ve saldırgan dürtüler ile fantezilere Freud’un verdiği önemi koruyan Winnicott) farklı olarak, Bowlby’nin bağlanma kuramı, yakın kişilerarası ilişkilerdeki duygulanımsal bağa odaklandı. O, bebeğin yakın ilişkiler kurma ve sürdürme gereksinimini vurgulayarak, saldırgan ve libidinal dürtülerin önemini ikinci plana itti. Toplumsal bağları birincil biyolojik verili durumlar olarak gördü. Bakımverenle etkileşimin temel önemde olduğunu ve çocuğa keşif ile kendini geliştirme için güvenli bir temel sağladığını öne sürdü. Bu, gördüğümüz gibi, o dönemin libidinal ve saldırgan içgüdü kuramına dayanan biyolojik determinizmine karşıt bir yaklaşımdı.

    Bowlby’nin çalışmaları, II. Dünya Savaşı sırasında, savaş nedeniyle birincil bakımverenlerinden ayrılan çocuklarda bakımverenle temas yoksunluğunun sonuçlarına dair gözlemlerinden doğdu. Bowlby, fikirlerini, bebek bağlanma bağının, insan evrimi boyunca bebeği tehlikelerden ve yırtıcılardan korumak için işlev görmüş, içgüdüsel olarak yönlendirilen bir davranış sistemi olduğunu öne süren etolojik kurama dayandırdı. Bowlby’ye göre, bağlanma davranışları, doğuştan gelen bir güdülenmeyi içeren bir davranış sisteminin parçası olarak görülüyordu; başka bir deyişle, başka bir dürtüye indirgenemezdi.

    Bağlanma kuramı, bebeğin nesnelere hayati derecede ilgi duyduğunu, belirli türde görsel ve işitsel düzenlemelere karşı tercihlerde bulunduğunu ve dünyada bazı şeylerin olmasını sağlamaktan hoşlandığını savunur. Günümüzde, bebeğin, fizyolojik, davranışsal, sinirsel ve duygulanımsal sistemlerin hayati düzenlemesini sağlayan kişilerle bağını sürdürmeye yönelik biyolojik olarak belirlenmiş bir eğilime sahip olduğu fikrini destekleyen çok sayıda araştırma bulunmaktadır (Slade, 2000).

    Bowlby, çocuğun gerçek deneyimine (real experience) büyük önem vererek, bazı çağdaşlarının iç dünyaya verdiği önceliği ikinci plana itti. Klein ve takipçilerinin, bebeklik fantezisinin rolünü abartarak çocuğun erken yaşamındaki gerçek deneyimlerin rolünü ihmal ettiklerine inanıyordu. Bowlby’ye göre, bebeğin birincil bağlanma figürleriyle yaşadığı gerçek deneyim, ruhsal yapının temelini oluşturur.

    Nesne ilişkileri perspektifleriyle tarihsel bağlarına rağmen, bağlanma kuramı psikanaliz içinde, başlangıçta beklenebileceği kadar ilgi görmemiştir. Bunun yerine, geleneksel olarak, normal gelişimle ilgilenen gelişim psikologlarının daha fazla ilgisini çekmiştir (Fonagy, 2001). Psikanalitik kuram ile bağlanma kuramının paralel çizgilerde gelişmiş olmasını, kısmen, Bowlby’nin fikirlerini ampirik olarak doğrulamaya duyduğu yoğun ilgiyle açıklamak mümkündür -ki bu, onun döneminde psikanaliz içinde hiç de yaygın olmayan bir uygulamaydı. Bowlby, bebeklerin gözlemlenebilir davranışlarına ve bakımverenleriyle, özellikle de anneleriyle, etkileşimlerine odaklanmış, erken bağlanma ilişkilerinin kişilik gelişimi üzerindeki etkilerine dair ileriye dönük çalışmalar yapılmasını teşvik etmiştir.

    Bowlby’nin çalışmaları, bakımverenlerin çocuğa güvenli bir temel sağlama kapasitelerinin farklılık gösterdiğini açıkça ortaya koymuştur; örneğin, bazı anneler bebeklerinin ağlamalarına yanıt vermekte daha yavaş ya da düzensiz davranırken, diğerleri daha müdahaleci olabilmektedir. Bu gözlemler, araştırmacıların (Ainsworth ve ark., 1978) güvenli bağlanmayı (secure attachment) güvensiz bağlanma (insecure attachment) ile karşılaştırmalarına yol açmış, güvensiz bağlanma ise daha sonra kaçıngan (avoidant), kaygılı-kararsız (anxious-ambivalent) ve düzensiz (disorganised) olarak alt kategorilere ayrılmıştır (Hesse & Main, 2000). Bu dört bağlanma sınıflaması, bakım arayışına verilen farklı tepkileri tanımlar ve içsel deneyimi düzenleyen ile nesne ilişkilerinin gelişimini ve sürdürülmesini yönlendiren yapılardaki farklılıklara işaret eder.

    Bağlanma davranış sistemi (attachment behavioural system), Bowlby tarafından “içsel çalışma modelleri (internal working models)” olarak tanımlanan bir dizi bilişsel mekanizma tarafından desteklenir. Bunlar, özneyle diğerinin etkileşim içindeki temsilleri ya da başka bir ifadeyle, kendilik ve öteki şemalarıdır. Güvenli bağlanmalarda, bağlanma figürünün erişilebilir ve yanıt verici olarak deneyimlendiği bir temsil sistemi bulunur. Güvensiz bağlanmalarda ise, bakımverenin yanıt vericiliği kendiliğinden kabul edilmez ve çocuk, algılanan yanıtsızlıkla başa çıkmak için stratejiler geliştirmek zorunda kalır.

    Bowlby’nin kuramıyla tutarlı olarak, bu farklı bağlanma stillerinin, bakımverenin sıcaklığı ve yanıt vericiliğindeki farklılıklarla yakından ilişkili olduğu bulunmuştur. Bebeklikte anneye güvenli bağlanma, annenin güvenlik ve sevgiyi güvenilir ve yanıt verici biçimde sağlamasının yanı sıra, besin ve sıcaklık gibi daha temel gereksinimleri karşılamasını da yansıtır. Güvensiz bağlanma ise çoğunlukla bakımverenin yanıtsız ya da tutarsız tepkileriyle ilişkilidir.

    Araştırmacılar, bağlanma kuramı kavramını yetişkin davranışı ve kişiliğinin incelenmesine de uygulamışlardır. Bu, yetişkinlerin içsel çalışma modellerinin -yani yetişkinin genel bağlanma modelinin ve bağlanma deneyimlerindeki kendilik modelinin güvenliğinin- incelenmesine imkân tanıyan yetişkin bağlanma görüşmesi’nin (adult attachment interview) (Main, 1995) geliştirilmesine yol açmıştır. Birçok araştırmada, yetişkin bağlanma stillerinin, ilişki sonuçlarını, stresle başa çıkma örüntülerini ve çift iletişimini anlamlı biçimde yordadığı bulunmuştur (Brennan & Shaver, 1994; Kirkpatrick & Davis, 1994).

    Bağlanma kuramı ve onun ortaya çıkardığı ilgi çekici gelişimsel araştırmalar, içselleştirilmiş nesne ilişkileri psikanalitik kavramına ve bu modellerin olası kökenlerinin, Klein’cıların öne sürdüğü gibi yansıtma ve içe atım süreçleri yoluyla muhtemelen kısmen çarpıtılmış olsa da, gerçek ilişkisel etkileşimlerde bulunabileceğine dair görüşe dayanak oluşturarak, gelişimsel geçmişin psikanalitik süreç açısından süregelen önemini destekler (Fonagy, 2001).

    Sonuçlar: Tek Bir Psikanaliz mi Yoksa Birçok Psikanaliz mi?

    Freudyen yaklaşım ve nesne ilişkileri yaklaşımı sıklıkla karşıt olarak ele alınır.19 Freud’un kuramları birçok kez gözden geçirilmiş olsa da, o, dürtülerin gelişimdeki temel güdüleyici güç olduğuna dair merkeze aldığı görüşe sadık kaldı. Freud’a göre, bebeğin bakımveren figürlere bağlanmasının nedeni, onun çaresizliğiydi. Dolayısıyla, bağlanma, bakımverenlerin karşılayabildiği bebeğin ağızla ilgili gereksinimlerine (örneğin, beslenme) yanıt olarak ikincil olarak gelişen bir olgu olarak anlaşılmıştır. Bununla birlikte, Freud’u okurken, bireyin gelişiminin şekillenmesinde ilişkilerin önemini asla göz ardı etmediği açıktır. Sadece birkaçını anmak gerekirse, aktarım, özdeşim ve üstbenliğin gelişimi konusundaki görüşleri, gelişen zihin üzerinde “öteki”nin etkisine dair farkındalığını ortaya koyar.20

    19Bkz. R. Wallerstein (1988), “One Psychoanalysis or Many?”, International Journal of Psychoanalysis, 69: 5–21.

    20Bazı çağdaş Freudyenler hâlâ yukarıda belirtilen klasik Freudyen görüşleri benimsiyor olsa da, günümüzde bilinçdışı fantezinin ve nesne ilişkilerinin rolüne daha fazla ilgi gösterilmektedir. Bu, Kernberg’in (1985) çalışmalarında örneklendiği üzere, nesne ilişkileri kuramının Freudyen yaklaşıma daha sistematik biçimde dâhil edilmesini yansıtır. Kernberg, libidonun ve saldırganlığın, başkalarıyla yaşanan iyi ve kötü deneyimlerden inşa edildiğini savunur. Ona göre, duygulanım ve biliş, içsel-psişik deneyimler aracılığıyla bütünleşir ve bu da libidinal ve saldırgan dürtü sistemlerini birbirine bağlar. Kendilik-nesne ikili birimleri içinde içselleştirilen nesne ilişkileri, belirli bir duygulanımsal tonla nitelenir. Kernberg, zihinsel yaşamın gelişiminin, kendiliğin ve ötekinin bir duygulanım etrafında yer aldığı “deneyim birimleri”nin (units of experience) bellekte yerleşmesini içerdiğini öne sürmüştür (örneğin, açlıktan ağlayan bir bebeğin annesinin onu besleme tepkisi). Kernberg’e göre, nesne ilişki birimleri bu nedenle içsel-psişik yapının temel yapı taşlarıdır.

    Bununla birlikte, ötekilerin önemine verdiği değere rağmen, Freud’un kuramının ilişki merkezli olmaktan ziyade duyu merkezli (sensation dominated) olduğunu söylemek adil olacaktır. Klein, Freud’un fikirlerini çok yenilikçi bir biçimde hem daha ileriye taşıdı hem de geliştirdi; çok erken gelişimsel deneyimlerin önemini vurgularken, ruhsal yaşamda bilinçdışı fantezinin rolünü öne çıkardı. Freud, erken gelişime odaklanırken cinselliği merkeze yerleştirdi; Klein ise, doğuştan gelen yıkıcılığın rolü ile anksiyetenin yaşamın en başından nasıl yönetildiğine odaklandı.

    Nasıl ki Freud, ruhsal gelişimde ilişkilerin önemini yeterince vurgulamamakla eleştirilebilirse, Klein da içselleştirilmiş ilişkilerin önemini abartmakla eleştirilebilir; bu ilişkilerin niteliğini, dışsal etkenler kadar doğuştan gelen fantezilere de atfetmiştir. Post-Klein’cıların çalışmaları ise büyük ölçüde bu dengesizliği gidermeye ve gerçek travma ile yoksunluk deneyimlerine ve bunların içsel fantezilerle etkileşimine hak ettiği önemi vermeye odaklanmıştır.

    Klein’cı düşünce, Freud’un ortaya koyduğunun alternatifi olan bir metapsikolojiye dönüştü. Bununla birlikte, alternatif bir teknik kuramı da ortaya çıktı. Klein’ın katkısı, Freud’un zamanından bu yana gelişen analitik fikirlerin zenginliği açısından tartışmasız hayatiydi. Özellikle, Britanya Nesne İlişkileri Okulu olarak bilinen gelişime ve psikanaliz içinde en ilgi çekici yazıların bir kısmını üretmiş olan Britanya Bağımsızları’na ilham verdi.

    Britanya psikanaliz sahnesine hâkim olan kuramsal düşünce çeşitliliği, uzun yıllar boyunca Kuzey Amerika’da ego psikolojinin güçlü konumuyla tezat oluşturur. Ancak zamanla, başka perspektifler de giderek öne çıkmıştır. Klein’cı düşünce, Britanya’daki popülaritesine kıyasla Kuzey Amerika’da daha yavaş ve çekingen biçimde kök salmıştır. Kohut’un, Britanya’da görece ihmal edilmiş olan kendilik psikolojisi, alternatif bir metapsikoloji ve teknik olarak ortaya çıkmış, ego psikolojik geleneğin teknik tarafsızlığına ve kişisel olmama anlayışına karşı yararlı bir karşıtlık sunmuştur. Önemli olarak, Kohut, ego psikolojik geleneğin merkezinde yer alan çatışma psikolojisine (psychology of conflict) karşıt olarak, bir yoksunluk psikolojisi (psychology of deficit) geliştirmiştir.

    Özellikle Kuzey Amerika’da, yorumbilimsel, öznelci ve etkileşimsel yaklaşımlar da artık güçlü bir yer edinmiştir. Kişilerarası, öznelerarası ve etkileşimsel olan, giderek intrapsişiğin yerini almıştır. Bu yaklaşımlar, terapistin kişiliğini hastanın gerçeklik testinin ötesine yerleştirmemek ve Freud’un başlangıçta öne sürdüğü gibi, tarafsızlığa ulaşmanın imkânsızlığını kabul etmek konusunda ortak bir hassasiyeti paylaşırlar.

    Freud’un başlangıçta öne sürdüğü gibi, tarafsızlığa ulaşma olasılığı tartışılırken; “psikanaliz” başlığı altında, zihin işleyişine ve tedaviye dair çok sayıda ve birbirinden farklı kuramın yer aldığı görülür. Tüm bu gelişmeler heyecan verici olsa da, bu kuramsal çerçeveler, klinik çalışmalarımızda bize yardımcı olmak için kullandığımız metaforlardan ibarettir. Strenger (1989), farklı psikanalitik yaklaşımları, insan doğasına dair iki tasavvur üzerinden konumlandırır; bunlar, onun klasik (classical) olarak adlandırdığı tasavvuru paylaşan terapistlerden, insan doğasına dair romantik (romantic) bir tasavvuru benimseyen terapistlere uzanan bir süreklilik üzerinde yer alır. Klasik tasavvur, psikopatolojiyi içsel bir çatışma (internal conflict) açısından ele alırken; romantik tasavvur, psikopatolojiyi bir yoksunluk (deficit) açısından değerlendirir. Bu tutumlar, klinik uygulama düzeyindeki farklılıkları da yansıtır. Klasik terapist, aktarımı erken nesne ilişkilerinin rekreasyonu/yeniden canlandırılması (recreation) olarak görür ve terapistin rolünü teknik ve yorumlayıcı olarak değerlendirir. Romantik terapist ise aktarımı, aynı zamanda yeni bir nesne arayışını da içeren bir olgu olarak görür ve terapistin rolünü empatik ilişkilenme yoluyla dönüştürücü (mutative) olarak tanımlar. Analitik terapistler, kendilerini bu süreklilik üzerinde bir yerde konumlandırır ve bu, kısmen, hastalarının iletilerinde neyi öncelikli olarak ele alacaklarını ve bunu terapi odasında nasıl işleyeceklerini belirler.

    Farklı psikanaliz ekollerinin ortaya koyduğu üst düzey genel kuramlarda bazı ortak noktalar vardır. Bu kitapta çeşitli ekoller tarafından geniş ölçüde paylaşıldığı düşünülen temel varsayımlar, Tablo 2.1’de özetlenmektedir. Bununla birlikte, sorunların Ödip öncesi mi (yani, başlangıcının sözel ifade olanağından önceki deneyimlerle ilişkili olması) yoksa Ödipal mi olduğu, tek-kişilik psikoloji ile mi yoksa iki-kişilik psikoloji ile mi (yani intrapsişik odak mı yoksa kişilerarası/öznelerarası odak mı) ilgilendiğimiz ve patolojinin çatışmadan mı yoksa yoksunluktan mı kaynaklandığı gibi temel konularda bölünmeler devam etmektedir.

    Tablo 2.1 Temel psikanalitik varsayımlar


    • Bilinçli olduğu kadar bilinçdışı bir ruhsal yaşantımız da vardır.
    • Anlam sistemleri, deneyimin hem bilinçli (yani söze dökülebilir) hem de bilinçdışı yönlerini içerir.
    • Nedensellik, dışsal olayların bir özelliği olduğu kadar, ruhsal dünyadaki diğer süreçlerin de bir özelliğidir.
    • Erken ilişkilerimiz, duygulanımsal bir tona sahip ilişki temsillerinin gelişimine katkıda bulunur.
    • İçsel bir yaşantımız vardır ve bu, karşılaştığımız her yeni duruma doku ve renk katar; anlamlar ve fanteziler, davranışın ya da düşüncenin kaynağı olsalar da olmasalar da, davranışı ve düşünceyi biçimlendirir.
    • Süreç ve deneyimden oluşan içsel dünya, bireyin dış dünyayla olan ilişkisine aracılık eder.
    • İçsel dünya, dış dünya ile sürekli dinamik bir etkileşim içindedir; bu nedenle her ikisi de birbirini etkiler.
    • Hepimizin bir gelişimsel hikayesi ve mevcut bir yaşamı vardır; her ikisi de terapi bağlamında anlaşılmalıdır.
    • Terapide, her zaman gelişimsel patoloji ve çatışma patolojisi ile uğraşırız; ancak bunların göreli katkıları hastadan hastaya değişir.

    Yoksunluk patolojisinin, çatışma patolojisiyle karşıtlığı çerçevesindeki mesele, klinik tartışmalarda düzenli olarak gündeme gelir. Farklılıklarına rağmen, Freud ve Klein temelde bir çatışma kuramını benimser; oysa Kohut’un kendilik psikolojisi ve birçok öznelerarasılıkçı, bir yoksunluk kuramını benimser. Yoksunluk, çevreden uygun girdinin yetersizliği anlamına gelir. Örneğin Kohut, ebeveynin çocuğu yeterince aynalamamasının, düşük öz-değere ve kişinin kendisini inisiyatifin merkezi olarak deneyimlemekte güçlük yaşamasına yol açtığını savunmuştur. Çağdaş uygulayıcıların çoğu, yoksunluk kavramını kabul eder ve birçok hastanın güçlüklerinin gelişimsel yoksunlukları yansıttığına inanır. Bu anlamda yoksunluk, zorlayıcı erken deneyimlere tepkisel bir uyum olarak anlaşılır. Ancak yoksunluğun kabulü, çatışma kuramını bütünüyle reddetmemiz ya da yalnızca travmatik erken gelişime odaklanan psikopatoloji kuramlarını benimsememiz gerektiği anlamına gelmez. Aksine, çoğu çağdaş modelde vurgu, çatışma ile yoksunluk arasındaki etkileşimin anlaşılması üzerinedir (Gabbard, 1994). Birçok hastada, çatışmanın belirli zamanlarında ve belirli alanlarında yoksunluk belirtilerine rastlayabiliriz (Druck, 1998). Örneğin, hastanın ego ve süperego yapısının düzeyi, onun belirli çatışmaları yönetme biçimini etkileyecektir. Erken dönem ihmali deneyimlemiş ve bu nedenle duygularını yansıtma kapasitesini geliştirememiş bir hasta (yani bir yoksunluk), yakınlık isteğini ve buna dair korkusunu (yani bir çatışmayı) anlamlandırmakta zorlanabilir. Belirli bir yoksunluğun sonucu olarak, hasta bu çatışmayı daha somut, eylem odaklı yollarla yönetebilir (örneğin, bir ilişkiyi hiçbir açıklama yapmadan bitirmek).

    Psikanalitik kuramların zenginliği ve çeşitliliği, psikanalizin gücü olduğu kadar, onun başlıca zayıflıklarından biridir. Çoğulculuğu mu yoksa tekçiliği mi benimsememiz gerektiği, özünde bir araştırma sorusudur; araştırma kanıtı olmadan farklı ekoller arasında akılcı bir seçim yapmak imkânsızdır. Mevcut durumda, herhangi bir psikanalitik kuramın güncel kanıtlarla en iyi şekilde örtüştüğünü ikna edici biçimde ortaya koyan bir kanıt bulunmadığından, tek bir kurama eleştirel olmayan bir bağlılık, belirli bir ölçüde kuşkuyla karşılanmalıdır.

    Bu kuramsal çeşitliliğin ortasında, aktarım ve karşıaktarım kuramı gibi konularda klinik kuram düzeyinde daha fazla yakınsama buluruz. Ancak bu açıdan bile farklı yaklaşımlar, teknikle ilgili farklı yönleri vurgular; örneğin yorumların öncelikle aktarım üzerinde odaklanıp odaklanmaması gibi. Klinik deneyim bize kısa sürede, en büyük müttefikimizin, hastanın zihin durumundaki -psişik örgütlenme düzeyindeki değişimleri yansıtan- kimi zaman seans içindeki hızlı değişimlere yanıt verebilmemizi sağlayan esnek bir yaklaşım olduğunu öğretir (Akhtar, 2000). Klinik düzeyde, klinik yapılar bir tür ampirik inceleme ve sınamaya tabi tutulabilir. Bu da, klinik terapötik çalışmamızı daha güvenle yönlendirecek ve eleştirmenlerimize yanıt vermemizi sağlayacak bilgiyi geliştirmemize yardımcı olacaktır.

    II. Uygulama

    Psikanalitik Psikoterapi Nedir?

    İnsan varlıkları olarak, “Nedir?” sorusunu “En iyisi nedir?” sorusuna dönüştürme konusunda tuhaf bir kapasiteye sahibiz. Terapötik modeller arasındaki farklılıklar, basitçe “farklılıklar” olmanın ötesinde, çoğu zaman, sözüm ona kazananı belirlemek amacıyla terapötik yaklaşımlar arasında karşılaştırmaların başlangıç noktası hâline gelir. Psikanalitik dünyada, her grubun, kendi farklılıklarını başka bir psikanaliz okuluna karşı ilan ederek kendi kimliğini pekiştirdiği bir kabile zihniyeti hâkimdir. Bu dinamik, genel olarak psikoterapi tarihinde ve psikanaliz ile onun bir uzantısı olan psikanalitik terapi arasındaki ilişkinin tarihinde çok belirgin biçimde görülür.

    Psikanaliz, Freud tarafından ilk tasarlandığında, son derece belirli bir hasta grubuyla sınırlı bir tedavi yöntemi olarak görülüyordu. Freud, bu konudaki tutumunda nettir ve tavizsizdir: psikanaliz, yalnızca nevrotik karakter yapısına sahip, aktarım ilişkisi geliştirebilen, motive, eğitimli ve o anda bir kriz içinde olmayan hastalara yardımcı olabilirdi. Bu ölçütlere göre, psikanaliz, günümüzde kamu sağlık hizmetlerinde psikolojik yardım için yönlendirilen hastalara pek bir şey sunamazdı, hatta belki hiçbir şey sunamazdı. Freud’un tasarladığı biçimiyle -ve hâla bazı psikanalistler tarafından da benimsendiği şekliyle- psikanaliz, yeterince hasta olup kapsamlı bir çalışmaya ihtiyaç duyan, ancak bunu [psikanalitik çalışmayı] kullanabilecek kadar da iyi durumda olan hastalarla sınırlı olmalıydı. Başka bir deyişle, sıkıntı yaşayan fakat klasik analitik ortamın getirdiği zorluk ve hayal kırıklıklarına -örneğin divan kullanımı ve psikanalitik seansın yapılandırılmamış doğası gibi tedavinin regresif yönlerine- dayanabilecek yeterli ego gücüne sahip hastalarla sınırlı olmalıydı.

    Freud, terapötik açıdan iyimser biri değildi. Ona göre, en iyi analizden beklenebilecek olan, nevrotik ızdırabın “sıradan mutsuzluk (common unhappiness)” ile yer değiştirmesiydi.21 Bu hedef, kesinlikle mütevazı değildir; ancak bazılarına, psikanalizin hastadan talep ettiği ciddi düzeydeki bağlılık göz önüne alındığında, belki de tatmin edici görünmeyebilir. Freud’un, psikanalizi bir tedavi yöntemi olarak görmekten ziyade, zihnin bilimi olarak taşıdığı potansiyelle daha çok ilgilendiğini söylemek yerinde olur. Bununla birlikte, psikanalizin, o dönemde mevcut olan ve yalnızca telkine dayandığını düşündüğü diğer tedavi yöntemlerinden üstün olduğunu savundu. Psikanalizin geniş skalada uygulanmasının, bizi “analizin saf altınını, doğrudan telkinin bakırıyla özgürce alaşım hâline getirmeye zorlayacağı” konusunda uyardı (1919: 168). Elbette Freud, kendi tedavi girişimleri hipnoz kullanımıyla başladığı için, telkinin gücünü olduğu kadar sınırlılıklarını da takdir edebilecek bir konumdaydı.

    21Freud’un terapötik kötümserliği, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden kısa bir süre sonra ortaya attığı bir kavram olan ölüm içgüdüsünün (death instinct) gücüne olan inancıyla bağlantılıydı (Freud, 1920).

    Freud’a ve o dönemdeki başlıca takipçilerine göre, dolaylı telkin, dikkati hastanın zihninin içeriğinden uzaklaştırıyordu; oysa bu içeriğin analizi, psikolojik hakikate giden yol olarak görülüyordu (Jones, 1997). Telkine dayalı yöntemler, hızlı sonuçlar sunsalar da kalıcı bir iyileşme sağlamayan, ikinci sınıf tedaviler olarak hak ettiği biçimde reddedildi. Telkinden söz etmek ise, elbette, terapötik ilişkinin etkisinden söz etmek demektir. Dolayısıyla, en başından beri etkileşim kavramı, yani iki kişi arasındaki ilişki fikri, kişilerarası etkiyle özdeş (isomorphic) kabul edilmiştir. Ancak bu gerçek, terapötik etkiye dair tartışmalarda sıklıkla göz ardı edilir.

    Günümüzde, diplomasi yetisinden bütünüyle yoksun olmadığı sürece, hiçbir psikanalitik uygulayıcı, diğer terapötik yaklaşımları -psikanalitik olsun ya da olmasın- yalnızca telkin yoluyla değişim sağlamakla sınırlı diye kamuoyu önünde küçümsemez. Ancak, diğer yaklaşımların değerini bilinçli olarak kabul etmenin ardında, psikanalizin, çoğu zaman hâlâ, diğer ruhsal değişim yollarından “farklı” olmaktan ziyade “daha iyi” olarak görülmesi gerçeği yatar. İlginçtir ki, bu tutum, psikanalitik terapi ile psikanalizin kendisinin göreli değerleri üzerine yürütülen güncel tartışmalarda da mevcuttur.

    Psikanalizin kendisi ile ondan türeyen yaklaşımlar arasındaki iddia edilen farklılıklar, ilgi çekici sorular ortaya çıkarır. En başından beri açıktı ki, psikanalitik terapi kuramsal kökenlerini psikanalizle paylaşsa ve aynı teknikleri kullansa da, dolayısıyla onun meşru bir uzantısı olsa da, bu, gözde bir çocuk değildi. Pek çok kişi, onun klasik yaklaşımın seyreltilmiş bir hâli olduğunu, tıpkı telkin gibi, daha yüzeysel bir değişim ürettiğini savunuyordu. Psikanalitik terapinin yükselişiyle birlikte, Freud’un da uyardığı gibi, psikanalizin altının seyrelme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu hissediliyordu. Bu savunmacı tutum, güncel tartışmalardan bütünüyle kaybolmuş değildir:

    Psikanalizin tüm psikopatoloji türleri için evrensel bir tedavi olmadığı ve bazı ağır psikopatolojilerin psikanalizin kendisinden ziyade psikanalitik psikoterapi gerektirdiği kabul edilmekle birlikte… yaygın tutum, bu alanları psikanalitik enstitülerin ve derneklerin çalışma alanı içinde araştırmamaktan yana olmuştur. Buradaki korku, bu tür ilişkili ve türev alanlara odaklanmanın, psikanalitik uygulamanın doğasını seyreltebileceği, psikanalistin kimliğini tehdit edebileceği ve sosyokültürel ortamda psikanalistlerin çalışmalarının, daha az donanımlı ya da kendine özgü biçimde eğitilmiş uygulayıcıların çalışmalarıyla karıştırılmasına yol açabileceğidir (Kernberg, 2002: 328).

    Geleneksel olarak, psikanalizin kendisi ile psikanalitik terapi arasındaki fark, kısmen pratik bir yaklaşımla, seans sıklığı açısından kavramsallaştırılır; psikanaliz, haftada en az dört ila beş seansı ifade ederken, psikanalitik terapi haftada en fazla üç seansa kadar olan uygulamaları ifade eder. Psikanaliz, sıklıkla belirli hedeflerin yokluğuyla (yani ucu açık olmasıyla) ve önemli bir karakter değişimini (change) amaçlamasıyla tanımlanırken; psikanalitik terapi, daha sınırlı hedeflere odaklanan ve yalnızca davranış ile karakter yapısında modifikasyonu (modification) amaçlayan bir yaklaşım olarak tanımlanır. Ancak bu ayrımlar, yakından incelendiğinde pek geçerli görünmez: Psikanalitik terapi bile, açık uçlu bir şekilde, yıllarca sürebilir ve hedefleri, tam bir analizin hedefleri kadar iddialı ve geniş kapsamlı olabilir. Elbette, hasta seanslara ne kadar sık katılırsa, terapi o kadar az bir şekilde haftanın olaylarını keşfetmeye kayar; böylece bilinçdışının keşfine daha fazla zaman ayrılabilir ve sıklıkla daha yoğun bir aktarım ilişkisi gelişir.

    Tarafsız bir gözle bakıldığında, iki yaklaşımın amaçları arasında kayda değer bir fark yoktur; kullanılan teknikler ya da onları desteklediği öne sürülen kuramlar açısından da bir farklılık bulunmaz. Her iki yaklaşım da aktarımın yorumlanmasına odaklanır; ancak daha kısa süreli ve daha az yoğun psikanalitik terapilerde, aktarımın yalnızca kısmi yönleri, terapinin belirli odağına ve ilgili hastanın hedeflerine uygun olarak yorumlanır. Psikanalitik terapinin, örneğin destekleyici müdahaleler ya da netleştirmeler gibi, psikanalizin kendisinden daha geniş bir müdahale yelpazesi kullandığını öne sürenler olabilir; ancak bu görüşün kanıtlarla desteklenmesi olası değildir, çünkü hiçbir analitik tedavi yalnızca yorumlamaya dayalı değildir.

    İki yaklaşımı net biçimde birbirinden ayırma güçlüğü açıktır: günümüzde, belirli bir kuramsal ekol ya da bazı ülkelerde asıl psikanaliz (proper psychoanalysis) olarak kabul edilen şey, başka bir ekol tarafından “sadece psikoterapi (only psychotherapy)” olarak yeniden sınıflandırılabilmektedir. Bu gerilimler, Freud’un döneminde de kendini göstermişti. Freud’un psikanalize uygunluk konusundaki katı ve sınırlı ölçütleri çerçevesinde, Ferenczi bu ortodoks anlayışa meydan okuyan en açık sözlü ve en tartışmalı düşünürlerden biriydi. Bunun bedelini ağır ödedi; çünkü yakın sayılabilecek bir zamana dek, psikanaliz içinde ne yazık ki ihmal edilmiş bir figür olarak kaldı. “Vahşi analiz (wild analysis)” uygulamakla damgalanan Ferenczi, terapist ile kurulan müşfik (benevolent) ilişkinin terapötik etkilerine büyük ilgi duyuyordu. Kendi yaklaşımında, örneğin daha kısa süreli analizler denemek ve analistin daha etkin bir tutum almasını savunmak gibi, yerleşik uygulama ölçütlerini aşan adımlar atarak psikanalizin günümüzdeki öznelerarası (intersubjective) ekolünün bazı özelliklerini önceden sezmişti. Onun çabaları, psikanalizi Freud’un belirlediği çerçeveden daha geniş bir hasta grubuna yayma isteğini yansıtıyordu. Bu tutum, daha sonra Franz Alexander adlı bir başka analist tarafından da benimsendi (Alexander & French, 1946). Alexander, daha ağır ruhsal sorunlar yaşayan bir hasta grubuyla çalışmaya elverişli, daha etkin tekniklerin kullanılmasını savunuyordu. Onun uygulaması, o dönemdeki analistlerin çoğunun benimsediği daha mesafeli ve soğuk duruştan farklı olarak, hastayla daha duygusal olarak içten bir ilişkiye dayanıyordu. Bu yaklaşım, “düzeltici duygusal deneyim (corrective emotional experience)” yoluyla iyileşme anlayışıyla özdeşleşti. Her ne kadar düzeltici duygusal deneyim kavramı, değişim sürecini belki de fazlasıyla basite indirgeyen bir açıklama sunsa da (Jacobs, 2001), aktarım yorumlarının yanı sıra psikanalitik terapideki değiştirici (mutative) unsurlara yönelik ilginin arttığı günümüzde yeniden önem kazanan bir kavramdır (bkz. Bölüm 3).

    Uzun yıllar boyunca, psikanaliz topluluğu içinde psikanalizin özünü sulandıracak her türlü girişime karşı önemli bir direnç vardı. Ancak Kuzey Amerika’da, psikanaliz ana akım psikiyatriyle bütünleşme mücadelesi verirken, başlangıçta psikanalize en iyi yanıt vereceği düşünülen gruptan çok daha çeşitli ve zorlu bir hasta kitlesiyle karşı karşıya kaldı. Bu durum, daha ağır ruhsal sorunları olan hastaların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için klasik tekniklerde yapılabilecek değişikliklere yönelik ilgiyi yeniden canlandırmada etkili oldu. Böylece tartışma, destekleyici (supportive) terapi ile keşfedici (exploratory) terapi olarak adlandırılan terapiler arasındaki farklara ve bunların farklı hastalar için uygunluğuna kaydı. Burada, hasta tarafından destekleyici olarak deneyimlenen müdahaleler ile başlı başına bir yaklaşım olarak destekleyici terapi arasındaki farkın altını çizmek önemlidir.

    Destekleyici terapi, psikanalitik geleneğin temel fikirlerinden yararlanır. Asıl fark, bu fikirlerin terapötik müdahaleye nasıl dönüştürüldüğünde yatar. Destekleyici terapide, terapist aktarımın ve direncin ortaya çıkma olasılığının çok farkındadır; ancak bunlar yalnızca nadiren yorumlanır. Aktarım yorumlandığında ise genellikle, hastanın yansıtmasını karşılayan ve gerçeği vurgulamayı amaçlayan bir müdahale bağlamında yapılır. Örneğin, diyelim ki hasta terapisti eleştirel biri olarak deneyimliyor; bu durumda destekleyici bir müdahale şu şekilde olabilir: “Sizi eleştiriyormuşum gibi hissettiğinizde çok incindiğinizi görüyorum; fakat aslında söylemeye çalıştığım şeyde bir eleştiri niyetim yoktu.” Destekleyici bir müdahale, hastanın mevcut gerçekliğine, aktarımın gerçekçi unsurları da dahil olmak üzere, yanıt vermeyi içerir. Terapist daha etkileşimlidir ve psikoeğitsel bilgilere daha fazla yer verir. Terapist, hastaya övgü ve cesaretlendirme sunabilir; hatta daha nadir durumlarda, “Sizin durumunuzdaki çoğu insan kendini çok bunalmış hissederdi” gibi, normalleştirici müdahaleler yoluyla bir ölçüde güvence de verebilir. Bu yaklaşım, bu nedenle, daha ağır ruhsal sorunları olan ya da psikanalitik terminolojiyle ifade edersek, “ego gücü” daha düşük olan hastalar için uygun kabul edilir (bkz. Bölüm 4).

    Destekleyici ve keşfedici müdahale arasındaki farkı netleştirmek için, seanslarından birine gelmeyi “unutan” bir hastayı örnek alalım. Hasta, terapistini bir sonraki görüşünde, bu durumu nedeniyle kendini sert bir şekilde eleştirsin. Ayrıca, seansın kaçırılmasından önceki hafta terapistin hastalık sebebiyle seansı iptal ettiğini varsayalım. Eğer bu hasta destekleyici bir terapide olsaydı, seansı unutması ve kendini eleştirmesi şöyle bir ifadeyle ele alınabilirdi: “Unuttuğunuz için kötü biri değilsiniz.” Destekleyici terapist ardından, hastanın kendisini her zaman mükemmel davranmaya zorlayan eleştirel bir yanının farkına varmasına yardımcı olmaya çalışabilirdi. Eğer bu hasta keşfedici bir terapide olsaydı, terapist bunun yerine şöyle diyebilirdi: “Bence yalnızca seansınıza gelmeyi unuttuğunuz için kendinize kızgın değilsiniz; aynı zamanda geçen seansı iptal ettiğim için bana da kızgınsınız.” Dolayısıyla keşfedici terapist, hastanın yüzeydeki davranışının ardında yatan unsurlara değinerek müdahale etmeyi amaçlar ve hastanın düşmanlığını (hostility) aktif biçimde ele alarak, bu davranışın bilinçdışı anlamını yorumlar.

    Destekleyici terapi mevcut savunmaları ve işlevsellik düzeyini korur ya da güçlendirirken, keşfedici terapi, hastanın çatışmalarını ve kullandığı savunmaları ifade etmesi ve terapistin açığa çıkanları yorumlaması yoluyla kendini anlamanın artmasını teşvik eder. Terapistin müdahaleleri, hastanın terapiste ve diğer önemli kişilere yönelik sorunlu tepkilerini ele alma eğilimindedir.22 Terapiste yönelik olumsuz duygular, destekleyici terapide ancak önemli bir direnç kaynağı haline geldiklerinde aktif olarak ele alınırken, keşfedici terapide en baştan itibaren aktif olarak araştırılır.

    22Kısa psikanalitik terapi, destekleyici ya da keşfedici olabilir. Genellikle terapistin, tematik olarak ilişkili dinamik çatışmalardan oluşan bir bütün hakkındaki değerlendirmesine dayanır.

    Psikanalitik Psikoterapinin Amaçları: Farklı Bakış Açıları

    Psikanaliz, çeşitli kuramsal ekolleri kapsayan bir şemsiye terimdir. Farklılıklarına rağmen, bu ekoller tedavinin amaçları konusunda tek bir noktada birleşir: eğer amacınız çatışmadan kaçınmaksa, hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Freud (1930) bu konuda açık sözlüydü: insanın mutluluğunun Yaratılış planında yer almadığını ve dolayısıyla psikanalitik tedavinin amaçlarından biri olarak da yer almadığını savundu. Çatışmadan kaçınmak, terapinin amacı değildir. Aksine, analitik yaklaşım çatışmayı canlı tutmanın, hatta eğer yerini savunmacı bir boyun eğme ya da mevcut duruma razı olma hâli aldıysa onu yeniden alevlendirmenin önemini vurgular:

    İnsanların psikanalize gelmelerinin, acı çekmelerinin nedeni, bir çatışmayı otoriter bir düzen dayatarak bastırmış olmalarıdır… Süperegoyu çatışmanın nedeni değil sabotajcısı olarak düşünmek aydınlatıcı olabilir”

    (Phillips, 2001: 129).

    Psikanalitik terapinin amaçları zaman içinde evrim geçirmiştir. İlk başta, amaçlar genel metapsikolojik terimlerle formüle edilmişti; burada Freud’un topografik modelinde temel amaç bilinçdışını bilinçli hâle getirmekti. Onun zihnin yapısal modeline geçişiyle uyumlu olarak ise tedavinin amacı, egonun kişilik yapısındaki konumunu güçlendirmek, onun özerkliğini teşvik etmek ve içgüdüsel dürtüler üzerindeki kontrolü geliştirmek hâline geldi:

    Analiz, patolojik tepkileri imkânsız hâle getirmeye değil, hastanın egosuna bir yöne ya da diğerine doğru karar verme özgürlüğünü kazandırmaya çalışır.

    (Freud, 1923b: 50)

    1920’lerde tedavinin bir diğer temel vurgusu, daha sağlam bir egonun yanında, hastanın süperegosunda bir değişim yaratarak onun egoya karşı daha yumuşak ve daha hoşgörülü hâle gelmesini sağlamaktı.

    Psikanalizin ilk dönemlerinde, tedavi amaçları bugünkünden daha iddialıydı -hatta kimilerine göre gerçekçi olmaktan uzaktı. Örneğin, Ferenczi, analizi, hastanın tüm karakter oluşum sürecinin içgüdüsel temellerine kadar izlenmesi gereken “gerçek bir yeniden eğitim (a true re-education)” olarak görüyordu. Genel anlamda amaç, yalnızca davranışsal değişim değil, bilinçdışı içsel çatışmaların çözümüne dayalı “yapısal (structural)” bir değişimdi. Davranışsal değişim ise, psikanalitik uygulayıcılar tarafından o dönemde olduğu gibi bugün de sıklıkla daha yüzeysel ve daha az kalıcı olarak değerlendirilmektedir.

    Nesne ilişkileri kuramının etkisini artırmasıyla birlikte psikanalizin amaçları da değişti. Nesne ilişkileri kuramcıları, bir analizin temel amacının, hastanın ilişkilerinde iyileşme sağlamak olduğunu savundular. Bu hedef, günümüzde de nesne ilişkileri yaklaşımlarının merkezinde yer almaktadır. 1960’lara gelindiğinde, amaçlar daha idiografik [bireysel farklılıkları araştıran] bir yön kazandı; hastanın bireysel psişik yapısı ve karakterolojik sınırlılıkları dikkate alınmaya başlandı (Sandler & Dreher, 1996). Bu değişim, psikanalizin sınırlarına ilişkin daha gerçekçi bir anlayışın başlangıcını işaret ediyordu. 1970’lerde ise, psikanaliz içinde çoğulculuğa yönelik artan hoşgörü ortamında, psikanalitik yaklaşım daha ağır bozukluklara sahip hasta gruplarına da uygulanmaya başlandı. Hasta ne kadar ağır bozukluklara sahipse, tedavi hedefleri de o ölçüde daha mütevazı hale geldi. Vurgu, kişilik yapısını değiştirme amacından, hastaların kişilik zorlukları veya belirli çatışmaları çerçevesinde mümkün olduğunca yapıcı bir şekilde “bunlarla yaşamasına” ya da “bunları yönetmesine” yardımcı olmaya kaydı. Bu yaklaşım, aynı zamanda tedavi hedeflerinin hastanın yaşam hedefleriyle ilişkilendirilerek daha hasta merkezli bir biçimde kavramsallaştırılmasına da olanak tanıdı.

    Terapinin amaçları, özünde, psikanalizin farklı ekollerinin benimsediği zihin modellerini yansıtır. Dolayısıyla ego psikologlarının amacı, çatışmanın çözülmesine dayalı olarak psişik yapının değiştirilmesi ve bunun sonucunda egonun özerkliğinin artmasıdır; böylece ego, çatışmalara, farklı duyguların çekimine ve bilinçdışının mantıksızlığına tahammül edebilir hâle gelir. Tedavide vurgu, bilinçdışı dürtüler ile bilinç arasındaki sorunlu ilişkilere yöneliktir. Kendilik psikologlarının amacı ise kendiliğin daha tutarlı bir uyum/bütünlük kazanmasını sağlamaktır. Nesne ilişkileri kuramcıları, önemli ötekilere ait içsel temsillerin değiştirilmesine ve daha uyumlu dış ilişkilerin geliştirilmesine odaklanır. Klein’cılar ise zulmedici (persecutory) ve depresif kaygıların azaltılmasına, yasla başa çıkabilmeye ve bölünmüş kendilik parçalarının bütünleştirilmesine yardımcı olmaya yoğunlaşır. Klein’a göre psikanalizin görevi, çözümlenmemiş ilkel çatışmaların sürdürdüğü bölünmeleri aşarak psişenin bütünleşmesini kolaylaştırmaktır. Bu, projeksiyonların geri alınmasını (re-owning projections) ve kişide yoğun kaygı uyandıran kendilik yönlerini içinde taşıyabilmeyi gerektirir. Terapi, bireyin ambivalansa tahammül edebilmesine, yani yıkıcı dürtülerden (destructive impulses) kaynaklanan suçluluk yükünü taşıyabilmesine ve onarıcı dürtülerine (reparative impulses) güven duymasına yardımcı olmayı amaçlar.

    Ortaya çıkmaktadır ki, amaçları formüle etmenin tek bir yolu yoktur. Günümüzde, kuramlar arasındaki farklılıklara rağmen birçok terapist, analitik çalışmanın merkezinde, hastanın iç dünyası ile dış gerçekliği arasındaki dinamik etkileşimin araştırılmasının yer aldığı konusunda hemfikirdir. Bu araştırma, hastanın, yansıtma süreçlerinin bozucu etkisini daha iyi kavrayabilmesini sağlar. Nihai amaç, ruhsal dengede kalabilmek için aşırı ölçüde bölme ve yansıtma mekanizmalarına başvurmak zorunda olmayan, daha bütünleşmiş bir kendilik oluşmasına olanak tanımaktır.

    Belki de Freud’un zamanından bu yana amaçlardaki en önemli değişim, günümüzde daha az sayıda terapistin bastırılmış anıların geri kazanılmasını analitik çalışmanın temel amacı olarak görmesidir. Bunun yerine, kendi üzerine düşünme (self-reflection) kapasitesinin oluşturulması veya geliştirilmesi hedeflenmektedir. Kendi üzerine düşünme kavramı, ego psikolojisi yaklaşımından (Bram & Gabbard, 2001) ortaya çıkmıştır. Bu kavram, bireysel zihnin, kendisini hem başkalarıyla ilişkili olarak kendi davranışları hem de başkalarının kendisine yönelik davranışları açısından düşünmenin nesnesi haline getirme kapasitesini ifade eder. Kendi üzerine düşünme, kişinin kendisinin ve ötekilerin davranışlarını zihinsel durumlar (yani düşünceler, duygular, niyetler ve güdüler) üzerinden anlayabilme yetisini; ayrıca bu zihinsel durumların, “mevcut çok sayıda olası bakış açısından yalnızca birine dayalı olduğu” gerçeğini kavrayabilme becerisini (Fonagy & Target, 1996: 221) ifade eder.

    Fonagy ve Target’ın (1996, 2000) tanımında, reflektif işlevsellik/derinlikli düşünme işlevselliği (reflective functioning) kavramı bağlanma kuramı ve araştırmalarından doğmuştur. Bu anlamda reflektif işlevsellik kapasitesi, bedensel yaşantılara sözcükler ve imgeler atfedebilme ve bunları bütünleştirerek psikolojik anlamlar oluşturabilme, yani “zihinselleştirme (mentalising)” yetisini ifade eder. reflektif işlevselliğin, ilişkiler geliştirme ve sürdürme kapasitemizin temelinde yer aldığı düşünülmektedir; çünkü başkalarının davranışlarını onların içsel durumlarına atfedebilmek, bu davranışları daha anlamlı ve öngörülebilir kılar, iletişim ve empatiyi mümkün kılar. Kendi üzerine düşünme kapasitesi bir süreklilik üzerinde konumlanır; bireyin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak daha fazla ya da daha az etkin ve aracılık edici olabilir. Örneğin, travmatik bir yaşantı sonucunda ortaya çıkan şiddetli ruhsal baskı altında bu kapasite zayıflayabilir ve bireyin, travmatik yaşantıyı kendi “kötülüğü”ne atfedilen kişiselleştirilmiş bir saldırı olarak yorumlamasına yol açabilir.

    Fonagy ve arkadaşları (2002), tüm terapilerin, terapistin hastayı niyet sahibi (intentional) bir varlık olarak tanıdığı ve hastanın da kendisine niyet sahibi ve gerçek bir varlık olarak yaklaşmasına yardımcı olunduğu bir alan sağlamaya çalıştığını savunur. Başka bir deyişle, tüm terapilerin, en azından kısmen, mentalizasyonu (Allen & Fonagy, 2006) artırma biçimleri aracılığıyla değişime yol açtığını öne sürerler. Mentalizasyon, başkaları ya da kişinin kendi hakkında yapılan hayal gücüne dayalı zihinsel bir etkinlik biçimidir; yani insan davranışını, niyete dayalı zihinsel durumlar (örn. ihtiyaçlar, arzular, duygular, inançlar, hedefler, amaçlar ve nedenler) açısından algılama ve yorumlama sürecidir. Bu nedenle, hangi yaklaşımla ele alınırsa alınsın, terapötik çalışmanın odak noktası ve amacı, zihinsel durumların anlaşılması haline gelir. Bu basit ama son derece sofistike terapi hedefi değerlendirmesi, terapinin ulaşmaya çalıştığı şeyin belki de en anlaşılır açıklamasını sunar.

    Psikanalitik Terapide Temel Müdahaleler

    Daha önce gördüğümüz gibi, psikanaliz oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan bir alandır. Bu bölümde amaç, belirli bir psikanalitik yaklaşımı savunmaktan ziyade, psikanalitik yaklaşımın diğer terapi yöntemlerinden farkını ortaya koyan ve özünü damıtan ortak unsurları vurgulamaktır. Wallerstein (1992), psikanalizin kuramsal çoğulluğuna rağmen, klinik kuram düzeyinde ortak bir zemin bulunduğunu öne sürer. Sandler ve Dreher (1996) ise bu olguyu, terapistlerin “örtük kuramlar”ı (implicit theories) ile açık kuramları (explicit theories) arasında yaptıkları ayrıma dayandırarak açıklar. Onlara göre örtük kuramlar, açık kuramlara kıyasla daha pragmatiktir ve bu durum, farklı kuramsal eğilimlere sahip psikanalitik terapistler arasında, uygulama düzeyinde daha fazla yakınsama olmasını açıklayabilir.

    23Bu bölüm, Jones ve Pulos (1993) ile Blagys ve Hilsenroth (2000)’den uyarlanmıştır.

    Yorum (Interpretation)

    Geleneksel olarak psikanaliz, yorum (interpretation) kavramıyla ilişkilendirilmiştir. Yorum, başlangıçta bilinçdışını bilince getirme olarak tanımlanmıştır. Freud döneminde terapistin temel işlevi, yani hastanın bilinçli çağrışımlarının bilinçdışı anlamlarını tercüme etmek, yorum yapmaktı. Büyük ölçüde bu, farklı ekoller içinde psikanalitik uygulamanın temel dayanağı olmaya devam etmektedir. Günümüzde ise yorum, kişilerarası temalara değinen ve önemli ötekilerle ve terapistle kurulan ilişki örüntüleri arasında anlamlı bağlantılar kuran müdahaleler olarak da tanımlanmaktadır.

    Psikanalitik uygulamanın ilk dönemlerinde, terapistin müdahaleleri hastanın geçmişine ve daha özel olarak da mevcut güçlüklerin geçmiş deneyimlerle bütünleştirilmesine odaklanıyordu. Bu nedenle yorumlar, mevcut örüntüleri açıklığa kavuşturmak amacıyla geçmiş olayların yeniden yapılandırılmasına dayalı olma eğilimindeydi. Her ne kadar aktarım yorumları (bu bölümde tartışıldığı gibi) Freud’un psikanalitik çalışmasının önemli bir parçası olsa da, aktarım yorumunu geçmişteki ya da paralel bir ilişkiye bağlama eğilimi daha baskındı.

    Bilişsel-davranışçı terapi (BDT) uygulayıcısının da hastasının olumsuz bilişlerini yorumladığını söyleyebiliriz; ancak psikanalitik bir yorum bundan oldukça farklı görünür. Örneğin, mutsuz bir evliliği olan, kocasından şikâyet eden ve evlilikte sıkışıp kaldığını hissettiği için depresif hisseden bir hastayı ele alalım. Sorun çözme yaklaşımı benimseyen bir BDT terapisti bu duruma şu şekilde yaklaşabilir: “Görünüşe göre bu zor durumdan çıkış yolu olmadığını hissediyorsunuz. Neden bu ilişkiyi bitirmeyi zorlaştıran şeylerin bir listesini yapmıyoruz?” Psikanalitik terapist ise şöyle diyebilir: “Bana kocanızdan ayrılmak istediğinizi söylüyorsunuz, ancak bunu yapmanızı engelleyen bir şey var gibi görünüyor. Acaba sizi geri tutan şey, kocanıza yönelik bir şikâyetiniz olmasa kendinizde yüzleşmekten kaçındığınız bazı rahatsız edici hislere bakmak zorunda kalacak olmanız olabilir mi?” Bu ikinci yorum, bir çözüm bulmaya odaklanmak yerine, hastanın içinde bulunduğu çıkmazın anlamını ve bu ilişkide kalmaya yönelik bilinçdışı gereksinimini anlamaya odaklanır; burada koca, hastanın kendi bölünmüş hislerinin deposu işlevi görür. Bu tür bir yorum, ilk sorun odaklı müdahaleye kıyasla daha zorlayıcıdır.

    Analitik Tutum (Analytic Attitude)

    Kişilik farklılıklarından kaynaklanan bireysel değişkenlikler olmakla birlikte, analitik terapistler genel olarak çalışmalarına oldukça belirgin bir şekilde yaklaşırlar: mümkün olduğunca fark edilmeyecek (unobtrusive) şekilde hareket etmeye, anonim (anonymous), daha nötr ve tatmin edici olmayan (non-gratifying) bir duruş sergilemeye özen gösterirler. Bu tutum, başlı başına bir müdahale işlevi görür; çünkü çoğu hasta, analitik terapistin kişisel soruları yanıtlamaktaki isteksizliğine, tavsiye veya güvence sunmamasına ya da seansı yapılandırmamasına oldukça kendine özgü biçimlerde tepki verecektir. Terapistin şahsına yönelik bu tepkiler, sonrasında keşif konusu haline gelir ve hastanın nesne ilişkilerinden oluşan iç dünyasının ayrıntılandırılmasına giden bir yol sunar.

    Şimdi ve Burada Aktarım Odağı (Here-and-Now Transference Focus)

    Nesne ilişkileri kuramının gelişmesiyle birlikte, analitik çalışmanın odağı kişilerarası temalara kaymıştır. Bu vurgu, psikanalitik kuram ve uygulamanın tek-kişilik psikolojiden iki-kişilik psikolojiye doğru evrilmesiyle son 20 yıl içinde sistematik biçimde pekiştirilmiştir. Bu değişimle birlikte, terapist ve hasta tarafından birlikte yaratılan iki kişilik alanın (bi-personal field) farkındalığı da ön plana çıkmıştır. Güncel modeller bu nedenle daha çok şimdi ve burada üzerinde yoğunlaşır. “Şimdi ve burada (here-and-now)” vurgusu, hastanın mevcut ilişkilerinin -ve özellikle öncelikli olarak terapistle kurduğu ilişkinin- keşfini ifade eder. Bu ilişki, içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin bir gerçekleşimi (actualisation) olarak anlaşılır. Dolayısıyla yorumlar, hasta ile terapist arasındaki etkileşim sürecini -yani bir aktarım yorumunu- öne çıkarır ve nihayetinde hastanın yaşamındaki diğer ilişkilerle bağlantılar kurulmasına yol açar.

    Ekoller arasında, aktarımın ilk oturumdan itibaren mi yorumlandığı -ki bu, Kleinci yaklaşımlara daha özgüdür- yoksa aktarımın gelişmesine izin verilip yalnızca daha sonra mı yorumlandığı -ki bu da, başlangıçta terapötik ittifakın geliştirilmesine daha fazla önem veren klasik Freudcu yaklaşımlara daha özgüdür- konusunda hâlâ farklılıklar vardır (Couch, 1979). Ancak genel olarak, güncel uygulama giderek daha erken ve daha sistematik aktarım yorumuna doğru kaymış, yeniden yapılandırıcı yorumlara verilen önem ise azalmıştır (bkz. Bölüm 6 ve 8).

    Duygulanıma Odaklanma (Focus on Affect)

    Duyguların (emotion) ifade edilmesi, psikanalitik çalışmanın merkezinde yer alır. Örneğin, öncelikle hastanın bilişlerine odaklanan BDT’nin aksine, psikanalitik terapi öncelikle hastanın duygulanımsal deneyimini (affective experience) keşfetmeyi hedefler. Elbette, psikanalitik terapistler hastanın düşünce (thought) ve fantezi (phantasy) içeriklerine de dikkat ederler. Ancak psikanalitik terapistler, hastanın getirdiği materyalin aktarım açısından ne ifade ettiğini dinleyerek ve bunu yorumlayarak ele alırlar; böylece belirli düşünce ya da faneazilerle ilişkili örtük (latent) ve açık (manifest) duygulanım olabildiğince “canlı” bir şekilde araştırılabilir. Örneğin öfke ya da küçümseme gibi duygulanımlar, hastanın seansın şimdi ve buradasında terapiste karşı deneyimlediği biçimiyle ele alındığında, seans dışındaki bir olayda bu duygulanımları yaşamış olmasına dair geriye dönük konuşmaktan çok daha faydalıdır. Bir deneyimi aktarmak, görece olarak yoğunluğu azaltılmış bir anlatı üretir ve aktarımın sağladığı anlık deneyimden yoksundur. İşte “şimdi ve burada”daki bu duygulanımsal canlılık, “orada ve o zaman” hissedilmiş deneyimin terapötik olarak yeniden işlenmesine imkân tanır.

    Serbest Çağrışım (Free Association)

    Psikanalitik terapi, yapılandırılmamış (unstructured) bir yaklaşımdır. Belirli bir problemi keşfetmeye davet eden ve terapistin görevinin bu problemi sorular yoluyla ya da psikoeğitim veya temel şemaların sorgulanması gibi başka müdahaleler aracılığıyla ele almak olduğu pek çok terapi yaklaşımının aksine, psikanalitik terapist seansa herhangi bir yapılandırma olmaksızın yaklaşır ve hastayı da ne söyleyeceğini önceden planlama ihtiyacını bırakmaya davet eder. Serbest çağrışım kuralı, hastanın, önceki hafta ya da seansın birkaç dakika öncesinde konuşulanlarla bağlantılı olup olmadığına bakmaksızın, aklına gelen her şeyi söylemesini ister. Bunun arkasındaki fikir şudur: hasta ancak, mantıksal olarak tutarlı ve amaçlı iletiler üretme gereksinimini bırakabildiğinde, bilinçdışı anksiyeteler veya anlamlar, kendiliğinden oluşan çağrışımlar yoluyla ortaya çıkabilecektir.

    Hastanın arzularının, rüyalarının ve fantezilerinin keşfi – Serbest çağrışım kuralı, analitik terapistin ilgi odağını, yani hastanın mantık dışı duyguları, düşünceleri ve fantezileri üzerine yoğunlaşmasını vurgular. Müdahaleler, hastanın yaşantısının daha bilinçdışı yönlerinin ayrıntılandırılması ve ifade edilmesini kolaylaştırmaya yöneliktir; bunlar, örneğin rüyalar aracılığıyla verimli bir şekilde araştırılabilir. Hastanın yaşamına ilişkin dış gerçeklik kabul edilir ve üzerinde çalışılırken, psikanalitik terapist esas olarak hastanın iç gerçekliği ile ve bu gerçekliğin, dış dünyada algılanan olgulara yüklenen özgül anlamı nasıl etkilediğiyle ilgilenir.

    Savunmanın ve Direncin Analizi (Analysis of Defence and Resistance)

    Tüm psikanalitik yaklaşımlar, hastanın ruhsal acıyla başa çıkma girişimlerini keşfetmeye odaklanır. Yorumlar, çoğu zaman, hastanın acıdan kaçınmak ya da onu yönetmek için kullandığı kendine özgü yolları hastanın dikkatine sunmayı amaçlar. Benzer şekilde, direnç yorumları da, terapinin bağlamı içinde hastanın keşfetmekten kaçındığı konuları ve terapinin ilerlemesini engelleyen diğer davranışları (örneğin seanslara geç gelme, sessizlikler) ele alır (bkz. Bölüm 7).

    Karşıaktarımın Kullanımı (Use of Countertransference)

    Günümüzde tüm terapötik yaklaşımlar, terapötik ilişkinin kalitesinin terapinin sonucunda önemli olduğunu kabul etmektedir. Ancak yalnızca psikanalitik yaklaşımlar, terapistin hasta karşısında hissettiği kendi duygusal tepkilerini -yani karşıaktarımını- nasıl kullandığına ayrıntılı bir şekilde odaklanır. Karşıaktarımın kullanımı, klinik tabloya bütünüyle hâkimdir. Terapistin hasta ile birlikteyken hastayı deneyimleme biçimi ve onda uyanan duygular, son derece ciddiye alınır ve yansıtma ile yansıtmalı özdeşim (bkz. Bölüm 7 ve 8) gibi süreçlerin anlaşılması yoluyla, hastanın kendi ruhsal durumları hakkında önemli bir bilgi kaynağı olarak değerlendirilir.

    Psikanalitik yaklaşımın en ayırt edici özelliklerinden bazılarını damıtmaya çalışırken, yukarıda belirtilen bazı özelliklerin yalnızca psikanalitik uygulayıcılara özgü olmadığını akılda tutmak önemlidir. Örneğin, kişilerarası örüntüler, bilişsel şema odaklı terapistler için de en az psikanalitik terapistler kadar ilgi çekicidir. Hümanistik terapistler de duygulanıma odaklanırlar ve şema temelli bilişsel terapistler de benzer şekilde düşüneceklerdir. Bu açılardan psikanalitik yaklaşımı ayırt eden şey, hastayla gelişen aktarım ilişkisinin ayrıntılı bir şekilde anlaşılması bağlamında, duygulanıma ve kişilerarası temalara tutarlı bir biçimde odaklanmasıdır. Başka bir deyişle, yaklaşımı farklı kılan herhangi tek bir özellik değildir; aksine, bu özelliklerin sistematik bir biçimde birbirine dokunması ve terapötik ilişkinin iniş çıkışları aracılığıyla ele alınmasıdır. Dahası, yukarıda da belirtildiği gibi, psikanalitik terapist çok özel bir tutum benimser (bkz. Bölüm 4). Bir psikanalitik seans, örneğin bir bilişsel-davranışçı seanstan sıklıkla belirgin biçimde farklı hissedilir. Bunun nedeni, terapistin psikanalitik bir seansta kendini daha nötr ve sorgulayıcı bir biçimde ortaya koymasının, çeşitli soruları yanıtlamaya hazır, daha etkin ve yapılandırılmış bir terapistin yarattığı ortamdan çok farklı bir terapötik atmosfer oluşturmasıdır. Psikanalitik terapist, soruyu yanıtlamaktan ziyade, hastanın bu soruyu en başta neden sorduğunu onunla birlikte keşfetmeye yönelir.

    Farkı Yaratan Nedir?

    Bu sorunun basit ve dürüst cevabı, başarılı bir terapinin temel unsurları hakkında görece az şey bildiğimizdir. Örneğin, BDT ve Kişilerarası Terapi (KT) gibi yaklaşımların etkili olduğu gösterilmiş olsa da, bu terapilerin hangi bileşenlerinin değişimi sağlayan etkenler olduğunu bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz şey, farklılıklarına rağmen birden fazla terapötik yaklaşımın etkili olduğunun gösterilmiş olmasıdır. Ayrıca, psikanalitik çalışmayla tipik olarak ilişkilendirilen kendine özgü vurgu ve teknikler bulunsa da, bunların hiçbiri yalnızca psikanalize özgü değildir. Nitekim, araştırmalardan ortaya çıkan önerme, farklı terapötik yöntemler arasında, teknik düzeyinde, kaynaklandıkları kuramların ilk bakışta düşündürebileceğinden daha fazla ortaklık bulunduğudur.

    Her ne kadar terapinin süreci, örneğin BDT ile psikanalitik terapi arasında çoğu zaman niteliksel olarak farklı olsa da, BDT’deki gelişimsel yaklaşımlar ile psikanalitik yaklaşımlar arasında belli bir yakınlaşma olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Daha genel olarak, Bateman’ın belirttiği gibi, “Terapinin marka adı artık uygulamada neler olduğunu göstermemekte ve hatta kuramsal farklılıklar aralığı bile eskisine kıyasla daha dar görünmektedir” (2000: 147).

    Genel olarak araştırmalar, uygulayıcının deneyimi arttıkça, uygulama düzeyinde görülen farklılıkların azaldığını göstermektedir. Örneğin, Goldfried ve Weinberger (1998), farklı kuramsal yaklaşımlara (yani, analitik ve analitik olmayan) sahip usta terapistlerin önemli olarak tanımladıkları seanslarda, yönelimler arası çok az fark bulmuşlardır.

    Psikanalitik bir terapist tarafından yazılmış psikanalitik terapi üzerine bir kitapta, bu yaklaşıma yönelik bir miktar yanlılık olabileceği tahmin edilebilir. Ancak, psikanalitik müdahalelerin terapötik değeri yalnızca kişisel bir yanlılık meselesi değildir. Aksine, yalnızca kullanılan müdahaleleri değil, değişimle ilişkili olanları da ele alan süreç araştırmaları, geleneksel olarak “psikanalitik müdahaleler” olarak kabul edilen unsurların yararlılığına işaret eden ilginç sonuçlar ortaya koymuştur. Örneğin, Jones ve Pulos (1993) 30 kısa süreli psikodinamik terapi seansı ile 32 BDT seansındaki süreci incelediler. BDT’de daha iyi bir sonuç, bilişsel teknikler tarafından öngörülmedi; bunun yerine, psikodinamik keşif müdahaleleriyle (örneğin, “duygulanımın ortaya çıkarılması”, “rahatsız edici duyguların farkındalığa getirilmesi” ve “zorlukların geçmiş deneyimle bütünleştirilmesi”) ilişkili bulundu. Wiser ve Goldfried (1996), değişim açısından önemli olarak tanımlanan seanslarda, BDT terapistlerinin sıklıkla “hastanın deneyimine ilişkin terapistin bakış açısını sunan ifadeler” olarak tanımlanan yorumları kullandığını tespit etti; ancak çalışma, bu yorumların içeriğini kontrol etmedi. Ablon ve Jones (1999) ise NIMH24 kasetlerinin yeniden analizinde, kısa süreli terapinin süreci ne kadar çok psikodinamik bir yaklaşımla ortak özellik taşıyorsa, etkili olma olasılığının da o kadar yüksek olduğunu buldu.

    24Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü’nün (NIMH) depresyon tedavilerine ilişkin çalışması

    Psikoterapide Stil ve Teknik

    Psikanalitik terapistlerin hastalarıyla yaptıkları çalışmalar, aktarımın yorumlanması gibi belirli tekniklerin kullanılmasına ve bu tekniklerin uygulanış biçimindeki kişisel stile dayanır. Terapistler, terapötik stilleri açısından geniş bir yelpazede farklılık gösterir; daha mesafeli ve sessiz kalanlardan, daha etkileşimli ve kendini açanlara kadar. Bazıları hastayı sürece dahil etmek için mizah kullanır; bazıları ise bunu anlaşılması ve yorumlanması gereken bir sahneleme (enactment) olarak görür. Bazıları kişisel soruları yanıtlamaya istekliyken, diğerleri bunları hastanın kaygısının bir dışavurumu ya da terapistin yanıtlamayı tercih etmesi durumunda bir sahneleme olarak ele alır. Bazıları hastalarını gülümseyerek karşılar; bazıları ise ciddi bir yüz ifadesiyle karşılar. Bu varyasyonlar insan doğası kadar sınırsızdır. Ne kadar tarafsız olmaya çalışırsak çalışalım, her bir terapötik seans farklı hissedilecek ve kendi kişiliğimizin farklı yönlerini, kör noktalarımızla birlikte, açığa çıkaracaktır.

    Dolayısıyla teknik, kim olduğumuza ve kendi analitik deneyimlerimize bağlı olarak farklı şekilde yorumlanır. Bu stil farklılıkları ile terapi sonuçları arasındaki ilişki pek iyi anlaşılmış değildir. Ancak, bir yorumun terapötik değerinin yalnızca içeriğine bağlı olmadığı kuvvetle muhtemeldir. Örneğin, yorumun, hastanın kendi başına mantıklı olup olmadığını düşünmesine davet edecek bir biçimde mi yoksa terapist tarafından “hakikat” olarak mı sunulduğu, muhtemelen önemli bir fark yaratır. Bunun nedeni, sözcüklerin ardındaki niyetin önemli olmasıdır. Hastalar, terapistlerinin yalnızca doğru yorumlar üretip üretmedikleriyle değil, aynı zamanda terapistlerinin kendilerine yönelik zihinsel durumu ile ilgilenirler. Örneğin, bir terapist, hastasının düşmanca fantezilerini fark etme konusunda entelektüel açıdan çok yetkin olabilir ancak bunu, kendi entelektüel üstünlüğünü sergileyen, zafer kazanmış bir tavırla yorumlayabilir. Bir başka terapist ise doğru yorum yapabilir fakat bunu öyle mesafeli bir şekilde dile getirir ki hasta kendini nesneleştirilmiş hisseder. Terapist ile hasta arasındaki etkileşimin niteliği kritik bir değişkendir. Bazı iletişim tarzları, muhtemelen iyi bir terapötik ittifakın kurulmasına diğerlerinden daha elverişlidir.

    Terapötik stilin teknik üzerindeki etkisi nadiren açıkça formüle edilir. Freud’un uygulamalarının, önerdiği tekniksel yönergelerden önemli ölçüde sapmış olduğu iyi bilinir (bkz. Bölüm 4): yazılarında savunduğu nötr, boş-ekran kişiliğine titizlikle yaklaşmaya çalışan birçok terapistin aksine, Freud çok daha sıcak ve etkileşimliydi. Bu tür özgül olmayan faktörlerin tedavi sonucuna etkisi konusunda öğreneceğimiz çok şey var. Ancak, psikanalizin terapist ile hasta arasındaki ilişkiye yaptığı vurgu göz önüne alındığında, terapistin kişiliğinin sonucu etkileyen belirgin bir etken olarak ortaya çıkmaması şaşırtıcı olurdu.

  • Psikodinamik Teknikler (Kitap)

    İçindekiler

    Giriş (Aşağıda)

    1. Duygusal Bağlanma ve Karşılıklı Etkileşim: Terapinin Başlangıcında Temel Konular

    2. Karşılıklılık ve İş Birliği: Birbirini Etkileme

    3. Regresyonu Yeniden Tanımlama: Terapötik Kırılganlığı Kolaylaştırma

    4. Müdahaleleri Değerlendirme: Danışanın Tepkisini İzleme

    5. Kendini Açma ve Tavsiye: Terapistin Açıklamalarının Ne Zaman ve Nasıl Terapötik Olduğunu Anlama

    6. Duyguyu Yönetme: Duygulanımsal İletişim ve Etkileşimin Rolü

    7. Borderline Kişilik Bozukluklarının Tedavisinde Duygulanım Yönetiminin Özel Sorunu

    8. Yüzleştirme ve Karşıaktarım Öfkesi: Terapistin Çatışmaya İsteksizliğini Aşma

    9. Erotik Hisler: Terapötik Sürece Nasıl Yardım Ederler ya da Engel Olurlar?

    10. Danışanı Güçlendirme: Bağımsızlığa Giden Yol

    GİRİŞ

    Gerçek dünyada gerçek danışanlarla [client] çalışmaya başlayan yeni terapistler, ne kadar iyi eğitim almış olurlarsa olsunlar, bir noktada başka bir insanın acısına yanıt verme gerçeğine karşı tek başlarına hazırlıksız olduklarını fark ederler. Elbette, güven zamanla bilgi ve deneyimle gelişir. Ancak burada sunulan temel fikir, terapistlerin terapötik süreci daha yakından incelemekten fayda sağlayabileceğidir; özellikle de terapinin, bilinçli ve bilinçdışı iletişimin sürekli devam ettiği bir ilişki olduğunu akılda tutarak. Bu iletişimin temel bileşeni, duygulanım [affect] ve bağlanma [attachment] süreçleridir. Duygulanımsal iletişimi kolaylaştıran tekniklerin öğretilebileceğine kesinlikle inanıyorum.

    Bu kitap öncelikle yeni terapistler için yazılmıştır, ancak deneyimli terapistlere de önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum. Bu kitabı yazmaktaki amacım, danışanlarının ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan terapistlere rehberlik etmek ve onlara destek olmaktır. Danışanlar, karşılarında bilgili ve yardımcı bir terapist bulmayı beklerler; ancak bu beklentiyi karşılamak zaman zaman zorlayıcı olabilir. Ayrıca, psikodinamik terapinin hâlâ önemli ve geçerli bir tedavi yöntemi olduğunu ve bu yaklaşımın öğretilebilir beceriler gerektirdiğini göstermek istiyorum. Yeni bir terapist, genellikle belirli teknikleri net bir şekilde tanımlanmış olduğu için davranışçı yaklaşımlara yönelir. Ancak ben sizi, uygulama kılavuzlarının ötesine geçmeye, psikodinamik teori ve pratiğin insan doğasının derinliğini ve karmaşıklığını nasıl ele aldığını keşfetmeye davet ediyorum.

    Bu kitapta sunulan bakış açısı, terapist ve danışanın iş birliğine dayalı bir çalışma ilişkisi kurduklarında en iyi sonuçları elde ettikleri yönündedir. Alan yazını incelediğimde, çoğu çalışmanın terapistin danışan hakkında nasıl düşündüğüne odaklandığını, ancak terapistin ilişki hakkında nasıl düşündüğüne yeterince dikkat edilmediğini görüyorum. Terapistler genellikle kendilerine “Ne yapmalıyım?” diye sorarlar, ancak asıl önemli soru “Şu anda bu terapötik ilişkide ne olması gerekiyor ve bunu nasıl en iyi şekilde kolaylaştırabilirim?” olmalıdır. Bu kitap, terapinin asimetrik bir ilişki olduğu gerçeğini kabul ederek, söz konusu ilişkinin profesyonel sınırlar içinde var olan bir ilişki olarak ele alınmasını savunur. Terapist ve danışanın bu ilişkide nasıl düşündüğünü ve hissettiğini inceler. Daha da önemlisi, terapötik süreçte duygunun rolünü anlamaya dayalı olarak danışanlara nasıl yanıt verilmesi gerektiğine dair spesifik yöntemler sunar.

    Duygulanım ve bağlanma üzerine yapılan araştırmalar, hepimizin sürekli olarak duygularımızı ifade ettiğini, ancak bazen bunun bilinçli farkındalığımızın dışında gerçekleştiğini göstermektedir. Terapötik ilişki içinde bu duygusal akışı yönetmek, terapist için büyük bir zorluk oluşturur ve hem bilgi hem de beceri gerektirir. Ben de danışanlarla çalışmaya başladığımda, bu bilgi ve becerilere sahip değildim. Yeni bir terapist olarak karşılaştığım en çarpıcı gerçek, ne kadar kırılgan olduğumdu. İyimser ama hazırlıksız bir şekilde, seans sırasında oldukça sevimli fakat aynı zamanda fazla uyarıcı bir danışanla oturduğumu ve içimden “Ne yaptığımı hiç bilmiyorum” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Aldığım eğitimler, bu duygusal iniş çıkışlara hazır olmamı sağlayamamıştı.

    Aldığım eğitimler bana iyi bir başlangıç yapmamı sağladı. Empatik, iyi bir dinleyici, samimi bir şekilde ilgili, dikkatli ve profesyoneldim. Danışanlarım, kendi deneyimlerine gittikçe daha derinlemesine dalmaya başladı. Bu kaçınılmaz olarak benim de kendi duygularımın derinliklerine inmemi sağladı. Ancak, duygulanım yönetimi [affect management] konusunda pratik bir bilgim yoktu. Seans sırasında odadaki tüm bu yoğun duygulara hem içsel olarak hem de dışsal olarak nasıl yanıt vermem gerektiğini merak ediyordum.

    Mesleğe başladıktan kısa bir süre sonra kendi analizime başlamam, danışanlarımın aslında ne aradığını daha iyi anlamama yardımcı oldu. Ancak, analistim fazla mesafeli duruyor ve benimle gerçek bir diyalog kurmayı reddediyordu. Kısa sürede, danışanlarımın yaşadığı hayal kırıklığını bizzat deneyimledim. Fakat hâlâ benim ne yapmam gerektiğini ya da analistimin ne yapması gerektiğini bilmiyordum. Ondan beklediğim her şeyin mümkün olmadığını veya terapötik açıdan uygun olmadığını biliyordum. Peki, ondan gerçekten neye ihtiyacım vardı? Bana gerçekten faydalı olacak şey neydi? Ve ben kendi danışanlarıma ne sağlamalıydım? Bilmiyordum, ama bunu keşfetmek istiyordum. Bu yüzden deneyler yapmaya başladım.

    Bu erken dönem deneyimlerimi ilk kitabım olan The Power of Countertransference (1991)’de anlattım. Bu kitap, danışanlarımın bana onlara karşı ne hissettiğimi açıklamam için baskı yaptığı anlara odaklanıyordu. Bu deneyleri ter içinde kalan avuçlarım ve midemdeki rahatsız edici bir hisle gerçekleştirdim, ancak sonunda terapötik çıkmazların aşıldığını gördüğümde, bu çabanın karşılığını aldığımı fark ettim. Peki, her yeni terapist bu tür bir ateşle sınanmadan geçmeli mi? Yoksa paylaşılan klinik bilgeliğin ve deneyimin sağladığı bir rehberlik, bu süreci daha akıcı ve yapıcı hâle getirebilir mi?

    Birçok meslektaşım, klinik örnekler ve öneriler sunmanın, kaçınılmaz olarak yanlış uygulanabileceği ve katı kurallar gibi algılanabileceği konusunda endişelerini dile getirdi. Bunun tamamen önüne geçemeyeceğimi kabul etsem de, bu kitapta sunduğum rehberliğin kesinlikle böyle bir ruhla yazılmadığını belirtmek isterim. Şüphesiz, terapist ile danışan arasındaki etkileşim her zaman benzersiz ve organiktir. Aynı sorunları veya geçmiş deneyimleri paylaşsalar bile, tüm danışanları etkili bir şekilde tedavi etmek için tek tip, her duruma uyan bir reçete yoktur. Bu nedenle, adım adım ilerleyen bir psikoterapi kılavuzu oluşturma fikrinin gerçekçi olmadığını kabul ediyorum. Ancak, yeni terapistlere hiçbir pratik öneri veya rehberlik sunmamak da aynı derecede gerçek dışıdır.

    Terapistler, danışanlarını dönüşüm [transformation] yolculuklarında nasıl destekleyeceklerine dair bir fikre sahip olmalıdırlar. İlk seanslar tamamlandıktan sonra ne olması beklenir? Müşterilerimiz bizim onları anladığımıza ve yanımızda güvende olduklarına güvendiklerinde ne olur? Evet, bazı danışanlar sadece konuşmaya ve uzun bir süre boyunca dinlenmeye ihtiyaç duyarlar. Ancak diğerleri, erken aşamalarda geri bildirim talep ederler ve terapistte duygusal tepkiler uyandırırlar. Sonuç olarak, her danışan, zamanla yalnızca empatiyi ve davranışsal önerileri aşan bir terapötik yanıt gerektirir. Onların ihtiyaç duyduğu yanıt, terapistle paylaştıkları duygusal [emotional] bağdan doğal olarak doğan bir tepki olmalıdır.

    Özellikle daha genç danışanlar, sık sık terapistten tavsiye isteme eğiliminde olurlar ve terapistin kendilerini nasıl gördüğünü bilmek isterler. Geleneksel olarak, bu tür sorulara verilen yanıt genellikle “Sizce ben sizi nasıl görüyorum?” şeklinde olurdu. Ancak, somut bir yanıt bekleyen danışanlar, bu tür kaçamak yanıtlarla hayal kırıklığı, öfke veya geri çekilme ile karşılık verme eğilimindedirler. Bu kitapta, çeşitli duygusal karşılaşmalar sırasında danışanlarıma nasıl yanıt verdiğime dair birçok klinik örnek sunuyorum. Ayrıca, belirli bir müdahaleye nasıl ulaştığıma dair içsel sürecimin ayrıntılı açıklamalarını, aynı zamanda o an danışanlarımın ne söylediklerini de ekledim. Biliyorum ki, bu kadar detay vermek beni eleştirilere ve geriye dönük değerlendirmelere açık hale getiriyor. Ancak, aynı zamanda okuyucuya terapötik süreci doğrudan gözlemleyebileceği değerli bir bakış açısı sunuyor.

    Bu kitap spesifik klinik teknikler sunsa da, terapistlerin bireysel olarak kendilerini ifade etmeleri için geniş bir alan bırakıyorum. Bu tekniklerin kendi kişisel tarzlarına uygun şekilde uyarlanmasını teşvik ediyorum. Ben dışa dönük ve sosyal bir yapıya sahibim, ancak terapistler için ideal bir kişilik tarzı olduğuna inanmıyorum. Bu kitapta önerdiğim tüm müdahaleler, hem içe dönük hem de dışa dönük terapistler tarafından eşit derecede etkili bir şekilde uygulanabilir. Benim müdahale seçimlerimdeki temel ilke duygusal dürüstlüktür. Terapistlerin, kendilerini rahat hissetmedikleri bir şekilde ifade etmelerini asla önermem, çünkü bu durumda terapötik bir etki yaratmaları mümkün olmayacaktır.

    Bu kitap, öncelikle terapist ve danışanın paylaştığı ortak kaygılar, umutlar ve beklentilere dair temel bir inceleme ile başlamaktadır. Takip eden bölümler, terapötik sürecin ilerlemesiyle ortaya çıkan daha karmaşık duygusal dinamikleri ele almaktadır -özellikle uzun süreli tedavilerde karşılaşılan zorluklara odaklanmaktadır. Kitapta ayrıca, daha az tartışılan ancak terapötik sürecin önemli yönlerini oluşturan şu konular da ele alınmaktadır: Temel empatinin zamanla nasıl daha derin ve karmaşık bir hâl aldığı, regresyonun nasıl tanımlanıp yönetilebileceği, terapist ve danışanın katkılarını göz önünde bulundurarak iş birliğine dayalı bir terapötik ilişkinin nasıl kurulacağı, kendini açmanın[self-disclosure] ve tavsiye vermenin en etkili şekilde nasıl uygulanacağı, duygulanımın nasıl yönetileceği, duygunun eksik olduğu durumlarda seansa nasıl dahil edilebileceği, cinsel ve sevgi dolu ifadelerin ne zaman terapötik olduğu ve ne zaman olmadığı, yüzleştirmenin [confrontation] nasıl yapıcı bir şekilde kullanılabileceği, müdahalelerin nasıl değerlendirileceği. Bu konular, terapötik sürecin daha derinlemesine anlaşılmasına ve etkili şekilde yönetilmesine yardımcı olacak kapsamlı bir perspektif sunmaktadır.

    Bu kitap, terapist ve danışanın paylaştığı ortak kaygılar, umutlar ve beklentilere dair temel bir inceleme ile başlamaktadır. Bunu takip eden bölümler, süreç ilerledikçe -özellikle daha uzun süreli bir tedavide- ortaya çıkan daha büyük duygusal karmaşıklıkların tartışılmasına ayrılmıştır. Daha az sıklıkla ele alınan konular da dahil edilmiştir. Bunlar arasında, temel empatinin zamanla nasıl daha derin ve karmaşık hale geldiği, regresyonun nasıl tanımlanıp yönetileceği, terapist ve danışanın katkılarını dikkate alarak iş birliğine dayalı bir terapötik ilişkinin nasıl kurulacağı, kendini açma ve tavsiyenin en iyi şekilde nasıl uygulanacağı, duygulanımın nasıl yönetileceği -özellikle duygunun eksik olduğu durumlarda seansa nasıl dahil edileceği-, cinsel ve sevgi dolu ifadelerin ne zaman terapötik olduğu ve ne zaman olmadığı, yüzleştirmenin nasıl verimli bir şekilde kullanılabileceği ve müdahalelerin nasıl değerlendirileceği yer almaktadır.

    Umarım okuyucular bu materyale kendilerini tamamen kaptırır ve terapötik sürece dair daha derin içgörüler edinirken, aynı zamanda terapötik başarı için pratik araçlar kazanırlar. Belki de biraz rehberlikle, daha fazla terapist terapötik ilişki içinde duyguların derinliklerine inmeye yetecek kadar kendine güven duyacak -ve böylece danışanlarının sağlık, kişisel özgürlük ve diğerleriyle tatmin edici ilişki arayışlarına destek olacaklardır.

  • Savunma Mekanizmaları (4. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice‘in [Psikanalize Giriş: Çağdaş Kuram ve Uygulama] 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Ego, genel ifadeyle görevini -yani tehlike, anksiyete ve hoşnutsuzluktan kaçınmayı- yerine getirmek için çeşitli yollar kullanır. Biz bu yollara “savunma mekanizmaları [mechanisms of defence]” adını veriyoruz.

    (Freud, 1937, s. 235)

    2. Bölümde, zihin modellerinin ağırlıklı olarak intrapsişik/ruhsallık içi [intrapsychic], kişilerarası [interpersonal] ya da karma [mixed] modeller olarak nasıl sınıflandırılabileceğini görmüştük. Benzer şekilde, savunma kavramı -hatta bireysel savunma mekanizmalarının kendisi bile- intrapsişik/ruhsallık içi, ilişkisel/kişilerarası ya da karma bir bakış açısından ele alınabilir. Bazı savunmalar esas olarak içsel yaşantıya [internal life] ilişkindir (örneğin, bastırma); bazıları etkileşimsel ya da kişilerarası olgulara karşılık gelir (örneğin, yansıtmalı özdeşim ve bölme); bazıları ise her iki boyutu da içerir -örneğin, inkâr.

    Savunma Kavramı

    Klasik psikanaliz, savunmaları öncelikle intrapsişik/ruhsallık içi bir bakış açısından ele alır; arzu ile dış gerçeklik arasındaki, ya da zihnin farklı yapıları (id, ego, süperego) arasındaki çatışmayı psişik yaşantının merkezine yerleştirir. Bu gerilimlere ve karşıt kuvvetlere uyum sağlama, savunmalar sayesinde mümkün olur: Bilinçdışında işleyen psikolojik düzenekler, çatışmayı en aza indirir, gerilimi azaltır, içsel dengeyi korur, öz-değeri [self-esteem] düzenler ve anksiyeteyle -ister içsel ister dışsal kaynaklı olsun- başa çıkmada merkezi bir rol oynar. Daha çağdaş modeller ise, klasik görüşe saygı göstermekle birlikte, savunmanın dinamik ve kişilerarası boyutlarını daha çok vurgular.

    “Savunma” teriminin kullanımı aslında bir ölçüde talihsizdir. Bu ifade, düşmanca güçlerden gelen bir tehdit olduğu izlenimini yaratır, bir geri çekilme gerekliliğini ima eder ve sanki aşılması gereken bir engel varmış gibi düşünülmesine yol açar. Bu nedenle klinisyenlerin, daha anlamlı bir zihinsel yaşantıya ulaşmak için bastırılmış olanı “açığa çıkarmak” üzere savunmaları “delmeleri” gerektiğini düşünmeleri anlaşılır bir durumdur. Oysa savunmalar aynı zamanda uyumsaldır/adaptiftir [adaptive]; kendilik deneyimini ve ötekilerin algılanış biçimini düzenleyen yapılar olarak işlev görürler. Hem hoş hem de hoş olmayan duyguların etkin bir biçimde düzenlenmesi için gereklidirler. Dolayısıyla, klinik çalışmada savunmaların “delinmesi”, yardım etmekten çok zarar verici olabilir. Bu nedenle çağdaş psikanalitik müdahale anlayışı, “savunmayı yorumla, anksiyeteyi serbest bırak, gizli anlamı ortaya çıkar” şeklindeki katı ve doğrudan yaklaşıma göre çok daha inceliklidir.

    Son dönemde, kategorik yaklaşımların aksine, tanılar-ötesi [transdiagnostik] zihinsel bozukluk kavramsallaştırmaları ön plana çıkmıştır. Bu yaklaşım, bir dizi farklı bozukluğun arkasında yatan temel zihinsel süreçlerin bulunduğunu öne sürer. Savunma mekanizmaları, bu yeni yaklaşım ile oldukça iyi örtüşmektedir. Çünkü savunmalar, tanı kategorilerini aşan yapılardır ve bu sayede, altta yatan psikopatolojiyi klinik olarak düşünmenin işlevsel bir yolunu sunarlar. Ayrıca, savunma mekanizmaları, ilk klinik değerlendirme sürecinde sistematik olarak haritalanması gereken temel zihinsel süreçler arasında yer almaya güçlü adaylardır.

    Örneğin, Kernberg, Yeomans, Clarkin ve Levy (2008), borderline kişilik bozukluğunu (BKB) yalnızca DSM-5’te [American Psychiatric Association, 2013] tanımlanan betimsel [deskriptif] belirtilerle açıklamak yerine, bu bozukluğu, belirli ve gelişimsel olarak erken döneme ait zihinsel mekanizmaların -bölme, inkâr, yansıtma ve yansıtmalı özdeşim- aşırı kullanımıyla tanımlarlar. Bu yaklaşım, BKB’yi tekil ve homojen bir bozukluk olarak değil, değişken ve karmaşık bir durum olarak görmeye olanak tanır; burada işlevsellik düzeyi, kullanılan savunmaların örüntüsüne ve niteliğine göre değişir. Daha ağır etkilenmiş hastalar, bu ilkel savunmaları çok geniş bir bağlamda -örneğin, sosyal ve kişisel ilişkilerin çoğunda- kullanırlar. Buna karşılık, daha az etkilenmiş bireyler, aynı savunmaları yalnızca belirli durumlarda -örneğin, sadece yakın ilişkilerde- devreye sokarlar. Savunma örgütlenmesine dair bu ayrıntılı kavrayış, tedaviye bireyselleştirilmiş bir yaklaşımı mümkün kılar ve DSM-5’in ek bölümünde önerilen boyutsal [dimensional] kişilik bozukluğu modeli ile daha uyumlu bir yaklaşımdır. Bu çerçevede bakıldığında, borderline psikopatolojide görülen şiddetli kişilerarası işlevsizlik ve duygusal düzensizlik, kontrolsüz anksiyetenin tetiklediği belirli savunma mekanizmalarının kullanımından kaynaklanmaktadır.

    Psikanalizde ilişkisel modeller, savunma mekanizmalarını, otantik kendiliğin [authentic self] içinde barındığı koruyucu bir kalkan olarak vurgular: Savunmalar, kusurlu bir ilişkisel çevreye karşı, “hakiki/gerçek [true]” (Winnicott, 1965) ya da “çekirdek [nuclear]” kendilik (Kohut, 1977) gelişimini mümkün kılmaya yönelik bir çabanın parçasıdır. Bu modellerde odak noktası, bireyin çevresel baskıya karşı geliştirdiği uyum süreçleridir. Freud’la tutarlı biçimde, Alvarez (1992) bu görüşü daha da ileri götürür ve bazı savunma biçimlerinin gelişimsel olarak zorunlu olduğunu savunur. Küçük bir çocuğun övünmesi, aşağılık duygusunun üstesinden gelmek ve erkekliğe geçişi sağlamak açısından güçlü bir kuvvet haline gelir; tümgüçlülük ve paranoyak savunmalar, doğuştan gelen, bir yıkıcılıktan, bölünmeden ya da çatışmadan kaçınma biçimleri olmaktan ziyade, çevresel yoksunlukların doğurduğu korku ve umutsuzluk durumlarından kurtulma ve toparlanma çabalarını temsil eder.

    Bowlby (1969), savunma kavramını kişilerarası bir çerçevede yeniden tanımlamış ve bu görüşünü bağlanma kuramına [attachment theory] dayandırmıştır (Holmes & Slade, 2018). Duyarlı ve koruyucu bir bakımverene güvenli bağlanma [secure attachment], çocuğa olumlu ve birincil bir savunma sağlar. Buna karşın, ikincil ya da patolojik savunmalar, çocuğun reddedici ya da güvenilmez bağlanma figürlerine belirli bir yakınlığı sürdürebilmesine olanak tanır. “Kaçıngan bağlanma [avoidant attachment]” biçiminde, hem muhtaçlık hem de saldırganlık bölünerek dışarı atılır; bu, reddedici bir bakımvereni uzaklaştırmamak için geliştirilmiş bir savunmadır. Bu durumda birey, bağlanma figürüne yakın olma ihtiyacına dair çok az bilinçli farkındalığa sahiptir, dışarıdan soğuk ve mesafeli biri olarak görünür. Öte yandan, “ikircikli bağlanma”da [ambivalent attachment], bakımverenin tutarsızlığı, bireyde aşırı yapışma ve kontrolsüz talepkârlık gibi savunma biçimlerini besler.

    Bu formülasyonlar, “kişilik [personality]” dediğimiz yapının, kendilik temsili [self-representation] ile kişilerarası ilişkisellik [interpersonal relatedness] arasındaki etkileşimden oluştuğunu ve bu iki boyutun da, büyük ölçüde, savunma mekanizmalarının nasıl devreye sokulduğuna bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürer (söz konusu askerî metaforu sürdürmek gerekirse). Güvenli bağlanma, ilişkisellik ile kendilik tanımlaması arasında ince bir dengeyi içerir -bu denge, olgun kişilerarası ilişkilenme düzeylerinin gelişimine katkı sağlar. Bu bağlamda savunma mekanizmaları, kişisel özerkliği korurken, aynı zamanda ötekilerin güvenlik ve öz-değer duygusuna katkısını tanıyan yapılar olarak adaptif işleve sahiptir. Bu denge, yakınlık ve aidiyet bağlamında özünde olumlu bir kendilik ve kimlik duygusu gelişimini destekler ve aynı zamanda kişisel dayanıklılığı [resilience] artırır.

    Psikanalitik bakış açısından dayanıklılık, potansiyel olarak stresli bir etkileşimin inkâr edilmek ya da bastırılmak yerine zihinsel olarak temsil edilmesini ve bu temsilin, fail olma kapasitesi [agency], dikkat, genel zekâ ve öz-farkındalık gibi çeşitli psikolojik “mekanizmalar” aracılığıyla değerlendirilmesini içerir. Savunma mekanizmaları, olumsuz yaşantılara verilen duygusal tepkilerin yönetilmesine yardımcı olur -yani kaderin “çılgın oklarına” karşı bir tür içsel düzenleme sağlar. Yıkıcı deneyimlerden sonra toparlanma ve duygusal olarak hayatta kalma, bu süreçlerin temelidir. Ancak bu mekanizmalar, güvensiz bağlanma stillerine sahip bireylerde genellikle zayıflamıştır. Kaçıngan bağlanmaya sahip kişi, zorlayıcı duyguları bastırarak kısa vadeli bir rahatlama elde eder, ancak metabolize edilmemiş bu duygular, ileride felaket boyutunda bir ruhsal çöküntüye ya da psikosomatik belirtilere yol açabilir. Kaygılı bağlanmada ise, yaşanan hayal kırıklıkları aşırı bağımlılığı artırır ve kişi destek bulamadığında, bu durum ciddi regresyonlara neden olabilir.

    Özetle, savunma mekanizmalarının zihinsel yaşamdaki bu yeniden tanımlanışı ve konumlandırılması, bir dizi temel mesele ortaya koymaktadır:

    Birincisi, savunmalar adaptif yapılardır; anksiyete ve diğer duyguların düzenlenmesine katkı sağlarlar, dayanıklılığı artırırlar ve klinisyenler tarafından bu işlevsel rolleriyle saygıyla ele alınmaları gerekir. Psikolojik savunmalar, nasıl ki bağışıklık sistemi enfeksiyonlara ve kansere karşı koruma sağlıyorsa, aynı şekilde psişik bütünlüğün korunması için de gereklidir.

    İkincisi, savunma mekanizmaları, kendilik deneyiminin ve ötekilerin nasıl algılandığı ve onlarla nasıl ilişki kurulduğunun merkezindedir; zamanla birleşerek kararlı ve tanınabilir kişilik özellikleri oluştururlar.

    Üçüncüsü, savunmalar hiyerarşik olarak örgütlenmiştir: Alt düzeydeki (ilkel) savunmaların aşırı kullanımı, daha ağır patoloji ile ilişkilidir; buna karşılık, adaptif düzeydeki savunmaların kullanımı, kişisel dayanıklılığı artırır.

    Dördüncüsü, savunmalar yaşam boyu değişkenlik gösterir; bir yaşam evresinde işlevsel olan bir savunma, başka bir evrede uygunsuz ya da işlevsiz hâle gelebilir.

    Başa çıkma mekanizmaları

    Savunma mekanizmaları, çoğunlukla başa çıkma mekanizmalarıyla [coping mechanisms] karşıtlık içinde ele alınır. Bu ayrımda savunma mekanizmaları: a) bilinçdışı, b) içsel tehditlere karşı devreye giren yapılar olarak görülürken; başa çıkma mekanizmalarının ise: a) bilinçli, b) dışsal tehditlerle baş etmek üzere harekete geçirilen süreçler olduğu varsayılır. Ancak bu ayrım, gerçekte karmaşık bir yapı arz eder (Kramer, 2010). Pek çok gündelik başa çıkma davranışı, tıpkı bir refleks gibi otomatik gerçekleşir; öte yandan, bir şeyi duymayı reddetmek ya da belirli bir duyguyu inkâr etmek gibi bazı savunmalar, tamamen bilinçli düzeyde olabilir. Aslında, dışsal bir tehdidin tehlikeli olarak algılanması bile içsel bir değerlendirme sürecine bağlıdır ve bu değerlendirme de genellikle bilinçdışı öncüller tarafından şekillendirilir. Bu nedenle, içsel ve dışsal çatışma arasında keskin bir ayrım yapılamaz; iki düzlem karmaşık biçimde etkileşim içindedir. Yine de genel bir fark olarak şunu söylemek mümkündür: Savunma mekanizmaları, gerçekliğin algılanma biçimini yeniden örgütler, başa çıkma mekanizmaları ise bir sorunu çözmeye ve gerçekliği değiştirmeye çalışır.

    Başa çıkma stratejileri [coping strategies] öğretilebilir niteliktedir ve zamanla bilişsel-davranışçı stratejilere dönüştürülebilir; bu stratejiler, araştırma amaçları doğrultusunda işlemsel olarak tanımlanabilir. Horowitz, Markham ve Stinson (1990), savunma mekanizmalarını bilişsel psikoloji çerçevesinde kavramsallaştırmaya çalışmışlardır; onlara göre savunmalar, fikirleri sıralayan ve anlamları birleştiren bilişsel kontrol süreçlerinin çıktısıdır. Bu bakımdan, savunma ve başa çıkma mekanizmaları ilişkili olgulardır (Skinner, Edge, Altman & Sherwood, 2003); her ikisi de hem adaptiv olabilir hem de psikopatolojinin kaynağına dönüşebilir. Başa çıkma mekanizmaları, dışsal stres etkenlerinin etkisini azaltmak için harekete geçirilir, savunma mekanizmaları ise, başa çıkma süreçlerinin içsel zihinsel sıkıntıyı azaltmada yetersiz kaldığı durumlarda devreye girer.

    Tarihçe

    Bastırma – temel bir savunma

    Bastırma [repression], yani kabul edilemez arzuların ve anıların bilinçten uzaklaştırılması, klasik psikanalizde birincil savunma mekanizması olarak tanımlanır. İlk kez Freud tarafından ele alınmış (1894, 1915) ve kendisi tarafından, “psikanalizin tüm yapısının üzerine kurulu olduğu temel taş” olarak nitelendirilmiştir (Freud, 1914, s. 16). Başlangıçta Freud, “bastırma” ile “savunma” terimlerini neredeyse birbirinin yerine geçecek şekilde kullanmış ve bu süreçleri, özellikle “histeri”nin gelişimine özgü mekanizmalar olarak görmüştür -yani kabul edilemez duygulanımların bedensel semptomlara dönüştürülmesi. Ancak zamanla bu iki kavramı birbirinden ayırmaya başlamış; “savunma” terimini daha genel bir üst kavram olarak kullanırken, “bastırma”yı ise, gerçeklikle ya da süperego’nun talepleriyle bağdaşmayan arzuların bilinçdışı kalmasını ya da kılık değiştirerek ortaya çıkmasını sağlayan özgül bir mekanizma olarak tanımlamıştır. Ancak aşırı bastırma durumunda, bastırılmış duygular stres karşısında kontrolsüzce yüzeye çıktığında, bu durum nevrotik semptomların ortaya çıkmasına yol açabilir.

    Bastırma, kişinin önemli ve olumsuz yaşantıları kısmen ya da tamamen unutmasını açıklar. Zihnin acı verici anıları aktif biçimde bastırdığı ve anıların zaman içinde niteliksel olarak değiştiği ilkesi, günümüzde genel olarak kabul görmektedir. Bu tür bellek bozulmaları çoğunlukla stresle ilişkili olarak ortaya çıkar. Bastırmayla ilişkili bir başka mekanizma olan dissosiyasyon [dissociation], genellikle Freud’dan önce gelen Janet’ye atfedilir ve günümüzde oldukça tartışmalı bir konu hâline gelmiştir. Bastırma ile dissosiyasyon, kişinin aşırı baskın ve baş edilemez yaşantıları zihinsel olarak düzenlemeye çalıştığı durumları tanımlar; ancak aralarında önemli bir fark vardır: Dissosiyasyon, genellikle geri döndürülebilir olarak kabul edilir, Freud’un birincil bastırma [primary repression] kavramında yer alan içerikler ise, erişilmez ve geri getirilemez olarak düşünülür (bkz. Barratt, 2013, 2016, 2019).

    Bastırma ve dissosiyasyon, çoğunlukla çocukluk çağı travmalarına maruziyet bağlamında ele alınır. Epizodik bellek (olaya dayalı anıların bilinçli hatırlanması) yaklaşık 3–5 yaşlarına kadar gelişmemiş olsa da, çocukların daha erken dönem yaşantıları prosedürel bellek (bedensel, duyusal ve otomatik öğrenmeler) yoluyla kodladıkları düşünülmektedir -her ne kadar bu deneyimleri sonradan tam anlamıyla söze dökemeseler de. Travma, bu kodlama süreçlerini bozar ve bellek sistemini sekteye uğratır; muhtemelen bu durum, hipokampusun normal gelişimini zedeleyerek gerçekleşir (Bremner, 2006). Sonuç olarak, kişi yalnızca parçacıklar hâlinde anılarla baş başa kalabilir: imgeler, kokular, duygular… Ancak bunlar, tutarlı bir anlatıya ya da bütünlüklü bir benlik algısına entegre edilemez. Bu şekilde psişik sıkıntıdan kaçınılır, fakat bu kaçınmanın da bir bedeli vardır. Bastırılmış arzuların ve dürtülerin bilince geri dönmeye yönelik içkin eğilimi -yani “bastırılanın geri dönüşü”- nedeniyle, gerilim ve anksiyete içeride varlığını sürdürür. Bunun sonucunda, içsel çatışmayı hafifletmek, gerilimi azaltmak ve kişilik yapısını dengede tutmak amacıyla “ikincil” savunmalar [“secondary” defences] devreye girer: Kaçınma [avoidance], yansıtma [projection], uyum sağlama/eğilme [complianc] gibi. Ancak tüm bu süreçler, hem içsel hem de dışsal gerçekliğin çarpıtılması pahasına işler.

    Anna Freud

    Savunma mekanizmalarının adaptif ve kişilerarası boyutları, Anna Freud tarafından ayrıntılı biçimde ele alınmıştır (1936). Anna Freud, dinamik savunmalar [dynamic defences] ile kalıcı savunmalar ya da karakter savunmaları [character defence] fenomenlerini birbirinden ayırmıştır; bu ikinci tür savunmalar, Wilhelm Reich’in (1925, 1933) “Charakterpanzerung” ( (karakter zırhı [character-armour]) olarak adlandırdığı yapılarla örneklendirilmiştir. Anna Freud ayrıca bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacak olan saldırganla özdeşleşim [identification with the aggressor] sürecini ayrıntılandırmıştır. Bu savunma ilk kez Ferenczi (1949) tarafından, kişilerarası ve etkileşimsel bir savunma mekanizması olarak tanımlanmıştır. Günümüzde bu mekanizma, rehine müzakereleri, terörizm ve hatta toplumsal değişim gibi alanlarda önemli bir olgu olarak kabul edilmektedir; çünkü birey ya da gruplar, çaresizlik bağlamında güçlü bir figürle özdeşim kurarak kendilerini korumaya çalışırlar.

    Anna Freud ile aynı dönemde yazan ve onun gibi klasik psikanalitik geleneğin ana akımı içinde yer alan Hartmann (1939), ego psikolojisinin kurucusu olarak, egonun yalnızca çatışmayla ilişkili olmayan “çatışmasız alanlarına [conflict-free spheres]” özel bir vurgu yapmıştır. Bu yaklaşım, kişiliğin normal yönlerine ve dolayısıyla “sağlıklı [healthy]” savunmalara duyulan ihtiyaca daha fazla önem verilmesine yol açmıştır.

    Melanie Klein

    Klein (1946), yeni bir savunma dizisinin altını çizdi. Bunlar arasında, nesnenin bölünmesi [splitting of the object], yansıtmalı özdeşim [projective identification], nesneler üzerinde tümgüçlü kontrol, idealleştirme ve değersizleştirme yer alır (bkz. Bölüm 2). Klein’ın “bölme [splitting]” kavramı, başlangıçta Freud’un kullandığı biçimden geliştirilmiştir: Freud, “bölme” terimini ilk olarak çatışma sonucunda ortaya çıkan bilincin bölünmesi anlamında kullanmış; daha sonra ise egonun, daha yıkıcı bir yarılmayla başa çıkabilmek için ikiye ayrılması biçiminde tanımlamıştır. Klein, bu savunma mekanizmalarını ilkel savunmalar olarak görür; yani, psikolojik gelişimin erken evrelerine özgü yapılar olarak değerlendirir. Klein’ın takipçileri bu fikirleri daha da geliştirmiş ve savunmaları artık yalnızca gerektiğinde devreye giren geçici psikolojik süreçler olarak değil, psikolojik rahatsızlık durumlarında katı ve esnekliği azalmış yapılar oluşturan psikolojik düzenekler olarak görmeye başlamışlardır. Bu kişilik düzeyinde kökleşmiş savunma sistemleri, farklı kuramcılar tarafından çeşitli adlarla anılmıştır: narsisistik örgütlenmeler [narcissistic organisations] (Rosenfeld, 1964), savunma örgütlenmeleri [defence organisations] (O’Shaughnessy, 1981), patolojik örgütlenmeler [pathological organisations] (Steiner, 1982). Bu yapılar, Kleinci kuram çerçevesinde, bireyin içinde yerleşik hale gelen ve davranışı güçlü biçimde yöneten denetleyici içsel nesnelerin (controlling internal objects) dışavurumları olarak kavramsallaştırılır (bkz. Bölüm 2). Bu kuramsal çerçevede metaforlar sıklıkla kullanılmaktadır: Meltzer (1968), narsisistik kişiliklerde büyüklenmeci ve yıkıcı ilişki biçimlerinin cazibesine sürekli ikna eden kendiliğin “kurnaz parçası”ndan [foxy part] söz eder. Rosenfeld (1971) ise, kişiliğin iyi parçalarından duygusal “haraç” talep eden içsel bir “mafya çetesi [Mafia gang]” metaforunu kullanır. Bu iyi parçalar, çetenin yıkıcılığı idealleştirmesi ve sevgi ile gerçeği değersizleştirmesiyle işbirliği yapmaya zorlanır. Sohn (1985), dışsal bir nesneyle özdeşim yoluyla oluşturulan ve zayıf, ihtiyaç sahibi parçaların dışlandığı, onların yerine geçen kibirli bir “özdeşleşme figürü”nün [identificate] tüm kişiliği ele geçirdiği tümgüçlü bir kendilikten söz eder (bkz. ayrıca Bölüm 10).

    Bu yapısallaşma [structuralisation], yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal sistemlere ve gruplara da uygulanmıştır. Bion (1961) ve Pines (1985), yıkıcılık tarafından yönlendirilen ya da “kurnaz kendilik parçaları” ve “mafya çeteleri”nin eşdeğeri olan dinamiklerin grup düzeyinde nasıl iş gördüğünü ele almışlardır. Bu fikirler, psikanalitik yaklaşımla örgütlere yönelik yapılan müdahalelerin (örneğin Hinshelwood, 1986, 1994; Jacques, 1955; Menzies Lyth, 1988) temel yapı taşlarını oluşturur. Tüm bu yaklaşımın örtük önermesi şudur: Savunmalar, her ne kadar gündelik psikolojik hayatta gerekli ve koruyucu işlevlere sahip olsalar da, uyumsuz [maladaptive] hâle gelebilir ve bu durumda, tanınabilir kişilik özelliklerinin ve belirti oluşumunun temelini oluştururlar. Bu durum özellikle şu koşullarda ortaya çıkma eğilimindedir: travma karşısında regresyon yoluyla ilkel savunma yöntemlerinin yeniden etkinleşmesi, ya da bu savunmaların, süreğen gelişimsel olumsuzluklar nedeniyle aktif kalmaya devam etmesi (Freud, 1894, 1896, 1926).

    Savunmaların hem gerekli hem de kendine zarar verici olabileceğini öne süren psikanalitik model, Vaillant ve çalışma arkadaşlarının bir grup erkeği geç ergenlikten yaşlılığa kadar izleyen uzunlamasına araştırmalarıyla güçlü biçimde desteklenmiştir (Bond & Vaillant, 1986; Vaillant, 1977, 1992, 2015). Bu çalışmalar, savunma mekanizmalarının normal/olgun düzeyden patolojik düzeye uzanan bir süreklilik içinde yer aldığını ve daha olgun savunma mekanizmalarının kullanımının, yaşamda başarılı uyum sağlama (iş, ilişkiler, sağlık geçmişi) ile anlamlı biçimde ilişkili olduğunu göstermiştir. Beklenebileceği gibi, olgun savunmalar, yapıcı başa çıkma mekanizmalarını harekete geçirebilme kapasitesi ve kişisel dayanıklılık birbiriyle yakından bağlantılıdır.

    Savunma mekanizmalarının (a) psikotik/ilkel ya da olgunlaşmamış, (b) nevrotik ve (c) olgun biçiminde sınıflandırılması, çocukluk dönemindeki belirli psikolojik işleyiş özelliklerini, yetişkinlikte yaşanan duygusal zorluklarla ilişkilendirir. Ancak burada önemli bir nokta vardır: “İlkel [primitive]” savunma mekanizmalarının kullanımı, kendi başına patolojik değildir. Daha önce belirtildiği gibi, bu tür savunmalar, psikolojik olarak sağlıklı bireylerde bile, aşırı stres altında ortaya çıkabilir (Garland, 2002). Asıl uyumsuz [maladaptive] olan, bu savunma mekanizmalarının kalıcı ve sürekli biçimde kullanılmaya devam etmesidir.

    Özet

    Savunma mekanizmalarının temel özellikleri şunlardır:

    • Normal ve adaptif olabildikleri gibi patolojik de olabilirler ve yaşam süreci boyunca değişkenlik gösterirler.
    • Bir ego işlevidirler.
    • Genellikle bilinçdışıdırlar.
    • Dinamik ve sürekli değişen yapılardır; ancak patolojik durumlarda ya da karakter oluşumu sürecinde katı ve sabit sistemlere dönüşebilirler.
    • Uyumsuz hale geldiklerinde, farklı semptom kümeleriyle ilişkilidirler: Örneğin, histeride bastırma; obsesif nevrozda izolasyon ve bozma/geçersiz kılma.

    Şimdi, bazı savunmaları daha ayrıntılı biçimde ele alacağız. İlk olarak, psikotik/ilkel ya da olgunlaşmamış mekanizmalarla başlayacak, ardından bazı nevrotik savunmalara ve nihayet olgun savunmalara geçeceğiz. Tablo 4.1’de, savunma mekanizmalarının bir listesi sunulmaktadır.

    Tablo 4. 1 Savunma mekanizmaları

    İlkel/Olgunlaşmamış [Primitive/immature]Nevrotik [Neurotic]Olgun [Mature]
    Otistik düşlem [Autistic phantasy ]
    Değersizleştirme [Devaluation]
    İdealize etme [Idealisation]
    Pasif-agresyon [Passive-aggression]
    Yansıtma [Projection]
    Yansıtmalı özdeşleşme [Projective identification]
    Bölme [Splitting]
    Yoğunlaşma [Condensation]
    İnkar [Denial]
    Yer değiştirme [Displacement]
    Dissosiyasyon [Dissociation]
    Dışsallaştırma [Externalisation]
    Saldırganla özdeşleşim [Identification with the aggressor]
    Düşünselleştirme [Intellectualisation]
    Karşıt tepki oluşturma [Reaction formation]
    Regresyon [Regression]
    Bastırma [Repression]
    Tersine döndürme [Reversal]
    Somatizasyon [Somatisation]
    Bozma/Yapma [Undoing/doing]
    Mizah [Humor]
    Yüceltme [Sublimation]

    İlkel mekanizmalar

    Bölme (Splitting)

    Klein’in izinden giden çağdaş psikanalistler, “bölme” terimini, bireylerin hem içsel hem de dışsal “nesneler”ini ve dünyayı, “iyi” ve “kötü” olarak ikiye ayırma eğilimlerini tanımlamak için kullanırlar. Bu modele göre çocuk, zihninde annesini iki ayrı kişi olarak bölerek temsil eder: Kötü, hayal kırıklığı yaratan, nefret edilen anne ve iyi, idealleştirilen, sevilen anne. Çocuk, iyi ve kötü anneyi zihinsel olarak kesin biçimde ayrı tutarak, gerçek hayatta iyi ve kötü yanları bir arada barındıran tek bir kişiyi hem sevme hem de ondan nefret etme durumunda yaşanacak ikircikli çatışmadan kaçınır. Bölme sürecinde, çelişkili ve karmaşık deneyimler aynı anda bilinçte tutulamaz; en azından aynı nesneye yönelik olarak birlikte var olamaz. Bu nedenle, sevgi ve nefret duyguları bütünüyle bastırılmasa bile, birbirlerinin yerine geçerek dalgalı bir şekilde yaşanır ve aynı anda hem bilinçli hem de etkin hâlde olamaz.

    Yetişkinlikte bölme, bireyin ambivalansla ve belirsizlikle yaşamakta zorlanması şeklinde kendini gösterir. Bu durum özellikle stresli koşullarda duyguların yoğunlaştığı anlarda belirginleşir. Kşinin karmaşıklığı görebilme yetisi azalır ve yerine şematik (basitleştirilmiş) bir anlayış geçer. Bu durum kaçınılmaz olarak aşırı uç görüşlere yol açabilir. Başkalarına dair ayrımlı temsiller oluşturma ve onların farklı amaç ve inançlarına saygı duyma kapasitesi kaybedilir. Temsiller katılaşır -“Eğer benim yanımda değilsen, düşmanımsın.” anlayışı hâkim olur. Karar verme yetisi bozulur; öz-tanımlama ve öz-değer, kişinin her zaman “haklı”, başkalarının ise “haksız” olmasına bağlı hâle gelir.

    Örnek: Haset edilen kardeşler

    Depresyon yaşayan bir hasta, dört kardeşten biri olarak, annesinin kendisini ihmal ettiğini ve diğer kardeşlerini kayırdığını sürekli dile getiriyordu. Annesinin, kız ve erkek kardeşlerine yönelik bitmeyen ilgisini ve ayrımcı tutumlarını anlatan öyküleri defalarca yineliyor, artık görüşmediği bu kardeşlerine dair kırgınlık ve yabancılaşma duygularını sürdürüyor, annesinin tutumunu affedemiyordu. Aynı şekilde, analistinin diğer hastalarına kendisinden daha nazik ve yardımsever davrandığına karar verdi. Hasetle kuşatılmış bir durumda, analistinin danışma odasının önünde beklemeye başladı ve diğer hastalara, kendisinden daha sık görülüp görülmediklerini sormaya başladı. Seanslarda hasta kendini iyi hissediyordu, ancak danışma odasından çıkar çıkmaz, analistinin ondan nefret ettiğini ve başkalarına gönüllüce sunduğu yardımı ondan acımasızca esirgediğini düşünmeye başlıyordu. Bu durum, bölmenin çarpıcı bir örneğiydi: Seans dışında analisti yalnızca acımasız ve ihmal edici biri olarak görebiliyor; oysa seans içinde onu idealleştirilmiş, şefkatli ve düşünceli bir figür olarak deneyimliyordu. Her ne kadar bu bölme biçimi nereye varacağı öngörülemeyen derecede psikotik bir nitelik taşısa da, en azından bir işe yarıyordu: “İyi” analist, hastanın hasetli saldırılarından korunmuş oluyordu.

    Klein ayrıca, içsel ve dışsal nesnelerin kendilik, veya ego, ile ilişkili olarak var olduklarını göz önünde bulundurarak, bu duruma eşlik eden bir ego bölünmesinin de ortaya çıkabileceğini kabul etmiştir. -yani birbirine karşılık gelen bir “iyi kendilik [good self]” ve “kötü kendilik [bad self]”. Bu görüş, Freud’un terimi daha sonra kullandığı biçimle, “egonun yarılması [splitting of the ego]” fikriyle örtüşür. Freud, bu kavramı fetişizm bağlamında kullanmış ve çelişkili fikirlerin psikoza yakın biçimde aynı anda tutulabildiği bir durumu tanımlamıştır (Freud, 1927). Bu bölünme, nesne temsilleri arasında değil, arzu dolu bir fantezi ile gerçeklik arasındaki çelişkiyle ilişkilidir. Freud bunu şöyle ifade eder: “İçgüdünün doyumunu sürdürmesine izin verilir ve gerçekliğe de uygun bir saygı gösterilir” (Freud, 1940, s. 274) (vurgu bize ait). Freud’un bu terimi kullanımı, muhtemelen Bleuler’in (1924) şizofrenide gözlemlediği iddia edilen “çağrışımların kopması [loosening of associations]” anlatımından etkilenmiş olabilir -yani gerçeklik sınamasındaki bozulmalar.

    Ancak günümüzde, özellikle Kleinci bakış açısı çerçevesinde, bölme bebeklikte zihinsel yaşamın birincil bir olgusu olarak görülmektedir ve bu mekanizmanın, ileriki yaşamda borderline ve psikotik bozuklukların gelişimine katkıda bulunabileceği düşünülmektedir (Kernberg, 1975). Bu tür vakalarda, bölme aşırı bir biçimde işler; algının çarpıtılmasına, duygular üzerine düşünme kapasitesinin azalmasına ve nesne temsillerinin parçalanmasına yol açar.

    Ancak bölme, eğer kategorileştirme ve seçici dikkat süreçlerinin bir yönü olarak görülürse, yalnızca patolojik değil, aynı zamanda zararsız [benign] bir işlev de olabilir. İçsel dünyanın düzenlenmesi, belli bir düzeyde bölmeye dayanır. Bu bağlamda, “iyi bölme” ifadesi, bölmenin ne kadar gerekli bir işlev olduğunu da göstermektedir (Segal, 1973). İyi bölme, ileride gerçekleşecek bütünleştirmenin [integration] bir önkoşulu ve aynı zamanda yargı yetisinin temelidir. Bu yönüyle, bölme, Freud’un (1909) tanımladığı “olumsuzlama [verneinung]” kavramıyla benzerlik taşır. Dünyayı iyi-kötü, doğru–yanlış, siyah–beyaz, cennet–cehennem gibi zıt kutuplara ayırma eğilimi yaşam boyunca yaygın biçimde sürer ve yalnızca bireylere yönelik tutumlarımızı değil, aynı zamanda toplumsal kurumlara, siyasi, dini ve diğer örgütsel yapılara ilişkin bakış açılarımızı da derinden etkiler.

    Yansıtma, özdeşleşme, yansıtmalı özdeşleşme

    Klein’in psikanaliz literatürüne kazandırdığı yansıtmalı özdeşleşme [projective identification] kavramı, yerçekiminin ya da doğal seçilimin keşfiyle karşılaştırılmıştır (Young, 1994). Yansıtmalı özdeşleşme, hem önemli hem de karmaşık bir kavramdır; bu karmaşıklık, kısmen kavramın doğasında bulunan zorluktan, kısmen de adının yanıltıcı olmasından kaynaklanır. Ayrıca, bu kavramın Kleinci psikanalizin temel taşlarından biri olması, ona yönelik klinik önemini aşan düzeyde politik tartışmalara da yol açmaktadır.

    Yansıtma [projection] kavramı görece basit bir yapıya sahiptir ve artık “gündelik psikoloji”nin [folk psychology] sözcük dağarcığına bile girmiştir (Bruner, 1990). Örneğin, bir plajda uzanmakta olan depresif genç bir adamın, “Bu plajdaki herkes son derece mutsuz görünüyor” demesi, açıkça kendi duygulanım durumunu başkalarına yansıttığını gösteren bir durumdur. Zorlayıcı ve kabul edilmesi güç duygularımızı başkalarına yansıtmak oldukça yaygın bir durumdur -örneğin, kendi eksikliklerimizden dolayı yakınımızdaki kişileri suçlamak buna tipik bir örnektir. Dışsallaştırma [externalisation] -yani projeksiyonun dışa yansıtılan uzantısı- bize sorumluluğu reddetme ve böylece suçluluk ve hayal kırıklığından kaçınma olanağı tanır. Ancak bu eğilim müzminleşirse/kökleşirse ve kişinin düşünce yapısına yerleşirse, kontrol odağını -yani olayların üzerindeki denetimin nerede görüldüğünü- başkalarına kaydırır (Rotter, 1966). Bu da şu sonuçlara yol açabilir: süreğen bir mağduriyet duygusu, sınırlı fail olma [agency] kapasitesi ve bireyin kendi yaşamı üzerindeki etkisini inkâr etmesi. Bazen, istenmeyen dürtüler ve duygular yansıtıldıktan sonra bumerang gibi geri döner; bunun sonucu olarak kişi sürekli saldırı altında olduğu hissine kapılır. Bu durumda projeksiyon, döngüsünü tamamlamış olur ve bu da kişide anksiyeteye, ya da eğer uç bir düzeyde yaşanıyorsa, paranoyak sanrılara [paranoid delusion] yol açabilir.

    Özdeşleşme [identification] de benzer şekilde görece basit bir kavramdır; gelişim sürecinde kendilik temsillerinin [self-representation] nasıl inşa edildiğini ve değiştiğini ifade eder. Örneğin, babasının ayakkabılarını giyerek evin içinde dolaşan küçük bir çocuk, yalnızca bir taklit eylemi gerçekleştiriyor gibi görünebilir. Ancak zamanla bu davranış, çocuğun içsel kendilik imgesini etkilemeye başlar ve bu etki daha sonra kişilik özelliğine dönüşürse, burada bir özdeşleşme süreci gerçekleşmiş olur -özellikle de çocuk ileride gerçekten “babasının ayakkabılarını giyerse” ve aile işini devralırsa. Bu durum, Piaget’nin (1954) bilişsel gelişime dair kullandığı “özümleme [assimilation]” ve “akomodasyon/uzlaştırma [accommodation]” metaforlarıyla benzerlik taşır: Akomodasyon, taklide benzer biçimde, bireyin bir mentorun özelliklerini “denemesini”, özümleme ise, özdeşleşme gibi, başkasının özelliklerinin kendiliğe içselleştirilmesini ifade eder.

    Klein’in (1946) ilk biçimiyle ifade ettiği üzere, yansıtmalı özdeşleşme, yansıtma ve özdeşleşme kavramlarını son derece özgül bir biçimde birleştirir. Klein yansıtmalı özdeşleşmeyi, infantil kendiliğin kötü parçalarının diğer kısımlardan bölünerek, anneye ya da anne memesine yansıtıldığı bir fantezi [phantasy] olarak tanımlar. Bu yansıtma sonucunda infant/bebek, annenin kendi kötü parçalarına “dönüştüğünü [become]” hisseder. Burada özellikle iki nokta dikkate değerdir:

    1. Yansıtma, bir nesnenin “üzerine [on to]” değil, “içine [into]” yapılır -bu nesne prototipik olarak anne ya da analisttir.
    2. Yansıtılan şey, basitçe bir duygu ya da tutum değil, kendiliğin bir parçasıdır -hatta doğrudan kendiliktir.

    Bu nedenle, Klein, bebeğin gelişimsel olarak erken bir evresi olan “paranoid–şizoid konumda [paranoid–schizoid position]”, kendi sadistik ve “kötü” yönlerini annenin bedenine yansıttığını hayal etmiştir. Bu işlemin iki amacı vardır:

    1. kendiliği kendi toksisitesinden arındırmak,
    2. aynı zamanda anneyi içeriden kontrol etmek ve ona zarar vermek.

    Eğer bu “kötü parça-nesneler” daha sonra tekrar kendiliğe alınırsa (içe alımla özdeşleşme [introjective identification] yoluyla), birey içinde bir “kötü” özdeşleşme nesnesi [identificate] barındırır: Bu nesne, düşük öz-değer [low self-esteem] ve öz-nefret/kendinden nefret etme [self-hatred] için bir nidus/yuva/çekirdek [nidus] işlevi görür. Bu sırada, kendiliğin “iyi” parçaları da yansıtılıp daha sonra tekrar içselleştirilebilir; bu da öz-değeri artırır, olumlu nesne ilişkilerini güçlendirir. Ancak manik durumlarda bunlar, tümgüçlülüğe [omnipotence] ve görkemliliğe [grandiosity] yol açabilir.

    Bu orijinal formülasyonda, yansıtmalı özdeşleşme, savunmaya yönelik, intrapsişik ve solipsistik/benmerkezci [solipsistic] bir süreç olarak tanımlanır. Bu süreç, kendilik ile onun algıları arasında gerçekleşen zihinsel bir işlemdir; ancak burada, ötekinin aktif katılımı yoktur -yalnızca ötekine dair bir algı söz konusudur. Peki o hâlde, yansıtmalı özdeşleşme ile basit yansıtma arasındaki fark nedir? Klein bu konuda oldukça nettir: Yansıtma, tüm sürecin dayandığı zihinsel “mekanizma”dır, yansıtmalı özdeşleşme ise, bu mekanizmayı ifade eden özgül bir düşlemdir [phantasy]. Spillius (1988a), yansıtmalı özdeşleşmenin, Freud’un orijinal yansıtma kavramına derinlik kattığını öne sürer; çünkü bu süreçte sadece bir duygu ya da özellik değil, kandiliğin parçaları da karşı tarafa yansıtılmaktadır.

    Spillius, Britanyalı yazarların yansıtma ile yansıtmalı özdeşleşme arasındaki ayrımı genellikle önemli bir fark olarak görmediklerini belirtir. Buna karşılık, özellikle Amerikalı yazarlar bu konuya oldukça geniş yer ayırmışlardır (Langs, 1978; Ogden, 1979). Bu yazarlar, yansıtma ile yansıtmalı özdeşleşmeyi sıklıkla şu ölçütle birbirinden ayırırlar: Yansıtmanın alıcısı (karşı taraf) -yani annenin, terapistin ya da başka bir nesnenin- düşlem tarafından duygusal olarak etkilenip etkilenmediği. Bu ayrımda yansıtma, karşı tarafı etkilemeyen bir zihinsel işlem olarak kalırken, yansıtmalı özdeşleşme, yansıtılan parçaların karşı tarafta bir duygusal etki yarattığı, hatta onu davranışsal olarak biçimlendirdiği bir süreçtir. Yansıtmalı özdeşleşmede, yansıtmanın alıcısı olan kişinin eylemleri ve duyguları, bu yansıtma süreci tarafından biçimlendirilir, hatta kimi zaman denetim altına alınır. Örneğin, temel travması çocuklukta yaşadığı ihmal olan bir hastanın analisti, bir seansı “unutabilir” -bu davranış, hastanın zihnindeki terk edilme ve cezalandırıcı bir şekilde zihinden silinme [mental ablation] düşlemlerini gerçekleştirir ve yeniden sahneler. Buna karşılık, basit yansıtmada, yansıtmanın hedefi olan kişi, bu rolün kendisine yüklendiğinden habersiz olabilir ve sürecin duygusal etkisinden tamamen bağımsız kalabilir. Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi, depresif genç adamın projeksiyonuna maruz kalan plajdaki tatilciler bu durumun farkında bile değildirler. Benzer şekilde, paranoyak bir kişi, kötücül niyetleri politikacılara, pop yıldızlarına, kraliyet ailesine -ya da kimi zaman cansız nesnelere- yansıtır; ancak bu kişilerle gerçek bir temas içinde değildir.

    Yansıtma ile yansıtmalı özdeşleşme arasındaki ayrım, temelde Klein’ın yansıtmalı özdeşleşmedeki iletişimsel [communicative] boyuta yaptığı vurguya dayanır. Bu vurgu, üç ayrı kuramsal formülasyonla açıklanabilir:

    Birincisi, yansıtmalı özdeşleşme etkileşimli ve kişilerarası dinamik bir olgudur; bu durumda, yansıtmanın alıcısı (örneğin analist), daha önce de belirtildiği gibi, yansıtan kişiden (hasta) kaynaklanan duyguları hissetmeye ya da o doğrultuda davranmaya yönlendirilebilir. Bu durum, ilk olarak Heimann (1950), ardından Grinberg (1962) ve Racker (1968) tarafından tanımlanan şu klinik bulguyu açıklar: Analistin karşıaktarımsal duyguları, çoğu zaman hastanın içsel dünyasının yansımalarını taşır. Daha önce de değinildiği gibi, bu fikirler -zamanla seyreltilmiş biçimlerde de olsa- psikodinamik çevrelerde yaygın biçimde kabul görmüştür. Örneğin, eğer bir analist sıkılmış, öfkelenmiş ya da hüzünlü hissediyorsa, bu duygular, yansıtmalı özdeşleşme yoluyla hastadan kaynaklanıyor olabilir. Bu bağlamda, “özdeşleşme” artık yansıtmanın hedefinde (örneğin analistin içinde) gerçekleşmektedir; Klein’ın ilk tanımında olduğu gibi yansıtan kişideki bir yanlış algı [misperception] değil, alıcı kişide uyarılmış bir içsel yaşantı söz konusudur.

    İkincisi, Ogden (1979), “özdeşleşme”nin çift yönlü bir süreç olduğunu savunur; yani hem yansıtıcıda [projector] hem de alıcının [recipient] içinde gerçekleşir. Bu görüş, Grotstein (1983, 1984) ve Kernberg (1987) gibi bazı kuramcılar tarafından benimsenmemiştir. Ogden’a göre, yansıtmalı özdeşleşme, yansıtmayı yapan ile alan kişi arasında, bilinçdışı düzeyde bir etkileşim içeren karşılıklı [mutual] bir süreçtir. Örneğin, bir analist, hastası tarafından yansıtmalı özdeşleşme yoluyla reddedici, ilgisiz ya da donuk hissetmeye yönlendirilmişse ve bu duyguların farkında değilse, bu duyguları farkında olmadan davranışa dökebilir (eyleme vurabilir). Örneğin seans sırasında uyuşuk ya da reddedici olabilir. Bu davranışlar ise hastanın bilinçdışında algılanabilir ve böylece süreç döngüsel olarak devam eder. Bu boyut, Ryle (1985) ve Ryle & Kerr (2002) tarafından geliştirilen bilişsel analitik terapi [cognitive analytic therapy] kapsamında işlemselleştirilmiştir. Ryle, yansıtmalı özdeşleşmeyi, hasta ile diğer kişiler arasında kurulan karşılıklı rol prosedürlerinin [reciprocal role procedure] özel bir biçimi olarak ele alır. Bu durumda, hasta ve çevresindekiler arasında yanıtlayıcı bir etkileşim düzeni oluşur. Örneğin, ihmal edilen-ihmal eden, aşağılanan-aşağılayan gibi karşılıklı roller, hastanın ilişkisel örüntüsünü oluşturur. Bu karşılıklı rollerin belirlenmesi, ilk klinik değerlendirme sürecinin önemli bir parçasıdır. Ayrıca, bu örüntülerin terapi sürecinde yeniden canlandığı anların tanınması da tedavi açısından kritik öneme sahiptir.

    Spillius (1994), hastanın, düşlemine analistin uymasını sağlamak amacıyla analist üzerinde kurduğu baskıyı tanımlamak için “çağrışımsal/hatırlatıcı yansıtmalı özdeşleşme [evocatory projective identification]” ifadesini ortaya atmıştır. Sandler’lar (Sandler, 1976a, 1976b; Sandler & Sandler, 1978) ise bu yansıtmalı özdeşleşme yönünü “güncelleştirme [actualisation]” ve “rol tepkiselliği [role responsiveness]” kavramlarıyla açıklarlar. Bu kuramsal çerçevede, analistin, hastanın yansıtmalı özdeşleşme yoluyla kendisine yüklediği role hafifçe yanıt verecek kadar esnek ancak aynı zamanda bu süreci eşzamanlı olarak gözlemleyip yorumlayabilecek kadar içsel olarak kendi merkezinde kalması gerekir. Bu denge, hem yansıtmayı ilişki içinde anlamlı kılmak, hem de onun klinik anlamını açığa çıkarmak açısından kritik önemdedir.

    Yansıtmalı özdeşleşme sürecinin iletişimsel boyutları o denli kapsamlıdır ki, zamanla analitik durum içinde olup biten hemen her şeyi açıklayabilecek bir çerçeveye dönüşebilir. Ancak klinik açıdan şu noktada hata yapılmamalıdır: Analistin yaşadığı her şeyin, hastanın ona “yerleştirdiği [putting into]” bir şeyin sonucu olduğu varsayılmamalıdır. Bu nedenle, “hasta kaynaklı karşıaktarım [patient-derived countertransference]” ile “analist kaynaklı karşıaktarım [analyst-derived countertransference]” arasında -uygulamada her ne kadar ayırt etmek zor olsa da (Money-Kyrle, 1956)- açık bir ayrım yapılması önemlidir. Hasta kaynaklı karşıaktarım, yansıtmalı özdeşleşme sürecine dayanır, oysa analist kaynaklı karşıaktarım, bu süreçle ilişkili değildir ve daha çok analistin kendi iç dünyasına bağlıdır.

    Yansıtmalı özdeşleşme kavramının üçüncü genişletilmiş yorumu, Bion’a (1962, 1963) dayanmaktadır. Klein, yansıtmalı özdeşleşmeyi öncelikle olumsuz bir süreç olarak görmüştür, onu, özellikle paranoid–şizoid konum çerçevesinde, sadistik duyguların yansıtılması biçiminde ele almıştır. Ancak Bion, bu sürecin aynı zamanda “olumlu [positive]” bir biçimi olabileceğini fark etmiştir. Bu olumlu biçim, empatiyi ve annenin işlevini temel alır: Anne, bebeğin yansıttığı ağrılı, saldırgan duyguları alır, bunları “zehrinden arındırır [detoxifies]” (yani işleyip dönüştürür) ve uygun bir zamanda, daha yumuşak ve sindirilebilir bir biçimde bebeğe geri sunar. Bu süreç, duyguların kapsanması [containment] ve zihinselleştirmenin [mentalization]” gelişimi açısından kritiktir. Ancak, Bion’un yansıtmalı özdeşleşme kavramını klinikte kullandığı bazı biçimler tartışmalı olmaya devam etmektedir. Bion, psikotik hastalarla somut biçimlerde konuşulmasını savunmuştur; örneğin şöyle diyebilir: “Beni öldürme korkunu içime itiyorsun.” Bu tür yorumlar zaman zaman başarılı olabilse de, deneyimsiz kişiler tarafından kullanıldığında, en iyi ihtimalle anlaşılmaz, en kötü ihtimalle ise tehlikeli olabilir; bu nedenle, standart bir teknik olarak kullanımı ciddi biçimde eleştirilmiştir (Sandler, 1987). Günümüzde bu tür müdahaleler nadiren kullanılmaktadır; ancak Lucas (1993), klinisyenin “psikotik frekansa ayarlanmasının” ve hastalarla psikotik gerçekliği sorgulamadan, onu kabul eden bir dille konuşmasının gerekliliğini vurgular.

    Bu genişletmelere ve kısıtlamalara rağmen, yansıtmalı özdeşleşme kavramının temelinde, kavramın nesneyi ve baş edilemeyen duyguları kontrol etme yöntemi olarak işlev gördüğü anlayışı yatmaktadır. Burada, egonun bazı yönleri bölünerek başka bir kişiye, canlıya ya da hatta kişinin kendi bedenine yansıtılır; bu dışsal varlıklar daha sonra bu bölünmüş parçaları temsil eder ve onlarla özdeşleşir. Kişi, bu bölünmüş kendilik parçalarıyla başa çıkmak amacıyla, ya karşısındaki kişiyi kontrol etmeye çalışarak ya da kendi bedenine saldırarak -örneğin kasıtlı kendine zarar verme ya da yeme bozuklukları gibi durumlarda- bu parçalar üzerinde kontrol kurmaya çalışır (Motz, 2010).

    Örnek: Kontrolcü öğretmen

    Yirmili yaşlarının sonlarında olan bir erkek, aday öğretmen olarak çalışmaktaydı ve bir grup ergen erkek öğrenciden oluşan bir sınıfın sorumluluğu kendisine verilmişti. Kısa sürede, yaramazlık yapan her öğrenciye karşı içten içe bir öfke duymaya başladı; öyle ki, her dersten önce sınıfı kontrol edemeyeceği korkusuyla tedirgin oluyordu. Beklenebileceği üzere, sınıf gerçekten de giderek daha yıkıcı ve disiplin bozan bir hâl aldı. Bu kişi, zamanla öğrencilerinden nefret etmeye başladı ve kontrolünü kaybedip içlerinden birine vuracağından korkar hâle geldi.

    Psikanaliz sürecinde, bu kişinin kendi ergenliği boyunca son derece “iyi bir çocuk” olduğu ortaya çıktı -itaatkâr, çalışkan, ve hem okulda hem de evde hiçbir sorun çıkarmayan biri. Yetiştirilme tarzının bir sonucu olarak, kendisinde bulunan tüm yıkıcı ve isyankâr yönleri, tehlikeli ve kabul edilemez bularak parçalamış ve kendiliğinden ayırmıştı. Yansıtmalı özdeşleşme süreciyle, bu reddettiği yönlerini şimdi ergen öğrencilerine yansıtıyordu. Bu öğrenciler, onun kendi içinden koparıp attığı isyankâr parçalarla özdeşleşmişti. Kendi istemediği bu yönlerinden korktuğu için,
    öğrencilerini kontrol altına alarak ve cezalandırarak bu parçalar üzerindeki hakimiyetini yeniden kurmaya çabalıyor, ancak bunda başarısız oluyordu.

    Bir psikanalitik seans sırasında, çocukken oyuncak hayvanlar -kaplanlar ve timsahlar- biriktirdiğini ve bunlarla oynadığını hatırladı; bu hayvanları diğer hayvanlara ve insanlara saldırıp onları yemeleri için kullanıyordu. Bu anıdan, bu oyuncak yaratıkların, onun kendi içindeki yansıtılmış saldırgan parçalara beden verdiklerini görmek zor olmadı. Bu parçaları yansıtıp inkâr ederek, kendini savunabilecek ve başkalarıyla -çocukken diğer erkeklerle, büyüdüğünde öğrencileriyle- mücadele edebilecek kadar güçlü olduğu hissini içsel olarak yitirmişti.

    Kendiliğin bazı yönlerinin bilinçdışı olarak bölünüp yansıtılması, psikanalitik literatürde sıklıkla “psikotik düşünme [psychotic thinking]” olarak tanımlanır. Psikozun bu psikanalitik kavramsallaştırmasında, kendilik ile ötekiler arasındaki bilişsel ve duygusal sınırlar geçirgen hâle gelir. Bu da kişinin kendisini, başkalarıyla ilişkisini, ve başkalarının kendisiyle ilişkisini yanlış anlamasına ve çarpıtmasına yol açar. Yansıtmalı özdeşleşme temelinde gelişen kötülük görme sanrıları [persecutory delusions], kişinin kendi “kötü” düşüncelerini dışa yansıtmasının sonucudur; varsanı türü olgular ise, duyusal ve duygulanımsal yaşantının başkalarıyla paylaşılmaması ya da onların deneyiminin göz ardı edilmesi ya da güvenilmez bulunması sonucu oluşur. Bu durumlar, sonunda katı ve sorgulanamaz psikotik kesinlik hâllerine yol açar.

    Kendiliğin iyi yönlerinin de başkalarına yansıtılabileceğini belirtmek önemlidir. Bu nedenle yansıtmalı özdeşleşme, bireyin kendi kişiliğinin, hem iyi hem de “kötü”, temel yönlerinden mahrum kaldığı hissine kapılmasına neden olabilir. Analizin temel görevlerinden biri, hastanın bu yitirilen kendilik parçalarını geri kazanmasına yardımcı olmaktır. Yansıtmalı özdeşleşme bu nedenle önemlidir; çünkü psikanalizin özünü oluşturan şeyiyakın ilişkilerde düşlemlerin etkileşimini– doğrudan hedef alır ve çalışılabilir kılar. Yansıtmalı özdeşleşme, hem savunmacı hem de iletişimsel bir işlemdir; bu süreçte hangi yönün baskın olacağını belirleyen başlıca unsur, analistin tarzı ve yanıt verebilirliği [responsiveness] olabilir (Joseph, 1987). Kavramı anlamlı bir şekilde tanımlamak ve adlandırmak “zor”dur; çünkü bu terim, Klein’ın (1952) oldukça gündelik biçimde yaptığı bir tanımdan türemiştir ve Klein-sonrası [post-Kleinian] genişletmeleri yeterince yansıtmayan bir adı hâlâ korumaktadır. Her ne kadar “iletişimsel yansıtma [communicative projection] ya da “yansıtmalı etkileşim [projective interaction] gibi ifadeler daha uygun görünebilse de, Spillius (1988b), “yansıtmalı özdeşleşme” teriminin genel bir üst kavram olarak korunması gerektiğini ve bu başlık altında çeşitli alt türlerin ayırt edilebileceğini öne sürer. Bu sürecin arkasında yatan birçok güdü -nesneyi kontrol etmek, onun özelliklerini kazanmak, kötü bir niteliği boşaltmak, iyi bir niteliği korumak, ayrılıktan kaçınmak, iletişim kurmakalt türleri tanımlamak için yararlı çıkış noktaları olabilir.

    Nevrotik mekanizmalar

    İnkar ve reddetme

    Bastırma, gelişim sürecinde çocuğun içsel arzuları ile dış dünyanın kısıtlamaları arasında bir denge kurmasını sağlayan birincil savunma mekanizması olarak daha önce ele alınmıştı. Bu mekanizma, çocuğun aşırı düzeyde psikolojik acıya maruz kalmaksızın içsel dünyasını düzenlemesine olanak tanır. Ancak yaşamın ilerleyen dönemlerinde aşırı kullanıldığında, bastırma, duygusal yaşamın bazı yönlerinin bilinçten kopmasına, yani dissosiyasyona yol açar ve -Freud’un özgün görüşlerinde olduğu gibi- klasik kurama göre, histeriyle ilişkilendirilen “belle indifférence” [güzel aldırmazlık] gibi belirti oluşumlarına neden olur.

    Bastırmanın amacı, içsel gerçekliğin bir yönünü bilinçten uzaklaştırmak iken, inkâr [denial] ya da reddetme [disavowal] (Freud, 1940) ise dış gerçeklikle ilgilidir ve bireyin dış dünyadaki belirli bir olguya verdiği tepkiyi reddetmesini ya da duygusal olarak denetim altına almasını sağlar. İnkâr, bir tür bölme [splitting] içerir: Acı verici bir olay bilişsel olarak kabul edilir ancak bu olaya eşlik eden duygusal acı reddedilir. İnkâr, özellikle yas sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kayıp yaşayan kişi, kaybettiği sevdiğinin ölmediğini, yalnızca uzun bir yolculuğa çıktığını savunabilir. Bu durum zamanla reddetmeye dönüşebilir: Ölüm kısmen kabul edilmiştir, ancak örneğin, eşini kaybeden bir kişi yemek masasında hâlâ onun için yer ayırabilir ya da bir ebeveyn, ölen çocuğunun odasını kutsal bir anı mekânına dönüştürebilir.

    Weintrobe (2019), reddetme (disavowal) kavramını, iklim değişikliği inkârını açıklamak için kullanır. Bu durumda kişi, küresel ısınmaya dair bilimsel kanıtları zihinsel olarak kabul eder, ancak aynı anda uçakla seyahat etmeye, fosil yakıtları tüketmeye, et yemeye vb. alışkanlıklarını sürdürmeye devam eder.

    Karşıt tepki oluşturma; saldırganla özdeşleşme

    “Karşıt tepki oluşturma [reaction formation]” terimi, bireylerin bilinçdışı arzu ya da hevesleriyle taban tabana zıt psikolojik bir tutum benimsemeleri durumunu ifade eder. Karşıt tepkiler, sıklıkla erken ergenlik döneminde ortaya çıkar ve yüceltme [sublimation] gibi daha olgun savunmalara geçişte bir köprü işlevi görür. Bu savunma mekanizması, oldukça özgül olabilir -örneğin, nefret edilen bir kişiye karşı aşırı saygı göstermek, ya da başkalarına bakım vererek aslında kendi bakım görme arzusunu maskelemek gibi [Bakım alma arzusunu, karşıtı olan, bakım vermeye dönüştürmek]; ya da daha genel bir biçim alabilir ve bu durumda karakter özelliği hâline gelir. Tüm savunma temelli patolojilerde (adaptif savunmaların tersine) olduğu gibi, karşıt tepki geliştirme de egonun yapısını kalıcı biçimde değiştirir; bu nedenle, tehdit artık ortadan kalkmış olsa bile savunma sürer.

    Her ne kadar Freud (1920) “saldırganla özdeşleşme”ye [identification with the aggressor] üstü kapalı biçimde değinmiş ve Ferenczi (1933) bu terimi, bir çocuğun bir yetişkinin (genellikle bakımverenin) saldırganlığına boyun eğmesini tanımlamak için kullanmış olsa da -daha önce de belirtildiği gibi- bu mekanizmayı ayrıntılı biçimde tanımlayan ve onu süperegonun erken oluşumuyla ilişkilendiren kişi Anna Freud (1936) olmuştur. Saldırganla özdeşim, karşıt tepki oluşturma ile bağlantılıdır çünkü burada da bir tür “duygulanımların tersine çevrimi [reversal of affects]” söz konusudur; aynı zamanda özdeşleşme [identification] mekanizmasıyla da ilişkilidir; hatta bazı yorumlarda, yansıtmalı özdeşleşmenin bir alt türü olarak da görülebilir.

    Örnek: Ağırbaşlı avukat

    Bu sessiz, çekingen ve yumuşak konuşan hasta, çocukluğunda babası tarafından sık sık tehdit edildiğini, küçük düşürüldüğünü ve dövüldüğünü anlatıyordu. Dayak öncesinde, giderek öfkelenen babasından kaçarak odasına sığınır, babası da onu kovalar ve yakalardı. Kovalama sona erdiğinde, küçük çocuk birden sessizleşir, eğilir, ve babası onu döverdi. Bu sırada çocuk tamamen sessiz kalır ve dissosiyatif bir duruma girerdi. İşte bu anda çocuk, kendi kendilik temsilinden ayrılmış, ve kendisini dövecek olan babasıyla (saldırganla) özdeşleşmişti: Artık yaramaz, kötü bedenini cezalandıracak olan baba figürüyle özdeşlik kurmuştu. Yetişkinlikte de hasta, bu saldırganla özdeşim örüntüsünü sürdürüyordu: Gizlice yasa dışı uyuşturucu kullanıyor ve kendine zarar veriyordu. Böylece hem istismarcı hem de istismara uğrayan kendiliği, zihni ve bedeni aracılığıyla yaşamaya devam ediyordu.

    Saldırganla özdeşleşme, kaçınılmaz olarak kendiliğin örgütlenmesini bozar. Artık istismarcı niyet, her ne kadar yabancı ve yabancılaştırıcı olsa da, kendiliğin bir parçası olarak içselleştirilmiştir. Bu durum, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, kendine zarar verici eylemlere yol açabilir. Bu tür süreçler, özellikle süreğen çocukluk travmalarında büyük önem taşır. Bu tür travmaları yaşayan çocuklar, hayatta kalabilmek için kendilerini başkalarına boyun eğmeye, uyumlu ve itaatkâr olmaya koşullayabilirler. Bu durumda zihnin öz-düşünümsel [self-reflective] kısmı kapanır ve saldırganla özdeşim tam anlamıyla gerçekleşmiş olur. Psikanalistlerin, bu sürecin aktarım içinde tekrar edilmesine karşı dikkatli olması gerekir-öneğin, aşırı uyumlu hastalarda olduğu gibi. Bu örüntü, bilince çıkarılmalı, böylece üzerine düşünülüp karşı koyulabilir hâle getirilmelidir.

    Yalıtma ve yapıp-bozma

    Freud, yalıtmayı [isolation: izolasyon, yalıtım, tecrit] ilk olarak, histerik konversiyon ile obsesyonel nevrozu birbirinden ayıran ayırt edici bir özellik olarak tanımlamıştır (Freud, 1892). Freud’a göre, acı verici duygulanımlar, eğer bastırma yoluyla bedensel semptomlara “dönüştürülmezse” [converted], bu durumda bu duygular yalıtma mekanizması yoluyla “nötralize edilebilir” [neutralized] ve böylece birey, bu duygunun acı verici etkisine karşı bağışık hâle gelir. Ancak bu durumda, duygulanım bilinçdışı hâle getirilirken, bu duyguyla ilişkili fikir, yani anlam, duygudan arındırılmış biçimde bilinçte kalır.

    Bu durum, bastırmayla çelişir çünkü bastırmada, bilinçten uzaklaştırılan şey duygulanım değil, “idenin”nin [idea] -bir kavramın, anının ya da imgenin- kendisidir. Aynı şekilde, dissosiyasyondan da farklıdır çünkü dissosiyasyonda, duygulanım ve düşünce bilinçte kalır, ancak ikisi arasındaki bağ kopar -bu da yine kendini koruyucu bir strateji olarak işlev görür. Yalıtmada ise, travmatik bir anı bilinçle erişilebilir durumdadır, ancak duygudan tamamen yoksundur. Bu nedenle, yeni intihar girişiminde bulunmuş ya da kendine zarar vermiş hastalar, bu olaylara yol açan koşulları son derece sakin bir şekilde anlatabilirler ve bu durum, değerlendirme yapan hekimde yanıltıcı bir rahatlık hissi oluşturabilir. Bu tür anlatımlar günümüzde, ön-mentalize [pre-mentalising] döneme özgü “teleolojik/ereksel/amaçsal düşünme [teleological thinking]” örneği olarak görülmektedir (Bateman & Fonagy, 2019): Olaylar ardışık bir sırada anlatılır, ancak eylemde bulunan özne sürecin içinden çıkarılmıştır. Böylece, acı çeken kimse [sufferer] “yalıtılmış” olur -hem eylemlerinden hem de hislerinden.

    Bozma [undoing], sıklıkla “yapma ve geri alma [doing and undoing]” ya da “büyüsel geçersiz kılma [magical undoing]” olarak anılır ve obsesif-kompulsif bozuklukta (OKB) görülen zorlantıların [compulsion] tipik bir örneğidir. Olmamış kılma, bireyin reddettiği libidinal ya da düşmanca arzuları, zihinsel olarak -“yapma” eylemiyle zaten gerçekleştirdiğine inandığı bu arzuları- geri alma, yani zihninde tersine çevirme olanağı sağlar. Böylece, aşırı yeme davranışı gösteren bir kişi, tatlı yiyecekleri oburca tüketmeye yenik düşebilir; ardından, karşı koyamadığı arzularını geçersiz kılmak için suçluluk duygusuyla kendini temizlemeye yönelik girişimlerde bulunabilir. OKB (obsesif-kompulsif bozukluk) tanılı kişiler, örneğin giyinirken ya da evden çıkmadan önce, tehlikeyi önlemek amacıyla bazı eylemleri ritüelistik bir şekilde yerine getirmek zorundaymış gibi hissedebilirler; ancak bu ritüelin herhangi bir ögesi atlanırsa, tüm süreci baştan tekrarlamaları gerekir. Bu tür “(yaptığını) geri alma [undo]”girişimlerinin büyüsel ya da tümgüçlü (omnipotent) bir niteliği vardır: zamanı geri alma, ilk düşmanca düşünce ya da arzunun gerçekliğini inkâr etme ve geçmişi, sanki bu tür niyetler hiç var olmamış gibi yeniden yaratma amacı taşır. Freud’un histeri/OKB ikiliğine geri dönersek, şöyle denebilir: Histeride, kişi düzenlenemeyen duygulanımla baş edemez ve bu durum bedensel semptomlara dönüşür; oysa OKB’de, kişi reddedilen duygulanımı aşırı biçimde denetim altına alır.

    İçselleştirme ve içealım/enkorporasyon

    İçselleştirme [internalisation], içe atma/içeatım [introjection], içe alma/içealım/iç(in)e katma/bedene katma [incorporation] ve özdeşleşme [identification] süreçlerini kapsayan üst bir terimdir ve bireyin, dışsal nesneleri ve ilişkileri içine alarak ve dönüştürerek içsel dünyasını inşa etmesini sağlayan tüm süreçlere işaret eder. İçeatım [introjection], sağlıklı ödipal yolculuğun ayrılmaz bir parçasıdır; bu süreçte çocuklar, ebeveyn çiftinden dışlandıkları ve onlara karşı duydukları haset duygularını, kendi cinsiyetinden olan ebeveynle özdeşim kurarak ve bu yolla bir gün sıranın kendilerine geleceği düşüncesiyle kendilerini teselli ederek aşarlar. Bu süreç, yaşam döngüsü boyunca devam eder; örneğin, genç bireyler yeni ebeveyn olduklarında, kendi çocuklarına yönelik tutumlarında, zamanla içselleştirilmiş ebeveyn tutumlarıyla özdeşim kurarlar. İçeatım (introjection), süperegonun oluşumunda önemli bir rol oynar; çünkü bireyin değerleri, büyük ölçüde ebeveyn tutumlarının içe alınmasından, ya da bazen bu tutumlara doğrudan karşıt bir konum geliştirilmesinden (bu durumda söz konusu olan “olumsuz özdeşleşme”dir [negative identification]), ya da bu iki eğilimin bir bileşiminden türetilir.

    Freud’un, bir kişinin ayrılık ve kayıpla, kaybettiği kişiye “dönüşerek” başa çıkabileceği yönündeki sezgisi, Klein tarafından “yitirilen nesneyle özdeşim [identification with the lost object]” kavramıyla geliştirilmiştir (Klein, 1955). Klein, bu süreci normal yas sürecinin bir parçası olarak görür. Örneğin bir dul, eşinin varlığını içinde hissettiğini söyleyebilir ya da üzüntü ve zorluk anlarında ona danışmak ya da ondan teselli almak için onunla konuşabilir. Ancak bu özdeşim aşırıya kaçarsa, bu durum inkâr edilen ya da ertelenmiş yasın bir parçası hâline gelebilir.

    Piaget’nin akomodasyon/uzlaştırma [accommodation] ve özümseme [assimilation] süreçleri, özdeşimin sonuçlarını anlamamıza yardımcı olur. Normal içeatma [introjection] sürecinde kişi, özdeşim kurduğu nesnenin [identificate] bazı yönlerini “sindirir” ve onları kendi parçası hâline getirir. Buna karşılık, içealma [incorporation], yeme eyleminin psikolojik karşılığıdır ve özdeşim nesnesinin hiçbir dönüşüm ya da özümleme olmaksızın “bütün hâliyle yutulmasını [swallowing whole]” ifade eder. Bu süreç, psikotik bir nitelik taşıyabilir.

    Örnek: Ebeveynin olumsuz imgesiyle özdeşim

    Şiddetli bulimik semptomlarla seyreden borderline kişilik bozukluğu (BPD) tanılı 45 yaşındaki bir kadın, kendini defalarca kesmiş ve intihar girişimlerinde bulunmuştur. Her gün en az 10 mil bisiklete binmekte, akşamları ise bir mil yüzmektedir. Egzersiz yaparken, kendini keserken ve kusmayı tetiklerken, zihninde şu fantezi vardır: Tüm “kötü şeyler” vücudundan dışarı atılmaktadır; özellikle, kusmuğunda kan şeritleri görmesi ona büyük bir rahatlama hissi verir. Hatta şuna inanmaktadır: Bedenine bir bıçak saplayarak, içindeki tüm o kırmızı kötü şeylerin dışarı fışkırdığını görmek, ona mutlak bir dinginlik ve özgürlük sağlayacaktır. Annesinin kendisine sürekli olarak bencil, kötü bir kız dediğini anlatır. Çocukken, durmadan dua ederek bunun doğru olmamasını dilemiştir. Bu, kendini daha az kötü hissetmesini sağlar. Ancak annesinin bu bakışı, onun içinde özümseyemediği, içe alınmış [incorporated] bir nesne olarak kalmıştır. Dua etmek ve çeşitli “geçersiz kılma [undoing]” girişimleri anlık bir rahatlama sağlasa da, kendilik temsili üzerinde kalıcı bir değişiklik yaratmamıştır. Ancak, öfkeli, reddedilmiş ve özlem duyan yönlerini kabul edebildiği noktada, kendine zarar verici davranışları azalmıştır; çünkü bu sayede, annelik içealımı [maternal introject] çözülmeye başlamıştır.

    Aklileştirme ve mantıksallaştırma

    Entelektüalizasyon/düşünselleştirme/aklileştirme [intellectualisation] ve rasyonalizasyon/mantıksallaştırma [rationalisation], siyaset, iş dünyası, tıp -ve psikoloji- gibi pek çok alanda yaygın biçimde görülür. Bu mekanizmalar, olgunlaşmamış savunmalar ile olgun savunmalar arasındaki boşluğu köprüleyen savunmalardır ve yetişkinlikte de herhangi bir açık soruna yol açmadan varlıklarını sürdürebilirler. Entelektüalizasyon, çeşitli alt savunmaları kapsar: Yaşamak yerine düşünmeyi tercih etme, yakınlıktan kaçınmak amacıyla soyut olana aşırı dikkat gösterme gibi. Örneğin, gelişen cinselliğinden korkan bir ergen, evlilik dışı cinsellik üzerine entelektüel düzeyde konuşabilir, ya da gençlerin cinsel davranışlarını ciddi bir şekilde tartışabilir. Rasyonalizasyon ise, bilinçdışı arzulardan kaynaklanan irrasyonel davranışlara, mantıklı, inandırıcı -ve hatta kimi zaman doğru- açıklamalar getirme yoludur. Örneğin, kişi ödipal rekabetten ve yarışmadan duyduğu korkuyu, “Sınavlar zaman kaybıdır”, “Bir insanın gerçekten önemli yönlerini ölçmezler” diyerek mantıksallaştırabilir.

    Olgun mekanizmalar

    Yüceltme [sublimation] ve mizah [humour], bilinçdışı dilek ve arzuların toplumsal olarak kabul edilebilir bir biçimde kısmen ifade edilmesine olanak tanıyan, aynı zamanda toplumu zenginleştiren savunmalar oldukları için, Freud tarafından olgun savunma mekanizmaları olarak onurlandırılmıştır. Yüceltmede, arzular engellenmez, inkâr edilmez ya da saptırılmaz; bunun yerine kanalize edilirler. Saldırgan dürtüler, oyun ya da spor yoluyla ifade bulabilir; sanatta, duygular tanınır, dönüştürülür ve anlamlı hedeflere yönlendirilir; narsistik gereksinimler, zararsız biçimde -örneğin şaka yapmak, kendini göstermek, ya da başarılı bir oyuncu olmak yoluyla- doyurulabilir.

    Örnek: Boya kutusu ve spatula

    50 yaşındaki bir mühendis ve amatör ressam, hayatının en verimli yıllarını adadığı şirketten işten çıkarıldıktan sonra başlayan ve tedaviye dirençli seyreden depresyon nedeniyle psikanalize başvurdu. Babası, savaşta ölmüş olduğu için onu hiç tanımamıştı; dul annesine adanmış, son derece kontrollü ve “iyi” bir çocuk olarak büyümüştü. Annesi, hasta 7 yaşındayken yeniden evlenmişti; hasta, üvey babasının sert disiplinine tek kelime etmeden boyun eğmişti. Asla öfkelenmemekle övünüyordu. Boyun eğici bir kadınla evlenmişti. Depresyonunun başlarında, bir gün evde dekorasyon yaparken, eşi ona yanlış türde bir boya getirmişti.
    Bunun üzerine, dehşet içinde, 5 litrelik boya kutusunu doğrudan yere boca etmiş, evden çıkıp gitmiş ve temizliği eşine bırakmıştı. Analiz ilerledikçe, yakınlık ve mahremiyet özlemi, ve kimsenin onun ne istediğini fark etmemesine duyduğu öfke gibi derinlemesine bastırılmış duygularla temas kurmaya başladı. Daha sonra, kendi de şaşırarak yeniden resim yapmaya başladı; ancak bu kez, geçmişteki gibi titiz çizimlerle değil, kalın boyaları spatula ile doğrudan tuvale yayarak. Daha önce depresyonla ifadesini bulan öfke dolu duygusal ihtiyaçları, bu kez yaşamı besleyen bir yaratıcılığa yüceltilmişti.

    Freud, yüceltmeyi, bir toplumun en ilkel ve derin arzularının, aynı zamanda ideallerinin ve tutkularının ifadesini sağlayan bir taşıyıcı olarak görüyordu -bu ifadeler, karnaval, tiyatro, müzik, şiir, ve dinsel ya da siyasal idealler aracılığıyla ortaya çıkardı. Benzer biçimde, mizah da bize şunları mümkün kılar: Duygularımızı -özellikle saldırgan olanları- sıkıntı yaratmadan “havalandırmak/dışa vurmak [ventilate]” ve paylaşmak; utanç duymadan gerilemek [regrese olmak], özgürce oyunlar oynamak, cezalandırılma korkusu olmadan gülmek, ve keyifle gevşemek. Bazı durumlarda mizah, büyük trajedilerin katlanabilir hâle gelmesini bile sağlayabilir. Bir hastanın gerçek anlamda -savunmacı olmayan bir biçimde- gülebilmesi psikoterapide gerçek ilerlemenin bir göstergesi olarak kabul edilir.

    Araştırma

    Vaillant ve çalışma arkadaşları, olgun savunma mekanizmalarının uyumsal değerini doğrulamışlardır (Vaillant, 2011; Vaillant, Bond, & Vaillant, 1986; Vaillant & Drake, 1985). Liseden mezuniyetlerinden itibaren 40 yıl boyunca izlenen erkekler üzerinde yapılan uzunlamasına çalışmalar, olgun savunmalar kullanan bireylerin, daha mutlu, iş yaşamlarında daha başarılı ve istikrarlı, aile hayatlarında daha dengeli olduklarını, daha az olgun savunmalar kullananlara kıyasla sürekli olarak ortaya koymuştur. Benzer şekilde, Perry ve Cooper (1989), olgunlaşmamış savunma mekanizmalarının psikolojik belirtiler, kişisel sıkıntılar ve zayıf toplumsal işlevsellikle ilişkili olduğunu bulmuşlardır.

    Bu çalışmalar ne kadar önemli olsa da, elde edilen bulgular, savunma mekanizmalarının nedensel rolü ile bu savunmaları ortaya çıkarmış olabilecek gelişimsel süreçler arasında bir ayrım yapmamaktadır. Bununla birlikte, Sartorius, Jablensky ve Regier (1990), ana akım psikiyatrinin, semptomları, nedensel etkenleri, patojenik modelleri ve prognostik türleri birbirine bağlama çabalarının genel olarak başarısız kaldığını öne sürmektedir. Bu bağlamda şu yorumda bulunurlar: “…artık eskimiş olduğu iddia edilen Freudcu savunma mekanizmalarının geri dönüşü yerindedir”. Bu yorum, psikodinamik kuramın psikiyatrik tanı üzerindeki süregiden önemini vurgulamakta ve savunma mekanizmalarının, zihinsel bozukluklara yönelik transdiyagnostik [aratanısal/tanılararası] yaklaşımda yer alması gereken, üst düzey psikolojik süreçler olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır.

    Pek çok savunma mekanizmasının güvenilir biçimde ölçülmesi, günümüzde artık mümkündür; bu ölçümler, öncelikle savunmaları hiyerarşik bir yaklaşımla sınıflandıran ölçekler aracılığıyla yapılmaktadır ve ilkel/olgunlaşmamış ile olgun mekanizmaları ayırt etmeye odaklanır. Haan’ın Savunma ve Başa Çıkma Süreçleri Q-sıralaması (Q-sort) (Haan, 1977), kodlayıcılardan, katılımcıların güncel yaşamları ve geçmiş deneyimleri hakkında bilgi içeren yarı yapılandırılmış görüşmeleri değerlendirmelerini ister. Savunma Mekanizması Değerlendirme Ölçeği [Defence Mechanism Rating Scale] ise (Perry & Henry, 2004), görüşme dökümlerini ve videoya kaydedilmiş oturumları kullanarak,
    bireyin olgunlaşmamış ve olgun savunma mekanizmalarını ne düzeyde kullandığını belirlemeye çalışır.

    Savunma mekanizmaları ile psikopatoloji arasındaki ilişkiye dair bulgular tutarlıdır: Daha olgunlaşmamış (immature) savunma mekanizmaları,
    daha fazla semptom ve davranışsal bozulma ile ilişkilidir. Örneğin, yakın partner şiddetinde, değersizleştirme, idealleştirme (idealisation) ve tümgüçlülük gibi olgunlaşmamış savunmaların sıklığı, fiziksel ve psikolojik saldırganlığın şiddetiyle doğrudan bağlantılıdır. Psikoterapinin savunma örüntüleri üzerindeki etkisine bakıldığında: Johansen, Krebs, Svartberg, Stiles ve Holen (2011), C kümesi kişilik bozukluklarında [çekingen, bağımlı, obsesif-kompulsif] savunma işlevindeki değişimlerin, belirgin iyileşmeyi öngördüğünü bulmuştur. Benzer bir çalışmada, Bond ve Perry (2004), savunmalardaki genel olgunlaşma düzeyi ile psikanalitik psikoterapi sürecinde depresyonun azalması arasında anlamlı bir ilişki saptamıştır.

    Bu bulgular, nedenselliğin yönüne dair önemli bir soruyu gündeme getirir:
    Acaba savunma mekanizmalarının olgunlaşmamış oluşu, zayıf toplumsal işlevselliğe ve psikolojik rahatsızlıklara mı yol açmaktadır, yoksa tersi mi geçerlidir? Bu nedenle, savunma işlevindeki değişimlerle semptomlardaki değişimlerin zamanlaması arasındaki ilişkinin netleştirilmesi büyük önem taşımaktadır: Hangisi önce gelir? Olası senaryolar: Semptomların azalması, bireyin daha olgun savunma düzenlemeleri geliştirmesini sağlayabilir; ya da tam tersine, olgun savunmaların yerleşmesi ve adaptif kullanımının artması,
    bireyin günlük yaşamdaki streslere karşı daha dirençli [resilient] hâle gelmesini önceleyebilir. Her iki olasılık da dikkate alınmalı ve nedensel ilişki yönü dikkatli biçimde araştırılmalıdır.

    Nedensel etken mi yoksa bir sonuç mu olduğu fark etmeksizin, savunma mekanizmalarının dönüştürülmesi, yapıcı bir yaşam sürmek için gerekli olan kimlik, özerklik ve başkalarıyla ilişkilenme arasındaki zorlayıcı dengeyi kurmaya yardımcı olur. Psikanalitik tedavi modelinde savunmaların merkezi bir yer tutması, bu yöntemin iyileştirici ve uzun vadeli gelişim sağlayıcı etkilerinin kısmen buradan kaynaklandığını düşündürebilir.

  • Zihin Modelleri (2. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice‘in [Psikanalize Giriş: Çağdaş Kuram ve Uygulama] 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bu tür düşünceler, psikanalizin varsayımsal üstyapısının bir parçasıdır; bu yapının herhangi bir bölümü, yetersizliği kanıtlandığı anda, herhangi bir kayıp ya da pişmanlık duymaksızın terk edilebilir ya da değiştirilebilir.

    (Freud, 1925, s. 31)

    Freud’un, yeni fikirlerin önceki temeller üzerine inşa edildiği arkeolojik metaforu (bkz. Bölüm 1), psikanalitik kuramın kendisi için de geçerlidir. Bazı fikirler yeniden işlenirken, bazıları neredeyse özgün hâlleriyle korunmuştur. Freud’un kendisi kuramsal modellerini sürekli olarak gözden geçirmiş ve ihtiyaç duyulduğunda onları köklü biçimde değiştirmekten çekinmemiştir. Onun takipçileri de bu yaklaşımı benimseyerek yoluna devam etmiş ve psikanalitik zihin modelleri de birçok gelişimsel değişim geçirmiştir. Bunun sonucunda, çoğu model tutarlı bir bütün oluşturmaktan ziyade, farklı soyutlama düzeylerinde kavramlar içeren karmaşık bir düşünce matrisi meydana getirmiştir. Birbiriyle çelişkili görünen kuramsal ifadeler zaman zaman rahatsız edici bir biçimde yan yana dururlar; bunun bir nedeni, psikanalitik kuramın birden fazla soyutlama düzeyinde yer alıyor olmasıdır.

    Waelder (1960), psikanalitik kuramın şu soyutlama düzeylerini tanımlamıştır:

    1. Klinik yorum – belirli bir hastaya ilişkin bir kuram ya da formülasyon.
    2. Belirli hasta gruplarına yönelik klinik genellemeler, örneğin “narsisistik örgütlenmeler” (bkz. Bölüm 4).
    3. Savunma mekanizmaları veya aktarım gibi genel psikanalitik kavramlar. Bu bölümde esas olarak odaklanacağımız düzey budur.
    4. Ödipus kompleksi ya da ölüm dürtüsü gibi genel açıklayıcı kavramlar.

    Farklı kuramsal yaklaşımların temelinde, dünyaya ilişkin değişen bazı varsayımlar yatar: yaşantının ne ölçüde çevre tarafından belirlendiği ve ne ölçüde doğuştan geldiği; temelde umutlu mu yoksa “depresif gerçekçi” bir bakış açısının mı benimsendiği; zihne mekanik mi yoksa hümanistik bir çerçeveden mi yaklaşıldığı; determinizm ile özgürlük arasındaki denge; zihinsel süreçlerin kişisel anlamlar ve dil yerine kişisel olmayan kuvvetler olarak mı ele alındığı; zihinselcilik [mentalism] mi yoksa realizm [realism] mi benimsendiği; ve psikolojik fenomenlerin öncelikle içsel [intrapsychic] mi yoksa kişilerarası [interpersonal] mı olarak görüldüğü.

    Tüm bu meseleler, psikanalizin felsefi ve kültürel yorumcuları tarafından ele alınmıştır (Appelbaum, 2013; Cavell, 1988, 1994; Greenberg & Mitchell, 1983; Holmes & Lindley, 1989). Ancak bu kitabın klinik bakış açısından bakıldığında, iki boyut özellikle öne çıkar. İlk olarak, kişilik gelişiminde çevresel [environmental] etkenlerle intrapsişik [intrapsychic] etkenler arasındaki denge; ikinci olarak ise zihinsel olgulara yaklaşımda neden [causation] ve mekanizma [mechanism] mı, yoksa kavrayış [understanding] ve anlam [meaning] mı öncelenmelidir sorusu öne çıkar. Freud, farklı dönemlerde bu tartışmaların her iki yönünde de konumlanmıştır. Başlangıçta, özellikle çocuklukta baştan çıkarılma ya da savaş nevrozu gibi travmatik dış olaylara vurgu yaparak çevresel etkenleri ön plana koymuştur. Ancak daha sonra geliştirdiği dürtü-yapısal modelde [drive-structural model] içsel dünyayı birincil olarak görmüştür. Dışsal olaylar, artık neden olmaktan çok, Ödipus kompleksi gibi doğuştan gelen örüntüleri tetikleyen unsurlar olarak ele alınmıştır. Bu vurgu farkı günümüzde de devam etmektedir. Bu kitapta modelleri intrapsişik [intrapsychic], kişilerarası [interpersonal] ya da karma [mixed] olarak sınıflandıracağız. Benzer şekilde, Freud başlangıçta patolojik zihinsel yaşama dair bilimsel ve nedensel bir açıklama üretmeyi hedeflemişken, çalışmaları ilerledikçe anlam, anlatı ve iletişim konularına giderek daha fazla önem vermeye başlamıştır.

    Klinisyenlerin karşı karşıya kaldığı ikilem şudur: Etkili bir şekilde çalışabilmek için -özellikle mesleki kariyerin başlangıcında- sağlam bir kuramsal çerçeveye ihtiyaç vardır; ancak insan zihninin ve insan güdülerinin tüm işleyişini tek bir modelin bütünüyle açıklayabilmesi pek olası değildir. Uygulamada, çoğu analist temel bağlılıkları belirli bir kuramsal okula dayansa da, farklı kuramlardan oluşan bir bileşimi kullanır. Bu bölüm, kitabın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılandırılacak olan temel psikanalitik kavramların ve modellerin şematik bir genel görünümünü sunmaktadır (karş. Auchincloss, 2015).

    Bilinçdışı

    Bilinçdışı [unconscious] kavramı, genellikle psikanalizle eşanlamlı olarak görülür. Freud her ne kadar bilinçdışını “keşfetmiş” olmasa da (Ellenberger, 1970; Hopkins, 2012), onun normal ve patolojik zihinsel yaşamdaki rolünü sistematik biçimde inceleyen ilk kişidir. Günümüz perspektifinden bakıldığında, bilinçdışı dört temel şekilde kavramsallaştırılmaktadır.

    “Kendi başına bir varlık” olarak bilinçdışı

    Freud başlangıçta bilinçdışını “zihinsel aygıt”ın [mental apparatus] (Laplanche, 1989) bir parçası olarak görmüştür; bu aygıt, Kantçı anlamda doğrudan kavranamayan, ancak rüyalar, nevrotik semptomlar ve dil sürçmeleri gibi “irrasyonel” zihinsel fenomenleri belirleyen bir varlıktır. Freud, kabul edilemeyen anıların, düşlemlerin (phantasies – bu yazım, onları gündüz düşleri ya da bilinçli dilekler anlamındaki “fanteziler”den [fantasies] ayırmak için kullanılır), arzuların, düşüncelerin, fikirlerin ve acı verici yaşantıların bazı yönlerinin, onlara eşlik eden duygularla birlikte bastırma yoluyla bilinçdışına itildiğini öne sürmüştür. Freud, yayımlanmamış eseri “Tasarı”da [Project], bilinçdışının rolüne dair nörobiyolojik bir açıklama geliştirmeyi ummuştur; bu açıklama, psişik enerjinin ya da libidonun akışı, bağlanması ve boşalması temeline dayanır. Her ne kadar bu “hidrolik” model büyük ölçüde geride kalmış olsa da, modern nöropsikoloji, subliminal algılama [subliminal perception] ve “bilinçöncesi işleme [preconscious processing]” aracılığıyla, hayatta kalma açısından yaşamsal birçok zihinsel sürecin farkındalığın dışında gerçekleştiğini doğrulamıştır (Dixon & Henley, 1991; Solms, 2018b). Bu da bizi iki kavram arasında bir ayrım yapmaya götürür: “betimleyici bilinçdışı [descriptive unconscious]”, yani fizyolojimizin diğer yönleri gibi farkında olmadığımız zihinsel yaşantılarımız; ve “dinamik bilinçdışı [dynamic unconscious]”, yani zihinsel acı ya da çatışma potansiyeli taşıyan içeriğin amaçlı biçimde bastırılmasıdır.

    Gizil anlamların deposu olarak bilinçdışı

    Çağdaş psikanalizde mekanizmadan anlam yönelimli bir anlayışa geçişle birlikte, “bilinçdışı” artık hastanın farkında olmadığı duygulanımsal anlamların bir metaforu hâline gelir ve bu anlamlar analistle kurulan ilişki aracılığıyla ortaya çıkar. Bu bağlamda “bilinçdışı” bir isim olmaktan çok bir sıfat işlevi kazanır: “bilinçdışı” bir varlık [the unconscious] değil, “bilinçdışı süreçler” [unconscious processes] söz konusudur. Bu yaklaşım, psikanalizi postmodern düşüncedeki çokanlamlılık [polysemy] kavramıyla ilişkilendirir; yani her kültürel olgu ya da “metin” içerisinde birden fazla anlam bulunabilir. Bu anlayışta analistin görevi, zihinsel aygıtın bir anatomisti olmak değil, bu gizil anlamları birlikte keşfetmektir.

    Bilinçdışının gizemi

    Jung (1916) ve onun yorumcuları (Corbett, 2012; Fink, 2011), bilinçdışının daha soyut, neredeyse mistik bir yönünü vurgulamışlardır. Jung özellikle insan deneyiminin dinsel ve spiritüel yönleriyle ilgilenmiş ve “kolektif bilinçdışı [collective unconscious]” kavramını ortaya atmıştır. Ona göre bu bilinçdışı, Freud’un tanımladığı kişisel bilinçdışından daha derin bir zihinsel düzeyde yer alan, tüm insanlığa ortak, önceden var olan bir anlam ve simge dizisinden oluşur. Bu görüşünü, çok farklı din ve kültürlerin inanç ve mitolojilerinin tarih boyunca ve dünyanın çeşitli bölgelerinde büyük ölçüde ortak temalara sahip olduğu bulgusuna dayandırmıştır. Jung bu yaklaşımı hastalarına da uygulamış ve su, yılan ya da mandalaya benzer desenler gibi rüya imgelerinin “psişik genetik mirası [psychic genetic inheritance]” temsil ettiğini, yani bireysel deneyimlerin özgünlüğünden önce gelen evrensel bir mirasa işaret ettiğini savunmuştur.

    Geçmişteki bilinçdışı ve şimdiki bilinçdışı

    Sandler ve Sandler (1987; Sandler, 2018), klinik açıdan işlevsel bir ayrım yaparak “geçmişteki bilinçdışı [past unconscious]” ile “şimdiki bilinçdışı [present unconscious]” kavramlarını ortaya atmışlardır. Yetişkinin geçmişteki bilinçdışı, yanıtlarını, arzularını ve ihtiyaçlarını çocukluk hâlâ sürüyormuşçasına güçlü biçimde belirlemeye devam eden “içteki çocuk”tur [child within] ve değişmeden kalmış bir biçimde işler. Şimdiki bilinçdışı ise bilinçöncesine (bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır) daha yakın bir yapıda olup, bugündeki dengeyi korumaya yöneliktir; geçmişteki bilinçdışını dönüştürerek onun düşlemsel içeriğine -her ne kadar zayıflatılmış biçimde de olsa- ifade alanı açar. Geçmişteki bilinçdışı, ilkel nesne temsilleriyle işler ve geçmişe göre tepki verirken; şimdiki bilinçdışı, nesneleri bugünde algılandığı ve tasarlandığı şekliyle temsil eder. Sandlerlar, psikanalitik tedavide analistin her zaman şimdiki bilinçdışından geçmişteki bilinçdışına doğru çalışması gerektiğini; yani geçmişteki travmaların yeniden inşasına geçmeden önce analitik etkileşimin “burada-ve-şimdi”sine dikkat edilmesi gerektiğini savunurlar.

    Freud’un modelleri

    Freud’un zihin tasarımı üç temel evrede gelişmiştir: duygulanım-travma modeli [affect-trauma model], topografik model [topographical model] ve yapısal model [structural model] (Sandler, 1972).

    Duygulanım-travma modeli

    Freud’un en erken psikanalitik fikirleri, 1870 Fransız-Prusya Savaşı’ndan kalan travma mağdurlarıyla olan deneyimlerinden etkilenmiştir; bu kişilerdeki histerik felçler, cephede yaşanan travmatik deneyimlerle ilişkili görünmekteydi ve bu dehşet verici olayları dile getirme (duyguyu dışa vurmak [abreact]) olanağı bulduklarında semptomlar hafifliyordu. Freud daha sonra, histerik hastalarının -özellikle kadınların- çocukluklarında olumsuz cinsel yaşantılara sıklıkla değindiklerini fark etti. Bunun üzerine, savaş travmasına benzer bir biçimde, cinsel istismar gibi acı verici dışsal olayların “zihinsel aygıtı” alt edebileceğini ve bunun sonucunda oluşan duygulanımlarla başa çıkamayarak bu etkilerin histeri semptomları biçiminde ortaya çıktığını öne sürdü: ağrılar, felçler, dissosiyatif durumlar, açıklanamayan nöbetler vb. Freud, günümüzde travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) kapsamında değerlendirilen, güncel travmalardan kaynaklandığını düşündüğü “güncel nevrozlar”ı [actual neuroses] (nevrasteni ve anksiyete) -ve özellikle çocukluk travmasının sonucu olarak gördüğü- “psiko-nevrozlar”dan [psycho-neuroses] (histeri ve obsesyonel nevroz) ayırt etmiştir. Ancak bu iki nevroz türü arasında açık bir ilişki vardır: çünkü, Garland’ın (2002) da öne sürdüğü gibi, çocukluk travması bireyi, güncel travmaların etkisine karşı daha duyarlı hâle getiren bir yatkınlık etmeni olarak işlev görür.

    Göllenerek birikmş duygulanımların [dammed-up affects] (hisler gibi) boşalmasının, psişik dengeyi tehdit ederek semptomlara yol açabileceği fikri, Freud’un metapsikolojisinin ilk evresini oluşturan “duygulanım-travma” referans çerçevesi [“affect-trauma” frame of reference] olarak adlandırılmıştır (Zepf & Zepf, 2008). Duygulanım-travma teması, günümüzde de psikanalitik düşüncenin önemli bir parçası olmaya devam etmektedir; özellikle de çocukluk çağı istismarlarının -fiziksel, duygusal ya da cinsel- gerçekliğinin ve bunların fiziksel ve ruhsal sağlık üzerindeki uzun vadeli etkilerinin ortaya konulmuş olmasıyla birlikte (Anda ve ark., 2006). Çocukluk travmasının doğası, farklı yazarlar tarafından farklı biçimlerde ele alınır: bazıları intrapsişik etkenlere, bazıları ise çevresel faktörlere vurgu yapar. İntrapsişik bir perspektiften bakıldığında Klein (1946) ve Kernberg (1975), çocukluktaki yoğun nefret, saldırganlık ve hasetin bizzat içsel olarak travmatik olabileceğini ileri sürerler ve olası sınır kişilik bozukluğu olan bireylerin, özümsenmesi mümkün olmayan bu tür aşırı olumsuz duygulara fazlasıyla maruz kalabileceğini; bunun da aşırı bölme ve yansıtmalara yol açabileceğini öne sürerler (bkz. Bölüm 4). Buna karşılık Kohut’a göre ilksel travma kişilerarasındadır: ebeveyn empatisinin yetersizliği, bütünlüklü bir kendilik duygusunun bozulmasına yol açar ve ilerleyen yaşamda saldırganlık gibi “dağılma ürünleri”nin [disintegration products] ya da bağımlılık, kompulsif cinsellik ve hatta kendine zarar verme gibi kendini yatıştırma girişimlerinin ortaya çıkmasına neden olur.

    Her iki yaklaşımda da travma, acı verici bir duygulanımı harekete geçirir; bu duygulanım, daha sonra bilinçten “kovulur/sürgüne gönderilir” [banished] ancak bu bastırmanın bedeli, ya fizyolojik dengenin bozulması ya da acıyı uzak tutmak için ruhsal enerjinin harcanması olur -oysa bu enerji sevgiye [love] ve oyuna [play] ayrılabilir olmalıydı. Bower (1981), anıların hatırlanmasının duygu durumuna bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Bazı anılar, yalnızca kaydedildikleri sıradaki duygu durumu yeniden yaşandığında hatırlanabilir. Bu da, “aktarımda yeniden sahnelenebilen travmanın [replay]” daha az bunaltıcı bir şekilde işlenmesine olanak tanıdığı anlamına gelir: kayıp yas tutulabilir, öfke ifade edilebilir ve bu bazen kabullenmeye, hatta affetmeye yol açabilir.

    Topografik model

    Yunanca’da topos “yer” anlamına gelir; topografi [topography] ise bir arazinin fiziksel yerleşimini tanımlar. Freud (1915, 1925), “topografik yaklaşım”dan ve “zihinsel edimlerin topografisi”nden söz eder. Bu yaklaşım, onun ünlü buzdağı metaforunda ifadesini bulur: bilinçli zihin, çok daha büyük ama suyun altında kalmış bir bilinçdışı üzerine oturur ve bu ikisinin arasında, bastırılmamış ama o anda etkin olmayan anı ve düşünceleri içeren bilinçöncesi yer alır. Zihnin bilinçdışı, bilinçöncesi ve bilinçli olmak üzere üç ayrı sisteme bölünmesi, Freud’un çalışmalarının ikinci evresini (1897–1923) başlatmıştır; bu modelde hâlâ beynin lokal işlevlerine dair izler mevcuttur ve Freud’un önceki nörolog kimliğine bir gönderme niteliği taşır. Günümüz psikanalizi, topografik kavramları anatomik çağrışımlarından arındırılmış biçimde hâlâ kullanmaktadır; Freud da her bir zihin bölümünü birer “sistem” olarak görerek benzer bir yaklaşım benimsemiştir -örneğin “bilinçdışı sistem”, “bilinçöncesi sistem” vb. Bu yaklaşım, zihnin farklı bölümlerinin rol ve işlevlerine odaklanan “yapısal model”e [structural model] (bu bölümün ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır) yumuşak bir geçişi mümkün kılar. Günümüz nörobilimi hem topografik hem de sistemik unsurları kabul eder. Üçlü beyin modeli [triune brain] -sürüngensel (medulla), paleo-memeli (orta beyin) ve neo-memeli (korteks) bölümleriyle- topografik bir yapıdır; ancak günümüzde beyin işlevleri, limbik sistem [limbic system] gibi ağ yapısı içindeki birbirine bağlı düğüm noktaları ya da merkezler olarak, topografik olmayan terimlerle ele alınmaktadır (Oldham & Fornito, 2019).

    “İki ilke”

    Freud’un kuramsal gelişiminin bu evresinden çıkan temel fikirlerden biri, zihinsel işleyişin “iki ilkesi” arasındaki karşıtlıktır (Freud, 1911): birincil ve ikincil süreç [primary and secondary processes]. İkincil süreç düşüncesi, mantıklıdır; zaman, mekân ve nedensellik yasalarına uyar. Buna karşılık, birincil süreç düşüncesi, rüyalar, düşlemler ve çocukluk yaşantısı gibi alanlara özgüdür; burada zaman, mekân ve mantık yasaları geçerli değildir. Birincil süreç düşüncesinde geçmiş, şimdi ve gelecek birlikte var olabilir; farklı olaylar aynı anda ve aynı yerde meydana gelebilir; bir sözcük ya da görsel simge, birden çok nesneyi temsil edebilir ya da birbirinden farklı, hatta çelişkili anlamlar taşıyabilir. Birincil süreçlere aşina olmak, analitik çalışmanın vazgeçilmez bir önkoşuludur ve bu durum, analistlerin kişisel terapi almalarının zorunlu [de rigueur] sayılmasının pek çok nedeninden yalnızca biridir.

    Bilinçdışı ve bilinçöncesi

    Freud, seçici dikkatin doğası gereği birçok psikolojik sürecin betimleyici anlamda bilinçdışı olduğunu fark etmiştir; yani birey bu süreçlerin farkında değildir, ancak bunlar kolaylıkla bilince getirilebilir. Bu tür süreçler ne bastırmaya tabidir ne de birincil süreçlerin etkisi altındadır. Freud, bu bilinçdışı ama bastırılmamış olguları “bilinçöncesi sistem”e [the system preconscious] atfetmiştir; topografik modelde bu sistemin temel rolü, kolay erişilebilir düşünceler ve anılar için bir depo olmaktır. Ancak Freud’un düşünceleri zamanla geliştikçe, bilinçöncesi sistemin aynı zamanda, bilinçdışı sistemden gelen içgüdüsel arzuları değiştirip onları bilinçli sistem için kabul edilebilir hâle getirebilen bir sansür [censor] gibi de işlev görebileceğini fark etmiştir.

    İçgüdü kuramı

    Psikanalitik kuramın evriminde, duygulanım-travma çerçevesinden topografik modele geçiş, önemli bir dönüşümü temsil eder. İlgi odağı, dış gerçekliğin etkisinden, Freud’un insanlığın içgüdülerle -ya da dürtülerle [drives]- mücadelesi tarafından yönetildiğini düşündüğü içsel dünyaya kaymıştır.

    İçgüdü [instinct] ya da dürtü [drive] kuramı, insan güdülerini [motivation] açıklamak amacıyla Freud tarafından ortaya atılmıştır. Ancak bu kuram çevresinde bir kavramsal karışıklık doğmuştur; çünkü Strachey, Almanca metindeki hem “Instinkt” hem de “Trieb” terimlerini İngilizceye “instinct” olarak çevirmiştir. Freud bu iki terimi zaman zaman birbirinin yerine kullanmış olsa da, Instinkt, doğuştan gelen davranış örüntüleri ve tepkileri ifade eder. Freud, içgüdüleri -fantezilerden [phantasy] oluşan- temel gelişimsel ihtiyaçlar olarak görmüş, bunların buyurgan bir niteliğe sahip olduğunu ve ifade edilip doyurulmaları gerektiğini savunmuştur. Daha güdüleyici bir anlam taşıyan Trieb ise, hayatta kalma ya da üreme gibi genel bir amaca yönelik bir itki ya da basınç anlamına gelir.

    Freud her zaman “inatçı bir düalist” idi (Jones, 1953). İçgüdülere dair ilk formülasyonunda Freud (1905), hem normal gelişimde hem de psikolojik rahatsızlıkların kökeninde cinsel ya da libidinal dürtülere vurgu yapmıştır; daha sonraki dönemlerde ise saldırgan ve yıkıcı dürtülere, yani “ölüm dürtüsü”ne (Freud, 1920, 1930) ağırlık vermiştir. Bu yaklaşım, ikili içgüdü kuramı [dual-instinct theory] olarak tanınır; oysa Freud, daha önce libidoya ek olarak kendini koruma (yani ölüme karşı koyma) dürtülerini de vurgulamıştır. Birey, bu dürtülerin ya da içgüdüsel arzuların merhametine kalmıştır; yetişkinlikte ortaya çıkan semptomlar, bu “ilkel” çocukluk talepleriyle başa çıkmak üzere devreye giren psikolojik savunmalardan kaynaklanır. Bu arzular bilinçdışı sistemin bir parçasıdır; doğuştan gelen bir “boşalma” gereksinimi taşırlar ve bu boşalımı gerçekleştirmek için gelişim sürecinde bir nesneyle bağlantılanırlar.

    Bu klasik şemada, içgüdüsel arzuların bir kaynağı, bir amacı ve bir nesnesi vardır. Bu arzuların çocukluktaki kaynağı bedenseldir ve bu kaynak, ağız, anüs ya da genital bölge gibi bir erotik bölge olabilir; bu bedensel bölgelerde ortaya çıkan duyumlar gerilim oluşturur ve bu gerilim, boşalma yönünde hareket eder. Açlık hissi yaşayan bebek, bu gerilimi emme yoluyla azaltmayı hedefler. Zamanla, bu davranış artar ve içgüdüsel arzunun nesnesi -annenin memesi- sağlandığında açlık giderilmiş olur. Nesnenin varlığı ve niteliği hatırlanır; bebek bir sonraki açlık hissinde memeye dair anıyı canlandırır ve bu düşlem [phantas]) yeniden sahnelenir. Böylece, kaynak, amaç ve nesne, karmaşık bir etkileşimsel düşlem içinde bütünleşmeye başlar ve bu düşlemin bir kısmı bilinçdışı sistemde temsil edilir.

    Bu örnekte yaşantı ve yeniden canlanan anı gerçek bir olaya -beslenmeye- dayansa da, ifadesi ve ardından gelen doyumu gerektiren ihtiyaç, hayal edilen bir olaya ilişkin olarak da ortaya çıkabilir. Eğer çocukluk dönemine ait, arzu doyurucu bir gündüz düşü kişinin iç dünyasında “yaşanır” ve daha sonra bastırılırsa, bilinçdışı sistem bu hayalî olayları birincil süreç ilkelerine göre ele alacak ve dolayısıyla onları gerçekmiş gibi işleyecektir. Bu gözlem, geri getirilen anılar [recovered memories] meselesi açısından klinik olarak büyük önem taşır. Travmatik bir anının geri getirilmesi ile arzu doyurucu bir düşlemin yeniden canlandırılması arasında -her ikisi de bastırmaya tabi olsa da- klinik ortamda ayrım yapmak çoğu zaman zordur. Bu nedenle her iki durumda da temkinli bir yaklaşım gereklidir.

    Topografik modelin sınırlılıkları

    Klinik deneyim, Freud’u topografik modelde giderek artan sayıda tutarsızlık olduğunu kabul etmeye yöneltti. Bunların başında, Freud’un zihin haritasında ideallere [ideals], değerlere [values] ve vicdana [conscience] yer olmadığını fark etmesi geliyordu. Ayrıca Freud, dış dünyanın zihinsel yapılar üzerindeki etkisinin ve savunmaların bilinçdışı doğasının daha ayrıntılı biçimde ele alınması gerektiğini fark etti. Örneğin anksiyete, başlangıçta bastırılmış “bedensel cinsel uyarım”ın ya da libidonun birikimi sonucu ortaya çıktığı düşünülen -cinsel arzunun hoş olmayan bir duyguya dönüştüğü- bir iç kaynaklı durum olarak görülüyordu (bkz. Bölüm 1). Ancak zamanla anksiyetenin yalnızca içsel değil, aynı zamanda doğrudan bir tehdide ya da tehdidin yol açtığı psikolojik çatışmalara tepki olarak da ortaya çıktığı anlaşıldı. Örneğin, ihmal eden bir ebeveyne karşı öfke duyan bir çocuk, bu öfkesini ifade etmekten ebeveynini tümüyle kaybetme korkusu nedeniyle kaçınabilir. Bu türden bir ebeveyn-çocuk ilişkisinin içselleştirilmesi, topografik modelle kolayca bağdaştırılamıyordu.

    Narsisizm Üzerine [On Narcissism] (Freud, 1914) ve Yas ve Melankoli [Mourning and Melancholia] (Freud, 1917) başlıklı makalelerinde Freud, içsel ve dışsal dünyalar arasındaki etkileşime özellikle vurgu yapmaya başlamıştı; bu durum, özellikle içeatım [introjection], içselleştirme [internalisation] ve özdeşim kurma [identification] kavramlarında belirgindir. Freud, örneğin sert ya da cezalandırıcı bir ebeveyn deneyiminin, bir bireyin içsel dünyasının yapısal bir parçası hâline nasıl geldiğini sorgulamaya başlamıştır.

    Yapısal kuram

    Yapısal modelin [structural model] ortaya çıkışı (Freud, 1923), Freud’un bu sorulara yanıt arayışıydı ve bu arayış kuramsallaştırmasının üçüncü ve son evresini (1923–1939) başlatmıştır. “Bilinçdışı” kavramı, Freud’dan önce gerek edebiyatçı ve şairlerce, gerekse bilim insanları tarafından “keşfedilmiş” olduğundan, bu model aynı zamanda yaşlanan Freud’un yalnızca kendisine özgü kalıcı bir kuramsal miras yaratma arzusunu da yansıtıyor olabilir (Barratt, 2019).

    Yapısal modelde, Freud (1923), insan kişiliğinin üç parçası ya da “yapısal bileşeni [structural components]” olduğunu öne sürmüştür; bunlar, bilinen halleriyle id, ego ve süperego olarak çevrilmiştir -ya da Bettelheim’ın (1985) iddiasına göre, yanlış çevrilmiştir. Topografik kuramda olduğu gibi, bu bileşenler de günümüzde yapısal varlıklar olmaktan çok, işlevler olarak düşünülmektedir; yani yavaş değişen ve tepkisel olarak dengeli psikolojik örgütlenmeler (Friedman, 1978; Rapaport, 1967).

    İd

    Freud, “Das Es” terimini -Strachey’nin çevirisiyle kişisel olmayan “o” ya da “id”- psikosomatik hekim George Groddeck’ten ödünç almıştır. Groddeck, bedenlerimiz ve zihinlerimiz üzerinde tam denetim sahibi olmadığımızı, tersine onlar tarafından yaşandığımızı vurgulamak konusunda ısrarlıydı. Freud’un (1933, s. 105) ifadesiyle:

    “İd, kişiliğimizin karanlık, erişilemez parçasıdır… Ona ancak benzetmeler yoluyla yaklaşabiliriz: Onu bir kaos, fokurdayan uyarımlarla dolu bir kazan olarak adlandırırız… İçgüdülerden gelen enerjiyle doludur; ancak herhangi bir örgütlenmesi yoktur, kolektif bir irade üretmez -yalnızca, haz ilkesine uygun olarak içgüdüsel ihtiyaçların doyumunu sağlamaya yönelik bir itki barındırır.”

    Süperego

    Freud’un (1914) yapısal modelden önceki dönemde ortaya koyduğu “ego ideali [ego ideal]” kavramı, yapısal modelde süperego [superego] ya da “üst-benlik [over self]” olarak adlandırılan daha kapsamlı bir yapıya dönüşmüştür. “Süperego”, çocukluktan itibaren ebeveyn ya da diğer otorite figürlerinin ve daha geniş kültürel etkilerin içselleştirilmesi yoluyla oluşan, vicdan ve ideallerin deposu niteliğindedir. Nesne ilişkileri kuramı açısından bakıldığında, süperego yalnızca içselleştirilmiş bir ebeveyn değil, aynı zamanda bireyin kendi saldırganlık ve cezalandırıcılık eğilimlerinin projekte edildiği bir ebeveyn temsili olarak görülür. Bu nedenle, süperegoyu oluşturan içselleştirilmiş ebeveyn ve diğer figürler hem düşlem hem de gerçeklik öğeleriyle şekillenir. Süperego düzeyinde sert ve cezalandırıcı olarak deneyimlenen bir ebeveyn, gerçek yaşamda aslında oldukça yumuşak ya da iyi huylu biri olarak görünebilir.

    Süperegonun suçluluk duygusu, mükemmeliyetçilik ve doğru ya da yanlış olanı yapma kaygısını biçimlendiren bir yapı olarak kavramsallaştırıldığı göz önünde bulundurulduğunda, depresyonun, obsesif bozuklukların ve cinsel güçlüklerin etiyolojisinde önemli bir rol oynadığı kabul edilir. Ancak bireyler, süperegonun yaşamları üzerindeki etkisinin farkında olma düzeyleri açısından farklılık gösterirler. Örneğin, bazı bireyler yapmak istedikleri şeyin toplumda kabul görmüş değerlerle ya da kendi yetiştirilme tarzlarıyla çeliştiğinin oldukça farkındadır; oysa bazı kişilerde bu etki bilinçdışı bir suçluluk duygusu şeklinde ortaya çıkar (Freud, 1923). Örneğin, obsesif-kompulsif eylemleri gerçekleştirme zorunluluğuyla boğuşan bir hasta, bu davranışa neden yöneldiğine dair bilinçli bir fikre sahip olmayabilir ama bu davranışı yerine getirmezse aşırı bir suçluluk hissi yaşayabilir.

    Ego

    “Ego [ego]” ya da “Ben [I]”, kişiliğin akılcı, gerçekliğe yönelmiş ve yürütücü yönlerini tanımlar; ve bu yapı da yine kısmen bilinçli, kısmen bilinçdışıdır. Freud, egonun çift yönlü görevini şöyle tanımlamıştır: Bir yandan ego, ilkel id dürtülerini gerçeklik ilkesine uygun biçimde denetleyip dünyaya uyarlamalı; öte yandan ise, süperegonun taleplerini yumuşatmalı, onun baskılayıcı beklentilerine karşı denge kurmalıdır.

    “Zavallı ego… üç sert efendiye hizmet eder ve onların taleplerini birbiriyle uyumlu hâle getirmek için elinden geleni yapar… Bu üç zalim efendi: dış dünya, süperego ve id’dir.”
    (Freud, 1933, s. 76)

    Yapısal model, topografik modelin üzerine kolayca oturtulamaz. Her ne kadar bilinçdışı sistem ile id genellikle birincil süreç düşüncesine göre işleyen yapılar olarak eşdeğer kabul edilse de, id aynı zamanda yaratıcılık ve oyun için hayati bir kaynak olarak da görülmeye başlandığında, bu işlevler bilinçli düzeyde de ortaya çıkabilir. Tersine, bilinç sistemi ile ego da birbirine denk değildir; çünkü çoğu zaman birey, kişilerarası gerçekliğe savunmacı biçimde nasıl uyum sağlamaya çalıştığının farkında değildir. Yapısal perspektiften bakıldığında, klinik olarak asıl mesele, hastanın bir yönünün farkında olup olmaması değil, zihnin hangi parçasının etkili olduğudur: Hasta birincil süreçlere göre mi davranıyor ve düşünüyor, gereğinden fazla sert bir vicdanın etkisi altında mı, yoksa ego’ya uyumlu bir biçimde mi hareket ediyor?

    Çatışma ve uyum

    Nörolog kökenli Freud için, refleks hareketin ani gerçekleşen doğası ile psişenin iç dünyasında yer alan gecikme arasındaki zamanlığa dayalı temel bir karşıtlık vardır. Bir arzu, şekillendirilir, etkilenir, değiştirilir, geride tutulur (“özgür irade”ye karşılık “özgür istememe” [free won’t]), saptırılır ya da düşüncenin solgun örtüsüyle gizlenir. İçgüdüsel arzular, doğrudan ifade olanağına sahip değildir:

    • Topografik modelde, bilince ulaşabilmeleri için bilinçöncesinden geçmeleri gerekir;
    • Yapısal modelde ise, bu arzuları süperego ve ego engeller.

    Bu arzular bilince ulaştıklarında artık öyle bir ölçüde dönüştürülmüşlerdir ki, ancak rüya analizi ve aktarımın çözümlenmesi yoluyla geriye doğru “yeniden çevrilerek (back translated)” anlamlandırılabilirler. İçgüdüsel arzular, savunma mekanizmalarıyla (bkz. Bölüm 4) örtülüdür; bu mekanizmalar, içsel çatışmayı en aza indirmek üzere devreye girer. Bu çatışma, içgüdüsel arzuların “haz ilkesine” (Freud, 1920) tabi olmasından kaynaklanır -oysa haz ilkesi, her zaman gerçeklik ilkesiyle uyumlu değildir. Yetişkinler için, çocukluk dönemine özgü arzular ve dürtüler, kimi zaman kaçınılmaz olarak yetişkin yaşamının kısıtlamalarıyla çatışma içine girer. İçgüdüsel arzuların doyumu, eğer bireyin kendini koruma gereksinimine tehdit oluşturuyorsa, ahlaki ve etik inançlarıyla çelişiyorsa, ya da toplumsal ve kültürel çevresinin beklentilerine karşı geliyorsa, ertelenir ya da dönüştürülür.

    Freud sonrası modeller

    Klasik modelde psikanaliz, kişiliği doğuştan gelen bir bölünme ve çatışma alanı olarak görme eğilimindedir: içsel talepler ile dış gerçeklik arasındaki bir mücadele, ve çoğu zaman başarısız kalan uyum çabaları… Bastırma, tüm bu çatışmaların bilincin halısının altına süpürülmesi olarak, birincil savunma mekanizması olarak değerlendirilir. Ancak birbirine zıt arzular varlıklarını sürdürür ve “bastırılanın geri dönüşü [return of the repressed]” -Freud’un doğrudan kullanmadığı ama Nietzsche’nin “bengi dönüş/sonsuz dönüş [eternal recurrence]” fikrine benzeyen bir ifade- nedeniyle, psişik gerilim kaçınılmaz olur.

    Ego psikolojisi

    Heinz Hartmann (1939, 1964), ego psikolojisinin kurucusu olarak, klasik kuramdaki çatışma modelini sorgulamış ve onun yerine egonun savunmaya yönelik olmayan yönlerini [non-defensive aspects of the ego] vurgulamıştır (bu yaklaşımı nedeniyle Lacan tarafından sert şekilde eleştirilmiştir; bkz. Bölüm 3, Lacancı bakış). Klasik kuramda ego, id’in talepleri ile dış dünyanın gerekleri arasında sıkışıp kalmış, bir tür çaresiz arabulucu olarak tasarlanırken; Hartmann, egoyu bu çatışma alanının dışında konumlandırmış ve böylece egonun dış dünya ile serbestçe etkileşim kurabildiğini, ayırt edebilme ve seçim yapabilme kapasitesine sahip olduğunu öne sürmüştür. Hartmann’ın modelinde, egonun çatışmasız alanı [conflict-free sphere of the ego], kişilik gelişimi içinde bağımsız olarak oluşur ve çevresel koşullar yeterince elverişli olduğunda, bu alan herhangi bir engelle karşılaşmadan gelişebilir. Bu alan; düşünme, algı, dil, öğrenme, bellek ve akılcı planlama gibi işlevleri kapsar. Kişiliğin bu yönlerinin gelişimi, bireyin haz ve doyum yaşantısını kolaylaştırır.

    Freud, topografik modelde dikkati dış travmadan alıp zihnin iç işleyişine yöneltmiş, yapısal modelde ise odağı yeniden dış gerçeklikle ilişkili hale getirmiştir. Hartmann ise yapısal kuramı bir adım daha ileriye taşıyarak, haz kavramını yalnızca içgüdüsel arzuların doyumuyla değil, aynı zamanda dış dünyanın gerçekten sunabildiği olumlu yaşantılarla da ilişkilendirmiştir. Başka bir deyişle, haz yalnızca içsel dürtülerin doyurulmasından değil, dış dünyanın sağladığı iyi deneyimlerden de kaynaklanabilir.

    Ego psikolojisinin bir diğer önemli katkısı, Freud’un egoyu kişisiz bir “yapı” [impersonal “structure”] olarak görmesi ile, egoyu kendiliğin bir açığa çıkma biçimi [manifestation of the self] olarak ele alan daha deneyimsel bir yaklaşım arasında yapılan ayrımdır -bu ikinci yaklaşım, Kohut’un kendilik psikolojisinde geliştirilmiştir. Avrupa geleneğindeki ego psikolojisinde ise Anna Freud (1936), egonun dış dünya ile ilişkisine ve kişiliğin normal ve uyum sağlayıcı yönlerine özellikle vurgu yapmıştır. Ona göre savunma mekanizmaları yalnızca iç dünyadan kaynaklanan tehlikelere karşı değil, aynı zamanda -örneğin “saldırganla özdeşim [identification with the aggressor]” durumunda olduğu gibi (bkz. Bölüm 4)- çocuğun gelişimsel çevresine yönelik bir yanıttır. Anna Freud’un yaklaşımı, ego psikologlarınınkine kıyasla yapısal modele daha az katı bir bağlılık gösteriyordu; o, topografik modelin klinik açıdan faydalı yönlerini vurgulamaya devam etti. Genel olarak ego psikolojisi, zaman içinde nesne ilişkileri kuramı ile giderek daha fazla bütünleşmiştir (Wallerstein, 2002). Bu birleşimin izleri, örneğin Kernberg (1976, 1980), Gill ve Hoffman (1982), Arlow (1985, 1991) ve Sandler (1987) gibi yazarların çalışmalarında hâlâ açıkça görülmektedir.

    Klein–Bion modeli

    Her ne kadar öncelikli olarak bir kuramcı değil, bir klinisyen olarak tanımlansa da, Melanie Klein’in psikanaliz tarihindeki en özgün ve sarsıcı düşünürlerden biri olduğu genel olarak kabul görür. Klein, topografik modelden yapısal modele geçişin birçok avantajına rağmen, bu süreçte intrapsişik yaşamda bilinçdışı düşlem [phantasy] kavramının gözden yitirildiğini fark etmiştir. Klein, özellikle ödipal öncesi erken dönem yaşantılara odaklanarak, düşlem kavramını psikanalitik kuramsal ve klinik dil içinde yeniden konumlandırmayı amaçlamıştır.

    Kleinci “konumlar”

    Melanie Klein en çok, zihinsel yaşamın iki temel “konum”u [positions] olarak tanımladığı “paranoid–şizoid [paranoid–schizoid]” ve “depresif [depressive]” pozisyonlar ile, “yansıtmalı özdeşim” [projective identification] kavramıyla tanınır (bkz. Bölüm 4). Brown (2010), Klein’in “konumları”nı bireyi içsel yıkıcılıktan korumak üzere harekete geçirilen düşlemler, kaygılar ve savunmalardan oluşan bütünleşmiş kümeler olarak tanımlamıştır. Paranoid–şizoid konumda, kaygının odağı yok olma ve dağılma tehdidi üzerinedir. Bebek, bu türden deneyimleri bölme ve yansıtma (bkz. Bölüm 4) yoluyla düzenlemeye çalışır: “kötü [bad]” deneyimler ayrıştırılır ve nesneye yansıtılır. Bu savunma, kırılgan bebek benliğini geçici olarak istikrara kavuşturur ve korur; ancak bu durumda nesne artık takip eden, zarar verici ve tehdit edici olarak hissedilir. Aynı zamanda, “iyi [good]” deneyimler de güvenli şekilde muhafaza edilmek üzere nesneye yansıtılabilir; bu durumda nesne idealleştirilmiş bir nitelik kazanır.

    Daha sonraki depresif ya da “onarımcı konum”da [reparative position], Carveth, 2018), kaygı artık benliğin hayatta kalmasından çok, kişinin bağımlı olduğu nesnenin hayatta kalması üzerinedir. Birey, öfke ve hayal kırıklığı duyduğu nesnenin, aynı zamanda kendisine doyum sağlayan, sevilen ve seven nesne olduğunu fark eder. Bu farkındalık, ambivalansı ve suçluluğu tetikler. Klein’in “konumları” her ne kadar şematik ve birbirini dışlayıcı gibi görünse de, gündelik yaşamda bireyler bu iki pozisyon arasında sürekli olarak gidip gelir. Ayrıca, bu iki pozisyon arasında yer alan üçüncü bir pozisyon olarak tanımlanan “sınır [borderline]” konum da mevcuttur (bkz. Bölüm 10).

    Düşlemler ve dürtüler

    Freud için libido ve saldırganlık, yapısız fenomenlerdir [structureless phenomena]; bunların biçimi, gelişimsel bedensel evreler ile dürtülerin tatmini ya da hayal kırıklığı tarafından belirlenir. Ancak Klein için dürtüler, baştan itibaren nesnelere yönelmiştir ve önceden biçimlenmiş “birincil düşlemler [primary phantasies]” olarak ortaya çıkar. Bu nedenle zihinsel yaşamın temel birimi, bir nesne-ilişkili [object-related] bilinçdışı bir düşlem hâline gelir; Freud’daki gibi, kendiliğinden nesne yaratarak ifade arayan dürtüsel arzular değil. Klein’a göre bilinçdışı, zihinsel yaşamın en başından itibaren özgül içeriklere sahiptir -örneğin iyi, doyurucu ve seven “meme” gibi düşlemler -ki bunlar, içgüdülerin zihinsel karşılıkları ya da psişik temsilleridir. Bir içgüdüsel arzu, ancak ve yalnızca bilinçdışı bir düşlem olarak deneyimlenebilir (Isaacs, 1943).

    Bebeğin ne ölçüde doğuştan bilgiye sahip olduğu ve bilinçdışı düşlemlerin [unconscious phantasies] gelişim süreci boyunca ne ölçüde oluştuğu sorusu, psikanaliz içinde süregelen bir tartışma konusudur. Klein’a göre, yıkıcılık ve bilinçdışı düşlem doğuştan gelir ve “birincildir [primary]”; dolayısıyla “bebek, annenin varlığına dair doğuştan gelen bilinçdışı bir farkındalığa sahiptir” ve bu da “bebeğin anneyle kurduğu ilksel ilişkinin temelini oluşturan içgüdüsel bilgiyi oluşturur” (Klein, 1957). Bu yaklaşım, Freud’un boş levha [tabula rasa] modelinin aksine, önceden programlanmış bir düşünen bebek [thinking infant] kavramını ortaya koyar. Bu görüş, gelişim psikolojisinden bir ölçüde destek bulmuştur. Ancak Stern’in (1985) sunduğu, uyum içinde olan mutlu bebek-anne ilişki tablosu, Klein’ın birincil haset ve nefret içeren modelinden oldukça farklıdır (bkz. Bölüm 3).

    Bion ve kapsama (containment)

    Freud’un erken yazılarında “nesne [object]”, yalnızca doyum sağlayan ya da doyumu engelleyen bir figür olarak görünür; ancak ödipal evreye gelindiğinde, nesneler artık tam biçimli anne ve baba figürleri hâlini almıştır. Freud, bir bebeğin birkaç yıl içinde dürtülerden insanlarla ilişkilere nasıl geçtiğini ayrıntılı biçimde açıklamamıştır. Klein, dürtü kuramını nesne bulmayla uzlaştırmaya çalışmış ve birincil nesne kavramını geliştirmiştir. Ancak Klein’ın analizanı olan Bion, Kleinci kuramı dürtülerden ilişkiler yönüne doğru belirleyici şekilde kaydırmıştır. Bion’un (1962) geliştirdiği “kapsayan ve kapsanan [container ve contained]” kavramı, yansıtmalı özdeşim (bkz. Bölüm 4) düşüncesini hem genişletmiş hem de olağan gelişimsel bir süreç olarak açıklamıştır. Bu modele göre, annenin prototipik bakım verici rolü, bebeğin projekte ettiği acı, ölüm korkusu, haset, nefret (ve belki de coşku ve sevinç) gibi duyguları kapsamak ve taşımaktır. Bu duygular, besleyici (ya da analiz bağlamında “dinleyen [listening]”) meme tarafından “zararsızlaştırılır [detoxified]” ve bebeğe geri verilir; böylece bebek, kötü yansıtmalardan ziyade anlaşıldığını ve tutulduğunu hissettiren olumlu yaşantılar edinir. Bu süreç aracılığıyla bebek, yaşantılarını anlamlandırmaya başlar ve anksiyeteyi taşıyabilen ve yatıştırabilen bir nesneyi içselleştirir.

    Nesne ilişkileri kuramı

    Bion, Kleinci düşünceyi yalnızca nesnelere değil, nesne ilişkileri düzlemine taşıyarak önemli bir kuramsal kayma gerçekleştirmiştir. Psikanalitik kuramcıların genel olarak üç ana gruba ayrılabileceği öne sürülmüştür:

    1. İçsel dünyaya [internal world] odaklananlar (örneğin Klein),
    2. Dış dünyaya [external world] odaklananlar -yani “Neo-Freudyenler”: Sullivan, Fromm, Horney, Erikson ve Bowlby,
    3. Bu iki uç arasında yer alanlar: Winnicott, Bion ve Kohut.

    Buna ek olarak, nesne ilişkileri kuramları arasında da önemli bir ayrım yapılabilir:

    • Dürtü kuramını içeren nesne ilişkileri modelleri
    • Dürtü kuramını içermeyen modeller

    Fairbairn, Guntrip ve Sullivan, dürtü kuramını kuramlarına entegre etmeye çalışmamışlardır. Buna karşılık, Mahler (bkz. Bölüm 3), Klein, Kernberg ve Kohut, dürtü kuramıyla nesne ilişkileri kuramını bütünleştirmeye çalışmışlardır -gerçi Kohut, görece olarak saldırgan dürtüleri arka plana atmıştır. İngiliz yazarlar -Winnicott, Balint ve Sandler gibi- özellikle klinik formülasyonlarında dürtü kuramı ile nesne ilişkilerini birleştirmekte zorluk çekmemişlerdir. Fairbairn (1952a), Guntrip (1961, 1974), Winnicott (1953) ve Balint (1937), genellikle birlikte “Britanyalı nesne ilişkileri kuramcıları” olarak anılırlar (Greenberg & Mitchell, 1983; Phillips, 1989). Bu yazarların katkıları farklılık gösterse de, aralarında bazı temel varsayımlarda ortaklaştıkları kabul edilir (Westen, 1990).

    Nesne arayışı

    Nesne ilişkileri kuramının merkezinde, bir insanın birincil güdüsel itkisinin başkalarıyla ilişki kurma arzusu olduğu inancı yer alır. Bebeğin erken dönem etkinliği, anneyle temas kurmaya yöneliktir: “Haz, nesneye götüren bir işarettir; tersine değil” (Fairbairn, 1952b) -yani, bizler öncelikle haz arayan varlıklar değil, nesne arayan varlıklarız ve nihai hedef, yalnızca ihtiyaçların doyurulmasını değil, aynı zamanda güvenlik ve rahatlık sağlayan bir başka kişiyle ilişki kurmaktır. Nesne arayışı biçimi, gelişim evresine göre değişir: başlangıçta beslenme ve karşılıklı bakışma yoluyla (Gergely, 2007; Wright, 1991), daha sonra ise ortak etkinlikler ve ilgi alanlarının paylaşımı yoluyla ifade bulur. Bu yaklaşım, haz arayışı kavramını tümüyle dışlamaz; zira Balint’in (1957) yerinde ifadesiyle, birey hem nesne hem de haz arayışındadır. Bununla birlikte, nesne ilişkilerinin başarısız olduğu durumlarda, saplantılı biçimde haz arayışı da psikopatolojik bir tepki hâline gelebilir.

    Temsili dünya

    Nesne ilişkileri kuramının temelinde, kendiliğin [self], onun nesnelerinin [object] ve bu ikisi arasındaki ilişkilerin [relationships] yer aldığı bir içsel dünya [internal world] kavramı yatar. Bu, Sandler’ın “temsili dünya [representational world]” olarak adlandırdığı yapıdır; Sandler bu dünyayı, içsel yaşamın sahnelerinin ve dramalarının oynandığı bir prosenyum sahnesine [proscenium] benzetmiştir. Bu içsel dünyadaki nesneler arasındaki ilişkiler, özellikle birincil süreçler devreye girdiğinde, sonraki ilişkiler için birer kalıp/şablon işlevi görür. Partnerlerle ve analistle kurulan yakın ilişkiler, bu içsel dünyanın yapısı ve dinamiklerinden derinden etkilenir. Ancak, Klein’in “birincil nesne düşlemleri [primary object phantasies]” görüşünden farklı olarak, Fairbairn (1952b), içsel nesnelerin ve onlarla ilişkili düşlemlerin, dış dünyadaki nesnelerin her ihtiyacı doyuramamasının kaçınılmaz “başarısızlığı [failure]” sonucunda ortaya çıktığını savunur. Fairbairn’e göre bu durum, psişenin merkezinde bir bölünmeye yol açar:

    • “Libidinal nesne [libidinal object]”, doyum sağlayan nesnedir.
    • “Anti-libidinal nesne [anti-libidinal object]”, hayal kırıklığı yaratan, engelleyen nesnedir.

    Bu nesneler, karşılık gelen libidinal ve anti-libidinal kendilik temsilleriyle [libidinal and anti-libidinal self-representations] ilişkilidir. Fairbairn’in şemasında agresyon [aggression], bu hayal kırıklıklarına bağlı olarak ikincil ama temel bir örgütleyici faktör olarak ortaya çıkar. Fairbairn şunu da özellikle vurgular: içselleştirilen şey bir “nesne” değil, bir “ilişki”dir.

    Geçiş alanı (transitional space)

    Winnicott -kimi zaman gizemli ifadeler kullansa da psikanalizin en yaratıcı kuramcılarından biri olarak kabul edilir (çalışmaları için bkz. Phillips, 1988; Abram, 2007; Abram ve Hinshelwood, 2018)- yaratıcı kapasitenin ve sağlam bir içsel dünyanın, “yeterince iyi [good-enough]” anne-bebek ilişkisinin bir sonucu olduğunu öne sürmesiyle tanınır. Winnicott’a göre nesne ilişkileri kuramı, yalnızca içsel ve dışsal nesneleri değil, aynı zamanda bu iki alan arasındaki karşılıklı etkileşimi de kapsar. İşte bu karşılıklı etkileşimi “geçiş alanı [transitional space]” olarak adlandırır -bu alan ne bütünüyle içtedir, ne de dışta; arada [between] bir yerdedir.

    Geçiş olguları [transitional phenomena], Freud’un haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasında eksik halkayı oluşturur ve aynı zamanda dürtü kuramını kişilerarası bir bakış açısıyla uzlaştırma çabasıdır (Winnicott, 1965). Winnicott’a göre, dürtü güdümlü çocuk, özellikle heyecanlıyken zihninde ihtiyaçlarına uygun bir “nesne” tasarlar. Tam da bu anda, “yeterince iyi” anne, çocuğun arzusuna karşılık gelen gerçek bir nesneyle ortaya çıkar. Bu “illüzyon” anında bebek, nesneyi kendisinin “yarattığını” hisseder: -“Meme istiyorum”; meme belirir; “Bir memeyi ortaya çıkarabiliyorum.” Bu tür “halüsinatif” dileklerin yinelenmesi ve annenin bu dilekleri somutlaştırması (gerçekleştirmesi), bebeğin kendisini kendi dünyasının yaratıcısı olarak deneyimlemesine yol açar. Bu sağlıklı her şeye kadirlik duygusu [healthy omnipotence], yaratıcı ve oyunbaz bir kendiliğin gelişiminin temelini oluşturur. Ancak bir kez bu “gerçek benlik [true self]” ortaya çıktıktan sonra, bu her şeye kadirlik hissi aşamalı olarak geri çekilmelidir; çocuk artık acı, ayrılık, çaresizlik ve kayıp gibi gerçeklerle yüzleşmeye başlar. Gelişmekte olan bebek, zamanla gerçek ile düşlem arasındaki farkı ayırt etmeye başlar ve dış dünyanın, kendi yansıtma ve düşlemlerinden bağımsız olduğunu fark eder. Böylece, kendilik ve öteki arasındaki güvenli bir ayırt ediş ile, onların karşılıklı ilişkisine dair sağlam bir farkındalık belirginleşmeye başlar.

    Winnicott’un psikopatoloji modelinde, bakımverenlerin sürekli olarak ihmalkâr, dikkatsiz, kendine odaklı, depresif ya da denetleyici olmaları, çocuğu uyum sağlayan bir “sahte kendilik”e [false self], engellenmiş yaratıcılığa ve bastırılmış dürtüsel eğilimlere ve ilişki arzularına yöneltir. Guntrip (1961), analitik ilişkide geçiş alanına yönelik regresyonun, çocuğun sağlıklı her şeye kadirlik duygusundan depresif pozisyona ve “yeterince iyi oluş” deneyimine doğru yeniden ilerleyişini mümkün kıldığını savunur. Balint (1968) ise, Sklar’ın (2017) yorumladığı biçimiyle, özellikle bozulmuş ya da “temel kusur [basic fault]” taşıyan hastaların (örneğin sınır patolojiler) analizinde, regresyonun terapötik bir araç olarak önemini vurgulamıştır.

    Nefret

    Winnicott, geçiş fenomenleri [transitional phenomena] kavramında fantazi ile gerçekliği uzlaştırmaya çalıştığı gibi, pozitif nefret [positive hatred] kavramında da ölüm içgüdüsünü [death instinct] ilişkiselleştirmeye çalışmıştır. Nesnenin Kullanımı [The Use of the Object] makalesinde (Winnicott, 1969), “nesneyle ilişki kurmak [relating to the object]” ve “nesneyi kullanmak [using the object]” olarak adlandırdığı iki tür deneyimi birbirinden ayırt eder. Burada kafa karıştırıcı biçimde “kullanmak” ifadesi günlük dildeki anlamıyla sömürü ya da istismarı ima etmez; aksine insanlarla ve nesnelerle etkileşim kurulan ve onları dönüştürmenin mümkün olduğu olgun bir ilişkiyi belirtir. Winnicott’ın modelinde bu pozitif “kullanım”, yaratıcı yıkıcılığın (yeni başlangıçlar eski olanın terk edilmesini gerektirir) eş zamanlı olarak harekete geçirilmesine ve “nesnenin” (yani bakım veren kişinin) bu nefrete dayanarak sağlam kalma kapasitesine bağlıdır. Başlangıçta nesne, gerçek ya da kendilikten ayrı olmayan, kişinin kendi zihninin bir uzantısı olarak görülür. Daha sonra, ortak dikkat, paylaşılan gerçeklik ve karşılıklı “zihinleştirme” (mentalising; Winnicott sonrası döneme ait bir terim) kapasitesi temelinde farklı bir ilişki türü ortaya çıkar.

    Winnicott, bu gelişimlerin ardındaki itici gücü “nefret [hatred]” olarak görmüştür. Nesnenin kişinin kontrolü dışında olduğunun tanınabilmesi ve deneyimlenebilmesi için, fantezi [phantasy] içinde yok edilmesi, ancak daha sonra gerçeklikte hayatta kaldığının deneyimlenmesi gerekir. Bu sağlıklı nefret, zarar verici bir güç olmaktan çok, ayrışma-bireyleşme [separation-individuation] sürecinin ayrılmaz ve gerekli bir parçası olarak kavramsallaştırılır: “Merhaba nesne! Seni yok ettim” (Winnicott, 1969). Winnicott’ın teorisi, nörobilim alanından gelen ve güvenli bağlanmaya sahip annelerin, güvensiz bağlanmaya sahip olanlara kıyasla bebeklerinin mutsuzluk ve ağlamalarını daha sakin ve soğukkanlı bir şekilde tolere ettiklerini gösteren bulgularla tutarlıdır (Strathearn, Fonagy, Amico ve Montague, 2009).

    Winnicott’ın dürtü temelli ve ilişkisel modelleri yaratıcı biçimde sentezlemesi, Britanya Psikanaliz Cemiyeti [British Psychoanalytical Society] içinde teorik görüşlerin katılaşıp donuklaşmasını önemli ölçüde önlemiştir. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nde pek çok psikanalist, ego psikolojisinin katılığı karşısında rahatsızlık duymaya başlamış, ego psikolojisinin Ödipal durum ve içgüdülere yaptığı vurguyu sınırlayıcı ve kısıtlayıcı bulmuştur. Ayrıca 1960’larda kültürel bir dönüşüm gerçekleşmiş, olumlu anlamda kişisel özgürleşmenin alanı olarak, olumsuz anlamda ise ilişkilerden geri çekilip kendi kendine abartma [self-aggrandisement] ve kendi arzularının esiri olma [self-gratification] alanına dönüş olarak “kendilik [self]” kavramına ilgi artmıştır. Psikanaliz içinde bu iki faktör Heinz Kohut’un kendilik psikolojisinde [self-psychology] kristalleşmiştir. Lasch (1979) ve Schafer’a (1977) göre bu durum, engellenmiş içgüdüsel doyumdan kendini gerçekleştirme kaygısına doğru teorik bir kaymayı temsil etmektedir: Bu, içsel çatışmalar yaşayan suçlu “Ödipal insan”dan [oedipal man], kendiliğin bütünlüğü ve tutarlılığı sorunlarıyla boğuşan “trajik insan”a [tragic man] doğru bir harekettir. Kendilik psikolojisi, ego psikolojisinin ortodoksluğuna karşı bir tepki olmasının yanı sıra, köklerini Sullivan (1962) tarafından ortaya konan kişilerarası modelden de alır.

    Kişilerarası model

    Kişilerarası model [interpersonal model], Sullivan (1962, 1964), Horney (1939), Fromm (1973) ve Erikson (1963) gibi Neo-Freudcular tarafından geliştirilmiş olup, radikal ölçüde ilişkisel bir bakış açısı benimser. Winnicott’ı yeniden ifade edecek olursak, kişilerarası kuramcılar için “tek başına bir birey diye bir şey yoktur”. Sullivan, 1920’lerde şizofreniyi biyolojik olarak belirlenmiş, geri dönüşsüz bir kişilik çöküşü ve zihinsel-duygusal işlevlerin tamamen bozulması olarak gören katı Kraepelinci görüşün hatalı olduğuna ikna olmuş bir psikiyatristti. Zamanının çok ilerisinde bir görüşle, “şizofreni”ye atfedilen birçok özelliğin hastalığın kendisinden değil, kurumsallaşma sürecinden kaynaklandığını fark etti. Salt koruyucu bakım [Tıbbi tedavi veya iyileştirme amacı gütmeyen, yalnızca bireyin temel ihtiyaçlarını -yeme, içme, giyinme, kişisel hijyen gibi- karşılamaya yönelik bakım.] yerine, uyarıcı ve insani ilişkilerin [Zihinsel olarak uyarıcı, duygusal olarak besleyici, kişiliği ve iç dünyayı harekete geçiren, gelişimi destekleyen ilişkiler.] kurulmasını savundu.

    Diğer psikanalitik yaklaşımlarda olduğu gibi, kişilerarası model de erken anne-çocuk etkileşimlerini kişiliğin sonraki gelişimi açısından merkezi bir konumda görür; ancak çocuğun içsel dünyasını belirleyici unsur olarak kabul etmez. Bunun yerine, Freud tarafından ortaya konan dürtü-yapısal [drive-structure] modeli tersine çevrilir. Anksiyete, bilinçdışı içgüdüsel arzuların dışavurum ve doyum arayışından kaynaklanmak yerine, dışarıdan uyarılan bir durum olarak, ötekinin zihin hâline verilen bir yanıt olarak görülür. Çocuk, maruz kaldığı anksiyeteye bağlı olarak belirli zihinsel temsiller oluşturur ve bir “Kötü Ben”in [Bad Me] ötekinin (anne ya da bakımverenin) anksiyetesini tetiklediğini hayal eder. Benzer biçimde, anksiyeteyi azaltan bir “İyi Ben [Good Me]” de yapılandırılır; buna ek olarak, “Ben Olmayan [Not Me]” de ortaya çıkar. “Ben Olmayan”, şiddetli panik ve kafa karışıklığına verilen bir yanıttır ve Guntrip’in kırılgan, çaresiz benliği ile ya da Bion’un şizoid varoluş tarzının merkezindeki boşluk kavramıyla benzerlik taşır; bu yapı, ileride ortaya çıkabilecek psikotik çözülmelerin çekirdeğini oluşturur.

    Anksiyete yüklü yaşantılar, zamanla kalıcı fakat sınırlayıcı kişilerarası stratejilere dönüştürülür. Bu “güvenlik işlemleri [security operations]”, kaçınma, dikkatsizlik, taktiksel biçimde yanlış temsil etme gibi kişilerarası ve zaman zaman zarar verici ya da kendine zarar getirici manevraları içerir. Sullivan’ın kişilerarası psikanalizi, teknik düzeyde önemli bir değişime de katkıda bulunmuş; “rekonstrüksiyon [yeniden inşa]” odaklı yaklaşımdan uzaklaşarak analitik durumdaki “şimdi ve burada”ya [here-and-now]” odaklanan bir yönelimi desteklemiştir. Kişilerarası yaklaşım, psikanalitik kuramın gizemciliğine açık bir tepki olarak doğmuş ve hasta ile analist arasında daha az kuram yüklü, daha işbirlikçi bir ilişkiyi teşvik etmiştir. Aktarım artık esas olarak, karmaşık fantezilerin şimdiyi çarpıttığı bir durumdan çok, yaşamın yoğunlaşmış bir kesiti olarak görülmeye başlanmıştır; bu fanteziler hakkında yalnızca her şeyi gören analistin uzman bilgisine başvurmak yerine, aktarımın doğrudan yaşantı içeriği üzerinde birlikte çalışılması esas alınmıştır.

    Sullivan’ın kişilerarası yaklaşımına olan ilgi, 1980’lerde yeniden canlanmıştır; bu canlanma, kendi dergisi Psychoanalytic Dialogues etrafında şekillenen başka bir post-Freudyen ekol olan ilişkisel psikanalizin [relational psychoanalysis] ortaya çıkışıyla paralel gerçekleşmiştir. İlişkisel hareketin önde gelen isimleri arasında Mitchell (2000), Aron ve çalışma arkadaşları (Aron & Leichich, 2011), Benjamin (2004) ve Bromberg (2011, 2014) yer alır. Sandler’ın “şimdiki bilinçdışı [present unconscious]” kavramında olduğu gibi, ilişkisel psikanalizde de vurgu, terapist ile hasta arasındaki şimdi ve burada ilişkisi ile bu ilişkinin bilinçdışı iletişimlerinin karşılıklılığı ve ortaya çıkan diyalog üzerinedir. İlişkisel psikanaliz, analitik çekingenlik ve tarafsızlık ilkelerine yönelik eleştirileriyle tartışmalıdır; terapistlerin seans içinde sınırlı düzeyde kendilerini açmalarını [self-revelation] meşrulaştırması da bu tartışmanın bir parçasıdır. Bu yaklaşım, hastaların analistlerine duyduğu güveni ve güvenirliliği artırmak açısından olumlu sonuçlar doğurabilir; ancak, aktarım gibi temel bir analitik aracın işlemesini zorlaştırabilir, çünkü aktarım, belirli bir düzeyde analitik belirsizliğe dayanır.

    Kendilik psikolojisi (Self-psychology)

    Kohut (1971, 1977), Amerika Birleşik Devletleri’ndeki psikanalitik ortodoksluğa meydan okuyarak, narsisistik bozukluklara sahip ve giderek daha yaygın hâle gelen hastaların başarıyla tedavi edilebilmesi için Ödipal analizle sınırlı kalmayan yeni bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu ileri sürdü. Kuramının odağı “kendilik [self]” oldu ve arzuların inkârı, engellenmesi ya da karşılanmasının kendilik gelişimi üzerindeki etkisi merkezî bir meseleye dönüştü. Başlangıçta Kohut, nesne ilişkileri kuramı ile ego psikolojisine dayanarak bir yapı inşa etmeye çalıştı ve kendiliği, egonun içinde yer alan zihinsel temsillerden türeyen bir oluşum olarak tasvir etti. Ancak daha sonra kendiliği, içgüdüsel arzuları ve savunmaları kapsayan, kendine özgü bir gelişim çizgisine sahip, üst-düzenleyici [supraordinate] bir yapı olarak görmeye başladı.

    Gerekli narsisizm (Necessary narcissism)

    Ego psikolojisinde Hartmann’ın egonun “çatışmasız bir bölgesi” [conflict-free sphere] olduğunu öne sürmesi gibi, Kohut da kuramını Freud’un “birincil narsisizm [primary narcissism]” kavramı üzerine inşa etti (bkz. Bölüm 3). Kohut, psikolojik sağlığın sürdürülebilmesi için öz-sevginin [self-love] gerekli olduğunu savundu; narsisistik bozuklukların ise, ebeveynin empatik yetersizliklerinden kaynaklanan kendilikteki bozulmalardan doğduğunu ileri sürdü. Öncelikle “iki kutuplu [bipolar]” bir kendilik modeli önerdi, daha sonra ise bunu “üç kutuplu [tripolar]” bir modele dönüştürdü. Bu modelde kendiliğin kutupları; kendini ortaya koyan istekler/hırs/tutku [self-assertive ambitions], ulaşılmış idealler ve değerler [attained ideals and values] ile yetenek ve becerilerdir [talents and skills]. Her bir kutupta yaşanan bir bozulma patolojiye yol açabilir; ancak bu bozulma, diğer kutuplardan birindeki güçlülükle telafi edilebilir.

    Narsisistik kendiliğin [narcissistic self] ayrı bir gelişimsel çizgiyi takip ettiği fikri, Anna Freud’un (1965) dürtü, ego ve nesne ilişkilerine dayalı gelişim hatları [developmental lines] anlayışının bir genişlemesi olarak görülebilir. Ancak kendiliğin, kişilik gelişiminde üst düzeyde yer alan, birleştirici ve kapsayıcı bir vektör olarak konumlandırılması daha tartışmalı bir görüştür. Bu konudaki başlıca anlaşmazlık noktası, Kohut’un saldırgan dürtüleri ikincil olarak görmesidir; ona göre bu dürtüler, empatik yetersizliklerin yol açtığı yeterince bütünleşmemiş bir kendilikten türemektedir. Özellikle Kernberg (1975, 1984), Kohut’un saldırgan dürtülere yaptığı bu vurgu eksikliğine dikkat çekmiştir. Ayrıca Kohut’un şemasında, eğer idealler ve değerler kendiliğin parçaları olarak görülüyorsa, süperegonun örgütleyici bir odak olarak nereye yerleştirileceğini görmek de güçleşmektedir.

    Kendilik psikolojisinin temel katkılarından biri, kendilik nesnesi [self-object] kavramıdır. Bu kavram, kişinin kendiliğini sürdüren, güven veren ve ilgi gösteren bir başkasıyla kurduğu yakın ilişkinin öznel olarak deneyimlenen biçimini ifade eder. “Kendilik nesnesi ihtiyaçları [self-object needs]” başlangıçta narsisistik hastaların tedavisinde tanımlanmış olsa da, günümüzde bu ihtiyaçların evrensel, sürekli ve kendiliğin normal psikolojik işleyişinin bir parçası olduğu kabul edilmektedir. Bu ihtiyaçlar, “kendilik nesnesi aktarımı [self-object transferences]” biçiminde ortaya çıkar (bkz. Bölüm 5); bu aktarım biçimleri arasında aynalanma [mirroring], idealleştirme [idealising] ve ikizlik [twinship] aktarımı yer alır ve her biri üç kutuplu [tripolar] kendiliğin farklı bir kutbuna karşılık gelir.

    “Kendilik-nesnesi [self-object]” terimi, zamanla, başkalarının kişinin kendiliğine yönelik aynalanma, idealleştirme ve ikizlik ihtiyaçlarını karşılama işlevini tanımlamak için genel bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bu ihtiyaçlar hiçbir zaman tamamen geride bırakılmaz; bu nedenle kendilik nesneleri, güven, yatıştırılma, takdir edilme gibi psikolojik ihtiyaçları karşılamak üzere başkalarında sürekli olarak var olan ve sürdürülen yönler olarak görülmelidir. Bu bakış açısı, olgunluğun özü olarak ayrışma-bireyleşme [separation-individuation] sürecine vurgu yapan dürtü-yapısal [drive-structural] ve nesne ilişkileri [object relations] kuramlarından önemli ölçüde ayrılır. Kendilik psikolojisinde odak noktası, yaşam boyunca başkalarından gelen empatik ve onaylayıcı tepkilere duyulan ihtiyaçtır; ancak bu ihtiyaç, zamanla ilkel nesnelere bağımlılıktan olgun bir bağımlılık ilişkisine geçişi içerir (Fosshage, 2003).

    Bağlanma kuramı (Attachment theory)

    Bağlanma kuramı, 1950’ler ve 1960’larda, kısmen John Bowlby’nin eğitimini aldığı psikanalize dair bazı çekinceleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Bowlby’nin eleştirileri arasında, psikanalizin diğer ilişkili disiplinlerle yeterince etkileşim içinde olmaması; psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkışında ve sürmesinde çevresel zorluklar ile travmanın rolünün yeterince önemsenmemesi; kuramsal varsayımların bilimsel olarak değerlendirilmemesi; ve psikanalitik terapide değişim sağlayan unsurun, yorum [interpretation] gibi özgül tekniklere fazla değer atfedilmesi, buna karşın terapötik ilişki gibi daha genel unsurların göz ardı edilmesi yer alıyordu.

    Bağlanma kuramı, zihnin işleyişine dair kapsamlı bir “zihin modeli [model of the mind]” sunma iddiasında değildir; bunun yerine, ana akım analitik kuramda genellikle arka planda bırakılan bir yönü vurgular: yaşam boyunca, özellikle hastalık, tehdit ya da yorgunluk anlarında, anlamlı bir ötekine ya da güvenli bir dayanak noktasına [secure base] yönelik duygusal ve fiziksel yakınlık ihtiyacı. Bu bağlanma dinamiği, böylece “davranışsal bağışıklık sistemi”nin [behavioural immune system] bir yönü olarak görülür; işlevi, koruma ve güvenlik sağlamaktır. Bowlby’nin çalışmalarına psikanalistler başlangıçta mesafeli yaklaşmış olsalar da, günümüzde aralarında Eagle (2013), Fonagy ve Target (2007), Holmes (2013), Holmes ve Slade (2018) ile Slade (2016) gibi isimlerin bulunduğu birçok yazar bu iki yaklaşımı kısmen uzlaştırmaya çalışmışlardır.

    Sonuçlar

    Her gelişmekte olan analist, psikanalitik geleneğin içindeki muhafazakârlık ile yenilikçilik arasındaki gerilimle mücadele etmek zorundadır. Bir uçta, ebeveyn otoritesini devirmek ve kendine ait yeni bir söylem alanı tanımlamak arzusu yer alırken; diğer uçta, geçmişten gelenin iyi olanını koruma kararlılığı vardır. Bu uç tepkiler, yani “Ödipal” tepkiler, istisnai durumlar ve istisnai düşünürler için gerekli olsa da, Thomas Kuhn’un (1962) ifadesiyle, “normal bilim”in [normal science] bir parçası değildir. Gelişmekte olan analist, entelektüel gelişimi süresince sağlıklı bir özdeşim ve ayrışma arasında denge kurmak zorunda olan bir Ödipal çocuk konumundadır; daha sonra ise, analitik topluluğun rekabet hâlindeki farklı fraksiyonlarının seslerini mümkün olduğunca uzlaştırması gereken bir ebeveyn konumuna gelir. Gabbard ve Ogden’in (2009) veciz ifadesiyle, mezuniyet sonrası dönemdeki bir analistin kendi sesini bulma görevi, hem “atalara saygı duymayı” hem de “babayı öldürmeyi” içerir.

    Kendilik psikolojisinin empati vurgusu, olumlu narsisizmi ve dürtü temelli yorumlayıcı analitik tutuma yönelttiği eleştiri, ego psikolojisinin aşırılıklarına karşı gerekli bir denge unsuru olmuştur. Nitekim bu bölümde ele alınan kuramların neredeyse tamamı, hâkim modelin belirli yönlerine duyulan memnuniyetsizlik sonucunda gelişmiştir.

    Freud’un, dönemin fizik biliminden etkilenmiş olan dili yaşamaya devam etmektedir; psikanalistler hâlâ nesne, dürtü ve bunlar arasındaki karşılıklı “dinamiklerden” söz etmektedirler. Öte yandan, çağdaş psikanalitik düşüncede birleştirici bir kuram arayışı sürerken, üç tema öne çıkmaktadır: temsil [representation], duygulanım [affect] ve anlatı [narrative]. Sandler’a (1981) göre, bireyin dış dünyayla ilişkisini yönlendiren şey, kendilik ve nesne temsilleridir. Sandler, birincil güdüleyici unsurun dürtüler değil, güvenlik hissini sürdürebilmek amacıyla duygudurumların düzenlenmesi olduğunu ileri sürer. Benzer şekilde, Stolorow, Brandchaft ve Atwood (1987), içsel (endojen) dürtü kavramının terk edilmesi ve bunun yerine, kendilik ile kendilik-nesneleri arasındaki etkileşim içinde oluşan duygulanımların güdüleyici unsurlar olarak benimsenmesi gerektiğini savunmuşlardır.

    Duygulanım kuramında [affect theory], anlam ile mekanizma kesişir. Anlamlar, sorunlu duygusal deneyimleri tutarlı anlatılar [coherent narratives] hâlinde örgütlemenin bir yoludur; bu anlatılar, kendiliğin dünya ile olan ilişkisini dengeler ve onlara istikrar kazandırır (Elliot & Shapiro, 1992). Yorumlayıcı [interpretive] çalışmanın odağı artık içgüdüsel çatışmalar, arzuların engellenmesi ya da saldırgan dürtüler değil; hastanın duygulanımsal deneyimi, bu deneyimin analitik ilişki içinde yinelenmesi ve bu deneyimin, anlamlı ve yön gösterici anlatılara dönüştürülmesidir. Bu anlatılar, hem gelecekteki eylemler için birer rehber hem de uyarıcı işlevi görür. Pine’ın (1981) “yoğun anlar”ın [intense moments] önemine yaptığı vurgu ile Boston grubunun hem gelişimsel süreçte hem de tedavi sürecinde ortaya çıkan “mutatif anlar [mutative moments]” kavramsallaştırması (Stern ve diğerleri, 1998), bu anlayışın somut örnekleridir.

    Ne var ki, psikanaliz kişiliği “terk edilmiş nesne yatırımlarının bir tortusu [a precipitate of abandoned object cathexes]” olarak gördüğü gibi, kuram ve uygulamadaki değişimlerin de çoğu zaman öncülleri vardır. Örneğin, duygulanımsal yaşantıya odaklanmak yeni bir yaklaşım değildir. Fenichel (1941), direnç [resistance] sorununu şu şekilde özetlemiştir: Ya öfke ya da erotik uyarılma gibi yoğun bir duygulanım, bilinçdışı çatışmaya ilişkin bilişsel farkındalığı perdelemektedir; ya da tam tersi biçimde, entelektüelleştirme, duygulanımsal yaşantıya karşı bir savunma olarak iş görmektedir. Bilişsel ya da duygulanımsal yaşantıya aşırı ölçüde dayanmak, insan güdülenmesi ve etkileşiminin karmaşıklığını anlama kapasitesini zayıflatır ve duygulanım ile biliş arasındaki bütünlüğü kaybettirir.

    Zihne ilişkin psikanalitik modeller, hâlâ bir gelişim ve entelektüel gerilim hâli içindedir. Bazı kuramcılar ve klinisyenler, mevcut psikanalitik düşünceyi aşan, ama ondan köken alan “yeni bir paradigma”nın psikoloji bilimlerinde gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Psikanalizin canlı ve güncel bir disiplin olarak varlığını sürdürebilmesi için, çocuk gelişimi (Fonagy, 2002), sinirbilim (Holmes, 2020; Solms, 2018a), dilbilim (Fonagy & Allison, 2014; Talia ve ark., 2019) ve bilişsel bilim (Bateman & Fonagy, 2019) gibi ilişkili disiplinlerdeki bulgulara kendini açması gerekmektedir. Psikanaliz içinde ve dışında ortaya çıkan benzerlikler, farklılıklar ve çelişkiler, kabul edilmeli ve mümkün olduğunca yeni bir senteze doğru derinlemesine çalışılmalıdır [worked through].

  • Patojenik İnançları Değerlendirme (10. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 10. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikanalizin temel meselelerinin dürtüler ve duygular olduğu yönündeki yaygın kanaate rağmen, analitik kuram deneyimin bilişsel boyutuna -özellikle bilinçdışı düzeydeki- her zaman dikkatle eğilmiştir. Düşünme biçimimiz bireysel karakterin ve psikopatolojinin psikanalitik olarak anlaşılmasında merkezi bir rol oynamasaydı, analitik teknik bu denli yoğun bir şekilde yorumlamaya -yani bilinçdışı fikirleri bilinç düzeyine getirmeye- dayanmazdı. Freud’un özgün modeli (örneğin, 1911), ilkel dürtüler ve duygulanımların yanı sıra, zihnin bilinçdışı bölümünde “birincil süreç düşüncesi [primary process thought] adını verdiği bir düşünme türünün de var olduğunu öne sürer; bu, dünyayı kavrama biçimimizin en erken, dil öncesi dönemine ait kalıntılardan oluşur. Bu arkaik bilişsel tarz, Freud tarafından rasyonel öncesi [prerational], mantık dışı [prelogical], benmerkezci [egocentric] ve arzu güdümlü [wish-driven] bir yapı olarak kavramsallaştırılmıştır; yani, haz ilkesine göre işler, gerçeklik ilkesine göre değil. Freud, Piaget’nin* bazı çalışmalarını önceden sezmişçesine, birincil süreç düşüncesinin simgesel ve görsel niteliğini vurgulamış; onun büyüsel ve arzu-yerine-getirici yapısına dikkat çekmiştir. Döneminin Viktoryen duyarlılıklarını rahatsız eden şeyler arasında yalnızca çocukların cinselliğe sahip olduğu yönündeki iddiası değil, aynı zamanda ne kadar “uygar” ya da yüksek eğitimli olursak olalım, bilinçdışı yaşantımızda ilkel, kendine referanslı düşünme biçimlerinin kalıntılarının varlığını sürdürdüğü ve davranışlarımızı düşündüğümüzden çok daha fazla ölçüde yönettiği sonucuna varması da vardır.

    *Freud’un kuramlarının, Piaget’nin bilişsel gelişim modelini doğrudan etkilediği söylenebilir. Bu model, akademik psikolojideki dar davranışçı egemenliğin yıkılmasında kritik bir rol oynamış ve günümüzde hâkim olan bilişsel-davranışçı duyarlılığın zeminini hazırlamıştır. Piaget, Carl Jung’un hem hastası hem de sevgilisi olduğu varsayılan, sonradan Freud’un öğrencisi ve çalışma arkadaşı haline gelen Sabina Spielrein tarafından analiz edilmiştir (Carotenuto, 1983; Kerr, 1993). Spielrein, Freud’un ölüm dürtüsü kuramının ilk fikirlerinin kaynağı da olabilir. Bu parlak ve yaratıcı kadın, 1941 yılında Naziler tarafından katledilmiştir. Onun erken psikanalitik hareketteki karmaşık rolüne dair bildiklerimizin çoğu, hayatta kalan bazı günlük ve mektuplar sayesinde gün yüzüne çıkmıştır.

    Freud, evrensel bazı bilişsel süreçler öne sürmenin yanı sıra, bireysel içsel inanç farklılıklarından ve bunların kişinin kendine özgü psikolojisiyle ilişkilerinden de söz etmiştir. Örneğin, “Psiko-Analitik Çalışmalarda Karşılaşılan Bazı Karakter Tipleri [Some Character-Types Met with in Psycho-Analytic Work]” (1916) başlıklı makalesinde, bilinçdışı inançların belirleyici doğasını vurgulamıştır. Kurallara diğer insanların uyması gerektiğini ama kendisinin “istisna” olduğunu düşünen birini tarif ederken, bu kişinin kendisini özel bir ilahi koruma altında saydığı varsayımına dikkat çeker. Freud, bu adamın çocukken sütannesinden kazara bulaşan bir enfeksiyonun kurbanı olduğunu ve bu yaşantının farkında olmadan, tüm yaşamı boyunca tıpkı bir ‘kaza maaşı’ almayı bekler gibi, tazminat talep etme hakkına sahipmişçesine davrandığını belirtir (s. 313). Freud, “suçluluk duygusuyla suç işleyen” olarak adlandırdığı bir kişi tipini tarif ederken de benzer bir bilişsel açıklama getirir: Bazı insanlar, kendilerini zaten suçlu ve günahkâr olarak gören önceden var olan bir inancı dengelemek için bilinçdışı bir şekilde suç işlerler.

    PATOJENİK İNANÇLARIN DOĞASI VE İŞLEVİ

    Günümüzün psikanalitik yazarları ve araştırmacıları arasında, bilinçdışı patojenik inançlara en fazla vurgu yapanlar Joseph Weiss, Harold Sampson ve San Francisco Psikoterapi Araştırma Grubu’dur (örneğin bkz. Weiss ve diğerleri, 1986; Weiss, 1993). Başlangıçta yaklaşımlarını “kontrol-ustalık kuramı [control-mastery theory]” olarak adlandıran bu araştırmacılar, başarılı psikoterapileri ampirik olarak incelediklerinde, danışanın temel inançlarını anlamanın ve ardından, danışanın terapötik katılımını bu inançları çürütme çabası olarak yorumlamanın, tedavi sürecindeki değişimi açıklamak açısından güçlü bir kuramsal çerçeve sunduğunu ortaya koymuşlardır. Sampson, Weiss ve çalışma arkadaşları, hepimizin sıklıkla bilinçdışı düzeyde işleyen ve kendini gerçekleştiren kehanetler gibi davranan örgütleyici inançlara sahip olduğumuzu vurgularlar. Eğer bir kişi şanslıysa ve olumlu, uyumlu inançları içselleştirmişse, doyurucu bir yaşam sürme olasılığı yüksektir. Ancak kişi, örneğin kendiliğin kötülüğü, çabanın anlamsızlığı, yakınlığın tehlikesi ya da ihanetin kaçınılmazlığı gibi inançları içselleştirmişse, iyi bir terapi görmediği sürece bu inançların neden olduğu tekrar eden acılardan kurtulamayacaktır.

    Biliş üzerinde duran çağdaş psikanalitik modeller, psikanalitik ve bilişsel-davranışçı anlayışlar arasında bir yakınlaşma [rapprochement] olasılığına dair heyecan verici bir umut sunmaktadır. Bu alandaki seçkin araştırmacılardan yalnızca biri olarak Wilma Bucci’nin (1997) çalışmaları, kuramsal düzeyde bilişsel bilim ile psikanalitik düşüncenin ampirik temelli bir biçimde bütünleştirilebileceğine dair yeni umutlar doğurmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi, Allan Schore’un çalışmaları (örneğin, 1994), bu bütünleştirmenin nörobiyolojik düzeyde mümkün olabileceğini öne sürmektedir. Klinik düzeyde ise, psikoterapi entegrasyonuna yönelik canlı bir ilgi uzun süredir mevcuttur (örneğin bkz. Wachtel, 1977; Arkowitz & Messer, 1984). Son dönemde kuramsal ve teknik bir senteze yönelik artan ilgi, bilişe dair ortak ilginin psikanalitik ve bilişsel-davranışçı terapistleri birleştirdiğini yansıtmaktadır. Genellikle üzerinde durulmamış olsa da, öncü bilişsel terapistler olan Albert Ellis, Aaron Beck ve diğerleri, patolojiyi yaratan ve sürdüren bireysel irrasyonel inançlara vurgu yapmaları bakımından Freud’a benzer bir yaklaşım sergilemektedirler. Onlara göre, terapistin temel görevi bu tür inançlara meydan okumaktır. Ancak Freud ve diğer psikanalistlerden ayrıldıkları temel nokta, bu yıkıcı inançların yer aldığı dinamik, bilinçdışı bir zihinsel yapının varsayılmasına gerek olmadığı yönündeki görüşleridir; bu inançların ortaya çıkarılabilir ve ele alınabilir olduğunu düşünürler, dolayısıyla bu yapıyı varsaymaya ihtiyaç duymazlar.

    Benim için cesaret verici olan nokta, bazı seçkin çağdaş bilişsel-davranışçı kuramcıların (örneğin Barlow, 1998), beyin görüntüleme alanındaki son gelişmelerin, bilişi anlamada mutlaka dikkate alınması gereken bilinçdışı süreçlerin varlığını ortaya koyduğunu kabul etmeleridir. Bununla birlikte, bireysel klinisyenlerin hem psikanalitik hem de bilişsel-davranışçı yaklaşımların ustalıklı bütünleştiricileri haline gelme ihtimaline dair bazı gerçekçi düşünceler de vardır: Ne yazık ki, her iki kuramsal geleneğe dair kapsamlı bir akademik temele sahip, yetkin bir psikoterapist olmak uzun ve zahmetli bir süreçtir ve çok az kişi bu iki yönelimin de önemli bir literatürünü yeterince derinlemesine öğrenebilir. Kişisel mizaç özellikleri, alınan eğitimin rastlantısal yönleri ve kişinin kendi kişisel terapisinin (hangi kuramsal yaklaşıma dayalı olursa olsun) ne ölçüde etkili olduğu gibi etkenler, terapistleri genellikle bu yaklaşımlardan birine yöneltir. Ayrıca, bilişsel-davranışçı ve psikanalitik yaklaşımlar arasında, temel vurgular ve varsayımlar bakımından indirgenemez bazı farklar da bulunmaktadır (bkz. Messer & Winokur, 1980; Arkowitz & Messer, 1984). Yine de, birbirinden farklı yönelimlere sahip uygulayıcıların psikoterapötik müdahalenin temellendiği bazı ortak noktaları takdir edebilmeleri, alanımızı büyük ölçüde zenginleştirecektir.

    Psikopatolojiyi anlama konusunda aile sistemleri yaklaşımları da bilinçdışı inançların [unconscious beliefs] işleyişini varsayar. Aile terapistleri, bu inançları hem bireylerde hem de aile miti [family mith] olgusunda ayırt ederler. Örneğin, “Eğer bireyleşirsem annem ölür” ya da “Ebeveynlerimin kavga etmesini engellemek için hasta olan kişi ben olmalıyım” gibi düşünceler, sistemde tanımlanan hastanın en içsel inançlarını yansıtabilirken, “Aileden biri ayrışırsa hepimiz yok oluruz” gibi daha genel inançlar, tanımlanmış hastayı bir günah keçisi rolüne hapsedebilir ve tüm aile organizmasını uyumsuz bir örüntüye kilitleyebilir. Sistem odaklı ve farklı kuramsal yönelimlere sahip uygulayıcılar, bu tür inançları geçersiz kılmaya ve böylece ailenin esnekliğini ve gelişimini artırmaya yönelik müdahale teknikleri geliştirmişlerdir. Çoğu bilişsel-davranışçı terapist gibi, sistem kuramcıları da bireysel dinamik bilinçdışının varlığıyla ya da sorunlu fikirlerin bilince getirilip getirilemeyeceğiyle, psikanalitik terapistler kadar ilgilenmezler. Onlara göre, bu inançlar yeni deneyimlerle değiştirilebiliyorsa, bu durum tedavide ilerleme sağlayacaktır.

    Gerçekten de birçok insanda merkezi patojenik inançlar bilinçdışı olmaktan çok ego-sintoniktir [ego-syntonic], yani kişinin benlik algısıyla uyumludur. Pek çok danışan, terapiste temel varsayımlarını açıkça ifade eder: “İnsanlara güvenilmez”, “Bütün erkekler hayvandır”, “Elimi attığım her şey berbat olur”, “Hiç kimse gerçekten başkalarını umursamaz” gibi. Bu düşüncelere gerçekten inanırlar ve bir terapist bu varsayımları sorguladığında, hemen bunları gerekçelendirmeye ve terapisti bu inançların makul olduğuna ikna etmeye girişirler. Tüm klinisyenlerin şu deneyimi yaşamışlığı vardır: Bir danışana, onun daha önce farkında olmadığını düşündükleri bir şeyi söylediğinde (örneğin, “Sanki bu dünyada var olmayı hak etmediğinizi düşünüyorsunuz” ya da “Görünüşe göre her tür otoriteye öfkelisiniz”), danışan buna şu şekilde yanıt verir: “Elbette!” -sanki terapist bu kadar açık bir şeyi anlamakta neden bu kadar gecikti diye onu aptal yerine koyarcasına.

    Bilinçdışında kalan şey bazen inancın kendisi değil, o inancı başlatan kişilerarası senaryodur. Benim gözlemime göre, danışanlar irrasyonel inançlarını, bu inançların nereden geldiğini ve artık geçerli olmayan tehlikelere karşı benliği nasıl koruduklarını anlamadıkça değiştiremezler (bu konuya ileride daha ayrıntılı değinilecektir). Freud’un kendini bir “istisna” olarak gören genç adamı muhtemelen Freud’a ya da bir başka araştırmacıya özel bir korunma altında olduğuna inandığını söyleyebilirdi. Ancak erişemediği şey, çocukluğunda şu sonuca varmış olmasıydı: Bu özel koruma onun hakkıydı, çünkü kendi payına düşen acıyı zaten yaşamıştı ve bu koruma, erken dönemde geçirdiği enfeksiyonun yarattığı sağlık kaygılarından sihirli bir şekilde korunmanın bir yoluydu. Büyük olasılıkla, yetişkin zihni bu tür bir “sihirli düşüncenin” mantıksız olduğunu kavradığında, özel bir kişisel ayrıcalığa olan inancını bırakmaya başlayabilecekti.

    Burada özellikle vurgulamak isterim ki, çoğu zaman “irrasyonel” olarak etiketlediğimiz inançlar, ilk olarak şekillendikleri çocukta irrasyonel değildir. Küçük çocuklar kaçınılmaz biçimde benmerkezcidir; çünkü dünya hakkında bilgileri çok sınırlıdır ve büyük ölçüde yalnızca kendi içsel durumlarının farkındalığına dayanır. Geçinmek için çalışmak zorunda olmanın gereklerini, ev dışındaki geniş dünyanın taleplerini, politik olayların etkilerini, hastalık ve ölümün gerçekliğini, olgun cinselliğin doğasını, bağımlılığın iniş çıkışlarını ve genel olarak etraflarındaki yetişkinlerin karmaşık ve birbiriyle çelişen güdülerini anlayamazlar. Ancak kendi oldukça keskin ve ince ayarsız duygularını anlarlar ve bu duygulardan genellemeler çıkarırlar. Ellerindeki sınırlı bilgiyle, içinde bulundukları durumu açıklamak için ellerinden gelenin en iyisini yaparlar ve yaşamla nasıl başa çıkacaklarına dair ulaşabilecekleri en iyi sonuçları çıkarırlar. Tıpkı mantıksal pozitivist gelenekten gelen dikkatli bir araştırmacı gibi, ellerindeki verilere en uygun, en yalın açıklamayı üretirler.

    Örneğin, üç yaşındayken babası ortadan kaybolan küçük bir erkek çocuk, anne babasının boşanmasının kendisiyle ilgisi olmayan nedenlerle gerçekleştiğini ve babasının, bir zamanlar yaşadığı evde sadece bir misafir konumunda olmanın yaratacağı üzüntüyle yüzleşmek istemediği için taşındığını anlayamaz. Bunun yerine çocuk, yeterince iyi olmadığı için babasının onu terk ederek cezalandırdığı sonucuna varır. Ardından şu sonucu çıkarır: Erkek otorite figürlerine güvenilmezdir ve onlara ancak önce kendi “kötülüğünü” test edip tepkilerini gözlemledikten sonra bağlanırsa güvende olabilir. Böylece, yaşam boyu sürecek bir kışkırtma döngüsü başlayabilir: Bazı baba figürlerinin onu eksikliklerine rağmen seveceğine dair umuda tutunarak, onları sınama çabası. Zamanla bu patojenik inançlar bilinçdışına itilip çocuğun bilinçli farkındalığından silinse de, bu inançlarla ilişkili duygu ve davranışlar varlıklarını sürdürür.

    Pek çok kişi, patojenik inançlarını ancak psikanalitik bir tedavinin kontrollü regresyonu sırasında ya da benzer şekilde dönüştürücü bir deneyimin şokuyla keşfeder (örneğin âşık olma ya da aşkın bitmesinden sonra, bir tiyatro oyunundan derinden etkilenerek ya da başka bir bilinç hâlini -uyuşturucu kaynaklı ya da başka yollarla- deneyimleyerek). Bu tür durumlarda insanlar, “bir düzeyde” ne kadar mantıksız şeylere inandıklarını fark ettiklerinde şaşkınlık yaşarlar. Örneğin bir hastam, sekiz yaşındayken annesinin bir beyin anevrizması sonucu ölmesinden bilinçdışı düzeyde babasını sorumlu tuttuğunu öğrenince hayrete düşmüştü. Bir meslektaşım, “aklımda değil ama içgüdüsel olarak” kadınların erkeklerle rekabet ettiğinde yok edileceğine inandığını fark etmenin kendisini ne kadar sarstığını anlatmıştı. Ben de kendi analizim sırasında, analistimin bu yönde bir telkini olmaksızın, bilinçli olarak tiksindiğim bazı etnik stereotipleri içselleştirmiş olduğumu fark ettiğimde duyduğum utancı hatırlıyorum.

    İnsanların yaşamla ilgili en derin ve en mantıksız inançları çok inatçıdır. Yalnızca öğrenme kuramı açısından bakıldığında bile, bir kez iyice öğrenilmiş ve ardından aralıklı olarak pekiştirilmiş bir şeyin ortadan kaldırılmaya karşı son derece dirençli olduğu aksiyomatik [kendiliğinden doğru kabul edilen] bir gerçektir. Üstelik karmaşık bir dünyada, her türden yaşam deneyimi yaşanacağı için aralıklı pekiştirme kaçınılmazdır. Buna bir de kendini gerçekleştiren kehanet [self-fulfilling prophecy] (Rosenthal, 1966) -ya da psikanalitik terimle söylersek, yansıtmalı özdeşim [projective identification] -olgusunu eklediğimizde, yani belirli türde sonuçlar bekleyen kişilerin bu sonuçları kışkırtma eğiliminde olmaları gerçeğini, patojenik bir inancın ne kadar kökleşmiş olabileceğini anlamak daha da kolaylaşır. Psikoterapide bu aşırı belirlenmiş [overdetermined] çocukluk inançlarının değiştirilebilmesi başlı başına bir mucizedir.

    Bu tür inançların dönüştürülmesinde temel unsur, terapistin her bir bireyin esas uyumsuz bilişlerini [main maladaptive cognitions] doğru şekilde kavrayabilmesidir. Tıpkı duygulanımda [affect] olduğu gibi, kişisel bir disiplin geliştirmeden ve kişinin özgün, yön verici varsayımlarını titizlikle ayırt etmeden, başkasına kendi içinde keşfettiğimiz ilkel ve benmerkezci düşünceleri yansıtmak kolaydır. Örneğin, suçluluk duygusu baskın bir terapist, kendisi gibi suçlulukla motive olan bir danışanla çalışırken, her kötü şeyin kendi hatası olduğu inancını hedef alarak danışana büyük bir iyilik yapabilir. Bu durumda terapistin kendi psikolojisi, danışanı anlamakta bir avantaja dönüşür çünkü danışan terapiste benzemektedir. Ancak danışanın motivasyonu suçluluk değilse ve bunun yerine her olumsuzluk için başkalarını suçlayan bir tutum besliyorsa, terapistin onu hatalı bir şekilde gizli bir kendini suçlama varsayımıyla ele alması, danışanın sorumluluktan kaçan patolojik yapısını pekiştirmekten başka bir işe yaramaz.

    Bu bölümü tamamlarken özellikle vurgulamak gerekir ki, bazı patojenik inanç sistemleri oldukça karmaşıktır ve tek cümleyle özetlenemez; çatışma, bu inanç sistemlerinin merkezinde yer alan kafa karıştırıcı bir özelliktir. Örneğin, birçok şizofreni hastası, diğer insanlardan fazla ayrılırsa yok olacağını ama onlara fazla yakın olursa da yutulacağını (boğulacağını) düşünür (Karon & VandenBos, 1981). Borderline kişilik yapılanmasına sahip danışanlar, onlarla çalışan kişilerin çelişkili çıkarımlarda bulunmasına neden olmalarıyla bilinirler. Bazı profesyoneller, bu kişilerin temel uyumsuz inancının “Kimse benim yanımda olmayacak” olduğunu savunurken, diğerleri “İstediğim herkesi yanımda tutabilirim” inancını merkeze alır. Bu nedenle kurumlarda bazı çalışanlar borderline hastanın isteklerine hoşgörü gösterilmesini savunurken, diğerleri sınır koyma konusunda ısrarcı olur. Oysa genellikle borderline danışan her iki patojenik inancı da dinamik bir çatışma içinde taşır ve başarılı bir tedavi için kişinin bu çelişkili yönlerinin her ikisiyle de çalışılması gerekir (bkz. Masterson, 1976). Borderline bir danışanın patojenik düşünce sisteminin yalnızca bir yönüne odaklanan terapistler ya regresyonu pekiştirirler ya da inatçı bir karşıtlıkla karşılaşırlar.

    PATOJENİK İNANÇLARLA İLGİLİ HİPOTEZLER GELİŞTİRMEK

    Bir kişinin patojenik düşüncelerini anlamaya çalışan bir görüşmeci, çoğu zaman danışanın en derin ve en sorunlu inançlarına dair doğrudan bir anlatımla karşılaşmaz. Uyumsuz inançları ego-sintonik [benlikle uyumlu] olan kişilerde bile, terapist bu inançları çoğu zaman tesadüfen fark eder. Örneğin, danışanlarımdan biriyle üç yıldır çalışıyordum ve ancak bu sürenin sonunda, aslında bu zaman boyunca beni iyileştirdiğine dair kesin bir inancı olduğunu öğrendim: Ona göre, tüm kadın bakımverenler eğer çevrelerindeki kadınlar tarafından sevgiyle beslenmezlerse depresyona girerdi ve o da beni bu kaderden koruyordu. Yalnızca ağır paranoid vakalarda mantıksız inançlar açıkça dile getirilir ve savunulur; bu gibi durumlarda söz konusu düşünceler zaten, uygun biçimde, sanrılar [delüzyonlar] olarak değerlendirilir. Daha az zarar görmüş danışanların patojenik bilişlerini anlamak için, terapist onların yaşamla ilgili genel yorumlarından, geçmişlerini nasıl anlattıklarından, tekrar eden davranış örüntülerinden ve aktarım tepkilerinden yola çıkarak çıkarımlarda bulunabilir.

    Hayata Dair Genel Yorumlar

    Değerlendirme görüşmelerinde ve sonraki seanslarda kişinin söylediklerini dikkatle dinlemenin değeri asla küçümsenmemelidir. Kimi zaman, kişilerin parantez içinde söyledikleri yorumlar, onların içsel inançları hakkında büyük miktarda bilgi verir. Örneğin, “Ona güvenmemem gerektiğini bilmeliydim” gibi bir ifade, güvenmenin kişinin içindeki bir başka sese -güvensizlik telkin eden bir sese- karşı gelmek anlamına geldiğini ima eder. “Ne zaman bir şeyi dört gözle beklesem, hayal kırıklığına uğrarım” gibi genellemeler ise sadece son olaylara dair nesnel bir yansıma değil, aynı zamanda bir şeyi zevkle beklemenin o şeyi sihirli bir şekilde hüsrana dönüştüreceğine dair daha derin bir inancı dile getiriyor olabilir. Çocukken ciddi biçimde ihmal edilmiş bir kadın bir keresinde bana şöyle demişti: “Siz, ebeveynlerin çocuklarıyla ilgilenmesinin normal olduğunu sanıyor gibisiniz.”

    Birlikte çalıştığım bir adamın, işler ne zaman yolunda gitse ardından mutlaka tersine döneceğine ve iyi zamanların bedelini ödeyeceğine dair benliğe uyumlu bir inancı vardı. Bu inancın onun için yarattığı soruna bulduğu çözüm ise, baştan hiçbir şeyden keyif almamaya çalışmaktı. Bu dinamiğe, onun gelişigüzel söylediği şu sözle dikkat kesildim: “Hiçbir iyi şey, bir bedel olmadan gelmez.” Bu kişiden birazdan daha ayrıntılı bahsedeceğim. Bir başka danışanım ise çoğu seansa şu sözle başlardı: “Hayat hâlâ berbat.” Bu gözlemin ardında, hayatı daha ilgi çekici ya da tatmin edici kılmak için yapabileceği hiçbir şey olmadığına ve sadece her şeye gücü yeten bir otoritenin işleri değiştirebileceğine dair içsel bir inanç yatıyordu. Dahası, karşısındaki kişi olarak ben -mevcut sözde her şeye gücü yeten otorite- hayatını onun istediği şekilde dönüştürmüyorsam, bu benim bunu yapmaya yeterince gücümün olmamasından değil, ona yeterince önem vermediğimden kaynaklanıyordu.

    Bireysel Yaşam Öykülerinin Betimlenmesi

    Bazen yukarıdaki gibi dramatik ve tekrar eden bir davranış örüntüsü olmasa bile, danışanın kişisel yaşam öyküsü, onun erken deneyimlerinden çıkardığı olası bilinçdışı sonuçları düşündürebilir. Görüşmeyi yapan kişinin, küçük bir çocuğun kaçınılmaz biçimde benmerkezci açıklama tarzına empatiyle yaklaşabilmesi, belirli bir danışanın olası patojenik düşüncelerini sezebilmesini kolaylaştırır. Örneğin, evlat edinilmiş çocukların çoğu, biyolojik ebeveynlerinin neden onları reddettiğine dair en az bir kuram geliştirir. Ailede erkek çocukların tercih edildiği bir ortamda büyüyen kızlar ya da kız çocuğu istenen ebeveynler tarafından büyütülen erkekler, karşı cinste olmanın çok daha iyi olduğuna dair güçlü inançlara sahip olurlar (bu inanç bazen bilinçdışıdır, bazen de bilinçlidir ve mantıklı gerekçelerle açıklanır). Erken ve tekrar eden birincil nesne yitimi yaşamış kişiler yalnızca sevdikleri herkesin onları terk edeceğine değil, aynı zamanda kendi kötü yönlerinin bu kişileri kendilerinden uzaklaştıracağına da inanma eğilimindedirler. Kötü muamele görmüş sosyal gruplara mensup bireyler, ırkları, etnisiteleri, cinsiyetleri ya da cinsel yönelimleri nedeniyle karşı güç grubunun üyelerine kıyasla onarılamaz biçimde aşağı olduklarına dair derin, rahatsız edici sonuçlara varırlar.

    Ayrıca, hastanın ailesinin sosyoekonomik durumu ve etnik yapısı gibi basit demografik bilgileri bilmek de önemlidir; çünkü farklı altkültürler, ilişki, otorite, mahremiyet, cinsiyet, yakınlık, güven, disiplin ve diğer temel insani meseleler hakkında farklı inançları yaygınlaştırırlar. Kişinin dinsel yetiştirilme tarzını bilmek de, onun sorgulanmaksızın içselleştirmiş olabileceği inançlara dair bilgi sunar. Örneğin (bkz. Lovinger, 1984), Protestan aileler, çocuklarda aşırı bağımlı kalmak, bireysel inançlarının cesaretiyle ve kendi ayakları üzerinde hareket etmemek gibi durumlarda suçluluk duygusu oluşturma eğilimindedirler (tıpkı Martin Luther’in dönemin Katolik kurumuna karşı durmasında olduğu gibi). Buna karşılık, tarih boyunca topluluklarının korunması ve hayatta kalması temel bir mesele olmuş Yahudi aileler, çocuklarında aileden çok uzaklaşmaları halinde suçluluk duygusu yaratma eğilimindedirler. Bu nedenle Protestan hastalar, kendilerini zayıf, kendini şımartmış ya da yeterince bağımsız davranmamış olduklarında eleştirirken; Yahudi hastalar ise, yeterince ilgili, bağlı ya da başkalarına karşı duyarlı olmadıkları için kendilerini suçlarlar.

    Hasta, etnik ve dinsel olarak terapistin aşina olmadığı geleneklerden geliyorsa, terapistin bu kültürleri ve onlara yön veren inanç sistemlerini hem dış kaynaklardan hem de hastanın kendisinden öğrenmesi gerekir (Sue & Sue, 1990). Kendi köken topluluğu hakkında ne kadar az şey bildiğimi açıkça dile getirmemi hiçbir danışanımın yadırgamadığını, aksine bunun saygı göstergesi olduğunu hissederek bundan memnuniyet duyduğunu gördüm. Bu gözlem, hastanın şu anda dahil olduğu toplulukların özgün kültürleri ve ideolojileri hakkında derinlemesine onlardan bir şeyler öğrenmek için gösterilen çaba açısından da geçerlidir. İnsanlar, çoğu zaman önceden var olan inançlarını yansıtan gruplara yöneldikleri için, bireyin güncel bağlılıkları da erken dönem inançları hakkında bilgi verir. (Bu tür incelemelerin terapiste sağladığı yan faydalardan biri de eğitimdir. Danışanlarım sayesinde, bana başka türlü görünmeyecek pek çok yaşam alanına dair değerli bilgiler edindim. Bunlar arasında sufi hareketi, kakerlik [Quakerism], Budizm, on iki adım programları, kronik hastalıklarla yaşayan kişilere yönelik destek toplulukları, hayvan hakları savunucuları, askerî personel, motosiklet çeteleri, oyunculuk öğrencileri, polis memurları, Hristiyan misyonerleri ve belirli inanç sistemlerini sürdüren ve pekiştiren diğer gruplar yer almaktadır.)

    Danışanın ve köken ailesinin politik tutumları da, kişinin temel inançları hakkında bilgi verir. Örneğin, Amerikalı liberaller genellikle cömertliği ve merhameti idealleştirirken, muhafazakârlar kontrol ve adaleti idealleştirirler (MacEdo, 1991). Bazı kişilerin politik görüşleri, otoriteye direnmenin bir zorunluluk olduğu inancıyla şekillenmiştir; bazıları ise toplumsal düzen ve uyum ihtiyacını vurgular ve isyankâr davranışlardan dehşet duyar. Bu tür tutumlar, hastanın kendi yaşam öyküsünden çıkardığı temel dersler hakkında çok şey anlatır.

    Tekrarlayıcı Davranış

    Pek çok insanda, problemli içsel inançlar hastanın sürekli yinelenen davranış örüntülerinden çıkarılmak zorundadır. Örneğin, birlikte çalıştığım bir adam tekrar tekrar ve bana göre kompülsif bir şekilde karısına sadakatsizlik ediyordu. Bu davranışının açıklaması ise kadınlara duyduğu hayranlıktı -kadın güzelliğinin bir tutkunu olduğunu ve kendisini ve hayranı olan çekici kadınları bir cinsel ilişkinin keyfiyle ödüllendirmeye karşı koyamadığını söylüyordu. Hem eşine hem de her seferinde bir sonraki heyecan verici fetih uğruna terk ettiği sevgililerine yaşattığı acı, ona göre, onların onun gibi kadınların cazibesini bu kadar takdir eden bir erkekle bağlantı kurmuş olmanın hazzı karşılığında ödedikleri küçük bir bedeldi. Kadınlara karşı bilinçdışı bir öfke taşıdığı sonucuna varmak benim için zor olmadı; fakat onun bu yönünü bulup tam olarak deneyimlemesi uzun zaman aldı. Bu öfke, annesinin onu küçükken terk ettiği kişisel bir geçmişten kaynaklanıyordu ve kadınsı bir nesneye bağlanıldığında terk edilmenin kaçınılmaz olduğuna dair bilinçdışı inancı nedeniyle, sonrasında bağlandığı kadınlarla da tekrar terk edilmeden önce ilişki kurup kopuyordu. Çocuklukta edindiği bu çıkarım ile davranışları arasındaki ilişkiyi kavrayana kadar kadınları istismar etmeyi bırakamadı.

    Bir başka hastam ise yaptığı her tercihi yanlış olarak değerlendirme alışkanlığına sahipti. Her önemli kararı -hangi kadınla dışarı çıkacağı, hangi dersi alacağı, hangi işin peşinden gideceği, tatile nereye gideceği vb.- aşırı bir zihinsel ıstırapla tartar, sonunda bir karar verdiğinde ise gitmediği yolun aslında doğru olan olduğuna ikna olur ve kötü yargısı yüzünden kedere gömülürdü. Sonunda birlikte şu en az üç patojenik inancın bu örüntünün altında yattığını keşfettik: 1) eğer kendi başına karar verirse cezalandırılacağı ve bu nedenle kendini cezalandırmasının daha güvenli olduğu inancı; 2) seçimlerinin olumlu sonuçlarının keyfini çıkarmayı hak etmediği inancı;
    ve en önemlisi, 3) kusursuz bir karar diye bir şeyin var olduğu, yani hiçbir ambivalans içermeyen bir yönün mümkün olduğu inancı; dolayısıyla, nihai kararına dair bir ambivalans hissediyorsa, bu kararı vermesi zaten başlı başına yanlış olmuş demekti.

    Bu adamda, daha önce belirtildiği gibi, işler iyi gittiğinde keyif almaktan kaçınmak gerektiği inancı da vardı; çünkü bu durumların kaçınılmaz olarak felaketle sonuçlanacağına inanıyordu. Bu düşüncenin ardındaki büyüsel düşünceye karşı onunla oldukça doğrudan bir müdahalede bulunduğumu hatırlıyorum. Onun düşüncelerine karşı şunu savundum: Şans zaman zaman artıp azalabilir ama bu düşüşlerin, yalnızca şansın yükseldiği anların keyfini çıkarmaya izin verdiğimiz için meydana geldiğine dair hiçbir kanıt yok. Yetişkinlikte bu patojenik fikirler ona büyük acılar yaşatmasına -daha doğrusu, keyif verici birçok fırsatı ıstırap haline getirerek onlardan kaçınmasına- rağmen, yaşamın normal belirsizlikleri üzerinde her şeyi kontrol eden bir zihin gücüne sahip olma duygusundan vazgeçmekte çileden çıkarıcı derecede isteksizdi.

    Aktarım Tepkileri

    Geleneksel, uzun süreli terapilerde, patojenik inançlar aktarım ilişkisi içinde yavaş yavaş açığa çıkar. Bu inançlar ortaya çıktığında, çoğu zaman her iki tarafı da yoğunluklarıyla şaşırtır. Örneğin, travmatize olmuş kişiler genellikle terapinin bir noktasında terapistin kendilerini kötüye kullanmak üzere olduğuna dair ezici bir kanaate ulaşırlar. Benimle psikanalitik çalışmaya katılan, oldukça işlevsel ve gerçekçi bir kadın, terapinin hassas bir aşamasında benimle konuşamaz [bana anlatamaz] hale geliyor, divana cenin pozisyonunda kıvrılıyor ve sanki hayati organlarını bir saldırıdan korumaya çalışıyordu. Babası, öfke nöbetlerine kapıldığında, erişebildiği herhangi bir yerinden onu fiziksel olarak hırpalayan biriydi.

    Devam edecek…

    Okuduğunuz metin Nancy McWilliams’ın Psychoanalytic
    Case Formulation
     adlı kitabının 10. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

  • Öz-Değeri [Kendilik Değerini] Değerlendirme (9. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] 9. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Öz-değer [self-esteem], analistlerin zaman zaman sağlıklı narsisizm [healthy narcissism] olarak da adlandırdığı bir başka duygusal yaşantı alanıdır ve insanlar bu alanda çarpıcı biçimde birbirlerinden farklılık gösterirler. Başkalarına ister kısa vadeli ister kapsamlı bir şekilde yardım etmek isteyen herkesin, danışanının bu alandaki bireyselliğini anlaması gerekir. Öz-değeri ne kadar güvenlidir? Ne üzerine kuruludur? Ne tarafından zedelenir? Zedelendiğinde nasıl onarılır? Öz-değere temel oluşturan arzular ne kadar gerçekçidir? Bir kişinin öz saygısını [self-regard] destekleyen özgül koşullar, bireysel psikolojinin çoğu zaman sorgulanmayan, dile getirilmeyen, hiçbir zaman tam anlamıyla bilinçli olmayan ve her zaman ego-sintonik [egosyntonic] olan, yani bireyin benliğiyle uyumlu işleyen yönlerinden biridir -tıpkı balık için su gibi. Kişinin kendisini iyi ya da kötü hissetmesine yol açan yollar, zihinsel örgütlenmesinin o kadar yaygın, köklü ve görünmez bir parçasıdır ki, çoğumuz öz-onay [self-approval] ve öz-ret [self-disapproval] sistemimizi başka türlü yönetmeyi hayal bile edemeyiz. Öz-değer özü gereği tamamen içsel bir olgu olduğundan, doğası ancak danışanın davranışları ve sözel anlatımları aracılığıyla çıkarımsanabilir.

    ÖZ-DEĞER MESELELERİNİ ANLAMANIN ÖNEMİ

    Öz-değerin korunması ve güçlendirilmesi, tüm olgun insan etkinliklerinin merkezindedir. Değerleriyle [values] çelişen biçimde davrandığını fark eden insanlar, öyle bir utanç ve umutsuzluk yaşarlar ki teselli edilemez hâle gelirler. Böyle bir ıstırap hissetmektense, insanlar kendilerini ya da başkalarını riske atacak şeyler yapabilirler. Çoğu insanın başarmayı hayal bile edemeyeceği şeyleri gerçekleştirebilirler. Örneğin Freud, kendi dirençlerini aşarak bilinçdışı yaşantısını onun yaptığı ölçüde açığa çıkarmayı nasıl başarabildiğini kavrayamayan bazı psikanalitik hayranları tarafından zaman zaman coşkulu bir şekilde idealleştirilmiştir. Ancak onun öz-değer yapısı göz önünde bulundurulduğunda, bu başarı o kadar da anlaşılmaz değildir. Freud’un değer sisteminde kendisini hakikate adanmış korkusuz biri olarak görmek, ikiyüzlülük ve kendini aldatmayla savaşan bir fatih olarak konumlandırmak merkezi bir yere sahipti. Başkalarının kendi psikolojilerinde son derece rahatsız edici bulacağı yönleri kendisinde açığa çıkarmaktan büyük haz duyardı. Bu keşiflerin kendisine verdiği utanç her ne olursa olsun, korkusuz bir hakikat anlatıcısı olarak öz-imgesini [self-image] pekiştirmesiyle duyduğu gurur, bu utancı fazlasıyla dengelemekteydi.

    Kültürler, aksi takdirde anlaşılmaz görülebilecek davranışları oldukça sıradanlaştıran ortak değerler üretirler. Örneğin, çağdaş Amerikan orta sınıf toplumunda, öz-değeri genç ve güzel görünmeye bağlı olan kişiler, normal yaşlanmayla ilişkilendirdikleri narsisistik acıyla yüzleşmektense kapsamlı estetik ameliyatlar geçirmeyi tercih ederler. Savaş zamanlarında, gururu cesur davranmaya dayanan askerler, utanç yaşamaktansa ölümü göze alırlar. Titanic batarken, öz-değerin neye dayanması gerektiğine ilişkin Edward dönemi duyarlılığıyla yetişmiş olan Benjamin Guggenheim, can yeleğini bir kenara bırakmış ve sekreteriyle birlikte smokin giyerek şu açıklamayı yapmıştır: “En iyi giysilerimizi giydik ve beyefendiler gibi batmaya hazırız” (Butler, 1998, s. 123).

    Hayatlarını başkalarını kurtarmaya, iyileştirmeye, yardım etmeye ya da başka şekillerde desteklemeye adamış insanları incelediğimde -ki bu kişiler çoğu zaman ciddi rahatsızlıklar ya da fiziksel riskler pahasına bunu yapmışlardı (McWilliams, 1984)- şunu öğrendim: İyilik yapmaları engellendiğinde depresyona giriyorlardı. Tanıdığım bir kadın, göğüs kanseri tanısı aldıktan sonra belirgin biçimde disforik hale geldi -yalnızca hayatından endişe ettiği için değil, aynı zamanda hastanesi artık düzenli olarak kan vermesine izin vermeyeceği için; oysa bu faaliyet, kendisini değerli hissetmesinin merkezindeydi. Genellikle, bir kişinin belli bir eyleme yönelik güdüsünü başkaları anlayamıyorsa, bu durum, onların o kişinin öz-değerini sürdürme biçimini paylaşmamaları ya da hayal dahi edememelerindendir. Terapistler sık sık şu soruyla karşılaşırlar: “Bütün gün oturup başkalarının dertlerini dinlemeye nasıl katlanıyorsunuz?” Böyle sorular soran insanlar, muhtemelen başkalarına yardım etmeyi kendi değer sistemlerinin merkezine yerleştirmemiş kişilerdir; bu nedenle, yardım etmenin verdiği hazzın, saatler boyunca yoğun olumsuz duygulanımı dinlemenin yarattığı rahatsızlığın önüne nasıl geçebileceğini hayal edemezler.

    Öz-değeri kişinin kendisininkinden farklı kaynaklara dayananlara yönelik empati eksikliği, yalnızca kahramanca ve “özverili” eylemler için değil, yıkıcı ve kötü niyetli eylemler için de geçerlidir. Öz saygısı bağımsız ve yaralanamaz görünmeye dayanan biri, birine ihtiyaç duyduğunu ifade etmektense o kişiyi dövmeyi tercih edebilir; diğer insanlar üzerinde mutlak güç hissine dayanan bir gurura sahip biri ise, eylemsizliğin getireceği utanç yerine cinayeti seçebilir. Timothy McVeigh’in Oklahoma City Federal Binası’nı ve içindeki masum insanları yok edişi, büyük olasılıkla yalnızca federal hükümete yönelik ünlü nefretiyle değil, aynı zamanda ideolojisine uygun davranmadığı takdirde öz-değerini sürdüremeyeceği inancıyla da motive olmuştur. Böylesi bir davranış, elbette, öz-değerini bambaşka şekillerde yapılandıran insanlar için anlaşılmazdır.

    Belirli bir kişinin öz-değer yapısına ilişkin bilgi olmadığında, hepimiz projekte etme eğilimindeyizdir; yani, kendimizi iyi hissettiren şeylerin danışanlarımızda da aynı gurur duygusunu yarattığını varsayarız. Öz-değer, hem kendimizde hem de başkalarında hayranlık ve idealleştirme [idealize] eğiliminde olduğumuz niteliklerle yakından bağlantılıdır. Ancak aileler ve alt kültürler son derece farklı şeyleri idealleştirir ve öz-değerin ne denli farklı şekillerde desteklenip sürdürülebileceğini fark etmek şaşırtıcı olabilir. Bir kadın entelektüelliğiyle kendini kutlarken, bir diğeri “fildişi kule zihniyetine sahip, sağduyudan yoksun” insanlara karşı küçümseme hissedebilir. Bir adam özenli giyinmek için çaba harcarken, komşusu fiziksel görünümün kendisi için hiçbir anlam taşımadığı yönündeki kibriyle övünebilir. Agnostik oluşuyla gurur duyan bir hastam, bir seans boyunca birlikte olduğu bir erkeğin cinsel açıdan çekingen davranışları karşısında yaşadığı kafa karışıklığını ve acıyı dile getirmişti. Adamın onu çekici bulmadığı sonucuna varmıştı, oysa cinsel tutuculuğu dışında tüm davranışları tam tersini gösteriyordu. Daha önce onun Katolik bir ailede yetiştiğini ve hâlâ düzenli olarak ayine gittiğini belirtmiş olduğundan, başka bir açıklama sundum: “Belki de dinsel yetiştirilme biçimine uygun olarak, evlilik öncesi cinselliği yanlış buluyordur.” “Günümüzde kim böyle bir şey düşünebilir ki!” diye çıkıştı. Ama adam düşünüyordu ve öz-değeri, buna uygun davranmasına bağlıydı. Ondan hoşlanıyordu, ancak onunla evlilikten önce cinsel ilişkiye girseydi, kendisi hakkında iyi hissedemezdi.

    Bir hastanın öz-değeri hakkında bilgi edinmenin belki de en anlamlı yolu şu soruyu sormaktır: “İnsanlarda neye hayranlık duyarsınız?” Bu sorunun yanıtı, kişinin kendini değerlendirme biçiminin temel bileşenini sunar. Ayrıca şu tür sorular da zaman zaman faydalı olabilir: “Kendinizle gurur duymanıza neden olan şeyler nelerdir?” ve “Kendinizi kötü hissetmenize yol açan şeyler nelerdir?” Buna ek olarak, “Genel olarak kendiniz ve hayatınız hakkında olumlu mu hissediyorsunuz, yoksa hayal kırıklığına uğramış ve kendinize karşı eleştirel misiniz?” gibi bir soru sorularak kişinin genel öz-değer düzeyine ilişkin bir fikir edinilebilir. Bazı insanlar, terapist onların takdirini ve onayını kazanması gereken biri hâline geldikten sonra utanç verici duygularını açığa vurmakta zorlanırlar; ancak bu kişiler, terapinin erken dönemlerinde, henüz böyle bir bağ oluşmadan, kendileriyle ilgili en olumsuz hislerini daha kolay itiraf edebilirler.

    Burada, belki de öz-değere ilişkin sofistike, psikanalitik bir anlayış ile popüler kültürün benimsediği anlayış arasındaki farkı yorumlamak için uygun bir noktadayım; bu fark, not enflasyonu ve sınıf geçirme uygulamaları gibi güncel tartışmalarda da açıkça görülmektedir. İnsanları önemsiz başarılar için övmek ve ödüllendirmek öz-değer değil, kendini kandırma ve sahtekârlık hissi üretir. Ucuz övgülere ya kendimizle ilgili şişirilmiş ama bir düzeyde saçma olduğunu bildiğimiz bir algıyla tepki veririz, ya da içten içe, aldığımız tüm övgülere rağmen aslında vasat olduğumuza dair bir utanç duyarız. Genellikle bu durumda, bizi öven kişiye karşı da küçümseyici bir tavır geliştiririz. Çocuklar, hoşgörülü öğretmenlerden çok, talepkâr öğretmenleri takdir etmeleriyle bilinir: Bilirler ki, yüksek standartları olan birinden gelen övgü gerçekten anlamlıdır.

    İnsanlara yalnızca olumlu tepkiler vererek onların öz-değerini “desteklemek” makul bir öz-değeri korumak ya da inşa etmek anlamına gelmez; bu, yanılsamayı beslemek demektir. Eğer kişi bu övgüye gerçekten inanırsa, gelecekte öyle düşük standartlar belirleyecektir ki, karmaşık bir dünyada kendisini olumlu ve başarılı hissetme olasılığı ortadan kalkacaktır. İnsanların psikanaliz sürecinde öz-değerlerinin artmasının nedenlerinden biri, otoritelerin her şeyi olumlu olarak yeniden çerçevelemesi gerektiği fikrinin aksine, hastanın kötü ve utanç verici olan pek çok şeyi açığa çıkarmış olması ve analistin de benliğin bu nefret edilen yönlerini anlamaktan geri durmamış olmasıdır. Hasta, tüm kusurlarını bilen, onları küçümsemeye ya da çarpıtmaya ihtiyaç duymayan biri tarafından kabul edilmiştir. Eğer yüzeysel duygusal destek, bir kişinin öz-değeri için gerçekten anlamlı bir katkı sağlasaydı, arkadaşları olan hiç kimsenin psikoterapiye ihtiyacı olmazdı.

    ÖZ-DEĞERE PSİKANALİTİK İLGİ

    Öz-değer, psikanalitik gelenekte sahnenin merkezine ancak 1970’ler civarında, patolojik narsisizm [pathological narcissism] üzerine yazın ve araştırmalarda bir patlama yaşandığında yerleşti -bu durum, öz-değeri içsel değer ölçütleri aracılığıyla makul ve tutarlı bir şekilde düzenleyememe biçiminde tanımlanır. Terapistler, giderek artan sayıda danışanlarının artık klasik Freudcu türden problemleri -içsel dinamiklerin çatışması gibi-tanımlamadığını, bunun yerine belirsiz boşluk hissi, anlamsızlık, kendini tanımlamada güçlük, olduğu kişiden hoşlanamama ve “her şeye sahip” ya da “hayatını düzene koymuş” oldukları varsayılan başkalarına yönelik kıskançlık gibi sorunlardan şikâyet ettiklerini fark ediyordu. Kimi zaman, kişinin içsel bir çekim merkezi hissedememesi açık bir şekilde görülüyordu; kimi zaman ise bu durum, Wilhelm Reich’ın (1933) “fallik narsisizm” adını verdiği türden gösterişli bir benlik sunumuyla örtülüyordu. Kuşkusuz, günümüzde içinde yaşadığımız kültür -süregiden ve baş döndürücü değişimi, uluslararası kapsamı, hareketliliği, imaj ve algı yönetimine verdiği önem ve birey olarak görünmezliğimiz göz önüne alındığında- kim olduğumuza ve neden önemli olduğumuza dair istikrarlı bir duygu geliştirmeyi, erken psikanalitik kuramcıları doğuran topluma kıyasla çok daha zor hale getirmiştir.

    Yine de, öz-değer sorunları yalnızca son on yıllara özgü değildir. Freud’un erken çevresindeki analistler arasında, aşağılık duygusuna ilişkin sorunlara odaklanan Adler (örneğin, 1927) ve bireysel irade üzerinde duran Rank (örneğin, 1945), benlik ve istikrarlı bir öz-değerin insan iyilik hâli açısından merkezi önemi üzerine yazılar kaleme almışlardır. Kendi kişisel dinamikleri öz-değer açısından belirgin eksiklikler taşımayan ve bu nedenle muhtemelen narsisistik problemlere yönelik empati geliştirmekte zorlanan Freud, öz-değer düzenlenmesine yapılan vurguların, kendisinin en çok ilgilendiği nevrotik durumların anlaşılması açısından bir dereceye kadar tali önemde olduğunu düşünmüşe benzemektedir.

    Psikanalitik Odağın Süperego Üzerine Yoğunlaşması

    Klasik psikanalitik kuram, özellikle ego psikolojisi geleneğinde, öz-değer meselesine temas ettiğinde bunu süperego kavramı üzerinden yapar. Freudcu gelişim modeline göre, çocuklar sorunlu cinsel ve saldırgan dürtülerini, ebeveynleriyle -özellikle en çok rekabet hissettikleri ebeveynle- özdeşim kurarak çözümlerler. “Annem bana ait olamaz, ama eğer babam gibi olursam onun gibi birini elde edebilirim” şeklindeki kabul, çocuğu kronik, umutsuz özlem ve hayal kırıklığı durumundan kurtarır. Bir bakımverene benzemek, o kişinin değerler sistemini içselleştirmek ve öz-değeri, ebeveynlerin ya da rehberlik eden otoritelerin belirlediği standartlara uygun davranmaya bağlı kılmak anlamına gelir. Narsisizmin merkezi bir ilgi alanı haline gelmesinden önceki analitik yazında, süperegonun nasıl ortaya çıktığına, ödipal öncesi dönemde nasıl etkilendiğine ve makul mü yoksa gereğinden fazla sert mi olduğuna ilişkin dikkate değer bir ilgi vardı (örneğin, Beres, 1958). Bu tür makaleler genellikle, süperegolarının aşırı talepkâr oluşu nedeniyle kendileri hakkında yeterince olumlu hissedemeyen depresif ve obsesif-kompulsif hastalarla yaşanan klinik deneyimlerden esinlenerek yazılmıştı.

    Daha sonra, sınır [borderline] durumlar yaygın biçimde klinik ilgi uyandırdığında, bir kişinin “bütünleşmiş [integrated]” bir süperego’ya sahip olup olmadığı sorusu üzerine büyük bir dikkat yöneldi. Bu ifade, çoğu insanın kendilerini yargılarken esas aldıkları, az çok makul ve genel geçer bir değerler bütününe sahip oldukları, yani kişiliklerinin doğal bir parçası gibi hissedilen etik bir pusulaya sahip olduklarına dair klinik gözlemi ifade eder. Bu kişilerin vicdanları ve ahlaki arzuları, kim olduklarına dair tutarlı öz-duyumlarıyla bütünleşmiştir. Ancak terapide görülen danışanların bir kısmı -ki zamanla sınır kişilik yapısına sahip oldukları anlaşılmıştır- kendilerini tamamen iyi ya da tamamen kötü hissetme durumları arasında gidip gelirler. Bu kişiler, örneğin yapmak istedikleri şey ile vicdanlarının izin verdiği şey arasında bir gerilim hissinin bulunmadığı, bütünüyle kutuplaşmış “ego durumlarına [ego states]” (Kernberg, 1975) girerler.

    Çoğu analist, bu tür danışanların bu duruma, bireysel mizaçlarının ve çocuklukta bakımveren kişilerle yaşadıkları deneyimlerin birleşimi sonucu geldiklerini varsayar. Bu deneyimler, ödipal evrenin özdeşim yoluyla çözümlenmesini çok sorunlu hâle getirmiştir (çocuğun “geleneksel” ödipal çözümlemeyi gerçekleştirebilmesi için sevgi nesnelerinin belli ölçüde idealleştirilebilir olması gerekir). Bu nedenle, sınır kişilik yapılanmasına sahip kişiler, yaptıkları hiçbir şeyin yanlış olamayacağını düşünme ile yaptıkları her şeyin yanlış olduğunu hissetme arasında gidip gelirler. “Makul ahlaki standartlara uyduğum sürece yeterince iyi biriyim” şeklinde bütünleşmiş bir duyguya sahip değildirler. Doğal olarak, tutarlı bir öz-değer duygusu geliştirmeleri mümkün değildir ve bu durum onlara büyük acı verir; çoğu zaman, içsel yeterlilik duygularını yeniden kurmak için umutsuz girişimlere başvururlar.

    Günümüzde sınır dinamiklere sahip olduğu anlaşılan hastaların ortaya koyduğu türden problemleri anlama kapasitemiz, Erikson’un (örneğin, 1968) kimlik üzerine yaptığı çalışmalar tarafından önemli ölçüde etkilenmiştir. “Kimlik krizi [identity crisis]” gibi terimler popüler dilde o kadar tanıdık hâle gelmiştir ki, 1950’lerde Erikson bu kavramı tanıttığında bunun yeni bir fikir olduğunu kolaylıkla unutabiliriz. Birinci Bölüm’de belirttiğim gibi, kimlik küçük, istikrarlı ve samimi toplumlarda yaşayan insanlar için nadiren bir sorun oluşturur; çünkü bu tür toplumlarda kişiler ve çevrelerindekiler rollerini açıkça bilmektedir. Ancak kimlik, bizimki gibi devasa ölçekte, çelişkili mesajlarla dolu ve sürekli değişim talep eden kültürlerde giderek daha sorunlu hâle gelir. Böyle bir dünyada, kimliğini sabit bir role dayandırmak mümkün değildir: Güncel öngörüler, milenyum kuşağına mensup bireylerin ortalama altı kez iş değiştireceğini göstermektedir! Bunun yerine, benliğe bir sağlamlık ve güvenilirlik hissi veren içsel değerler ve duyguların sürekliliğini hissetmek gerekir. Yirminci yüzyıl boyunca yaşam daha karmaşık ve tehdit altında bir hâl aldıkça, psikanalitik kuram da giderek daha fazla, bireylerin içsel tutarlılık ve değer duygusunu nasıl koruduklarına odaklanmıştır.

    Hümanistik ve Varoluşçu Psikoterapi, Kendilik Psikolojisi ve Öznelerarasılık Kuramcıları

    Klinik gözlem ve kuramın bu alanlarına rağmen, yirminci yüzyılın ortalarındaki geleneksel analitik yazında, benlik duygusunu [sense of self] ve öz-onayın (ya da onun yokluğunun) iniş çıkışlarını anlama konusunda bazı boşluklar vardı (bkz. Menaker, 1995). Bu boşluğu, Carl Rogers, Abraham Maslow ve Gordon Allport gibi “üçüncü kuvvet” psikologları ile Viktor Frankl ve Rollo May gibi varoluşçu analistler doldurdu. Rogerian psikoterapinin ve o dönemde genel olarak hümanistik terapinin büyük çekiciliği, muhtemelen Rogers’ın danışanların öz-değerine yönelik olağanüstü duyarlılığından ve psikolojik yardım arayan herhangi birinin öz-değer duygusunun ne denli kırılgan olabileceğini takdir etmesinden kaynaklanıyordu. Satır aralarında (örneğin, Rogers, 1951), dönemin birçok analitik psikiyatristinin kaba yorumlayıcı uygulamalarına karşı Rogers’ın öfkesini duymak mümkündür; bu uygulamalar, analiz edilen kişinin dinamikleri konusunda analist haklı olsa bile (hatta belki özellikle böyle durumlarda), savunmasız bir hastaya ne denli zarar verebileceğini göz önünde bulundurmuyordu. Rogers’ın öz-değere yaptığı kapsamlı vurgu, çeşitli kuramsal yönelimlere sahip terapist kuşaklarını etkilemiş ve muhtemelen Kohut ve diğer analitik yazarların benzer gözlemleri psikanalitik dil içinde dile getirmeye başladıklarında onların takdir edilmesinin zeminini hazırlamıştır.

    II. Dünya Savaşı ve Holokost’un yıkıcı etkilerinden büyük ölçüde etkilenen varoluş yönelimli psikanalistler, yüzyılın ortalarında benlik duygusu [sense of self] ve bireyler açısından öz-değer sorununa vurgu yaptılar. Viktor Frankl (1969), savaş öncesi dünyada iyi bir uyum sağlayan niteliklerin, toplama kamplarındaki varoluş dehşetini aşmayı mümkün kılan nitelikler olmadığını belirtmiştir. Savaş zamanı kamp deneyiminden sağ çıkan tartışmalı Bruno Bettelheim gibi Frankl de, insanların aşırı koşullara uyum sağlama biçimlerinde büyük farklılıklar olduğuna dikkat çekmiş ve öz-değeri sürdürebilme kapasitesinin, kişinin cinsellik ve saldırganlıkla başa çıkma becerisinden çok daha fazla, ruhsal olarak hayatta kalmayla ilişkili olduğunu gözlemlemiştir.

    Tüm bu etkiler -Kohut’un narsisizm üzerine öncü çalışmasıyla, aynı dönemdeki bebeklik ve erken çocukluk dönemine ilişkin ampirik araştırmalarla birleşerek- psikanaliz içinde hem gelişim kuramını hem de klinik tekniği kendiliğin [self] merkezi rolünü yansıtacak şekilde yeniden tanımlama yönünde bir hareket doğurmuştur. Kişisel kimlik duygusu, bu kimliği doğrulama yolları, kim olduğuna dair bir bütünlük hissi geliştirme kapasitesi ve öz-değeri sürdürme ve onarma stratejileri, dürtü ve savunma gibi kavramların yerini alarak analizde baskın kategoriler hâline gelmiştir. Kendilik psikologları ve öznelerarasılık kuramcıları, insan psikolojisinde neyin merkezi olduğunu anlama biçimimizi öyle bir ölçüde yeniden çerçevelemişlerdir ki, erken Freudcu kuram artık uzak bir akraba gibi görünmektedir. Kendiliğin gelişimi ve bu süreci anlamanın klinik sonuçları hakkında yakın tarihli, sağlam araştırmalara dayanan ve felsefi olarak zengin bir tartışma için Irene Fast’in (1998) “kendilik oluşturma [selving]” [selving: Selving, bireyin kendi kendiliğini (self) kurma, sürdürme ve bütünleştirme sürecini tanımlar.] üzerine çalışmasına bakılabilir. [İlgili kitabın tam adı: Selving: A Relational Theory of Self Organization]

    Bu dönüşüm ana akım psikanalizi etkilerken, semptomları ve sendromları artık anksiyeteyi nasıl yönettikleri açısından değil, kendilik sürekliliği ve öz-değer duygularını nasıl destekledikleri açısından yeniden ele alan makaleler arka arkaya yayımlandı. Bunun çarpıcı bir örneği, daha önce yalnızca dürtü ve anksiyete terimleriyle anlaşılan olgular olan mazoşizm ve sadizmin narsisistik işlevlerine odaklanan Stolorow’un 1975 tarihli makalesidir. Bu gelişmelerle paralel olarak, psikanalitik teknik de gözden geçiriliyor ve yeniden tanımlanıyordu. Öznelerarasılık kuramcıları ve kendilik psikologları, terapistin nesnelliği ve yorumunu değil, öznel konumunu ve empatik uyumunu (Stolorow ve diğerleri, 1987; Wolf, 1988; Rowe & MacIsaac, 1989; Shane, Shane & Gales, 1997) vurguluyordu. Teknikteki bu gelişmelere paralel olarak, terapi sürecinde hastanın narsisistik yaralanma yaşamasının kaçınılmaz olduğu fikri kabul görmeye başladı ve bunun sonucunda böyle bir öz-değer krizinin klinik olarak nasıl ele alınacağına dair düşünceler geliştirildi.

    Bu alandaki uygulayıcıların çoğu, kuramcılardan çok daha ilerideydi. Tam zamanlı bir terapist olarak insan çok kısa sürede şunu öğrenir: Eğer danışanlarının narsisistik ihtiyaçlarına duyarlı davranmazsanız, ya onları kaybedersiniz ya da terapi sürenizin çoğunu empatik başarısızlıkların sonuçlarını toparlamakla geçirirsiniz. Aslında, The Analysis of the Self [Kendiliğin Çözümlenmesi] (1971) adlı eserindeki girift ve neredeyse anlaşılamaz dile rağmen, Kohut’un 1970’lerin başında terapistler arasında hızla popülerlik kazanmasının büyük ölçüde şuradan kaynaklandığını düşünüyorum: O, normal bir şefkat ve sezgiye sahip terapistlerin zaten yapmakta oldukları şeylere, çoğu zaman kendilerine öğretilen katı teknik eğitimin sınırlarını aşarak yaptıkları şeylere, zarif bir psikanalitik gerekçe sundu. (Bu terapistler, çoğu zaman “bir kuralı çiğnedikleri” endişesini taşıyorlardı -meslektaşım Stanley Moldawsky bu durumu, analistlerin zihinlerinde taşıdığı “Ortodoks Komite”ye gösterilen itaat olarak adlandırır.) Terapistin ara sıra kendisinden söz etmesi, küçük hediyeleri kabul etmesi, destek ve takdir sunması gibi eylemler, Kohut’un formülasyonunda artık Eissler’in (1953) tanımladığı gibi teknikten “parametreler [Parameter, standart psikanalitik çerçevenin dışında kalan ama terapistin teknik gerekçelerle başvurduğu istisnai müdahale biçimlerini ifade eder.]” ya da “sapmalar [deviations]” değil, terapistin danışanına duyduğu saygının ve onu anladığının önemli ifadeleri hâline gelmiştir. “Önce danışanın öz-değerini koru” ilkesi, belki de Hipokrat’ın “Önce zarar verme” ilkesinin psikoterapi alanına en uygun şekilde aktarılmış biçimidir.

    ÖZ-DEĞERİN DEĞERLENDİRİLMESİNİN KLİNİK SONUÇLARI

    Psikoterapi, öz-değer meseleleriyle çeşitli açılardan ilgilenmek zorundadır.

    Öncelikle, danışanın değerler sisteminin bizimkine yeterince yakın olup olmadığını ya da en azından bizim için anlaşılabilir olup olmadığını değerlendirmeliyiz; zira ancak bu durumda, terapi sürecinin iki tarafı da etkili bir biçimde birlikte çalışabilir.

    İkinci olarak, terapistler olarak, tedavinin sürdürülebilmesi için danışanın öz-değer duygusunu yeterince korumalıyız; düşüncelerimizi, kişinin gururuna zarar verme riskini en aza indirecek şekilde nasıl ifade edeceğimizi öğrenmeliyiz.

    Üçüncü olarak, danışanların öz-değerlerini değerlendirme biçimleri açıkça gerçekdışı ve uyumsuz olduğunda, bu değerlendirme biçimlerini nasıl değiştirmelerine yardımcı olabileceğimiz sorusu gibi zorlu bir meseleyle yüzleşmeliyiz.

    Dördüncü olarak, eğer danışanlar, kendilerini makul biçimde gururlandıracak eylemlere yönelten içsel bir pusuladan yoksun biçimde yetiştirildilerse, onlara kendi değerlerini tanımlama ve ifade etme konusunda yardımcı olmamız gerekir.

    Beşinci olarak, öz-değerlerini başkalarına zarar verecek biçimlerde pekiştiren bireylerle nasıl çalışacağımızı çözmemiz gerekir.

    Şimdi bu soruları ele alacağım.

    Bu Kişinin Öz-Değer Gereksinimleri Benim Onunla Etkili Bir Şekilde Çalışmama İzin Veriyor mu?

    Terapist olarak eğitimimiz sırasında çoğumuz, örtük biçimde, herhangi biriyle -ya da en azından eğitimini aldığımız türde sorunları olan herkesle- terapötik olarak çalışabilmemiz gerektiği mesajını alırız. Ancak birkaç yıllık uygulama, çoğumuza hangi tür insanlara yardımcı olabildiğimizi ve hangi tür danışanları yönlendirmemiz gerektiğini öğretmeye yeter. Örneğin, bazı meslektaşlarım travma yaşamış kişilerle çalışmayı çok severken, bazıları bu tür danışanları baştan kendi çalışma alanlarının dışında tutar. Bazı terapistler, sınır kişilik örgütlenmesi yelpazesinde yer alan danışanların yoğunluğundan enerji alırken, bazıları bu hastaların ortaya çıkardığı duygulanım fırtınalarına tahammül edemez. Terapist arkadaşlarım arasında, şizofreni tanısı olan bireylerle, duygusal açıdan gelişimsel olarak geride kalanlarla, öğrenme güçlüğü yaşayanlarla ya da geriatrik (yaşlı) popülasyonla çalışmak için özel bir yeteneğe ve eğilime sahip olanlar var. Diğer bazı meslektaşlarım ise bu gruplardaki bireylerle çalışmayı hayal bile edemez. Bu tür eğilimler yalnızca farklı eğitim deneyimlerinin ve teknik yeterliliklerin yansıması değildir; aynı zamanda terapistlerin kişiliklerinin temel özelliklerini, özellikle de öz-değerlerini sürdürme ve onarma ihtiyaçlarını karşılama biçimlerindeki farklılıkları yansıtır.

    Birkaç yıl önce tedavi ettiğim bir sosyal hizmet uzmanı, terapistler tarafından genellikle çekici bulunmayan bir danışan grubu olan ağır ve derin düzeyde zihinsel engelli bireylere yardım etme konusunda olağanüstü yetenekliydi. Birlikte, bu işe duyduğu güçlü aidiyet hissinin, ağır depresif ve alkolik annesine “ulaşamamış” olmasından kaynaklanan öz-değer yarasının bir sonucu olduğunu fark ettik. Neredeyse herkesin “ulaşılamaz” olarak gördüğü bir grupla çalışarak, çocukluğunda yaşadığı yetersizlik duygusunu onarıyor ve incinmiş gururunu iyileştiriyordu. Özgecilik [altruism] üzerine yaptığım araştırmalarda incelediğim bir başka kadın ise, yalnızca çoğu insan için itici değil, aynı zamanda tehlikeli de olan cezai ehliyeti olmayan akıl hastalarıyla çalışmayı kendine bir meslek edinmişti. Onun öz-değer yapısı, kendisini İsa’nın şu sözünü tekrar tekrar vurgulayan Metodist papaz babasıyla özdeşleştirmesini yansıtıyordu: “Bu en küçük kardeşlerimden birine yaptığınız her şeyi bana yapmış oldunuz (Matta 25:40). Yaptığı işten büyük tatmin duyuyordu ve cezaevi sakinleri de onu çok seviyordu.

    Psikoterapi sürecini terapist açısından harekete geçiren duygusal lokomotifin, kendi öz-değerini destekleme ve onarma fırsatı olduğunu kabul edersek, narsisizmi terapistininkinden köklü biçimde farklı varsayımlara dayanan biriyle çalışmanın terapist için ne denli sorunlu olabileceğini de anlayabiliriz. Örneğin, pek çok psikoterapist psikopatik hastalarla ne rahat ne de etkili bir biçimde çalışabilir. Terapistlerin öz-değeri genellikle sevgi dolu davranmaya dayalıdır; terapistler, otantik ve başkalarıyla bağlantılı olabilecekleri fırsatları tercih ederek, çoğunlukla çıplak gücü ve maddi kazancı reddederler. Samimiyeti ve bağ kurmayı küçümseyip, bunun yerine kendilerini iyi hissedebilmek için güç ve servete ihtiyaç duyan kişiler terapistlerde derin bir rahatsızlık yaratabilir. Kişi, duygusal olarak yabancılaştığı ya da küçümsediği biriyle sağlıklı bir şekilde çalışamaz; öz-değer yapısında güçle ilişkili bir alan bulamayan klinisyenler, antisosyal bireylerle çalışmaktan kaçınmalıdır. Benzer şekilde, birçok terapist de kendilik bozukluğu olan hastalardan uzak durur; çünkü narsistik bir kişinin her ne pahasına olursa olsun başkalarını etkileme ihtiyacı, terapistin daha içsel ve ilkesel öz-değer ölçütleriyle çatışabilir ya da terapistin kendi farkına varılmamış narsisizmine dair bilinçdışı utancını harekete geçirebilir.

    Değerleri ve inançları terapistinkilerden belirgin biçimde farklı olan bir hastayla çalışılıp çalışılmayacağı sorusu, yalnızca hastanın psikopatolojisi kategorisiyle sınırlı değildir. Dini duygusallığa yönelik küçümsemesiyle gurur duyan bir terapist, öz-değeri Tanrı’yla samimi bir bağ sürdürmeye dayanan bir hastayı tedavi etmeye kalkışmamalıdır. Cinsel sadakati temel bir değer olarak benimseyen bir terapist, öz-değeri tekrarlayan cinsel fetihlere dayanan bir danışanı anlamakta ve onunla çalışmaktan keyif almakta zorlanacaktır. Narsisizmi, ihtiyaç içindeki danışanlara düşük ücretle hizmet verme ilkesine bağlı olan bir klinisyen ise, narsisizmi büyük paralar kazanma üzerine kurulu bir danışanla pek de uyumlu olmayacaktır.

    Bu tür değerlendirmeler yalnızca terapistin empatisine erişilemediği durumlarda, yani terapist ile danışan arasında çok büyük farklar olduğunda değil, başka nedenlerle de önemlidir. Terapistin, hastanın değerlerini kabul etmekte hiçbir zorluk yaşamasa bile, terapi sürecine katılan iki tarafın öz-değer gereksinimleri arasında ciddi uyumsuzluklar varsa, danışanın terapistiyle özdeşim kurma ve terapötik fayda sağlama kapasitesi de sekteye uğrar. Bu sorunu açıklamak için kendimi bir örnek olarak kullanayım: Standart ücretim her zaman makul düzeyde olmuştur ve her zaman belirli sayıda danışanı düşük ücretle kabul etmişimdir. Bu uygulama benim için mümkündür çünkü ev ofisinde çalışıyorum, genel giderlerim düşüktür ve eşim iyi kazanan birisidir. Aynı zamanda, köken ailemin maddi olarak rahat olması ve beni parayla ilgili kaygılarla yetiştirmemiş olması gerçeğini de yansıtır. Ancak en temelde, danışan yelpazemi yalnızca üst orta sınıf ve daha varlıklı bireylerle sınırlamama yönündeki tercihimle ilgilidir. Bu, benim ego idealimin bir parçasıdır ve muhtemelen varlıklı ve idealist 1960’larda yetişmiş olmamla ilişkilidir -aşırı hırslı olmamak, parayı diğer değerlere üstün tutmamak ve dezavantajlı ya da marjinal gruplardaki insanlara yardım etme fırsatından kendimi soyutlamamak yönündeki bir idealdir. (Daha şüpheci bazı arkadaşlarım ve meslektaşlarım bu durumu mazoşizm olarak da yorumladılar; eğer haklılarsa, bu mazoşizm umutsuz biçimde ego-sintoniktir.)

    Ancak geçmişi ve mevcut yaşam koşulları benimkilerden farklı olan biri için paranın öz-değer açısından ne denli merkezi olabileceğini anlamakta zorlanmıyorum. Ve her ne kadar cömert davranmaya özen göstersem de, paraya sahip olmayı seviyorum. Parayı biriktirmekten hoşlanan insanlarla empati kurmak benim için zor değil. Bu nedenle, temel güdüleri benimkinden daha fazla maddi kazanca odaklı olan kişilerle çalışırken bir sorun yaşayacağımı beklemiyordum. Ama fark ettim ki, onlar benimle çalışmakta zorlanıyorlardı! Danışanlarım, makul ücretler almamın ya çok yetkin olmadığım, ya kendimi pek değerli hissetmediğim, ya açıklanamaz biçimde kendime zarar verici davrandığım, ya da paranın peşinden koşanlara karşı kendimi ahlaki olarak üstün gördüğüm anlamına geldiğini varsaydılar. Sonunda şu kararı verdim: Kişisel değer ile maddi değer arasında güçlü bir bağ kuran danışanlar söz konusu olduğunda ya yüksek bir ücret talep etmeliyim (bu karar çok da acı verici olmadı), ya da bu tür danışanları, ücretiyle, arabasıyla ve ofisiyle maddi refahını sergileyen terapistlere yönlendirmeliyim.

    Başka bir deyişle, bazı danışanlar için benim mali düzenlemelerimi aramızdaki basit, sorun yaratmayan bir fark olarak görmekte zorlandıklarını kabullenmem gerekti. Bu durum başlangıçta beni şaşırttı -özellikle de, masraf açısından tasarruf ettikleri için memnun olacaklarını varsaydığım için. Ancak sonradan düşündüğümde, bu tutumları bana anlamlı gelmeye başladı. Çünkü öz-imgelerimizi destekleyen şeyler arasında önemli bir fark vardı ve bu nedenle maddi yönelimi güçlü olan danışanlar, ya kendi gururlarını koruyabilmek için beni değersizleştirmek zorunda kalıyorlardı, ya da alternatif olarak, paraya kayıtsız olduğumu varsayarak beni idealleştiriyor, bunun yan etkisi olarak da kendilerini ahlaki olarak aşağıda hissediyorlardı. Oysa bu, terapötik işbirliğine dayalı bir sürece başlamak için iyi bir duygusal zemin değildir.

    Özel çalışan terapistlerin ücret belirleme uygulamalarına ilişkin araştırmalar (Lasky, 1984; Liss-Levinson, 1990), benim benimsediğim uygulamanın ve bunun gerekçesinin, cinsiyetimle örtüşen kişiler arasında oldukça yaygın olduğunu ortaya koymuştur. Kadın ve erkek terapistler arasında, kendi belirledikleri ücretlerde dikkat çekici bir fark vardır; bazıları bu farkı, çoğu kadın terapistin öz-değerinin erkek meslektaşlarına kıyasla daha zayıf olduğunun bir göstergesi olarak yorumlayıp üzülmektedir -başka bir deyişle, eğer kadınlar kendileri hakkında daha olumlu hissetselerdi, erkekler kadar ücret talep ederlerdi. Ben bu cinsiyet farkını, kadınlara özgü duygusal gerçeklikler ve buna bağlı öz-değer yapısı üzerinden anlamayı tercih ediyorum. Kadınlar sıklıkla, evrensel olarak değerli olduğu kabul edilen işler için ücret almazlar. Hırslı ve gelir elde eden kadınlar bile, çocuklarını yetiştirmek için çalışma saatlerini azaltmak ya da işe ara vermek zorunda kaldıklarında, kendilerini maddi kazançla ölçülmeyen standartlarla değerlendirmezlerse kronik olarak depresif hissedebilirler. Cinsiyet ve ücret belirleme konusundaki verilerin, çoğu kadın terapistin kendini değersizleştirdiğini değil, onların öz-değerinin erkeklerin çoğuna kıyasla gelirle daha az ilişkili olduğunu gösterdiğine inanıyorum (bkz. Liss-Levinson, 1990).

    Terapistler üzerindeki duygusal stresler, psikoterapiyi iyi bir şekilde yapmayı zorlaştırır. İdeal koşullar altında, uygulama biçimimiz hakkında karar verebileceğimiz yeterli mesleki özerkliğe sahip oluruz. Ancak ideal koşullar mevcut olmadığında, yapabileceğimiz en iyi şey, kendimizi daha iyi tanımaya dayanarak çalışmamızı geliştirmeye çalışmaktır. Psikanalitik enstitülerde uzun süredir geçerli olan “adayların analizden geçmesi gerekir” kuralının gerekçelerinden biri de, bu sürecin bireyin kendi kişiliğinin ve öz-değer yapısının açık olmayan yönleriyle temas kurmasını sağlamasıdır. Analiz sürecinde, etik değerlere bağlı, yasalara saygılı insanlar, içlerinde suçluyu hayranlıkla izleyen yanlarına erişmeyi öğrenirler; cömert kişiler açgözlülüklerini, cinsel olarak tutucu olanlar arzularını keşfeder; dürüstlüğe önem verenler ise kendilerine ve başkalarına uyguladıkları küçük aldatmacalarla yüzleşir. Kişisel sahnemizde yalnızca kısa bir rol oynayan tutumlara başkalarının öz-değerini büyük ölçüde bağlamasını anlamak, sanıldığı kadar büyük bir sıçrama değildir. Yoğun bir terapi süreci olmaksızın bile, kişi kendi reddedilmiş benlik yönlerine erişimini genişletmeye çalışabilir -ve bu çabanın ödülü, terapötik içgörüyle birlikte yardım edebileceği danışan yelpazesinin de giderek genişlemesidir.

    Danışanın Öz-Değerine Zarar Vermeden Ona Nasıl Yararlı Bilgiler Verebilirim?

    Terapistin, söylediği pek çok şey doğası gereği yaralayıcı olduğundan, danışanın öz-değerini koruyacak müdahale yolları bulması gerekir. Hakkımızda daha önce bilmediğimiz bir şeyi biri bize söylediğinde hepimiz en azından bir irkilme yaşarız. Öğrenmek isteriz, ama öğretilmek aşağılayıcı gelir. Bu nedenle, her psikoterapötik yorum aslında bir narsisistik yaralanmadır. Terapi sanatının öğretiminde merkezi odak, danışanın değişebilmesi için bilmesi gereken şeyleri, onun öz-değerine mümkün olan en az zarar vererek nasıl aktaracağımız olmalıdır. Bu beceri sıklıkla “incelik [tact]” olarak adlandırılır (Greenson, 1967); ancak bazı danışanların duygularını korumak için sıradan bir incelik yeterli değildir; [söz konusu beceri] onların gururlarını neyin desteklediğini ve neyin zedelediğini çok daha özgül biçimde anlamayı gerektirir.

    Klasik analitik teknik, mümkün olan her durumda, içgörüye ulaşan kişinin danışanın kendisi olması gerektiğini; yorumların, serbest çağrışımlarından, rüyalarından ve aktarım tepkilerinden danışan tarafından türetilmesi gerektiğini savunur (Strachey, 1934; Fenichel, 1945). Analistin etkinliği, benliğe dair bastırılmış bilgilerin bilinçdışında kalmasına neden olan dirençleri ortadan kaldırmakla sınırlı olmalıdır. Bu kuralın gerekçelerinden biri, analistin danışanın materyaline, danışanın deneyiminden ziyade kendi ön kabullerinden türeyen anlamlar yükleme riskini azaltmaktır. İyi yürütülen bir analizde, zaman zaman hem analist hem de danışan, danışanın bilinçdışından ortaya çıkan şeyler karşısında şaşırabilmelidir (Reik, 1948). Ancak klasik teknik yaklaşımın daha az tartışılan bir gerekçesi de, danışanın öz-değeri ile ilgilidir. Bir kişi, bir içgörüyü kendi başına bulduğunda yaşanan narsisistik yükseliş, daha önce bunu kendiliğinden bilememiş olduğunu kabul etmenin yarattığı narsisistik yarayı telafi eder.

    Uyumlanma [attunement] ve empatiyi [empathy] üstün rollere yükselterek (örneğin bkz. Wolf, 1988; Shane vd., 1997), kendilik psikolojisi yönelimli uygulayıcılar, bir hastanın öz-değerini koruma konusunda klasik analistlerden bile daha ileri giderler. Kendilik psikolojisi hareketinin ivme kazanmasının, terapistlerin gitgide daha fazla sayıda danışanın geleneksel direnç çözümlemesine ve sahiplenilmeyen yönelimlerin açığa çıkarılması davetine tahammül edemediğini keşfettikleri bir döneme denk gelmesi muhtemelen tesadüf değildir. Tüm terapistler, empatik ve destekleyici olacağı varsayılan bir yorumun, danışan tarafından sanki sadistik bir eleştiriymiş gibi algılanmasına dair şoku bilirler. Bu fenomen, özellikle narsisistik ve sınırda yapıda olan hastalarda dikkate değerdir; nitekim bu tür bir tepki, artık bu yapıların tanısal bir işareti olarak yaygın biçimde kabul edilmektedir.

    Bu tür sorunlara sahip insanların sayısı, yirminci yüzyılın ikinci yarısında artıyor gibi görünüyordu -ya da en azından bu kişiler çok daha sık biçimde terapistlere başvuruyordu- (daha önce de belirttiğim gibi, çağdaş kültürün birçok yönü bu olguyu oldukça anlaşılır kılmaktadır). Nevrotik düzeydeki danışanların aksine, onlara kendi başlarına fark etmedikleri bir şey söylendiğinde duydukları acı, terapistin yardımcı olma niyetini takdir etmeleri sayesinde hafiflerken, sınırda ve narsisistik yapıdaki hastalar yalnızca saldırıya uğramış hissederler. Bu doğrultuda, yakın dönem teknik literatürümüzün büyük bir kısmı, bu vahşice eleştirilme hissini nasıl azaltabileceğimiz, danışanın öz-değerini nasıl koruyabileceğimiz ve terapistin anlamaya ve yardım etmeye çalışırken kaçınılmaz olarak yaraladığı bu öz-değeri nasıl onarabileceğimiz konularında öneriler geliştirmeye yönelmiştir.

    Yirminci yüzyılın sonlarında psikanalitik metapsikolojide gerçekleşen, tek kişilik bir modelden iki kişilik bir modele geçiş (Aron, 1990; Mitchell & Black, 1995), kısmen öz-değer meselelerine yönelik klinik ilginin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Analist, danışanın “malzemesini [stuff]” üzerine yansıttığı nesnel bir dış gözlemci rolünü benimsemek yerine, terapist ile danışan arasında olup bitene kendi katılımını ve katkısını kabul ettiğinde, danışan, aralarındaki şeyler hakkında duyduğu utanç yükünü daha az taşır. İntersubjektivistlerin aktarımın birlikte inşa edildiğini ve her etkileşimin iki kişilik bir doğası olduğunu bu kadar ısrarla vurgulamalarının nedenlerinden biri, terapötik süreçte ortaya çıkan zorlayıcı duygusal durumlara analistin katkısını üstlenmesinin, danışanın öz-değerinin yaralanma olasılığını önemli ölçüde azaltmasıdır.

    Kendilik psikolojisi ve intersubjektif yaklaşımlar içindeki yazarların teknik önerilerine ek olarak, danışanların öz-değerine zarar vermeden potansiyel olarak faydalı bilgileri paylaşmak isteyen terapistler için çok sayıda yararlı kaynak bulunmaktadır. Destekleyici terapi üzerine yakın dönem yazılar (örn. Pinsker, 1997), sınırda ve narsisistik danışanlarla yapılan terapi (örn. Meissner, 1984; Kernberg, Selzer, Koenigsberg, Carr ve Appelbaum, 1989), ve madde kullanımı sorunları olan kişilerle tedavi (Levin, 1987; Richards, 1993) üzerine çalışmalar, terapistin değişimi teşvik ederken hastada yaralanmayı en aza indirme yolları konusunda zengin fikirler sunmaktadır. Lawrence Josephs’in Balancing Empathy and Interpretation (1995) adlı eseri, karakter patolojisi ve kırılgan öz-değer taşıyan biriyle çalışırken karşılaşılan teknik zorluklara dair özellikle faydalı bir tartışma içermektedir. Son olarak, Sue Elkind (1992), duygusal olarak incitici çıkmazlardan kurtulamayan terapötik ikililere danışmanlık süreci üzerine değerli bir kitap yazmıştır.

    Okuyucuyu bu tür metinlere yönlendirmenin yanı sıra, danışanın öz-değeriyle ilgili önemli sorunları olduğunun değerlendirildiği bir durumda başvurulabilecek teknik bir uygulamaya dair bir örnek sunmak isterim. Belirgin narsisistik kırılganlık gösteren bir kişiye nihayetinde önemli ama potansiyel olarak incitici bir düşünceyi aktarmanın bir yolu, bu müdahaleyi öyle bir şekilde sunmaktır ki danışan yalnızca eleştirilmiş değil, aynı zamanda takdirle kabul edilmiş hissetsin. Bu tür ifadeler gerçek olmalıdır; aksi takdirde içi boş ve manipülatif olarak algılanır. Ancak genellikle bir terapistin, danışan hakkında gerçek anlamda övgüye değer unsurlar bulması kolaydır. Örneğin, sıklıkla şöyle şeyler söylediğimi fark ediyorum:
    “Siz gerçekten ilginç bir kişisiniz. Bir yandan çok yetkin ve kendini iyi ifade eden birisin, öte yandan bazı durumlarda tamamen felç olmuş gibi kalabiliyorsun.” Ya da: “Sizi sosyal bir ortamda tanısam, bu kadar çok kaygı taşıdığınızı asla anlamazdım. Dış görünüşünüz oldukça kendine güvenli, ama ne kadar korku yaşadığınızı yalnızca siz anlattığınızda anlayabiliyorum.” Bu tür ifadeler, utancı dengelemeyi amaçlar; çünkü eğer yalnızca, sempatik ve nazik bir tonla dahi olsa, “Bazı zamanlar çok felç olmuş gibi görünüyorsunuz” ya da “Kaygı sizin için büyük bir sorun” gibi bir gözlemde bulunsaydım, yaralanma riski daha yüksek olurdu.

    Bu tür müdahalelerde, danışanın öz-değerinin hangi özgül temellere dayandığını bilmek yararlı olur. Zekâsıyla gurur duyan bir kadın, entelektüel kapasitesi aynı anda takdir edildiğinde, eksikliklerine yönelik dikkatleri kabul edebilir (“Bu kadar yüksek zekâya sahip biri için, duygusal zorlukları yalnızca entelektüel güçle çözememek mutlaka hayal kırıklığı yaratıyordur”). Kendini incelikli, hassas bir duyarlılıkla donanmış biri olarak gören bir erkek ise, genellikle kendi mutsuzluğundaki payını kabul edebilir -duyarlılığı bu süreçte açıkça tanındığı sürece (“Bu tür evlilik sorunları daha az hassas birini rahatsız etmeyebilir ama sizin için bunlarla yüzleşmek önemli”). Dolayısıyla, bir bireyin öz-değerini destekleyen şeyin ne olduğunun değerlendirilmesi, teknik açısından oldukça somut ve pratik sonuçlar doğurur.

    Bu kişinin maladaptif öz-değer örüntüsünü nasıl dönüştürebilirim?

    Çok sık olarak, bir kişinin tedaviye başvurma nedeni, hayat koşullarının artık beslemediği yerleşik bir öz-değer kaynağını terk edememesiyle ilgilidir. Hepimiz, eski bir futbol kahramanının başka yollarla kendini önemli hissetmeye geçiş yapamayıp, atletik becerilerinden başka bir temele dayanmayan bir öz-değer duygusu yerine, zafer dolu günlerine dair içkili anılara tutunduğu örneklerle karşılaşmışızdır. Bir başka kültürel klişe, gerçeklik payı da barındıran biçimiyle, yaşlandıkça depresyona ya da madde kullanımına yönelen eski güzel kadındır; çünkü öz-değeri tümüyle gençlikteki çekiciliğine bağlıdır. Bazen terapistler olarak, önleyici biçimde, genç bir kişinin öz-değer kaynaklarını genişletmek için çalıştığımızın farkında oluruz; böylece zaman içinde, ‘masum genç kız’, ‘yükselmekte olan parlak genç adam’, ‘spor yıldızı’ ya da ‘seks sembolü’ gibi kaybedilecek rollerin yerine daha kalıcı gurur kaynakları konulabilir.

    Bazen sadece yaşamın rastlantıları, bir kişinin olumlu öz-değer hissi geliştirmek için kullandığı, aslında etkili olan stratejilerini yerle bir edebilir. Birlikte çalıştığım bir kadın, öz-değerini aşırı yardımseverlik ve vicdanlılık üzerine kurmasına yol açan bir yaşam öyküsüne sahipti. Annesi, sınırlı kaynaklara sahip kalabalık bir ailenin birkaç çocuğundan biriydi ve zekâsı nedeniyle üniversiteye gönderilecek çocuklardan biri olarak seçilmişti. Ancak, danışanım annesinin hamile kalmasıyla bu plan değişti. Ailenin çözümü, danışanımın annesinin kız kardeşi tarafından büyütülmesi oldu. Bu kadın daha az zeki görüldüğü için, bebeğe bütünlüklü bir aile ortamı sunabilmek adına, muhtemelen normalde yapacağından daha erken evlendi.
    Çocukken bu kadın, kendi varlığının doğum annesi için büyük bir sorun yarattığını ve teyzesine de yük olduğunu derinden hissetti. Ayrıca, teyzesinin ve eniştesinin (kadının “anne” ve “baba” olarak adlandırdığı kişiler) daha sonra sahip olduğu çocuklardan kendi doğumuna dair gerçek saklandığı için, utanç verici bir sırla yalnız başına yaşamak zorunda kaldı. Başkalarına bakmak, kendisi için hiçbir şey istememek ve dünyadaki varlığının bir yük değil, bir katkı olduğunu kanıtlamak, onun öz-değerinin merkezi hâline geldi.

    Çocukluğuna ait açmazına bulduğu bu çözüm, ellili yaşlarının ortalarına kadar oldukça işe yaradı. Kendini adamış bir anne, güvenilir bir komşu, vicdanlı bir arkadaş ve bu öykü açısından en önemlisi, çalıştığı büyük şirketin örnek bir çalışanıydı. Yetişkin yaşamının büyük bir bölümünde kendisi hakkında makul ölçüde iyi hissetmişti. Ancak bana geldiğinde, neredeyse ölüm döşeğindeydi; yeni yöneticisiyle baş etmeye çalışmanın yarattığı stres onu bu hâle getirmişti. Bitkindi, umutsuzdu ve kalp ağrısı ile çarpıntıların eşlik ettiği panik ataklar geçiriyordu; iki doktor bu belirtilerin bir kalp hastalığını işaret edebileceğini ya da böyle bir rahatsızlığa yol açabileceğini düşünmüştü. Yaklaşık otuz yıllık değerli hizmetin ardından, küçülme operasyonuna kurban gitmişti; en maliyetli çalışanlardan kurtulmak için görevlendirilen bir “kıyıcı kadın” getirilmişti (bu, onun koşullarına dair paranoyak bir yorumu değildi; başka kaynaklardan da bunun gerçekten böyle olduğunu öğrenmiştim). Yeni amiri, yaptığı her işte kusur buluyordu; o daha çok çalıştıkça eleştiriler daha da ayrıntılı ve acımasız hâle geliyordu. Kendisini değerli hissetmesini sağlayan eski yollar, artık onu istemeyen bir sistemde işe yaramıyordu ve öz-değerini başka bir baş etme biçimine dayandıracak esnekliğe sahip değildi -örneğin üretkenliğini azaltmak ve görünmez olmaya çalışmak, diğer çalışanlarla örgütlenmek, dava açmak ya da daha iyi bir işe geçmek gibi. Bunun yerine sadece daha çok çalışmaya devam etti. Terapinin en büyük güçlüklerinden biri, onun öz-değerini, kendisini samimiyetsiz ve doyumsuz taleplere adamaktan başka alanlarda bulmasına yardımcı olmaktı.

    Bu danışanın bir ölçüde kendini feda edici bir kişilik yapısı vardı ve yaşamındaki otoriteler aşağı yukarı iyicil olduğu sürece bu yapı kendisi için bir sorun teşkil etmiyordu. İnsanların terapiye başvurma nedenlerinde sıkça olduğu gibi, kader ona alışagelmiş savunmalarının işe yaramadığı bir durum sunmuştu. Bu savunmaların farkına varmanın yanı sıra, kendine zarar verici bir karakter yapısını anlamanın yollarından biri de bunu öz-değer gereksinimleri bağlamında değerlendirmektir: Karakterolojik olarak mazoşist kişiler, öz-değerlerini özveri ve başkalarına bakım sağlama üzerinden inşa ederler. Kişilik bozukluklarının çoğu, bireylerin ait oldukları kategoriye göre öz-değerlerini nasıl sürdürdükleri açısından benzer biçimde tanımlanabilir. Örneğin, psikopatik kişi heyecan ve güç aracılığıyla kendini yüceltilmiş hisseder; narsisistik kişi başkalarının onayında ve takdirinde kendini parlatır; şizoid kişi yaratıcı özgünlüğe ulaşmayı arzular; depresif kişi temel kabul görme ve başkalarına yakınlık kurma özlemi içindedir; obsesif-kompulsif kişi ise kontrol hissini arar.

    Öz-değerlerini yalnızca tek bir zemine dayandırmak, özellikle hızla değişen bir dünyada, bireyler için tehlikelidir. Esnek olmayan kişilik yapısına sahip kişilerle çalışırken klinisyenler, sezgisel ya da bilinçli bir şekilde, danışanlarının öz-değerlerini türettikleri ölçütleri genişletmeye çalışırlar. Böylece, antisosyal kişide dürüstlükten gurur duyma kapasitesini geliştirmeye, narsisistik kişide içsel bir sese yanıt verebilirliği artırmaya, şizoid kişide gündelik toplumsal ikiyüzlülüklere hoşgörü göstermenin verdiği hazza alan açmaya, depresif kişide öfke riskini göze almaktan gurur duymayı teşvik etmeye, mazoşist kişide kendini ortaya koyma davranışından keyif alabilmesini sağlamaya ve obsesif-kompulsif kişide akışa ayak uydurabilme becerisinden memnuniyet duymasını mümkün kılmaya çalışırız. İnsanların, kendilerini değerli hissetmelerinin başat yollarına yabancı olan (egodistonik) tutumları fark etmelerini sağlamaya çalışırız. Bunun da ötesinde, bu eğilimlerden haz almalarına ve bunlarla gurur duymalarına yardımcı olmaya gayret ederiz (Silverman, 1984; Hammer, 1990).

    Bu kolay bir şey değildir. Bir kişinin temel ilkeleri sorgulandığında, o kişi daha esnek olmayı düşünmektense terapistin ahlaki olarak yozlaşmış olduğunu düşünmeye daha yatkındır. Bir kişinin içselleştirdiği standartların sorgulanması, o kişinin benimsediği fikirleri taşıyan erken dönem sevgi nesnelerinin eleştirilmesi anlamına gelir; bu da, kişinin içselleştirdiği bakımverenlerden daha fazla psikolojik ayrışma yaşamasını gerektirir ki bu da yabancı ve hatta tehlikeli gelebilir. Öz-değere erişim yollarını genişletmeye yönelik önerilerde bulunmadan önce, bir terapistin genellikle, danışanın gurur duyma çabalarını ve utanmaktan kaçınmak için yıllar içinde geliştirdiği yöntemleri ne kadar derinden takdir ettiğini iletmesi gerekir. “Kontrol sahibi olmak sizin için çok önemli görünüyor” ya da “Takdir edilmediğinizde çok yıkılmış hissediyor gibisiniz” gibi ifadeler, bir terapistin danışanın öz-değer sistemine dair anlayışını ifade ettiği yorumlara örnektir. Ancak bu basit yansıtmalarda bile örtük bir mesaj vardır: “Bu kadar çok kontrole ihtiyaç duymadan da kendini iyi hissedebilmek mümkün” ya da “Fark edilmemekten doğan hayal kırıklığını daha hızlı atlatmak mümkün.” Freud’un yapısal kuramının diliyle ifade edecek olursak, danışan, süper-egosu için ego-sintonik olan bir şeyi artık ego-distonik hâle getirmeye teşvik edilmektedir. Danışanların kendi öz-değer düzeneklerine bir miktar nesnellik geliştirme süreci yavaştır; ancak iyi bir tedavinin en olumlu çıktılarından biri, birçok kaynaktan beslenebilen daha dirençli bir öz-değer yapısının gelişmesidir.

    Klinik çalışmalarda sık karşılaşılan bir durum, öz-değerini yalnızca “iyi” düşünceler düşünmek ve yalnızca “iyi” duygular hissetmek koşuluna bağlamış depresif bir danışanla çalışmaktır. “Bu korkunç bir şey değil mi?” diye sorar böyle bir danışan, kayınvalidesinin ölüp gitmesini dilemiş olmak gibi oldukça sıradan bir düşünce-suçunu itiraf ettikten sonra. Bu tür durumlarda terapistler, oldukça doğrudan bir biçimde eğitici müdahalelerde bulunmak zorundadır: Duygular ve düşünceler kimseye zarar vermez; düşmanca tutumlara sahip olmak normaldir; kişinin kendini yargılaması için makul tek zemin, nasıl hissettiği değil, nasıl davrandığıdır; eğer hepimiz geçici ve özel dileklerimiz üzerinden yargılansaydık, Cehennem’de ciddi bir nüfus yoğunluğu sorunu olurdu.

    Ayrıca, terapistin süperego’yu hafif alaycı bir şekilde sorgulaması da yardımcı olur: “Ah, unuttum. Size kötü davranan birine karşı düşmanca duygular hissetmeyecek kadar naziksiniz.” Bu türden bir müdahale bazen öfke uyandırır -ki bu kötü bir şey değildir. Terapistin bu öfkeli tepkiyi kabul etmesi, danışana olumsuz bir duyguyu ifade etmenin daha fazla yakınlık yaratabileceğini, samimiyetin “iyi” olmaktan daha iyi hissettirdiğini ve mutlaka reddedilmeye yol açmadığını deneyimleme fırsatı verir. Danışan kendini saldırıya uğramış hissedebilir, fakat burada hedef alınan şey tüm kişiliği değil, onun kendine saldıran yönüdür. Bu türden bir destek, depresif bireyler için, yalnızca olumlu geri bildirim ve bilgilendirmeye kıyasla çok daha etkili görünmektedir. Eğer bir kişi, çarpıtılmış bir öz-değer standardına sahipse, terapistin bu standardı hafifçe alaya alan sorgulaması -tabii ki iyi bir terapötik ilişki kurulmuşsa- oldukça güçlü bir terapötik etki yaratabilir.

    Bu hastaya makul bir öz-değer temeli oluşturmada nasıl yardımcı olabilirim?

    Analistler onlarca yıldır, aşırı katı bir süperego’yu yumuşatmanın, zayıf bir süperego’yu güçlendirmekten daha kolay olduğunu belirtmişlerdir. Öz-değeri, gerçekçi olmayan derecede talepkâr içsel ahlaki standartlardan türeyen hastalar, zaman içinde kendilerine karşı daha az sert olmaya yönlendirilebilirler. Bu kişiler, terapistin yargılayıcı olmayan ilgisiyle özdeşim kurarlar. Sert yargılarının çocukça, ya hep ya hiç niteliğini fark ederek zamanla yumuşayabilirler. Öz-değer yapılarını, bir alanda gevşerken başka bir alanda telafi edici biçimde daha talepkâr hâle gelerek yeniden düzenleyebilirler -örneğin, analitik terapide, birçok hasta “bencilliklerini” kabul etmenin getirdiği narsisistik yarayı, kendilerine karşı daha dürüst olmanın verdiği bir gurur duygusuyla telafi eder. Öte yandan, öz-değeri geçici hazlardan ve heyecanlardan, otoriteleri alt etmekten ya da başkalarına suç yüklemekten kaynaklanan bir kişiye, terapistin bu öz-değer arayışını uzun vadeli bir özsaygı ihtimali sunan alanlara yönlendirmede yardımcı olması oldukça zordur. Narsistik yönelimli ve dürtüsel kişilerle çalışmanın zorlayıcı yönlerinden biri, kendilerini iyi hissetme yollarının nihayetinde tatmin edici olmaması ve kendini sabote etmesi, ancak bu kişilerin başka türlü haz alma yollarını hayal bile edememeleridir.

    “İyi hissettiriyorsa yap” anlayışı, uzun vadede tatmin edici bir yaşam için pek etkili bir reçete değildir. Kültürümüzdeki birçok insan -muhtemelen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde geçen “mutluluğu arama hakkı”na dayanarak- yalnızca istedikleri şeylerden yeterince elde ederlerse kendilerini iyi hissedeceklerine inanırlar. Oysa psikanalitik araştırmaların önemli bulgularından biri, arzularımızın hem sınırsız hem de çatışmalı olduğudur. Bu durumda, yaşamdan memnuniyet duymanın yolu birikim (eşya, deneyim ya da ün) değil, sahip olduklarımızdan keyif almanın yollarını bulmaktır. Aşırı bir puritanizm çağrıştırmamak kaydıyla, haz alımını erteleyebilme kapasitesinin ödülleri vardır. Ahlaki açıdan bizi zedeleyeceğini düşündüğümüz bir şeyden feragat etmek, anlık hazza yönelmekten daha kalıcı bir öz-değer duygusu yaratır.

    İçsel kaynaklar olmaksızın öz-değeri dışsal kaynaklardan elde etmeye çalışmak, hastayı kalıcı duygusal tatmin ve gurur olasılığı taşımayan bir dizi boş serüvene mahkûm eden bir yaşam yönelimi oluşturur. Danışanlar bunu bir düzeyde bilirler. Narsistik yapılanmaları olan kişiler, yaşamlarını kurdukları yapının aslında ne kadar boş ve anlamsız olduğunu hissetmeye başladıkları kırklı yaşlarda ya da daha sonra terapi arayışına girerler. Hatta antisosyal kişiler bile, eğer başıboş gençlik dönemlerinden sağ çıkarlarsa, zamanla az çok yasalara uyan bireyler hâline gelebilirler. On iki adım programlarının Tanrı ile bağlantıya yaptığı vurgu, dürtüsellik psikolojisinden özdenetim psikolojisine geçişin, ahlaki bir otorite imgesinin içselleştirilmesi olmadan mümkün olamayacağına dair yaygın bir anlayışı yansıtır.

    Narsistik yapılanmaları olan kişilerin eleştiriye aşırı duyarlılığı, terapistlerin bu kişilere utançtan kaçınmaları ve gurur duymaları için halihazırda kullandıkları yollar dışında başka yollar önermesini oldukça zorlaştırır. Yine de, bir terapistin, bir danışan ona yalnızca artık çalışmak istemediği için işten hiçbir bildirimde bulunmadan ayrıldığını söylediğinde şöyle demesi bir tohum ekebilir: “Bu muhtemelen iyi hissettirmiştir. Ama öz-değeriniz ne olacak? Bir süre daha dayanmış olsaydınız, kendini daha iyi hissetmez miydiniz?” Dikkat ederseniz terapist burada kişinin davranışını doğrudan eleştirmek yerine, kendilik değerlendirmesi meselesini danışanın denetimine bırakmaktadır.

    Bu kişinin öz-değerini başkalarına zarar vermeyecek şekilde nasıl yeniden yönlendirebilirim?

    Daha ağır narsistik patolojiye sahip bazı kişiler, çoğu psikopatik birey ve çeşitli türlerdeki bağımlıların çoğu, yalnızca kendi iyi bir yaşam sürme olasılıklarına zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda başkalarına da zarar verirler. Bu tür hastalarla çalışan terapistlerin görevi, onların öz-değerlerini toplumsal olarak olumlu alanlarda kurmalarına yardımcı olmaktır. Bilişsel-davranışçı terapistler, örneğin öfke kontrolü eğitimi ve empati eğitimi gibi uygulamalarla bunu yapmaya çalışırlar. Psikanalitik bakış açısına göre ise bu tür terapilerin amacı yalnızca problemli davranışları denetim altına almak değil, aynı zamanda hastaların daha önce kendilerine etkili bir biçimde aktarılmamış olan öz-değerle ilgili değer ve standartlarla özdeşim kurmak istemelerini sağlayacak bir atmosfer yaratmaktır; yani terapi, öz-değeri düzenleyen içsel yapılar üzerinde bir değişim üretmelidir.

    On iki adımlı programların, geleneksel terapilerin başarısız olduğu durumlarda etkili olabilmesinin nedeni, geçmişlerinde öz-değeri destekleyen açık değerler ve dayanaklardan yoksun bireylere, bu tür bir yapı sunmaları olabilir. Geleneksel terapilerde, terapist kendi değerlerini hastaya empoze etmemeye çalışır -bu yaklaşım, güvenilir değerlere sahip hastalar için uygun olsa da, böyle değerlere sahip olmayanlar için mesleki ihmal anlamına gelebilir. Tarikatların ve katı dinî cemaatlerin birçok insan tarafından cazip bulunması da, yönsüz bireyler arasında neyin iyi neyin kötü olduğuna, kişinin kendisiyle ne zaman gurur duyması gerektiğine ve neyin günah veya toplulukla olan bağlılığın ihlali sayıldığına dair net ve otoriter açıklamalara duyulan özleme işaret eder.

    Başkalarına sıkça zarar veren gönüllü bir danışanla bire bir çalışan terapistler için, kişiyi toplumsal olarak olumlu bir yöne yönlendirmeye çalışmak oldukça hassas bir iştir. Psikopatik bir birey açısından, saf bir güç dinamiğini daha zararsız bir narsistik yapıya dönüştürmek bile önemli bir başarıdır; örneğin, kişi öz-değerini ne pahasına olursa olsun güçlü hissetmekten ziyade, toplum nezdinde “iyi görünmek” üzerine inşa etmeye başlar. Uzun yıllar uyuşturucu satıcılığı yapmış bir danışanımla çalıştığımda, kişinin yıkıcı yaşam tarzını değiştirebilmesi, bir dini topluluğa katılmasıyla mümkün oldu. Orada geçmiş suçlarını itiraf etti ve “kurtuluş hikâyesi” sayesinde cemaatin hayranlığını kazandı. Bu yeni statüyü, hem yeraltı dünyasının dışında olması hem de önceki yaşam tarzına kıyasla hapis riskinin çok daha düşük olması nedeniyle öylesine tatmin edici buldu ki, davranışlarını toplumsal olarak kabul edilebilir bir düzeyde tutmayı başardı.

    Yorumlayıcı müdahaleler açısından bakıldığında, bir terapistin, öz-değeri kahramanca özveriyle inşa edilen danışanlara kıyasla, anında hazza yönelen danışanlarla çok daha yavaş ilerlemesi gerekir. İçsel öz-değer kaynakları inşa etmeye yönelik çabalar; madde bağımlısı, dürtüsel ya da antisosyal danışanlar tarafından, çoğu zaman pek de haksız sayılmayacak biçimde, ahlakçı ve yargılayıcı bulunarak reddedilir. Terapistin müdahaleleri reddedilmediği durumlarda ise, danışan öylesine yoğun bir utanç yaşayabilir ki, bu utançla yüzleşmek yerine terapiden tamamen kaçmayı seçebilir. Terapist, dürüstlüğünü korurken “iyi davranışı” duygusal bir romantizme dönüştürmemeli, ahlaki olarak sorunlu bireyin dünyanın nasıl döndüğüne dair sahip olduğu alaycı bakışı anlamaya çalışmalıdır. Terapi sürecinde odak noktası somut meseleler olmalıdır: Kişi kendi davranışı üzerinde denetim sahibi mi, zayıf ya da aptal görünme riskini göze aldı mı, tartışılan davranış gelecekte kişinin karşısına nasıl çıkacak? Ve elbette, terapistin etik biri olmaktan duyduğu gurur -özellikle bu tutum, danışanın davranışlarına dair gerçekçi ve sarsılmaz bir duruşla birlikte sergilenirse- zamanla danışan üzerinde etkisini gösterecektir.

    ÖZET

    Bu bölümde, öz-değerdeki bireysel farklılıklara odaklandım: Öz-değerin nasıl sürdürüldüğü ve onarıldığı, ne kadar güvenilir olduğu, ve onu destekleyen ölçütlerin ne derece makul ve toplumsal olarak değerli olduğu gibi unsurları inceledim. Psikanalitik düşüncede öz-değer meselelerine ilişkin yaklaşımları; süperegonun oluşumuna dair klasik düşüncelerden başlayarak, terapinin iki kişilik alanında öz-değerin kaderine yönelik daha çağdaş vurgulara kadar gözden geçirdim. Bir danışanın narsisistik tutumunu [narcissistic economy] anlamanın önemini özellikle vurguladım ve bu anlayışa dayalı olan çeşitli klinik meseleleri ele aldım. Bunlar arasında belirli bir danışan ile belirli bir terapist arasındaki uyum, kişinin öz-değerine asgari zarar vererek terapötik iletişim kurma sorunu, öz-değeri sürdürmeye yönelik uyumsuz yolların dönüştürülmesi, kişinin kendisiyle kalıcı bir memnuniyet yaşamasına imkân tanıyan içsel temelden yoksun danışanların tedavisi ve öz-değerini başkalarının acısı pahasına inşa eden kişilerin yıkıcılığının azaltılması yer aldı.