duygu zinciri

Duygu Zinciri (4. Bölüm)

Photo of author

Editör

Bu kitaptaki yolculuğumuza içten dinleme sanatıyla başladım çünkü, içten dinleme terapi yapmanın vazgeçilmez şartı/olmazsa olmazıdır [sine qua non]; o olmadan, hiçbir şey olmaz. Eğer bir kişinin o seansta, o anki haline en temel düzeyde uyumlanamazsak, psikodinamik psikoterapinin diğer bakış açıları terapisti uyumlanmış hale getiremeyecektir. Bu yüzden, bu bölümde bizi bu yolda bir başka küçük ama önemli adım daha atmaya götüreceğim ve ilerlerken sizin de benimle kalmanızı umuyorum.

Terapistler olarak, insanların hikayelerini dinlemek ve onların duygularını anlamak için bu işteyiz. İçgüdüsel olarak biliriz ya da zamanla öğreniriz ki “konuşma terapisi” süreci, insanların içlerindeki farkındalığı düşünülmemiş/bilinmeyenden, zar zor algılanabilen, hissedilebilen, söylenebilen, ayrıntılı hale getirilebilen, bağlantı kurulabilen ve nihayetinde dönüştürülebilen bir eğim boyunca hareket ettirmelerini içerir; deyim yerindeyse, bilinçsizden bilinçliye doğru. Öğreniriz ve muhtemelen kendi deneyimlerimizden biliriz ki, daha önce söze dökülmemiş bir duyguyu kelimelere dökmenin inanılmaz derecede özgürleştirici bir yanı vardır. Gerçekten korktuğumuzda, üzüldüğümüzde, kızdığımızda veya şaşırdığımızda, bu duyguyu adlandırmak yardımcı olur. Duygusal bir deneyim genellikle başka bir insanla konuşarak, onu kendimiz için kelimelerle ifade edene kadar, bir şekilde varlığımızın bir kısmını rehin tutuyormuş gibi görünür.

V. A.’deki [“V. A.” kısaltması, Amerika Birleşik Devletleri’nde “Department of Veterans Affairs” yani “Gaziler İşleri Daire Başkanlığı” anlamına gelir. Bu kurum, Amerikan gazilerine sağlık hizmetleri, yardımlar ve diğer destekleri sağlayan devlet kurumudur.] çalıştığım dönem terapi alan bir Vietnam gazisinin terapi görüntülerini izlediğim anı asla unutmayacağım. Zihni, savaşta yaşadıkları tarafından gerçekten sömürülmekteydi. Aynı sahneyi kafasında defalarca oynatan korkunç, müdahaleci kabuslar görüyordu. Her seferinde çığlık atarak uyanıyordu. Uyanık yaşamı, hafızasında taşıdığı sahneleri mümkün olduğunca uyuşturma çabalarıyla ele geçirilmişti.

Terapide, terapist gaziden tekrar eden sahneyi hatırladığı kadarıyla seans seans anlatmasını istiyordu. Her seansta, terapist gaziyi derin bir rahatlama haline geçirerek bu tekrar eden sahnenin ayrıntılarına daha fazla girmeye çalışıyordu; böylece bu anlatım tolere edilebilir sınırlar içinde kalıyordu. Her seansta, gazi, psikolojisini bu kadar etkileyen travmatik sahneyi biraz daha fazla kelimelere dökebiliyordu. Terapinin son seanslarından birine doğru, gazi korkunç bir ıstırapla, kendisinin ve arkadaşının birkaç  metre arayla siperlere saklandığı ve küçük bir düşman askeri grubunun (Viet Cong) bir dağın tepesinden onlara doğru geldiği bir sahneyi hatırladı. Gazi, askerlerin kurşun yağmuru altında metrelerce ötedeki siperinde izlerken, arkadaşını yakalayıp kaldırdıklarını, içlerinden birinin bıçakla önce kulaklarını, sonra burnunu kestiğini kesik kesik hıçkırıklarla anlattı. Bu, kendisinin kelimelere dökemediği, düşünmeye cesaret edemediği bir sırdı.

Dakikalar geçtikten sonra terapist basit bir soru sordu: “Arkadaşınız çığlık attı mı?” “Hayır” dedi gazi. Uzun bir sessizliğin ardından terapist, gazinin kendi zihninde tamamlayamadığı boşluğu nazikçe doldurdu. Terapist “O zaten ölmüştü” diye fısıldadı. Birkaç saniye sonra gazi kendi kendine ve terapiste zorlukla duyulabilecek şekilde tekrarladı: “O zaten ölmüştü.” Birkaç saniye sonra, gazi zar zor duyulabilir bir şekilde hem kendine hem de terapiste tekrarladı, “O zaten ölmüştü.” Gazi, bu gerçeği kelimelerle, ifade edemediği, işkence dolu içsel anlatısından çıkarmıştı. Kendimize tamamlanmamış duygusal hikayeler anlatırız.

Deneyimimizin içinde sıkıca kilitlenmiş parçaları alıp onları günlük kelimelere dökmenin güçlü bir yanı vardır. Kelimeler, bize kendimizi anlamamızı sağlar. Kelimeler, çocukken ve yetişkinler olarak bıraktığımız boşlukları doldurur. Kelimeler, bir duyguyu veya deneyimi olması gereken bir yere yerleştirir, böylece, artık, o duygu veya deneyim, içimizde her yerde var olamaz. Bir zamanlar bir hastam vardı, bir seansın metnini hatırlayabildiği kadarıyla minik harflerle yazardı. Seansın metninin dış kenarında sıkıca dolanmış olan tekrarlayan bir cümle vardı: “Artık burada yaşıyorsun, bu yüzden artık her yerde yaşayamazsın.” Freud’un kelimelerin kaygıyı bağladığı gözlemini yazdığı zaman, eminim ki hastamın deneyimine benzer bir şeyi kastetmişti.

Kelimeler, zaman içinde belleğin, algının, deneyimin ve kendimizin temeline dayandırdığımız revizyonunu sağlayabildikleri için güçlü olabilirler. Ancak terapistlerin eğitiminde genellikle ihmal edilen şey, kelimelerin duygusal deneyimin çok bağlantılı bir zincirinin sonucu olduğudur. Bu zincirin halkalarını çözmek, duyguların konuşulabilir kelimelere dönüşmeden önceki seyrini anlamak için kritiktir. Bu bölümde, bu zincirin halkalarını ayırmaya çalışacağız, böylece bir duygunun seyrini anlayabiliriz ki bu çok önemlidir!

Duygunun “Zihinselleştirme”si

Duygularımızı [emotion] derin, erişilemeyen yerlerden toplama süreci gerçekten de önemlidir. Lecours ve Bouchard (1997) bu süreci, duygusal beynimizin mesajlarını bilinçli, düşünülebilir, konuşulabilir farkındalığımıza taşıma süreci, “zihinselleştirme [mentalization]”, olarak adlandırıyorlar. Bu yazarlar, duygusal deneyimin farkındalığının ve ifadesinin bebeklikten başlayarak bir meyil/eğilim [gradient] izlediğini ve bu meylin, yetişkin duygusunun mimarisini de tanımladığını açıklar. Bu süreç, duygusal deneyimin dört ayrı “kaydını” veya “halkasını” içerir: somatik [somatic], motorsal [motoric], imajinal [imaginal] ve sözel [verbal].

Lecours ve Bouchard, terapistler olarak karşılaştığımız bir durumu açıkça ifade etmişlerdir: Bazı insanlar, duygusal deneyimleri net bir şekilde yaşadıkları halde bunları tanımlamak için henüz kelimeleri kullanamazlar. Hatta bazıları deneyimledikleri şeyin duygusal bir şey olduğunu bile bilmezler. Eğer terapistler olarak bu duygusal sinyalleri farklı “kayıt”larda -belki de “diller” demek daha doğru olurdu- almayı öğrenirsek, hasta[nın] dünyasını anlama kapasitemiz büyük ölçüde genişler. Eğer duygusal tonlamaların farklılıklarını duymayı öğrenebilirsek, kelimelerin ötesinde ifade edilen duyguları daha iyi tespit edip onlarla bağ kurabiliriz.

Çoğunlukla, terapistlerin eğitimi sözel iletişim araçlarına ayrıcalık tanımakla başlar ve bu da, yol boyunca bazı temel bağlantıları dışarıda bırakabilir. Ancak bu duygusal deneyim zincirindeki ilk bağlantılar kolaylıkla kelimelere çevrilemez. Her bir kaydın kendi meşru yerinin olduğu ve bu yerin tanınması, saygı görmesi, keşfedilmesi ve bazen uzun bir süre boyunca yaşanması gerektiği kabul edilmelidir. Ancak bu şekilde, [her bir kayıt] zihinselleştirme zincirinde daha “üst” bir şeye dönüşmeye hazır olur.

Aklıma, California’daki ilk yazlarında arkadaşım Beth’in hikayesi geldi. Bahçeye çıktığında kocası Eric’i yeni tomurcuklanmış güllerinin yapraklarını nazikçe eliyle açtığını görmüş. “Ne yapıyorsun?” diye sormuş. “Onların çiçek açmasına yardım ediyorum” demiş. Terapistler olarak duyguları hemen kelimelere dökmeye olan isteğimiz, bazen hassas bir sürecin önüne geçebilir; belki de çiçeğin, kendi zamanında ve kendi yolunda daha tam ve daha güzel açmasına engel olabilir.

Zincirdeki Bağlantılar

Lecours ve Bouchard’ın “zihinselleştirme” sürecine ilişkin açıklamalarıyla başlayalım. “Zihinselleştirme, bedensel [somatic] dürtü-duygulanım uyarımlarını simgeleştirilmiş zihinsel içeriklere dönüştürme ve bu uyarımları simgesel bir biçimde sürdürmenin ilk etkinliğidir” diye yazıyorlar. Başka bir deyişle, zihinselleştirme, bedensel temelli durumları anlamlı, düşünülebilir duygusal unsurlara dönüştürme sürecidir. Bu yazarlar duygusal deneyimi kaydetmenin dört ayrı ve aşamalı [progressive] yolunu tanımlar ve detaylandırırlar: somatik, motorsal, imajinal ve son olarak da sözel. Her birine tek tek bakacağız.

Somatik (the somatic)

Duygusal deneyim zincirinin ilk halkası somatik (fiziksel) deneyimdir. Duygulara ilişkin en erken ve en ilkel deneyimlerimiz tamamen fizikseldir. Beden, bir bebeğin henüz bir ihtiyacı, bir duyguyu, bir hissi adlandıracak dili olmadan önce duygusal kaydının ilk aracıdır.  Lecours ve Bouchard, bir bebekte, duygunun ilk olarak iç organlar (mide, kalp, vb.), baş, kaslar ve deri seviyesinde uyarılar (ağrı, gerginlik, bulantı, vb.) olarak deneyimlendiğini gözlemlemişlerdir. Vücudun kendisi, pasif bir şekilde olsa bile, en erken duygularımızın kayıt organı olarak tanımlanır.

Bebeklikten yetişkinliğe doğru geliştikçe, beden duyguların “ilk dili” olmaya devam eder. Beden, duygusal sinyallerin -önceki bölümden hatırlayın- beyin sapımızın ve subkorteksimizin derinliklerinden kaynaklanan ilk alıcısıdır. Beden, gerçekten bir duygu alıcı-vericisidir [transciever]. Duygusal beyinlerimizin subkortikal kısımlarından gelen sinyalleri alır ve onları deneyim zincirimizde ileriye taşır. Bunu (potansiyel olarak) hissedebildiğimiz duyusal ve motorik çıktıları kullanarak yapar.

Kendi duygusal deneyimimizi bilmemize yardımcı olan mekanizmalar açısından beden ilk sırada yer alır. Duygu beynimizin en derin kısımlarından ortaya çıktıkça alt kortekse aktarılır ve önce vücudun otonom sinir sistemine, ikinci olarak sağ beyine (görsel/duygusal kısım) kaydedilir. Ancak o zaman, sonradan akla gelen bir düşünce olarak sol beyne (düşünme/dil bölümü) iletilebilir.

Buradaki anahtar nokta şudur: beden, yaşamımız boyunca nihai duygusal destek olarak kalır. Herhangi bir başka duygusal kayıt veya ifade biçimi olmadığında, tüm diğer duygusal algı araçları ya travmanın büyüklüğünden ya da gelişimsel yetersizliklerden dolayı devre dışı kaldığında, “beden kayıt tutar” (van der Kolk, 2006). Zihnimizde bilmeyi göze alamadığımız şeyleri bedenimizde depolarız. Joyce McDougall’un (1989) düşündürücü kitabı Theatres of the Body [Bedenin Tiyatroları] bu konuyu derinlemesine incelemektedir.

Lecours ve Bouchard’ın somatik kayıtla ilgili perspektifleri, Winnicott’un bu alandaki önceki çalışmalarıyla örtüşmekte ve onlardan yararlanmaktadır. Winnicott, “Mind and its Relation to the Psyche-Soma (Zihin ve Psişe-soma ile ilişkisi)” başlıklı makalesinde (1949), başlangıçta, bebek olarak, duyguları ilk ve temel olarak bedensel bir deneyim [a bodily experience] olarak yaşadığımızı öne sürmüştür. İhtiyaçlar içimizde ortaya çıkar (veya dışarıdan tetiklenir), gerginlik durumları öne çıkar, bizi rahatsız eder, bedenlerimizi huzursuz eder ve fiziksel sıkıntılarımızı ifade etmemize neden olur. Buna karşılık, kişilerarası çevremiz tarafından etkileniriz. Sakinleştiriliriz (veya sakinleştirilmeyiz). Winnicott, bu görünmez ritmin “çevresel anneler [environmental mothers]” tarafından yanıtlandığını ve yönetildiğini, gelişmekte olan bir bebeğin içsel psişik dünyasına yavaş yavaş yayılmak için ihtiyaç duyduğu mecazi alanı sağladığını öne sürmüştür. Winnicott, yakından uyumlu bir çevre verildiğinde, bebekte fiziksel deneyimin doğal bir detaylandırmasının meydana gelmeye başladığını ve bebeğin kendi deneyiminin farkındalığını artırmaya yönelik doğal bir hareketin başladığını yazmıştır. Bu sürece psişe-soma gelişimi [development of the psyche-soma] adını vermiştir: Psişe, ruh; soma, beden birbirine bağlantılı ve böyle de olması gerekmektedir. Winnicott’un sözleriyle, psişemiz -öz farkındalığımız, kendilik deneyimlerimize ilişkin farkındalığımız – “fiziksel deneyimin psişik detaylandırılması” üzerine inşa edilir ve kökleri fiziksel deneyimde yatar (1949).

Seansta (in session)

Kişisel farkındalığımızı ve duygusal olarak ne hissettiğimizin farkındalığını sağlayan ilk organımız bedendir. Bebekler için de geçerli olan bu durum bebeklerde kolayca gözlenebilir. Ancak terapi sırasında bir hastada duygusal zincirin bu ilk halkası nasıl görünebilir? Bu oldukça önemlidir çünkü bazıları için bu somatik düzey, duyguların kaydedilmesi için sahip oldukları tek dil olabilir.

Somatik düzey, bir seansta hastanın geçmiş bir olayı anlatırken aniden mide bulantısı veya baş dönmesinin ortaya çıkması şeklinde gözükebilir. Ya da bir travmanın kısmen yeniden yaşanması seans esnasında açıklanamayan otonom aktivasyonu (hızlı kalp atışı, karın ağrısı, titreme, terleme vb.) şeklinde temsil edilebilir. Ya da duygusal içerik çalışmada ortaya çıkmaya başladığında psikosomatik bir semptomun patlaması olarak, cilt döküntüleri veya baş ağrıları şeklinde kendini gösterebilir. Bir seans dışında, bazı duygu tetikleyicileri meydana geldiğinde, sıklıkla çocukluk çağı istismarının veya tacizinin yetişkin mağdurları arasında duygu olarak deneyimlenmeyen, ancak somatik deneyim [somatic experience] olarak kodlanması aşırı bedensel/psişik rahatsızlık olarak tecrübe edilebilir.

Ayarlamak (tuning in)

Şimdi, ilerledikçe birlikte daha derinlemesine keşfedeceğimiz bir şey söyleyeceğim. Ancak daha önce de açıkladığım gibi, uydu antenimizde, terapistler olarak bize normalde öğretilenden ve kesinlikle mevcut sinir biliminin tam olarak anladığından daha fazla potansiyel “alıcı ekipman” bulunmaktadır. Konuşma dilinin aracılığı olmadan, terapinin alanı boyunca -beyinden bedene, bedenden beyne- iletişim kurma kapasitesine sahibiz. Eğer bunu ayarlayabilirsek [tune in], muhteşem beynimiz zaman zaman karşımızda oturan hastanın somatik deneyiminin bir kısmını sözsüz olarak algılayabilir.

Bu nasıl görünürdü? Seans sırasında bazen aniden mide bulantısı, baş ağrısı, midemizde huzursuzluk veya kalbimizin etrafında ağrı, endişeden kaslarımızın gerildiğini hissedebiliriz, nefes almakta zorlanabiliriz, gözyaşlarıyla mücadele etmek zorunda kalabiliriz, üşüyebiliriz. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi, bir seansta kendimizi çok uykulu hissedebiliriz (kendi uyku ihtiyacımızla ilgisi yoktur). Bunlar, terapistler olarak genellikle öğretildiği gibi ilgilenmemiz gereken deneyimlerimizin parçaları değildir. Bu sinyalleri görmezden gelmek veya “bizim” olduklarını varsaymak oldukça yaygındır. Ama eğer onlara uyum sağlamayı öğrenebilirsek, işte oradalar. İşte oradalar, belki de birisinin “Üzgün ​​hissediyorum” demesi durumunda sahip olabileceğimiz kadar duygusal bilgiyi veriyorlar. Bu tür somatik sinyaller, normalde terapinin dışında mevcut olandan biraz daha derin bir uyumlanma düzeyine -uyumlu annelerin bebeklerine verdiklerine daha yakın bir düzey-, ifade edilmemiş fiziksel/duygusal sinyalleri okumaya izin verir.

Hastalarımın yanında fiziksel olarak ne hissettiğimi fark etmek ve bunu önce kendi içimde, bazen de yüksek sesle onlarla birlikte konuşmak artık kendi pratiğimin alışıldık bir parçası halini aldı. Mesela midemin kasıldığını hissediyorum. Duygunun devam edip etmediğini görmek için bir süre bekliyor, sonra hastaya benimle konuşmaya çalışırken vücudunda olup bitenlerin farkında olup olmadığını soruyorum. Eğer boş çıkarsa biraz daha sorguluyorum, “Hımmm. Burada bir şeyler hissedip hissetmediğini merak ediyorum” (Mideme doğru işaret edebilirim). Eğer birisi kendi bedensel duyumlarına aldırış etmeme alışkanlığına sahipse, bu fazladan soru çoğu zaman onların bu zorluğu fark etmelerine ve kendi sözcüklerini   kullanmalarına olanak tanır. Daha sonra bu daralmaya neyin sebep olabileceğini merak etmemizi sağlayacaktır. Bilmiyor olabilirler. Duygular yalnızca somatik düzeyde olabilir. Eğer öyleyse, o andaki duygularını dile getirme çabaları pekala erken, hatta müdahaleci olabilir. Ama bizim bunu hissetmiş olmamız, onların o duygularla olan fiziksel/duygusal deneyimlerine dair bir şeyler edinmiş olmamız önemli; bunu onlarla birlikte merak etmiş olmamız ise zamanla çoğu hasta için, vücutlarında olup bitenlerin farkına varılması, duygusal dünyalarının, normalde hasta ve terapist tarafından gözden kaçırılabilecek olan bir kısmına giriş yapma olanağı sağlar.

Elbette sinyal konusunda her zaman haklı olamayız ve bazı insanlar deneyimlerine o kadar kayıtsız kalırlar ki, kendi bedenlerinin o anda ne hissettiğini bile hissedemezler. Ancak seansta somatiğe dikkat ettiğimizde terapistler olarak bizim için geniş bir bilgi akışı olanağı mevcuttur. İnsanlar, bu oldukça ilkel seviyeye götürdüğümüzde kendilerinin çok iyi anlaşıldıklarını hissediyorlar. Bunda bir yakınlık veya çoğu kişinin kendi birincil bakım verenlerinde eksik olabilecek bir uyumlanma (attunement) düzeyi bulunmaktadır.

Dün danışma grubunda bir terapist, belirli bir kadın hastanın yanında aşırı uykulu olma sorununu anlattı. Ancak hastanın bu ve bunu takip eden seansta uykulu görünmediğinden bahsetti. Bu hastanın ne söylediğine ve bunu nasıl söylediğine dair açıklamasını dinlediğimizde grup, hastanın konuşurken (korkunç ve umutsuz olan) kendi duygusal deneyiminden tamamen kopmuş göründüğü yorumunu yaptı. Birlikte bu kadından gelen tek yayılımın duygusal ifade zincirinin mümkün olan en alt noktasında -beden düzeyinde- olduğunu ve aslında terapistini bedenden bedene bir ilişki yoluyla duygusal dünyasına getirdiğini tahmin ettik. Beden bedene iletişimi [body-to-body communication], kendini (ve terapisti) uykuya yatırarak kendi umutsuzluğunun acısından uzak durma şeklinde gerçekleşmişti.

Kendi somatik deneyimimizi terapi odasına taşımak da elbette mümkün. Aşağıda, gerçek bir hikayeyi anlatacağım. Küçük oğlunun eşini ve kendisini aylarca uykusuz bıraktığı sevgili arkadaşım, bir keresinde seansta bir hastaya yüksek sesle şu soruyu sorduğunu duymuştu: “Büyükannen uzay gemisinden çıktığında tam olarak nerede duruyordun?” Uykuya dalmış, rüya görüyordu ve bu sözleri söyleyen kendi sesiyle uyanmıştı. Şans eseri, mizah anlayışı güçlü arkadaşım o anda dürüst davranıp  bu hatanın hastası üzerindeki etkisini keşfedebildi. Yani evet, elbette hepimizin kendi bedensel sorunları var. Ancak eğer onları takip etmeyi öğrenebilirsek (arkadaşımın bu hasta ile yaptığı gibi) ve duygusal deneyimin somatik seviyesine uyumlanmak için kendi uydu antenimizi kullanabilirsek, duygusal deneyimler büyük ölçüde artar, terapimiz büyük ölçüde derinleşir ve hastalarımızın proto-duygusal/ön-duygusal deneyimlerine [proto-emotional experiences] uyumlanmamız mümkün olur.

Toparlamak gerekirse; bazen insan olarak kendi zincirimizdeki halkaları kaçırıyor olabiliriz. Bazen duygularımızı ifade edecek söz bulamayız; bazen duygularımıza karşı hiçbir duygumuz olmaz. Travma ya da duygusal bunalım zamanlarından, duygularımızı yaralı ve budaklı bırakan olaylara dair anımız bile olmayabilir. Yine de zincirdeki diğer tüm halkalar silinmiş veya erişilemez olsa da, beden kayıt tutar, hafızayı korur, duyguyu kaydeder. Bunu az önce tartıştığımız şekilde içsel ve pasif olarak ve birlikte keşfetmek üzere olduğumuz aktif olarak [actively] ve kas hareketleriyle [motorically] olmak üzere, iki şekilde yapar .

Motorsal (the motoric)

Bizler, her şeyin temelinde, temelimizde, tasarım gereği duygusal varlıklarız. Bu ne demektir, ne anlama gelir, onun ışığında nasıl hareket etmeliyiz ya da etmemeliyiz gibi kendi duygusal deneyimlerimizi hissetmek ve kodunu çözmek için ayrıntılı donanıma sahibiz.  Bu donanıma sahibiz çünkü bilişin duyguyla iç içe olması hayatta kalmamız ve insan olarak yaşam kalitemiz açısından önemlidir. Terapistler olarak bu ekipmanın nasıl çalışacak şekilde tasarlandığını ve bir kısmı veya tamamı eksik göründüğünde ne yapmamız gerektiğini anlamalıyız.

Duygusal deneyimin bir sonraki alıcı-vericisi (pasif olarak gözlemlediğimiz iç organlarımızda, derimizde, kafamızda ve kaslarımızda bir şeylerin kaydedilmesinin ötesinde) duygunun motor olarak aktif canlandırılmasıdır. Bebekte bu, kıvranma, kıpırdama, ağlama, eğilme, gülümseme gibi farklı somatik/proto-duygusal (birincil) durumların tüm aktif dışavurumları şeklinde görülür. Bunların hepsi hissedilen bedensel durumun doğrudan canlandırılması yani; bedensel duygunun eyleme geçirilmesidir. Ancak bebekte bu eylemler refleksiftir. İlgili duyguya müdahale eden herhangi bir zihinsel işlemden yoksundurlar. Zihinsel işlemleme konusunda daha gelişmiş donanıma sahip, biraz daha büyük bir çocukta öfke nöbetleri kesinlikle bu motor kategoriye girecektir.

Bir yetişkinde motor ifade düzeyi kolaylıkla gözlemlenebilir. Hiç birisinin evine girip duvara açılmış bir delikle karşılaştınız mı? Yumruğun diğer tarafında, bir anda muhtemelen kelimelere aktarılmayan bir duyguyu motor olarak ifade eden bir insan vardı. İnsanlar bunu yumruklarını bir duvara vurduklarında, bir kapıyı tekmelediklerinde, odalarını altüst ettiklerinde, kendilerini kestiklerinde, bebeklerini sarstıklarında ya da kendilerini aşırı yeme sırasında yüzüstü bulduklarında yaparlar. Duygu olarak bedenlerinde ve ruhlarında olan, ancak içlerinde bilinçli olarak işlenmemiş ve alternatif ifade araçları olmayan bir şeyi eyleme geçirirler.

Motor olarak bedende hapsolmuş duyguların klasik bir örneğini, Birinci Dünya Savaşı gazilerinin, o zamanlar “savaş nevrozu” (şimdiki adıyla Travma Sonrası Stres Bozukluğu ) olarak adlandırılan deneyimlerde görürüz. Savaş sonrası film görüntüleri, bu adamların çoğunun yürüme ve dengelerini koruma becerilerinde derin nöro-kas bozuklukları sergilediğini gösteriyor. Büyük bir sarsıntıyla birkaç adım yürüyüp sonra yere düşüyorlardı. Oldukça genç olmalarına rağmen ileri derecede Parkinson veya Huntington hastalığı olan insanlara benziyorlardı. Kardiner’in  (1941), bu gazilerle yaptığı çalışmalarda, savaş anılarını bilinçli ve aşamalı olarak yakalayıp sözel hale getirebildiklerinde (duygu zincirinin son halkası) oldukça ciddi motor temelli hareket bozukluklarının çözüldüğü görülmüştür.

Motor ifade düzeyi, bedende bir uyarının motor eyleme yol açan isimsiz ve tanınmayan bir duygusal durumu temsil eder. Duygunun “Motor” kısmı, “emotion” kelimesinin kökeninde görülebilir; emotion Latince emovere’den gelir, burada e- “dışarı” anlamına gelir ve movere “hareket etmek” anlamına gelir.

Motor aktivitenin, geniş yelpazesiyle duygusal ifadeyi temsil edebileceğinin kabul edilmesi, belirli bir hastanın içsel psikolojik dünyasını anlamak için çok önemli olabilir. Aynı şekilde, motor ifadenin, belirli bir hastanın belirli bir zamanda sahip olduğu “en yüksek” ifade biçimi olabileceğinin anlaşılması, o kişiyi bulunduğu yerde karşılamamıza olanak tanır. Böylece, onların bizim sözel konfor alanımıza tamamen gelmelerini beklemek yerine, bizim dilimizi konuşmaya hazır ve uygun hale gelmeden önce ne söylediklerini “duyabiliriz”.

Birçok insan için patlama ya da içe patlama, duygusal ifade için tek seçenektir. Hareket ederler—yaklaşır veya uzaklaşırlar. Patlama, şiddet, saldırı ile yaklaşırlar; sessizlik, geri çekilme, terk etme, bırakma ile uzaklaşırlar. Bu aktiviteler, kasları araç olarak kullanmayı içerir. Parantez içinde, bazı insanların sözlü patlamaları, iletişimden çok kas salınımına benzer. Hiçbir mantıklı veya anlamlı içeriği olmayan bir doğrudan saldırı, bir tür motor boşalma, genellikle sadece budur.

Terapi sırasında huzursuzluk görebiliriz. Ya da bir hastanın “Ne hissettiğimi bilmiyorum, sadece odayı terk etmem gerekiyordu.” veya “Ve işte o zaman kendimi kesmem gerekti.” ya da “Dün gece bir öfke nöbeti geçirdim. Ne hissettiğimi bilmiyorum.” dediğini duyabiliriz.

Kronik aşırı yemek yiyenler için düzenlenen gruptaki bir geceyi hatırlıyorum; grup üyelerinden biri yoğun ve yorucu bir gün geçirdiğini ve kendisini bir restoranda dokuz büyük tabak dolusu patates kızartması sipariş edip yerken bulduğunu anlattı. Grup onun gününü sorguladıkça, bu eylemin kocası tarafından kullanılma ve göz ardı edilme duygusuna bir tepki olduğunu fark etti. Bütün gün boyunca onun yarattığı bir bilgisayar sorununu çözmek için çalışmıştı. O gün boyunca kendini bu şekilde kullanılmış ve değersiz hissettiğini bilmiyordu ve patates kızartmalarını yemenin içsel duygusal huzursuzluk haliyle bağlantısını hiç kurmamıştı.

Bunlar, bir duyguyu anlamak ve sözel olarak ifade etmek yerine, etkinliği bir vekil olarak kullanmak, duygunun motor ifadeleridir. İnsanlar duygularını motor seviyede ifade ettiklerinde, genellikle bu eylemin bir duyguyu örtbas ettiğini bilmezler. Sıkça “Nedenini bilmiyorum; ne hissettiğimi bilmiyorum, sadece yaptım” (her neyse), ve bu “her neyse” genellikle onları utandıran bir şeydir, çünkü onlara çok az anlam ifade eder ve bazen de ciddi kişilerarası hasara neden olur. Terapötik açıdan, bu “her neyse” henüz sözcüklere dökülmeye hazır olmayabilir (ve bazen dökülmemelidir de), ancak biz terapistler tarafından (bazen sessizce) bir duygunun ilk ifadesi olarak tanınmalıdır.

Bu gibi bir durumla birkaç yıl önce 45 yaşındaki bir hastayla yapılan bir seansta karşılaştım. Birkaç aydır haftalık terapiye devam eden bu kadın, o gün ofise solgun ve depresif bir şekilde geldi. Sandalyeye oturdu, ofisin her tarafına baktı ve sonunda konuştu: “Bugün burada çok iyi bir gün olmayacak.” Kısa bir sessizlikten sonra, “Ölmek istiyorum,” dedi. “Ortadan ikiye bölünmüş gibiyim” (somatik kayıt). Beni, hafta sonu erkek arkadaşıyla yaşadığı bir tartışmaya götürdü ve ardından yaşadığı “çöküşü” anlattı. Bu çöküş, sürekli ağlamaktan, tüm hafta sonu pijamalarını çıkarmamaktan ve ölmek istemekten oluşuyordu. Tartışmayı geriye dönük olarak yansıtırken bariz bir belirsizlik vardı. Birkaç eylem planının eşiğindeydi: erkek arkadaşını terk etmek, işini bırakmak, ya da hayatına son vermek. Bunların hepsi motor seviyedeydi; tanımlanamayan, açıklanamayan bir duyguya yanıt olarak eyleme geçmek.

Burada ne oluyordu? Kadın, bedeninde sıkışmış ve eylem yoluyla ifade arayan duyguları yaşıyordu. Yaşadığı duygu düzeyinin kendisine tanıdık olduğunu ve erkek arkadaşıyla yaşadığı mevcut deneyimle orantılı bir tepki olmadığı açıkça görülüyordu. Bu kadarını biliyordu.

Muhtaç ve uyumlanamamış bir anne ile büyüdüğü bir evde yetişmişti. Bebeklik ve çocukluk döneminde, karşılanmayan, göz ardı edilen ve durmaksızın devam eden, çocuk için korkutucu olan birçok fiziksel ve duygusal uyarılmalar yaşadığı sahneler yaşamıştı. 45 yaşında, çocukken içine düştüğü tahammül edilemez duygu hallerini yaşıyor ve duygusal olarak “geri dönüşler” yapıyordu. Kendi duygularını anlamakta tamamen yetersiz olduğu için, tek çaresi duyguları olası eylem kalıplarına dökmekti: ayrılmak, işi bırakmak, hayatına son vermek. Bu, motor kaydın eylemde nasıl görünebileceğine dair bir örnek olarak kabul edilebilir. Terapist olarak böyle bir duruma nasıl yanıt verebileceğimizi keşfetmek için bu olaya bir sonraki bölümde döneceğiz.

Bu motor kaydı bitirmeden önce size bir örnek daha sunayım. Bazen seans sırasında, bir hastamın konuştuğunu dinlerken içimden bir şeylere yumruk atmak veya bir şeylere tekme atmak istediğim hayalini kurduğum oluyor. Bu tür bir anın ardından, bir hastama kendi aktivasyon durumunu sormak istemiştim ve böyle bir anda bir erkek hastama vücudunda ne hissettiğini sordum. Kollarında ve bacaklarında (şaşırtıcı olmayan bir şekilde) benim hissettiklerime uyan bir gerginlik vardı. Sonraki sorum şuydu: “Ve şu anda hissettiğin şeye (hayalindeki) motor düzeyde nasıl tepki vereceksin?” Şaşırtıcı yanıtı ise “Dans ederdim” oldu. Ardından gözyaşları geldi. Çocuklukta, bir oyun performansından önceki olaylarla bağlantılı, kendi ebeveynleriyle asla dile getirmediği dokunaklı anıları  hatırladı. Gerçekten duygusal zincirin daha yüksek halkalarına doğru güzel bir geçişti.

İmajinal (the imaginal)

Konuşma öncesi bebek kendi ruhuna somatik ve motor olanın ötesine “genişlerken” gelişecek bir sonraki “kanal” veya “kayıt” çok önemlidir. Bedensel deneyimleri ve ilgili uyarılma durumlarını temsil etmenin bir yolu olarak zihinsel imgeleri (zihinsel resimler ve nihayetinde zihinsel sahneler) kullanma kapasitesidir. Bu ileriye doğru büyük bir gelişimsel adımdır çünkü deneyimin temsilini içerir. Deneyimi, üzerinde düşünülemeyenden, nihayetinde detaylandırılabilecek yeniden oynatılabilir, yeniden hayal edilebilir ve hatta yeniden formüle edilebilir sabit bir zihinsel imgeye taşır: (Freud, 1915a; Sandler & Rosenblatt, 1962).

Zihinsel imgeleme adımı, bebekliğin erken konuşma öncesi aylarında, sağ beyin gelişiminin hızla ilerlediği ve beyin dil devrelerinin aktif hale gelmesinden önce gerçekleşen bir adımdır. Bu, gelişmekte olan bebek zihnine belirli bir zihinsel/psişik esneklik getirir. Bir annenin yüzünün anısını veya beslenip uykuya dalma sahnesinin huzur verici anını hatırlayabilme kapasitesi, hatta bakım verene yönelik bir saldırı hayal edebilme kapasitesi gibi gelişimsel kapasiteler, bebeğe içsel ve dışsal çevresinden gelenlere refleksif tepkilerin ötesinde bir içsel yaşam kazandırmaya başlar. Bu, bir çocuğa acil bir durumun ortaya çıkması ile heyecanla ifade edilmesi arasında zaman kazandırır.

Bir rahatsızlığın içimizde oluşması ile bu rahatsızlığın motor olarak gerçekleştirilmesi arasına zaman unsurunu dahil etmenin, insanın psikolojik olgunlaşması için çok önemli olduğunu düşündüğümüzde, bu unsurun devreye girmesi ile  birlikte düşünceli yansıma dünyası mümkün hale gelmeye başlar ve bununla birlikte alternatif açıklamalar, atıflar geliştirme ve hatta harekete geçme veya geçmeme seçeneği de ortaya çıkar. Anneler, bebeklerindeki bu kanalın gelişmekte olduğunu, çocuğun kendilerine yönelik taleplerine sadece biraz daha uzun süre tolere edebilme kapasitesinin belirmesiyle sezgisel olarak anlarlar; başlangıçta sadece biraz, sonra biraz daha uzun, ve daha da uzun süre. Winnicott (1949), bir çocuğun ihtiyacının ortaya çıkması ile tolere edilebilirliğinin bittiği noktaya gelmesi arasındaki gecikmenin artmasının, çocuğun hayal gücünün gelişmesine ve detaylandırılmasına olanak sağladığını düşünüyordu. Ancak, Beth ve Eric’in tomurcuklanan gülleri gibi, bu süreç aceleye getirilmemelidir.

Bu görsel kaydın terapide ortaya çıkışıyla nasıl karşılaşabiliriz? Terapide bir çocuk, duygusal dünyasını iki boyutlu çizimlerin renkleri ve şekilleriyle görsel olarak temsil edebilir. Çoğumuz, istismara uğramış veya ihmal edilmiş evlerde yaşayan çocukların karanlık ve rahatsız edici çizimlerine rastlamışızdır. Bu çizimler, istikrarlı ve duyarlı evlerde yaşayan çocukların çizimlerinden çok farklı görünür ve hissedilir—koyu renkler, vurgulu çizgiler, abartılı oranlar—bize içsel olarak bir şeylerin yolunda gitmediği hissini verir.

Yönlendirici olmayan oyun terapisinde çocuklarla çalıştığımızda, genellikle çocukların sahneleri, kendi duygusal dünyalarının üç boyutlu görsel temsilleri şeklinde düzenlediklerini görüyoruz. Bir çocuk kum havuzundaki figürleri düzenleyebilir, oyuncaklarla sahneler hazırlayabilir, hatta yönettiği sahnelerde terapist olarak bize rol verebilir. Bunlar, bir çocuğun ham somatik/motor duyguları (Bion’un deyimiyle (1962b), “beta öğeleri”) duygusal dünyalarının görsel temsillerine dönüştürmeye başlama kapasitelerinden kaynaklanır.

Bir yetişkinde, imajinal düzeyde zihinselleştirme terapide çeşitli şekillerde kendini gösterebilir. Görüntüler, hastanın mevcut veya geçmiş deneyimlerinden, belki bir kitaptan, filmden, şiirden ya da gördüğü bir sanat eserinden kaynaklı olabilir. Hasta, çocukluğundan bir sahne tanımlayabilir. İmajinal olan, hastanın metafor kullanımıyla kendini gösterebilir. Hatta kendi sanat eserlerini terapi sürecinde ifade aracı olarak sunmasıyla da ortaya çıkabilir. Ya da duygusal deneyimi görsel hareketli resimlere dönüştürdüğümüz düzenli, gece boyunca süren bir mecra olan bir rüya sahnesinin hatırlanmasıyla kendini gösterebilir.

Bir hasta, “Onu pencereden fırlatmak istedim” şeklindeki motor duygudan sadece küçük bir adım uzakta olabilir, ancak daha da önemlisi, duygunun bu görsel sunumu, eylemi gerçekleştirmekten ziyade duyguyu temsil etmeye başlar. Motor seviyeden imajinal/zihinsel imgeleme seviyesine doğru olan bu dönüş, detaylandırma ve derinlemesine düşünme için zaman ve alan sağlar. Terapide böyle bir an yaşandığında hastanın yanında olmak, hastayla birlikte kalmak, sahneyi olabildiğince tam olarak anlatmasını, daha fazlasını hayal etmesini sağlamak önemlidir. Duygularını onlar için kelimelere “çevirmek” konusunda çok istekliysek – “vay be, gerçekten kızmışsın” gibi – kullanabilecekleri aracı tam olarak kullanma fırsatını onlardan çalmış oluruz.

Hayali/İmajinal kendini sabit bir görüntü olarak sergileyebilir: “Kendimi Edvard’ın Munch’un Çığlık tablosunun konusu gibi hissediyorum” veya “Bilmiyorum, sadece hassas bir sinirim” veya “Bataklıktaymışım gibi hissediyorum” .” Bir keresinde bir hastam bana zihninde yavaşça dönen bir kürenin görüntüsünü anlatmıştı. Bana onun görünüşünü ve hızını tam olarak tanımlayabildi ve sonunda bir görüntü olarak anlamını iletmek için kelimeleri kullanmış olsak da, bu onun için o anlarda terapide sözsüz olarak da  bir şeylerin  oluşmasını sağladı. (Bölüm 5’te küreye geri döneceğiz).

Bazen imajinal (zihinsel imge) olan, terapist olarak bizlerin sorusuyla hastanın aklına gelen bir sahne olarak ortaya çıkıyor; tıpkı okuldaki bir tiyatro oyunundaki dans gösterisini hatırlayan hastam için de geçerli olduğu gibi, bir sürü anıyı ve duyguyu tetikliyor. Bazen bir hastanın şu andaki bir şeyi açıklamaya yönelik spontan girişimleri, onları çocukluğundaki görsel anılara yönlendirir ve bu da onları tam bir duygu hazinesine sokar “Dün patronum iş arkadaşımı o kadar zalimce azarladı ki, çok rahatsız oldum. Bu, babamın küçük kız kardeşime bağırdığı, ona vurup sürekli ağlamasını durdurmasını söylediği bir zamanı hatırlattı.”

İmajinal olan  çoğu zaman metafor kullanımıyla sergilenir: “Onun yorumlarıyla kendimi otobüsün altında sıkışmış hissettim”, “Beni aşağı, aşağı, aşağı çeken bir girdabın içindeymiş gibi hissediyorum.” Görüntüler ve görsel sahneler, duygusal bir gerçeğin zengin ifadeleri olabilir; genellikle henüz tam olarak doğmaya hazır olmayan ve hatta standart duygusal kelime listemizde yeniden doğmasına gerek olmayan ifadeler. Görsel kayıt sırasında bir hastayla birlikte kalmak (birinin görüntüyü veya sahneyi hayal ettiği gibi tamamen detaylandırmasını sağlamak) gerçekten önemlidir. Bir hastayla görsel kayıtta kalmak—birinin hayal ettiği görüntüyü veya sahneyi tam olarak detaylandırmasını sağlamak—gerçekten önemlidir. Görsel, verimli ve duygusal olarak güçlü bir ortamdır ve aslında detaylandırmaya uygun, esnek bir alandır. Ancak bu detaylandırma, hastanın kendi detaylandırması olmalıdır çünkü birinin görüntüsünün onlarda uyandırdığı şey, bizde uyandırdığı şeyle aynı olmayabilir. Hedef, onların duygusal deneyimidir.

Nörolojik olarak, görsel kanalın duyguların temsili ve ifadesi için önemli bir araç olmasının iyi bir nedeni vardır. Görüntüler, aynı zamanda kendi bedensel (somatik ve motor) deneyimimizle olan bağlantımızın da merkezi olan beynin sağ yarımküresinde ortaya çıkar (Schore, 2012). Sağ yarımküre beynin en yüksek duygu işleme merkezidir. Bu yarımküre, duyguların ifadesi zincirinde tartıştığımız ilk üç bağlantıyı düzenler. Sağ yarımküre, bedenle sürekli bir geri ve bir ileri iletişim halindedir ve bu yarımküre, beynin daha derin duygusal merkezleri ve vücudun organları ve kasları ile görüştükten sonra bir duyguyu görsel kanala iletebilir. Ancak o zaman, bir duygu konuşma diline nihai olarak iletilmek üzere korpus kallozumdan sol yarımküreye taşınacak kadar “olgunlaşır”.

Yani duygusal dünyada bir resmin bin kelimeye bedel olması şaşırtıcı değildir.

Sözel (the verbal)

Duygusal ifade zincirindeki son yöntem sözlü olandır. Duyguları söze dökmek (duyguları kelimelerle ve hikayelerle, duygularımızla ilgili açıklamalar ve içgörüler ile ayrıntılandırmak) duygusal mimarimizin zirvesidir. Sözlü ifade, duygunun yokluğunda erişilemeyen duyguyu ifade etme konusunda benzersiz yetenekler bahşeder. Zihinselleştirme zincirinde “son” sırada yer almasına rağmen dil bize, duygusal deneyimlerimizi kelime sembollerine çevirmek ve bu kelimeleri, duygularımızı bize anlamlı kılmak için kullanmak için güçlü kapasiteler sunar. Kelimeler bir duyguyu zaman içinde tutmamızı sağlar böylelikle onu döndürebilir, farklı açılardan görebiliriz. Sözlü ifade, geçmiş duygusal deneyimi şimdiki duygusal deneyime dönüştürücek şekilde bağlantı kurmamızı sağlar. Dil, kendimizi, geçmişi ve bugünü nasıl gördüğümüzü yeniden inşa etmemize ve yapılandırmamıza ve kendi öz tanımımızdaki bu tür değişikliklere dayanarak nasıl davrandığımızı anlamamıza olanak tanır. Son olarak kelimeler bizi başkalarına sıkı bir şekilde bağlar ve anlam dünyamızı bir başkasına aktarmamızı sağlar.

Bir duygunun izlediği yol düşünüldüğünde dilin bu son sıradaki konumu oldukça anlamlıdır. Erken gelişimde, bir duyguyu ifade edecek dili geliştirmeden önce, bir duyguyu hissetme, motor olarak harekete geçirme ve resmetme kapasitesini geliştiririz. Hayatımızın ilk on sekiz ayını esasen konuşma öncesi, birincil bağlanma figürü/figürleri ile yoğun ihtiyaç dolu, bağımlı, duygusal bir ilişki içinde geçiririz. Bu süre zarfında, deneyime bağlı beyinlerimiz duygusal deneyimlerimizi şekillendirir: bir ihtiyaca sahip olmanın, bu ihtiyacı ifade etmenin, bu ihtiyacın karşılanıp karşılanmadığının nasıl bir his olduğunu öğreniriz. Bir ilişkide olmanın—anlaşılmak, değer verilmek, sevilmek, değerli hissetmek, tutulmak, gülümsenmek, oyun oynamak, zevk almak, yeterince iyi bakılmak—nasıl bir his olduğunu öğreniriz ya da öğrenemeyiz. Çevremizdeki dünyaya karşı güven geliştiririz ve bakım alma hakkımızın olduğunu varsayarız ya da varsaymayız. Beynimiz öğrenir. Bizi bulunduğumuz duygusal ortama uyum sağlamak için donatır. Tüm bu işleri sol yarımküremiz (dil/mantık bölümü) gelişim sırasını beklerken yapar (Schore, 2012). Aslında, duygusal ve bağlanma yapımızın temel kısımları, büyük ölçüde, hayatın ikinci on sekiz ayında belirgin bir şekilde ortaya çıkan ifade edici dilin yokluğunda oluşur. Önce bağlanma ve duygu (sağ beyin), sonra dil ve mantık (sol beyin).

Ancak özgürlük dil ile birlikte gelir. Kelimeler, temel deneyimleri (bedene dayalı), bu deneyimlerin yerine geçen imgeler ve sözcük sembolleriyle bağlama imkanı verir. Bu tür duyguların temsili, duygusal deneyime, deyim yerindeyse, geçiş izni verir; böylece duygusal deneyim artık bedensel bağlantılara ve anlık motor ifadelere bağlı kalmaz. Bir duygu ya da bir dizi duygusal deneyim resimler ve kelimelerle temsil edilebildiğinde, zamanda yolculuk yapma özgürlüğüne sahip olur. Duygular zamanla tanımlanabilir ve birbirine bağlanabilir. Hatta “duraklatılabilir” ve daha sonra yeniden ziyaret edilebilir. Duygusal deneyimler—hatırlanan duygusal deneyimler bile—kelime ve resim eşdeğerleriyle yer değiştirebilir ve o anda harekete geçme veya uygulanma zorunluluğundan veya mecburiyetinden kurtulabilir. Görüntü ve kelime temsilleri aracılığıyla, artık duygularımız tarafından “yaşanmaz” ve zorlanmaz; duygusal tepkilerimizi yazma ve düzenleme gücüne sahip oluruz.

Özet

Öyleyse özetleyecek olursak zihinselleştirme sürecinde, fiziksel/duygusal deneyimlerin istemsizce sergilendiği pasif bir sahne olmaktan çıkıp, kendi senaryomuzu yaratmaya geçeriz—fiziksel/duygusal uyarımları tanımlamak için imgeler ve kelimeler buluruz. Bu çeviri süreci, sadece “var oldukları” için düşünülemeyen temel bedensel deneyimlerin yerini alan imgeler ve kelimelerle bağlantı kurmamızı sağlar. Onlardan zamansal olarak geri adım atmamıza, birbirleriyle karşılaştırılmalarına, etiketlenmelerine ve deneyimi temsil etmek için sembollerle donatılmalarına olanak tanır. Bu noktadan itibaren, bu deneyimler sahiplenilebilir, hissedilen bir duygu olarak ifade edilebilir ve nihayetinde içsel ve dışsal deneyimlere karşı katı, inatçı tepkiler yerine düşünceli yapılar olarak esnek bir şekilde detaylandırılabilir.

Bion (1962b) bu süreci “alfa fonksiyonu” olarak, kendiliğinden somut olarak deneyimlenen dayanılmaz içsel olayların (beta elemanları) tolere edilebilir, “düşünülebilir” deneyimlere dönüştürülmesi ve metabolize edilmesi olarak tanımlamıştır. Bu aynı zamanda Freud’un (1911) “ikincil süreç” düşünme kavramıyla da uyumludur: duygusal deneyimler hakkında sol beyinlerimizi kullanarak düşünmek. Freud, bu tür düşünmenin, nörotik ve hatta psikotik işlevselliği karakterize eden ve dış gerçekliğe optimum düzeyde uyumu engelleyen birikmiş enerjiyi serbest bırakmanın anahtarı olduğunu düşünüyordu. Duygusal deneyimlerimiz üzerinde düşünmek, belleğimizin gerçekliği algılama ve gerçeklikte hareket etme şekillerimizi ve nihayetinde kendimiz olma özgürlüğünü deneyimleme derecemizi gözden geçirmemize yol açabilir.

Sonuç olarak, bu dört zihinselleştirme  düzeyi: somatik, motor, görsel ve sözel içten  dinleme sanatında hepsi kritik öneme sahiptir. Bu sanat, zamanla ve pratikle kazanılır. Bir sonraki bölümde, bu zihinselleştirme düzeylerinin seansta nasıl göründüğünü ve biz terapistlerin bu ifadeleri nasıl dinleyip kullanabileceğimizi, dönüşüm süreçlerini derinleştirmek amacıyla inceleyeceğiz.


Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

Yorum yapın