icten dinlemenin bilimi

İçten Dinlemenin Bilimi (3. Bölüm)

Yazar:

Kategori:

Çeşitli kaynaklardan, başlangıçta Freud ve Winnicott gibi psikodinamik teorisyenlerden, daha yakın zamanda ise Siegel, Schore, Damasio, Panksepp ve diğerleri gibi kişilerarası nörobilimcilerden, uyumlu dinleme sürecinin kulaklarımızdan ve sol beynimizin dil çözümleme mekanizmalarından çok daha fazlasını içerdiğini biliyoruz. İçten dinleme, konuşulan kelimelerin ötesine geçer ve geçmek zorundadır. Bir iletişim alışverişindeki anlamın yalnızca yaklaşık üçte birini konuştuğumuz kelimeler oluşturur (Hogan & Stubbs, 2003). Sonra, genellikle çok daha önemli yükü taşıyan diğer, daha büyük bir kısım vardır. Peki, bunu nasıl dinleriz?

Özellikle psikoterapistler olarak, konuşulmayan—ya da bazen diğer kişi tarafından gerçekten hissedilmeyen—kısma nasıl ayarlanacağımızı (tune in) bilmek önemlidir. Psikoterapide açık ifade edilmiş değişimlerin içinde, arkasında ya da çok altında yatan bazen derine gömülü duygusal sinyallere nasıl erişiriz? Belirsiz bir arayış gibi görünebilir ve öyledir de ancak aynı zamanda, çok önemli bir arayıştır, çünkü bunu anlamazsak, psikoterapistler olarak işimizin gerçek hedefi olan duygusal gerçeği kaçırabiliriz.

Bu son dönemde hızla gelişen beyin bilimi sayesinde, bu oldukça soyut “ayarlama” sürecinin altında yatan bazı mekanizmaları anlamaya başladık. Bu, bilimin kendisinin, sanatını gizemden arındırmaya yardımcı olabilmesi açısından önemlidir. (Tabii ki, asla tamamen değil.) Bilimsel resim henüz yeni ortaya çıkıyor ve henüz tam olarak tamamlanmış değil. Ancak, son on yıl içinde yapılan nörobiyolojik araştırmalar ve ileri görüntüleme teknikleri, zihnin duygusal temellerine dair anlayışlarımızı büyük ölçüde artırdı. Şu anda bildiklerimiz, içten dinleme konusunda klinik konuşmaya ilerlerken bizi destekleyebilir. Bu yüzden, bu bölümde, içten dinleme işi için nörolojik donanımımızın kısa bir turunu yapacağız. Önce hızlı bir genel bakış yapacağız ve sonra daha yakından bakmak için ilerleyeceğiz.

Genel Bakış

  • 3.1 Beyin

Aşağıdan yukarıya, içeriden dışarıya ve en ilkelden en evrimsel olarak gelişmişe kadar, üç ana beyin bölgesi vardır. En altta beyin sapı yer alır—pons, medulla ve orta beyin—bu bölgeler bilincimiz, solunum, kalp atışı, kan basıncı gibi hayatta kalmamızı sağlayan temel fonksiyonları kontrol eder. Beyin sapıyla birlikte sınıflandırılan serebellum, denge, koordinasyon ve öğrenilmiş hareketlerden sorumludur. Beynin ortasında ve beyin sapının etrafında inşa edilen ikinci ana bölge, limbik sistemi (hipokampus, amigdala, singulat girus ve dentat girus), diensefalon (talamus ve hipotalamus), bazal gangliyonlar (kaudat, putamen, globus pallidus ve substantia nigra) ve sıvı dolu, darbe emici ventrikülleri içeren geniş subkortikal alandır. Bu orta bölge genellikle duygu, öğrenme, hafıza ve gönüllü hareketlerle ilişkilendirilir. Üçüncü ve en üstte (ve en dışta) “düşünen beyin” bulunur: Beyin korteksi, altında miyelinli beyaz madde ve üstünde kıvrımlı gri madde ile. Korteksi iki yarım küreye böleriz (sol ve sağ, kendi sözlü ve sözsüz işlevleriyle) ve dört loba ayırırız: frontal (prefrontal, premotor ve motor alt bölümleri), parietal (birincil duyusal işlevlerden sorumlu), temporal (işitsel işleme ve hafıza) ve oksipital (görsel işleme).

Daha Yakından Bir Bakış

Şimdi, duygusal varlıklar olarak bize sorumlu olan sinir bölgelerine daha yakından bakalım. Duyguların, (kortikal seviyedeki) sağ beyinle ve limbik sistem ve hipotalamus gibi subkortikal yapılarla ilişkilendirilmesi doğru olmakla birlikte, duygusal mimarimiz aslında beynimizin en derin merkezlerine, beyin sapımıza kadar uzanır.

Evet, duygusal deneyimimizin oluşumunda en temel olan zihin parçaları, bilinçli, düşünen, amaçları olan benliğimizin çok altında, beynimizin en derin seviyesinde yer alır.

  • 3.2 Beyinsapı yapıları

Bu derinlemesine yerleşmiş duygusal merkezler—periaqueductal gri madde ve beyin sapımızın orta beyin bölgelerinde—her an hem iç hem de dış uyarıcılara yanıt verirler (Panksepp & Biven, 2012). Güncel nörogörüntüleme çalışmaları, deneyimleyen benliklerimizin duygusal “arka plan müziğini” sürekli çalan, beynin sapına dayalı yedi ayrı ama iç içe geçmiş duygusal sistemi tanımlamıştır. Bu sistemler, güvenliğimiz, hayata katılma arzularımız, çekim duygularımız, öfkelerimiz, bağlanma ve beslenme dürtülerimiz, üzüntü ve yas duygularımız, hatta oyun oynama isteğimiz gibi konularda bize anlık duygusal değerlendirmeler sunar. Panksepp bu durumu şöyle açıklar: “Zihnin doğru bir arkeolojisini yaptığımızda, zihnin temelinde duygusal deneyimleri buluruz” (Panksepp & Biven, 2012: s. 423).

Nörolojik olarak, duygulanım bilişten önce gelir. Bu çok önemli bir bilgi. En derin ve hayati öneme sahip beyin merkezlerimizde, bilinçli farkındalığımızın dışında hızla, sessizce ve sürekli olarak her şeyi izleyen duygusal beyin yapıları bulunur. Önce hissederiz; sonra düşünürüz. Bazen milisaniyeler sonra; bazen ise hiç düşünmeyiz (Panksepp & Biven, 2012).

Evet, Duygulanım bilişten önce gelir. Bu, hem gelişimsel hem de nörolojik olarak doğrudur (Gerhardt, 2004; Lewis et al., 2001; Panksepp & Biven, 2012; Schore, 2009, 2012; Siegel, 2012). Bebeklik döneminde, gelişmiş bilişsel kapasitelerimizi -dil, öngörü, hayal gücü, vb.- yavaş yavaş, birincil bağlanma figürlerimizle olan etkileşimlerimiz aracılığıyla sağlanan sağlam bir duygusal deneyim temeli üzerine inşa ederiz (her şey yolunda gittiğinde entegre olarak). Schore, beynimizin ilk on sekiz ayının büyük ölçüde sağ beynimizin duygusal devrelerinin bağlanması göreviyle geçirildiğini, ancak bundan sonra daha bilişsel ve sözel benliklerimizin dendritik patlamasının takip ettiğini belirtir (Schore, 2009, 2012). Gelişimsel olarak, duygusal temelimiz bilişsel üst yapımızın esas zeminini sağlar ve bu temel önce gelir.

Yine önemli bir diğer husus ise  tüm temel duygusal sistemlerimiz—hatta beyin gövdesi seviyesinde bile—deneyimlere bağlıdır (Gerhardt, 2004; Siegel, 2012). Genetik duygusal sistemlerimiz, en alttan en üste doğru duygusal deneyimlerle eğitilir ve düzenlenir. Bebeklik ve çocukluk döneminde, duygusal beynimizin bölümleri dendritik olarak daha fazla yaygınlaşabilir veya daha az; daha belirgin veya daha az belirgin hale getirilebilir; yukarı yönlü veya aşağı yönlü düzenlenebilir; nörotransmisyonlara karşı daha duyarlı veya daha az duyarlı hale getirilebilir. Erken deneyimlerimiz, başkalarına daha güvenli veya daha az güvenli olmamıza eğilimli kılar. Duygusal uyarı sistemlerimizi daha fazla harekete geçirme eğiliminde olur, duyguları artırır veya bozar, algıyı yükseltir veya azaltır. Bu şekilde şekillendirilmiş temel duygusal sistemlerimiz sürekli olarak içimizde kalır, sessizce, uyanık, yaşamı koruyan ve teşvik eden işlerini yaparlar. Başka bir deyişle, deneyimle eğitilmiş duygusal beyinlerimiz, bize sürekli olarak -bunun hakkında “düşünmemize” gerek kalmadan- ötemizdeki dünyayla karşılaşmalarımız için temel duygusal verileri sağlar (Panksepp ve Biven, 2012).

Beyin sapının üzerinde, daha sonra tekrar ele alacağımız duygu ve hareketten sorumlu olan alt korteksimizin yapıları bulunur. Bu yapıların üstünde ve çevresinde korteksimiz (insan olarak taçlandırdığımız zaferimiz, düşünen beynimiz) en üst katmanda yer alır ve duygusal beynimizle koordine edilir. Korteks, günlük yaşamın karmaşıklıklarını yönlendirmemize yardımcı olacak şekilde tasarlanmıştır; altında yer alan “subkortikal” duygusal beyinin önemli mesajlarına dikkat ederken, öğrenilmiş aşırı tepkilerini değerlendirme ve engelleme görevini de üstlenir. Bu zarif tasarım sayesinde duygusal-bilişsel mimarimiz, iç içe geçmiş ve bütünleşik olacak şekilde tasarlanmıştır.O halde zarif tasarımla duygusal-bilişsel mimarimizin iç içe geçmesi ve bütünleşmesi amaçlanıyor.

Ancak düşünen/dil kullanan/bilinçli varlıklarımız, daha temel beyin gövdesi ve subkortikal duygusal katmanlardan oldukça uzakta katmanlanmıştır ve zaman zaman onlardan oldukça kopuk hale gelebilir. Elbette, duygular ile sözlü iletişim arasındaki bağlantısızlık günlük yaşamın rutin bir parçasıdır. “Bugün nasılsınız?” “İyiyim, ya siz?” gibi bir algoritma işler. Konuştuğumuz ve düşündüğümüz şeyler ile duygusal varlığımızın çekirdeğinde yaşadıklarımız arasındaki bağlantısızlık, insan olgunluğunun yavaşça öğrenilen işaretlerinden biridir. Bebeklikteki duygusal anlık tepkiden yetişkinlikteki duygusal dikkatlice düşünmeye doğru kademeli bir ilerleme sağlar. Bu normal ve uyumlu bir gelişimdir. Bu, bize hayatta kalmakla dolu bir dünyada verimlilik ve duygusal kontrolle işlev görmemizi sağlar ve daha da önemlisi, diğer insanlarla dolu bir dünyada işbirliği yapmamızı sağlar. Ancak—ve bu oldukça önemlidir—duygusal dünyamızla olan bu iç içe geçmiş bağlantımız hiçbir zaman koparılmak ya da bir şekilde aşılır hale getirilmek için tasarlanmamıştır.

Maalesef, genellikle erken gelişimdeki ödünler ve güvensiz bağlanma, yoksulluk ve hastalığın yarattığı tahribat, yaşamın travmaları ve günlük yaşamın kazaları, bu aslında uyumlu olarak tasarlanmış duygusal-bilişsel yapıyı bozabiliyor. Bu bozulma birçok şekilde ortaya çıkabilir. Deneyimlerimizle kendi duygusal arka plan müziğimizin bazı kısımlarını göz ardı etmeyi öğrenebiliriz; öğrenilmiş korku ve öfkelere aşırı derecede odaklanabiliriz; diğerlerinin güvenilirliğini küçümseyebiliriz; hayata katılım isteğimizi azaltabiliriz. Kendi alıcı ve ifade edici duygusal kapasitelerimizden kopabiliriz. Bilişin güçlerini aşırı değerli bulabiliriz. İnsanın duygusal sıcaklığının sıcak ışığını hem kendimizden hem de diğerlerinden uzaklaştırılmış ve sıkıca kapatılmış bir halde bırakabiliriz.

Freud’un gözlemine göre, biliş ve duygu sıklıkla -her iki yönde de- birbirinden ayrılmış olarak bulunur bazen duygunun mantığı alt ettiği durumlar olur; bazen ise bilişin duygusuzlaştığı durumlar yaşanır (Breuer & Freud, 1999). Duygu öne geçtiğinde duygusal düzenleme bozulur ve sıklıkla yıkıcı kişilerarası zararlara neden olur. Bazen bu tür düzensizlikler bireysel olarak, taleplerini bastırmak için olağanüstü önlemler gerektirir: bazen bağımlılıklara veya şiddete yol açabilir; bazen tehlikeli risk alma aktivitelerine neden olabilir; bazen ise kendine zarar verme gibi davranışlar ortaya çıkabilir (Cloitre et al., 2009).

Öte yandan, biliş öne geçtiğinde -çekirdek duygusal deneyimlerimize ulaşmak bizim için ulaşılamaz hale geldiğinde -insanlığımızın en değerli ve canlandırıcı özelliklerinden yoksun kalmış oluruz. Bu durumda, iç ve dış ilişkilerimizde hayatta kalma ve gelişme için gereken önemli bilgilerden yoksun kalırız. Bu şekilde bedenimizin duygu, zevk, acı gibi sinyaller gönderme kapasitesini kaybetmesi durumunda fiziksel olarak engelli olmamız gibi duygusal olarak engelli hale geliriz.

İçten Dinleme (tekrar)

Peki tüm bunlar içten dinlemenin doğasına dair bize bu tür bilgiler ne anlatıyor? Şimdi konuya geliyoruz. Çünkü bilişin duygudan ayrılmasını bozan her ne olduysa, veya duygunun bilişten ayrılmasını sağlamış olan her ne olduysa; deneyime dayalı öğrenme yoluyla duygusal benliğimizin yansımalarından kendimizi nasıl uzaklaştırdıysak da, bu yansımalar yine de orada, beynimizin en alt kısımlarına kadar her zaman bize sinyal gönderiyorlar. Her zaman, sessizce ve istikrarlı bir şekilde, arka planda işlemeye devam ediyorlar -şeylerin duygusal gerçeğini bizim için çözümlüyorlar, zihnimizin en derin seviyelerinde bizim için okumalar yapıyorlar, bizi ileriye çekiyor, geriye sürüklüyorlar. Sürekli olarak. Biz yaşadıkça, onlar da hayattalar.

Uyumlanmış dinleme (attuned listening), iletişim kuran ötekinin bu duygusal temeline odaklanır, ötekinin an be an duygusal sinyallerini, bu sinyallerin konuştuğu anlatıyla eşleşip eşleşmediğini ve dinlediğimiz kişinin kendi duygusal deneyiminin farkında olup olmadığını hedef alır. Söylenen ve söylenmeyen ama hissedilen (ya da bazı durumlarda hissedilmeyen) hususlarla uyumlanma sağlar.

İşte daha önce sınıf  çalışması olarak bahsettiğim basit bir örnek: “Öyleyse gerçekten 10K etkinliğine zamanında gitmek istedin…” cümlesi anlık bakıldığında duygusal olarak çok farklı hissedilebilir ve daha doğru bir şekilde şöyle ifade edilebilir: “Şu anda bana 10K etkinliğinden bahsediyorsun. Ama şu anda bana konuşurken belki de asıl ön planda olan şey, bu egzersizden duyduğun bir tür endişe. Şu anda aramızdaki bu kısmı sözcüklere dökebilir miyiz acaba?” Uyumlanmış dinleme, sözlü veya sözsüz iletişimdeki duyguları, bir nevi “yığının altında” dinler. Neden mi? Çünkü duygu ve bilişin birbirini tamamlaması amaçlanmıştır. Bu, insan olmanın bir tasarım özelliğidir. Modern kültürde sıklıkla olduğu gibi bağlantıları koptuğunda nörolojik ve psikolojik olarak konuşursak kendi içinde bölünmüş bir ev haline geliriz.

Uyumlanmış dinleme, başkalarının yaydığı duygusal sinyallere odaklanmayı içerir—bu sinyaller genellikle kişinin bilinçli farkındalığından ve sözlü anlatısından farklılık gösterebilir. Bu görev, dinleyici hatasına meyilli, klinik açıdan güvenilirlik açısından çok soyut gibi görünebilir. Ancak günlük hayatta insanlar rutin olarak bu yetiye bağlıdır. İçgüdüsel olarak bunu sezgi, algı, duyarlılık, başkalarını “okuma” veya altıncı his olarak adlandırırız; bu yetenek birçok isimle anılır. Başkalarının mutluluk, üzüntü, huzursuzluk veya sakinlik durumlarını otomatik olarak algılarız ve genellikle bilinçli düşünmeden yanıtlarımızı buna göre ayarlarız. Elbette, her konuşma öncesi çağdaki çocuğun ebeveyni, çocuğunun ne istediğini veya hissettiğini anlamak için sürekli olarak bu beceriyi kullanır.

Biraz Daha Nörobilim

Peki, bir başkasının duygusal sinyallerini “okumaya” çalıştığımız bu anlarda neler oluyor? Artık bu sorunun cevabının bir kısmını biliyoruz; diğer kısımlar ise henüz keşfedilmeyi bekliyor. En azından bazı parçaları birleştirelim. İlk ve en önemlisi, biz insanların varlığını sürdürmek için gereken faaliyetleri sürdürecek şekilde tasarlanmış olan bu beyin sapı düzeyindeki sistemler, biz hiç düşünmeden sürekli olarak ‘ötekini’ okumakla meşguldür. Ve bu okuma faaliyetleri sessiz olsa da, çıktıları sessiz değildir. Etrafımızdaki kişilerarası dünyayla etkileşime girdiğimizde, içimizde duygular olarak -dile getirilmese de oradadırlar- kaydedilirler.

  • 3.3 Subkortikal limbik yapılar

Bu hisler, güvenlik veya kaygı, bağlanma  ya da bağlanmama enerjisi, kişilerarası çekim duygusu, bakım verme veya uzaklaşma eğilimi, oyunculuk hissi, hafif kızgınlık veya öfke, üzüntü veya keder gibi isimlendirilmemiş duygular olarak kendini gösterir. Bu “okumalar” sürekli olarak, tıpkı kalp atışımızın ve kan basıncımızın sürekli olarak izlenmesi gibi, ancak farkındalığımızın dışında gerçekleşir. Bunlar, dikkate alabileceğimiz veya görmezden gelebileceğimiz, kullanabileceğimiz veya göz ardı edebileceğimiz bilgiler olarak beden tabanlı duyumlar olarak bize kaydedilir. Ancak beynimizin en derin seviyesinde gömülü olan bu en temel duygusal sistem, bu belirli bir “ötekiyle” bağ kurarken içimizde neler olduğuna dair bize sürekli olarak hayati bilgiler sunmak için çalışır.

Sonra, beyin sapımızdan bir adım yukarı çıkarak, hala az bilinçli olan orta düzeydeki nöral katmanlarımızda, “ötekini okumak” ve “ötekini hissetmek” için büyük nörolojik donanımlarımız bulunmaktadır. Örneğin, beynin limbik bölgesinde, bilinçli düşünmeden uzak olan derinlerde, amigdala ve hipokampüsümüz bulunur; bunların sessiz görevi, kişilerarası çevremizde neler olup bittiğini ve buna nasıl tepki verdiğimizi sürekli olarak izlemektir. Bizi kişilerarası tehlikeye karşı anında uyarır. Deneyimlerden öğrenir. Örneğin, araştırmalar, çocukluk yıllarında şiddetli veya duygusal olarak çalkantılı ortamlarda büyüyenlerin, bu deneyimle eğitilmeyenlere göre bir başkasındaki öfkenin ortaya çıkışını daha hızlı tanımladıklarını göstermektedir (Pollak ve diğerleri, 2000; Wilkowski ve Robinson, 2012). Biz bunu sezgi veya sadece bir “his” olarak düşünebiliriz, ancak bu, limbik sistemimizin hayatta kalma donanımının bir parçasıdır.

Ek olarak, beynin orta yapılarının derinliklerinde gömülü olan hipotalamustan bilinçsiz ipuçlarını alan kendi 7/24 görevde olan otonom sinir sistemimiz bulunmaktadır. Bu sistem, algılanan tehlike anlarında sinir sistemimizin sempatik dalını şarj etmek (kalp atış hızı, solunum, kan basıncı, büyük kaslardaki kan akışı ve gerginlik durumlarını etkilemek vb.) veya algılanan güvenlik anlarında bizi parasempatik olarak güçten düşürmek için hazırdır. Depremlerle sarsıldığında (Kaliforniya’da olduğu gibi) kalbimizin göğsümüzden fırlamasına karar vermeyiz. Bu kararı bizim için hipotalamus verir. Kişilerarası ilişkilerde de aynı şekilde işler. Bazen sadece başkasının yanında kendimizi fark edilmeden güvensiz hissederiz ve neyin veya nedeninin ne olduğunu bile tanımlamadan vücudumuzun kaygıya verdiği tepkileri gözlemleyebiliriz.

Sonra, korteks seviyesine çıktığımızda, kortikal beyinlerimizin, bilinçaltı sistemlerinden gelen bilgileri bilinçli olarak ne hissettiğimizi söylemek için nasıl topladığına dair birçok yol olduğunu görüyoruz. Sağ ve sol beyin kortekslerimiz zarif bir ortaklık içinde dans eder; sağ beyin, beden deneyimlerimize ve duyguların görsel temsilini yapma kapasitesine olan geniş bağlantılarıyla, bu sinyalleri corpus callosum aracılığıyla sol beynimize iletir. Sol beyin, bir Birleşmiş Milletler tercümanı gibi, bu bilgileri alır, sıralar ve tercüme eder, böylece ne hissettiğimizi “bilmemizi” sağlar. Ancak sadece ne hissettiğimizi değil. Beyinlerimiz, başkasının ne hissettiğini de bize bildiren rezonatörlere sahiptir.

3.4 Serebral Korteks: Yarımküreler

“Ötekini Hissetmek”

Kortikal seviyede, duygusal hislerin kaydedicileri ve yükselticileri olarak sağ beynin korteksinden kalp ve mideye kadar uzanan bir örümcek ağı gibi nöronlar -gerçek beyin dokusu- bulunur (Siegel, 2008). Bu, duygusal mimarimizin bir parçasıdır. Kalbinizin acı çektiği ya da midenizin duygusal acıyla burkulduğu deneyimini kim yaşamamıştır? Başka birinin duygusal acısına karşı benzer hisler yaşamayan kim vardır?

Peki, neden başkasının acısı kalbimizde veya midemizde kaydedilir? Bunun cevabını henüz bilmiyoruz. Damasio (1999), bizde duygusal hislerin ortaya çıkmasını sağlayan mekanizmalardan birinin, sinirsel “-mış gibi beden döngüleri”nin aktivasyonu olduğunu öne sürmüştür. Bu devrelerin, bizde duygu olarak okuduğumuz iç duyusal beden haritalarını aktive ettiğini savunuyor. Damasio ayrıca, bu tür “-mış gibi beden döngüleri”nin başkalarını gözlemlememizle de tetiklenebileceğini, empatimizi deneyimlememiz için en az bir nörolojik yol önerdiğini ileri sürmüştür.

Nörobilimciler de benzer şekilde, premotor korteksimizde, inferior parietal lobumuzda ve anterior singülatımızda, başkasının eylemlerini ve eylemle ilgili niyetlerini kendi bedenlerimizde öngörmek ve hatta taklit etmek için işlev gören, ayna nöronları olarak adlandırılan nöronları tanımlamışlardır (Rizzolatti ve diğerleri, 1996; Iacoboni ve diğerleri, 2005). Gerçekten de, bu bölgelerdeki duyusal nöronların yüzde 10 ila 20’sinin bu ayna işlemlerine ayrıldığı görülmektedir (Decety & Cacioppo, 2011: s. 526).

Nörogörüntüleme araştırmaları, bu sorgulamayı empatik kapasitemiz alanına yeni yeni genişletmeye başlamıştır. Örneğin, eğer bana bir iğne batırılırsa, anterior singulat nöronlarım ateşlenir. Eğer birinin sana iğne batırdığını izlersem, benim acıyı simüle eden ayna nöronlarım da ateşlenir ve bu, bana senin duygusal deneyiminin aynalanmış bir hissini verir (Saarela ve diğerleri, 2007). Eğer senin kötü kokulu bir uyarıcıyı kokladığını izlersem, benim “tiksinti” nöronlarım ateşlenir (Wicker ve diğerleri, 2003). Bu işlemler otomatik olarak, bilinçli dikkatimizi gerektirmeden gerçekleşir. Dolayısıyla, bu araştırmalar henüz diğerinin duygusal durumlarının tamamını kapsayacak şekilde genişletilmemiş olsa da, bu aktif bir araştırma alanıdır. Nörobilim, başkalarının hissettiklerini “hissetme” kapasitemizle ilgili belirli nörolojik mekanizmaları tanımlamış olsun ya da olmasın, uyumlu klinisyenler, fiziksel bedenlerinin diğerinin o anda bedensel ve duygusal olarak ne hissettiğini haritalandırdığını ve taklit ettiğini rutin olarak belirtmektedirler.

Ve, tabii ki, çok daha iyi anlaşılacak şekilde, vücudumuz boyunca dağılmış olan bir dizi duyusal alıcı ve çözümleme mekanizmasına sahibiz. Bilindiği gibi, beş duyu organımızın tümüne yayılan reseptör bölgelerimiz var; bu (dilsel olmayan) bilgi, beynin talamus ortasından korteksin parietal loblarındaki ilişkilendirme alanlarına iletilir ve bize diğerinin duyusal izlenimlerini verir: görüntüleri, sesleri ve kokuları (kokular aslında talamus kısmını atlayarak, temporal lobların duygusal kısımlarına doğrudan gider). Böylelikle sürekli olarak diğerini duyusal temelli korteks düzeyinde değerlendiririz. Bu izlenimler toplanır ve bilinçli duygusal izlenimler olarak kaydedilir. Başka bir deyişle, diğerinin vücut dilini “okuruz” ve onların ne hissettiklerine dair bir “his” ediniriz.

Tüm bu araçların yanı sıra, deneyime dayalı orbitofrontal korteksimiz bulunmaktadır (gözlerimizin hemen arkasındaki prefrontal bölgede bulunan korteks). Bu yapının karmaşık görevi, bizim ve diğerlerinin tüm bu bilgileri duygusal olarak bütünleştirerek anlamamızı sağlamaktır. Deneyime dayalı orbitofrontal korteksi ihmal nedeniyle gelişmemiş veya fiziksel olarak zarar görmüş olanlar, başkalarının duygularına karşı doğru empati deneyimleyemezler (Gerhardt, 2004).

Son olarak ilgi çekici bir bilgi de; şimdiye kadar anlattığım tüm sistemler—beyin sapı, limbik sistem, hipotalamik olarak aracılı otonom sinir sistemi, “nörolojik” mide ve kalp, bedenlerimiz, beş duyumumuz—tüm bunlar nörolojik olarak sağ beynimize, sağ hemisfer korteksimize bağlıdır ve bilgilerini buraya iletilir.  İşte onların son varış noktası burasıdır. Dolayısıyla sağ beyin, tüm girdileri anlamlandırır ve entegre eder.

Sağ beynin çıktıları büyük ölçüde sözel olmayan olarak, iç deneyimimizde içsel zihinsel resimler, duygular, bedensel hisler, sezgiler, düşler, şarkılar vb. şeklinde kayıtlıdır. Aynı anda sağ beyin, yüz ifadeleri, gözler, ses tonu ve vurgusu, vücut duruşu vb. yoluyla iki insan arasındaki öznelerarası alana bu ifadeleri bilinçli olarak yönlendirmeden çıktılar bırakır. Son olarak, sağ beyin tüm bu bilgilerin özeti olarak sol beyin ortağına teslim eder, böylece sonunda düşündüklerimizi ve deneyimlediklerimizi “sözcüklerle” bilmemizi sağlar. Bu, içten dinleme sanatı için son derece önemlidir! Biz söz ağırlıklı bir kültürde yaşıyoruz. Kesinlikle kelimelere bağlıyız. Ancak terapide bir başka insanı içten dinleme sanatı, sağ beynimize anlık olarak sunulan büyük miktardaki sözsüz veriye açılmayı öğrenmeyi içerir. Bu, sözel olmayan ancak yine de erişilebilir ve gerçek olanı hasat etmeyi içerir. Modern nörologlar, psikoterapideki değişim mekanizmasının “sözel alışverişlerde değil, ancak empatik bir şekilde psikobiyolojik olarak uyumlu etkileşimli duygu düzenlemesi arka planında yattığını, hastanın iç deneyimine güvenli bir şekilde temas etmesine, tanımlamasına ve sonunda düzenlemesine olanak tanıyan bir ilişkisel bağlamda olduğunu” birikmekte olan kanıtlarla destekliyorlar (Schore, 2012: s. 138). Özetle, psikoterapideki değişimin kırılma noktası, ileri görüşlü anlarımızın sözlü içgörü ve müdahalelerinden çok hasta-terapist, terapist-hasta, sağ beyin ile sağ beyin arasındaki genel ilişkisel bağlam gibi görünmektedir.

Değişim

Uzun vadeli psikodinamik psikoterapide, insanlar gerçekten değişirler. Alışkanlıkları değişir. Duyguları değişir. Kendilerine bakışları değişir. İlişkileri değişir. Beyinleri değişir. “Son araştırmalar beyin görüntüleme, moleküler biyoloji ve nörogenetik alanlarında, psikoterapinin beyin işlevini ve yapısını değiştirdiğini göstermiştir. Bu tür çalışmalar, psikoterapinin bölgesel beyin kan akışını, nörotransmitter metabolizmasını, gen ekspresyonunu ve sinaptik plastisitenin kalıcı değişikliklerini etkilediğini göstermiştir” (Glass, 2012, Schore, 2012’de alıntılandığı gibi: s. 143). Bu, gerçekten heyecan verici potansiyelimizdir. Ancak terapistler olarak bunu iyi yapabilmek için, sözsüz beyinlerimiz ve bedenlerimizin sunduğu her şeyi dinlemeyi öğrenmek zorundayız.

Tamam, şimdi bir mola verelim. Nörolojik resim çok büyük, 100.000 parçalık bir bulmaca ( puzzle). Bu bulmacayı  monte etmek için gerekli araçlara yeni yeni sahip olmaya başlıyoruz. Bu bölümde size bazı parçalarını verdim. Çok daha fazlası ortaya çıkmaya devam ediyor. Bu önemli, çünkü terapistler olarak – beyincik, sub-kortikal sistemlerimiz, bedenlerimiz, sağ beynimiz ve nihayetinde sol beynimizde geliştirdiğimiz ve eriştiğimiz araçlar -mesleğimizin araçlarıdır. Psikodinamik psikoterapistler olarak işimizi en iyi şekilde yapabilmek için hepsine ihtiyacımız var.

Asıl Nokta ( Punchline)

Ancak işte bu kitabın geri kalanı için önemli olacak asıl nokta.  İçten dinlemek – Gena’nın dinlediği gibi dinlemek – bir temas sporudur. Başka birinin varlığında kendi bedensel ve duygusal deneyimimiz, beyinlerimizin genellikle sözlü raporlarının ötesinde, başka birinin fiziksel ve duygusal deneyimi hakkında son derece önemli bir şeyi bize telegraf etme şeklidir. Başka birinin sözlü mesajlarını anlamamızın terapist olarak işimiz için kesinlikle kritik olduğu doğrudur, ancak çoğunlukla hastalarımızın sözlü hikayeleri eksik, tutarsız veya duygusal deneyimlerinden kopuktur ve bunu kelimelere döksün ya da dökmesinler (ki genellikle dökmezler) terapist olarak bize gelmelerinin sebebi de budur.

Tekrar söylüyorum. İçten dinlemek bir temas sporudur. Zihinsel bir egzersiz değildir. Fiziksel, zihinsel ve duygusal olarak bütünümüzü gerektirir.  Eğer kalplerimizle, midelerimizle, sinir sistemimizle, kaslarımızla, gözlerimizle ve kulaklarımızla, ayna nöronlarımız ve sağ beynimizle, ötekini alıcı görevini yapmaya hazır bir şekilde karşılamaya gelmezsek, onların en derin, dile getirmedikleri parçalarını kaçırabiliriz. Eğer ötekinin varlığında kendi fiziksel ve duygusal deneyimlerimize kayıtsız kalırsak ve iç içe geçmiş beynimizin bize verebileceği tüm bilgileri vereceğine güvenmezsek, içten dinlemenin ilk ve en önemli kısmını kaçırabiliriz. Yalnızca sözel akışı takip edersek, terapist olarak elimizde bulunan çok büyük miktardaki duygusal veriyi kaçırabiliriz.

Bu bilgiye kulak verebiliriz ya da aldırış etmeyebiliriz ama bedenlerimiz ve ruhlarımız sürekli olarak ötekinin duygusal sinyallerini alır; her zaman ötekinin fiziksel ve duygusal yayılımlarını toplayan dev bir uydu anteni gibi çalışır. Sinyaller bazen güçlü, bazen de zayıftır. Ama her zaman oradadır. Uygulamalar yaparak bu sinyallere giderek daha fazla hassasiyetle yaklaşmayı öğrenebiliriz.

Şimdi bu “nöro” alanına yaptığımız kısa ziyaretimizi bırakıyoruz ve bir kez daha sanatına dönüyoruz. İçten dinleme sürecinin bir sonraki kısmı, aldığımız sinyalleri anlamlandırma işidir; uydu antenimiz tarafından toplanan sinyalleri doğru ve uyumlanmış (attuned) bir şekilde yanıt verebilmemiz için tercüme etme işidir. Şimdi sırada olan bu.


Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir