Sonuç: Günümüzdeki Psikanaliz Üzerine Bazı Kişisel Düşünceler

Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin [Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş]’in Conclusion bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

Psikanalitik Kimlik

Bir klinisyen olarak, hastalarıma yardım edebileceğim yönündeki umutlu beklentiyle çalışmama dâhil olurum. Kırk yılı kapsayan kendi mesleki gelişimime ilişkin düşündüğümde, psikanalitik bir sürecin dönüştürücü olma potansiyeline duyduğum umudun, ilk olarak kendi analitik deneyimim aracılığıyla -hasta olarak- ve bu deneyimin beni maruz bıraktığı zorunlu kırılganlık ve bağımlılık sayesinde içimde pekiştiğini fark ederim. Bu deneyimsel bilgi, herhangi bir ders kitabı ya da kendi hastalarımıza ilişkin gözlemlerimiz tarafından ikame edilemez. Kişisel terapimizi ya da analizimizi yürütme deneyimi, psikanalitik olarak çalışmanın ne anlama geldiğinin temel bir yönüdür. Bu deneyim benzersizdir. Yazı ya da dersler aracılığıyla bir başka kişiye bağımlı olmanın ne anlama geldiğini ya da güçlü yansıtmaların etkisi altında olmanın ne anlama geldiğini öğretmek mümkün değildir. Kişisel terapi ya da analiz aracılığıyla gelişen türde bir özbilgi (self‐knowledge), başka bi kişinin bilinçdışını anlamak isteyenler için vazgeçilmezdir. Ancak özbilgiye giden tek yol olarak psikanalizi konumlandırmak, onu idealleştirilmiş bir nesne olarak konumlandırmaktır. Bir öğretmen ve eğitmen olarak çalışmalarımda, hiç divana yaklaşmamış bazı öğrencilerin sezgiselliğinden tekrar tekrar etkilenmişimdir; tıpkı zaman zaman, divanda on beş yıl geçirdikten sonra kendi benliğimin ve uygulamamın bazı yönlerinden hayal kırıklığına uğramış olduğum gibi. Bu bizi şaşırtmamalıdır. Ne de olsa Etchegoyen’in (1999) alaycı biçimde gözlemlediği gibi, iyi bir analizden sonra önceki halimizden daha iyi oluruz ama mutlaka başkalarından daha iyi olmayız.

Kendi klinik eğitimime başladığımdan beri, önce 1990’larda bir klinik psikolog olarak, ardından bir psikanalitik terapist olarak ve daha sonra bir psikanalist olarak, birkaç süpervizyon molasıyla Bağımsızlar’ın orta alanındaki Freudyen ve Klein’cı kişisel analizlerden geçtim. Her deneyim bana birçok değerli şey öğretti. Aynı zamanda, sadece benim hakkımda değil fakat bir kurum olarak ve bir meslek olarak, aynı zamanda bir terapi yöntemi olarak psikanaliz hakkında, bazıları rahatsız edici, birçok soru gündeme getirdi

Psikanalist olarak eğitim aldığım dönemde analistimi ve süpervizörlerimi seçmemin kuramsal olarak beni bir ‘Kleinci’ yaptığını biliyorum ancak uygulamada onların hiçbirini Kleinci oldukları için değil, hastalarına karşı şefkatli oldukları için, benim kendimi ve çalışmamı anlamama yardımcı oldukları için ve bana, kendine özgü nedenlerimle esin verici oldukları için seçtim -özellikle de anlayışlarının hafif ve alçakgönüllü bir dokunuşla içimde derinlere ulaşması nedeniyle.

Bu kitapta psikanaliz içindeki farklı gelenekleri yansıtan geniş bir yelpazeye yayılan düşüncelerden yararlandım ve hangi analitik grupla aynı hizaya geldiğimin tamamen açık olmaması mümkündür. Bunun nedeni, gerçekte herhangi bir grupla aynı hizaya gelmememdir. Gruplar, mesleğimizin araçları üzerine eleştirel düşünmeye karşı koyan, yardımcı olmayan varsayımları ve mitleri sürdüren, kolaylıkla kendi içine kapalı biçimlerde işleyebilir. Eğer bir ‘BİZ’ varsa bir de ‘ONLAR’ vardır. Genel olarak psikolojik terapiler dünyası -yalnızca psikanaliz değil- herhangi başka bir toplumsal grupla hiçbir şekilde farklı değildir: hepimiz kendi dünya görüşümüzü ve ona uygun olan terapötik yaklaşımı desteklemede çıkar sahibiyiz. Ben de öyleyim. Aslında, merak ediyor olmanız ihtimaline karşı, başkalarıyla ilişki kurduğumuz öznel bakış açımıza sahip olmanın -yani, ideali akla dayalı gerekçelendirilmiş bir argümana dayanan, kendi bakış açımıza yönelik kendinden emin bir inancın- ruh sağlığımız için vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum ve bu ‘analitik kimliğimizin’ bir parçası hâline gelir.

Özdeşimler, psikolojik gelişimin (çoğunlukla bilinçdışı olan) belkemiğidir ve belirli gruplar ya da kimliklerle bilinçli özdeşleşmelerimizde ortaya çıkar. ‘Analitik bir kimlik’ oluşturmak, bir klinisyen olarak gelişimimizin temel bir parçasıdır. Ancak bunu yaparken, tüm kimlik kategorilerinin açıkça sınırlandırılmış bir bölge gibi işlediğini akılda tutmak önemlidir: ‘Ben buyum ve şu değilim.’ Değişen derecelerde, hepimiz hem kendimize hem de başkalarına karşı anlaşılır hissettiğimiz bu tür sınırlandırılmış bölgeleri ararız.

‘Psikanalist’i ‘psikanalitik psikoterapist’ten ayıranın ne olduğuna ilişkin süregelen tartışmalara dönersek, şaşırtıcı olmayan biçimde, analitik kimliğe yönelik algılanan en büyük tehdidin bize en çok benzeyenler tarafından ortaya konduğuna dikkat kesiliriz.¹ Primo Levi, sözde ‘saflığın’ çekiciliğini ve algılanan ‘saf olmayışın’ meydan okumasını iyi yakalar:

İlk gün kaderim çinko sülfatın hazırlanması için görevlendirilmek oldu … Ders notları, ilk okumada gözümden kaçan bir ayrıntı içeriyordu; yani, böylesine nazik ve hassas çinkonun, tek lokmada onu yutan aside bu kadar kolay teslim olmasına karşın, çok saf olduğunda çok farklı bir biçimde davrandığını: o zaman inatla saldırıya direnir. Bundan iki birbiriyle çelişen felsefi sonuç çıkarılabilir: kötülükten bir zırh gibi koruyan saflığın övgüsü; değişikliklere, başka bir deyişle yaşama yol açan saf olmayışın övgüsü.

(Levi, 1984: 33–34)

1 Bu bölümün bazı kısımları A. Lemma (2023c) ‘Who Do You Think You Are? Some Reflections on Analytic Identity’. International Journal of Psychoanalysis, 104: 5: 843–848 ve ayrıca: A. Lemma (2022b) Heilen durch Wissen (Healing through Knowledge). In: Nolte, Tobias; Rugenstein, Kai. 365 x Freud: Ein Lesebuch für jeden Tag. Stuttgart: Klett-Cotta.’da yer almaktadır.

Gruplar, kendi türlerine özgü terapötik çinkonun saflığını korumaya çok sık çalışabilirler. Bir psikanalitik psikoterapist olarak (haftada bir ile üç kez oturumlar sunarak) ve ardından bir psikanalist olarak (haftada beş kez oturumlar sunarak) eğitim almış biri olarak, her iki uygulamanın da ortak kavramsal zemini ve teknikleri paylaştığı benim için açıktır (Alexander, 1954). Bu kitapta psikanalizin haftada bir ile üç kez yapılan psikanalitik psikoterapiye uygulanmasına odaklandım. Ancak ‘uygulamalı psikanaliz (applied psychoanalysis)’ terimi yanlış hiyerarşiler yaratmamalıdır: haftada beş kez yapılan bir psikanaliz de haftada bir kez yapılan bir psikoterapi de zihnin psikanalitik bir modelinin ‘uygulamaları’dır. Uygulamada, bunların ‘analitik tutum’un (analytic attitude) sürdürülmesine ve yeniden kazanılmasına yönelik dikkatli bir özen tarafından birleştirildiğini öne sürüyorum (Bkz. Bölüm 4 ve 7). Bana göre psikanalitik çalışma, her şeyden önce terapistin içsel düzenlemesiyle (internal setting) tanımlanır ve uygulama yaptığımız dışsal düzenlemeyle (external setting) ya da hastaya sunulan oturum sıklığıyla tanımlanmaz. Psikanalitik çalışmanın ayırt ediciliği, aktarımın sistematik kullanımında yatar; bu ise, hastanın zihin durumuna ilişkin anlayışımızı ve en verimli biçimde nasıl müdahale edileceğini şekillendirmek için aktarım deneyimimize kök salmış analitik bir tutumun sürdürülmesini içerir.

Bununla birlikte, iki uygulama yalnızca daha az ya da daha çok yoğun, daha kısa ya da daha uzun aynı müdahaleyi sunuyor olarak kabul edilemez. Kapsamları, talepleri (hasta ve klinisyen üzerinde) ya da uygunlukları bakımından eşdeğer değildir. Haftada bir kez hasta görme konusunda eğitim almış bir psikanalitik psikoterapist nasıl daha yoğun çalışmak için gereken bazı yetkinliklerden yoksun olabilirse, bir psikanalist de kısa, odaklanmış bir psikanalitik terapi sunma konusunda yetkinliklerden yoksun olabilir. Başka bir deyişle, her iki uygulama da özgül ve örtüşen alanlarda yüksek düzeyde yetkinlik gerektirir. Farkları, (haksız) bir ‘uygulamalar hiyerarşisi’ni pekiştirmek için vurgulamıyorum (Spurling, 2018). Sorun farkların varlığı değil, farkları nasıl kullandığımızdır. Farkları bulanıklaştırmak, bazı insanların zihninde var olan hiyerarşinin çözümü değildir; farklı uygulamaların ilgili özgüllüğünü dile getirmek ve onlara değer vermek ve onların örtüşme alanlarını kabul etmek, böyle hiyerarşilere yönelik en sağlam meydan okumayı ortaya koyar.

Zaman içinde kendimde gözlemlediğim en önemli değişikliklerden biri, aynı hasta ile birçok yıla yayılan uzun psikoterapiler ve analizlerde klinik olarak çalışma deneyimi tarafından bilgilendirilmiştir. Hastalarla bu boylamsal deneyim, çalışmamızın önemli bir temel taşı olan umudumu biçimlendirmiş ve sürdürmüştür (Bkz. Bölüm 7). Umut, ruhsal olarak çorak arazilerde ilerleyip hayatta kalma yaşantısından ve birçok yıl sonra, bütünleştirme çalışmasını mümkün kılan ruhsal bir açıklığa çıkmaktan doğar. Bu paha biçilmez perspektif, yalnızca tamamlanmış analizlerin/terapilerin zaman içindeki deneyimiyle içimizde pekişebilir. Aynı şekilde, daha kısa, odaklanmış psikanalitik müdahalelerle başarılabilecekler karşısında derinden etkilendim. Bu deneyim, başlangıçta taşıdığım, ‘daha uzun’un kaçınılmaz olarak ‘daha iyi’ olduğu yönündeki önyargıya meydan okumuştur.

Bu kitabın tam başında gördüğümüz gibi, yalnızca psikanalizin farklı uygulanma biçimleri değil, aynı zamanda bir zihin kuramı olarak psikanalizin birkaç farklı versiyonu da vardır. Bu kitapta bazı bölümlere kimi zaman farklı perspektiflerden yaklaştım; psikanaliz içindeki ayrışan kuramsal yönelimlerden elde edilen içgörüleri bir araya getirdim. Belki bu beni çoğulcu (pluralist) ya da bütünleştirici (integrationist) yapar, gerçi bu terimlerin gerçekte ne anlama geldiğinden hiçbir zaman emin değilim. Eğer bu, insan zihnini ve terapi sürecini anlamanın farklı yolları olduğunu düşündüğüm anlamına geliyorsa, bu doğrudur. Eğer bu, az önce belirttiğim gibi, psikanalizin yalnızca tek bir ekolüyle öncelikli olarak özdeşleşmekte zorlandığım anlamına geliyorsa, bu da doğrudur. Eğer bu, bir hasta ile çalışırken önemli olanın, belirli bir kuramın buyurduğundan ziyade hastanın herhangi bir anda neye ihtiyaç duyduğuna göre yönlendirilen esnek bir yaklaşım olduğuna inandığım anlamına geliyorsa, bu da doğrudur. Belki de çocukluğumun değişen kültürel manzaralarına uyum sağlamak için farklı dilleri öğrenmek zorunda kalmış biri olarak, içimde, herhangi bir terapötik dili nihai olarak benimsememi engelleyen yerleşik bir olumsallık duygusu vardır.

The Dialogic Imagination‘da Bakhtin (1981), diyalojizmin (dialogism) önemini savunur; ona göre bu, dil içindeki konumumuz tarafından zorunlu kılınır. Monolojizm (monologism), yalnızca tek bir dil olduğu yanılgısıdır. Diyalojizm ise herhangi tek bir dilin sınırlarını kabul etmek, deneyimin muazzam çoğulluğunu kucaklamak ve böylece Bakhtin’in ‘dillerin eleştirel karşılıklı canlandırılması (the critical interanimation of languages)’ olarak adlandırdığı şey içinde yönelimimizi sağlamak ve bir yer bulmaktır. Alanımızda henüz bu ‘dillerin karşılıklı canlandırılması’nın çok tutarlı bir biçimde görüldüğü söylenemez, ancak ben bu kitapta psikanalize bu ruhla yaklaştım.

‘Yavaş Düşünme’ye Övgü

Bu paragrafı okuduğunuzda, günümüzde toplumda psikanalizin yeri ve bir psikolojik müdahale yöntemi olarak güçlü ve sınırlı yönleri hakkında kendi görüşünüze sahip olacaksınız. Bu kitabın 2003 yılındaki ilk baskısından bu yana, psikanalizi uyguladığımız ve yaşadığımız dünya değişti; özellikle de hızlı tempolu teknolojik gelişmeler nedeniyle. Bu yeni bağlamda, paradoksal biçimde, psikanaliz gerçekten olgunluk çağına girer.

Freud her şeyi doğru yapmayı başaramadı, ancak sonuç olarak, dijital zamanlarda yaşarken ve uygulama yaparken bana fazlasıyla öngörülü görünen bazı uyarı niteliğindeki ifadelere geri dönmek istiyorum. 1910’da, ‘”Vahşi” psiko-analiz’de (‘”Wild” psycho‐analysis’), Freud şöyle yazdı:

Bu, hastanın bir tür bilgisizlikten mustarip olduğu ve bu bilgisizliği ona bilgi vererek (hastalığının yaşamıyla olan nedensel bağlantısı, çocukluk dönemindeki yaşantıları vb. hakkında) ortadan kaldırdığınızda kaçınılmaz olarak iyileşeceği yönünde, uzun süre geçerliliğini yitirmiş bir fikir ve yüzeysel görünüşlerden türetilmiştir. … Bilinçdışına ilişkin bilginin hasta için psikanaliz konusunda deneyimsiz kişilerin sandığı kadar önemli olması durumunda, dersler dinlemek ya da kitaplar okumak onu iyileştirmek için yeterli olurdu. Ancak bu tür önlemler, sinir hastalığının belirtileri üzerinde, kıtlık zamanında menü kartları dağıtmanın açlık üzerinde yaptığı kadar etki yapar.

(1910: 225)

Freud, bilinçli olgulara erişimin nevrotik sıkıntılarımız için bir tedavi sağlamadığı için uyarırken, kuşkusuz dünyayı yetmiş yıl sonra biçimlendirecek dijital devrimden habersizdi -ki bu devrim bize akıl almaz kazanımlar getirmiştir, ancak önemli bedeller olmaksızın değil. Bugün terapi odalarımızda (consulting room), teknolojiyle bağlantılı ve teknoloji tarafından büyütülen sorunlardan yalnızca birkaçını anmak gerekirse, sosyal medya, oyun oynama ya da çevrim içi pornografi kullanımının fazlasıyla cezbedici hâle geldiği her yaştan hastalarla karşılaşıyoruz.² Web siteleri, süperegonun çözülmesini teşvik edecek biçimde tasarlanmıştır. Sözde ‘ikna edici tasarım’ tam da budur: kullanıcıları bağımlı tutarak iradelerini aşındırmak üzere tasarlanmıştır. Web sitesi sayfasında yanıp sönen ‘açılır pencereler’, kullanıcıyı kademeli olarak daha fazla web sitesini ziyaret etmeye ve aramalarını genişletmeye cezbetmektedir. Cocking ve Van den Hoven (2018) gerçekten de çevrim içi dünya ile sözde geleneksel dünya arasındaki ahlaki farkı vurgulayarak, ‘çevrim içi dünyaların ahlaki sis sorunlarını yarattığını ve büyüttüğünü’ ileri sürmüşlerdir (2018: xv).

2 ‘Bağlantılı olan ve tarafından büyütülen’ ifadesini özellikle belirtiyorum çünkü bu sorunların teknoloji tarafından doğrudan bir biçimde ortaya çıkarıldığına inanmıyorum.

Zihinlerimizin, farklı derecelerde, artık aygıtlarımız aracılığıyla 7/24 erişebildiğimiz ‘bilgi’nin baştan çıkarması ve bunun yaydığı kesinlik yanılsaması tarafından gasp edilmiş olmasını yok sayamayız. Bilgiyi o kadar çok sahiplenmek isteriz ki sahte olgularla yetiniriz. Ve yalnızca bilmek istemeyiz. Şimdi bilmek isteriz. Hız tarafından büyülenmiş durumdayız. Teknoloji, anlık şimdinin idealleştirilmesini teşvik eder. Her şeyin hiçbir yere gitmeye gerek kalmadan gerçekleşebileceğini düşünürüz, ancak aldanan biz oluruz: bu bir yanılsamadır çünkü olduğumuz yerde durmaktayız -ki bu, Virilio’nun (1999) ‘hızın eylemsizliği (inertia of speed)’ tanımında fazlasıyla iyi yakalanan bir kavramdır.

Zihin harekete ihtiyaç duyar. Hareket olmadan yaşantıyı temsil edemeyiz ve bize gerçekten yardımcı olabilecek gerekli bilinçdışı ‘bilgi’ye ulaşamayız. Freud, engellenmenin ve beklemenin sağlık yardımlarını önceleyen bir ruhsal bildirge ile çoğunluk oyunu alamayabilir, ancak zihnin, gereksinimi karşılayan nesnenin yokluğuna yanıt olarak nasıl geliştiğine dair psikanalitik bir anlayış, mevcut eğilimlere güçlü bir düzeltmedir. ‘Gecikme’nin aracılığı psikolojik olarak anlamlıdır çünkü arzunun zihinde temsil edilmesini mümkün kılar: ne istediğini düşündüğün şeyi elde edemediğinde, onun yokluğu seni onu temsil etmeye ve ‘onu’ neden istediğini düşünmeye iter. Benzetme yoluyla, bir bebeği yürümeyi öğrenmeye iten şeyi hayal edebiliriz. Yürümeyi öğrenir çünkü kavrayışının doğrudan erişiminin ötesindeki şeylere ulaşmak ister: mesafe, bu becerinin kazanılma dürtüsünü teşvik eder. Anne babası her zaman nesneleri ona getirselerdi, bu onu hemen tatmin edebilirdi, ancak bu yürümeyi öğrenme kapasitesini olumsuz etkileyebilir. Nasıl ki bebeğin kavrayışının ötesinde olan şeyi isteme yaşantısı, motor gelişim için gelişimsel olarak gerekliyse, sunumun yokluğu da ruhsal gelişim için gereklidir. Bunun önemini kavramak, psikanalitik çalışma için de temeldir. Müdahalelerimiz temsil çalışmasını (work of representation) desteklemeyi amaçlar, ancak hastanın kendi yorumlarına varması için zamana izin vermemiz ve anlayışımızla çok hızlı biçimde araya girerek onu bu fırsattan mahrum bırakmamamız gerekir. Bu nedenle, çalışmamızda zaman ve zamanlama özün ta kendisidir.

Nasıl ki daha yavaş bir yaşam temposunu kutlayan ve yediğimize odaklanarak onu takdir etmemizi teşvik eden ‘Yavaş Yeme (Slow Food)’ hareketi varsa, bir ‘Yavaş Düşünme (Slow Thinking)’ hareketi de, zihinlerimizi anındalığın ve hızlı çözümlerin baştan çıkarmalarına devretmeye karşı koymak için acilen ihtiyaç duyduğumuz panzehir olabilir (Lemma, 2022b). Beklemede (Baraitser, 2017), sürprizde, düşüncelerimizin, fantezilerimizin ve duygularımızın yavaş çözülmesinde, zihnimizin karmaşıklığına yavaş yavaş yaklaşmamızı sağlayan süreçte haz duymayı yeniden keşfetmemiz gerekir. Beklemenin ve belli bir ölçüde engellenmenin meyve verdiğini -o anda hoş olmayan bir his uyandırsa bile- öğrenmemiz gerekir.

Hızlı bir dünyada, ruhsal acıya toplumsal tepki, çoğunlukla hızlı çözümleri (örneğin, kısa terapiler ya da ilaç tedavisi) öncelemek ve sözde ruh sağlığı durumlarına ilişkin bilgi ordusunu, tek bir tıklamayla sunmak şeklinde olur. Bu kitapta ortaya koyduğum psikanalitik süreç -yoğunluğu, uzunluğu ve bilinçdışı zihne odaklanması- bu bağlamda anakronistik görünür. Yine de bu, kendini tanımak için zaman ayırmanın, kim olduğumuz hakkında biraz daha fazlasını keşfetme hizmetinde bilmemeye katlanmayı öğrenmemizi sağlayan düşünme [reflection] alanlarını korumanın ruhsal ve etik önemine yönelik güçlü bir hatırlatma olarak durur.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir