Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 10. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.
Biz herhangi bir otorite iddiasında bulunmayız… hastadan doğrudan bir onay da beklemeyiz, onunla tartışmayız da… Kısacası, davranış biçimimiz, Nestroy’un farslarından birindeki bilindik figür olan uşağınkine benzer -bu uşağın her soruya ya da itiraza verdiği tek bir yanıt vardır: “Her şey, gelecekteki gelişmelerin seyrinde netlik kazanacaktır.”
(Freud, 1937)
Eğitim sürecimden bir kesitle başlayacağım. Oldukça sakin bir tavrı olan hastam şu rüyayı görmüştü:
Bir adam bir yere gider ve ikinci el kıyafetler giyerek geri döner, bunların kendisine ait olduğunu iddia eder.
Başta ikimiz de adamın muhtemelen kendisi olduğunu düşündük, ancak üzerine daha çok düşündükçe rüyadaki adamla ilgili çağrışımların bana yöneldiğini fark etmeye başladım -başka bir deyişle, bu, hastamın süpervizyonuma [supervision] dair deneyimiydi. Yani ben bir yere gidiyorum ve başkasının yorumlarını (ikinci el kıyafetleri) giyerek, bunların bana ait olduğunu iddia ederek geri dönüyordum.
Şimdi burada, bu kesitle ilgili olarak vurgulamak istediğim şey bize psikanalitik çalışmanın ne olmadığını anlatıyor olduğudur. Psikanalitik çalışma, bir doktorun hastaya ilaç vermesi gibi ‘hastaya yorumlarda bulunmak’ değildir. Hepimiz buna ‘inanıyoruz’ ama bu inançla uyumlu şekilde davranmak, ne yazık ki, düşündüğümüzden çok daha zordur. Bence bu zorluğun kaynağı; kendi zihnimizde, hastanın zihninde ve kurum içinde işleyen çeşitli baskılar olarak sayılabilir. Bu baskılar, psikanalitik çalışmanın özündeki, hareketli ve dinamik olan anlayış ve düşünce üretme niteliğinin, durağan bir dogmaya ve ritüelistik bir pratiğe dönüşmesine neden olur.
Anlama, yani bizim çalışmamızın özü, basitçe sunulabilecek bir şey değil, hasta ile analistin birlikte keşfettiği [discover] bir şeydir. Bence en iyi çalışmalarımın bazıları, bir şey söylemeye çalışırken, neredeyse o anda söylediklerimin değiştiği anlardır. Sanki o anda ya da o süreçte, ‘yorum yapma’ eyleminden, bir şeyi anlamaya ya da tartışmaya geçiyorum. (Bunun Bion’un, analistin, içinde paranoid-şizoid pozisyondan depresif pozisyona geçişi tanımlamasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum.) Sanki o anda, ‘ah evet, şimdi anlıyorum’ dediğimiz bir duruma geçiliyor -doğru (mantıklı) olsa da karşıaktarım ile dolu olduğu için daha çok bir eylem [action] olan yorumdan kopuş oluyor. Burada konuşmak (yani ‘yorum yapmak’), o sürecin sadece dışa vurumudur.
Örneğin, hastaya ‘Size karşı çok kızgın olduğumu hissediyorsunuz’ demek gibi (burada ima edilen ise ‘ama elbette kızgın değilim’dir). Burada, yorum yapmak hem hastayı hem de analisti, analistin elbette kızgın olmadığına ikna etmeye yönelik bir eylemdir. Bu, hastaya (ve kendime) ne kadar nazik ve iyi biri olduğumu iletme baskısını neden hissettiğimi anlayabildiğim bir konuma geçmekten farklıdır. Yorumun bu eylemsel niteliğini, çalışmamız hakkında konuşurken kullandığımız dilde de duyarız -burada kastettiğim ifadeler şunlardır: ‘hastaya yorum yaptım’, ‘onunla bu konuyu ele aldım’, ‘hastayla yüzleştim’, ‘aktarımı yorumlamam gerektiğini gördüm’ gibi.
Bence anlama [understanding], çoğu zaman yorumun bir eylem [action] olmaktan çıkıp, bir keşfin dışa vurumu haline geldiği bir konuma doğru hareket edilirken ortaya çıkar.
Dolayısıyla anlama, verili [given] bir şey değil, ortaya çıkan [emergent] bir işlevdir; ancak elbette bu duruma ulaşmak için çok daha fazlasını yapmamız gerekir.
Burada tarif ettiğim süreç -yani düşündürücü fikirlerin (keşiflerin) törensel uygulamalara indirgenmesi- Tom Main’in ‘Bilgi, öğrenme ve düşünceden özgürlük’ başlıklı makalesinde anlattığı duruma oldukça yakındır. Main, (kurumlarda) dünkü düşündürücü fikrin nasıl yarının dogmasına dönüştüğünü tarif eder.[2]
Main buna, bir ego işlevinden süperego işlevine geçiş, adını verir; bir fikre sahip olmaktan, bir fikir tarafından sahip olunmaya geçiştir bu. Yeni fikirler çok sık tehdit edici olabilir -ister bir kurum düzeyinde, ister bireysel bir zihnin düzeyinde olsun. Yorumlayıcı çalışmanın gelişimi destekleyen işlevi, kaçınılmaz olarak her zaman tehdit altındadır ve bu, belirli türden aktarım-karşıaktarım deneyimlerinin bir bileşenidir. Mesela, görünüşte makul yorumlar yapan ama içinde ne coşku ne de inanç taşıyan bir terapisti düşünebiliriz; bu kişi, bebeğin neye ihtiyaç duyduğunu düşündüğü şeyi görev bilinciyle sağlayan, ama içsel olarak depresif bir anne deneyimini canlandırıyor olabilir.
Bunların üzerinde durmamın nedeni, gelişimi destekleyen düşüncenin bozulmaya uğradığı önemli bir alanın, bilgilerin bir kuşaktan diğerine aktarımı sırasında ortaya çıktığını düşünmemdir -ve bunun başlıca gerçekleştiği yer, süpervizyon etkileşimidir [interface].
Pek çok süpervizörün şu tatsız deneyimi yaşamış olabileceğini tahmin ediyorum: Geçen haftanın ilgi çekici anlamı, bu haftanın törensel uygulamasına dönüşür; yorum görev bilinciyle yapılır ve süpervizyon saatinde rapor edilir. Bu yüzden süpervizyonlarda, süpervizyon alan terapistlerin not alması beni çoğu zaman çok kaygılandırır. Yazdıklarını okuyup, onu hatırlamak için enerjik çabalar göstermelerinden korkarım (ki bu, süpervizyonda konuşulan bir şeyin daha sonra seans sırasında anlam kazanarak hatırlanmasından farklıdır).
Bence, bir hastayı derinlemesine kavrayabilmenin, aktarım durumunun bütünüyle fark edilmesinden kaynaklandığı artık yerleşik bir görüştür. Anlama, yaptığımız işin amacıdır ve aktarım da bu anlama işinin merkezinde yer alır. Ne var ki bu düşünsel anlayış -yani çalışmamızın bu şekilde kavranması- kolaylıkla, görünüşte benzer ama aslında tamamen farklı bir şeye dönüşebilir. Bu, benim ‘aktarım yorumunu vermek/aktarımla ilgili yorumu sunmak [giving the transference interpretation]’ adını verdiğim bir tür fetiş haline gelir. Bu yorum, bir kavrayışın/anlamanın göstergesi olarak değil, kaygıyla başa çıkmak, süpervizörü yatıştırmak ve anlamanın yerini alacak biçimde yapılan ritüelleşmiş bir işlem olarak ortaya konur. Seans kayıtlarını dinlerken, seans çoktan yarılanmış durumda olmasına rağmen terapistin hâlâ bir aktarım yorumu yapmamış olmasından kaynaklı giderek artan bir kaygıyı sezdiğim birçok örnek duydum. Ardından terapist, bir ‘aktarım’ yorumu getirir; fakat bu, herhangi bir anlamanın ürünü değildir. Terapist bu yorumla bir bağ kurmamış; yorumu daha çok, mevcut paradigmanın gereklerini yerine getirmek adına yapmıştır. Bu, bir sözde-aktarım yorumudur [pseudo-transference interpretation]. Süpervizyon seminerlerinde, süpervizörün ya da diğer katılımcıların terapiste ‘ıskalanmış “aktarım”‘ı ‘göstermek’ istemesiyle bir üstünlük ya da zafer havasının oluşması kolaydır.
Düşüncenin dogmaya dönüşmesi sorunu psikanalizdeki birçok iyi fikirde de görülür. Örneğin, John Steiner’ın borderline hastalarla yaptığı çalışmalar, ‘analist-merkezli ve hasta-merkezli [analyst-centred and patient-centred]’ yorumlar arasında oldukça düşündürücü bir ayrım ortaya koymuştur. Borderline yapılarla çalışırken, genellikle hastanın düşüncelerine doğrudan yönelmektense, bu düşünceleri analiste yansıtılmış biçimde incelemenin daha kolay olabileceğini önermiştir. Ancak zaman içinde bu anlayış, ‘Bu kişi borderline; o halde hasta-merkezli yorum yapılmaz, sadece analist-merkezli yorum yapılır’ şeklinde bir buyruğa dönüşmüştür.
Kesinliklere sarılmak çoğu zaman kaygıdan doğar ve bu hepimiz için kaçınılmazdır. Ne var ki, bu süreç zamanla kendi başına bir yaşam kazanabilir ve bu da oldukça yıkıcıdır.
Şimdi süpervizyon sürecine [supervisory process] daha yakından bakmak istiyorum. Süpervizör ve süpervizyon alan terapist arasındaki buluşma kaçınılmaz olarak karmaşık bir çerçeveye yerleşir: süpervizör, süpervizyon alan, hasta, psikanalitik bağlılıklar ve daha fazlası. Süpervizör yalnızca çalışmanın ilerlemesine yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda bir eğitici ve bir ölçüde kurumun temsilcisidir.
Bu ortam, şimdiye dek tarif ettiğim süreçler için verimli bir zemin sunar. Genellikle süpervizörün süpervizyon alandan daha fazla bilgi ve deneyime sahip olduğu açıktır ve bunu inkâr etmek yardımcı olmaz. Fakat bu, süpervizörün o vakayı süpervizyon alandan daha iyi yöneteceği anlamına gelmez. Ancak süpervizyon alan terapistin bunu kabul etmesi oldukça zordur. Bu durum, süpervizörün idealize edilmesine kadar gidebilir ve bu idealizasyon zamanla bir tür baskıya dönüşebilir. Süpervizyon alan kişi çoğu zaman seansı hastasını düşünerek değil, süpervizörünün bu işi ne kadar daha iyi yapacağını düşünerek geçirir. Pek çok durumda, iyi bir süpervizyonda bir tür sahneleme [enactment] dinamiğini anlamış olsak da, süpervizyon alan kişinin oradan ‘bu elbette onun başına gelmezdi’ inancıyla ayrıldığını biliyorum. Ancak gün içinde aynı türden bir hatayı bu kez kendim yaptığımı fark ettiğim çok olmuştur.
Bu idealizasyon öyle kolayca ortadan kaldırılamaz. Ve bence süpervizörlerin -kendimi de buna dahil ediyorum- kolayca kapıldıkları başka bir tür ritüel daha vardır: süpervizyona gelen terapiste ne kadar ideal olmayan insanlar olduğumuzu göstermek için girişilen kompulsif bir itiraf etme hali. Bu bir tür günah çıkarma modudur. Bence süpervizyon alanlar bunu kolaylıkla fark ediyorlar.
Peki süpervizyonun asıl amacı nedir? Bence amacımız, süpervizyona gelen terapistin getirdiği materyal üzerine düşünebilmesini sağlamak ve bu düşünmeyi engelleyen süreçlerin farkına varmasına yardımcı olmaktır. Bunun gerçekleşebilmesi için, süpervizyon oturumu ile analitik seansı birbirinden ayırmak oldukça önemlidir. Ancak bununla birlikte, analitik bir tutumu da bir ölçüde korumaya çalışırız. Süpervizyona getirilen materyalin anlaşılması çoğunlukla çalışmaya dair ilginin ve heyecanın yeniden canlanmasıyla birlikte olur -ve bu da çoğu zaman aktarım/karşıaktarım durumunun anlaşılmasıyla gerçekleşir. Süpervizyona gelen terapist, bir bakıma, seans materyalini getirirken kendisiyle hastası arasındaki ilişkiyi de bedenselleştirerek taşır. Genellikle yazılı ve ayrıntılı seans kayıtlarını dinlemeyi tercih ederim; fakat bazen bunun, ilişki doğasının anlaşılmasından kaçınmanın bir yolu haline geldiğini düşünürüm. Bu nedenle zaman zaman, süpervizyona gelen terapistten notlarını bir kenara bırakmasını ve sadece hastadan söz etmesini isterim. Ancak bu yöntem de, süpervizörün idealize edilmesiyle, not tutmamak için bir mazeret olarak kullanılabilir.
Psikoterapistin karşıaktarımını öğrenmeye çalışmayı -tabiri caizse- başlıca hedef haline getirmekten kaçınılmalıdır; bu daha çok, keşfedilen bir şey olmalıdır. Benim deneyimime göre, karşıaktarım nadiren, doğrudan ‘Hastaya karşı ne hissediyorsun?’ diye sorularak keşfedilir.
Karşıaktarıma dair bazı unsurlar çoğunlukla gün içinde, oldukça kişisel anlarda hastayı düşünürken ortaya çıkar. Örneğin, yıllar önce görmediğim bir hastayı bir süpermarkette gördüğümü hatırlıyorum. Önce onu tanıyamadım ama sonra bu adamı görünce içimde ona doğru koşup ‘Merhaba, seni yıllardır görmedim!’ demek gibi aşırı dostane bir dürtü uyandı. Bu durumun beni etkileyen yanı, bu hastaya karşı içimde ne kadar sıcak duygular beslediğimin o ana kadar farkında olmayışımdı. Bir başka örnekse, bir hastayla seansı iptal etme düşüncesi bende yoğun bir dehşet duygusu yaratırken, başka bir hastada bunun son derece kolay ve rahatsız edici ölçüde zahmetsiz gelmesi olmuştu.
Bir meslektaşım, hem kendisinin hem de hastasının üye olduğu tenis kulübünde hastasını görmekten çekiniyordu. Hatta hastasının orada olacağı zamanlarda kulübe gitmekten kaçınıyordu. Ben bu durumu, hastasının daha iyi bir tenis oyuncusu olmasından kaynaklanan bir aşağılanma duygusuna bağlamıştım. Fakat gerçekten, neden hastasını kulüpte görmekten hoşlanmadığını sormamıştım. Nihayet sorduğumda ortaya çıktı ki, meslektaşımın tahammül edemediği şey, hastasının her zaman tenis oynadığı kişiymiş. Bu kişi, bazıları tarafından ‘kulüp psikopatı’ olarak adlandırılan, kadınları baştan çıkarıp sonra terk eden biriymiş.
Bu hastanın analizinde şimdi daha net olan tipik bir örüntü olduğu ortaya çıktı. Hasta bir süre analizine çok bağlı gibi görünürken, sonraki seansta birdenbire atmosfer radikal şekilde değişiyor, hasta mesafeli ve alaycı hale geliyordu. Meslektaşım, artık psikopatik olarak nitelendirilebilecek bu hastanın bir yanından ne kadar nefret ettiğini fark etti; bu yan her seferinde (hastayı) anlamaktan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Hasta, sözgelimi, kendisinin bu yanıyla birleştiğinde analist terk edilmiş oluyordu.
Bazen bu daha kişisel deneyimlerin bir kısmı süpervizyonda, süpervizyon alan kişinin hastanın bazı yönlerini kendi işleyişi içinde temsil etme biçiminde, yani paralel süreçte (parallel process) ortaya çıkabilir.. Ancak bu, zorla olmasını bekleyebileceğimiz bir şey değildir; gerçekleştiğinde ise çok aydınlatıcı olabilir. İlk örneğime bakınca, süpervizörümün yorumlarını tekrar ederken, belki de hastanın, çok itaatkar ve kendisine söylenenleri yapmaya meyilli bir parçasıyla özdeşleştiğim görülebilir.
ÖRNEK
Şu anda süpervizörlüğünü yaptığım bir kadın terapist (T), genç bir Fransız erkek hastayla (B) çalışıyordu. Bu genç adam, her gün iletişimde olduğu annesinin güçlü etkisi altındaydı. Annesinin bu müdahaleci tavrından kurtulmayı başaramıyor gibiydi, ama aynı zamanda belli bir gizemli tavrıyla bu müdahaleciliği teşvik de ediyordu. Öte yandan, dışlanma duygusundan da büyük bir korku duyuyordu ve hem bu gizemliliği hem de müdahaleciliği kışkırtan tavırları, dışlanma hissini nesnesine yansıtıyordu. Terapistine olaylara dair anlatılarda bulunduğunda genellikle meseleyi tam olarak açıklamazdı ve terapist de buna karşılık çok sayıda ‘netleştirici’ soru sorarak tepki verirdi. Bu sorularla birlikte, terapist -dışlanmaya tahammül edemeyen- anne rolünü fiilen yaşama geçiriyordu. Bu örüntü özellikle hasta bir kız arkadaşından söz ettiğinde devreye giriyordu: Hangi kız arkadaşından bahsettiği, ilişkinin ne kadar ciddi olduğu ya da aralarında tam olarak ne yaşandığı gibi konular muğlak kalıyordu.
Terapist T, ikinci süpervizyon vakasına başlamak üzereydi ve son birkaç haftadır, her ne kadar yeni vakayı başka bir süpervizöre götürecek olsa da, bu yeni vaka hakkında birkaç dakikalık kısa, gayriresmî sohbetler ediyorduk. Bana birkaç kez yeni hastası G.’nin çok ilginç bir sanatçı olduğunu söylemişti ve bu vakayı almaktan duyduğu heyecan çok belirgindi.
Benimle olan bir süpervizyon seansına, artık yeni vakaya başladığını, fena gitmediğini ve bu hastayla ilgili belirgin bir coşku hissettiğini söyleyerek başladı (bu heyecan, bana sunduğu vaka olan B.’de hiç yoktu). Ardından biraz mahcup bir şekilde, sunacak fazla materyali olmadığını belirtti. Resmi tatil nedeniyle bir seans iptal olmuştu; ayrıca diğer seansları yazıya dökmeye yeterince zamanı olmamıştı -çünkü G.’yi, B. seansından sadece 15 dakika sonra görüyordu. Aslında bana göre G.’den önce, B. hakkında yazmak için bolca zamanı vardı.
Ardından sunduğu seans, oldukça ölü bir havadaydı. Yorumlar yüzeyde makul görünse de, ikna gücünden ve canlılıktan yoksundu; daha çok görev icabı yapılmış gibiydi. Sunulan materyalde hasta, resmi tatil boyunca yeni kız arkadaşıyla geçirdiği heyecan verici zamandan söz ediyordu. Terapistine, kız arkadaşının evine gittiğini ve kızın onun ‘üzerine atladığını’ anlatmıştı. Ama bu yeni ilişkiye dair kendi duygularına dair pek bir şey aktarmamıştı. Seans boyunca terapist, hastanın onu soru sormaya teşvik etmeye çalıştığını, seansta zihinsel olarak pek de orada olmadığını belirtti. Hasta da buna görünüşte içgörülü bir biçimde yanıt verdi; hatta bir noktada şöyle dedi: ‘Aynen H.’nin (kız arkadaşının) dediği gibi -aklım başka yerde.’ Bu ifade doğru olabilir belki, ama bana kalırsa asıl işlevi, terapisti görev bilinciyle sürece dahil etmekti -yine çok az coşku ve inandırıcılıkla.
Hasta, Paris’e bir uçak yolculuğu yaptığı bir rüyasından bahsetti. (Paris, banliyöde büyümüş biri olarak onun için heyecanla ilişkilendiriliyordu.) Uçaktayken biraz dağınık haldeydi, pantolonun önü açıktı; uçaktan inerken pantolonunun önünü kapadığını söyledi. Bence bu, seansın atmosferini tam anlamıyla yansıtıyordu: Kız arkadaşıyla geçirdiği hafta sonu heyecanlı ve ‘fermuarı açık/iliklenmemişti’, ama terapistiyle yaptığı seans ‘iliklenmiş/kapalı’ ve kontrollüydü.
Bunları konuşurken, terapist birden, biraz endişeli ama açık bir içtenlikle, ‘Bir şey hissediyorum… kelimeyi tam bulamıyorum ama… kıskanıyorum, evet, kız arkadaşını kıskanıyorum’ dedi. Ardından da, hastanın bir anda terapiden ayrılmasından korktuğunu söyledi.
Bunun üzerine durumu şu şekilde yeniden yapılandırabildik: Terapist T., farkında olmadan, hasta tarafından sürekli dışlanıyor olmaktan dolayı uzun süredir öfke hissediyordu. Bu öfkeyi, yeni hastasıyla heyecan verici bir ilişki kurarak ve böylece B.’yi dışlayarak eyleme döküyordu. B. ile olan tutuk ve ‘iliklenmiş’ ilişki, yeni hastayla yaşanan coşkunun yanında silik kalıyordu. Bu sahneleme, süpervizyon süresinin bir kısmını G.’den konuşmaya ayırarak ve daha da somut olarak, artık B. seanslarını yazmaya zaman ayıramayacak şekilde G.’yi onun zaman dilimine yerleştirerek hayata geçirilmişti.
Tabii ben de, farkında olmadan, bu sahnelemeye destek olmuştum -çünkü G vakası benimle ilgisi olmayan bir süpervizyondu. Yeni hasta ve onunla yapılacak olası ilginç süpervizyon ilişkisi konusunda kıskançlık hissettiğimi fark ettim; ve bu kıskançlıkla, kendimi pek de uygun olmayan bir biçimde bu sürece dahil ettim.
Bu sahnelemenin ve onun getirdiği içgörülerin hem bana hem de süpervize ettiğim terapiste faydalı olduğunu düşünüyorum. Böyle şeylerin ortaya çıkmasına imkân tanıyan bir atmosferin olması çok kıymetli. Paralel süreçler ortaya çıktığında genellikle çok öğretici olur. Ancak böyle süreçlerin yaşanmasını zorlayamazsınız -kendiliğinden olur.
Sonuç
Bu kısa bölümde, psikanalitik sürece dair belirli inançlarımız olsa da, bunları sürdürmenin ne denli zor olduğunu tartışmaya çalıştım. Filozof Burnyeat, ‘inanmanın kırılganlığı’ dediği bir kavramdan söz eder ve bir Platon diyaloguna atıfta bulunur: Bu diyaloğa göre, kişi Sokrates’in görüşlerini doğru bulur ve onlara inanır, fakat bunları sürdüremez ya da bu doğrultuda hareket edemez. Sanki Sokrates ortamdan çekildiği anda, bu inanç da zihninde dağılır.
Benim anlayışıma göre yorumlar, değişimi olduğu kadar değişimin kendisini, çoğu zaman, analistin içinde gerçekleşen bir değişimi de yansıtır. İyi bir yorumun hem temsil ettiği hem de ilettiği anlayışı, yorumun kelimeleriyle karıştırmak, bir tür somutluk tuzağına düşmektir. Pek çoğumuz bu farkı kabul ediyor olsak da -sanırım- özellikle hastalarımızla çalışırken ve burada da ileri sürdüğüm gibi, süpervizyonda bu pozisyonu korumak oldukça güçtür.
Psikanaliz ‘imkânsız bir uzmanlık alanı’ olarak tanımlanmıştır; diğer tanıdık imkânsız alanlar ise hukuk ve eğitimdir. Süpervizyonun, analitik anlayışı artırmaya yönelik bir çaba olduğu, dolayısıyla eğitsel bir yönü bulunduğu ve süpervizörün kurumu temsil ettiği, bazı yasama ve denetleme işlevlerini üstlendiği göz önüne alındığında; süpervizör olmanın, üç imkânsız mesleği aynı anda icra etmek anlamına geldiği rahatlıkla söylenebilir.
Bir yanıt yazın