İç Dünyanın Kökenleri (3. Bölüm)

Okuyacağınız metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice‘in [Psikanalize Giriş: Çağdaş Kuram ve Uygulama] 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

Şaşkınlıkla fark ederiz ki çocuk, dürtüleriyle birlikte hâlâ yaşamaktadır…

(Freud, 1900, s. 191)

Freud bir Darwinciydi. Yetişkin zihninde evrimsel ve gelişimsel tarihin izlerini gördü ve psikolojik rahatsızlıkların, en iyi şekilde, nevrotik belirtilerin çocukluk kökenlerine kadar izlenerek açıklanabileceğine inanıyordu. Bu inançtan hareketle, ünlü aforizmasını dile getirmiştir: “Histerikler, çoğunlukla anılardan muzdariptir.” (Freud, 1895b, s. 7). Freud ayrıca, hastalık durumunda sinir sisteminin daha ilkel işleyiş biçimlerine gerilediğini savunan İngiliz nörolog Hughlings-Jackson’ın görüşlerinden de etkilenmiştir (Sulloway, 1979’da tartışıldığı üzere).

Freud için de, Wordsworth için olduğu gibi, “çocuk yetişkinin babasıdır [the child is father [sic] to the man].” Bunun klinik açıdan iki önemli sonucu vardır. Birincisi, korkularımızın ve fantezilerimizin, kuşku ve zorluklarımızın çoğunun daha önceki yaşam dönemlerinden kalmış, yetişkin dünyasında anakronik (zaman dışı) kalıntılar olduğunu öne sürer. İkincisi, bilinçdışında varlığını sürdüren ve yetişkinin düşünce ve davranışlarını etkilemeye devam eden “içimizdeki çocuk [child within]” (Sandler, 1992) konusunda daha bilinçli ve hoşgörülü olmamıza yardımcı olur.

Bu bölümde, sağlıklı yetişkin psikolojisinin kanıksadığımız özelliklerinin – güvenli bir kendilik algısı, istikrarlı kendilik-nesne ayrımı, hem yakınlık hem de yalnız kalabilme kapasitesi, düzenlenmiş ve modüle edilmiş bir duygusal yaşam, kendinin ve ötekinin farkında olma ve yeterince iyi bir öz-değer duygusu – bebeklik dönemindeki farklılaşmamış durumlardan nasıl ortaya çıktığını ele alan psikanalitik kuramları inceleyeceğiz. Ayrıca, yetişkinlikte bu alanlarda yaşanan güçlüklerin kökenlerinin, erken dönem zihinsel gelişim süreçlerinde nasıl yer aldığını da ele alacağız. Bunu yapmadan önce, önceki bölümde tartışılan kuramsal yaklaşımlarla ilgili bazı genel temaları gözden geçirmemiz gerekiyor.

“Evreler” [stages] ve [versus] dönemler (phases)

Freud (1905) erken dönem yazılarında, psikolojik gelişimi bireylerin olgunluğa doğru ilerlerken içinden geçtikleri bir dizi “evre [stage]” olarak görmüş (oral, anal, fallik ve genital evreler) ve patolojinin, bu evrelerden herhangi birinde yaşanan bir “tutukluluk”tan [arrest] kaynaklandığını ileri sürmüştür.

Modern psikanaliz bu modeli birçok önemli yönden değiştirmiştir. İlk olarak, her bir evre, başlangıçta öne sürüldüğü gibi, basitçe belirli bir organla ya da “erotojenik bölgeyle [erotogenic zone]” eşleştirilemez. Anne ile yenidoğan bebek arasındaki dokunsal temas ve karşılıklı bakışın gözlemlenmesi bile, yenidoğanın dünyasının sadece “oral [oral]” değil, aynı zamanda dokunsal, kokuya dayalı ve görsel bir deneyim olduğunu anlamaya yeterlidir. “Fallik [phallic]” dönemdeki 3 yaşındaki bir çocuğun zihinsel meşguliyetleri, arzuları ve korkuları, ancak çok dolaylı bir biçimde, cinsel organlara sahip olmanın verdiği haz ve gurur ya da onları kaybetme korkusu etrafında dönen temalarla ilişkilendirilebilir. Bu nedenle Freud’un sözünü ettiği “bölgeler [zones]”, çocuğun gelişiminin farklı evrelerinde zihnini meşgul eden çeşitli varoluşsal temaların [existential themes] birer kısa ifadesi ya da metaforu olarak görülmelidir. Erikson’un (1963) evreleri -güvene karşı güvensizlik, özerkliğe karşı utanç, girişimciliğe karşı suçluluk- her biri, çocuğun dünyaya karşı geliştirdiği temel tutumu yansıtan önemli bir meseleyi temsil eder ve belirli bir beden bölgesinin ön planda olmasından çok daha fazlasını anlatır.

Üçüncüsü, belirli “evreler”in kesin yaş aralıklarıyla sınırlı olduğu fikri tartışmalıdır. Örneğin, “anal [anal]” dönem genellikle yaşamın ikinci yılına denk gelir ve çocuğun kontrol becerilerinin gelişmesini ve ebeveyn dayatmalarına karşı koyabilme yetisinin artmasını yansıttığı düşünülür. Ancak Stern’in (1985) belirttiği gibi, bir çocuk “Hayır!”ı 4 aylıkken bakışını kaçırarak, 7 aylıkken jestlerle, 14 aylıkken kaçarak ve 2 yaşında ise sözel olarak ifade edebilir.

Psikolojik ontogenezi [Ontogenez: Birey oluş. Organizmanın varoluşundaki genetik kodlarına dayanan gelişimi.] düşünmek için çağdaş bir çerçeve şunları içerir:

1. Gelişim önceden belirlenmiş değildir; çocuk ile onun kişilerarası dünyası arasındaki etkileşimler tarafından şekillendirilir.

2. Farklı gelişimsel yollar mümkündür ve bunlardan yalnızca bazıları belirli bir çevrede ortaya çıkacaktır.

3. Freud’un “evreleri” yaşam boyunca potansiyel olarak etkin kalan gelişimsel hatlar olarak varlıklarını sürdürür ve stres zamanlarında yeniden harekete geçebilirler.

4. Çevresel travmaların etkisi, yaşam döngüsünün herhangi bir aşamasında gelişim sürecini rayından çıkarabilirken, erken yaşamda yaşanan olumlu deneyimlerin koruyucu bir etkisi vardır (Westen, 1990).

5. Olgunlaşma süreçleri [maturational processes] yaşam döngüsü boyunca devam eder. Ergenin ruhsal yapısı [psyche] (ve beyni [brain]) erken gelişimsel temaları yeniden işler ve Jung’un (1916) inandığı gibi, hayatın ikinci yarısı da önemli yeni meydan okumaları beraberinde getirir.

Örnek: Güvenemeyen kadın

Martha, kocasının -kendi ifadesiyle- “takıntılı bir yalancı” olduğunu fark ettiğinde derin bir sıkıntıya kapıldı ve terapiye başladı. Kocası yalnızca ilişkileri hakkında değil, geçmişi ve şimdiki yaşamına dair birçok konuda da baştan sona bir yalan ağı örmüştü. Martha, tutumlarında resmî ve düzgün, aynı zamanda hafifçe mesafeli biriydi; çocukluğunu savaşta olan babasının dönmesini bekleyerek geçirdiğini hatırlıyordu. “Yakında dönecek,” denmişti ona, o ise pencere kenarında oturmuş, bekliyor ve gözlüyordu -ama babası asla geri dönmedi. Çünkü ölmüştü. Onu büyüten annesi ve dedesi bunu biliyorlardı. Martha bu konuyu, annesiyle, annesinin hayatının son döneminde bile hiç konuşmamıştı. Martha’nın ilişkileri -analistiyle olan ilişkisi de dahil- saf bir güven ile duygusal geri çekilmenin iç içe geçtiği bir örüntü sergiliyordu.

Burada bir “ilişki teması”nın [relationship theme] -güvenin ihanete uğramasının- bir kişinin yaşamına nasıl bir gelişim hattı olarak nüfuz edebileceğini ve analitik çalışmanın odak noktası haline gelebileceğini görüyoruz. Martha için bu tema, eve hiç dönmeyen “güvenilmez” babadan sadakatsiz kocaya; ve çıkarımsal olarak, en erken ilişkisine -yasını inkâr ettiği ve bu nedenle yasını tutamadığı dul haliyle keder içinde olan, bebeğinin ihtiyaçlarına duyarlı ve güvenilir bir şekilde karşılık veremeyen annesine- kadar uzanıyordu. Tüm bunlar, analistin öngörüsüne göre, aktarımda yeniden sahnelenecek ve Martha’nın güvenmeyen dikkatli bakışlarından süzülerek görülecekti.

İçsel nesnelerin kökeni

Freud (1915), bebeğin “ilksel fanteziler”e [primal phantasies] sahip olduğunu varsaymıştır -yani, ebeveynler arası cinsel ilişkiye (ilksel sahne [the primal scene]), hadım edilme [castration] ve ödipal baştan çıkarma [oedipal seduction] gibi durumlara dair filogenetik olarak yerleşik bir bilgiye sahip olduğunu öne sürmüştür. Klein (1952) ve Isaacs (1943) bu fikri genişleterek, bebeklerin “meme [breast]”, “penis [penis]”, “üretra [urethra]” vb. gibi öğelere dair önceden oluşmuş bilgileri olduğunu, bu bilgilerin erken ve sonraki deneyimlerini şekillendirdiğini savunmuşlardır. Bu görüşe göre, “içsel nesne”ye [internal object] dair fantezi -örneğin “ağızdaki meme” -beslenme, cinsellik ya da bilgiyi içselleştirme gibi tüm inkorporatif [incorporative]) etkinliklerinin bir prototipi haline gelir. Bu yaklaşıma göre, “içsel nesne”nin doğası -çocuğun onların özgün “öteki”nin temsili- öncelikle intrapsişiktir [intrapsychic] ve zamanla ilgili gerçek nesnenin davranışlarıyla kademeli olarak değişikliğe uğrar. Fanteziler, yalnızca çocuklarda değil yetişkinlerde de ruhsal yaşamı etkilemeye devam eder; her düşüncenin bilinçdışı olduğu kadar bilinçli çağrışımları ve yankıları da vardır.

Ancak Freud, içsel nesnelerin yalnızca doğuştan gelmediğini, aynı zamanda özdeşim [identification] ve içselleştirme [internalisation] yoluyla, bireyin erken yaşamını kuşatan özgül ilişkileri de yansıttığını fark etmiştir. Bu nedenle şöyle yazar: “Nesnenin gölgesi benliğin üzerine düşer” (Freud, 1917, s. 249) ve “Benliğin [ego] karakteri, terk edilen nesne yatırımlarının bir çökeltisidir ve bu nesne seçimlerinin tarihini sürdürür” (Freud, 1923, s. 63). Süperegonun, ebeveyn yasağının içsel bir temsili olarak kavramsallaştırılması, bunun en çarpıcı örneğidir. İlksel fanteziye dayalı intrapsişik modele karşılık olarak, Fairbairn (1952b), Bowlby (1988) ve ilişkisel psikanalistler (Mitchell & Aron, 1999), içsel dünyanın nesnenin gerçek davranışı tarafından şekillendirildiğini savunan interpsişik [interpsychic] bir yaklaşım benimsemişlerdir -örneğin, memenin ne kadar sevgi dolu (ya da yoksun bırakıcı) olduğu, babasal yasağın ne kadar tehditkâr olduğu gibi. Padel (1991), içselleştirilen şeyin bir “nesne [object]” (örneğin bir “anne” ya da bir “penis”) değil, bir ilişki [relationship] olduğunu ve bireyin rol değişimi yoluyla bu ilişkinin her iki “ucuyla” da özdeşim kurabileceğini belirtir -bu da, aile içi kuşaklar arası istismarın aktarımında, bir kuşakta istismar edilen çocuğun bir sonraki kuşakta istismarcıya dönüşmesi biçiminde ortaya çıkabilir.

Bion (1962) daha orta bir pozisyon benimseyerek hem intrapsişik hem de interpsişik etkenlere önem verir ve bakımverenin davranışını, içsel zihinsel yapıların etolojik anlamda bir “uyandırıcısı [releaser]” olarak görür. Ona göre “meme”nin besleyici işlevi, her zaman gerçekleşmese de, bebekteki potansiyel bir düşünceyi (onun terimiyle bir “ön-kavramlaştırma”yı [pre-conception]) aktüel bir fanteziye ya da içsel nesneye (Bion’un terimiyle bir “kavrayış”a [conception]) dönüştürme kapasitesine sahiptir. Bu model, Chomsky’nin (1965) dil gelişimine dair görüşüyle karşılaştırılabilir: Chomsky’ye göre, “derin yapı”ya [deep structure] veya konuşma potansiyeline sahip bir mekanizma (Dil Edinim Aygıtı [the Language Acquisition Device]), çocuğun içine doğduğu dilsel çevreye bağlı olarak belli bir lehçeye dönüşür. Benzer şekilde, psikanalitik anlamda çocuk da bir “Fantezi Edinim Aygıtı”na [Phantasy Acquisition Device] sahip olarak görülebilir. Bu modelin klinik önemi ise, terapistin kendi “meme-zihin”ini [breast-mind] kullanarak hastanın zihninde daha önce keşfedilmemiş gelişimsel yolları harekete geçirmesiyle ilgilidir.

Belleğin doğası

Bu tartışmayla ilişkili bir diğer konu ise belleğin nasıl kavramsallaştırıldığıdır. Freud’un “anımsamalar”ı [reminiscences], psikanalitik çalışmanın hammaddesini oluşturan unsurlardır ve farklı şekillerde ele alınabilirler. Tulving (1985), belleği şu üç türde sınıflandırır:
(a) “İşlemsel bellek [procedural memory]”: Bebekken nasıl tutulduğumuza, nasıl ele alındığımıza dair sözel olmayan bir temsildir ve Klein’ın (1946) “duygu halinde anılar [memories in feeling]” kavramına benzer.
(b) “Anlamsal bellek [semantic memory]”: İçinde yetiştiğimiz çocuk yetiştirme kalıplarını ve aile kültürünü yansıtan etkileşim örüntüleri ya da “senaryolar”dır [scripts] (Byng-Hall, 1991).
(c) “Episodik bellek [episodic memory]”: Gerçekte hatırlanabilir anılar ya da olaylara ilişkin bellektir.

Her ne kadar çok az kişi 2 yaşından öncesine dair epizodik anılara sahip olsa da, erken dönem ilişki örüntüleri dünyayı nasıl deneyimlediğimizi ve ilişki kurduğumuzu etkilemeye devam eder (“anlamsal bellek”). Psikanalitik bakış açısından, bu örüntülerin izleri aktarımda kendini gösterir. Tıpkı cinsel sevginin [love] davranışsal tezahürlerinde bebeklik döneminden kalma davranış izlerinin -karşılıklı bakışma, dokunma, emme, yoğun ayrılık kaygısı ya da üzüntü gibi- bulunması gibi, fantezi de özellikle duygusal yoğunluk anlarında yetişkin zihinsel yaşamını şekillendirmeye devam eder. Sağlıklı durumda bu, duyguları zenginleştirir ve derinleştirir: müzisyenlerin en yüce anlarda çalarken dudaklarıyla ilkel emme hareketleri yaptıkları gözlemlenebilir. Ancak psikolojik rahatsızlıklarda, kişideki “ilkel [primitive]” duygular kolayca tetiklenebilir ve bilişsel değerlendirme tarafından düzenlenemez. Bu tür duygusal tepkiler, aktarım yoluyla ve anakronistik [anachronistic] biçimde ortaya çıkabilir. Bir terapist, sakin bir şekilde, zorunlu olarak bir seansı kaçırmak zorunda kalacağını açıklayabilir. Çocukluğu boyunca birden fazla bakıcı tarafından yetiştirilmiş biri, buna anında öfkeli ya da sarkastik bir şekilde şöyle tepki verebilir: “Ah, benden kurtulmak için sabırsızlandığınızı görüyorum.”

Burada ilgili olan, Freud’un “nachträglichkeit” kavramıdır; bu terim çeşitli şekillerde “sonradan etki [deferred action]”, “sonradanlık [afterwardness]” ya da Fransızcada “après-coup” olarak çevrilmiştir (Perelberg, 2006). Nachträglichkeit, Kierkegaard’ın ünlü aforizması olan “Hayat ileriye doğru yaşanır, ama geriye doğru anlaşılır” sözünün bir ifadesi olarak görülebilir. Psikanalitik açıdan asıl mesele, hatırlanan bir olayın anlamı ve önemi kadar, bu anlamın kişinin şimdiki zihin durumu tarafından da -olayın gerçekleştiği zamandaki kadar- şekillendirilmesidir. Freud, bilinçdışının kronolojik zamanla sınırlı olmadığını öne sürer; dolayısıyla zaman akışı çift yönlü olabilir: “Çocukluk travmaları, sanki taze yaşanmış deneyimlermiş gibi ertelenmiş bir tarzda etkide bulunurlar; ancak bunu bilinçdışı düzeyde yaparlar” (Freud, 1896, s. 354). Bu nedenle, çocuklukta yaşanan cinsel istismar, o an için belirsiz bir teselli unsuru barındırsa bile, geriye dönük olarak utanç verici ve istismarcı bir deneyim olarak yaşanabilir. Belleklerin bu akışkanlığı artık nörobilimsel destek de bulmuştur (Gorman & Roose, 2011); çünkü bir olay ve ona eşlik eden duygusal yaşantı hatırlandığında, bu anı ya yeniden pekişebilir [reconsolidation] ya da geçersiz kılınarak çözülmeye [deconsolidation] uğrayabilir.

Bu durum, aktarım paradoksuyla doğrudan ilişkilidir; aktarımda geçmiş “tekrarlanır” ama aynı zamanda yeni bir deneyim olarak sorgulanır. Örneğin, terapistten gelen şefkatli bir duyarlılık, ihmal ya da istismara dayalı belleğe dayalı beklentileri geçersiz kılabilir. Buradaki “sonradan etki”, geçmiş anıların şimdiki koşullar ışığında yeniden gözden geçirilebildiği bir tür ters aktarım [reverse transference] işlevi görür. Olumlu biçimleriyle bu “güncelleme [updating]” süreci, psikanalizi mümkün ve etkili kılan temel unsurdur.

Nachträglichkeit’in uç biçimleri, görünen epizodik anılar bile yaratabilir ve bu durum, terapist ile danışanın birlikte hareket ederek (ödipal “üçgenleşmeyi” [oedipal “triangulation”] atlayarak ve/veya fantezi-gerçeklik sınırını zihinselleştirmeksizin), aslında doğrulanabilir kanıttan yoksun olan sözde istismar anılarını gerçekmiş gibi kabul ettiği “sahte anı/bellek sendromu”na [false memory syndrome] katkıda bulunabilir (Pope, 1996; Birksted-Breen, 2003). Stern’in (1985, s. 46) ifadesiyle: “Gelişim, tarihte geride bırakılmış olayların bir sıralanışı değildir. O, sürekli güncellenen bir süreçtir.”

“Klinik” bebek ve “gözlemlenen” bebek

Son olarak, bebeklik dönemi yakın zamana kadar adeta bir tabula rasa -yani teorisyenlerin, psikanalistler de dahil, kendi meşguliyetlerini ve ideolojilerini yansıttıkları boş bir ekran- olarak görülmekteydi. Ancak erken bebek-ebeveyn etkileşimine dair ayrıntılı gözlemsel çalışmaların ortaya çıkmasıyla birlikte, “klinik [clinical]” bebeğin karşısına “gözlemlenen [observed]” bebek (Music, 2017; Stern, 1985) çıkmış ve kuramcılarına adeta “karşılık verebilmiş [speak back]”, ona atfedilmiş yanlış anlamaların bir kısmını düzeltme imkânı doğmuştur.

Bu önbilgileri akılda tutarak, şimdi doğumdan başlayarak kronolojik bir sırayla psikolojik gelişimin psikanalitik açıklamasına geçeceğiz.

İki kişilik dönem [phase]: savunma mı yoksa yoksunluk mu?

Freud’a (1916–1917) göre, üç kişilik Ödipal kompleks “nevrozların çekirdeği”ydi [kernel of the neuroses]. Psikanalitik hareketin erken dönemlerinde, Ödipus’un merkeziliğine duyulan inanç, psikanalizin ayırt edici özelliğiydi; adeta sorgulanamaz bir dogmaydı. Bu nedenle, kendi analisti Abraham’ın gelişim şemasından yola çıkan Melanie Klein, yaşamın ilk aylarına yöneldiğinde bu dönemi “ödipal öncesi [pre-ödipal]” olarak adlandırması doğaldı. Ancak Balint (1952), Rickman’ı (1950) takip ederek daha nötr terimler olan “iki kişilik [two-person] ve “üç kişilik [three-person]” evreleri tanıttı.

Bu tartışma, yalnızca terimsel bir anlaşmazlığın ötesinde önemli sonuçlar doğurur. 2. Bölüm’de gördüğümüz üzere, Freud’un modeli esasen çatışma [conflict] temelliydi. Ona göre nevrozlar, bir yandan uygarlığın talepleriyle, diğer yandan içgüdülerin talepleri arasındaki uyuşmazlıktan ve ebeveynlerden ayrıcalıklı bir sevgi istemi ile bunun doğuracağı rekabet korkusu arasındaki gerilimden kaynaklanır. Freud, bilinçdışı ensest arzularının her yerde bulunduğunu vurgular ve bu arzuların bilinç düzeyine ulaşmasının her ne pahasına olursa olsun engellenmesi gerektiğini, bunun da ilksel bastırma yoluyla mümkün olduğunu savunur.

Kernberg (1984) ve Segal (1986) gibi Klein’cılar, çatışma–savunma modelini [conflict-defence model] bebeklik dönemine kadar genişletirler; bu dönemde, bebeklerin bakımverenlerine duydukları sevgi ile, onların yokluklarına ve taleplerine anında yanıt vermemelerine karşı duydukları nefret arasında bir mücadele vardır. Diğer bazı kuramcılar -özellikle Kohut (1977) ve Winnicott (1965)- ise sorunları bir yoksunluk [deficiency] temeline dayandırırlar: Sağlıklı gelişim için gerekli olan yaşamsal bileşenlerin, özellikle annesel empati ve duyarlılığın eksikliği. Hem savunma hem de yoksunluk modelleri, psikolojik rahatsızlıkların ve bunların psikanalitik olarak nasıl iyileştirilebileceğinin anlaşılmasına katkı sağlayabilir (ayrıca bkz. Bölüm 11).

Yaşamın ilk haftaları: “otizm” ya da simbiyoz

Freud, yenidoğanın ruhsal durumunu çatlamamış bir civcivin durumu ile karşılaştırmıştır: “Dış dünyanın uyaranlarına kapalı bir ruhsal sistem; hatta beslenme gereksinimlerini bile otistik biçimde karşılayabilen bir yapı…” (Freud, 1911, s. 218; Hamilton, 1982). Bu görüş, Mahler, Pine ve Bergman’ı (1975) “normal otizm [normal autism]” evresini tanımlamaya, Freud’u ise (1914) tartışmalı “birincil narsisizm [primary narcissism]” kavramını ortaya atmaya yönlendirmiştir. Birincil narsisizm, diğerlerini sevebilme kapasitesinden önce gelen, çatışmasız bir kendini sevme hâlidir ve yenidoğanın kendine dönük, haz dolu, sadece kendisiyle ilgilenme haline dayanır.

Devam ediyor… (67. sayfa)

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir