Yazar: Editör

  • Kişilik Dönüşümleri – Dr. Nancy McWilliams ile Röportaj

    Nancy McWilliams, Rutgers Üniversitesi’nde emekli bir konuk profesör, öğretmen, danışman ve klinik terapiyle ilgili çeşitli çalışmaların saygın yazarıdır. Psikanalitik Tanı (1994) ve Psikanalitik Psikoterapi (2004) gibi eserlerin de yer aldığı yazıları 20 dile çevrildi. McWilliams, 1969’da psikanaliz gördükten sonra hayatını psikanalitik psikoterapiye adamaya karar verdi.

    Bu yıl Schizofrenidagene’nin son gününde Katarsis, McWilliams’la bir araya gelerek kişilik sorunları, psikoterapinin kadınlaştırılması ve psikanalizin katartik güçleri hakkındaki görüşlerini tartıştı.

    – Hoş geldiniz, Nancy McWilliams.

    – Teşekkür ederim, burada olmak benim için bir zevk.

    – Bugün gördüğünüz hastaların, kariyerinizin önceki dönemlerine kıyasla farklı kişilik sorunlarıyla mücadele edip etmediğini sorarak başlamak isterim.

    – İnsanların artık daha önceye kıyasla daha derin narsisistik sorunlarla mücadele ettiğini görüyorum. 1960’lara kadar narsisizm üzerine bir literatürümüz bile yoktu. Daha önce, daha az sayıda hasta, kim olduklarını bilmeme veya kendi önemleri konusunda sürekli güvenceye ihtiyaç duymakla ilgili semptomlar gösteriyordu. Ayrıca sınır düzeyindeki insan sayısının da artması, travma ve ihmalin günümüzde daha büyük sorunlar olduğunu gösteriyor. Günümüzde insanlar tutarlı bir kimlik ve özsaygı duygusu bulmakta gerçekten zorlanıyorlar.

    – Sizce bu değişimi daha fazla narsisizm ve duygusal istikrarsızlığa iten şey neydi?

    – Genel olarak, günümüz insanları için önemli olduklarını hissetmenin ne kadar zor olduğu çıkarımını yapabiliriz. İnsanlar, evrimleştiğimiz geleneksel toplumlardan ziyade bu uçsuz bucaksız ve genişleyen küresel toplulukla kendilerini karşılaştırıyorlar. Bugünlerde gelişmek daha zor. Daha çok dünyayı yok ettiğimize dair bir his var.

    – Bu konu veya zorluklar tedavi odasında nasıl gündeme getiriliyor?

    – Birçok genç bunu oldukça açık bir şekilde ifade edecektir. Hatta dünyanın hayali, saf bir durumuna duyulan nostalji anlamına gelen ‘solastalgia’ diye bir terim bile var. Bence bu, bir zamanlar bu masum, mükemmel yerin var olduğunu anlatan Cennet Bahçesi (The Garden of Eden) fantezisinin bir çeşidi. Çoğu zaman insanlar, bir fark yaratmak için neler yapabilecekleri konusunda gerçekçi olabilmek adına belirli türden sınırlamaları kabul etme sürecinden geçmek zorunda kalırlar. Bir terapist olarak insanların değiştirilemeyecek şeyler için üzülmelerine ve neyin değişebileceğini bulmalarına yardımcı olmak benim işim.

    “İNSANLAR, EVRİMLEŞTİĞİMİZ GELENEKSEL TOPLUMLARDAN ZİYADE BU UÇSUZ BUCAKSIZ VE GENİŞLEYEN KÜRESEL TOPLULUKLA KENDİLERİNİ KARŞILAŞTIRIYORLAR.’’

    Bir Mesleğin Kadınlaştırılması

    – Kariyeriniz boyunca terapistlik mesleğinin tipik kişiliği değişti mi?

    – İlginç bir soru. Psikoterapi kadınlaşıyor. Bir alan kadınlaştığında, onu sırf kendisi için seven, gerçekten insanlara yardım etmek isteyen, o alana derinden meraklı insanları kendine çeker. Bu yüzden kadın mesleği haline geliyor. Bu çok şaşırtıcı olmayabilir çünkü geleneksel olarak kadınlıkla ilişkilendirilen değerler, bu mesleği içsel olarak aydınlatır; ancak bu durum beni aynı zamanda endişelendiriyor.

    – Kadınlaştırma eğilimi sizi neden endişelendiriyor?

    – Çünkü meslekler feminenleştiğinde statülerini kaybetme eğilimindedirler. Hemşirelerimiz bir zamanlar erkekti ve daha iyi muamele görüyorlardı. Sekreterler bir zamanlar erkekti ve onlara daha iyi davranılıyordu. Mesleğimizin çok fazla erkek kaybetmesinden endişeleniyorum. Daha az idealize edilmiş bir meslek olmanın avantajlarından biri, bu alanın, onu kendi kişisel hırsları için kullanan çok fazla narsist insanı çekmemesidir.

    Psikanalizin Etkisi

    Dr. McWilliams’a kendi yazma stilini ve psikanalizin bir yazar olarak McWilliams’ı nasıl etkilediğini sorarak devam ettim.

    – Hem Sigmund Freud’un hem de çok kişisel ve jargonsuz yazan Theodore Reich’ın yazım tarzlarından etkilendim. Bir alan olarak psikanaliz, her türden gereksiz derecede karmaşık bir dil yaratmanın yükünü taşıyor. Freud gibi yazmak amacımın bir parçasıydı. Klinik dili sıradan insan deneyimine benzer hale getirdi. Eğer teorik bir prensibi açıklamaya çalışıyorsanız, bir hikaye anlatmalısınız. Ancak böyle onu hayata geçirebilirsiniz. Farklı kişilik dinamiklerini de bu şekilde öğretmeye ve göstermeye çalışıyorum.

    – Psikanaliz psikolojinin diğer alanlarını nasıl etkiliyor?

    – Diğer klinik yönelimlerin psikanalizin ilgilendiği fenomeni eninde sonunda yeniden keşfetmesi ama buna farklı bir şey demesi bana ilginç geliyor. Yeni metaforlar kullanıyorlar. Bir bakıma aynı insan hayvanına bakıyorsak hepimizin aynı şeyi keşfetmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bir yandan bunun eski şarabı yeni şişelere dökmeye benzediğini düşünüyorum.

    Deneyimden Öğrenmek

    – Daha önce 1969 yılında psikanalize girdiğinizi ve bunun sizin için dönüştürücü bir deneyim olduğunu söylemiştiniz.

     – Evet bu doğru.

    «… ANNE OLSAYDIM ÖLÜRDÜM.»

    – Vedalaşmadan önce merak ettim, psikanalize girmek sizin için neden bu kadar önemliydi?

    – 1950’li ve 1960’lı yıllarda çok az kadın annelik ile önemli bir kariyer arasında denge kurmayı başardı. Eskiden çok hırslıydım ve o zamanlar adını bile koyamadığımız cinsiyetçilik konusunda da oldukça bilinçliydim. Hem kariyer sahibi olmanın hem de anne olmanın imkansız olduğunu hissettim, her şeyi rasyonelleştirdim. Ama sonra, bizden öncekilerin yaptığı gibi psikanalize girdim ve rüyalarım üzerinde çalışıp serbest çağrışımlarımı takip ederken, sonunda rasyonelleştirmemin, anne olursam öleceğime dair derin bir bilinçdışı inancı koruduğunu keşfettim.

    – Gerçekten öleceğinize mi inanıyordunuz?

    – Biyolojik annemi dokuz yaşındayken kanserden kaybetmiştim ve sevgili üvey annem de ben üniversitedeyken aynı şekilde kanserden ölmüştü. Yani iki annemi kanserden kaybetmiştim ve ilkel zihnin hâlâ sahip olduğu bilinçdışı mantıkla, eğer anne olursan öleceğine inanıyordum. Sonunda bunun bilincine vardığımda bunun ne kadar mantıksız olduğunu fark ettim ve her iki rolü bir araya getirebileceğim yolları düşünmeye başladım. Eğer tahlilimi yaptırmasaydım belki de hiç çocuğum olmayacaktı. Kızlarım benim hayatımın en büyük zevkiydi, şimdi de torunlarım.

    – Psikanalize, bunu mesleki nedenlerden ve bizden öncekilerin yaptığı bu olduğu için yapacağımı düşünerek girdim, ancak daha sonra bana ve onlara özellikle yardımcı olan şeyin analiz olduğunu fark ettim. Bundan sonra tutumumu değiştirdim ve mümkün olduğu kadar derinlemesine çalışmak istediğim şeyin bu olduğuna karar verdim.

    Çevirmen: Enise ÜREK

    Kaynak

    katarsisuib.no/personality-transformations-an-interview-with-dr-nancy-williams

  • Psikodinamik Terapi 101 (Jonathan Shedler İle Röportaj)

    Daniel Carlat ile röportajım. (Jonathan Shedler)

    Kilit Noktalar

    • Hastanın semptomlarının psikolojik bağlamını anlamadan psikiyatrik tanıdan tedaviye geçmek neredeyse hiç işe yaramaz
    • Hiçbir zaman işe yarayan bir psikoterapi sürecine katılmamış olsalar da, bazı insanlar terapiye gittiklerine inanırlar.
    • Yalnızca müdahale ederek veya ilaç yazarak kendilerini “tedarikçi” olarak gören terapistler gerçek tedaviden uzaklaşıyorlar.

    Carlat Psikiyatri Raporu için Daniel Carlat ile yaptığım bu röportajda psikodinamik terapiden ve bunun standart psikiyatrik bakımdan ne kadar farklı olduğundan bahsediyorum. Kendiniz veya sevdiğiniz biri için hangisini isterdiniz? (Jonathan Shedler)

    Daniel Carlat: Psikiyatristlerin çoğunluğu hastalarını bir DSM (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı) tanısı geliştirerek ve bu tanı doğrultusunda bir tedavi seçerek değerlendirir. Psikoterapötik yaklaşımı farklı kılan nedir?

    Jonathan Shedler: DSM teşhis kategorileri, hastaların çoğu için duygusal acıyı anlamanın zayıf ve inanılmaz derecede kısıtlayıcı bir yoludur (bununla ilgili paylaşımımı okuyabilirsiniz.) Öncelikle hastaların çoğunluğu bize net teşhis kategorileri halinde gelmiyor. İkincisi, DSM’ye göre duygusal sıkıntıyı tıpkı saçkıran, diyabet veya grip gibi bir “hastalık” olarak düşünmek faydalıdır. Duygusal acıyı, acıyı yaşayan kişiden ayrılabilen kapsüllenmiş bir hastalık olarak ele alabileceğiniz kurgusunu besler. Ancak insanları tedaviye yönlendiren sorunların büyük çoğunluğu hayatlarının dokusuna yerleşmiş durumda. Sorun, hastanın neye sahip olduğundan çok, kim olduğu, yani dünyadaki varoluş biçimidir.

    DC: Yani bu, psikiyatrik bozukluklara farklı bir bakış açısı; hastayı tanıyla eşleştirmek yerine hastayı bir kişi olarak anlamaya daha fazla önem vermek.

    Shedler: Evet. Kişinin yaşadığı zorlukların anlamını ve bunların daha geniş psikolojik bağlamını anlamadan, psikiyatrik tanıdan tedavi kararına geçmek (birçok uygulayıcının artık eğitim aldığı gibi) nadiren faydalıdır. Örneğin depresyonu bir hastalıktan ziyade ateşin duygusal eşdeğeri olarak ele almak daha faydalı olacaktır.Ateş, soğuk algınlığından ebolaya kadar çok çeşitli altta yatan koşullara spesifik olmayan bir yanıttır. Bir hastanın ateşinin ölçülmesi teşhisin yalnızca başlangıcıdır. Aynı şekilde depresyon da, altta yatan çeşitli sorunlara verilen genel bir tepkidir. Hastalarımıza yardımcı olmak için “ateşe” neden olan altta yatan sorunları ele almalıyız.

    DC: Bize bu prensibin uygulamalı örneğini verebilir misiniz?

    Shedler: Bir psikiyatri asistanı ve ben, 15 yıldır psikiyatri tedavisi gören otuzlu yaşlarındaki bir hastayı tedavi etmeye çalışsak da başaramadık. Kronik depresyondan muzdaripti ve ilaç değişikliği talebinde bulundu. Hastamızla görüşmemizde mevcut durumunu, kendisini bu noktaya getiren gidişatı ve kendisini daha iyi hissedebileceği şeyler hakkındaki fikirlerini sorduk. “Daha önce psikoterapi gördüm, işe yaramıyor” dedi. Ancak sohbetimiz ilerledikçe onun hiçbir zaman gerçek bir psikoterapi sürecine girmediği ortaya çıktı.

    Birbiri ardına ilaç kullanıyordu ve kısa “kanıta dayalı” psikoterapilerden oluşan bir alfabe çorbasından (“alfabe çorbası” çünkü terapilerin hepsi üç veya dört harfli kısaltmalarla biliniyordu) geçmişti. Ancak bu terapilerin hiçbirinde kendisi veya öğrendikleri hakkında hiçbir şey söyleyemediği gibi herhangi bir terapistle olan ilişkisi hakkında da işe yarar bir şey söyleyemedi.

    Ancak bu hasta yıllardır terapide olduğuna inanıyordu. Peki bir psikiyatrist, bir hastanın terapiyi gerçekten etkili bir şekilde deneyip denemediğini nasıl anlayabilir?

    Shedler: Eğer kişi anlamlı bir tedavi görmüşse, terapi hakkında anlamlı bir şekilde konuşabilecektir. Hastaya şu soru sorulabilir: “Bana önceki terapinizden bahsedin. Terapistinizle aranız nasıldı? Kendiniz hakkında ne öğrendiniz?” Bu özel vakada çarpıcı olan şey, bu zeki hastanın psikoterapinin bir ilişki içerdiğine dair hiçbir fikrinin olmamasıydı.

    Terapistleri yalnızca çeşitli teknikler ve müdahaleler sağlayan “tedarikçiler” olarak görüyordu.

    DC: Sonuç olarak şunu sormalıyız: “Görüyorum ki biraz psikoterapi deneyimin var. Ne tür şeyler hatırlıyorsun?”

    Shedler: Kesinlikle. Ayrıca hastadan bize depresyonunu nasıl anladığı, kendisini bu kadar mutsuz eden ve yaşamdaki yolunu bu kadar acı verici kılan şeyin ne olduğu hakkındaki kendi görüşünü de anlatması istendi. Şaşırtıcı bir şekilde, hiç kimse ona bunu sormamıştı. Depresyonunun, üzüntüsünün ve boşluğunun bir anlamı olabileceği, üzerinde düşünülmesi ve potansiyel olarak anlaşılması gereken bir şey olduğu fikri tamamen yabancıydı.

    Terapide yaklaşık dokuz ay boyunca havadan sudan konuşmalar yaptı ve duygusal açıdan yüklü konulardan kaçındı. Doktorun, hastanın belirli düşünce ve konuşma konularını nasıl kendine sakladığını defalarca belirttiği dokuz aylık terapiden sonra hasta açılmaya başladı. Özel düşüncelerinde neredeyse herkesi fazlasıyla eleştirdiğini itiraf etti. Birisiyle tanışır, bir kusura odaklanır, sonra onu kınar ve hayatından silerdi.

    Kendisini diğerleriyle aynı merceklerden gördüğü gerçeği daha sonra ortaya çıktı. Sürekli kendini kınıyor ve saldırıyordu. Bu noktada, “depresyonunu” yeniden tanımlayarak psikolojik olarak ele alabildik. “Birine kötü davranırsan, azarlarsan, kötü davranırsan, canı yanar. Bu, kötü davrandığınız kişinin kendiniz olması durumunda da geçerlidir. Ortaya çıkan acı, sizin “depresyon” olarak adlandırdığınız şeydir. Tedavisinin dönüm noktası buydu.

    DC: Ama bu tedavi dokuz ay sürdü. Çoğu psikiyatristin haftalık terapiye gitmek için dokuz ayı yoktur.

    Shedler: Buna kim karar verdi? Psikiyatristler ne zaman bunu kabul etmeye bu kadar hazır oldular? Bu, tedaviye “teşhis koy ve reçete yaz” yaklaşımının sorunlarından biridir.
    Hastalarımızın kim olduğunu veya neye ihtiyaçları olduğunu asla öğrenemeyiz. Bu aynı zamanda kısa, manuelleştirilmiş psikoterapiyle ilgili bir sorundur. (bununla ilgili paylaşımımı okuyabilirsiniz.) Birçok hastanın kendilerini bize açması ve hatta bazı şeyleri kendilerine açması için zamana ihtiyacı vardır. Yani terapist ve hasta, gerçek terapi hiç başlamamışken terapiyi tamamladıklarına dair yanılsamaya kapılabilirler. Psikiyatristler, uygulamalarını 15 dakikalık ilaç kontrolleri etrafında şekillendirmek için ekonomik ve başka türlü baskılarla karşılaşabilirler, ancak bu, bunun iyi bir tedavi olduğu anlamına gelmez.

    DC: Anksiyete bozukluklarının tedavisinde kullanılan BDT (Bilişsel Davranışçı Terapi) yöntemleri hakkındaki düşünceleriniz neler? Panik bozukluklarına yönelik psikoterapi genellikle manuel, menü odaklı bir yaklaşımı izler ve bazen sonuçların yalnızca birkaç seanstan sonra görülebileceği iddia edilir.

    Shedler: Bu konuda pek çok araştırma var. İyi ilişki ve bağları olan ve diğer alanlarda iyi kapsüllenmiş bir semptomu oldukça hızlı bir şekilde tedavi edebiliriz. Ancak çoğu hasta bu şekilde teşhis konulmuş olarak gelmez. Klinik ve ampirik olarak hastaların çoğunluğunun çeşitli tanı kriterlerine uyduğunun ve semptomlarının kişiliklerinin veya psikolojik yapılarının bir fonksiyonu olduğunun farkındayız. Kısa, manuelleştirilmiş tedaviler, komplikasyonsuz panik bozukluğu olan yüksek işlevli hastalardan oluşan küçük bir alt grup için etkilidir. Araştırmalar kısa psikodinamik terapinin panik bozukluğunda etkili olduğunu gösteriyor.

    DC: Panik atak veya diğer anksiyete bozukluklarının tedavisine yönelik psikodinamik süreci açıklayabilir misiniz?

    Shedler: Başlangıç noktası paniğin korku olduğunun farkına varmaktır. Kişi bir şeyden korkuyor. Korkutucu olan dışsal ve açık olduğunda buna korku diyoruz. Korkutucu olanın deneyimi psikolojik anlamdan da yoksun değildir. Psikolojik bir boşlukta meydana gelmez. Terapi, neyin korkutucu olduğunu açığa çıkarmak ve onu gün ışığına çıkarmak için hastanın Hasta, gün ışığında bakıldığında aslında o kadar da korkutucu olmayan bir şeyden korkarak hayatını sürdürmek zorunda değildir. Panik bozukluğu olan hastalar başlangıçta bize neyin korkutucu olduğunu söyleyemezler. Bilmiyorlar. Bu yüzden onların iç dünyalarını keşfetmelerine ve korkularını dile getirmelerine yardımcı oluyoruz.

    DC: Bu sürecin BDT’nin “otomatik düşünceleri” ortaya çıkarma yönteminden farkı nedir?

    Shedler: Psikodinamik ve bilişsel yaklaşımlar bu alanda birleşmeye başlıyor. Psikanalist Aaron Beck’in bilişsel terapinin yaratıcısı olarak kabul edildiğini unutmayın. Bilişsel terapistler otomatik düşüncelerden bahsederken, psikodinamik terapistler hastanın çağrışım zincirini takip etmekten bahseder. Her iki durumda da amaç, hastanın zihinsel yaşamının normalde gözden kaçan alanlarına dikkat etmesine yardımcı olmaktır. Aradaki fark, psikodinamik terapide, kişinin içsel deneyiminin belirli yönlerini kelimelere dökebilmesinin çok fazla çaba gerektirebileceğinin kabul edilmesidir. Bir kişiye bir soru sorabilir ve tamamen doğru bir cevap alabilirsiniz. “Aklınıza daha ne geliyor?” diye sorarak soruyu daha da ilerletebilirsiniz ve yine doğru olan ama tamamen farklı bir cevap alabilirsiniz. Böylece her seferinde ek anlam katmanlarını keşfederek bu şekilde devam edebilirsiniz.

    DC: Bize panik atak yaşayan bir hastada kullanılan psikodinamik yaklaşımın bir örneğini verir misiniz?

    Shedler: Panik bozukluğu olan bir hasta, psikiyatri asistanlarımdan biri tarafından 12 haftadan kısa bir süre içinde başarıyla tedavi edildi. Hastanın genel olarak yüksek düzeyde veya kısıtlama olmaksızın açıkça konuşmaya ve onu nereye götürürse götürsün düşüncelerini takip etmeye teşvik ettik. Düşünceleri sürekli olarak kocasıyla ilgili memnuniyetsizliklere doğru gidiyordu .Ayrıca kendisi hakkındaki şikâyetlerine rağmen hiçbir zaman öfke göstermedi. Kendi öfkesinden korktuğunu anladık. Öfkenin yerini panik ataklar aldı. Onun ‘’Affect Phobia’’ denilen bir hastalığa, yani duygulardan ve onların ifadesinden duyulan korkuya sahip olduğunu söyleyebiliriz.

    DC: Peki bu nasıl ele alındı?

    Shedler: Terapi ilerledikçe öfkesini ve onu bastırmak için yaptığı çeşitli şeyleri fark etmeye başladı. Öfkesiyle ilgilenmenin ve onu kelimelere dökmenin sorun olmadığını anlamaya başladı. Sonuçta o kadar da tehlikeli olmadığı ortaya çıktı; ne onu, ne doktorunu, ne de kocasını mahvetmedi. Kendisinin bu kısmıyla daha rahat olmaya başladı. Öfkesini artık dayanılmaz ve yabancı olarak deneyimlemediğinde, duygusal ihtiyaçlarını daha iyi anlamaya ve bunları kocası da dahil olmak üzere başkalarına daha iyi iletmeye başladı. Hem içeride hem de dışarıda işler değişti.İçsel olarak duygusal yaşamın daha önce yabancı olan alanlarına erişim kazandı. Dışarıdan, ihtiyaçlarını tanımasına ve ifade etmesine izin verdiğinde onları daha iyi karşılayabildi. Paniğinin altında yatan psikolojik temalar terapi duygularını bastırdı ve doktoru bunun farkına varmasına yardımcı oldu. Yani kocasıyla olan etkileşim vardı. Aktarım terimiyle kastettiğimiz budur.

    DC: İlginç. Son olarak ne söylemek istersiniz?

    Shedler: Kendimizi, rolü yalnızca müdahale etmek veya ilaç yazmak olan “tedarikçiler” olarak görürsek, bu işi zengin ve ödüllendirici kılan şeylerden -anlamlı ilişkiler kurma, hastalarımızı gerçekten tanıma, onların hayatında fark yaratma fırsatından- uzaklaştırırız. İş artık bir çağrı değil, sadece bir iş. Bunun hem hastanın hem de doktorun ruhu için kötü olduğunu düşünüyorum.

    ***

    Yazar Hakkında: Jonathan Shedler, PhD, San Francisco’daki California Üniversitesi Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Bölümünde Klinik Profesördür. Jonathan Shedler, PhD, Facebook, Twitter

    Çevirmen: Enise ÜREK

    Referans

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/psychologically-minded/201311/psychodynamic-therapy-101 (9 Ekim 2023)

  • Ebeveyninizin Psikoterapisi Değil: Bugünün Psikodinamik Terapisi (Nancy McWilliams İle Röportaj)

    Nancy McWilliams ile Tamara McClintock Greenberg‘ın gerçekleştirdiği bir röportaj

    Yıllar boyunca birçok öğrenci bana psikodinamik terapi (psychodynamic therapy) ve psikanalize (psychoanalysis) olan ilgisinden dolayı bir kişiye teşekkür edebileceklerini söyledi. Bu kişi Nancy McWilliams’tır (Ph.D.).

    Dr. McWilliams, Psikanalitik Tanı: Klinik Süreçte Kişilik Yapısını Anlamak (Guilford Press, 1994) kitabının yazarıdır ve bu kitap şu anda 2011 yılında yayınlanmak üzere yenilenmektedir. [Psikanalitik Tanı Türkçe’ye de çevrilmiştir.] Pek çok başka yayının yazarıdır ve Psikodinamik Tanı Kılavuzunun yardımcı editörüdür. Psikodinamik psikoterapi, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet, travma ve kişilik yapısı konularında uluslararası düzeyde ders vermekte ve konuşmaktadır.

    Dr. McWilliams New Jersey’de özel muayenehanesinde çalışmaktadır.

    Psikanalitik Tanı’nın içeriği, ilk okumamın üzerinden yıllar geçmesine rağmen hâlâ bana ilham veriyor. En karmaşık hastaları bile anlamama yardımcı oluyor ve o kadar hassas bir şekilde yazılmış ki; yardım etmeye çalıştığım kişileri aşırı derecede patolojik olarak gördüğümü asla hissetmiyorum.

    Yakın zamanda Dr. McWilliams’la röportaj yapma şansım oldu ve umarım siz de onun görüşlerini benim kadar faydalı bulacaksınız. (Tamara McClintock Greenberg)

    Alana yeni başlayan öğrencilerin eğitiminde en yaygın olarak kullanılan psikanalitik ders kitaplarının ana yazarı olarak, öğrencilerin psikanalitik teori hakkında anlamalarını umduğunuz bir şeyi bana söyleyebilir misiniz?

    Dr. McWilliams: Umarım çağdaş psikanaliz teorilerinin, her ne kadar Freud’la başlamış olsalar da yüz yılı aşkın klinik deneyim, araştırma ve bilgi birikiminden faydalandıklarını anlıyorlardır. Öğrencilere sıklıkla Freud’un erken dönem teorisi öğretilir, ancak çoğu akademisyen psikanalitik fikirlerin evrimine aşina olmadığından, onlara psikanaliz alanının 1923 civarında kemikleştiği ve o zamandan beri deneysel olarak itibarsızlaştığı izlenimi veriliyor ve bunların ikisi de doğru değil.

    Psikanalitik terapi ile psikanaliz arasındaki farkı açıklayabilir misiniz?

    Dr. McWilliams: Psikanalitik terapi (psychoanalytic therapy), kısa veya uzun vadeli, yoğun veya yalnızca haftada bir kez ve çeşitli ruhsal acılar çeken hastalarla psikanalitik fikirlerin her türlü ruh sağlığı tedavisine uygulanma şeklidir. “Psikanaliz” terimi, psikanalitik teoriye, psikanalitik yönelimli topluluğa veya belirli bir tür ruh sağlığı tedavisine atıfta bulunabilir. Kelime tedaviyi belirtmek için kullanıldığında, kişiliğin derinlemesine araştırılmasını ve değişimini amaçlayan özel bir psikanalitik terapi türüne atıfta bulunur. Hasta haftada birkaç kez görülür ve ondan serbest çağrışım (free associate) yapması istenir. Çoğu zaman hasta bir divanda (couch) uzanır ve analist, analistin ne düşündüğü ve hissettiğine ilişkin fantezi de dahil olmak üzere hastanın fanteziye erişimini teşvik etmek için hastanın görüş alanının dışında oturur. Bu düzenleme, hastanın ana psikolojik sorunlarının seansların şimdi ve buradasında ortaya çıktığı ve tatmin edici olmayan yaşam kalıplarını anlama ve değiştirmenin yollarını bulmaya yönelik işbirlikçi bir çabanın konusu haline geldiği yoğun bir ilişkiyi teşvik etme eğilimindedir.

    Psikanaliz ve psikanalitik terapiye yönelik eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz? Eleştirilerin bazıları haklı mı?

    Dr. McWilliams: Psikanalize o kadar çok farklı eleştiriler geldi ki, bu cevaplanması zor bir soru! Freud’un kendisine yönelik eleştiriler bazen alanın tamamına yöneltilmiştir; bu, Darwin bazı şeyleri yanlış anladığı için çağdaş evrim teorisini çöpe atmak gibi bir şeydir. Freud’un insanoğluna yönelik eleştirileri -ki bunların çoğu haklıdır- onun ilk çalışmalarının ilham verdiği geniş alanla mutlaka alakalı değildir. Bence psikanaliz, çoğunlukla üniversite ortamlarının dışında geliştiği için haklı olarak eleştirilebilir, bu da mevcut psikanaliz fikirlerinin diğer alanlardaki bilim adamları tarafından anlaşılmasını ve ayrıca analistlerin diğer disiplinlerden çapraz tozlaşmadan (cross-pollination) faydalanma olasılığını azaltıyor [cross-pollination: farklı unsurların birbirini etkilemesi; çapraz tozlaşma; aynı cinsten olan çiçekleri çiftleştirme]. Buna ek olarak, birçok analistin -özellikle analist olmanın anlık statü kazandırdığı günlerde- kendini beğenmiş hale geldiğini, eleştirmenlerle verimli bir şekilde iletişim kurmak yerine kibirli davrandığını ve bazen fikirlerini bilimsel incelemeye tabi tutacak araştırmalara karşı kayıtsız kaldığını düşünüyorum. Şimdi bu günahların bedelini ödüyorlar. Psikanalitik fikirlere ilişkin ampirik kanıtların bulunmadığını söylemek yanlış olsa da (aslında çok sayıda vardır), olması gerekenden çok daha azı vardır. Psikanalizi kendisini daha çok deneysel araştırmaya tabi tutmadığı için suçlayan eleştirmenlerin bana göre tartışılmaz bir şikâyeti var. Öte yandan araştırmanın yetersizliği, araştırmanın psikanalitik fikirlerin hatalı olduğunu göstermesiyle aynı şey değildir. Psikanalitik fikirlerin deneysel olarak çürütüldüğünü varsayan eleştirmenler yanılıyor.

    İnsanlar psikanalitik tedavinin kendileri için uygun olup olmadığını nasıl biliyorlar?

    Dr. McWilliams: Terapi sonuçlarına ilişkin ampirik literatür, hasta ve terapist arasındaki ilişkinin terapinin “markasından (brand)” çok daha önemli olduğunu, terapistin kişisel niteliklerinin teorik yönelimine kıyasla tedavinin başarısıyla çok daha alakalı olduğunu sürekli olarak göstermektedir. Bununla birlikte, hastalar arasında bir tedavi türüne diğerine göre daha uygun olan mizaç farklılıkları olduğunu düşünüyorum. Analitik terapiler meraklı, bir şeyleri kendi başlarına çözmeyi seven, belirsizliğe toleransı olan, duygular konusunda rahat olan ve bilinçdışı süreçlerin gizemine dair sezgisel bir anlayışa sahip olan kişiler için iyi bir seçim olma eğilimindedir.

    Bilinçdışı kavramı pek çok kişi için kafa karıştırıcı olduğundan bu kavramı nasıl anlayabileceğimizi açıklayabilir misiniz?

    Dr. McWilliams: Her ne kadar her saat başı bilinçdışı düşüncelerin, duyguların ve dürtülerin büyüklüğü ve gücüyle yüzleştikleri için analistlerin bunu yapması yaygın olsa da, “bilinen bir bilinçdışı kavramı (the unconscious)” hakkında konuşmamız gerektiğinden emin değilim. Sanırım çoğu insan, çoğu zaman kendimizi tam olarak anlayamadığımız şekillerde davranırken bulduğumuzu, hayallerimizin ve fantezilerimizin daha rasyonel bilinçli işleyişimize yabancı gelen görüntülerle dolu olduğunu sezgisel olarak anlıyor. Çağdaş sinirbilimciler, keşiflerini bu şekilde yorumlayıp yorumlamasalar da analistlerin zihinsel yaşamın ne kadarının bilinçdışı olduğu konusunda haklı olduklarını gösterdiler. Bilişsel ve davranışsal terapistler de bunu “örtük (implicit)” zihinsel işlevler kavramında kabul ederler.

    Peki ya aktarım (transference)? Bu kavram günümüz tedavilerinde işe yarar mı?

    Dr. McWilliams: Ne tür bir tedavi uygulanırsa uygulansın aktarım kavramının değerli olduğunu düşünüyorum. Geçmişimizdeki deneyimlere dayanarak bugünü anladığımız, erken dönemde sevdiğimiz insanlara dair algılarımızın terapiste aktarıldığı gerçeği muhtemelen Freud’un en önemli gözlemiydi. Bir ebeveyn tarafından istismara uğrayan bir hastayla ilgilenen herhangi bir terapist, güvensizlikle karşılaşmayı ve hastanın çocukken bu koşullar altında mümkün olduğunca güvende kalmak için kullandığı stratejilerin nesnesi olmayı bekleyebilir. Ebeveyni tarafından ihmal edilen bir hastayla karşı karşıya kalan herhangi bir terapist, hastanın, terapistin gerçekten yardım etmeye yatırım yaptığını hayal etmekte zorlanmasını bekleyebilir. Eğer kişi geçmişin şimdiki zaman üzerindeki etkisini anlamıyorsa, insanlar aktarımsal davrandıklarında onların neyi kopyalandığını anlamak ve bunun hakkında konuşmak yerine olayları kişisel algılayabilir- örneğin hastayı “işbirliği yapmadığı” için suçlamak gibi-. Böylece hasta, hayatın çocukluk acılarını tekrarlamasına gerek olmadığı gerçeğini anlayabilir.

    Psikanalize ilginiz nasıl başladı?

    Dr. McWilliams: Üniversitedeki üçüncü yılımda Freud’un Medeniyet ve Hoşnutsuzlukları (Civilization and Its Discontents) adlı kitabını okudum ve çok etkileyici buldum. Sonunda analize kendim girmeye karar verdim ve biraz şaşırarak (çünkü bunu çoğunlukla entelektüel nedenlerden dolayı yaptığımı düşünüyordum), bunun hayatımda radikal bir dönüştürücü etkisi olduğunu keşfettim. Onsuz evliliğimin başarıya ulaşacağını düşünmüyorum ve çocuklarım olamayacağını ya da mesleğimden bu kadar keyif alamayacağımı düşünüyorum. Bana çok yardımcı oldu ve özellikle empatimi hastalarımın çeşitli sorunlarına yayma konusunda bana yardımcı olmaya devam ediyor. Analiz, sizi kendinizin tüm farklı yönleriyle dürüst ve derinlemesine bir etkileşime davet ederek, hastanın deneyimlediği şeyle yankılanan parçayı bulmanızı sağlar.

    Eğer günümüzün psikanaliz tedavisine ilişkin algılarla ilgili bir şeyi değiştirebilseydiniz, bu ne olurdu?

    Dr. McWilliams: Analistlerin soğuk, çekingen ve kibirli olduğu şeklindeki klişeye meydan okuyacağım. Etkili analistler çalışmalarına tevazu ruhuyla yaklaşırlar; her hastadan bir şeyler öğrenmeyi beklerler, şaşırtılmayı beklerler, hata yapmayı ve hasta tarafından düzeltilmeyi beklerler. Psikanalitik terapilerde her iki tarafın da işlediği derin duygular bağlamında analist hastayla derinden ilgilenmeye başlar.

    Dr. McWilliams hakkında daha fazla bilgi için lütfen web sitesine bakın.

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/intl/blog/21st-century-aging/201006/not-your-parents-psychotherapy-psychodynamic-therapy-today (9 Ekim 2023)

    Çeviren: Enes KÖKSAL

  • Psikodinamik Terapi ve BDT Karşıtlığında Terapötik İlişki

    İyi bir terapötik ilişki (therapy relationship) sıcak duygulardan daha fazlasıdır.

    Çocukluğumuzda kurduğumuz ilişkiler ve bağlanma (attachment) türleri, ilerleyen zamanlarda kuracağımız ilişkilerin ve bağlanma türlerinin bir taslağıdır. Bu sebeple, aslında, hayatımız boyunca aynı ilişki örüntülerini deneyimleriz ve bu örüntüler en başından beri hayatımızda bulunduğu için bize farklı gelmez, sonrasında bir bakıma o örüntüler içinde yaşadığımız için de ayırt etmekte zorlanırız.

    Terapi de bir ilişkidir ve hasta (patient), herhangi biriyle yeni bir sosyal ilişki kurarken yaptığımız gibi, terapi ortamına da kendi ilişki taslaklarını ve örüntülerini getirir. Bu bakımdan terapistler, aslında hastanın problematik ilişki örüntülerinin en ağır bastığı noktayla yüz yüze gelirler. Aynı zamanda, hastalarla bu örüntüleri tekrardan deneyimlerler. Terapist olarak eğer hastanın ilişki örüntülerine katılımımızı ve kaçınılmaz etkimizi kabul edip üstüne gidersek, bu örüntülerin içinde yaşayan ve onları ayırt etmekte zorlanan hastalarımıza yardım edebiliriz.

    Bu, hayatları değiştiren terapidir. Bu, psikodinamik terapinin (psychodynamic therapy) kalbidir.

    Caroline, eğitimli, başarılı, şık ve otuzlarının sonunda olan bir kadındı. Sosyetik insanlarla arası iyiydi ve giyiniş tarzı bir Vogue modeline benziyordu. İlişki bakımından ise, sadece, herkesin hayal ettiği mükemmellikte olan erkeklerle ilgileniyordu; bu sebeple bir erkekle romantik bir ilişkisi yoktu. Bu zamana kadar yakın ve derin bir ilişki sürdürmekte zorlanmış ve aynı zamanda bir süre depresyonla savaşmıştı.

    Caroline, birkaç kere terapiye yöneldi fakat terapinin hiçbir şeyi değiştirmediğini ve her denemesinde terapistlerin onun onayını bekler duruma geldiğini söylüyordu.

    Bilişsel-Davranışçı Terapi (Cognitive-Behavioral Therapy) eğitimi almış terapistler, Caroline’nın, geçmişteki terapistleriyle ilişkisine dair yorumlarına pek önem vermediler. Bazıları da, Caroline’nın, terapist olarak güvenli bağlanma şekline sahip olan ve Caroline’nın görünüşü veya statüsünün etkisinde kalmayacak birine ihtiyacı olduğunu savundular. Fakat, terapistin güvenli veya güvensiz bağlanmaya sahip olması, Caroline’nın terapisinde başarıyla alakasız bir durumdur. Onun ihtiyacı olan, öz farkındalığı ve cesaretiyle Caroline’nın varlığındaki güvensizliği fark edip onu bir bilgi ya da ipucu gibi görüp, onu anlamaya çalışırken kullanan bir terapist olmalı.

    Tasvir ettiğimiz terapist şunu söyleyebilir: Biliyorsun, buraya benden yardım almaya geldin fakat çoğu etkileşim ve sohbetimizde, kendini ispatlama veya onay alma isteğini fark ettim ve bu sana hiçbir şekilde yardımcı olabilecek bir durum değil. Bu davranışlarının ve isteğinin ne anlama geldiğini çözmeye çalışıyorum. Aynı zamanda bu durum, diğer ilişkilerindeki problemlerin çözümüne açacağımız bir pencere olabilir. Bu, büyük ihtimalle sana tanıdık gelen bir durum olamlı.

    Ve o anda gerçek terapi başlar.

    Caroline, ilişkilerinde neyin yanlış gittiğini tanımlayamıyordu. İnsanları yanına çekmek isterken yaptığı davranışlar aynı zamanda ilişkinin gücünü ve yakınlığını yok ediyordu. Kadın arkadaşları kıskanç veya pohpohlayıcı davranıyordu. Erkekler ise onunla ilişki kurmayı bir başarı veya kapasitelerinin dışında görüyorlardı. Caroline, bunu terapistine anlatamazdı, çünkü kendisi de tanımlayamıyordu onu. Bununla birlikte, hayatındaki bu döngüyü, terapistiyle ilişkisinde başarılı bir şekilde sergileyebildi. Hastanın terapi odasında kurduğu ilişki, hayat boyunca kurduğu ilişkilerin bir özeti gibidir. Bu örüntüler, terapötik ilişkide tanımlanabilir, anlaşılabilir ve üstünde çalışılabilir hale gelmektedir. Diğer terapi yöntemlerinden farklı olarak psikodinamik terapi, uygulamada bu noktayı esas almaktadır.

    Önde gelen bir BDT (CBT) uzmanı, BDT hakkındaki mitleri ve gerçekleri içeren bir makale yazmış. O uzmana göre, çokça bilinen mitlerden biri, bilişsel davranışçı terapinin terapötik ilişkiyi küçümsediği ve önem vermediğidir. Uzmanın bu mite karşı argümanı ise, bilişsel davranışçı terapi yapan terapistlerin danışanla güçlü bir ilişki kurmak için birçok şey yaptığıdır; mesela danışanlarla iş birliği içinde olmaları, geribildirim (feedback) beklemeleri ve samimi, sıcak, empatik, ilgili bir insan gibi davranmaları. Sayılan bu özellikleri kuaförümüzden veya emlakçımızdan beklememiz normaldir fakat bir psikoterapistten bundan daha fazlasını beklemeliyiz. Bu BDT uzmanının, terapötik ilişkinin danışanın genel ilişkilerine nasıl bir pencere açtığının, söz konusu örüntülerin nasıl tanımlanabilir, anlaşılabilir ve üstünde çalışılabilir hale geldiğinin fikrine sahip olmadığı görülebilir.

    Bazı insanlar, iş birliği içinde olduğu terapistin, bir el kitabından çıkan tutumlarla terapi yapmasından tatmin olabilirler. Bununla birlikte, gerçekten kaderini değiştirmek isteyenler, öz farkındalığa, bilgiye ve danışanın gerçek dünyasında ne olup bittiğini görebilecek ve üstüne gidebilecek cesarete sahip terapistlere ihtiyaç duyacaklardır.


    Yazar: Jonathan Shedler, PhD, Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesinde Klinik Psikoloji Profesörü.
    Jonathan Shedler, PhD, Denver’da ve online video konferansla psikoloji çalışmaları yapmaktadır. Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesinde Klinik Psikoloji Profesörü olan Shedler, verdiği dersler dışında profesyonellere workshop liderliği yapmaktadır. Aynı zamanda, telekonferans yoluyla, dünya çapında süpervizyon ve danışmanlık da vermektedir.

    Kaynak

    Okuduğunuz metin, https://www.psychologytoday.com/us/blog/psychologically-minded/201503/the-therapy-relationship-in-psychodynamic-therapy-versus-cbt linkindeki içeriğin çevirisidir. Metin, 02 Temmuz 2021 tarihinde Defne Özer tarafından çevrildi.

  • Psikiyatrik Tanı Bir Hastalık Değildir

    Okuyacağınız metin, Prof. Dr. Jonathan Shedler, tarafından kaleme alınmış bir blog yazısıdır. Yazıda Shedler, psikiyatrik tanı ile hastalığın aynı şey olmadığını vurguluyor. Bir duruma isim vermek -panik atağı gibi- bazı açılardan faydalı olsa da o durumu açıkladığımız anlamına gelmez. İyi okumalar.

    Psikiyatri fakültesinde çalışmaya başladığım ilk haftamda, Dr. G adında yetkili bir psikiyatri asistanı ile bir vaka üzerine çalışıyorduk. Dr. G bana bazı demografik bilgiler verdi ve reçeteleyeceği ilaçları saymaya başladı.

    “ Bir dakika”, dedim. “Bu hastanın ne sorunu var, onu ne için tedavi ediyoruz?”

    “Anksiyete.”

    “Anksiyetesinin var olduğunu nereden anladınız?”

    Dr. G, kafasını yana çevirerek boş ve anlam verememiş gözlerle baktı. Sorumu farklı bir şekilde bir daha sordum. “Ne size hastanın anksiyetesi olduğunu düşündürdü?”

    Dr. G kafasını diğer tarafa çevirdi.

    “Hastanın anksiyetesine sebep olan şey ne?”

    Dr. G, düşündü ve cevapladı. “Hasta yaygın anksiyete bozukluğuna sahip.”

    “Yaygın anksiyete bozukluğu, anksiyetesinin sebebi değil.” dedim. “Bu sadece anksiyeteyi tanımlamak için kullandığımız bir etiket.”

    Bir boş ve anlam verememiş bakış daha. Şansımı farklı bir yol ile denedim. “Peki sizce bu hastanın anksiyetesi konusunda, psikolojik açıdan neler oluyor?”

    “Psikolojik açıdan mı?”

    “Evet, psikolojik açıdan.”

    “Bunun psikolojik olduğunu düşünmüyorum, bence bu biyolojik kökenli.”

    “Tamam, bu bir başlangıç noktası.” dedim. “Neden böyle düşündüğünüzü anlatabilir misiniz?”

    “Hastanın annesi de anksiyeteye sahipti.”

    “Bu hastanızın anksiyetesinin biyolojik kökenli olduğunu mu gösteriyor?”

    “Evet.”

    Kafamı çevirme sırası bendeydi.

    “Tamam, bir düşünce deneyi yapalım. Hastanızın küçükken evlatlık olarak alındığı ve onu yetiştiren anneyle bir biyolojik bağı olmadığını varsayalım. Sizce, sürekli çocuğuna dış dünyanın ve çevrenin güvenli olmadığı fikrini veren ve anksiyeteye sahip olan bir anne çocuğu da kaygılı ve anksiyeteye sahip bir hale getirebilir mi?”

    “Bu yönden hiç bakmamıştım.”

    O an gelen, kafamı duvarlara vurma dürtüsünü bastırdım ve sonra Dr. G’nin tedavi planı raporunu imzaladım. “Umarım Dr. G için bir merak tohumu ekmişimdir.” diye düşündüm.

    Psikiyatrinin sözde incili DSM (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders)’de listelenen teşhisler, hiçbir şeye sebep olmuyor. Onlar sadece semptomları tanımlamak adına bir nevi kısa yol olan, kabul edilmiş etiketler. Yaygın anksiyete bozukluğuna sahip olmak, bir bireyin altı ay veya daha fazla zamandır kaygı sorunu yaşadığı ve bunun hayatının gidişatını kötü etkilediği anlamına gelir. Daha fazlası değil. Teşhis bir tanımdır, bir açıklama değil.

    Anksiyetenin kaynağının yaygın anksiyete bozukluğu olduğunu söylemek, anksiyetenin sebebinin anksiyete olduğunu söylemekle aynı anlama gelir.

    Aynı durum DSM’de bulunan diğer bozukluklar için de geçerli. Majör depresyon bozukluğuna sahip olmak, bireyin iki hafta veya daha fazla süredir süregelen bir depresif mod, ilgisizlik ve isteksizliğe sahip olmasıdır. Majör depresyon bozukluğu bu semptomların sebebi değildir, onları tanımlamak için kullandığımız bir terimdir.

    Bu durum kendini tekrar eden bir mantığa sahiptir. Bir hastanın depresyonu olduğuna nasıl emin olabiliriz? Çünkü semptomları var. Neden semptomlara sahip? Çünkü depresyon bozukluğu var.

    Bu yaşanan karışıklık, tıbben yapılan teşhislerin etiyolojiye dayanması sebebiyle ortaya çıkar. “Göğüs ağrısı” bir teşhis veya tanı değildir, semptomtur. Ateroskleroz, miyokardit ve pnömoni bir teşhistir. Bu teşhisler de göğüs ağrısının altında yatan olası biyolojik durumları tanımlar.

    Psikiyatrik tanılar ise kategorisel olarak farklıdır; çünkü psikiyatrik tanılar sadece tanımlayıcıdır, hiçbir zaman açıklayıcı değildir. Hiçbir zaman etiyoloji diliyle konuşamazlar. Eğer yaygın anksiyete bozukluğu ve majör depresyonla, pnömoni veya diyabeti aynı kategoriye koyarsak, kategori hatası yapmış oluruz. Kategori hatası bir şeye onun sahip olamayacağı bir özelliğin yüklenmesi anlamına gelir; örneğin bir kayaya duyguların atfedilmesi gibi.

    Amerikan Psikiyatri Birliği de aynı noktanın altını çizdi. Yakın bir zamana kadar Amerikan Psikiyatri Birliği’nin web sitesinde DSM hakkında çok net bir uyarı yer alıyordu: “DSM’de belirtilen teşhis kriterleri klinik iletişim için olan ortak bir dil sağlar, aynı teşhiş ismine sahip olan hastaların bozukluklarının altında yatan sebeplerin aynı olması ve tedaviye de aynı cevabı vermeleri beklenmez.”

    Yakın bir zamanda Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü, DSM tanılarının altta yatan nedenleri haritalamadığı ve akıl sağlığı araştırmaları için de bir temel olamayacağı sonucuna vardığında Amerikan Psikiyatri Birliği de bunu kabul edip uyarıyı değiştirdi: “DSM, klinisyenlere tanı konusunda yardımcı olabilecek ve klinisyenlere ortak dil sağlayan bir rehberdir.”

    Dr. G nasıl bunu yanlış anlamıştı? Nasıl yaygın anksiyete bozukluğunun anksiyeteye sebep olabileceğini düşündü?

    Amerikan Psikiyatri Birliği, aynı tanı etiketine sahip olan hastaların aynı semptomlara sahip olmalarının gerekmediğini ve tedaviye verdikleri cevapların da aynı olmasının beklenmediğini söyledi. Daha sonra araştırmacılar da DSM tanıları için tedavi rehberleri oluşturdu. Profesyonel organizasyonlar da DSM tanılarının pratiğe dökülmesiyle ilgili yönergeler yayınladı. Ve tabii ki ilaç şirketleri “Depresyon farklı ve kendini belli eden bir bozukluktur, yoğun duygusal ve fiziksel semptomlara sebep olur.” gibi reklamlar yayınlamaya devam ettiler. Söylenenlerin ve davranışların çeliştiği bir durum.

    Geçenlerde, DSM-5 için Amerikan Psikiyatri Birliği çalışma kılavuzunda bir kendini değerlendirme testi gördüm. Formatı, vaka ve çoktan seçmeli tanı seçenekleri şeklindeydi. Vakalardan bir tanesi “uçma” korkusu olan bir hastayı tanımlıyordu. Onu takip eden soru ise, “Aşağıdaki bozukluklardan hangisi bu hastanın anksiyetesinin sebebi olabilir?” idi. Eğer bu test çoktan seçmeli olmasaydı yazacağım cevap, “ Hiçbiri, çünkü DSM tanıları sebep değildir, sadece tanımlayıcı etiketlerdir.” olurdu.

    Cevap anahtarı ise cevabın “C) Özgül Fobi” olduğunu söylüyordu. Bu test gerçek bir sınav olsaydı, ben kalırdım. Fakat öğrencim Dr. G, bir hayli başarılı olurdu.

    Ekleme: Bu postumun devamında gelen bazı yorumlar beni şaşırttı, belli ki bazı psikiyatristler tanı konusunu tartışmak için gerekli yeterliliğe sahip olmadığımı düşünüyor.

    DSM’yi anlayamamamda etkisi olan akademik eksikliklerim için özür diliyorum fakat DSM-IV’ün kıdemli editörünün de bu konuyu benimle aynı şekilde yanlış anlaması biraz içimi rahatlattı.

    “Mental bozukluklar hastalık değil, kurgulardır. Tanımlayıcılardır, açıklayıcı değil. İletişim ve tedavi planlaması için yardımcıdır fakat sebep-sonuç ilişkisi belirtmez. Bunları DSM-IV’ün Giriş bölümünde yazdık fakat kimse okumadı.” – Allen Francis, DSM-IV Kıdemli Editörü.

    ***

    Yazar: Jonathan Shedler, PhD, Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesinde Klinik Psikoloji Profesörü. Jonathan Shedler, PhD, Denver’da ve online video konferansla psikoloji çalışmaları yapmaktadır. Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesinde Klinik Psikoloji Profesörü olan Shedler, verdiği dersler dışında profesyonellere workshop liderliği yapmaktadır. Aynı zamanda, telekonferans yoluyla, dünya çapında süpervizyon ve danışmanlık da vermektedir.

    Kaynak

    ttps://www.psychologytoday.com/us/blog/psychologically-minded/201907/psychiatric-diagnosis-is-not-disease linkindeki içeriğin çevirisidir. Metin, 14 Ağustos 2021 tarihinde Defne Özer tarafından çevrildi.

  • Bu, Konuşma Terapisidir (Jonathan Shedler İle Röportaj)

    Psikoterapi ruhun ilacıdır.

    Aynı zamanda psikodinamik terapi [psychodynamic therapy] olarak da bilinen konuşma terapisi hakkında sorular ve cevaplar:

    Çoğu psikiyatrist için bir hastayı muayene etmek, psikiyatrik teşhis ve o teşhis için ilaç yazımını içeriyor. Psikoterapinin bundan farklı olan noktaları neler?

    Psikiyatrik teşhis, bir hastayı anlayabilmek için sınırlı bir yöntemdir. Psikiyatrik teşhis, duygusal acıyı, acıyı çeken kişiden ayrıştırarak kalıplaşmış bir hastalık olarak ele alıp tedavi edebileceğimiz hayalini besler. Hastaların tedavi edilmesi gereken problemleri, hayat hikayelerine gömülüdür. Bu durum, neye sahip olduklarından çok kim olduklarıyla ilgilidir.

    Psikoterapi, psikiyatrik bozuklukları incelemenin farklı bir yoludur. Hastaya bir kalıplaşmış teşhis koymak yerine, hastanın kim olduğunu ve geçmişinde ne yattığını anlamaya zaman ayırma fikri üzerine inşa edilmiştir.

    Bu tamamen danışanı anlama ve onlara kendilerini daha iyi anlayabilmeleri için yardım etmekten ibarettir.

    Teşhisten direkt tedavi planına geçmek nadiren yardımcı olur, bunun yerine altta yatan sebepleri ve problemleri anlamaya çalışmalıyız.

    Bahsettiğiniz prensiple alakalı bir örnek verebilir misiniz?

    Bir psikiyatri asistanıyla beraber, on beş yıldır psikiyatrik tedavi gören bir adamı tedavi ettik. Kronik depresyonla mücadele ediyordu ve ona reçete edilen ilaçların değişmesi için bize başvurdu. “Psikoterapiyi önceden denedim, bana bir etkisi olmadı.” dedi. Fakat bir müddet daha bu konuda konuşunca, bir anlam ifade eden ve etkisini gösterebilecek bir terapi almadığı aşikar hale geldi.

    Adam birçok farklı ilaç türü ve çeşitli terapi yöntemleri denemişti fakat konuşma terapisini hiç denememişti. Ayrıca diğer aldığı terapilerde kendisi hakkında neler öğrendiğini sorduğumuzda, cevap veremedi.

    Ama bu hasta yıllar boyunca terapi aldığını düşünüyor. Bir bireyin gerçek bir terapi alıp almadığına nasıl anlayacağız?

    Eğer bir birey, anlamlı ve sağlıklı bir terapi aldıysa, seanslar ve terapi süresince neler öğrendiklerini anlamlı bir şekilde size aktarabilir. Karar vermek adına, “Bir önceki terapistinle aran nasıldı? Kendin hakkında neler öğrendin?” gibi sorular sorulabilir. Bizim hastamızın,  psikoterapinin bir ilişki türü olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu.

    Yani hastaya, “Aldığın terapilerden hatırladıkların ve çıkarımların neler?” sorusunu mu sormamız gerekiyor?

    Tabii ki. Biz aynı zamanda hastamıza depresyona sahip olduğunu nasıl anladığını, kendi hislerini ve neyin onu mutsuz ettiğini de anlatmasını istedik. Şaşırtıcı bir şekilde, bu soruyu ona daha önceden kimse sormamıştı. Hem de on beş yıl boyunca! Mutsuzluk ve boşluk hissinin bir anlam ifade etmesi fikri ona çok yabancıydı; hislerin üzerinde durulması ve anlamaya çalışılması gerektiğini bilmiyordu.

    Hastamız, sekiz ay boyunca terapide konuşulması zor konuların etrafında dönüp durduğunu ve daha sonrasında doktoruna karşı daha açık hale geldiğini ve düşüncelerini de açıkça doktoruyla paylaştığını anlattı. Aşırı detaycı ve eleştirel biri olduğundan bahsetti, eğer bir kusuru olan biriyle tanışırsa onu kusurlarından dolayı kınar ve silip atardı.

    Daha sonra kendisine de aynı aşırı eleştirel gözle baktığını fark etti. Bu farkındalığı kazandıktan sonra doktorunun ona, “ Eğer birisine kötü davranırsan bu onların canını yakar. Eğer kendi kendine kötü davranırsan fark etmeden kendini de kırarsın, işte bu kırgınlık depresyon olarak adlandırdığımız şey olarak ortaya çıkar.”, dediğini anlattı. İşte bu dönüm noktasıydı.

    Ama bu dönüm noktasına ulaşmak sekiz ay sürmüş. Çoğu psikiyatrist her hafta terapi yapmak için sekiz aylık bir zaman ayıramaz.

    Buna kim karar veriyor ki? Psikiyatri ne zamandır hasta tedavisinin seri üretim bandı olduğu düşüncesine boyun eğiyor? Psikiyatristler yapacakları uygulamayı 15 dakika gibi bir sürede yapmak için baskıyla karşılaşsa da, insanların kendilerini açıkça ifade edebilmeye başlamaları için zamana ihtiyaçları var. Her ne kadar bazı sigorta şirketleri ve araştırmacılar böyle düşünmese de, terapi bir programa göre işlemiyor.  Hatta terapist ve hasta, asıl terapinin bile başlamadığı anda terapinin bittiği düşüncesine kapılabiliyorlar.

    Panik ve anksiyete bozukluklarının psikodinamik yaklaşıma göre olan tedavisi nasıl işliyor?

    Paniğin bir korku olduğunu fark etmek başlangıç noktası. Korkutucu olan şey dışa vurulduğunda  buna korku, bireyin iç dünyasında kaldığında da anksiyete diyoruz. Konuşma terapisinde neyin korkutucu olduğunu anlamaya çalışıyoruz.

    Güneş ışığının en iyi dezenfektan olduğunu söylerler. Bireyler gün ışığında korkutucu olarak gördükleri durumun o kadar da korkutucu olduğunu düşünmezler. Panik bozukluğuna sahip olan hastalar neyin korkutucu olduğunu da tam olarak tanımlayamazlar. Bu da onları korkutan durumun ve panik semptomlarının arasındaki bağları kuramayışlarından kaynaklanmaktadır. Hastalara bu bağlantıları kurmakta yardımcı oluyoruz.

    Bu izlediğiniz yöntem hangi özellikleriyle Bilişsel-Davranışçı terapideki otomatik olarak oluşan düşünceleri açığa çıkarma yönteminden farklılaşmakta?

    İki konsept örtüşmekte. Bilişsel terapinin kurucusu Aaron Beck’in bir psikanalist olduğunu unutmamak lazım.

    Fakat tabii ki farklılıklar var. Psikodinamik terapistler, bireylerin kendisini keşfetmesinin zor olduğunu düşünüyor. Gözden kaçırdığımız şeylerle beraber deneyimlerimizin ve yaşantılarımızın çok katmanlı.  Bir insana soru sorduğunuzda gerçekten doğru olan çeşitli sayıda cevaplar alabilirsiniz fakat verilen her cevap karşınızdaki bireyin deneyimlerinin ve yaşantılarının yeni bir katmanını ortaya çıkarır.

    Bize panik atakları olan bir hastaya karşı psikodinamik yaklaşımın bir örneğini verebilir misiniz?

    Psikiyatri asistanlarımdan biri sekiz hafta gibi kısa bir sürede panik bozukluğu olan bir hastayı iyileştirdi. Hasta, panik atakların birdenbire ortaya çıktığını söylüyordu. Onu panik ataklarıyla beraber ortaya çıkan düşünce ve duygularını fark etmesi için cesaretlendirdik ve düşünceleri onu eşiyle yaşadığı problemlere doğru sürükledi. Fakat hasta eşinden ne kadar şikayet etse de ona hiç öfkelenmiyordu. Daha sonra hasta, kendi öfkesinden korktuğunu ve öfkelenmesi gereken durumlarda panik atak yaşadığını fark etti. Panik ataklar, hastanın öfkesinin yerine geçmiş durumdaydı.

    Peki bu nasıl çözüldü?

    Terapiyle beraber hasta, öfkesini kenara ittiği diğer durumları da fark etmeye ve kabul etmeye başladı. Daha önceden kendi hakkında bilmediği taraflarını tanımaya başladı. Öfke duygusunu, yabancılaştırmayı bıraktığı zaman panik atakları da kayboldu. Ve son olarak, kendi ihtiyaçlarını fark etmeye ve ihtiyaçları hakkında daha rahat konuşabilmeye başladı. Evliliği de iyileşmeye başladı.

    Durumun ilginçleştiği yer şu ki, hastanın eşiyle kurduğu iletişim tarzının, terapistiyle kurduğu iletişim tarzıyla aynı olduğunun farkına varılıyor. Terapist, hastanın terapiste karşı hissettiği herhangi bir sıkıntıyı refleks olarak kenara ittiğinin dikkat çektiğini belirtmişti. Ve hastamız, kendi ihtiyaçlarının kendisi bile farkında değilken çevresinin bunları fark etmesi ve o ihtiyaçlara göre davranmasının ne kadar imkansız olduğunu öğrendi.

    İnsanlar ilişki kalıplarını fark etmeden sürekli olarak tekrar ederler. Terapi başlı başına bir ilişki, bu sebeple problematik ilişki tarzları terapi sırasında ortaya çıkabilmektedir. Bu ilişki kalıplarını gözlemlemek ve bireyin hayatının diğer alanlarıyla olan bağlantısını kurmak, yetenekli bir terapistin yapabileceği bir şeydir. 

    Terapi bir ilişki laboratuarına dönüşmekte, bu laboratuarda bireyler kendilerini tanıma, anlama ve alışkanlıkları değiştirmeye yönelik çalışabilmektedirler. Bu terapinin en önemli noktalarından biridir.

    Herhangi bir son yorumunuz var mı?

    Eğer kendimizi ve rolümüzü, sadece müdahale eden ve reçete verenler olarak görürsek, işimizi keyifli ve ödüllendirici yapan şeylerden, hastalarımızı gerçekten tanımaktan ve hayatlarında ciddi anlamda bir etki bırakmaktan kendimizi alıkoymuş oluruz.

    Bu blog yazısı Daniel Carlat’ın sorularını  ve Jonathan Shedler’ın cevaplarını içermektedir. Bu röportajın bir versiyonu da The Carlat Psychiatry Report bünyesinde bulunmaktadır.


    Okuduğunuz metin, psikodinamik terapi uygulayan Jonathan Shedler ile yapılan bir röportajdır. Röportajda Shedler, psikodinamik terapinin özgün yanları üzerinde de duruyor. Röportajın orijinali şu linktedir: https://www.psychologytoday.com/us/blog/psychologically-minded/201908/is-talk-therapy/ Metni Defne Özer çevirdi.

  • Terapist Nasıl Seçilmelidir?

    İyi bir terapinin bir odak noktası olmalıdır.

    Pek çok psikolog ve psikiyatriste psikoterapi öğreten biri olarak, birçok terapi yöntemine hâkimim; bu nedenle bu yöntemleri hastalarıma empoze etmiyorum.

    Kendini belirli bir terapi yöntemi ile tanımlayan terapistlere dikkat edin. Bu tür terapistler, sizi tanımadan veya sizi herhangi bir şeyden bağımsız olarak anlamaya çalışmadan nasıl bir tedavi uygulayacaklarına karar verirler. Birden fazla terapi yönteminde uzman olduğunu iddia eden terapistlere de dikkat edin. Hiç kimse her konuda uzman değildir. Bu tür terapistler dürüst değildir ve sadece programlarını doldurma hevesiyle hareket ederler.

    Belirli bir tanı veya hastalık üzerinde uzmanlaştığını gereğinden fazla vurgulayan terapistlere dikkat edin. Psikiyatrik tanı, hastaya nasıl yardımcı olacağımız hakkında bize çok az bilgi verir. (Bu konu hakkında daha fazla bilgi almak için bloğuma göz atabilirsiniz.) Duygusal acının sebebi, hayatımızın temeline; insanlarla nasıl bağ kurduğumuza veya kuramadığımıza, neyi arzu ettiğimize veya neden kaçındığımıza, kendimiz hakkında bildiklerimize veya bilmek istemediklerimize dayanır. Bir terapistin uzmanlığı, bu temelin nasıl oluşturulduğu veya tanının ne olduğu üzerine değil; bu temelin nasıl yeniden oluşturulacağı üzerine olmalıdır.

    İlk seanslarda, asıl sorunun ne olduğuna dair ortak bir anlayış geliştirmeye odaklanılmalıdır. Bu anlayış, hem terapist için; hem de hasta için bir anlam ifade etmelidir. “Asıl sorun” depresyon, anksiyete veya yeme bozukluğu değil; bu zorluklara sebep olan psikolojik nedenlerdir. Etkili bir terapinin bir odak noktası olmalıdır. Asıl sorun üzerine oluşturulan ortak anlayış, terapi için bir odak noktası belirler.

    Bu ortak anlayış, ilk seansta gelişebilir; ancak bu süreç birkaç seans da sürebilir. Terapi ilerledikçe, ortak anlayış da gelişecektir. Bu anlayış sabit değildir; değişim gösterebilir. Ancak, başlangıçta üzerine inşa edilecek temel olarak bir odak noktası belirlenmelidir. Her iki tarafın da ne yapacağını bilmediği bir senaryoda, terapi yapmanın bir anlamı yoktur.

    Birçok terapist “terapötik ittifak” hakkında konuşur; ancak terapötik ittifakın gerektirdiklerini çok az kişi anlar. Terapötik ittifak, sadece bağ kurduğunuzu hissetmeniz anlamına gelmez. Bu, tek bir şeye dayalı bir ittifak değildir. Terapötik ittifak, odaklanmak istediğiniz konu üzerindeki ortak amaca dayanır. Terapötik ittifakın gerektirdiği üç ana unsur vardır:

    1. Bir bağ kurulmalıdır.
    2. Terapinin amacı üzerinde ortak bir karar alınmalıdır.
    3. Bu amaca ulaşmak için terapide kullanılacak yöntemler üzerinde ortak bir karar alınmalıdır.

    Bu üç unsurun her biri, terapötik ittifak için gereklidir. Genellikle sadece ilk unsurun dikkate alındığını gözlemliyorum. Sadece ilk unsurun dikkate alınması, hastayla sıcak ve destekleyici bir ilişki kurulmasını sağlar; ancak anlamlı bir psikolojik değişime yol açmaz.

    Sorunun ne olduğuna dair geliştirilen anlayış, gerçekten de ortak olmalıdır. Bu anlayışı sadece terapistin veya sadece hastanın geliştirmesi yeterli değildir. Bu anlayış, ikinizin de tek başına bilebileceklerinizi aşan; sizin ve terapistinizin birlikte geliştirdiği bir anlayıştır. Eğer bu anlayışı kendi kendinize geliştirebiliyorsanız, asıl sorunun ne olduğunu ve bu sorun hakkında neler yapılabileceğini söyleyebiliyorsanız; muhtemelen terapiye ihtiyacınız olmayacaktır. Terapistin görevi, çözümleyemediğiniz sorunları tek başınıza yapamayacağınız bir yoldan çözüme kavuşturmanızda size yardımcı olmaktır. Ortak bir anlayışa ulaştığınızda, çok önemli bir adımı tamamlamış olursunuz.

    Öğrencilerim bana her zaman hasta sorunun ne olduğunu bilmediğinde ne yapılması gerektiğini sorar. Bazı hastalar bir şeyin yolunda gitmediğinin farkındadır, ancak bunun ne olduğunu bilemezler. Boşlukta, kaybolmuş veya çıkmaza girmiş gibi hissedebilirler, ancak sebebini bilemezler. Burada terapistin uzmanlığı devreye girer; çünkü terapist hastaya hastanın kendi başına elde edemeyeceği bir bakış açısı sunar. Sorun, hastanın kendine yabancı olması olabilir. “Bir şeyler yanlışmış gibi hissediyorsunuz ancak bunu ifade edebileceğiniz bir kelime bulamıyorsunuz.” gibi bir cümle kurabilirim. Eğer hasta bunun doğru olduğunu düşünürse ona neyin yanlış olduğunu ifade etmeye çalışmasını önerebilirim. Eğer neyin yanlış olduğunu ifade edebilecek kelimeleri bulabilirsek, durumu daha net bir şekilde görebileceğimizi, durumu daha net bir şekilde gördüğümüzde ise bazı çözümler bulabileceğimizi söylerim.

    Sonrasında ise hastaya bu yöntemin neyin yanlış olduğunu ifade etmesine yardımcı olup olmadığını sorarım. Bu soru, ortak bir anlayış geliştirebilmek için oldukça önemlidir. Eğer hasta da bu durumu ifade edebilmenin yardımcı olacağını düşünüyorsa, terapi için birincil bir odak noktası bulmuş oluruz. Ortak amacımız durumu ifade edebilecek kelimeleri bulmak olur. Eğer hasta bu kelimeleri benim yardımım olmadan bulamıyor, ben de onun yardımı olmadan bulamıyorsam; bu amacı birlikte gerçekleştirebiliriz. Böylece bir başlangıç noktası belirlemiş oluruz. Bu başlangıç noktasını belirledikten sonra tedavi odağı gittikçe gelişecektir. Bir sonraki seansımızda ikimiz de ne yapacağımızı biliriz.

    Eğer hasta bu yöntemi faydalı bulmuyorsa, ikimizin de ortak kararı olacak bir odak noktası bulana kadar keşfe devam ederiz. Amacımız konusunda aynı fikirde olana kadar terapiyi ilerletmek adına bir öneride bulunmam. Terapiyi sırf terapi yaptım diyebilmek için yapmam. Terapiyi, her ikimiz de ne yaptığımızı ve neden yaptığımızı anladığımızda başlatırım.

    “Evet”i her zaman cevap olarak kabul etmem. Bir hastanın tedavi odağını razı oluyormuş gibi kabul etmesi, ortak bir anlayış geliştiremediğimiz anlamına gelir. Bu bizim ortak anlayışımız değil, sadece benim anlayışım olur. Eğer hasta, uzman olduğum için en doğrusunu benim bildiğimi düşünürse; ortak anlayışa sahip olamayız.  Eğer hasta başkaları için kendine göre doğru olanı ertelediyse, bu durum neyin yanlış hissettirdiğini ve hastanın neden bu durumu ifade edecek kelimeleri bulamadığını açıklar. Bu durumu görüşmede dile getiririm.

    Peki nasıl terapist seçmelisiniz? Kuramcı ve her şeyin uzmanı olarak görünen terapistlerden uzak durun. Sadece sizin sorununuzun aynısını yaşayan kişiler üzerinde uzmanlaşmış terapistleri araştırmayın; çünkü sizden başka kimse sizin sorununuzun birebir aynısını yaşamaz.

    Terapistinizin sizinle mi yoksa tanınızla mı daha çok ilgilendiğine dikkat edin. Terapistin sizi sorunun ne olduğu üzerine düşünmeye davet edip etmediğine dikkat edin. İkinizin de sorunun ne olduğuna dair size doğru gelen ve önceden belli olmayan ortak bir anlayış geliştirebileceğinize emin olun. Son adım birkaç seans sürebilir; ancak asıl önemli olan en baştan bu yönde ilerleyebilmektir.

    Eğer bu unsurları göz önünde bulundurarak bir terapist bulduysanız, muhtemelen doğru bir terapist buldunuz demektir.

    ***

    Yazar Hakkında: PhD unvanına sahip Jonathan Shedler, Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Klinik Doçent Doktordur. 

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/us/blog/psychologically-minded/201604/how-choose-therapist linkindeki yazının çevirisidir. Yazı, Pelin Yılmaz tarafından çevrildi.

  • Terapi savaşları: Freud’un intikamı

    Ucuz ve etkili bir terapi yöntemi olan BDT (Bilişsel Davranışçı Terapi), Freud’u psikolojinin karanlık bodrum katına kapatarak terapinin en egemen türü hâline geldi. Ancak, yapılan yeni çalışmalar BDT’nin üstünlüğü üzerinde kuşku uyandırıyor ve psikanalizin çarpıcı sonuçlarını ortaya çıkarıyor. Yoksa psikanalistin odasındaki koltuğa dönme zamanı geldi mi?

    Okuyacağınız metin, Oliver Burkeman tarafından yazıldı ve 7 Ocak 2016 tarihinde The Guardion’da yayımlandı.

    Dr. David Pollens, muhtemelen gezegenin herhangi bir yerinden daha fazla yoğunlukta terapistin bulunduğu; bu konudaki tek rakibi Yukarı Batı Yakası olan Manhattan’ın Yukarı Doğu Yakası’nda bulunan zemin katındaki mütevazı ofisinde hastalarını karşılayan bir psikanalisttir. 60’lı yaşlarının başında ve gittikçe seyrekleşen ak düşmüş saçları olan Pollens, hastalarının yatıp uzaklara bakarak en utanç verici korkularını ve fantezilerini anlattığı koltuğun başında, ahşap sandalyesinde oturur. Hastaların birçoğu analitik geleneğe uygun olarak bazen haftada birkaç kere; bazense yıllarca terapiye gelir. Pollens’in belirli bir kurala göre düzenlenmemiş konuşmalar aracılığıyla yetişkinlerde ve çocuklarda anksiyete, depresyon ve diğer rahatsızlıkları tedavi ettiği etkileyici bir kariyer geçmişi vardır.

    Pollens’i ziyaret etmek, geçen yıl karanlık bir kış günü yaptığım gibi “direnç” ve “nevroz”, “aktarım” ve “karşı-aktarım”ların olduğu gizemli Freudyen diline direkt olarak dalmayı gerektirir. Pollens, size içten bir tarafsızlıkla yaklaşacağından; ona en derin sırlarınızı kolayca anlatabileceğinizi düşünürsünüz. Pollens, diğer meslektaşları gibi kendini, bilincin ardına saklanan cinsel arzuları; sevdiğimizi iddia ettiğimiz kişilere duyduğumuz nefreti ve kendimizle ilgili bilmediğimiz ve genellikle bilmek istemeyeceğimiz diğer tatsız gerçekleri bilinçdışı mezarından çıkaran bir kazıcı gibi görür.

    Ancak, konu terapiye ve ızdırabın hafiflemesine geldiğinde çok iyi bilinen bir hikâye var ve bu hikâye Pollens’i ve meslektaşları olan psikanalistleri kesinlikle tarihin yanlış kısmında bırakıyor. Başlangıç olarak bu hikâyenin Freud’un görüşlerini çürüttüğünü söyleyebiliriz. Genç erkekler annelerini arzulamazlar veya babalarının onları hadım edeceğinden korkmazlar; genç kızlar ağabeylerinin penisini kıskanmazlar. Henüz hiçbir beyin taraması ego, süperego ve idin yerini tespit edememiştir. Birçok kişi, yıllarca süren uçuk ücretler karşılığında danışanların çocukluğuna kafa yorma uygulamasının sahtekârlık olduğunu düşünüyor. Bu sürece dair herhangi bir itiraz, psikanalizde “direnç” olarak değerlendirilir ve psikanalizin devamını gerektirir. Birkaç yıl önce Todd Dufresne, 1975 yılında psikanalizin “20. yüzyılın en etkileyici entelektüel dolandırıcılığı” olduğunu söyleyen Nobel ödüllü bilim insanı Peter Medawar‘la fikir birliğinde bulunarak, “Muhtemelen tarihte Sigmund Freud dışında konuştuğu her önemli konu hakkında bu kadar yanılan bir kişi daha olmamıştır.” demiştir. Medawar sözlerine şu şekilde devam etmiştir: Psikanaliz umut ve gelecek vadetmeyen, derme çatma bir tasarıdır. Fikirler tarihinin dinozoru veya zeplini gibi bir şey olduğunu söyleyebiliriz.

    Terapistler çabalarını sağlam deneysel bir temele dayandırmakta zorlandıkça, Freud’un izinde karmakarışık birçok terapi türü ortaya çıktı. Hümanistik terapi, interpersonal terapi, transpersonal terapi, transaksiyonel analiz ve daha birçok yaklaşımın büyük başarıya ulaştığı kabul edilmektedir. Bilişsel davranışçı terapi veya BDT, geçmişe değil, şimdiye; gizemli içsel dürtülere değil, olumsuz duygulara yol açan düşünce kalıplarını düzenlemeye odaklanan gerçekçi bir tekniktir. Psikanalizdeki dolambaçlı konuşmaların aksine BDT egzersizleri, iş yerinde eleştirilmek veya bir randevudan sonra reddedilmek gibi aksiliklere maruz kalındığında ortaya çıkan kendini suçlamaya eğilimli “otomatik düşünceler”i tanımlamak için bir akış şeması oluşturma yöntemini içerebilir.

    BDT’yi az maliyetli oluşuyla ve insanları hızlıca üretken hâllerine döndürmeye odaklanmasıyla eleştirenler her zaman var olmuştur. Fakat, BDT’ye ideolojik dayanaklarla karşı çıkanlar bile BDT’nin işe yararlığını nadiren sorgulamışlardır. 1960-1970’lerde ortaya çıkışından beri, birçok çalışma BDT’nin lehinde sonuçlar ortaya koymuştur. BDT gerçeklere dayandığından, klinik jargon olan “deneyle desteklenen terapiler” kavramı, bugünlerde BDT’nin eş anlamlısı gibi kullanılıyor. Eğer bugün Ulusal Sağlık Hizmeti’nden sizi bir terapiye yönlendirmesini isterseniz psikanalizi andıran herhangi bir şeyle değil, özenle düzenlenmiş kısa BDT seansları uygulayan bir terapistle karşılaşırsınız. Belki de bir PowerPoint sunumuyla veya çevrimiçi bir şekilde “felaket senaryoları kurmayı” bırakmanızı sağlayacak birkaç yöntem öğrenirsiniz.

    Yine de, bozguna uğramış eski kafalı muhalif psikanalistlerden kaynaklanan gürültüler tam olarak ortadan kalkmadı. Bu gürültülerin özünde, insan doğasıyla; neden acı çektiğimiz ve bu acıyı nasıl dindireceğimizle ilgili temel bir anlaşmazlık vardır. BDT, acı verici duyguların yok edilebilir veya tahammül edilebilir şeyler oldukları görüşünü ortaya koyuyor. Örneğin, depresyon bir bakıma kanserli bir tümör gibidir. Tabii ki de bu tümörün neden kaynaklandığını bilmek işe yarayabilir. Ancak, tümörden kurtulabilmek çok daha önemlidir. BDT, mutluluğun tam olarak kolay olduğunu değil; nispeten basit olduğunu iddia eder. Sıkıntılarınız mantığa dayanmayan inançlarınızdan kaynaklanır; bu inançlara hükmetmek ve onları değiştirmek sizin elinizdedir.

    BDT, acı verici duyguların yok edilebilir veya tahammül edilebilir şeyler oldukları görüşünü ortaya koyuyor

    Psikanalistler her şeyin çok daha karmaşık olduğunu iddia ediyor. Psikanalize göre, psikolojik ızdırabın öncelikle yok edilmesi değil; anlaşılması gerekiyor. Bu bakış açısına göre depresyon, tümörden çok karındaki sancıya benziyor. Bu sancı size bir şey anlatmaya çalışıyor ve bu şeyin ne olduğunu anlamanız gerekiyor. Bu senaryoda hiçbir pratisyen hekim ağrı kesici verip sizi eve göndermiyor. Ulaşılabilirliği tartışmalı olan mutluluksa çok daha belirsiz bir konu. Gerçekten de kendi zihnimizi tanımıyoruz ve durumun bu şekilde devam etmesine neden olan güçlü dürtülere sahibiz. Hayatı eski ilişkilerimizin penceresinden izliyoruz; ancak bunun farkında değiliz. Çelişkili şeyler istiyoruz; üstelik değişim yavaş ve zor. Bilinçli zihinlerimiz, bilinçdışının karanlık okyanusunda küçücük bir buzul parçasıdır. BDT’nin basit, standart ve bilimsel olarak test edilmiş adımlarıyla bu okyanusu tam anlamıyla keşfedemezsiniz.

    Bu bakış açısının çok romantik bir çekiciliği vardır. Deneyler arka arkaya BDT’nin üstünlüğünü onayladıkça, analistlerin iddiaları kulak ardı edilmeye başladı. Bu durum, BDT’nin depresyon tedavisi olarak etkisinin zamanla azaldığını gösteren, geçen yıl mayıs ayında yayımlanan çalışmaya neden bu kadar şaşırıldığını açıklıyor.

    Norveçli iki araştırmacı, önceki deneylere dayanarak BDT’nin teknik işe yararlık ölçümü olan etki boyutunun 1977’den beri yarıya düştüğü sonucuna vardı. Çok düşük bir ihtimal olsa da, bu düşüş eğiliminin sürmesi durumunda BDT, birkaç on yıldan sonra tam anlamıyla işe yaramaz hâle gelebilir. Yoksa BDT başından beri sadece insanların mucizevi bir tedavi olduğuna inandığı sürece etkili olan bir tür plasebo etkisinden mi faydalandı?

    Psikanalistler, psikolojik ızdırabın öncelikle yok edilmesi değil; anlaşılması gerektiğini iddia ediyor

    Bu bilinmezlik, Londra’nın Tavistock kliniğindeki araştırmacıların ilk sıkı Ulusal Sağlık Hizmeti çalışması olan, kronik depresyon tedavisinde uzun süreli psikanaliz uygulanması üzerine yapılan çalışmanın sonuçlarını yayımlandığı ekim ayında hâlâ sindirilme aşamasındaydı. Çalışmaya göre, en ağır depresyon vakalarında 18 ay psikanaliz, Ulusal Sağlık Hizmeti’ndeki BDT içerikli “alışılagelmiş tedavi yönteminden” daha çok işe yaradı ve psikanalizin hastalar üzerindeki etkileri daha uzun sürdü. Birkaç tedavi sona erdikten iki yıl sonra, psikanaliz tedavisi gören hastaların %44’ünün, diğer hastaların onda biriyle karşılaştırıldığında artık majör depresyon kriterlerine uymadığı görüldü. Aynı zamanda İsveç basını, hükümet denetçilerinin ulaştığı bir bulguyu yayımladı. Bulgu, BDT’ye yönelik multimilyon sterlinlik bir planın amacına ulaşmada tamamen başarısız olduğunu kanıtladı.

    Görünüşe göre, bu tür bulgular istisnai değil. Bu bulgularla cesaretlenen bir psikanalist grubu, BDT’nin üstünlüğünün sağlam bir temelinin olmadığını vurguluyor. İnsanlara “kendilerini iyi hissettiklerini düşünmeyi” öğretmenin aslında bazı şeyleri çok daha kötü hâle getirebileceğini savunuyorlar. En acımasız BDT eleştirmenlerinden; Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde psikolog olan Jonathan Shedler, “Düşünme yetisine sahip olan her insan, kendini anlayabilme becerisinin kolayca elde edilebilecek bir şey olmadığını bilir.” diyor. Ne zaman BDT’nin üstünlüğü hakkındaki iddialar üzerindeki konuşmalar uzasa, Shedler’ın bu iğneleyici hoş mizacının yerini öfke dolu bir tavır alıyor. “Roman yazarları ve şairler yüzyıllardır gerçeği biliyordu. Sadece son birkaç on yıldır insanlar, ‘Aa hayır, 16 seansta hayat boyunca edinilen kalıpları yıkabiliriz!’ demeye başladı.” diyor Shedler. Eğer Shedler ve diğerleri haklıysa, belki de psikologların ve terapistlerin terapi hakkında bildiklerinin çoğunu; neyin işe yarayıp neyin yaramadığını, BDT’nin gerçekten de çenesini ovuşturarak düşünen psikolog klişesini tarihe gömüp gömmediğini ve böylece Freud’un insan zihni hakkındaki tasvirlerini yeniden değerlendirmesi gerekiyor. Bu tür bir değerlendirmenin etkisi çok derin olabilir. Hatta nihayetinde, dünyada psikolojik rahatsızlıkları olan milyonlarca insanın tedavi edilme yöntemi bile değişebilir.

    Peki bu durum size ne hissettirdi?

    Muhtemelen BDT’nin öncüsü olan terapist Albert Ellis, “Freud’un düşünceleri saçmalıklarla doluydu!” demek isterdi. Ellis’in haklı olduğunu inkâr etmek oldukça zor. Psikanalizin en büyük sorunu; kurucusunun üçkâğıtçı, bulgularını çarpıtmaya veya daha kötü şeyler yapmaya eğilimli biri olduğunun kanıtlanmasıydı. Freud, 1990’larda gün yüzüne çıkmış gözleri yuvalarından çıkaracak nitelikteki vakasında hastası olan Amerikan psikiyatrist Horace Frink’e ızdırabının homoseksüel olduğunu fark edememesinden kaynaklandığını söylemiş ve çözümün Freud’un çalışmalarına yüksek miktarda finansal katkı sağlamak olduğunu imâ etmiştir.

    Alternatif terapi yaklaşımlarıyla psikanalize meydan okuyanlar için çok daha can sıkıcı olan durum ise, en samimi psikanalistin bile konuyu her zaman bir tahmin oyununa bağlaması ve var olsa da olmasa da hastanın önsezilerinden bir “kanıt” bulmaya eğilimli olmasıdır. Sonuç olarak psikanalizin temel dayanağı, hayatımızın bizimle sadece rüyalarımızdaki semboller, “kazara” ortaya çıkan dil sürçmeleri veya kendimizle yüzleşemediğimiz konularda başkalarına sinirlenmemiz gibi dolaylı yollardan iletişime geçen bilinçdışı güçler tarafından yönetildiğidir. Bu durum, her şeyi yalanlanamaz hâle getiriyor. Psikoloğunuza istediğiniz kadar aslında babanızdan nefret etmediğinizi anlatmaya çalışın; bu onun için sadece çaresiz olduğunuz ve bu gerçekten kaçınmaya çalıştığınız anlamına gelecektir.

    Bu kendi kendini gerçekleştiren kehanet sorunu, zihnimizde aslında neler olup bittiğini bilimsel bir yoldan çözmeye çalışan herkes için bir felakettir. Bununla birlikte, 1960’lara gelindiğinde bilimsel psikoloji ilerleyerek öyle bir noktaya gelmiştir ki, psikanalize olan sabır tükenmeye başlamıştır. BF Skinner gibi davranışçılar, insan davranışının güvercinler ve farelerde olduğu gibi ceza ve ödül aracılığıyla tahmin edilebilir şekilde manipüle edilebileceğini çoktan göstermiştir. Psikoloji alanında filizlenen bu “bilişsel devrim”, zihinde olup bitenlerin ölçülebileceğini ve manipüle edilebileceğini ortaya koymuştur. 1940’larda tam olarak bunu gerçekleştirme ihtiyacı duyulmaya başladı; İkinci Dünya Savaşı’ndan dönen yüzlerce asker, bir koltukta yatarak yıllarca sohbet etmeye değil, hızlı ve uygun maliyetli tedavilere ihtiyaç duyacağı duygusal rahatsızlıklar gösteriyordu.

    Albert Ellis, BDT’nin temelleri atılmadan önce aslında psikanaliz eğitimi almıştı. Fakat 1940’larda New York’ta birkaç yıl psikanaliz uyguladıktan sonra, hastalarının durumunun iyiye gitmediğini gözlemledi. Böylece kendi kariyerini tanımlayacak özgüvene sahip bir şekilde, kendi yeteneklerinden ziyade psikanalizin suçlanması gerektiği sonucuna vardı. Kendisiyle hemfikir olan terapistlerle birlikte, antik Stoacılık felsefesine yöneldi ve danışanlarına onlara sıkıntı verenin olaylar değil; dünya hakkındaki inançları olduğunu öğretti. Terfi alamamak mutsuzluğu tetikleyebilir; ancak depresyon, kişinin tek bir aksiliği genelleyerek kendini tam bir hayal kırıklığı olarak görmeye duyduğu mantık dışı eğilimden kaynaklanır. Ellis, on yıllar önce verdiği bir röportajda, “Benim bakış açıma göre, psikanaliz danışanlara bir bahane veriyor. Kendileri hakkında hiçbir şeyi değiştirmeye çalışmadan 10 yıl boyunca kendileri hakkında konuşup ebeveynlerini suçluyorlar ve içgörülerinin sihirli bir değnekle değişmesini bekliyorlar.”

    BDT’yi savunan kişiler tarafından edinilen mantık dolu üslup dolayısıyla, iddiaların ne kadar devrimsel olduğunu gözden kaçırmamız mümkündür. Geleneksel psikanalistlere ve büyük bir kısmı geleneksel psikanalizden alınan “psikodinamik” teknikleri uygulayan terapistlere göre; aşk hayatında veya iş yerinde kendi kendini engelleyen kalıpların sonsuz tekrarı gibi terapi sırasında mantıksız görünen semptomlar aslında oldukça mantıklı. Bu semptomlar aslında hastanın geçmiş tecrübelerindeki bağlamda anlam ifade eden yanıtlar. Örneğin, eğer ebeveyniniz sizi yıllar önce terk ettiyse, sürekli aynısını eşinizin de yapacağı korkusuyla yaşamanız ve bunun sonucunda evliliğinizi mahvetmeniz gerçekleşmesi oldukça mümkün bir senaryodur. BDT ise bunun tam tersini düşünüyor. Hayatınızın bir felaket olduğu düşüncesinden dolayı depresif hissetmeniz gibi bir mantığa dayanarak ortaya çıktığı düşünülen duygular aslında mantıksız düşüncelere maruz kalmanın sonucunda ortaya çıkıyor. Tabii ki işinizi kaybetmiş olabilirsiniz; ancak bu her şeyin sonsuza kadar berbat olacağı anlamına gelmiyor.

    Eğer ikinci yaklaşım doğruysa, değişim çok daha kolay. Izdırap çekmenizin gizli sebeplerini deşifre etmek yerine, bozuk düşüncelerinizi tespit edip düzeltmeniz gerekiyor. Mutsuzluk ve anksiyete gibi semptomların altta yatan korkuların anlamlı bir ipucu olması gerekmiyor; onlar sadece kovulması gereken davetsiz misafirler. Psikanalizde terapist ve hasta arasındaki ilişki bir petri kabı gibidir. Hasta, diğerleriyle olan ilişkilerindeki alışkanlıklarını canlandırarak davranışlarının daha iyi anlaşılmasını sağlar. BDT’de ise sadece sorundan kurtulmaya çalışırsınız.

    Ağzı bozuk pervasız Ellis dışlanmaya mahkûmdu; ancak Pennsylvania Üniversitesi’ndeki aklı başında psikiyatrist Aaron Beck sayesinde, öncülüğünü yaptığı yaklaşım saygınlık kazandı. Şimdi 94 yaşında olan Beck, büyük ihtimalle hiçbir şeye “saçmalık” dememiştir. Beck, 1961 yılında danışanların ne kadar ızdırap çektiğini saptamak için Beck Depresyon Ölçeği olarak bilinen 21 sorudan oluşan bir anket hazırladı. Bu anket, birkaç aylık BDT’nin vakaların neredeyse yarısının en ağır semptomlarını hafiflettiğini gösterdi. Psikanalistlerden gelen itirazlar, tıpkı kârlı kazançlarını korumaya çalışan insanların şikâyetleri gibi belirli gerekçelerle yok sayıldı. Psikanalistler kendilerini doğaçlamada yeteneksiz, gizemli sanatlarının bir kanıta dayalı adımlara indirgeneceği düşüncesiyle kendini tehdit altında ve gücenmiş hisseden 19. yüzyıl tıp doktorlarıyla kıyaslanırken buldular.

    Bunun takibinde, BDT’nin depresyondan, obsesif kompulsif bozukluğa ve travma sonrası strese kadar her şeyi tedavi etmedeki faydalarını gösteren çalışmalar yapıldı. Dünya çapında en çok satanlar listesine giren İyi Hissetmek adlı kitabıyla BDT’yi yaygınlaştırmaya çalışan David Burns, 2010 yılında “Bilişsel terapi ile ilgili ilk seminerlerden birine, kendimi yine işe yaramayan yaklaşımlardan biri olacağına inandırarak gitmiştim; ancak bu teknikleri hastalarıma uyguladım ve yıllarca umutsuz ve çıkmaza girmiş gibi hisseden insanların iyileştiğini gördüm.”

    BDT’nin en azından bir dereceye kadar milyonlara yardım ettiğine dair çok az şüphe var. Bu, özellikle İngiltere’de, coşkulu bir BDT savunucusu olan ekonomist Richard Layard, Tony Blair’in “mutluluk çarı” olduğunda doğru hâle geldi. Layard’ın Oxford psikologu David Clark ile çalışarak kabul ettirdiği girişim sayesinde, 2012 yılına gelindiğinde bir milyondan fazla kişi ücretsiz terapi görmüştü. BDT tüm ayrıntılarıyla etkili olmasa bile, bu tür bir başarıya ulaşmasının oldukça önemli olduğunu düşünebiliriz. Ancak yine de BDT’nin sunduğu ızdırap çeken zihin modelinde büyük bir eksikliğin olduğu algısını aklımızdan silmemiz oldukça zor. Ne de olsa oldukça karışık olan iç dünyamızı ve ilişkilerimizi en iyi tanıyan bizleriz. Din ve edebiyat tarihinin tamamı tüm bu şeylerin ne anlama geldiğini çalışmıştır. Sinirbilim ise beynin işleyişinin inceliği ile ilgili her gün farklı bilgi ortaya çıkarıyor. Sorunlarımızın çözümü gerçekten de “otomatik düşünceleri tespit etme”, “iç sesimizi değiştirme” veya “içsel eleştirilerimizle mücadele etme” gibi kulağa yüzeysel gelen yöntemler olabilir mi? Terapi gerçekten de bir insandan değil de bir kitaptan veya bilgisayardan alabileceğimiz kadar basit bir şey mi?

    Terapi gerçekten de bir insandan değil de bir kitaptan veya bilgisayardan alabileceğimiz kadar basit bir şey mi?

    Birkaç yıl önce, BDT İngiltere’de en üstün terapi hâline geldikten sonra bir kadın, ilk çocuğunun doğumunun takibinde Ulusal Sağlık Hizmeti’nden depresyon tedavisi için terapi gördü. Bu kadına Rachel diyelim. Rachel’a, önce beş adımda “ruh hâlini değiştirme” vaadinde bulunan bir grup PowerPoint sunumu izletildi. Sonrasında ise bilgisayar aracılığıyla bir terapistten BDT gördü. Rachel, “Daha önce hiçbir şey beni bir bilgisayar programının benden beşten ona kadar nasıl hissettiğimi puanlamamı istediğinde ve ekrandaki üzgün ifadeye tıkladığımda önceden kaydedilmiş bir sesin bana ‘bunu duyduğuma üzüldüm’ dediğinde hissettirdiği kadar yalnız ve soyutlanmış hissettirmemişti.” dedi. İnsan bir terapistin gözetimi altında BDT ile ilgili kâğıtları doldurmak da çok daha iyi bir seçenek değil. Rachel, “Doğum sonrası depresyonda, çalışıp kendi paranızı kazandığınız ve ilginç şeyler yaptığınız bir hayatınız varken aniden kendinizi evde tek başınıza, genellikle kusmukla kaplı ve konuşabileceğiniz bir yetişkinden yoksun şekilde buluyorsunuz.” dedi. Rachel, bugün dönüp baktığında ihtiyacı olan asıl şeyin gerçek bir bağ olduğunu fark etti. İhtiyacı olan şey, her hafta kısa bir süreliğine olsa da, açıklaması zor olduğunu düşündüğü hislerinin bir başkasının zihninde yer tutmasıydı.

    Rachel, “Psikolojik rahatsızlığım olabilir ama yine de hâlâ bir bilgisayarın benim için kötü hissetmesinin mümkün olmadığının farkındayım.”

    Jonathan Shedler, psikanalitik açıdan değerlendirdiğimizde zihnin birçoğumuzun hayal edebileceğinden çok daha karmaşık ve özgün bir âlem olduğunu fark ettiğinde nerede olduğunu hatırladı. Massachusetts’te bir üniversite öğrencisiydi. Psikoloji dersi veren bir öğretim görevlisi, Shedler’ın göllerin üstündeki köprülerde araba sürmek ve bir mağazada şapka denemek içerikli rüyasını; hamilelik korkusunun dışa vurumu olarak yorumlayıp onu hayrete düşürmüştü. Öğretim görevlisi tamamen haklıydı: Shedler ve kız arkadaşı o sırada çaresizce kızın hamile olup olmadığını öğrenmeyi bekliyormuş. Öğretim görevlisinin bu konu hakkında hiçbir bilgisi yoktu; belli ki gerçekten de uzman bir rüya sembolizmi yorumcusuydu. Shedler, öğretim görevlisinin sözleri vahiyle inseydi bile bundan daha fazla etkilenemezdi. Kararlılıkla, “Eğer dünyada bu tür şeyleri anlayan insanlar varsa; ben de onlardan biri olmalıyım.” dedi.

    Fakat Shedler sonrasında zihinle bu tür gizemlere duyulan heyecanı söndüren akademik psikoloji dalına yöneldi. Araştırmacıların kendilerini insanların iç dünyasına değil; ölçüme dayalı nicel sonuçlara adadığı sonucuna varmıştı. Psikanalist olmak yıllarca eğitim ve zorunlu bir şekilde kendini analiz edebilmeyi gerektirir; bunun aksine üniversitede zihin üzerinde çalışmak hiçbir hayat tecrübesi istemez. Shedler, eğitimli bir terapist ve araştırmacı olarak bu iki ayrı dünya arasında köprü kurmuş sayılı insanlardan biridir. Shedler, “Bir konu hakkında uzmanlaşmak için 10.000 saat çalışmanız gerektiği kuralını bilir misiniz? Hangi tür terapilerin işe yaradığı hakkında açıklamalar yapan araştırmacıların çoğunun 10 saati bile yok!” diyor.

    Shedler’ın daha sonraki araştırmaları ve yazıları, psikanaliz hakkında kesin bir kanıt bulunmadığına dair oluşturulan kalıpları sarsmıştır. Fakat ilk psikanalistlerin araştırma konusunda kibirli oldukları yadsınamaz. Kendilerini uzman kurumlarda geliştirmesi gereken yıkıcı bir sanatın savunma durumundaki uygulayıcıları gibi görmeye yatkınlardır; ki bunun anlamı da ayrıcalık gözeten özel kurumlar kurmak ve nadiren üniversitelerdeki araştırmacılarla iletişim kurmaktı. Dolayısıyla, bilişsel yaklaşımlara yönelik araştırmalar avantaj kazandı ve psikanalitik tekniklerin üzerindeki deneye dayalı çalışmalar, bilişsel fikir birliğinin kusurlu olabileceği hakkında ipuçları vermeye başladığında 1990’lı yıllara gelinmişti. 2004 yılında bir meta analiz, kısa süreli psikanalitik yaklaşımların birçok rahatsızlığın tedavisinde en az diğer teknikler kadar etkili olduğu ve hastaların %92’sinin terapi öncesine göre iyileşme gösterdiği sonucuna vardı. 2006 yılında depresyon anksiyete ve diğer rahatsızlıklardan muzdarip yaklaşık 1400 kişi üzerinde yapılan bir çalışma da psikodinamik terapinin lehinde sonuç verdi. 2008 yılında sınırda kişilik bozukluğu üzerinde yapılan bir çalışma, psikodinamik terapi gören hastaların beş yıl sonrasında sadece %13’ünün aynı tanıya sahip olduğu, geri kalan %87’sinin ise iyileştiği sonucuna vardı.

    Bu çalışmalar her zaman analitik terapilerle bilişsel terapileri karşılaştırmıyordu. Karşılaştırmalar genellikle asıl kabahatli olan “alışıldık tedaviler” arasında yapılıyordu. Her seferinde, karşılaştırılan iki yöntem arasındaki en büyük farklar Shedler’ın belirttiği gibi terapi bittikten bir süre sonra ortaya çıkıyordu. Hastalara tedavi bittikten hemen sonra nasıl hissettiklerini sorarsanız BDT’nin tatmin edici bir yöntem olduğunu düşünürsünüz. Ancak hasta aylar veya yıllar sonra geri döndüğünde, genellikle psikanalitik terapilerin olumlu etkilerinin hâlâ sürdüğünü ve hatta arttığını; BDT’nin olumlu etkilerinin ise uçup gittiğini görürsünüz. Bu da psikanalizin insanlara basitçe ruh hâllerini nasıl kontrol edeceklerini değil; kişiliklerini nasıl kalıcı bir şekilde yeniden inşa edeceklerini öğrettiğini gösteriyor. Geçen yıl Tavistock kliniğinde yapılan bir Ulusal Sağlık Hizmeti çalışması, altışar aylık sürelerle incelenen psikanalitik terapi gören kronik depresyon hastalarının kısmi düzelme gösterme şanslarının farklı tedaviler gören hastalardan %40 daha fazla olduğunu gösterdi.

    Giderek güçlenen kanıtların yanı sıra; bilim insanları BDT’nin üstünlüğünü körükleyen ilk çalışmalar hakkında sorular yöneltmeye başladı. 2004 yılında yayımlanan ortalık karıştırıcı bir makalede, Atlanta’da yaşayan psikolog Drew Westen ve meslektaşları, deneylerinden net bir şekilde yoruma açık sonuçların ortaya çıkması hevesiyle hareket eden araştırmacıların, genellikle potansiyel katılımcıların en fazla üçte ikisini birden fazla psikolojik rahatsızlığa sahip oldukları için deneye kabul etmediklerini gösterdi. Bu oldukça anlaşılabilir bir tutumdu. Çünkü hasta birden fazla soruna sahip olduğunda sebep ve sonuç ilişkilerini çözmek daha karmaşık bir hâle gelir. Fakat bu, çalışmaya kabul edilen insanların son derece atipik olduğu anlamına gelebilir. Gerçek hayatta, psikolojik problemlerimiz anlaşılması güç bir şekilde kişiliğimize gömülüdür. Örneğin, terapiye başlamanıza sebep olan sorun depresyon olsun; birkaç seans sonra sorununuzun depresyon olmadığının farkına varabilirsiniz. Mesela asıl sorununuz ailenizin kabul etmeyeceğinden korktuğunuz cinsel yöneliminizle barışma gereksiniminden kaynaklanıyor olabilir. Üstelik, BDT’nin “psikodinamik terapi” ile karşılaştırıldığı bazı çalışmaların tıpkı diğer öğrencilerden üstünkörü eğitim almış lisansüstü öğrencilerinin yaptığı çalışmalar gibi adaletsiz ve hileli olduğu görülmektedir.

    Fakat psikanalizin liderleri tarafından bilişsel yaklaşımlara karşı yapılan en kışkırtıcı suçlama, durumu daha kötü hâle getirip depresif veya kaygılı düşünceleri kontrol altına alma yolları ararken kendini anlama ve kalıcı çözüme ulaşma sürecini askıya almaya neden olabilmesi yönünde yapılan suçlamadır. BDT’nin vaadi, ızdırap karşısında zafer kazanmanın oldukça basit ve adım adım ilerlenebilecek bir yolu olduğudur. Fakat belki de hayatlarımız, duygularımız ve diğer insanların hareketleri üzerinde sağladığımız küçücük kontrolden kazanabileceğimiz çok daha fazla şey vardır. Bu zafer vaadi, sadece hastalar için değil terapistler için de oldukça çekicidir. ABD’li psikolog Louis Cozolino, Terapi Neden İşe Yarar adlı kitabında, “Danışanlar terapi görme konusunda kaygılıyken; deneyimsiz terapistlerse ne yapacakları hakkında bir fikirleri olmadığı için kaygılıdır. Bu nedenle her iki taraf için de odaklanabilecekleri bir görevleri olduğunu bilmek rahatlatıcıdır.” cümlelerini yazmıştır.

    Bilişsel yaklaşımlara karşı yapılan en kışkırtıcı suçlama, durumu daha kötü hâle getirebileceği yönünde yapılan suçlamadır

    Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, BDT’nin önde gelen savunucuları BDT’nin yüzeysel olarak karikatürize edildiğini ve etkisinin bir seviyeye kadar azalmasının çok fazla yaygınlaşmasına bağlı olarak zaten beklenen bir şey olduğunu savunarak bu eleştirilerin çoğunu reddediyor. Yapılan ilk çalışmalar küçük çaplı örnekler ve yeni yaklaşımın heyecanıyla harekete geçmiş öncü terapistler eşliğinde yapılmışken; güncel çalışmalar çok daha büyük çaplı örneklerle daha yetenekli terapistler eşliğinde yapılıyor. Londra’da bulunan King’s College Psikiyatri, Psikoloji ve Sinirbilim Enstitüsü’nde bilişsel davranışçı psikoterapi profesörü olan ve tek bir terapi türünün her rahatsızlık için en iyi yol olamayacağını savunan Trudie Chalder, “BDT’nin yüzeysel olduğunu söyleyen insanlar bir noktayı gözden kaçırıyor. Evet, insanların inançlarını hedef alıyor olabilirsiniz; ancak hedef aldığınız bu inançlara ulaşmak kolay değil. Durum sadece ‘O kişi bana tuhaf bir şekilde baktı; öyleyse benden hoşlanmıyor olmalı’ şeklindeki düşüncelerden ibaret değil. Bahsettiğimiz daha çok ‘Ben sevilebilecek bir insan değilim’ şeklinde önceki deneyimlerden edinilen inançlar. Bunlar kesinlikle geçmişin hesaba katıldığı inançlar.” diyor.

    Ancak, tartışma birbiriyle çatışan çalışmalar arasında bir karara varmakla dinecek gibi değil; durum bundan çok daha derine iniyor. Araştırmacılar hangi terapinin daha iyi sonuç verdiğine dair aşırı farklı kanılara varmış olabilir. Peki, bir sonucu başarılı yapan tam olarak nedir? Çalışmalar semptomların hafifleyip hafiflemediğini ölçüyor. Ancak psikanalizin en önemli önermelerinden biri, hayatta semptom göstermemekten daha çok anlam ifade eden şeyler olduğudur. Bir psikanaliz sürecini daha üzgün fakat daha bilge, önceki bilinçdışı tepkilerinin bilincinde ve hayatını daha sorumlu bir şekilde yaşayan biri olarak tamamlayabilir; bu deneyimi bir başarı olarak görebilirsiniz. Bilindiği üzere Freud’un değişim yaratmaktaki amacı, “nevrotik ızdırabı normal bir mutsuzluğa çevirmek”tir. Carl Jung, “İnsanlığın zorluklara ihtiyacı vardır; bu zorluklar sağlık için gereklidir.” der. Acı hayatın bir parçasıdır. Acı veren duygular için gerçekten de “tedavi” aramamız gerekiyor mu?

    Terapiye bir bilim konusu gibi yaklaşılmaması gerektiği, bireysel hayatlarımızın bilimin dayattığı acımasız genellemelerle sınırlanmak için fazla kendine özgü olduğu oldukça cazip bir fikirdir. Bu düşünce, Stephen Grosz’un 2013 yılında çıkardığı, haftalarca İngiltere’nin en çok satanlar listesinde yerini korumuş ve 30’dan fazla dile çevrilmiş, psikanalistin koltuğundan anlatılan hikâyeleri barındıran koleksiyonu İncelenen Hayatlar‘ı açıklamaya yardımcı olabilir. İncelenen Hayatlar’ın bölümleri, deneysel bulguları ve klinik tanıları değil; hastanın içinde barındırdığı sezgilerin derinliklerini anlamasıyla geçirdiği ani sarsıntıların hikâyelerini anlatıyor. Örneğin, tıpkı çocuğunun yatağını ıslattığı gerçeğini saklayan annesi gibi, üçkâğıtlarına dâhil edebileceği gizli samimiyetler kurabileceği birini arayan bir adamın; birinin bulaşık makinesini ne kadar düzgün yerleştirdiğinin farkına varıp kendisini eşinin sadakatsizliğini reddetmeye zorlayan bir kadının hikâyesini anlatıyor. [Kitabın Türkçe baskısı için şu linke bakabilirsiniz.]

    Grosz bana, “Her hayat eşsizdir ve bir psikanalist olarak senin rolün hastanın bu eşsiz hikâyesini anlayabilmektir. Sadece bir dil sürçmesinden, anlatılan hayallerden veya kullanılan belirli bir kelimeden çıkarılabilecek bir sürü şey vardır. Psikanalistin işi, tüm bu ipuçlarına dikkatle ve anlayışla yaklaşabilmektir. Bu yolları izleyerek “insanlara hayatlarını anlamdırmalarında” yardımcı olabilirsin.” demişti.

    Şaşırtıcı şekilde, bu bilimsellik dışı bakış açısına zihinsel çalışmalarda en çok deneye dayalı hareket eden sinirbilimden destek geldi. Birçok sinirbilim deneyi, beynin bilgiyi bilinçli farkındalığın takip edemeyeceği kadar hızlı işlediğine; böylece bilinçli farkındalığın gerçekleşen sayısız zihinsel işlemden habersiz olduğuna işaret etmiştir. David Eagleman’ın söylediğine göre bu zihinsel işlemler kaputun altında gizlidir ve bunları sürücü koltuğundaki bilinçli bir zihne sahip kişi göremez. Bu yüzden Louis Cozolino’nun Terapi Neden İşe Yarar kitabında yazdığı gibi, “bilinçli olarak farkına vardığımız bir deneyim, aslında biz bilincine varmadan önce birkaç kez işleniyor, anılarımızı ve karmaşık davranış kalıplarımızı devreye sokuyor.

    Elimizdeki kanıtı nasıl yorumladığımıza bağlı olarak, belki de yaptığımızın bile farkında olmadan, mental aritmetik yapmaktan çarpışmayı engellemek için frene basmaya veya evleneceğimiz kişiyi seçmeye kadar sayısız karmaşık şey yapıyoruz. Bu durum, BDT’nin eğitimle zihinsel tepkilerimizi eyleme dökmeden önce kontrol etmeyi öğrenebileceğimizi iddia eden temel varsayımıyla örtüşmüyor. Hatta, bilinçaltının devasa büyüklükte olduğunu ve kontrolün büyük bir kısmının onda olduğunu; kaçınılmaz şekilde geçmişin penceresinden bakarak yaşadığımızı ve bu durumu sadece kısmen, yavaşça ve büyük bir çaba sarf ederek değiştirebileceğimizi öne süren psikanalitik tutumu doğruluyor.

    Belki de terapistler arasındaki bu tartışmalardan varılabilecek inkâr edilemez tek gerçek, hâlâ zihnin nasıl işlediğiyle ilgili pek bir bilgimizin olmadığıdır. Konu zihinsel ızdırabı hafifletmeye geldiğinde, Londra Üniversitesi Queen Mary’de Duyguların Tarihi Merkezi’nde politika müdürü olan Jules Evans bu durum hakkında, “sanki elimizde bir çekiç, bir testere ve bir çivi tabancası varmış; zihin adını koyduğumuz kutu arada sırada arıza yapıyormuş ve bu kutuya elimizdeki tüm aletlerle teker teker vurup, kutunun düzelip düzelmediğine bakıyormuşuz gibi” benzetmesini yaptı.

    Birçok araştırmacının bazı araştırmalar tarafından desteklenen “dodo kuşu kararı” fikrine yönelmesinin sebebi, belirli bir terapi türünde karar kılmanın çok küçük bir fark yaratacak olması olabilir. Dodo kuşunun kararı kavramı, Alice Harikalar Diyarı’ndaki Dodo’nun “Herkes kazandı, ödül hepimize ait.” açıklamasından gelmektedir. Tüm terapi yöntemlerinden daha iyi olan bir terapi yöntemi varsa da henüz keşfedilmemiştir; asıl önemli olan, terapistin merhametli ve kendini işine adamış olması; hastanın ise kendini değişime adamış olmasıdır. David Pollens, Yukarı Doğu Yakası’ndaki muayenehanesinde, psikanalize olan tutkusuna rağmen bu hükmü kısmen desteklediğini söyledi. Pollens, “Birçok tıbbi eğitime katılmış ve İngiltere’de müthiş bir psikanalist olan Michael Balint’in doktorlara yöneltmek istediği bir sorusu var.” dedi. Bahsi geçen soru: “Reçetesini yazdığınız en etkili ilaç nedir?” sorusuydu. İnsanlar bu soruyu cevaplamaya çalışırken “En etkili ilaç ilişkilerdir.” cevabını verecekti.

    Basitçe hangi terapinin daha etkili olduğunu bilmediğimiz üzerine varılan bu sonuç, Freud’un ve onun izindeki terapistlerin lehineymiş gibi görülebilir. Sonuç olarak psikanaliz, zihnimizin işleyişi hakkında ne kadar az şey kavrayabildiğimizi ortaya koyuyor. Jung’un fikirlerini benimseyen psikanalist James Hollis, kimsenin cevaplayamayacağı bir soru varsa o sorunun “Neyin bilincinde değilsiniz?” olacağını yazmıştır. Freud kibir konusunda sınır tanımayan bir adamdı. Fakat onun mirası bize, hayattaki her şeyin olumlu olması gerekmediğini, her seferinde iç dünyamızda nelerin olup bittiğini bilebileceğimiz varsayımından kurtulmamız gerektiğini; aslında duygularımızı çoğu zaman sarsıcı gerçeklerden korunmak için kullandığımızı hatırlatıyor.

    Pollens, “Terapide olan şudur: İnsanlar sizden yardım istemek için gelirler, yapacakları bir sonraki şey ise onlara yardım etmeyi bırakmanızı istemektir.” der. Pollens’in bunu söylerken tebessüm etmesi belki de bütün bu terapi meselesinin absürtlüğünden kaynaklanıyor. “Bize içten içe ‘bana yardım etme’ diyen birine nasıl yardım edebiliriz? İşte psikanalitik tedavi tam olarak böyle bir şeydir.”

    Kaynak

    https://www.theguardian.com/science/2016/jan/07/therapy-wars-revenge-of-freud-cognitive-behavioural-therapy

  • Belirti Azaltmanın Ötesinde: Psikodinamik Psikoterapi Ampirik Destek Alıyor

    Psikodinamik psikoterapi, kişinin bilinçdışı düşüncelerinin (unconscious thoughts) ve duygularının derinliklerine inen terapötik bir yaklaşımdır. Sadece belirtileri hafifletmekle kalmaz, aynı zamanda kişisel gelişimi ve kendini anlamayı da teşvik eder. Son araştırmalar, depresyon, kaygı ve kişilik bozuklukları gibi yaygın zihinsel bozuklukların tedavisinde psikodinamik psikoterapinin etkinliğini kuvvetli bir biçimde vurgulamaktadır. Sonuç olarak bu terapi, araştırma topluluğundan sağlam bir destek alarak ruh sağlığı tedavisinde kullanılan kritik bir araç olarak rolünü sağlamlaştırmıştır.

    Almanya’daki Giessen Üniversitesi’nden Falk Leichsenring liderliğindeki araştırmacılar, psikodinamik psikoterapinin, depresif, kaygı, kişilik ve somatik bozukluklar gibi yaygın ruhsal bozukluklar için ampirik olarak desteklenen tedavi (EST – Empirically Supported Treatments) için en son kriterlerin katı taleplerini karşıladığını bildirmektedir.

    Müellifler belirtmektedir ki:

     “Yeni EST modelinin kriterleri, depresif, anksiyete, kişilik ve somatik semptom bozukluklarında PDT’nin “kuvvetli” bir referans ile en uygunu olduğunu öne sürmektedir. Bu şemsiye inceleme, PDT’nin depresif, anksiyete, kişilik ve somatik semptom bozuklukları için kanıta dayalı psikoterapiyi temsil ettiğini göstermektedir.”

    Önceki araştırmalar, duygudurum bozuklukları, kaygı ve panik bozuklukları, kişilik bozuklukları ve travma sonrası stres bozukluğu gibi çeşitli durumlar için bir tedavi olarak psikodinamik psikoterapinin etkinliğini göstermiştir. Hatta bu terapinin etkinliğinin bilişsel-davranışçı terapiye (CBT) rakip olduğu veya bazı durumlarda onu geçtiği gözlenmiştir. Bununla birlikte, bir tedavinin ampirik desteği hakkında somut bir sonuca varmak, bireysel çalışmalardan daha fazlasını gerektirmektedir.

    Orijinal EST kriterleri, bir tedavinin, kontrol koşullarına üstünlüğünü veya bir bozukluk için yerleşik tedavilerle karşılaştırılabilir etkinliğini göstermek için sadece iki rastgele kontrol denemesi (RCT) gerektirdiğini belirledi. Ancak bu kriterler endişeleri artırdı. Eleştirmenler, semptomların azaltılmasına odaklanmanın psikososyal işleyişin önemli yönlerinin gözden kaçırılmasına neden olduğunu savundu. Ayrıca, çalışma sonuçlarının gerçek dünyadaki klinik uygulamalara sınırlı genellenebilirliği ve çalışma tasarımındaki potansiyel kusurlara dikkat çekildi. Yazarlar ayrıca araştırma sonuçlarıyla ilgili önemli konuların altını çizmekte:

    “Amerikan Psikoloji Derneği’nin EST veritabanında yer alan çalışmaların bağımsız ampirik yeniden değerlendirmelerinde, tekrarlanabilirlik ve kuvvet tahminleri neredeyse bütün EST’ler çapında düşük bulundu. Modele göre ‘kuvvetli’ kanıtlara sahip olarak derecelendirilen bazı EST’LER, etkinlik açısından ‘mütevazı’ muadillerinden daha iyi bir performans gösteremedi.”

    Bu tür endişeler, ampirik olarak desteklenen tedavileri belirlemek için yeni bir modelin geliştirilmesine yol açtı. Bu gözden geçirilmiş yaklaşım, bireysel klinik ve rastgele kontrol çalışmalarının sistematik olarak gözden geçirilmesini, çalışma kalitesinin, klinik ve istatistiksel önemin, kısa vadeli etkinliğin ve uzun vadeli sonuçların değerlendirilmesini gerektirdi. Ayrıca, semptomların azaltılmasının ötesindeki faktörleri, sonuçların topluluk ortamlarına genelleştirilebilirliğini, sendromlara ve karmaşık deneyimlere odaklanmayı ve tedavilerin nasıl değişiklik yarattığını göz önünde bulundurma ihtiyacını da gözler önüne serdi.

    Şimdiye kadar, bu yeni model, psikodinamik psikoterapiyi titizlikle incelememişti. Bu nedenle müelliflerin çalışması, psikodinamik psikoterapinin ampirik durumunu, terapinin yaygın ruhsal bozukluklar yaşayan yetişkinlerle kullanımına ilişkin meta-analizlerin ayrıntılı bir incelemesi yoluyla değerlendirmeyi amaçlamıştır. Müellif Ekipler, PubMed, Psychİnfo ve Cochrane Kütüphanesi gibi veritabanlarında sistematik incelemeleri, meta-analizleri ve bireysel RCT’LERİ inceleyerek kapsamlı bir literatür taraması yaptı. Verileri çeşitli belirleme ve değerlendirme araçları kullanarak incelediler, yanlılık risklerini kontrol ettiler ve birincil çalışmaların kalitesini değerlendirdiler.

    Psikodinamik Tedavi ve Depresyon

    Belirli koşullara göre kategorize edilen çalışma sonuçları, ilk olarak psikodinamik psikoterapinin depresyon için etkinliğini vurguladı. 3.163 katılımcıyı içeren 27 RCT, psikodinamik terapinin koşulları kontrol etme üstünlüğünü, orta etki büyüklüğünü ve yayın yanlılığının olmayışını kanıtladı. Ek olarak, ekip psikodinamik tedavinin sonuçları ile depresyon için diğer tedaviler arasında hiçbir fark bulamadı. Hastaların yaşam kalitesini iyileştirmedeki özel gücünü ve kronik depresyonu tedavi etmedeki büyük etki büyüklüğünü keşfettiler, bu da psikodinamik psikoterapiyi ilaca yanıt vermeyen hastalar için uygun maliyetli bir seçenek haline getirdi. Bir RCT, Afrikalı-Amerikalı erkeklerin psikodinamik tedavi ile farmakoterapiden daha iyi sonuçlar elde ettiğini öne sürdü.

    Anksiyete Bozuklukları için Psikodinamik Psikoterapi

    Ekip ayrıca panik bozukluk, agorafobi, sosyal anksiyete bozukluğu, yaygın anksiyete bozukluğu ve travma sonrası stres bozukluğu dahil olmak üzere anksiyete bozuklukları için psikodinamik tedavi araştırmalarını analiz etti. Toplamda 565 katılımcıyı içeren çalışmalarda, psikodinamik psikoterapi, anksiyete semptomlarını azaltmak için orta düzeyde bir etki büyüklüğü sergiledi. Panik bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu ve diğer anksiyete bozukluklarında diğer tedaviler kadar etkili olduğu bulundu.

    Kişilik Bozuklukları için Psikodinamik Psikoterapi

    Yaklaşık 239 katılımcıyı içeren on altı RCT, Borderline (Sınırda) Kişilik Bozukluğu ve diğer Küme C kişilik bozuklukları için psikodinamik psikoterapinin etkinliğini inceledi. Bu çalışmalar, terapinin temel kişilik bozukluğu semptomlarını azaltmak ve işleyişi iyileştirmek için orta etki büyüklüğünü göstermiştir. Ayrıca bu tedavi, yayın yanlılığına dair hiçbir kanıt tespit edilmeden diğer tedavilere eşit bulunmuşur. Bir rastgele kontrol çalışması, psikodinamik psikoterapinin, yansıtıcı işlevin iyileştirilmesinde diyalektik davranış terapisinden (DBT) ve destekleyici terapiden üstün olduğunu bulmuştur.

    Somatik Semptomlar için Psikodinamik Psikoterapi

    2106 katılımcı da dahil olmak üzere on yedi RCT, somatik semptom bozuklukları için psikodinamik psikoterapiyi değerlendirdi. Terapi, somatik semptomlar üzerinde ılımlı bir etki ve TCMB dahil diğer tedavilere eşit etkinlik gösterdi. Bu tedavi aynı zamanda işleyişin iyileştirilmesinde orta büyüklükte bir etkiye sahipti.

    Değişim Mekanizmaları

    Son olarak, araştırmacılar psikodinamik psikoterapinin etkinliği ile ilgili değişim mekanizmalarını incelediler. Depresif, anksiyete ve kişilik bozukluklarıyla çalışırken artan içgörünün iyileşmeden önce geldiğini buldular. Aktarımla çalışmak, ciddi kişilerarası sorunları olan kişilik bozukluklarıyla çalışırken iyileşmeden önce geldi. Aktarıma içgörü ve duygulanım farkındalığı aracılık etti. Terapötik ittifakın psikodinamik psikoterapide de önemli bir değişim mekanizması olduğu keşfedildi. Birliktelikle çalışmanın ve anksiyete, depresyon ve kişilik bozuklukları ile çalışırken savunma mekanizmalarındaki değişikliklerin de faydalı olduğu bulundu. Son olarak, somatik semptomların azaltılmasında duygusal işleme önemliydi.

    Önemli kanıtlar göz önüne alındığında, araştırmacılar psikodinamik psikoterapinin depresyon, anksiyete, kişilik bozuklukları ve somatik bozukluklar için yeni EST kriterleriyle uyumlu olduğu sonucuna varmışlardır. Kullanımını önemle vurgulayıp ve tavsiye etmektedirler. Gelecekteki araştırmalarda, bu tedaviyi bu ve yeterince çalışılmamış diğer bozukluklar için incelemeye devam edilecektir. Daha fazla tedavi, ampirik olarak desteklenen statü kazandıkça, ruh sağlığı alanı, donanımlarını çeşitlendirmeli ve daha geniş bir hasta yelpazesinin fayda görmesine olanak sağlamalıdır.

    ***

    Leichsenring, F., Abbass, A., Heim, N., Keefe, J. R., Kisely, S., Luyten, P., Rabung, S., &    Steinert, C. (2023). The status of psychodynamic psychotherapy as an empirically supported treatment for common mental disorders – an umbrella review based on updated criteria. World Psychiatry, 22(2), 286–304. https://doi.org/10.1002/wps.21104 (Link)

    ***

    Kaynak: https://www.madinamerica.com/2023/07/beyond-symptom-reduction-psychodynamic-psychotherapy-gets-empirical-backing/


    Yazar: José Giovanni Luiggi-Hernández, PhD

    José Giovanni Luiggi-Hernandez, doktorasını Duquesne Üniversitesi’nde tamamlamış bir eğitmen ve nicel araştırmacıdır. Ayrıca halk sağlığı alanında deneyime sahip olup yüksek lisansını Porto Riko Üniversitesi Tıp Bilimleri Kampüsü’nde tamamlamıştır. Araştırmaları ve klinik ilgi alanları, fenomenolojik, psikanalitik ve sömürge dışı çerçeveler kullanarak sömürgeleştirilmiş insanların yaşanmış deneyimlerini anlamayı içermektedir. Ayrıca diğer projelerin yanı sıra LGBTQ sorunları, fiziksel sağlık sorunları için psikoterapi (örneğin kronik ağrı ve diyabet) üzerine çalışmıştır.

    Çevirmen: Egemen AZAZ

  • Peter Fonagy’nin “A Clinical Guide to Psychodynamic Psychotherapy” İçin Yazdığı Ön Söz

    Okuyacağınız metin Profesör Peter Fonagy‘nin Deborah Abrahams ve Poul Rohleder’in yazdığı A Clinical Guide to Psychodynamic Psychotherapy adlı kitabına yazdığı ön sözün çevirisidir. Fonagy’nin Türkçeye çevrilmiş Klinik Uygulamada Zihinselleştirme isimli bir kitabı bulunmaktadır.

    Abrahams ve Rohleder’ın mükemmel girişini [yazının başlığındaki kitap] okurken, bu kitapta belirtilen fikirlerin ve uygulamaların hayatta kalmasını sağlayan gizli bir bileşenin ne olduğunu merak ettim. 125 yıllık herhangi bir bilimsel teori veya klinik uygulamanın güncel uygulamalarla ilgisi olmadığı söylenebilir, ancak psikanaliz ve psikodinamik psikoterapinin bu kadar uzun süre hayatta kalmasına ne yardımcı oldu? Bu ön söz’de, psikanalizin benzersiz özellikleriyle ilgili birkaç öneri sunmak istiyorum, hepsi Abrahams ve Rohleder’ın kitabında olağanüstü bir şekilde örneklenmiştir.

    İlk olarak, zihnin (mind) ruhsal bozukluklar (mental disorder) üretebileceği fikri, psikolojik nedenselliğin (psychological causation) ilkesi olarak bilinen, devrim yaratan bir düşüncedir. “Dinamik (dynamic)” terimi, 19. yüzyılın sonlarında Leibniz, Herbart, Fechner ve Hughlings-Jackson tarafından “statik” kelimesiyle karşılaştırmak için kullanılmıştır (Gabbard, 2000). Bu nedenle, kelime zihinsel bozukluğun psikolojik ve sabit organik nörolojik bir bozukluk modeli arasındaki farkı vurgulamak için hizmet etmiştir. Bu yaklaşım, zihin-beden ayrımından doğan esneklikten faydalanmaya devam etmektedir. Ancak, “dinamik” terimi, daha yakın zamanlarda, zihinsel süreçlerin (düşünme, hissetme, arzulama, inanma, istek) etkileşimine vurgu yapmak yerine, sınırlı bir şekilde zihinsel bozuklukları kategorize etmeye odaklanan tanımlayıcı fenomenolojik psikiyatri ile karşılaştırılmaya başlanmıştır. Psikodinamik Teori, kitabın ilk bölümlerinde belirtildiği gibi, zihinsel bozuklukları bir bireyin bilinçli veya bilinçdışı inançları, düşünceleri ve duygularının belirli organizasyonları olarak anlamlandırmak üzerine odaklanmıştır. Kitap boyunca sunulan zengin vaka çalışmaları, bu sürecin inceliklerini ve özellikle bir kişinin acısını açıklama göreviyle yükümlü psikodinamik klinisyenin nasıl zarifçe açıklayabileceğini aydınlatmaktadır.

    İkinci olarak, psikodinamik psikoterapi, psikolojik nedenlerin zihnin bilinçdışı kısmına (non-conscious part of the mind) nasıl uzandığını tarif edebilmesi açısından benzersizdir. Nagel, Wollheim, Hopkins ve diğer zihin felsefecileri (Hopkins, 1992; Nagel, 1959; Wollheim, 1995) hepsi, bilinçdışı zihinsel işleme varsayımının psikanalitik model içindeki önemli bir keşif olduğunu işaret etmiştir. Dolaylı veya dolaysız olarak, psikodinamik modeller, bilinçli fantezilerle (conscious fantasies) benzerlik gösteren bilinçdışı anlatısal deneyimlerin (non-conscious narrative-like experiences) bir bireyin davranışını, özellikle de duygularını düzenleme kapasitesini ve sosyal çevresiyle uygun şekilde başa çıkma becerisini derinlemesine etkilediği varsayımını yapar. Modern bilişsel bilimciler, zihinsel işlevleri yalnızca bilinçli alana sınırlamazken, psikodinamik yaklaşımlar, ilgi alanlarının merkezine bilinçdışı işlevleri (non-conscious functioning) yerleştirmeleriyle benzersizdir. Bu tür etkileşimler hem bilinçli hem de farkındalık dışında gerçekleşirken, psikodinamik model reddedilmiş arzulara ve fikirlere vurgu yapan, bilinçli deneyimlerden savunmacı bir şekilde dışlanan bir zihin modeli olarak görülmüştür. Kitap, bireyin farkında olması mümkün olmayan zihinsel durumlara başvurmanın gerektiğini ve psikodinamik yaklaşımın bu bilinçdışı endişelerin muhtemel yerini ve bunların nasıl duyarlı bir şekilde keşfedilebileceği konusunda bir yol haritası sağladığını göstermektedir. Abrahams ve Rohleder’in kitabı, üretken terapötik değişim sağlamak için bilinçdışı içeriği keşfetmek isteyen klinisyenlere açıklama sağlamaktadır. Bu stratejiler basit veya açık değildir ve kitabın sonraki bölümleri, özenli ve bağlı bir çalışma ve fırsat/şans talep eder.

    Örneğin, ihmal veya suiistimal, çocuğun varlığını sürdürmesi için hayati önem taşıdığı düşünülen bakıcıyla karışık duygularla ilişki kurma yönündeki tartışmasız doğal ancak hafif yatkınlığını ağırlaştırabilir. Zihinsel organizasyonun (mental organisation) belli bir süzeyde dağılmasının (fragmentation) varoluşçu felsefe (Gadamer, 1975; Heidegger, 1962) tarafından her yerde hazır ve nazır olduğu gösterilmiş olsa da, psikodinamik teknikler genellikle bireyin sıkıntısını azaltmak amacıyla kişinin kendisiyle ve başkalarıyla ilgili duygu, inanç ve isteklerde bilinçli veya bilinçsiz olarak algılanan tutarsızlıkları tanımlamayı amaçlar. Çatışmaların yalnızca sıkıntıya neden olduğu düşünülmekle kalmaz, aynı zamanda bireyin uyumsuz fikirleri çözme yeterliliğini azaltan temel psikolojik kapasitelerin, bireyin normal gelişimini potansiyel olarak baltaladığı düşünülür (Freud, 1965). Her ne kadar her yerde hoş olmayan durumlardan kaçınmak istesek de, psikodinamik teoriler, özellikle de bağlanma teorisyenleri ve Joseph Sandler’ın (2003) çalışmaları, sadece hoş olmayan durumlardan kaçınmak istemediğimizi, aksine zihinlerimizin öznel bir güvenlik ve aidiyet hissini en üst düzeye çıkarmak için kollektif ve muhtemelen biyolojik olarak düzenlendiğini açıklar.

    Dördüncü olarak, psikodinamik teoriler, anksiyete, rahatsızlık ve memnuniyetsizliği azaltma kapasitesine sahip olan ortak zihinsel işlemler kümesini tanımlamak için kullanılır, ancak doğru gerçeklik ve zihinsel durumların bozulduğu görünmesine rağmen. “Psişik savunmalar (psychic defences)” terimi cisimleştirme (reification) ve insana benzetme (anthropomorphism) riski taşıyabilir (tam olarak kim, kime karşı, ne savunuyor?). Bununla birlikte, zihinsel durumların, dış veya iç gerçekliğe göre kendine hizmet eden (self-serving) çarpıtmaları kavramı genel olarak kabul edilir ve sık sık deneysel olarak gösterilir (Lyons-Ruth, 2003; Shamir-Essakow, Ungerer, Rapee ve Safier, 2004). Ayrıca, belirli stratejilere yatkınlıkta bireysel farklılıklar, belirli kişi gruplarına ve zihinsel bozukluklara kodlanarak incelenip güçlü beklentiler oluşturmak için faydalı olabilir (Bond, 2004; Lenzenweger, Clarkin, Kernberg ve Foelsch, 2001).

    Savunma mekanizmalarının tanımlanması, bireylerin bulundukları dünyayı nasıl gördüklerini anlamak için çok değerlidir. Bazı durumlarda tehlikeleri minimize ederlerken bazı durumlarda ise abartırlar. Bu tür kendine hizmet eden çarpıtmaların farkında olunduğunda değiştirilebilen fırsatların alt optimal kullanımına neden olabilir. Psikodinamik yaklaşım, hem dış hem de iç çevresiyle olan bireyin ilişkisini anlamayı hedefleyen insan özneliğinin kapsamlı bir görüşüdür. Freud’un sıkça yanlış yorumlandığı büyük keşfi olan “id neyse, ego orada olacak” (S. Freud, 1933, s.80) ifadesi, bilinçli zihnin kendi işlevleriyle ilgili yönünü radikal bir şekilde değiştirme gücüne işaret eder, hatta kendi varlığını sonlandırma kapasitesine sahiptir. Bu kitapta ortaya çıkan psikodinamik, kendini değiştirme ve kendini düzeltme potansiyeline atıfta bulunur ve görünüşte tamamen insan olmayan türlerin bile ulaşamayacağı bir potansiyele sahiptir.

    Psikodinamik teknikler, bireyin rahatsızlığını azaltmak amacıyla, kendine ve diğerlerine yönelik hislerde, inançlarda ve isteklerde algılanan tutarsızlıkları tespit etmeye çalışır. Çatışmaların yalnızca rahatsızlık yaratmadığı, aynı zamanda anahtar psikolojik kapasitelerin normal gelişimini de engelleyebileceği düşünülmektedir. Bu nedenle, psikodinamik teknikler, bireylerin düşünceler arasındaki çelişkileri çözmelerine yardımcı olmaya çalışır.

    Psikodinamik teoriler, sadece rahatsızlıklardan kaçınmak istemediğimizi, aklımızın, subjektif bir güvenlik ve ait olma hissini maksimize etmek için kolektif ve biyolojik olarak düzenlendiğini açıklar. Bağlanma teorisyenleri ve Joseph Sandler’ın çalışmaları da bu görüşü destekler.

    Beşinci olarak, kitapta belirtildiği gibi, psikodinamik psikoterapiler gelişimsel terimlerle düşünülür. Elbette, kitap ayrıca farklı psikodinamik yaklaşımların normal ve anormal çocuk ve ergen gelişimi konusunda farklı varsayımlar yaptığını açıkça belirtmektedir. Bununla birlikte, psikodinamik terapi yaklaşımı her zaman hastanın ortaya çıkan problemlerinin gelişimsel yönüne odaklanır. Genel olarak, geçmişin bir bireyin şimdiki ve gelecekteki durumunu güçlü bir şekilde belirlediği inancı, tüm psikodinamik fikirlerin temel bir varsayımıdır. Temelde, tüm psikodinamik psikoterapiler normal ve anormal çocuk ve ergen gelişimi konusunda farklı varsayımlarla birlikte gelişimsel terimlerle düşünülür (Fonagy, Target ve Gergely, 2006).

    Psikodinamik yaklaşımı destekleyen altıncı güçlü genel varsayım, bu kitabın tamamen içinden geçtiği gibi, ilişki temsillerinin çocukluk deneyimleriyle ilişkilendirilebileceğidir. Psikodinamik klinisyenler, özellikle aileler içinde yaratılan güçlü bağların kişiliğin düzenlenmesinde önemli olduğunu düşünmeleri bakımından, kişilerarası ilişkileri önemseyen tek kişiler değillerdir. Ancak, psikodinamik terapistlerin özel odak noktası, bu yoğun ilişki deneyimlerinin zamanla içselleştirilip birleştirilerek genellikle nöral ağ olarak metaforik olarak temsil edilen bir şematik zihinsel yapı oluşturması varsayımıdır. Çocukluk veya ergenlik deneyimi, bazen tembelce erken deneyim olarak adlandırılsa da, kişilerarası sosyal beklentileri etkilediği düşünülmektedir. Bu, bireyler için yararlı olmayan kişilerarası stratejilerin neden değerlerini yitirdikten yıllar sonra bile devam edebildiğini anlamamıza yardımcı olur. Bu strateji sadece eskimiş değil, aynı zamanda tamamen işe yaramazdır. Kişilerarası sosyal beklentiler, psikodinamik psikoterapide terapistle ilişkiyi (transference yoluyla) etkilerken, belki de gelişimsel sosyal psikoloji (Mayes, Fonagy ve Target, 2007) veya yetişkin ilişkilerinde (Felitti ve Anda, 2009) ve (Bellis vd., 2017) ACE’lerin (olumsuz çocukluk deneyimleri) muayene edildiği diğer yaklaşımların bir parçası olarak ortaya çıkar. Bireyin burada ve şimdi yaşadığı çatışmaları aydınlatmak için diğer insanlarla tarihsel etkileşim biçimini anlamak isteği, psikodinamik psikoterapistlerin davranışındaki bazı özellikleri açıklar. Terapistle ilişki beklentilerinin açıkça ortaya çıkmasına izin vermek için, psikodinamik psikoterapist, kendi kendine spontan hareket etmenin çok fazla gösterilmesine çekinebilir ve acıya karşı o kadar nötr görünebilir ki kötü davrandığı suçlamalarına maruz kalabilir. Bu, belki klasik psikodinamik yaklaşımlara yönelik bir eleştiri olabilir, ancak bu kitaba yöneltilmez. Burada terapist, hatalar yapabilen ve pişmanlık duyabilen, spontan hareket etme kapasitesine sahip bir insan olarak ortaya çıkar. Belki de kitaptaki en önemli kavram, ilişki temsillerine odaklanır. Kendi-Diğer ilişki temsilleri, duyguların örgütleyicileri olarak düşünülür, çünkü duygu durumları belirli Kendi-Diğer ve kişilerarası ilişki modellerini karakterize eder (örneğin, bir kişinin kaybedileceğini beklediği için üzüntü ve hayal kırıklığı yaşaması). Bu fikrin merkezi konumu, psikodinamik teoride yavaş yavaş ortaya çıkan bir kavramdır ve bu da insan kimliğinin, ilişkileri, nasıl göründükleri ve belirli ilişkilerin duygusal deneyimlerinin bir işlevi olmadan anlaşılamayacağını açıklar. Gelişimsel yaklaşımı ve ilişki deneyimlerinin bir Self ve genel Diğerler duygusu oluşturarak birikmesi görüşü, bu kitap için uygun klinik odak noktasıdır. Bu sözde nesne ilişkileri teorisi, psikodinamik psikoterapinin teori ve teknik açısından tarihsel olarak parçalanmış birçok bireysel yaklaşımı için ortak bir dil haline gelmiştir. Psikodinamik yaklaşımın yedinci temel özelliği, belki de diğer psikodinamik metinlerden daha net bir şekilde bu kitapta yer almaktadır ve bu özellik, anlamların karmaşıklığına dair varsayımdır. Psikodinamik yaklaşımlar arasında belirli davranışların belirli anlamlarla bağdaştırılması konusunda klinisyenler arasında farklılıklar olsa da, psikodinamik yaklaşımların genel varsayımı, davranışın, ilgili kişinin farkında olmadığı zihinsel durumlar açısından anlaşılabileceğidir. Zihinsel bozukluk belirtileri klasik olarak, bilinçli farkındalıkla çelişen dileklerin birbirleriyle çatışmasının yoğunlaşmaları olarak kabul edilir ve bu dileklerin bilinçli farkındalığa karşı savunmaları vardır. Farklı psikodinamik yönelimler, aynı semptomatik davranışların “gizli” olarak neleri ifade ettiği konusunda farklı türler veya kategorilerde anlamlar bulurlar. Bazı klinikler ifade edilmemiş saldırganlık veya cinsel dürtüler üzerinde odaklanırken, diğerleri onaylanmama korkusu üzerinde, başkaları ise terk edilme ve yalnızlık kaygıları üzerinde dururlar. Bu kitap bağlamında, terapötik olarak daha önemli olanın kişisel anlamı arama çabası olduğu ve farklı psikodinamik terapötik yaklaşımlar arasında paylaşıldığı (örneğin, Holmes, 1998) görülmektedir. Özellikle bir anlam yapısını açıklığa kavuşturmak, herhangi bir belirli anlam yapısı terimi kullanarak hastaya içgörü kazandırmaktan daha önemlidir ve bu, psikodinamik psikoterapinin özü olarak bu sayfalarda yer almaktadır.

    Son olarak, psikodinamik tedavilerin sürecinde geçmiş ilişki temsillerinin yeniden ortaya çıkacağı eşsiz psikodinamik öneri, bu kitabın uygun bir şekilde ele aldığı ve tüm psikodinamik psikoterapistleri meşgul eden bir endişeyi tanımlar. Psikodinamik bir çerçeve içinde, i) ‘transference’ ilişkisi üzerine geniş bir literatür vardır. Burada bilinçsiz ilişki beklentileri, reddedilmiş istekler vb. oynanır ve bu oynanışın yeni bir bağlamda paylaşılan deneyimi yoluyla daha iyi anlaşılabilir, ve ii) ‘gerçek’ ilişki, yukarıda bahsedilen genel faktörü yakalar, yani ilgili, anlayışlı ve saygılı bir kişiyle ilişki kurmanın terapötik etkisi, bazıları için yeni bir deneyim olabilir. Ancak, bu her iki yönde de geçerlidir. Psikodinamik terapistler de, herkes gibi, hoş olmayan durumlardan kaçınmak için düzenlenen zihinlere sahiptir ve meydan okumalardan kaçınmak için savunma stratejileri üretebilirler. Kendi geçmişlerini danışma odasına getirirler ve ilişki temsilleri müşterileriyle ilişki kurma şeklini domine edebilirler. Başka bir deyişle, terapistin bilinçdışı veya savunmalı dinamik olarak bilinçdışı kısmı, hastanın bilinçdışı çatışmadan korunmak için savunma mekanizmaları kullanma kapasitesiyle psikodinamik tedaviye gelir. Bu varsayımdan birkaç şey takip eder. En açık olanı, psikodinamik psikoterapistlerin kendi kişisel terapilerine sahip olmalarının, hastanın görmek için geldiği deneyimi paylaşmak ve empati kurmak için bir kısmını yapmalarının önerilmesidir. Ayrıca, muhtemelen danışmaya getirebilecekleri en problemli yönleri ele almalarına yardımcı olur. İkinci olarak, her seviyede beceri ve uzmanlıkta gözetimin kesin gerekliliğidir. Bu, bilinçdışı farkındalık dışındaki zihinlerimizin müdahalesini engelleyemese de, müşterinin veya hatta terapistin en iyi çıkarlarına uymayan yanıtlama kalıplarının yerleşmesini önleyecektir.

    Deneyim üzerine düşünmek, çoğu modern bilinç teorileri tarafından belirlendiği gibi faydalı bir düzelticidir (Fonagy ve Allison, 2016). Ancak, bu tür bilinçdışı tepkilerin en önemli bölümleri, terapistin keşif aracı olarak zihniyle ilgilidir. Şimdi uygun bir şekilde psikodinamik uygulamayı sarmalayan bir fikir, insanlara nasıl tepki verdiğimizin sadece kendimizle ilgili bir şey söylemediği, aynı zamanda yardım etmeye çalıştığımız kişi hakkında da bir şeyler söylediği basit bir düşüncedir. Bir kaygı, sıkıntı veya umutsuzluk duygusal bir tepki olabilir, ancak yalnızca muhtemel mevcut varoluş durumumuzla ilgili bir şey olmayabilir, aynı zamanda yardımcı olmaya çalıştığımız kişide tetiklenen bir şey olduğunu da söyler. Karşı aktarımın sistematik kullanımı, bu kitapta birçok önemli psikodinamik teknikle birlikte iyi açıklanmıştır.

    Bir ampirik araştırmacı olarak, bu kitapta bilimsel araştırmaların klinik teori ve tekniklerle bütünleştirilmesine yönelik benzersiz çabalardan gerçekten etkilendim. Psikanalizin epistemik çerçevesi, en azından geçmişte, deneysel araştırmaları dışlamıştır. Psikanaliz ve psikodinamik psikoterapi ile ilgili deneysel çalışmalar sadece randomize kontrollü deneyler değildir ve bu çalışmaların güçlü ve zayıf yönleri Kitap 3’te iyi açıklanmaktadır. Deneysel yöntem, anatomik, nörofizyolojik ve genetik gözlemleri bütünleştirir ve bu gözlemler, zihinsel bozukluklar hakkındaki modern anlayışımızın en önemli noktalarından biridir (örneğin Holmes, 2020).

    Psikodinamik teorinin epistemik kapsamı, özellikle gelişim psikolojisi, bilişsel bilim, hesaplamalı psikiyatri, feminist teori, sosyoloji, queer teori, antropoloji, patoloji, evrimsel psikoloji, doğrusal olmayan dinamikler ve siyaset bilimi gibi psikolojinin birçok alanını kapsar; aslında, 21. yüzyıl düşüncesinin pek çok alanıyla kesişmektedir. Devam eden önemi bazıları için bir bulmaca olsa da, bu teoriyi incelemenin önemini vurgular. Bana göre, psikodinamik psikoterapinin temelinde yatan psikanalitik teori, insan zihninin işleyişi hakkında elimizde bulunan en zengin ve sofistike fikirler kümesidir.

    Bu bir teoridir ve psikoterapötik uygulama içinde yer almaktadır. Cümlelerde herhangi bir anlam hatası olmamakla birlikte, bazı yazım ve dilbilgisi hataları mevcut. Düzeltmeler şu şekildedir:

    “Elbette şimdi yüzlerce, belki binlerce farklı psikoterapi türü var. Neden herhangi birini psikodinamik terapi olarak seçmeliyiz? Teknikler açısından, diğerlerinden daha etkili olması muhtemel değildir. İnsan zihnini anlama yaklaşımı olarak, kendi başına durur. Psikoterapinin insan acısını etkili bir şekilde ele alabileceğine dair yeterli kanıtımız var ve bunun aracılığıyla, belki de daha da önemlisi, birbirimizi anlamak için daha fazla kişisel anlayış yaratan, daha cömert ve verimli bir insan çevresi yaratma çağrısı için daha geniş bir insani çağrıyı size öneririm. Bu nispeten yeni yüzyılda, insanlar arası anlayışa daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.”

    Yazar: “Profesör Peter Fonagy OBE, University College London (UCL) Çağdaş Psikoanaliz ve Gelişimsel Bilim Profesörü ve Anna Freud Ulusal Çocuklar ve Aileler Merkezi CEO’su’dur. Haziran 2020’de söz konusu metni yazmıştır.”

    Referasnlar

    Bellis, M. A., Hardcastle, K., Ford, K., Hughes, K., Ashton, K., Quigg, Z., & Butler, N.
    (2017). Does continuous trusted adult support in childhood impart life-course resilience against adverse childhood experiences – a retrospective study on adult health-harming behaviours and mental well-being. BMC Psychiatry, 17(1), 110. doi:10.1186/s12888-017-1260-z

    Bond, M. (2004). Empirical studies of defense style: relationships with psychopathology and change. Harvard Review of Psychiatry, 12(5), 263–278.

    Felitti, V. J., & Anda, R. F. (2009). The relationship of adverse childhood experiences to
    adult medical disease, psychiatric disorders, and sexual behavior: Implications for
    healthcare. In R. A. Lanius, E. Vemetten & C. Pain (eds), The impact of early life trauma on health and disease: The hidden epidemic. Cambridge, MA: Cambridge University Press.

    Fonagy, P., & Allison, E. (2016). Psychic reality and the nature of consciousness. International Journal of Psychoanalysis, 97(1), 5–24. doi:10.1111/1745-8315.12403

    Fonagy, P., Target, M., & Gergely, G. (2006). Psychoanalytic perspectives on developmental psychopathology. In D. Cicchetti & D. J. Cohen (eds), Developmental psychopathology (2nd edition, vol 1: Theory and methods, pp. 701–749). Hoboken, NJ: Wiley.

    Freud, A. (1965). Normality and pathology in childhood: Assessments of development. Madison, CT: International Universities Press.

    Freud, S. (1933). New introductory lectures on psychoanalysis. In J. Strachey (ed.), The
    standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud (vol 22, pp. 1–182). London, UK: Hogarth Press, 1964.

    Gabbard, G. O. (2000). Psychodynamic psychiatry in clinical practice (3rd edition). Arlington, VA: American Psychiatric Publishing.

    Gadamer, H.-G. (1975). Truth and method. New York: Crossroads.

    Heidegger, M. (1962). Being and time (J. Macquarrie & E. Robinson, Trans.). New York:
    HarperCollins (Original work published 1927).

    Holmes, J. (1998). The changing aims of psychoanalytic psychotherapy: An integrative
    perspective. International Journal of Psycho-Analysis, 79, 227–240.

    Holmes, J. (2020). The brain has a mind of its own: Attachment, neurobiology, and the new science of psychotherapy. London: Confer.

    Hopkins, J. (1992). Psychoanalysis, interpretation, and science. In J. Hopkins & A. Saville
    (eds), Psychoanalysis, mind and art: Perspectives on Richard Wollheim (pp. 3–34). Oxford: Blackwell.

    Lenzenweger, M. F., Clarkin, J. F., Kernberg, O. F., & Foelsch, P. A. (2001). The Inventory
    of Personality Organization: Psychometric properties, factorial composition, and criterion relations with affect, aggressive dyscontrol, psychosis proneness, and self-domains in a nonclinical sample. Psychological Assessment, 13(4), 577–591.

    Lyons-Ruth, K. (2003). Dissociation and the parent-infant dialogue: A longitudinal perspective from attachment research. Journal of the American Psychoanalytic Association, 51(3), 883–911. doi:10.1177/00030651030510031501

    Mayes, L. C., Fonagy, P., & Target, M. (eds) (2007). Developmental science and psychoanalysis. London: Karnac.

    Nagel, E. (1959). Methodological issues in psychoanalytic theory. In S. Hook (ed.), Psychoanalysis, scientific method and philosophy (pp. 38–56). New York: New York University Press.

    Sandler, J. (2003). On attachment to internal objects. Psychoanalytic Inquiry, 23(1), 12–26. doi:10.1080/07351692309349024