Yazar: Editör

  • Kişilik Sendromları

    Kaynak: Shedler, J. (2021). The personality syndromes. In R. Feinstein (Ed.), A Primer on Personality Disorders: Multi-Theoretical Viewpoints. Oxford: Oxford University Press. [© 2021 by Jonathan Shedler, PhD]

    Ana Noktalar

    • Kişilik (personality), bireyin düşünce, duygu, davranış, motivasyon, savunma mekanizmaları, kişilerarası işlevsellik ve kendini ve ötekileri deneyimleme yollarına ilişkin karakteristik örüntülerini ifade eder. 
    • Kuşaklar boyunca biriken klinik bilgi, tanıdık kişilik sendromlarına dair bir sınıflandırma (taksonomi) ortaya koymuştur. 
    • Kişilik sendromları, sağlıklıdan ciddi düzeyde bozulmuş bir fonksiyonel süreklilik üzerinde varlık gösterir. Normal ve patolojik kişilik arasında bir kesinti yoktur. 
    • Kişilik sendromlarını anlamak, içsel çatışmalar, savunma mekanizmaları ve güdüler gibi altta yatan kişilik süreçlerini anlamayı gerektirir. 
    • Her kişilik sendromu için, sendromu “ideal” veya saf haliyle tanımlayan bir tanısal prototip sağlanmıştır. 
    • Kliniklerin, hastalar ile tanısal prototipler arasındaki genel benzerliği dikkate alarak örüntü tanıma yöntemine dayalı pratik bir tanı yöntemi sunulmuştur. 
    • Kişilik yapıları, klinik vaka formülasyonlarının geniş çerçevesini sağlar. Mevcut semptomları ve rahatsızlıkları açıklayıp bağlam içine yerleştirebilirler. 
    • Her kişilik sendromu, depresyona giden farklı bir yol sunar ve farklı bir tedavi odağı gerektirir. 

    Giriş

    Kişilik, sahip olduğunuz rahatsızlıklarla değil, kim olduğunuzla ilgilidir. Bir kişinin düşünce, duygu, davranış, motivasyon, savunma mekanizmaları, kişilerarası işlevsellik ve kendini ve diğerlerini deneyimleme yollarına dair karakteristik örüntülerini ifade eder. Her insanın kişilikleri (personalities) ve kişilik stilleri (personality styles) vardır.

    Genel Bakış

    Her ne kadar insanlar kadar çok kişilik türü olsa da, kuşaklar boyunca biriken klinik bilgi, tanıdık kişilik stilleri (styles) ya da tiplerine (types) dair bir sınıflandırma ortaya çıkarmıştır. Sağlıklı ya da sıkıntılı olsun, çoğu insan bu sınıflamada bir yere uyar. Son yirmi yıldaki ampirik araştırmalar, ana kişilik türlerini ve temel özelliklerini doğrulamıştır.1–5

    Çoğu klinik kuramcı, kişilik tiplerini doğası gereği bozuk (disordered) olarak görmez. Klinik literatürde genellikle kişilik tipleri (types), stilleri (styles) ya da sendromları (syndromes) olarak tartışılır -“bozukluklar (disorders)” olarak değil. Her biri, sağlıklıdan ciddi düzeyde bozulmuş bir işlevsellik sürekliliği üzerinde varlık gösterir. “Bozukluk (disorder)” terimi, klinisyenler için bir dilsel kolaylık olarak görülmelidir; belirgin bir disfonksiyon, sınırlama ya da ızdıraba neden olan bir aşırılık ya da katılık derecesini ifade eder. Örneğin, narsisistik bir kişilik stiline sahip olmak, narsisistik kişilik bozukluğuna sahip olmak anlamına gelmez. 

    Aynı kişilik dinamikleri hem güçlü yönlere hem de zayıflıklara yol açar. Sağlıklı bir narsisistik kişilik stiline sahip bir kişi, büyük hayaller kurma ve bunların peşinden gitme cesaretine sahiptir; vizyoner, yenilikçi ve kurucu olabilir. Sağlıklı bir obsesif-kompulsif stile sahip bir kişi, hassas ve analitik düşünmeyi gerektiren alanlarda başarılıdır; mühendis, bilim insanı ya da akademisyen olabilir. Sağlıklı bir paranoyak stili olan bir kişi, yüzeyin altını görür ve başkalarının kaçırdığını fark eder; araştırmacı gazeteci ya da parlak bir tıbbi tanı uzmanı olabilir. En iyi ve en kötü özelliklerimiz genellikle aynı psikolojik kumaştan kesilmiştir. 

    Pek çok psikanalitik etkilenimli klinisyen, Otto Kernberg’in6-7 önerdiği bir örgütleyici çerçevenin geniş hatlarını kabul eder. Bu çerçeve, kişilik tipi kavramını, kişilik örgütlenme düzeyini (level of personality organization) yansıtan bir “şiddet boyutu” (sağlıklı, nevrotik, borderline, psikotik) ile birleştirir. Örneğin, narsisistik kişiliği nevrotik bir düzeyde veya borderline bir düzeyde organize olmuş bir hastadan söz edebiliriz. Burada sunulan yaklaşım, bu çerçeve ile tutarlıdır. (Kişilik örgütlenme düzeyleriyle ilgili tartışma için bkz. Bölüm 2: Kişilik Örgütlenme Düzeyleri: Teorik Arka Plan ve Klinik Uygulamalar.)

    Kişilik stillerinin işlevsellik sürekliliği üzerinde var olduğunu kabul etme anlayışı, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı (DSM)10 tarafından, DSM-III’ün11 yayımlanmasıyla birlikte zayıflatılmıştır. Klinik literatürde tartışılan kişilik stillerini bir bozukluklar sınıflamasına dâhil etmek için, DSM’nin hazırlayıcıları bunları patolojik bir biçimde tanımlamış, bazı durumlarda şiddeti karikatürize edilmiş bir noktaya kadar artırmışlardır.3-4 DSM ayrıca, kişilik stillerinin merkezinde yer alan içsel çatışma, savunma mekanizmaları ve güdüler gibi kişilik süreçlerini göz ardı etmiştir. Bunun yerine, dışa dönük davranışlara ve kolayca gözlemlenebilen semptomlara (symptoms) odaklanmıştır. Böylece DSM, terimleri ve kavramları klinik -özellikle psikanalitik- literatürden (obsesif-kompulsif, narsisistik, paranoyak vb.) ödünç almış, ancak bu terimleri daha geniş klinik bilgi birikiminden koparmıştır.

    Kişilik tedavisinde uzman klinisyenler, DSM’nin sunduğundan8,9,12,13 daha zengin, daha derin ve daha karmaşık bir kişilik sendromları bilgisine sahiptir ve bazı durumlarda DSM’den farklılaşır.3 Bu bölüm, kişilik sendromlarını uzman klinisyenlerin anlayışı doğrultusunda ve ampirik araştırmalarla doğrulanmış şekilde genel hatlarıyla ele almaktadır. Buradaki tanımlar, açık davranış ve semptomların ötesine geçerek altta yatan kişilik süreçlerine (personality processes) odaklanmaktadır. Bu süreçler, birçok hasta için etkili tedaviye yönelik yol haritaları sunabilir. 

    Örüntü Tanıma ile Tanı (Diagnosis as Pattern Recognition)

    Bu bölümde ele alınan her bir kişilik sendromu, tanısal prototip (diagnostic prototype) adı verilen ve kişilik sendromunu “ideal” ya da saf formuyla tanımlayan, bir paragraf uzunluğunda bir açıklama ile temsil edilir. Bu tanısal prototipler kanıta dayalıdır. Shedler-Western Değerlendirme Prosedürü (SWAP) kullanılarak, klinisyenlerin tanımladığı N = 1,201 hastadan oluşan ulusal bir örneklem temel alınarak ampirik bir şekilde türetilmiştir. Bu prototipler, yalnızca teorik varsayımlar değil, ampirik olarak gözlemlenebilir hasta özelliklerini yansıtır.

    Doğal olarak oluşan tanısal gruplamalar, klinik literatürde tanımlanan kişilik sendromlarını büyük ölçüde doğrulayan istatistiksel kümeleme yöntemleriyle belirlenmiştir. Her kişilik sendromunu en iyi tanımlayan SWAP maddeleri (tanımlayıcı ifadeler) de ampirik olarak belirlenmiş ve ardından tanısal prototipleri oluşturmak için paragraflar hâlinde düzenlenmiştir.4 (SWAP aracı, Bölüm 4: Klinik ve Ampirik Yaklaşımları Kişiliğe Entegre Etmek: Shedler-Western Değerlendirme Prosedürü / The Shedler- Westen Assessment Procedure (SWAP) başlığında tanımlanmıştır. Araca şu adresten ulaşılabilir: https://swapassessment.org](https://swapassessment.org).)

    Tanısal prototipler, hem ampirik temelli olmaları hem de birikmiş klinik bilginin zenginliğini ve karmaşıklığını korumaları açısından avantaj sağlar. Bir kişilik tanısı koymak için klinisyen, bir hasta ile tanısal prototip arasındaki genel benzerlik ya da uyumu 0 (hiç uyum yok) ile 5 (çok iyi uyum) arasında derecelendirir. Daha yüksek skorlar, tanısal prototipe daha fazla benzerlik ve daha fazla şiddet gösterir. Tanısal prototipler Kutular 1.1’den 1.10’a kadar sunulmuştur ve her prototiple birlikte derecelendirme ölçeği yer alır.

    DSM-5 veya Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD-10) tanı sistemleriyle uyum için kategorik bir tanı istenirse, 4 ve 5 puanları kişilik bozukluğu tanısını, 3 puanı ise bir bozukluğun özelliklerini ya da eğilimlerini ifade eder. Örneğin, bir hasta narsisistik kişilik için 5 ve obsesif-kompulsif kişilik için 3 puan alırsa, kategorik (DSM formatındaki) tanı, narsisistik kişilik bozukluğu ve obsesif-kompulsif özellikler olarak ifade edilir.

    Bu yaklaşımın temel varsayımı, bir kişilik sendromunu tanımlayan şeyin, birbiriyle ilişkili psikolojik özelliklerin bir örüntüsü ya da konfigürasyonu olduğudur; ayrı ayrı özelliklerin varlığı ya da yokluğu değil. Bir kişilik sendromunu tanımak örüntü tanımaktır, bir yüzü tanımanın ayrı ayrı özelliklerin sayılmasına değil örüntü tanımaya bağlı olması gibi.4,14,15

    Prototip eşleştirme, güvenilir ve geçerli tanılar sağlar ve klinisyenlerin bilişsel karar verme süreçleriyle uyumlu çalışır; bu süreçler örüntü tanımaya dayanır. Bu yöntem, uzman klinisyenlerin uygulamada hâlihazırda yaptıklarını sistematikleştirir. Bir tüketici tercih çalışmasında, psikologlar ve psikiyatristler, bu kişilik tanısı yöntemini, DSM tanı sistemine ve kişiliğin boyutsal özellik modellerine tercih etmişlerdir.16

    Tedavi Odağı Geliştirme

    Son yıllarda birçok klinisyen, yalnızca belirgin sorunlara ve DSM Eksen I bozukluklarına (örneğin depresyon veya yaygın anksiyete) odaklanmak üzere eğitilmiştir ve bunları kişilikten bağımsız, izole edilmiş durumlar olarak görme eğilimindedir. Belirli DSM bozukluklarını hedefleyen tedaviler, bir DSM tanısı alan tüm hastaların “aynı” duruma sahip olduğunu ve aynı müdahalelere yanıt vereceğini varsayar. Ancak klinisyenler, genellikle bu durumun nadiren bu kadar basit olduğunu deneyimleyerek öğrenirler.

    Çoğu zaman, kişilerin ruh sağlığı tedavisine başvurmalarına neden olan sorunlar, izole problemler değildir. Bu sorunlar, onların yaşamlarının dokusuna işlenmiştir. Bireyin karakteristik düşünme, hissetme, davranma, başa çıkma, savunma mekanizmaları ve diğer insanlarla ilişki kurma biçimlerine, yani kişiliklerine, gömülüdür ve onlardan ayrılamaz. Bu, kişinin tanımlanabilir bir “kişilik bozukluğu” olup olmamasından bağımsız olarak geçerlidir. Hasta, yalnızca hangi bozukluklara sahip olduğunu değil, kim olduğuna dair psikolojik olarak sistemik bir anlayış geliştirebilmesi için klinisyenin bunu kavramasına ihtiyaç duyar. Bu anlayış, neden belirli türdeki acılara tekrar tekrar maruz kaldıklarını ve bunu nasıl değiştirebileceklerini anlamalarına yardımcı olur.

    Anlamlı ve kalıcı değişimler genellikle semptomlara odaklanmaktan değil, bu semptomların altında yatan kişilik örüntülerine odaklanmaktan gelir. Kişilik stilleri bilgisi, uzman klinisyenlerin yönlendiği kişilik coğrafyasına dair bir harita sunar. Dolayısıyla her bir kişilik sendromu, yalnızca bir tanımlama değil, aynı zamanda klinik vaka formülasyonunun temel hatlarını temsil eden bir kısayoldur. Bu formülasyon, tedavi odaklı bir yaklaşım sunabilir ve birçok hastanın yaşadığı acıların temel nedenlerini ele alabilir. Bu bölümün sondan bir önceki seksiyonu olan Kişilik ve Kliniksel Vaka Formülasyonu bu konuyu tekrar ele alacaktır.

    Kişilik Sendromları

    Bu bölüm, klinik teorisyenler tarafından anlaşılan ve ampirik araştırmalarla doğrulanan başlıca kişilik sendromlarını açıklar. Tanısal prototipler ve derecelendirme ölçekleri  Kutu 1.1-1.10’da günlük klinik tanılar için kullanılabilir. 

    1) Depresif Kişilik

    DSM’de yer almamasına rağmen, depresif kişilik klinik uygulamalarda en sık karşılaşılan kişilik sendromudur.2 Bu, terimin her anlamıyla bir kişilik sendromudur: ergenlik döneminden itibaren belirgin olan ve kişilik süreçlerinin tüm spektrumunu kapsayan kalıcı bir psikolojik işleyiş örüntüsüdür.

    Depresif kişiliğe sahip bireyler, özellikle yetersizlik, üzüntü, suçluluk ve utanç duyguları gibi acı verici duygulara karşı kronik bir savunmasızlık gösterirler. İhtiyaçlarını fark etmekte zorlanırlar, fark ettiklerinde ise ifade etmekte güçlük çekerler. Kendilerine zevk verme konusunda çatışmalı olabilirler ve bazen bilinçdışı bir şekilde kendilerini cezalandırma arzusuyla hareket ederler. Bu, ya acıya yol açacak durumlara girmek ya da kendilerini keyif alabilecekleri fırsatlardan mahrum bırakmak şeklinde olabilir. Psikolojik açıdan anlayışlı bir gözlemci, böyle birini kendi kendisinin en büyük düşmanı olarak tanımlayabilir.  

    Bir düşmanın olduğu yerde genellikle öfke ve saldırganlık da bulunur. Depresif kişilikteki temel psikolojik temalardan biri, kendiliğe (self) yönelik içsel saldırılardır. Kişi öfke duyar, fakat bu öfkeyi deneyimlemeye karşı savunma geliştirir ve bunun yerine öfkesini kendisine yöneltir. Bu durum, öz-eleştiri, öz-yoksunluk ve öz-cezalandırma biçiminde ortaya çıkar. İlgili SWAP öğesi şu şekildedir: “Başka insanlara yönelik öfkeyi kabul etmekte veya ifade etmekte zorlanır ve bunun yerine depresif, öz-eleştirel, öz-cezalandırıcı hale gelir.” Kısacası kişi, kendisine nefret ettiği biriymiş gibi davranır.

    Klinisyenler, depresif kişiliklere sahip bireylerin öfke ve saldırganlıklarını kolayca gözden kaçırabilir, çünkü bu kişiler genellikle dışarıdan uyumlu görünür ve diğer insanların, klinisyen de dahil olmak üzere, ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne koyarlar. Psikoterapinin anlamlı bir psikolojik değişim sağlayabilmesi için, öfkenin tanınması, hissedilmesi ve terapi ilişkisinde keşfedilmesi gerekir. 

    Depresif kişiliklerde diğer bir psikolojik tema, ayrılık, reddedilme ve kayıpla ilgilidir. Kişilerarası ilişkilerdeki kopukluklara karşı aşırı duyarlıdırlar ve terk edilme ya da korunmasız bırakılma korkusu taşırlar. Bu nedenle kişilerarası çatışmalardan kaçınır ve kendilerini ifade etmekte zorluk çekerler. Gereksiz yere başkalarını memnun etme ve yardımsever davranışlar, onaylanmama ya da reddedilme korkusunu önlemeye yönelik savunmalardır.

    Bu örüntü, erken dönemde bir bakımverenin ilişkisel yetersizliği ya da duygusal olarak yeterince ulaşılabilir olmaması nedeniyle gelişebilir. Bu durum, bireyin kendisini boş ve eksik hissetmesine, yaşadığı yoksunluğun kendi kötülüğünden kaynaklandığını düşünmesine yol açabilir. Bazı hastalar, iyi oluşları için hayati öneme sahip birinin ya da bir şeyin kaybolduğuna ve asla geri getirilemeyeceğine dair yaygın bir his taşırlar. Bu duygular, sonraki kayıp deneyimlerine odaklanarak kristalleşebilir ve onlar tarafından daha da güçlendirilebilir. Gerçekçi olarak erişilebilir olan ödüller ve zevkler, kaybedilenin veya olabilecek olanın soluk bir gölgesi gibi deneyimlenebilir. Bu tür hastaların, hayatın şu anda sunabileceği şeylere duygusal olarak yatırım yapabilmeleri için, kaybettikleri şeylerin yasını tutmak amacıyla klinisyenin yardımına ihtiyaçları olabilir.

    Bazı depresif kişiliklerde bilinçdışı öfke ve benliğe saldırılar baskınken, diğerlerinde ayrılık ve kayıp temaları ön plandadır. Bu temalar literatürde içselleştirici (introjective) ((öz-eleştirel (self-critical)) ve anaklitik (anaclitic) ((bağımlı (dependent)) depresyon olarak tartışılmıştır.17,18 Her iki tema da herhangi bir karışımda mevcut olabilir.

    Ruh sağlığı profesyonelleri arasında depresif kişilik yaygındır.19 Klinik uygulayıcılar, kendileri yerine başkalarını önemseme, gereksiz yere yardımsever olma ve gerçekçi olmayan, kendilerine dayattıkları standartlara ulaşamadıkları için kendilerini suçlama konusunda sonsuz fırsatlara sahiptirler. Depresif kişilik prototipi için Kutu 1.1’e bakınız.

    Kutu 1.1 Depresif Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Depresif kişilik özelliklerine sahip bireyler depresyon ve yetersizlik duygularına yatkındırlar, genellikle öz-eleştirel veya öz-cezalandırıcı olurlar ve terk edilme ya da kayıp korkusu ile meşgul olabilirler.

    Bu prototipe uyan bireyler, genellikle depresif veya umutsuz hissederler, yetersizlik, aşağılık veya başarısızlık duyguları yaşarlar. Hayatın aktivitelerinde çok az zevk veya tatmin bulurlar ve yaşamlarının bir anlamı olmadığını hissederler. Kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yeterince önem vermezler, hayal kırıklığından korunmak için umutlarını ve arzularını reddederler. Zevk yaşamaktan çatışma içindedirler, heyecan, neşe veya gurur hislerini engellerler. Başarı veya başarı konusunda da çatışma yaşayabilirler (örneğin, potansiyellerine ulaşmamak ya da başarıya çok yaklaşmışken kendilerini sabote etmek). Bu prototipe uyan bireyler genellikle öz-eleştiricidirler, kendilerini gerçekçi olmayan standartlara göre değerlendirirler ve kötü şeyler olduğunda suçluluk hissederler. Kendilerini “cezalandırmak” ister gibi görünürler, bu da mutsuzluğa yol açacak durumlar yaratmak ya da zevk ve tatmin fırsatlarını engellemek şeklinde olabilir. Öfkeyi kabul etmek veya ifade etmekte zorlanırlar, bunun yerine depresif, öz-eleştirici veya öz-cezalandırıcı olurlar. Genellikle reddedilme veya terk edilme korkusu taşırlar, boşluk duygularına eğilimlidirler ve başkalarının yanında bile yalnız ve terk edilmiş hissedebilirler. Mutlulukları için gerekli olan birinin ya da bir şeyin, sonsuza kadar kaybolduğuna dair sürekli bir hissiyatları olabilir (örneğin, bir ilişki, gençlik, güzellik, başarı).

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    2) Kaygılı-Kaçıngan Kişilik

    DSM tarafından kullanılan “Kaçıngan Kişilik Bozukluğu (Avoidant Personality Disorder)” terimi klinisyenler arasında daha yaygın bilinir; ancak “kaygılı-kaçıngan (anxious-avoidant)” şeklindeki birleşik ifade, bu kişilik sendromunun özünü daha doğru ve net bir şekilde yansıtır.

    Kaygılı-kaçıngan kişilik özelliklerine sahip bireyler, öncelikle, kaygılıdır. Kaygı, hem kendilerini hem de dünyayı algılayış biçimlerini kuşatır. Algılanan tehlikeler ve geçmişte yapılan hatalar üzerine tekrar tekrar düşünürler. Baskın duyguları kaygı, utanç ve mahcubiyettir. Kaygı kaynaklarına karşı savunma mekanizmaları olarak kaçınmayı kullanırlar. Sorun şu ki, kaygının kaynakları her yerdedir, içlerinde bile. Sonuçta, kaçıngan tepkiler psikolojik bir hapishanenin parmaklıklarına dönüşür, düşünce, duygu, seçim ve eylem özgürlüğünü kısıtlar. Bunun sonucu olarak, kaygılı-kaçıngan kişilik özelliklerine sahip bireyler sınırlı bir hayat sürer ve tanıdık rutinlere bağlı kalma eğilimindedirler. Kaçıngan savunmalarına rağmen, kaygı yine de çeşitli yollarla dışa sızabilir; bu sızma, somatik semptomlar ve bedensel endişeleri içerebilir. 

    Kaygılı-kaçıngan kişiliğe sahip bireyler yalnızca dışsal, kişilerarası dünyadan değil, aynı zamanda kendi içsel dünyalarından da korkarak kaçınırlar. Bu, dış dünyaya karşı sosyal kaçınma, kendinin aşırı farkında olma ve sosyal beceriksizlik olarak kendini gösterir. İçsel dünyaya karşı ise duygusal yaşam ve arzuların bastırılması ve kısıtlanması şeklinde ortaya çıkar. Zarardan kaçınmaya odaklanırlar, arzularını gerçekleştirme motivasyonları zayıftır. 

    Psikoterapideki zorluk, kaygılı-kaçıngan kişilik özelliklerine sahip hastaların terapi sürecinde de kaçıngan davranışlar sergilemeleridir. Zor konulardan uzak durma, rahatsız edici düşünceler oluştuğunda konuyu değiştirme ve klinisyenin psikolojik deneyimleri keşfetme çabalarını savuşturma eğilimindedirler. Bu durum, klinisyenler için bir ikilem yaratır: Kaçıngan savunmalar ele alınmazsa terapi pek bir sonuç vermez; ele alındığında ise hasta terapiyi bırakabilir veya tamamen içine kapanabilir. Etkili bir tedavi, destek ve yüzleştirmenin dengelenmesini gerektirir. Klinisyenin hem destekleyici hem de gerektiğinde yönlendirici bir şekilde yaklaşarak bu hassas dengeyi sağlaması önemlidir.  Klinisyen, hastanın daha önce ifade etmediği duygularını ve fantezilerini kelimelere dökmesi için ona yardımcı olmalı ve destek olmalıdır. Hastalar, bazı durumlardaki kaygılı-kaçıngan tepkilerini (hem terapide hem de dışarıda) gösterdiklerinde, bu varsayılan tehlikelerle ilgili ayrıntılar istenmeli ve bunlar gün ışığında incelenmelidir (“O zaman ne olur?”). Güvenli bir çalışma ittifakı kurulduğunda, klinik uzman, hastayı korktuğu durumlarla ve deneyimlerle aşamalı bir şekilde yüzleşmeye teşvik etmelidir. Kaygılı-kaçıngan kişilik prototipi için Kutu 1.2’ye bakınız.

    Kutu 1.2 Kaygılı-Kaçıngan Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Kaygılı-kaçıngan kişilik özelliklerine sahip bireyler, sürekli kaygıya eğilimlidirler; sosyal kaygıları vardır ve kaygıyı yönetme çabaları yaşamlarını sınırlayıp kısıtlar.

    Bu prototipe uyan bireyler sürekli olarak kaygılıdırlar. Sorunlar üzerinde düşünmeye eğilimlidirler ve zihinlerinde konuşmaları yeniden oynatırlar. Arzu peşinde koşmaktan daha çok, zarar vermemekle ilgilenirler ve seçimleri ile davranışları, algılanan tehlikelerden kaçınma çabaları tarafından aşırı derecede etkilenir. Utanma ve mahcubiyet duygularına yatkındırlar. Bu prototipe uyan bireyler, sosyal ortamlarda utangaç ve özbilinçli olurlar, kendilerini dışlanmış veya yabancı gibi hissederler. Sosyal durumlarda genellikle sosyal olarak garip ve sık sık utanma veya aşağılanma korkusuyla sosyal ortamlardan kaçınırlar. İçsel engellemeler ve daralmalar gösterirler ve arzuları kabul etmek ya da ifade etmekte güçlük çekerler. Günlük rutinlere sıkı sıkıya bağlı olabilirler, karar vermekte zorlanabilirler veya seçim yaparken kararsızlık gösterebilirler. Kaygıları, panik ataklar, hipokondriyak endişeler (örneğin, normal ağrılar ve acılar hakkında aşırı endişe) veya stres karşısında somatik belirtiler (örneğin, baş ağrısı, sırt ağrısı, karın ağrısı, astım) gibi çeşitli kanallarla kendini gösterebilir.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    3) Bağımlı-Kurban Kişilik (Dependent‐Victimized Personality)

    DSM, “Bağımlı Kişilik Bozukluğu [Dependent Personality Disorder]” terimini kullanır, ancak “bağımlı‐kurban [dependent-victimized]” ifadesi, bu kişilik sendromunun temel özelliği olan kendini zarar görecek durumlara sokma eğilimini daha iyi yansıtmaktadır. Bu kişilik sendromuna sahip bireyler, kötü muamele gördükleri, sömürüldükleri veya istismar edildikleri ilişkilere çekilirler.

    Bağımlı‐kurban kişilik yapısına sahip bireyler, yoğun bağımlılık eğilimleri gösterirler ve hayati derecede ihtiyaç duydukları bağlanma ilişkisini sürdürebilmek için kendi ihtiyaçlarını başkalarının ihtiyaçlarına tabi tutarlar. Bu durum onları kötü muameleye ve sömürüye karşı savunmasız hale getirir. Kişi, bağlanma ilişkisini varoluşunun temel bir unsuru olarak deneyimler ve bunu koruyabilmek için kendisine itici veya hatta yıkıcı gelen şeyleri kabul etmeye hazır görünür. Dışa dönük olarak uyumlu, edilgen ve boyun eğicidirler. İçsel olarak ise kendilerini değersiz, layık olmayan ve ilişki içinde olmadıklarında çaresiz hissederler. Ağır vakalarda, kişinin kendine zarar veren bir ilişki dışında var olabilmesi hayal dahi edilemez hale gelebilir. Derin bir değersizlik duygusu nedeniyle, kendisini küçümseyen birini, kendisini gerçekten anlayan tek kişi olarak görebilir. 

    Boyun eğme, öfke ve içerlemeye yol açar, ancak açık öfke bağlanma ilişkisini tehdit ettiği için bastırılmalıdır. Bastırılan öfke ve saldırganlık, pasif-agresif davranışlar şeklinde ortaya çıkar ve bu da kişinin daha fazla kötü muamele görmesine yol açabilir. Bu ilişki dinamikleri, aktarım ve karşı-aktarım yoluyla terapi ilişkisine de yansıyabilir. Hasta, terapiste bağımlı hissederken, aynı zamanda yardım çabalarını pasif-agresif biçimde engelleyebilir. Terapistler başlangıçta hastanın ihtiyacına yanıt olarak ekstra özen göstermeye çalışabilir, ancak hasta “çaresiz” bir şekilde tüm çabaları boşa çıkardığında, kendilerini kontrolcü veya cezalandırıcı bir tutum içinde bulabilirler. Bu noktada, terapötik ilişki, hastanın diğer işlevsiz bağlanma ilişkilerine benzemeye başlar. Bu ilişki kalıplarını ve nasıl oluştuğunu anlamak, yeni ve daha sağlıklı ilişkisel yolların kapısını aralayabilir.  Bağımlı‐kurban kişilik prototipi için Kutu 1.3’e bakınız.

    Kutu 1.3 Bağımlı-Kurban Kişilik Prototipi

    Özet: Bağımlı-kurban kişiliğe sahip bireyler son derece bağımlıdır, yalnız kalmaktan korkarlar ve kendi iyilik hallerine yeterince önem vermezler; bu durum, refahlarını veya güvenliklerini tehlikeye atacak noktaya kadar varabilir. Ayrıca, öfkelerini doğrudan ifade etmekte zorlanırlar.

    Bu prototipe uyan bireyler genellikle muhtaç ve bağımlıdır, yalnız kalmaktan ve reddedilmekten ya da terk edilmekten korkarlar. Çevrelerine hoş görünmeye ve boyun eğmeye eğilimlidirler; destek veya onay alabilmek için kendilerine rahatsızlık veren şeylere bile rıza gösterebilirler. Pasif ve çekingen olurlar, kendilerini çaresiz ve güçsüz hissederler. Kararsız, etkilenmeye açık ve saf ya da dünyaya karşı bilgisiz görünebilirler. Beklenenden daha az hayat tecrübesine sahip gibi davranabilirler. Duygusal olarak ulaşılmaz insanlara bağlanma eğiliminde olup, kendilerini karşısındaki kişiye bakmak veya onu kurtarmak zorunda hissettikleri ilişkiler yaratırlar.  Bu prototipe uyan bireyler genellikle duygusal veya fiziksel olarak istismar edildikleri ilişkilerin içine çekilir ya da bu tür ilişkilerde kalmaya devam ederler. Ayrıca, gereksiz yere kendilerini tehlikeye atan durumlara girme eğiliminde olabilirler (örneğin, yalnız yürümek veya güvensiz yerlerde yabancılarla buluşmayı kabul etmek). Kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yeterince önem vermez ve kendilerini değersiz veya layık olmayan biri olarak görebilirler.  Bağımlı-kurban kişiliğe sahip bireyler, öfkelerini kabul etmekte ve ifade etmekte zorlanır; bunun yerine depresif, kendini eleştiren veya kendini cezalandırıcı bir tutum sergileyebilirler. Öfkelerini genellikle dolaylı ve pasif yollarla ifade ederler (örneğin, hata yaparak, işleri erteleyerek veya unutarak). Bu tür pasif-agresif davranışlar, başkalarını kışkırtarak onların öfkelenmesine veya kendilerine kötü davranmasına sebep olabilir.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    4) Obsesif-Kompulsif Kişilik (Obsessive-Compulsive Personality)

    Obsesif-Kompulsif kişilik [Obsessive-Compulsive personality], en tanıdık ve kolay fark edilen kişilik sendromlarından biridir. Yüzeyde, obsesif-kompulsif kişiliğe sahip bireyler vicdanlı, titiz, disiplinli ve entelektüeldirler. Duygusal dünyalarına pek erişimleri yoktur ve kendilerini düşünceler ve fikirler dünyasında, duygular dünyasından daha rahat hissederler. Bir obsesif-kompulsif kişiliğe sahip birine ne hissettiğini sorarsanız, büyük olasılıkla size uzun uzun -artıları ve eksileri dikkatle tartarak, argümanlar ve karşı argümanlar sunarak- ne düşündüğünü anlatacaktır.

    Ancak bu entelektüelleştirilmiş anlatım bir karar veya eylem planına varmalarını sağlamaz. Bunun yerine, önemsiz ayrıntılara saplanabilir ya da soyut düşüncelere kapılabilirler. Düşünce süreçleri duygusal netlik sağlamaz çünkü bilinçdışı işlevleri, duygulara, dürtülere ve arzulara karşı savunma yapmaktır. Kişisel bir seçim yapmaları gerektiğinde tereddüt eder, kararsız kalırlar. Her artının karşısında eşit derecede güçlü bir eksi bulunur. 

    Duygusal olarak erişilemez ve mekanik bir tavır sergiledikleri için, bir kuramcı obsesif-kompulsif kişilik stiline sahip bireyleri “yaşayan makineler [living machines] olarak tanımlamıştır.20 Ancak savunma mekanizmaları, bastırdıkları dürtülerle orantılıdır. Bilinçli yüzeyin altında, obsesif-kompulsif kişilik yapısına sahip bireyler büyük ölçekli duygusal savaşlar vermektedir. 

    Obsesif-kompulsif kişiliğin özünde, itaat ve başkaldırı arasındaki içsel çatışma yatar.12 Kurallara uymak ve otoriteye boyun eğmek, birey tarafından teslimiyet ve aşağılanma olarak deneyimlenir. Bu, öfkeye ve karşısındakini küçük düşürme dürtüsüne yol açar. Başkaldırı ise suçluluk duygusu ve cezalandırılma korkusunu beraberinde getirir ve bireyi yeniden itaate yönlendirir. Günlük meseleler bile orantısız bir anlam kazanır. Örneğin, bir randevuya erken mi yoksa geç mi gidileceğine karar vermek, birey için teslimiyet ve başkaldırı arasındaki büyük bir mücadeleye dönüşebilir. Başkalarının tercihlerine boyun eğmek ya da kendi tercihini dayatmak, kişinin ya yok ediliyormuş gibi ya da yok ediyormuş gibi hissetmesine neden olabilir. Küçük kararlar bile duygusal açıdan yüklü hale gelir. Bu kadar çok şeyin tehlikede olduğu bir durumda, korku, utanç ve öfke sürekli yüzeye çıkma tehdidi taşır. 

    Obsesif-kompulsif kişiliğin gözlemlenebilir özellikleri, bu içsel çatışmadan kaynaklanır. Titizlik ve düzen, otorite ve cezadan duyulan korkunun bir sonucudur. Buna karşılık, başkaldırı ve öfke, eleştirel tutumlar, kontrolcü davranışlar, karşıtlık, güç mücadeleleri, cimrilik, erteleme ve kaçınılmaz olarak ortaya çıkan düzensizlik alanları şeklinde kendini gösterir. Entelektüelleştirme ve duygusal kısıtlanma, bu çatışmayı bilinç dışına itmeye hizmet eder. 

    Obsesif-kompulsif kişiliğe sahip bireyler, keşif odaklı ve yorumlayıcı psikoterapiden fayda görürler. Duygusal yaşamlarına karşı geliştirdikleri savunmaların ve bunların ilişkileri ile kendiliğindenlik ve neşe kapasitesi üzerindeki ağır bedelinin farkına varmaları yararlı olur.  Klinisyen, hastanın entelektüelleştirmeye yatkınlığına dikkat etmelidir. Hasta, klinisyenin yorumlarını duygusal açıdan kendisini etkileyen meseleler olarak değil, yalnızca üzerine düşünülecek teoriler olarak görme eğiliminde olabilir. Örneğin, hasta klinisyenin gözleminin “mantıklı” olduğunu söylerse, klinisyen “Bu sadece mantıklı mı geliyor, yoksa kendinizde bunu gerçekten fark edip hissediyor musunuz?” diye sorabilir. Bu şekilde klinisyen, hastanın duygusal yaşamına ve bunu bastıran savunma mekanizmalarına dikkat çekebilir. 

    Obsesif-kompulsif kişilik, obsesif-kompulsif bozukluktan farklıdır ve farklı bir tedavi yaklaşımı gerektirir. Obsesif-kompulsif kişilik prototipi için Kutu 1.4’e bakınız.

    Kutu 1.4 Obsesif-Kompulsif Kişilik Prototipi

    Özet Açıklama: Obsesif-kompulsif kişiliğe sahip bireyler, hayatı aşırı derecede entelektüelleştirilmiş ve “mantıksal” bir çerçevede ele alırlar, duygusal olarak kısıtlı ve katıdırlar, kendilerine ve başkalarına karşı eleştireldirler ve öfke, saldırganlık ile otoriteye yönelik içsel çatışmalar yaşarlar. 

    Bu prototipe uyan bireyler kendilerini mantıklı ve rasyonel olarak görme eğilimindedirler ve duyguların etkisinden bağımsız olduklarına inanırlar. Soyut ve entelektüelleştirilmiş düşünme biçimine sahiptirler, ayrıntılara fazlasıyla odaklanarak (çoğu zaman asıl önemli olanı gözden kaçıracak şekilde) düşünmeye meyillidirler ve duyguların önemsiz ya da gereksiz olduğunu varsayarak hareket etmeyi tercih ederler. İş ve üretkenliğe aşırı derecede bağlı olup, bunu boş zaman ve ilişkiler pahasına yapabilirler.  Bu bireyler, içsel olarak ketlenmiş ve kısıtlı olup, isteklerini, dürtülerini veya öfkelerini kabul etmekte ve ifade etmekte zorlanırlar. Kendilerini duygusal olarak güçlü, huzurlu ve kontrol altında göstermeye yatırım yaparlar; ancak bu yüzeyin altında güvensizlik, kaygı ya da sıkıntı vardır. Şefkat veya ilgi görme ihtiyacını inkâr eder ya da bu tür ihtiyaçları zayıflık olarak değerlendirirler. Günlük rutinlerine sıkı sıkıya bağlı olup, bu düzen bozulduğunda kaygı veya rahatsızlık hissederler. Kurallar, prosedürler, düzen, organizasyon ve programlarla aşırı derecede meşgul olabilirler. Aynı zamanda, kirlenme, temizlik ya da bulaşma konularında takıntılı endişeler geliştirebilirler.  Rasyonellik ve katı kurallar, temelde yatan kaygı ya da öfkeyi gizleme işlevi görür. Bu bireyler, öfke, saldırganlık ve otoriteyle ilgili içsel çatışmalar yaşarlar. Kendilerine karşı aşırı derecede eleştireldirler ve “mükemmel” olmaları gerektiğine inanırlar. Aynı zamanda başkalarını da açık ya da örtük bir şekilde eleştirme eğilimindedirler. Kontrolcü, karşıt ve kendini haklı gören ya da ahlakçı bir tutum sergileyebilirler. Zaman, para ya da sevgi gibi kaynaklarını esirgeme eğilimindedirler. Otoriteyle ilgili çelişkili duygular yaşayarak, teslim olma ile başkaldırma arasında gidip gelebilirler.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    5) Şİzoid-Şizotipal Kişilik (Schizoid-schizotypal Personality)

    “Şizoid (schizoid)” terimi, klinik literatürde en kafa karıştırıcı kavramlardan biridir; çünkü farklı yazarlar bu terimi çok farklı türde hastaları tanımlamak için kullanmışlardır. DSM kişilik bozukluğu tanısı alacak kadar işlevselliği bozulmuş bireylerde temel psikolojik kapasite eksiklikleri bulunur. Bu bireyler, kişilerarası işlevsellik, duygusal yaşam ve düşünce süreçlerindeki yoksunluklarla karakterizedir. Burada sunulan şizoid-şizotipal kişilik prototipi (schizoid-schizotypal personality prototype), bu eksiklik temelli sendromu tanımlar. 

    Psikanalitik yazarlar ise “şizoid” terimini çok daha farklı ve daha sağlıklı bir hasta tipini tanımlamak için kullanmışlardır. Bu bireyler, temel eksikliklerden (deficits) muzdarip değildirler; psikolojileri daha çok çatışma temellidir (conflict-based). Bu tür hastalar, zengin bir iç dünyaya ve derin bir empati kapasitesine sahip olabilirler, ancak buna rağmen diğer insanlarla mesafeli bir duruş sergilerler. Altta yatan psikolojik çatışmaları, yakınlık arzusu ile yutulma, müdahaleye uğrama veya aşırı uyarılma korkusu arasında bir gerilimdir. (Bu daha sağlıklı, çatışma temelli “şizoid kişilik” versiyonu hakkında tartışma için, Bölüm 17: Şizoid Dinamikler Üzerine Bazı Düşünceler başlığına bakınız.)

    Daha fazla işlevsel kayıptan muzdarip olan (eksiklik temelli) hastalara ilişkin olarak, araştırmalar DSM’nin şizoid ve şizotipal kişilik bozuklukları arasındaki ayrımı desteklememektedir. DSM’nin hazırlayıcıları, bu tanı kategorileri arasındaki sınırları keskinleştirmek için birinde (şizotipal) şizofreninin subsendromal pozitif semptomlarına, diğerinde (şizoid) ise subsendromal negatif semptomlara vurgu yapmaya çalışmıştır. Ancak bu ayrım, ampirik olarak geçerli değildir. SWAP aracıyla yapılan araştırmalar, hem şizoid hem de şizotipal kişilik bozukluklarının özelliklerini taşıyan tek bir tanı grubunu tutarlı bir şekilde tanımlamıştır. Bu nedenle “şizoid-şizotipal” terimi kullanılmaktadır. 

    Şizoid-şizotipal prototipine uyan hastalar, yakın ilişkilere sahip değildirler ve insan topluluğuna ya da temasına kayıtsız görünürler. Sosyal becerilerden yoksundurlar ve genellikle sosyal olarak beceriksiz ya da uygunsuz davranışlar sergilerler. Görünümleri ya da tavırları tuhaf ya da garip olabilir; bir şeyleri “yerinde değil” gibi görünür. Somut terimlerle düşünme eğilimindedirler ve metafor, benzetme ya da nüansları anlamakta zorlanırlar. Başkalarının davranışlarını anlamlandırmakta güçlük çekerler ve kendi davranışlarına ilişkin de çok az içgörüye sahiptirler. Görünürdeki kopukluğa rağmen, genellikle derinden acı çekerler ve kendilerini dışlanmış ya da toplumun dışında kalmış bireyler olarak deneyimlerler.  Şizoid-şizotipal hastaların bir alt grubu, düşünce, akıl yürütme ve algılama süreçlerinde belirgin bozulmalar gösterir. Konuşmaları ve düşünce süreçleri dolambaçlı ya da ayrıntılara boğulmuş olabilir.

    Şizoid-şizotipal gruplama, istatistiksel kümelenme yöntemleriyle ampirik olarak tanımlanmış olmakla birlikte, en iyi şekilde kişilik bağlamında anlaşılabilecek homojen bir hasta grubunu tanımlamayabilir. Bu hastalar, özellikle yakın ilişkilerin yokluğu ve kişilerarası işlevlerdeki yetersizlikler gibi yüzeysel benzerlikleri paylaşmaktadır. Bazı durumlarda bu, kişilik özelliklerini yansıtabilir. Ancak, bu tanısal kümedeki diğer hastalar subklinik şizofreni spektrum bozukluklarına sahip olabilir ya da otistik spektrumda yer alabilirler. Şizoid-şizotipal kişilik tanısı koymaya eğilimli klinisyenler, hastanın zorluklarının kişilik dışında başka faktörlerle daha iyi açıklanıp açıklanamayacağını dikkatlice değerlendirmelidirler. 

    Eksiklik temelli şizoid-şizotipal hastalar için psikoterapi büyük ölçüde destekleyici (supportive) bir yaklaşımı içerir. Yakın kişilerarası bağlantılar ve duygusal samimiyet ulaşılabilir hedefler olmayabilir, ancak hastalar daha uyumlu ve sorunsuz bir birlikte yaşam için çaba gösterebilirler. Terapi, ego işlevlerini (yönetici işlevler) desteklemeli ve hastalara akıl yürütme, olayları yorumlama, başkalarının davranışlarını anlama, planlama, yargılama ve karar alma süreçlerinde yardımcı olmalıdır.  Şizoid-şizotipal kişilik prototipi için Kutu 1.5’e bakınız. 

    Kutu 1.5 Şizoid-Şizotipal Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Şizoid-şizotipal kişilik özellikleri, kişilerarası ilişkiler, duygusal deneyimler ve düşünce süreçlerindeki yaygın yoksunluk ve tuhaflıklarla karakterizedir.

    Bu prototiple örtüşen bireyler, yakın ilişkilere sahip değildirler ve insanlarla etkileşim kurma gereksinimleri azmış gibi görünür. Çoğu zaman mesafeli veya kayıtsız bir izlenim bırakırlar. Sosyal becerilerden yoksundurlar ve sosyal olarak garip veya uygunsuz davranma eğilimindedirler. Görünüşleri veya tavırları (örneğin, kişisel bakımları, duruşları, göz teması ya da konuşma ritimleri) tuhaf ya da “anormal” olarak algılanabilir. Sözlü ifadeleri çoğunlukla eşlik eden duygu ya da beden dilleriyle uyumsuzdur.  Başka insanların davranışlarını anlamakta zorlanırlar ve başkalarını, kim olduklarını ifade eden bir şekilde tanımlayamazlar. Benzer şekilde, kendi motivasyonlarına ve davranışlarına dair çok az içgörüleri vardır ve hayat hikâyelerini tutarlı bir şekilde aktarmakta güçlük çekerler. Bu bireyler genellikle sınırlı veya kısıtlanmış bir duygusal yelpazeye sahiptirler ve soyut düşünme kapasiteleri sınırlıdır; metafor, benzetme veya nüansı kavramakta zorlanırlar. Bu özellikler, başkalarında sıkılganlık hissi uyandırmalarına neden olabilir.  Duygusal olarak kopuk görünmelerine rağmen, genellikle derin bir duygusal acı yaşarlar: Hayatın aktivitelerinden çok az memnuniyet veya haz alırlar, yaşamın bir anlamı olmadığını düşünme eğilimindedirler ve kendilerini dışlanmış ya da yabancılaşmış hissederler.  Bu prototiple örtüşen bireylerin bir alt grubu, düşünme ve algılamalarında belirgin tuhaflıklar gösterir. Konuşmaları ve düşünce süreçleri dolambaçlı, laf kalabalığı yapan veya konu dışına sapan bir yapıda olabilir. Akıl yürütme süreçleri veya algısal deneyimleri garip ve kendine özgü bir nitelikte görünebilir. Bu bireyler başkalarına karşı kuşkucu bir tutum sergileyebilir ve başkalarının söz ve eylemlerinde kötü niyet arayabilirler. 

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    6) Antisosyal-Psikopatik Kişilik (Antisocial‐Psychopathic Personality)

    DSM’deki Antisosyal Kişilik Bozukluğu (Antisocial Personality Disorder) tanısı, suç davranışına vurgu yaparken, bir kişilik sendromunu tanımlayan kişilik süreçlerini ve motivasyonları büyük ölçüde göz ardı eder. Ampirik verilerle belirlenen tanı prototipi, kişilik süreçlerine odaklanarak psikopati kavramına tarihsel olarak daha yakın bir model sunar.21-23 “Antisosyal-psikopatik (antisocial-psychopathic)” terimi, DSM yapısıyla kliniksel kişilik sendromu arasında bir köprü işlevi görmektedir. 

    İnsanlar, kişilik patolojisiyle ilgisi olmayan birçok farklı sebepten dolayı antisosyal veya suç teşkil eden davranışlarda bulunabilirler. Suç işleyen (ya da DSM kriterlerine göre Antisosyal Kişilik Bozukluğu tanısı alan) herkes psikopatik bir kişiliğe sahip değildir; aynı şekilde, psikopatik kişilik özelliklerine sahip olan herkes de suç işlemez. Bazı alanlarda, psikopatik özellikler ödüllendirilebilir. Antisosyal-psikopatik kişilik özellikleri taşıyan bireyler, doğru fırsatları bulduklarında suçlu olmak yerine iş veya siyaset dünyasında lider konumuna gelebilir ve acımasız planlarını toplumsal onay ve hatta hayranlık eşliğinde sürdürebilirler.

    Antisosyal-psikopatik kişiliğe sahip bireylerin içselleştirilmiş bir ahlaki sistemleri yoktur. Onlara göre doğru olan, yanlarına kâr kalandır. Kişisel kazanç peşinde koşarlar, başkalarından faydalanırlar, insanları manipüle ederler ve aldatırlar -bunu yaparken ne suçluluk ne de herhangi bir engelleme hissederler. Başkalarının haklarını, mülkiyetini veya güvenliğini umursamazlar. Verdikleri zarardan dolayı çok az pişmanlık duyarlar ya da hiç duymazlar. Aksine, başkaları üzerinde güç sahibi olmaktan ve onları kontrol etmekten sadistçe bir haz alırlar.

    Antisosyal-psikopatik bireyler genellikle çok az kaygı hissederler ve olumsuz olaylara karşı otonom sinir sistemleri minimal düzeyde tepki verir. Çoğu, yüksek düzeyde uyarılma ihtiyacı duyar ve heyecan, yenilik ve risk arayışındadır. Sınırları zorlar ve dürtüsel davranırlar, çünkü dürtülerini sınırlayacak bir kaygıları, empati duyguları ya da içselleştirilmiş bir ahlaki sistemleri yoktur. Daha az rastlanan, dürtüsel olmayan antisosyal-psikopatik kişilik varyantları da mevcuttur. Bu bireylerde sadistçe saldırganlık, planlı, kasıtlı ve tamamen duygusuzdur; adeta “sürüngenvari (reptilian)” bir soğukkanlılıkla gerçekleştirilir.

    Antisosyal-psikopatik kişiliğe sahip bireyler kişisel çıkar, duyusal tatmin ve güç ile hâkimiyet kurma arzusu tarafından motive edilirler. Çoğu zaman, çevrelerindeki insanlar, bu kişinin neden manipülatif ya da acımasızca davrandığını anlamakta güçlük çeker -çünkü ortada bariz bir kazanç yokmuş gibi görünebilir. Ancak gerçek neden şudur: Bunu yapabildikleri için yaparlar. Başkaları üzerinde güç sahibi olmak ve onları kontrol etmek, başlı başına bir ödüldür. 

    Antisosyal-psikopatik kişiliğe sahip bireyler kendini keşfetmeye pek ilgi duymazlar ve genellikle kendi istekleriyle tedaviye gelmezler. Ancak, kendi çıkarlarına hizmet ettiğini düşündüklerinde terapiye başvurabilirler. (Örneğin, terapistten kendileri adına aracı olmasını sağlamak ya da yasal veya başka türde bir beladan kurtulmak için terapiye gelebilirler.) Bu bireyler, insanları manipüle etme konusunda ustadırlar. Başkalarını, değiştiklerine ve artık farklı biri olduklarına inandırabilirler -ancak bu yalnızca sorunlarından kurtulana kadar sürer; sonrasında aynı davranışlara geri dönerler. Empatiyi anlamazlar, ancak gücü çok iyi anlarlar. Bir terapistin şefkatini ve anlayışını zayıflık olarak algılar ve bunu kendi çıkarları için kullanmaya çalışırlar. Prognoz genellikle kötüdür. Terapide herhangi bir etki sağlanabilirse, bu genellikle güç ve otorite pozisyonundan gelir. Ancak, çoğu terapist bu tür bir yaklaşımı benimsemekte zorlanır. Antisosyal-Psikopatik Kişilik Prototipi için Kutu 1. 6’ya bakınız.

    Kutu 1.6 Antisosyal-Psikopatik Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Antisosyal-psikopatik kişiliğe sahip bireyler başkalarını sömürür, verdikleri zarar veya incinme için çok az pişmanlık duyar ve zayıf dürtü kontrolüne sahiptir.

    Bu prototiple eşleşen bireyler başkalarını sömürürler; yalan söyleme veya aldatma eğilimindedirler ve manipülatiftirler. Başkalarının haklarına, mülkiyetine veya güvenliğine karşı dikkatsizce kayıtsızlık gösterirler. Başkalarının ihtiyaçları ve duyguları konusunda empati yapmazlar. Bu prototiple eşleşen bireyler neden oldukları zarar veya incinme için çok az pişmanlık duyarlar. Sonuçlara karşı duyarsız görünürler ve tehditlere veya sonuçlara tepki olarak davranışlarını değiştirmezler ya da değiştirmeye istekli değildirler. Genellikle psikolojik içgörüleri düşüktür ve zorluklarının nedenini başkalarına veya dış koşullara bağlarlar. Başkalarına karşı sadistçe veya saldırgan davranmaktan keyif alıyor gibi görünebilirler ve önemli kişileri korkutma veya şiddet yoluyla domine etmeye çalışabilirler. Bu prototiple eşleşen bireyler dürtüseldir, heyecan, yenilik ve uyarılma arayışındadırlar ve yüksek seviyede uyarılma gerektirirler. Güvenilmez ve sorumsuz olma eğilimindedirler ve iş yükümlülüklerini veya mali taahhütlerini yerine getirmeyebilirler. Antisosyal davranışlarda bulunabilirler, yasa dışı faaliyetlere, madde bağımlılığına veya kişilerarası şiddete katılabilirler. Defalarca değişmeye kararlı olduklarına başkalarını ikna edebilirler ve çevrelerindeki kişiler “Bu sefer gerçekten farklı” diye düşünebilirler, ancak kısa süre sonra önceki uyumsuz davranışlarına geri dönerler.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    7) Narsisistik Kişilik (Narcissistic Personality)

    Narsisistik kişiliğin (narcissistic personality) temel özelliği, büyüklük duyguları ile yetersizlik ve boşluk duygularının bir arada var olmasıdır. Büyüklük duygusu, altta yatan yetersizlik duygularına karşı bir savunma oluşturur ve bunları maskeler (ancak, Malin/Kötü Huylu/Habis Narsisizm (Malignant Narcissism) seksiyonuna bakın, burada bir istisna olabilir). 

    Narsisistik savunmalar devrede olduğunda, narsisistik kişiliğe sahip hastalar kendilerini özel ve üstün hissederler. Kendilerini aşırı derecede önemli görürler, ayrıcalıklı ve hak edilmiş olduklarını düşünürler, öncelikli muamele beklerler ve dikkat merkezinde olmayı arzu ederler. İçsel dünyaları, sınırsız başarı, güç, ihtişam, güzellik veya yetenek hayalleriyle domine olur. Başkalarını genellikle bir izleyici olarak (büyüklüklerini izlemeleri için) veya kendilerinin bir uzantısı olarak görürler. 

    İdealizasyon (idealization) ve devalüasyon (devaluation), temel savunmalardır. Birini idealize ettiklerinde, bağlantılı oldukları kişiyle özdeşleşerek kendilerini özel ve önemli hissederler. Birini küçümsedikleri zaman ise kendilerini üstün hissederler. Başkalarının gerçek duygusal deneyimlerine karşı görece kayıtsızdırlar; ancak bu deneyimler kendi duygularıyla örtüştüğünde fark edebilirler. Kişilerarası ilişkilerde, duygularını ileten ancak başkalarının duygularını alamayan kişiler olarak tanımlanmışlardır.

    Büyüklük duygusu, savunmacı bir işlev görerek yetersizlik, boşluk, önemsizlik, kaygı ve öfke gibi acı veren duyguları bastırır ve maskeler. Narsisistik savunmalar başarısız olduğunda, kişi bu acı verici duyguların insafına kalır ve öfkeyle saldırabilir ya da depresyon ve umutsuzluğa sürüklenebilir. 

    Sönmüş veya tükenmiş narsisistler, güçlü savunmalar geliştirmiş büyüklük hissine sahip narsisistler kadar kolay fark edilmezler (ve DSM tarafından hiç tanınmazlar). Ancak klinik uygulamalarda sıkça görülürler. Sönmüş narsisistler genellikle depresif bozukluklarla teşhis edilir ve utanç içinde, yenilmiş ve bitkin bir halde görünebilirler. Klinik uzmanlar, bu kişilerin iç dünyalarına eriştiklerinde, hastanın ihtişam hayalleriyle meşgul olduğunu ve dünyadan kendine özgü değerini tanımadığı ve hak ettiği ödülleri sunmadığı için kırgın olduğunu görürler. Depresif bir görünümün ardında bazen sönük bir narsisist (deflated narcissist) bulunabilir.

    Etkili bir tedavi, empati ve yüzleştirmeyi dikkatlice dengeleyen hassas bir yaklaşımı gerektirir. Narsisistik kişilik özellikleri taşıyan hastalar, altta yatan acıları, güvensizlikleri ve kırılganlıkları erişilebilir olduğunda, bu duyguların empatik bir şekilde anlaşılmasından fayda görürler. Klinisyenin yardımıyla, büyüklük fantezilerine ve değersizleştirme savunmalarına başvurmadan bu duygulara tahammül etme kapasitelerini geliştirebilirler. Öte yandan, narsisistik savunmaların nazik ama sistematik bir şekilde yüzleştirilmesi ve bu savunmaların ilişkiler, anlam arayışı ve yaşamdan tatmin olma yetileri üzerindeki maliyetinin incelenmesi de danışanlara fayda sağlar. 

    Karşı aktarım tepkileri arasında, hastanın değersizleştirmesi nedeniyle (devalüe ettiğinde) terapistin kendini etkisiz, yetersiz veya hastayla rekabet halinde hissetmesi; idealize edilmesi durumunda ise danışanla birlikte bir “karşılıklı hayranlık topluluğuna” katılma eğilimi yer alabilir (idealize ettiğinde). Klinisyenin karşı aktarım tepkileri, danışanın ilişki kalıplarını ve başkalarından aldığı tepkileri anlamak için önemli bir pencere sunar. Terapötik ilişki içinde bu kalıpları tanımak ve keşfetmek, yalnızca eski dinamikleri yeni biriyle tekrarlamaktan daha değerlidir. Narsisistik kişilik özellikleri taşıyan bireyler, genellikle orta yaş veya sonrasında psikoterapiye daha açık hale gelirler. Çünkü bu dönemde olağanüstü başarı ve ihtişam hayallerinin gerçekleşmediği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırlar ve yaşamın gerçekçi sınırlarını kabul etmek durumunda olurlar. Narsisistik kişilik prototipi için Kutu 1.7’ye bakınız.

    Malin Narsisizm

    Malin narsisizm, son yıllarda kamuoyunun dikkatini çeken narsisistik kişiliğin bir varyantıdır. Aslında, narsisistik kişilik ile antisosyal-psikopatik kişiliğin kesişim noktasında yer alır ve her iki yapının özelliklerini harmanlar. Klinik kuramcılar tarafından sadistçe saldırganlıkla iç içe geçmiş bir narsisizm olarak da tanımlanmıştır.6 Malin narsisist için yalnızca önemli ve özel hissetmek yeterli değildir; aynı zamanda başka birinin aşağılanması veya mağlup edilmesi gerekir. Bu sendrom, “psikopatik narsisizm (psychopathic narcissism)” veya “narsisistik psikopati (narcissistic psychopathy)” olarak da adlandırılabilir, ancak “malin narsisizm” hem tarihsel hem de klinik açıdan yaygın olarak bilinen terimdir. 

    Psikopatik aldatma, sömürü, sadistçe saldırganlık ve dışsallaştırma, narsisistik büyüklük ve kendini önemli görme ile birleştiğinde, ortaya son derece yıkıcı bir yapı çıkabilir. Eğer büyüklük arzularını dengeleyecek içselleştirilmiş bir ahlaki sistem yoksa, başkalarının ihtiyaçları, hakları ve refahı tamamen önemsiz hale gelir. Diğer insanlar hiçbir suçluluk veya pişmanlık duymadan kullanılır ve ardından bir kenara atılır. Zararlı sonuçlar ve felaket niteliğindeki olaylar ise daima başkalarının suçu olarak görülür. 

    Suçun dışsallaştırılması, çevredeki insanlar üzerinde son derece zehirleyici (toxic) etkiler yaratabilir ve genellikle profesyonel olmayan çevrelerde “yalanlara inandırma/gerçekliği çarpıtma (gaslighting)” olarak tanımlanır.  SWAP değerlendirme aracında bu eğilimi tanımlayan madde şudur: “Kendi başarısızlıklarını veya eksikliklerini genellikle diğer insanlara veya koşullara yükler; kendi davranışlarının veya seçimlerinin sorumluluğunu almak yerine zorluklarını dışsal faktörlere bağlar.” Gaslighting’e yol açan psikolojik süreçler oldukça basittir. Temel mantık şu şekildedir: “Dünya benim yüceltilmem ve kişisel çıkarım için vardır. Eylemlerimin veya yol açtığım zararların sorumlusu ben değilim. Sen sorumlusun.”

    Aşırı durumlarda, şiddetli malin narsisizm taşıyan kişiler gerçeklikle bağlarını koparmış gibi görünebilirler. Bu durum, dışsal olayların, onların savunma amaçlı inşa ettikleri büyüklük fantezilerini keskin bir şekilde çürütmesiyle ortaya çıkar. Sanki kişi, kendi benlik imajını gözden geçirmek ile gerçekliği yeniden yazmak arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığında, gerçekliği yeniden yazmayı tercih eder. Üstelik, çevresindekilerin de onun çarpıtılmış gerçekliğini kabul etmesini talep edebilir.

    SWAP aracını kullanan ampirik araştırmalarda, altta yatan yetersizlik ve aşağılık duygularını ele alan maddeler malin narsisizmin tanımlayıcı özellikleri olarak ortaya çıkmamıştır. Altta yatan yetersizlik duygularının malin narsisizmin bir bileşeni olup olmadığı veya bu duyguların veri sağlayan klinisyenler tarafından fark edilmiş olup olmadığı belirsizdir. Kişilik dinamikleri ağırlıklı olarak narsisistik olduğunda, altta yatan yetersizlik duygularının mevcut olması muhtemeldir, ancak bunlar kolayca gözlemlenmeyebilir. Öte yandan, kişilik dinamikleri esasen antisosyal-psikopatik olduğunda, bu duygular hiç mevcut olmayabilir. 

    Malin narsisizmde narsisizm ve psikopati bileşimine bağlı olarak, bu kişilerin psikoterapiye yatkın olup olmadığı değişkenlik gösterebilir. Eğer narsisizm baskın ve psikopatik özellikler ikincil düzeydeyse, psikoterapi zorlayıcı olsa da faydalı olabilir. Ancak psikopati baskın olduğunda, tıpkı antisosyal-psikopatik kişilikte olduğu gibi, prognoz kötüdür. İçselleştirilmiş bir değer sistemine veya temel karşılıklılık kapasitesine sahip olmayan hastalarla çalışırken terapötik etki yaratmak son derece zordur.

    Kutu 1.7 Narsisistik Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Narsisistik kişiliğe sahip bireyler büyüklük (grandiyözite) ve ayrıcalıklılık hissi taşır, başkalarını küçümseyici ve eleştirel bir tutum sergiler ve genellikle büyüklenmeci bir dış görünüşün altında kırılganlık belirtileri gösterirler. 

    Bu prototiple örtüşen bireyler abartılı bir öz-önem duygusuna sahiptirler. Kendilerini ayrıcalıklı ve imtiyazlı hisseder, özel muamele bekler ve ilgi odağı olmayı isterler. Sınırsız başarı, güç, güzellik veya yetenek hayalleri kurarlar ve başkalarını öncelikle kendi önemlerini veya parlaklıklarını gözlemleyecek bir izleyici kitlesi olarak görme eğilimindedirler. Yalnızca yüksek statülü, üstün veya “özel” kişiler tarafından takdir edilebileceklerine ya da yalnızca bu tür insanlarla ilişki kurmaları gerektiğine inanırlar. Empati seviyeleri düşüktür ve başkalarının ihtiyaçlarını ve duygularını, kendi duygu ve ihtiyaçlarıyla örtüşmedikçe anlamakta veya bunlara yanıt vermekte zorlanırlar. Bu prototiple örtüşen bireyler küçümseyici, kibirli ve ukala bir tutum sergilerler. Başkalarına karşı eleştirel, kıskanç ve rekabetçi olma eğilimindedirler ve sık sık güç mücadelelerine girerler. Kendilerini çaresiz veya depresif hissetmekten kaçınmak için öfkeye yönelirler ve algıladıkları hakaret veya eleştirilere öfke ve aşağılanma ile tepki verme eğilimindedirler. Dışa vurdukları büyüklenmeci tavırları, aslında altta yatan kırılganlıklarını maskeleyebilir. Bu prototiple örtüşen bireyler, kendilerini duygusal olarak güçlü, sorunlardan etkilenmeyen ve duygularını kontrol edebilen biri olarak görmeye ve böyle tanıtmaya yatırım yaparlar. Ancak çoğu zaman bu görüntünün altında belirgin bir güvensizlik veya sıkıntı yatar. Narsisistik bireylerin önemli bir alt grubu kendini yetersiz veya aşağı hissetme eğilimindedirler; yaşamlarının bir anlamı olmadığını düşünür ve kendilerine karşı aşırı eleştirel bir tutum sergilerler. İnsan olmanın doğal kusurlarına karşı hoşgörüsüzdürler ve kendilerini gerçekçi olmayan mükemmeliyet standartlarına göre değerlendirirler.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

     

    8) Paranoid Kişilik (Paranoid Personality)

    Paranoid kişiliğe sahip danışanlar kronik olarak kuşkucu, öfkeli ve düşmanca tavırlar sergilerler. Başkalarının sözlerine ve eylemlerine kötücül niyetler atfederler ve insanların onlara zarar vermek istediğini çabucak varsayarlar. Kin tutarlar, küçük düşürüldüklerini düşünerek uzun süre bu hislere saplanırlar ve algıladıkları tehditlere öfke ve saldırganlıkla karşılık verirler. Zorluklarının dışsal nedenlerden kaynaklandığını düşünürler ve olayların şekillenmesinde kendi rollerine dair içgörüleri zayıftır.

    Paranoid kişiliğin merkezinde yansıtma (projection) savunma mekanizması bulunur. Paranoid kişiliğe sahip kişiler yoğun öfke ve saldırganlık hissederler, ancak bu duyguları başkalarına yansıtarak onların düşmanca ve tehditkâr olduklarını (yanlış) algılarlar. Dünyayı soğuk, düşmanca ve tehlikeli bir yer olarak deneyimlemelerinin nedeni, her baktıkları yerde kendi düşmanlıklarını görmeleridir.

    Paranoid kişilik stili, sağlıklı ve nevrotik kişilik düzeylerinde görülebilse de, klinik popülasyonlarda genellikle borderline seviyesinde daha sık görülür. Klinik literatürde (ve DSM’de) yeterince vurgulanmayan bir konu, paranoid kişiliğe sahip danışanlarda bilişsel ve algısal bozuklukların yaygınlığıdır. Paranoid düşüncelerin ötesinde, düşünme süreçlerinde genel bozulmalar gösterebilirler. Algıları ve akıl yürütme tarzları tuhaf ve kendine özgü olabilir; yoğun duygular yaşadıklarında ise irrasyonel hale gelebilirler. Bilişsel ve algısal bozuklukların rolü tarihsel olarak yeterince takdir edilmemiş olsa da, paranoid yansıtmanın yaygınlığı göz önünde bulundurulduğunda bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü paranoid yansıtma, içsel olanla dışsal olanı ve gerçeklikle fanteziyi ayırt etmede kaçınılmaz bir bulanıklık yaratır.

    Klinisyenlerin paranoid kişiliğe sahip hastalara karşı güçlü duygusal tepkileri, bu danışanların kronik olarak deneyimlediği ve dışsallaştırma ile yansıtma yoluyla yönetmeye çalıştığı korku ve öfkenin küçük bir yansımasıdır.  Klinisyen, gerekli durumlarda hastaya gerçeklik testi konusunda yardımcı olmalı ve danışanın öfke ve saldırganlığını yönetmesi için daha uyumlu yollar bulmasına destek olmalıdır. Aşırı dostane veya aşırı sempatik bir tutum, danışanın şüphelerini artırabilir ve paranoid düşüncelerini daha da yoğunlaştırabilir. Bu nedenle, mesafeli ve nesnel bir yaklaşım -hatta zaman zaman sertlik sınırında olsa bile- genellikle daha etkili olmaktadır. Paranoid kişilik prototipi için Kutu 1.8’e bakabilirsiniz.

    Kutu 1.8 Paranoid Kişilik Prototipi

    Özet cümle : Paranoid kişiliğe sahip bireyler kronik olarak şüpheci, öfkeli ve düşmanca olabilir, ayrıca bozulmuş düşünce gösterebilirler.

    Bu prototipe uyan bireyler, başkalarının kendilerine zarar vereceğini, aldatacağını, karşı komplo kuracağını ya da ihanet edeceğini sürekli olarak beklerler. Sorunlarını diğer insanlara veya koşullara atma eğilimindedirler ve zorluklarını dışsal faktörlere bağlarlar. Kendi paylarını interpersonal çatışmalarda tanımaktansa, genellikle yanlış anlaşılmış, kötü muameleye uğramış ya da mağdur edilmiş hissederler. Bu prototipe uyan bireyler öfkeli veya düşmanca olma eğilimindedirler ve öfke nöbetlerine yatkındırlar. Kendi kabul edilemez dürtülerini başkalarında görmekte, dolayısıyla başkalarına yönelik düşmanlığı yanlış bir şekilde atfetmektedirler. Kontrol edici, karşıt, zıt görüşlere açık ya da hızlıca karşı çıkmaya meyilli olurlar ve kin tutarlar. Genellikle hoşlanılmama ya da düşmanlık uyandırırlar ve yakın arkadaşlıklar veya ilişkilerden yoksundurlar. Bu prototipe uyan bireyler, paranoid düşüncelerin ötesinde, düşüncelerinde bozulmalar gösterirler. Algıları ve akıl yürütmeleri garip ve kendilerine özgü olabilir ve güçlü duygular uyarıldığında irrasyonel hale gelebilir, hatta delüzyonel bir izlenim bırakabilirler.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

     

    9) Histerik-Histriyonik Kişilik (Hysteric-Histrionic Personality)

    “Histerik (hysteric)” ve “histriyonik (histrionic)” terimleri, ataerkillik ve cinsiyet eşitsizliğini çağrıştırır ve pek çok kişi için rahatsız edici olabilir. Ancak, terim ile olgunun kendisi arasında bir fark vardır. Etiket ne olursa olsun, belirli bir kişilik sendromu mevcuttur. Bu sendrom klinik literatürde tekrar tekrar tanımlanmış ve istatistiksel kümeleme yöntemleriyle yapılan ampirik araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Terminolojiye yönelik itirazlar, klinik gerçeği göz ardı etmemize neden olmamalıdır. Bu bölüm, adlandırma meselesini değil, klinik konuları ele almaktadır. 

    DSM-III histriyonik kişilik bozukluğu tanısını getirmeden önce, “histerik” terimi bu kişilik tarzına sahip, daha işlevsel bireyler için kullanılırken, “histriyonik” terimi daha bozulmuş işlevselliğe sahip hastalar (örneğin, borderline düzeyde işlev görenler) için kullanılıyordu. “Histerik-histriyonik” terimi, bu kişilik sendromunun hem daha yüksek hem de daha düşük işlevsellik gösteren varyantlarını kapsayarak, DSM kavramı ile geniş klinik literatür arasında bir köprü kurmaktadır.

    Histerik-histriyonik kişilik, kişilik süreçlerinin tamamını kapsayan çok yönlü bir sendromdur. Dışarıdan bakıldığında, bu kişilik tarzına sahip bireyler toplumsal cinsiyet kalıplarını örneklerler. Stilize bir Hollywood filmindeki başrol kadını ya da erkeği gibi, basmakalıp bir şekilde kadınsı ya da erkeksi görülebilirler. Duygusal ve dramatiktirler. Fiziksel çekiciliklerini ve cinselliklerini dikkat çekmek için kullanırlar. Flörtöz, baştan çıkarıcı ve cinsel olarak provokatif olabilirler. İnsanları peşlerinden sürükleyebilir ve romantik zaferler elde etmeye odaklanabilirler. Rakiplerin de dâhil olduğu romantik üçgenlere dâhil olma eğilimleri vardır. Karşı cinsi büyüleyip etkileyebilirken (her iki taraf da heteroseksüelse), aynı cinsiyetten olanları rahatsız edebilir ya da onlara kaşı tehdit edici bulunabilirler. Duyguları hem yoğun hem de yüzeysel görünebilir. Aşk olarak tanımladıkları güçlü tutkular geliştirebilirler ancak yeni bir seçenek ortaya çıktığında hızla ilgilerini kaybedebilirler. 

    Histerik-histriyonik kişiliğe sahip bireyler için gerçekler ve mantık, duyguların gerisinde kalır. Tepkileri genellikle mantıktan çok duygulara dayanır. Eğer böyle bir kişiye ne düşündüğünü sorarsanız, büyük olasılıkla nasıl hissettiğini anlatacaktır. Bilişsel tarzları yüzeysel, genelleyici ve izlenimci olma eğilimindedir; ayrıntıları kaçırır ve tutarsızlıkları göz ardı ederler.25 Çoğu zaman saf bir izlenim verirler ve dünyanın işleyişine dair beklenenden daha az bilgi sahibi gibi görünebilirler. İnançları klişe veya stereotipik olabilir; adeta masallardan ya da filmlerden alınmış gibidirler. Kolay etkilenebilir ve yönlendirilebilirler. Ancak bu izlenimci bilişsel tarz, zekâ düzeylerinden bağımsızdır ve savunma işlevi görmektedir. Histerik-histriyonik kişiliğe sahip bireyler, fazla ayrıntıya girmekten ya da olaylar arasındaki fazla bağlantı kurmaktan kaçınırlar; çünkü fazla görmek ve bilmekten bilinçdışı olarak korkarlar. 

    Bu kişilik yapısının merkezinde toplumsal cinsiyet ve güçle ilgili çatışmalar yer alır. Bilinçdışı düzeyde, kendi cinsiyetlerini zayıf, kusurlu ya da aşağı görürler. Karşı cinsiyeti ise güçlü, heyecan verici ve korkutucu olarak algılarlar ve onlara karşı bilinçdışı bir kıskançlık beslerler. Cinselliği, güç dengesini tersine çevirmek ve karşı cins üzerinde üstünlük kurmak için bir araç olarak kullanırlar. Cinselliğin bu şekilde kullanımı (ya da kötüye kullanımı), altta yatan zayıflık, güçsüzlük ve korku hislerini bastırmaya yardımcı olur. Bu bireyler, sergileyici ve teşhirci bir şekilde cinselliklerini ön plana çıkararak, derinlerde hissettikleri utancı, korkuyu ve kıskançlığı dengelemeye çalışırlar. Ancak aynı nedenlerle, gerçek anlamda cinsel yakınlık ve doyum onlar için zordur; çünkü hem kendilerini utanç verici derecede kusurlu hissederler hem de partnerlerinden korkarlar. Bilinçdışı psikolojik çatışmalar düşünceler ve kelimeler aracılığıyla ifade edilemediğinde, bedensel semptomlar (konversiyon semptomları) yoluyla ortaya çıkabilir. Dramatik dışavurum ve aşırı cinselleştirmenin altında, terk edilme ve ilgisiz bırakılma korkusu ile ilgi ve korunma arzusu yatar. En büyük trajedileri, şefkat ve bakım dolu bir ilişkiye özlem duymalarına rağmen, bunun yerine yalnızca cinsel ilişkiler kurmalarıdır.

    Histerik-histriyonik kişiliğe sahip danışanlar psikoterapiye iyi yanıt verir ve hem keşfedici-yorumlayıcı yönlerinden hem de ilişki boyutundan fayda görürler. Terapistin güvenilirliği ve terapötik çerçevenin sağladığı güvenlik, bireyin toplumsal cinsiyet, güç ve cinsellik konularındaki çatışmalarını keşfetmesi ve içgörü kazanması için uygun bir ortam sunar. Aynı zamanda, terapi ilişkisi danışan için yeni ve farklı bir ilişki şablonu oluşturur: Karşı cinsten bir terapist ne baştan çıkarıcıdır ne de baştan çıkarılabilir; aynı cinsten bir terapist ise ne yetersizdir ne de rekabetçidir. Terapistler, danışanın kendi hızında ilerlemesine izin vererek, ihtiyaçlarını, duygularını, arzularını, korkularını ve çatışmalarını keşfetmesine olanak tanımalıdırlar. Danışan, deneyimlerini ona açıklayan otoriter bir figüre ihtiyaç duymaz; aksine, kendi deneyimlerini keşfetmesi ve açıklaması daha faydalıdır. Didaktik bir terapist tavrı, danışanın kendini kusurlu ve güçsüz hissetmesini pekiştirebilir. 

    Her iki tarafın da heteroseksüel olduğu durumlarda, yüksek işlevselliğe sahip histerik-histriyonik danışanlar başlangıçta karşı cinsten terapistleri etkileyebilir ve aynı cinsten terapistleri rahatsız edebilirler. Burada önemli olan, danışanın ilişki kalıplarını kaçınılmaz olarak terapi ilişkisine taşıdığıdır ve bu, onların, altta yatan düşüncelerin, duyguların ve deneyimlerin keşfedilmesini mümkün kılar. Daha bozulmuş işlevselliğe sahip (borderline düzeyinde) histerik-histriyonik danışanlar, açıkça baştan çıkarıcı davranışları veya düşünmek ve konuşmak yerine eyleme vurmalarıyla terapistleri hem endişelendirebilir hem de yorabilirler. Histerik-Histriyonik Kişilik Prototipi için Kutu 1.9’a bakınız.

    Kutu 1.9 Histerik-Histriyonik Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Histerik-histriyonik kişiliğe sahip bireyler duygusal olarak dramatik, bilişsel olarak yüzeysel ve izlenimci, cinsel açıdan provokatif, kişilerarası ilişkilerde etkilenebilir, hayranlık duydukları kişileri idealleştiren ve paradoksal olarak hem yoğun hem de yüzeysel bağlar kuran bireylerdir. 

    Bu prototipe uyan bireyler duygusal olarak dramatiktir ve duygularını abartılı ve teatral bir biçimde ifade etmeye eğilimlidirler. Tepkileri genellikle düşünmeden çok duyguya dayanır ve bilişsel tarzları yüzeysel, genelleyici ve izlenimcidir (örneğin, ayrıntıları kaçırmak, tutarsızlıkları göz ardı etmek, isimleri yanlış telaffuz etmek). İnançları ve beklentileri klişe veya stereotipik görünür; adeta masal kitaplarından ya da filmlerden alınmış gibidir ve beklenenden daha saf veya deneyimsiz görünebilirler. Bu prototipe uyan bireyler genellikle cinsel açıdan baştan çıkarıcı veya provokatiftir. Fiziksel çekiciliklerini aşırı derecede kullanarak ilgi ve dikkat çekmeye çalışırlar ve toplumsal cinsiyet stereotiplerini en uç noktada sergileyen bir şekilde davranabilirler. Flörtöz, cinsel fetihlerle meşgul, insanları kandırmaya eğilimli veya promisküiteye yatkın olabilirler. Romantik veya cinsel “aşk üçgenlerine” dahil olma eğilimindedirler ve hâlihazırda başka biriyle ilişkisi olan ya da başkalarının ilgisini çeken kişilere çekilebilirler. Bu prototipe uyan bireyler, hem şefkatli hem de cinsel duyguları aynı kişiye yönlendirmekte zorlanırlar; başkalarını ya erdemli ya da çekici olarak görme eğilimindedirler, ancak ikisini bir arada değerlendiremezler. Etkilenmeye açık veya kolayca yönlendirilebilir olma eğilimindedirler ve hayranlık duydukları kişileri idealleştirip onlarla özdeşleşerek onların tutumlarını ve tavırlarını benimseyebilirler. Kusursuz, ideal aşk üzerine fanteziler kursalar da duygusal olarak ulaşılmaz ya da uygunsuz görünen (örneğin, yaş, sosyal veya ekonomik statü açısından) romantik veya cinsel partnerler seçme eğilimindedirler. Hızlı ve yoğun bir şekilde bağlanabilirler. Ancak yüzeyin altında, sıklıkla yalnız kalmaktan, reddedilmekten veya terk edilmekten korkarlar.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

     

    10) Borderline-Düzensiz Kişilik (Borderline-Dysregulated Personality)

    “Borderline (borderline)” terimi, psikiyatrik sınıflandırmanın esas olarak sağlam ya da bozulmuş gerçeklik testi temelinde nevrotik ve psikotik rahatsızlıkları ayırt ettiği bir döneme dayanmaktadır. Zamanla, klinik yazarlar ne nevrotik ne de psikotik görünen, bu iki kategori arasında “sınırda” olan hastaları tanımlamaya başladılar. Tanısal yapı zaman içinde evrim geçirse de “borderline” terimi kullanılmaya devam etmektedir. “Borderline-düzensiz (borderline-dysregulated)” terimi, tanıdık olan bu ifadeyi koruyarak aynı zamanda kişilik sendromunun belirleyici özelliği olan duygusal dizregülasyona vurgu yapmaktadır. 

    Borderline-düzensiz kişiliğe sahip bireyler “istikrarlı bir şekilde istikrarsız” olarak tanımlanmıştır.26 Duygusal yaşamda, kendilik kavramında (self-concept) ve ilişkilerde süreklilik gösteren bir istikrarsızlık modeli mevcuttur. Temel özellikleri arasında duygulanım düzensizliği, bölme, kimlik dağılması, yansıtma, yansıtmalı özdeşim ve güvensiz bağlanma yer alır.

    Sınırda düzensiz kişiliğe sahip kişiler, duygulanımlarını düzenlemede zorluk çekerler. Duyguları hızla ve öngörülemez bir şekilde değişebilir ve kontrolden çıkarak aşırı umutsuzluk, kaygı, ajitasyon ve öfkeye yol açabilir. Umut ışığına erişimlerini kaybettikleri derin depresyon dönemleri yaşarlar. Genellikle öfkeyle doludurlar ve nefret dolu, öfke dolu patlamalarla ilişkileri yok etmeye eğilimlidirler. Zayıf dürtü kontrolü devam eden bir sorundur ve düşüncesizce yapılan eylemlere ve kendi kendine zarar veren davranışlara yol açar.

    Bölme (splitting), iyi ve kötü algılar, duygular ve deneyimlerin ayrı ayrı kutulara yerleştirilmesi anlamına gelir ve bu durum, kişinin kendisini ve başkalarını ya tamamen iyi ya da tamamen kötü olarak deneyimlemesine yol açar. (Diyalektik Davranış Terapisi’nde “ikili düşünme (dichotomous thinking)” terimi de bu olguyu ifade eder.) Bölme, kişinin hangi “kutuda” olduğuna bağlı olarak kendisi ve başkaları hakkında aşırı, çılgınca değişen görüşlere yol açar. Sıkıntı yaşadığında, borderline-düzensiz kişiliğe sahip bir kişi başkalarını karmaşık, üç boyutlu insan olarak görmekte zorlanır. Bunun yerine, başkalarına birer tek boyutlu kahramanlar, kurtarıcılar, mağdurlar, kötü karakterler ve zalimler olarak bakar.

    Kişi, belirli insanları tamamen iyi (“iyi nesneler”) ve diğerlerini tamamen kötü (“kötü nesneler”) olarak görebilir veya aynı kişiyi birbirine zıt uçlarda deneyimleyebilir. Bu durum, kararsız ve kaotik ilişkilere yol açar. Örneğin, borderline-düzensiz kişiliğe sahip bir kişi terapisti bir kurtarıcı olarak görebilir, ancak hayal kırıklığına uğradığında terapisti “kötü bir insan” olarak görüp, ona soğuklukları veya yetersizlikleri nedeniyle saldırabilir. İdealizasyon ile değersizleştirme arasındaki bu tür kaymalar genellikle algılanan eleştiri veya reddedilme ile tetiklenir.

    Bölme, aynı zamanda kendilikle ilgili çelişkili ve bölünmüş deneyimlere de atıfta bulunur. Kişi, kendisini bazen iyi bir insan olarak, bazen de kötü ve çürümüş biri olarak deneyimleyebilir. Kendilik kavramı, hangi çelişkili kendilik temsillerinin yaşandığına bağlıdır. Farklı kendilik temsilleri arasındaki geçişler, duygusal durumdaki değişikliklerle birlikte gelir ve kişiyi duygusal bir heyecan treninde (rollercoaster) tutar. Bu nedenle, duygusal düzensizlik ve bölme birbirini takip eder.

    Çünkü farklı kendilik temsilleri birbirine entegre bir bütün olarak birleşmemiştir, borderline-düzensiz kişiliğe sahip kişiler tutarlı, istikrarlı bir kendilik duygusu (kimlik yayılması) sürdürmede zorluk çekerler. Tutumları, değerleri ve kendilik kavramları istikrarsız ve değişken olabilir. İlişkiler, koşullar veya duygusal durumla değişebilirler. Kişi, farklı zamanlarda çarpıcı bir şekilde farklı biçimlerde kendini sunabilir ve bu genellikle klinik uzmanları şaşırtır. Eğer iyi hissediyorlarsa, yakın zamanda intihar düşünceleri geçirdiklerini umursamadan neşeli olabilirler. Depresyondaysalar, daha önce olumlu olarak deneyimledikleri herhangi bir parça ile bağlantı kuramayabilirler.

    Borderline-düzensiz kişiliğin belirgin özelliklerinden biri, ilkel yansıtma biçimleridir. Bölünmüş, reddedilmiş kendilik ve diğer temsilleri ve onlarla ilişkilendirilen duygular, kesinlik ve inançla tamamen başkalarına yansıtılır. Bu yansımalar genellikle öfke, kin, nefret, kıskanma ve tiksinme gibi yoğun olumsuz duyguları içerir. Kişi, yansımalarını algı değil, gerçek olarak kabul eder. Ötekiler tarafından -ki buna  klinisyenler de dahil- defalarca olduklarından farklı olarak algılanıp buna göre muamele gördüklerinde, bu durum onlar için kafa karıştırıcı ve sinir bozucu olabilir.

    Yansıtmalı özdeşim yansıtma savunmasını bir adım öteye taşır. Kişi, reddedilen kendi parçalarını yansıtmanın yanı sıra, yansıttığı duyguları bu kadar şiddetle uyandırmak ve harekete geçirmek için çalışır, böylece diğer kişi yansıtmaya göre hisseder ve hareket eder. Borderline-düzensiz hastalar bunu, bilinçli olarak yapmasalar da, ustalıkla gerçekleştirirler. Klinisyenler, kendi düşüncelerini düşünemez veya kendi duygularını hissedemez hale geldiklerini, sanki zihinleri yabancı bir şey tarafından istila edilmiş gibi hissettiklerini anlatırlar.27 Yansıtmalı özdeşim etkisi altındayken, klinisyenler kendilerini hastalarına karşı yoğun bir nefretle dolmuş ya da onları kurtarmak için profesyonel sınırları aşmaya zorlanmış halde bulabilirler.

    Yansıtmalı özdeşim sırasında hastadan klinisyene aktarılan düşünce ve duygular ne gizemli ne de mistiktir. Hastanın gözlemlenebilir davranışları, klinisyeni belirlenen rolüne çekip iter, yönlendirir ve zorlar; ancak bu süreç gerçekleşirken klinisyen bunun farkında olmayabilir. Genellikle önce karşı aktarım ortaya çıkar ve anlamlandırma sonradan gelir.

    Geçmişinde istismar öyküsü olan borderline-düzensiz hastalar, istismarcı, kurban ve kurtarıcı rollerinin sürekli değiştiği senaryoları canlandırmaya yatkındırlar. Yansıtma ve yansıtmalı özdeşim süreçleri aracılığıyla, klinisyen ve hasta bu üç rolden herhangi birini üstlenebilirler. Yaygın bir senaryoda, hasta başlangıçta kurban rolündedir ve klinisyen kurtarıcı rolünü üstlenir. Hastanın ihtiyaçları ve talepleri arttıkça, klinisyen kendini aşırı zorlar ve hastanın talepleri karşısında kendini baskı altında ve mağdur hisseder (örneğin, gece geç saatlerde gelen telefonları yanıtlamak, seans süresini aşmak, ücret almamak). Bu noktada, sınırları yeniden kurmaya çalışan klinisyen, denetleyici ve cezalandırıcı bir tutum sergileyerek istismarcı rolüne kayabilir. İdeal olan, klinisyen ve hastanın bu değişen benlik ve öteki deneyimlerini ve bu rol ilişkilerinin terapi sürecinde nasıl yeniden yaratıldığını birlikte inceleyebilmesidir; böylece hasta, bu dinamikleri yalnızca yeni bir kişiyle tekrar etmek yerine anlamlandırabilir.

    Son olarak, borderline-düzensiz kişiliğe sahip bireyler güvensiz veya düzensiz bağlanma stillerine sahiptir ve reddedilmeye karşı aşırı duyarlıdırlar. İhtiyaçlı ve bağımlıdırlar, hızla ve yoğun bir şekilde bağlanırlar ancak reddedilme ve terk edilme beklentisi içindedirler. İlgiye ve bakıma umutsuzca ihtiyaç duyarlar, ancak “ilgi” kavramları, hiç kimsenin karşılayamayacağı kadar gerçekçi olmayan bir erişilebilirlik ve uyum düzeyini içerir. Kaçınılmaz olarak karşı taraf bu beklentileri karşılayamadığında, öfkelenir ve saldırganlaşırlar. Bu dinamik, özlü bir kitap başlığında özetlenmiştir: Senden Nefret Ediyorum-Beni Bırakma.29

    Borderline-düzensiz kişilik için geliştirilmiş birçok terapi modeli bulunmaktadır ve bunlar diğer bölümlerde ele alınmaktadır. Borderline-düzensiz hastalarla çalışmak hızlı, yoğun, kaotik ve kafa karıştırıcı olabilir. Bir süpervizör, bu deneyimi “çamaşır makinesinde çaresizce savrulmaya” benzetmiştir; neyin, nereden geleceğini asla bilememek gibi. Tedavinin erken aşamalarında, klinisyenin rolü yalnızca kafa karışıklığını kabul etmek ve tolere etmek, hasta ile bağlantıyı sürdürmek ve tedavi çerçevesini korumak olabilir. Açık bir kuramsal model, yön sağlar ve klinisyenin kaygılarını sınırlandırmaya yardımcı olur.

    Tüm terapi modelleri, sınır meselelerine dikkat etmeyi, terapi ilişkisinde neler olup bittiğine odaklanmayı ve terapiye ve terapi ilişkisine potansiyel olarak zarar verebilecek davranışları aktif bir şekilde yönetmeyi vurgular. Borderline-düzensiz hastalar krizlere yatkın olduklarından, terapi süreci, altta yatan psikolojik meseleler yerine kriz yönetimine odaklanıldığında kolayca raydan çıkabilir. Bu nedenle, borderline-düzensiz kişiliğe yönelik terapi modelleri, terapistlerin yoğun karşı aktarım duygularıyla başa çıkmalarına yardımcı olmak için düzenli danışma ve destek mekanizmalarını içerir. 

    Borderline-düzensiz kişilik, kendi başına bir kişilik sendromu olarak (başka bir kişilik sendromu baskın olmadığında) veya herhangi bir diğer kişilik sendromu ile ilişkili bir kişilik organizasyonu seviyesi olarak görülebilir. Örneğin, narsisistik kişilik ve borderline-düzensiz kişilik tanımlarına uyan bir hasta, borderline düzeyde organize olmuş narsisistik kişilik olarak tanımlanabilir. Benzer şekilde, paranoid kişilik ve borderline-düzensiz kişilik özellikleri taşıyan bir hasta, borderline düzeyde organize olmuş paranoid kişilik olarak nitelendirilebilir. Bu organizasyon çerçevesi, tanısal değerlendirmelere önemli bir netlik kazandırır. Borderline-düzensiz kişilik prototipi için Kutu 1.10’a bakınız.

    Kutu 1.10 Borderline-Düzensiz Kişilik Prototipi

    Özet cümle:  Borderline-düzensiz kişiliğe sahip bireyler, duygularını düzenleme yetisinde bozulma yaşar, kendileri ve başkaları hakkında istikrarsız algılara sahiptir ve bu durum yoğun ve kaotik ilişkilere yol açar. Ayrıca, kendine zarar verme dahil olmak üzere, dürtüsel davranışlara yatkındırlar. 

    Bu prototipe uyan bireylerin duyguları hızla değişebilir ve kontrolden çıkabilir, aşırı üzüntü, kaygı ve öfke durumlarına yol açabilir. Bu kişiler olayları felaketleştirme eğilimindedirler; sorunları çözülemez ya da yıkıcı olarak görürler ve genellikle bir başkasının desteği olmadan kendilerini yatıştırma veya teselli etme becerisine sahip değildirler. Güçlü duygular uyandığında mantıksız hale gelebilirler ve işlevselliklerinde belirgin bir düşüş yaşarlar. Bu bireyler, kendilerine dair istikrarlı bir algıya sahip değildirler; tutumları, değerleri, hedefleri ve kendileri hakkındaki duyguları değişken ve tutarsız olabilir. Aynı şekilde, başkalarına dair dengeli ve istikrarlı bakış açılarını korumakta zorlanırlar. Rahatsız edici bir durumda, bir kişiyi hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle değerlendirmekte güçlük çekerler ve insanları uçlarda, “ya hep ya hiç” şeklinde algılarlar. Bu nedenle, ilişkileri genellikle istikrarsız, kaotik ve hızlı değişen bir yapıya sahiptir. Terk edilme ve reddedilme korkuları yoğundur; yalnız kalmaktan çekinirler ve başkalarına hızla ve yoğun bir şekilde bağlanma eğilimindedirler. Kendilerini sıkça yanlış anlaşılmış, kötü muamele görmüş ya da mağdur edilmiş gibi hissederler. Başkalarında yoğun duygular uyandırabilir ve onları, kendilerine yabancı ve alışılmadık rollere ya da senaryolara sürükleyebilirler (örneğin, olağan dışı bir şekilde acımasız olmak ya da onları “kahramanca” bir şekilde kurtarmaya çalışmak gibi). Aynı zamanda, diğer kişiler arasında çatışma veya düşmanlık yaratma eğiliminde olabilirler. Bu prototipe uyan bireyler dürtüsel davranışlar sergileme eğilimindedirler. İş hayatları veya yaşam düzenleri genellikle kaotik ve istikrarsızdır. Kendine zarar verme davranışları, intihar tehditleri veya girişimleri, özellikle bir bağlanma ilişkisi tehdit edildiğinde veya kesildiğinde ortaya çıkabilir.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

     

    Kişilik ve Klinik Vaka Formülasyonu

    Şu net olmalıdır ki, kişilik sendromları yalnızca betimleyici değil, aynı zamanda açıklayıcıdır. DSM tanıları gibi sadece belirtileri listelemekten öte, kişilik sendromları, altta yatan psikolojik süreçleri açıklar ve bireyleri çeşitli ruh sağlığı problemlerine karşı nasıl savunmasız hale getirdiğini gösterir. Ruh sağlığı problemleri bir boşlukta ortaya çıkmaz. Çoğu zaman, kişilik dinamiklerinin oluşturduğu bir matris içinde gelişir.

    Kişilik sendromu tanımlamaları, klinik vaka formülasyonlarının genel çerçevesini sağlar. Bunlar, tedaviye odaklanmak için bir temel sunar ve klinisyenin dikkatini, mevcut semptomların ve tanıların altında yatan psikolojik süreçlere yönlendirir. Bu tanımlamalar geniş çerçevelerdir çünkü özellikle daha yüksek (sağlıklı ve daha sağlıklı nevrotik) işlevsellik düzeylerinde bulunan bireylere uygulandığında kaçınılmaz olarak birer basitleştirme içerirler. Daha yüksek işlevsellik düzeyindeki bireyler, daha büyük psikolojik esnekliğe sahiptir ve genellikle çeşitli kişilik stillerinin bir karışımını sergilerler. Bununla birlikte, belirli kişilik dinamiklerinin (örneğin depresif, obsesif-kompulsif, narsisistik vb.) baskın olduğu alanları tanımak mümkündür. Daha “saf” kişilik stili örnekleri genellikle daha düşük kişilik organizasyonu düzeylerinde görülür.

    Klinik vaka formülasyonları neden-sonuç ilişkisini ortaya koyar. Örneğin, depresif kişiliğe sahip birey öfkeye karşı savunma geliştirir ve bu öfke dolaylı olarak kendini eleştirme ve kendini cezalandırma şeklinde ifade bulur. Narsisistik kişiliğe sahip birey, yetersizlik ve boşluk hissini bastırmak için kendini abartılı şekilde yüceltir, ancak savunma amaçlı inşa ettiği benlik imgesi, kendisiyle ve diğer insanlarla kurduğu gerçek bağlantıyı kesintiye uğratır. Borderline-düzensiz kişiliğe sahip birey, çelişkili algıları ve duygusal durumları uzlaştıramaz ve bunlar arasında gidip gelir. Paranoyak kişiliğe sahip birey, kendi yansıtılmış düşmanlığını her yerde görerek dünyayı soğuk ve zalim bir yer olarak deneyimler.

    Böyle ifadeler, bireyselleştirilmiş ve danışana özgü vaka formülasyonlarının temelini oluşturan neden-sonuç ilişkilerini açıklar ve tedaviye yön ve odak kazandırır. Tutarlı bir vaka formülasyonu olmadan, tedavi rastgele denemelerin yapıldığı, klinisyenin bir müdahaleyi diğerinin ardından uygulayıp birinin “işe yaramasını” umduğu düzensiz bir sürece dönüşebilir. Aynı zamanda, belirgin bir yönü olmayan, amaçsız bir “destekleyici terapiye” de evrilebilir; bu durumda terapist, anlamlı bir değişim sağlama konusunda fiilen pes etmiş olur. Bir kişilik sendromunu tanımak, klinik vaka formülasyonunu oluşturmaya başlamaktır.

    Depresyona Giden Kişilik Yolları 

    Kuzey Amerika’da en yaygın ruh sağlığı tanıları arasında depresif bozukluklar yer almaktadır. Depresyon yaşayan birçok hasta, semptom odaklı tedavilerden yalnızca sınırlı bir rahatlama sağlamakta ya da kısa süreli bir iyileşme yaşadıktan sonra tekrar depresyon nüks etmektedir. Depresyon sıklıkla kronik bir durum olarak kabul edilir. Pek çok vakada depresyon, kronik gibi görünebilir çünkü ona yol açan kişilik süreçleri psikoterapi sürecinde hiç ele alınmamıştır. 

    Hemen hemen tüm kişilik sendromları depresyona zemin hazırlayabilir ve her biri farklı bir tedavi odağı gerektirir. Bu bölümde, çeşitli kişilik sendromlarının depresyona nasıl yatkınlık oluşturduğunu kısaca açıklayacak ve bazı tedavi çıkarımlarına çok daha kısa değineceğim. Amacım, kişilik süreçleri ile depresyon arasındaki bağlantıları göstermek; spesifik bir tedavi yöntemi sunmak değil -bu başlı başına bir veya birkaç kitap gerektirir.

    Depresif Kişilik 

    Depresif kişilik, geçici bir ruh hali durumundan ziyade kalıcı kişilik dinamiklerini ifade eder. Depresif kişilik yapısına sahip bireyler klinik depresyon yaşayabilirler de yaşamayabilirler de; aynı şekilde, tekrarlayan ya da kronik depresyon yaşayan bireylerin depresif kişilik özellikleri göstermesi şart değildir. 

    İhtiyaçları ve arzuları tanımakta zorlanmak, klinik depresyona yol açabilir. Kendi ihtiyaçlarını bilmeyen birinin onları karşılaması zordur. Temel duygusal ihtiyaçların karşılanamaması tükenmişlik ve depresyona neden olur. Psikoterapi sürecinde yalnızca tanınmayan ve dile getirilmeyen ihtiyaçların ifade edilmesine odaklanmak yeterli değildir; aynı zamanda bu ihtiyaçların fark edilmesini engelleyen psikolojik süreçlerin de ele alınması gerekir. Klinisyen, hastanın kendi ihtiyaçlarından ve arzularından nasıl ustaca yollarla kaçındığını fark etmeli ve onları bu kaçınmaya yönelten korkuları ifade etmelerine yardımcı olmalıdır.

    Kendiliğe yöneltilen öfke, depresyona yol açabilir. Azarlanmak, cezalandırılmak ve hor görülmek acı vericidir; bunu yapan için de durum değişmez. Kişi, kendine yönelik eziyeti durdurabilmek için alışkanlık haline getirdiği inkârı bırakmalı ve öfkesini bilinçli bir şekilde deneyimlemelidir. Bu süreç yalnızca akademik ya da entelektüel bir düzeyde gerçekleşemez; öfkenin, terapi ilişkisi içinde, “burada ve şimdi” deneyimlenmesi gerekir. Terapist, danışanın dolaylı yoldan gösterdiği kızgınlık veya hayal kırıklığı belirtilerine –ya da bu duyguların beklendiği halde yokluğuna– dikkat etmeli ve bunları terapi ilişkisine aktif olarak davet etmelidir. Örneğin, “Geç kaldığım için üzgünüm” ifadesi, hayal kırıklığı veya öfkeyi keşfetmeye bir davet değildir; ancak “Ben burada olmadığımda nasıl hissettiğinizi söylemediğinizi fark ettim” ifadesi, bu duyguların açığa çıkması için bir davettir. 

    Güvenilir ve sürekli ulaşılabilir bir bakımvereni içselleştirememiş hastalar, duygusal bakım için dış kaynaklara bağımlı kalır ve yalnızca kendi içsel kaynaklarına güvenmek zorunda kaldıklarında depresyona yatkın hale gelirler. Bu kişiler, duyarlı ve güvenilir bir terapistle kurdukları ilişkiyi deneyimleyerek ve içselleştirerek fayda sağlarlar. Keyfi seans sınırlamalarına sahip kısa süreli terapiler ise yıkıcı olabilir; bu tür yaklaşımlar, danışanın erken dönemde yaşadığı ilişkisel kopukluk ya da kayıpları onarmasına yardımcı olmak yerine, onları tekrar yaşamasına neden olabilir.

    Kaçıngan Kişilik 

    Duygusal iyi oluş, dünyayla etkileşim içinde olmayı ve en azından bir miktar keyif ve zevk almayı gerektirir. Kaygılı-kaçıngan kişilik yapısına sahip bireyler, korkulu kaçınma yoluyla kendilerini duygusal beslenmeden mahrum bırakırlar. Yaşam alanları, temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyecek kadar daralabilir ve bu da tükenmeye ve depresyona yol açabilir. Dahası, korkulan durumlardan kaçındıklarında bile kaygılarından pek az kurtulurlar; çünkü algılanan tehlikeler yalnızca dış dünyaya değil, iç dünyaya da aittir. Kaygıları bastırmaya yönelik çaba, duygusal olarak tüketici ve yorucudur. 

    Terapi, danışanın hem içsel hem de dışsal olarak kaçındığı şeylerle yüzleşmesine yardımcı olmalıdır. Hayatları duygusal ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyecek kadar daralmış olduğu ve enerjilerini arzularını gerçekleştirmek yerine tehlikelerden kaçınmaya adadıkları sürece, depresyona karşı savunmasız kalmaya devam ederler.

    Obsesif-Kompulsif Kişilik 

    Obsesif-kompulsif kişiliğe sahip bireyler, sürekli bir iç çatışma içindedirler ve bu çatışmayı bastırmak için duygusal farkındalık ve ifadenin daraltılması ve kısıtlanması yoluyla savunma geliştirirler. Ne yazık ki, olumsuz duyguları seçici bir şekilde bastırmak mümkün değildir. Utanç, korku ve öfkeyi engelleyen savunmalar aynı zamanda kendiliğindenliği, neşeyi, heyecanı, arzuyu ve keyfi de engeller. Sonuç olarak, yaşam tekdüze, rutin ve zevksiz hale gelir. 

    Arzular yasaklanmıştır ve kişi arzusunu takip ettiğinde bile, bu durum öyle yoğun bir suçluluk duygusu yaratır ki aldığı zevk tamamen gölgelenir. Sürekli olarak ihtiyaçlarını ve arzularını bastırmak ve boş zaman ile keyif alma pahasına aşırı derecede işe ve üretkenliğe adanmak, tükenmeye ve depresyona yol açar. Temelde var olan utanç, küçük düşme ve öfke duyguları sürekli olarak yüzeye çıkma tehdidi taşır, bu da kişide devamlı yaklaşan bir felaket hissine neden olabilir. 

    Etkili bir psikoterapi süreci, danışanın duygusal yaşamını bastıran savunmaları keşfetmesine yardımcı olmalı ve terapi ilişkisi içinde deneyimleyerek, duyguların ve arzuların dehşetle değil, kabul ve ilgiyle karşılanabileceğini göstermelidir. Böylece, duyguların ifade edilmesinin ceza, misilleme veya bir felakete yol açmayacağını öğrenebilirler.

    Narsisistik Kişilik 

    Narsisistik kişiliğe sahip bireyler, doğaları gereği depresyona yatkındırlar. Bu yatkınlığın bir kaynağı, büyüklenmeci beklentiler ile gerçek dünyanın sundukları arasındaki kronik uçurumdur. Kişiye yöneltilen ödüller, kendilerini layık gördükleri seviyenin altında kaldığı için değersizleştirilir. Bu nedenle, tatmin ve haz yerine hayal kırıklığı ve mağduriyet hissederler. Beklenti ve gerçeklik arasındaki bu uçurum asla kapanmaz ve sonuç olarak kişi keder, umutsuzluk ve çaresizlik duygularına kapılabilir. 

    Benzer şekilde, kişinin kendine yönelik beklentileri ile gerçek yetenekleri arasında da sürekli bir boşluk bulunur. Narsisistik birey, sınırsız başarı, güç, güzellik veya yetenek hayalleri kurar. Ancak, gerçek başarılarından duyabileceği tatmin ve gurur -ki bu gerçekçi bir özsaygının temelini oluşturabilir-yerine, sürekli olarak yetersiz kaldığını hisseder. 

    Son olarak, savunmacı bir şekilde inşa ettikleri benlik imgesi, gerçek yakınlık için bir engel teşkil eder ve onları sevgi ile anlamlı ilişkilerden uzaklaştırabilir. 

    Etkili bir psikoterapi süreci, danışanın hayatın sunduğu zevkleri nasıl değersizleştirdiğini, kendi meşru yeteneklerini nasıl küçümsediğini ve anlamlı bağlantılardan nasıl kendini mahrum bıraktığını fark etmesine yardımcı olabilir. Eğer terapi ilişkisine yeterince güven duyarlarsa, utanç verici ve yetersiz hissettikleri yönlerini açığa çıkarmaya başlayabilirler. Bu süreçte, terapistin daha kabul edici ve insancıl bakış açısını içselleştirebilirler. Nihayetinde, kusursuz insan ve kusursuz dünya fantezilerinin yasını tutmaları gerekir ki, oldukları kişi olarak, gerçek dünyada var olabilsinler.

    Paranoid Kişilik 

    Paranoid kişiliğe sahip bireyler, dünyayı soğuk, acımasız ve düşmanca bir yer olarak algıladıkları için depresyona yatkındırlar. Kendilerini sürekli bir savaşın içinde hissederler, her yönden düşmanlar ve tehlikelerle çevrili olduklarına inanırlar. Dünyayı düşmanca bir yer olarak algılamalarının temelinde, kendi öfkelerini ve saldırganlıklarını dışa yansıtmaları (projeksiyon) yatar; yani, her baktıkları yerde aslında kendi düşmanlıklarını görürler. Sürekli bir mücadele, zulüm ve dışlanmışlık hissi, depresif ruh hallerine yol açabilir. Buna ek olarak, başkalarıyla anlamlı bağlar kurmak ve duygusal destek almak konusunda yoksun kalırlar. Çünkü insanları kendilerinden uzak tutar, aynı zamanda şüpheci ve saldırgan tavırlarıyla çevrelerindekileri de kendilerinden uzaklaşmaya iterler. 

    Psikoterapi, kişinin dışsal olarak deneyimlediği saldırganlığın aslında içeriden kaynaklandığını fark etmesine, saldırganlığın kaynaklarını ve daha derin yaralara karşı koruma rolünü anlamasına, düşmanca ve çekişmeli etkileşimler yaratmada kendi rolünü anlamasına yardımcı olabilir.

    Borderline-Düzensiz Kişilik 

    Borderline-düzensiz kişiliğe sahip bireyler, derin ve karanlık depresyon nöbetleri yaşarlar. Bu ağır depresif durumlar, kişinin varlığının tamamını kapsıyor gibi görünebilir. Birey, kendisiyle ve dünyayla ilgili her şeyin karanlık, umutsuz olduğunu ve geçmişte de hep böyle olduğunu, gelecekte de böyle olacağını hissedebilir. Kendisini onarılamaz şekilde zarar görmüş, kötü ya da içten içe çürümüş olarak algılayabilir. Olumlu benlik temsilleri ve deneyimler ulaşılamaz hale gelir. 

    Bu şiddetli depresif durumlar, bölmenin (splitting) bir sonucudur. Daha sağlıklı kişilik organizasyonu seviyelerinde, olumlu ve olumsuz benlik temsilleri ve duygusal durumlar bütünleşmiş bir yapı oluşturur ve birbirlerini doğal olarak dengeler. Ancak, benlik temsilleri bölünmüş ve ayrıştırılmış olduğunda, o an deneyimlenen benlik temsili ve duygusal durum, kişinin varlığının tamamıymış gibi hissedilir. Acı verici duygusal durumlar, diğer deneyimlerle dengelenmediğinde, en ham ve yoğun halleriyle yaşanır. 

    Ağır depresif durumlara katkıda bulunan başka etkenler de vardır. Kimlik difüzyonu, yani tutarlı ve istikrarlı bir benlik duygusunu koruyamama, yoğun bir boşluk hissine yol açar. Bireyin çaresizlik ve mağduriyet yaşadığı ilişki kalıplarını tekrar tekrar deneyimlemesi depresyona neden olabilir. Dengesiz ilişkiler ve başkalarına yönelik öfkeli tepkiler, kişinin en çok ihtiyaç duyduğu anda duygusal destekten yoksun kalmasına sebep olabilir. Dürtüsel ve düşünmeden yapılan seçimler ve eylemler, acı verici sonuçlar doğurabilir. 

    Bazı terapi yaklaşımları, düzensiz duygusal durumların yönetimine (örneğin, öz-düzenleme becerilerinin öğrenilmesi ve uygulanması yoluyla) odaklanır. Diğer yaklaşımlar ise bu düzensiz durumlara neden olan temel psikolojik süreçleri ele alır ve değiştirmeyi hedefler. Bunun için, hastanın yoğun duygusal tepkilerinin tutulabileceği, incelenebileceği ve anlaşılabileceği sağlam bir yansıtıcı alan yaratılması gerekir.

    Sonuç 

    Tanı koymanın amacı, daha etkili bir tedavi sağlamaktır. Şikayetler ve tanılar sıklıkla kişilik dinamiklerine dayandığında, anlamlı bir değişim sağlamak için bu dinamiklerin ele alınması gerekir. Kişilik dinamikleri belirli kalıplar içinde şekillendiğinden, kişilik tanısı büyük ölçüde bir örüntü tanıma sürecidir. Bu örüntüleri tanıyabilen klinisyenler, klinik süreci yönetmede büyük bir avantaja sahip olurlar. Örneğin, bireyin acı çekmesine neden olan temel psikolojik süreçleri, karşılaşabilecekleri savunma mekanizmalarını ve tedavi ilerledikçe aktarım ve karşı-aktarım yoluyla kendilerine biçilecek rolleri önceden fark edebilirler. Kişilik sendromlarını anlamadan hasta tedavi etmek, haritasız bir yolculuğa çıkmak gibidir. 

    Bu bölümde ele alınan on bir kişilik sendromu, sadece nesiller boyu süregelen klinik deneyimlerden elde edilen bilgileri değil, aynı zamanda ampirik araştırmaların bulgularını da yansıtmaktadır. Kullanılan tipoloji -on bir tanı grubu veya sınıflandırma- geniş klinik örneklemler üzerinde uygulanan istatistiksel kümeleme yöntemleriyle belirlenmiştir. Sendromların temel tanısal özellikleri, tanısal prototiplerde özetlendiği gibi, yine bilimsel verilerle desteklenmektedir. Bu tanı sistemini kullanan klinisyenler, kanıta dayalı bir yaklaşımdan yararlandıklarından emin olabilirler. 

    Belki de en önemlisi, her kişilik sendromu, terapist ve danışanın birlikte ele alıp detaylandırabileceği ve yeni anlayışlar geliştikçe revize edebileceği bir klinik vaka formülasyonunun temel hatlarını sunar. Bu tür bir vaka formülasyonu, tedaviye yön ve odak kazandırarak, birçok danışan için anlamlı ve kalıcı değişimlere yol açabilir. 

    Klinisyenler ve araştırmacılar için ek kaynaklar için Kutu 1.11’e bakınız. 

    Çıkar Çatışması / Açıklama: Bu bölümün yazarlarının herhangi bir mali çatışması veya açıklanması gereken bir durum bulunmamaktadır.

    Kutu 1.11: Klinik Uygulayıcılar ve Araştırmacılar İçin Kaynaklar

    • swapassessment.org

    Bu site, SWAP değerlendirme aracına erişim sağlar. Klinik uygulayıcılar çevrimiçi bir değerlendirme tamamlayarak kişilik tanıları, klinik vaka formülasyonları ve tedavi önerilerini içeren kapsamlı bir değerlendirme raporu alabilirler. Ayrıca, indirilebilir makalelere bağlantılar içeren geniş bir bibliyografya mevcuttur. 

    • swapassessment.org/prototypes

    Bu bağlantı, tüm tanısal prototipleri içeren üç sayfalık bir hızlı başvuru kılavuzuna (PDF dosyası) erişim sağlar. Günlük klinik uygulamalarda kişilik tanılarını kolaylaştırmak için ücretsiz bir referans kaynağı olarak sunulmaktadır.

  • Mülteci Krizleri ve Politik Şiddet Bağlamında Travma için Psikodinamik Temelli Tedavi (22. Bölüm)

    Christiane Steinert, Johannes Kruse, Falk Leichsenring, Helga Mattheß ve Wolfgang Wöller

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 22. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Birleşmiş Milletler’e göre, silahlı çatışmalar ve zulüm nedeniyle dünya genelinde 65 milyondan fazla kişi yerinden edilmiş durumda (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2016). Bu mültecilerin çoğu ya kendi ülkeleri içinde yer değiştirmiş ya da sınırları aşarak komşu ülkelere sığınmıştır. Örneğin, 2015 yılından bu yana bir milyondan fazla mülteci Avrupa bölgesine girmiş ve bu durum, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük mülteci akınına yol açmıştır (Silove, Ventevogel ve Rees, 2017; Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2016). Bu durumun bir sonucu olarak, düşük gelirli ülkelerde, çatışma sonrası ortamlarda ve mülteci yoğunluğu yüksek bölgelerde ruh sağlığı hizmetlerine duyulan ihtiyaç ile bu hizmetlerin mevcut durumu arasında büyük bir açık bulunmaktadır. Sonuç olarak, birçok sağlık  sistemi, savaş, şiddet ve diğer travmatik olaylar yaşayan mültecilerin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için etkili, erişimi kolay ve kültürel olarak uyarlanabilir ruh sağlığı tedavilerine, özellikle kısa süreli travma terapisi yöntemlerine ihtiyaç duymaktadır.

    Mültecilerde ruh sağlığı sorunlarına ilişkin epidemiyolojik veriler, travma sonrası stres bozukluğunun (TSSB) DSM-III’e dahil edilmesinden bu yana birikmiştir (güncel bir genel bakış için bkz. Silove et al., 2017). Örneğin, şimdiye kadarki en büyük inceleme, 40 ülkeden 81.000’den fazla mülteci ve çatışma mağduru topluluklara ait verileri rapor etmiştir (Steel ve diğerleri, 2009). TSSB ve depresyon prevalans oranları yaklaşık %30 civarında olup, çalışmalar arasında büyük değişkenlikler göstermektedir (%0 ile %99 ve %3 ile %85,5 arasında). Silove ve arkadaşlarına (2017) göre, daha titiz bir şekilde tasarlanmış çalışmalar, TSSB için tahmini oranı %15’e düşürmüş olsa da, bu oran mülteci olmayan popülasyonlardaki TSSB oranlarını (örneğin, Kessler, Sonnega, Bromet, Hughes ve Nelson, 1995) hala büyük ölçüde aşmaktadır. Mültecilere yönelik uzun dönemli takip çalışmaları nadir olmakla birlikte, mevcut kanıtlar mültecilerin çoğunluğunun hafif ya da hiç semptom göstermediğini, önemli bir azınlığın zamanla iyileştiğini ve küçük bir grubun ise kronik semptomlar ve işlev kaybı yaşadığını göstermektedir (Silove et al., 2017).

    Çatışma sonrası durumlarda veya mülteci krizleri bağlamında sistematik olarak incelenen psikoterapötik tedaviler genellikle bilişsel-davranışçı tekniklere dayalı kısa müdahaleleri içermiştir (Nickerson, Bryant, Silove ve Steel, 2011). Bu tedavilere, anlatıma dayalı maruz bırakma terapisi (Ertl, Pfeiffer, Schauer, Elbert ve Neuner, 2011; Neuner ve diğerleri, 2008) gibi travma ile yüzleşme yöntemleri veya yakın zamanda yaşanan travmatik olaylara geniş zaman perspektifiyle odaklanan EMDR-R-TEP [göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işleme (EMDR)-son travmatik olay protokolü] gibi EMDR uygulamaları dahildir (Acarturk ve diğerleri, 2016).

    Travma ile yüzleşme içeren tedavilerin etkinliği genel olarak iyi bir şekilde belgelenmiş olsa da (Bisson ve Andrew, 2007), özellikle travmatik anılara odaklanmayan diğer psikolojik tedavilerin etkinliği konusundaki belirsizlikler uzun süre devam etmiştir. Bu durum, yalnızca ruh sağlığı sorunlarıyla değil, aynı zamanda güvencesiz oturma izni, hizmetlere sınırlı erişim ve çalışma veya eğitim fırsatlarının eksikliği gibi göç sonrası stresörlerle de mücadele eden mültecilerle çalışırken özellikle önemli olabilir. Bu gibi karmaşık koşullarla karşı karşıya olan danışanlar, “maruz bırakma terapilerine katılmak ya da bilişsel-davranışçı terapilerin etkin olması için aktif uygulama gerektiren tekniklerini uygulamak için motivasyon, direnç ya da bilişsel kapasiteye sahip olmayabilir” (Silove et al., 2017, s. 132).

    Son yıllarda, travma ile yüzleşme olmadan uygulanan psikoterapiye dair kanıtlar ortaya çıkmıştır. Bu tedavi yöntemleri öncelikle psikodinamik veya kişilerarası ilkelere dayanmaktadır. Örneğin, Markowitz ve arkadaşlarının (2015) yürüttüğü bir randomize kontrollü çalışma, travma tedavisinde bilişsel-davranışçı bir yöntem olan uzatılmış maruz bırakma (prolonged exposure) ile travmaya maruz bırakma içermeyen bir psikoterapi olan kişilerarası terapiyi (interpersonal therapy) karşılaştırmıştır. Çalışmada, kişilerarası terapinin,  uzatılmış maruz bırakma terapisi kadar etkili olduğu ortaya konulmuştur.

    Psikodinamik temelli, yüzleştirici olmayan ve kaynak odaklı yaklaşımların etkinliği, kompleks travma yaşayan hastalarla yapılan (randomize olmayan) kontrollü çalışmalarda belgelenmiştir (Lampe, Hofmann, Gast, Reddemann ve Schussler, 2014; Sachsse, Vogel ve Leichsenring, 2006) ve eski Yugoslavya’dan mülteciler üzerinde de incelenmiştir (Kruse, Joksimovic, Cavka, Wöller ve Schmitz, 2009). Bu tedavi yöntemi, Endonezya’nın Açe bölgesinde kompleks travma ve TSSB yaşayan büyük bir tsunami mağduru grubunu doğal bir ortamda tedavi etmek için de başarıyla uygulanmıştır (Bumke ve Sodemann, 2010).

    Bu tür terapiye ilişkin en son kanıtlar, Kamboçya’da gerçekleştirilen bir randomize kontrollü çalışmadan da gelmektedir. Bu çalışma, Kamboçya’da gerçekleştirilmiş olup, 5 seanslık kaynak odaklı psikodinamik travma terapisi ile EMDR kaynak yerleştirme uygulamasının birleşimi olan ROTATE adlı tedavi protokolünün (tedavi planı bu bölümde açıklanacak), bekleme listesi kontrol grubuna kıyasla daha etkili olup olmadığını araştırmıştır. ROTATE, bekleme listesi kontrol grubuna kıyasla TSSB semptomlarında (birincil sonuçlar) önemli azalmalar göstermiştir (gruplar arası etki büyüklüğü Cohen d = 2.59, büyük bir etki). Aynı sonuçlar, anksiyete, depresyon ve işlevsellik gibi tüm ikincil sonuçlar için de geçerli olmuştur. Bu bulgular, psikodinamik bir yaklaşımın travma ile ilişkili ve eşlik eden bozuklukların tedavisinde, hem mülteciler hem de çatışma sonrası topluluklardan gelen bireylerde umut verici etkiler gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bu bölümün amacı, bu yaklaşımın önemli yönlerini ve ana ilkelerini vurgulamaktır.

    ROTATE: Kaynak Odaklı Travma Terapisi ve EMDR Kaynak Kurulumu

    Gelişim ve Temel İlkeler

    ROTATE (Resource-Oriented Trauma Therapy with EMDR Resource Installation), psikodinamik bilgilere dayanan ve manuel rehberlikle yönlendirilen bir yaklaşımdır. TSSB ve eşlik eden diğer rahatsızlıkların tedavisi için Almanya’daki psikodinamik eğilimli klinisyenler ve araştırmacılar tarafından geliştirilmiştir. Bu yöntem, Çin, Haiti, Tayland ve Endonezya gibi ülkelerde düzenlenen eğitimlerle daha da geliştirilmiştir (Mattheß ve Sodemann, 2014; Reddemann, 2012; Wöller ve Mattheß, 2016).

    EMDR unsurlarını içermekle birlikte, ROTATE herhangi bir travma yüzleşmesini içermez. Bunun yerine, kaynak geliştirme ve kurulumu EMDR’nin bir teknik bileşeni olarak kullanılır (Korn ve Leeds, 2002). ROTATE özellikle kompleks travma durumları, TSSB, eşlik eden rahatsızlıklar ve bozulmuş psikososyal işlevler için uygundur. Ancak bu yöntemin kompleks travma vakaları için kapsamlı bir psikoterapi olmadığı ve daha uzun süreli tedaviler gerektiren durumlarda tek başına yeterli olmayabileceği belirtilmelidir. Travma Terapisinin Konsensüs Modeli (Horowitz, 1973; Reddemann, 2012), kompleks travma tedavisinde stabilizasyon, travma işleme ve yeniden entegrasyon aşamalarını tanımlar. ROTATE, bu modelin stabilizasyon aşamasını temsil eder ve ciddi travma sonrası semptomları azaltmak için önemli bir adımdır. Stabilizasyon özellikle düşük gelirli ülkelerde, çatışma sonrası bölgelerde yaşayan veya uzun süreli psikoterapiye erişimi olmayan mülteciler için hayati önem taşır. ROTATE bu nedenle kısa vadeli bir müdahale olarak tasarlanmıştır ve genellikle her biri 50 dakika süren 5-10 terapi seansı önerilir. Gerekirse daha fazla seans eklenebilir.

    Psikodinamik İlişki Oryantasyonu

    Psikodinamik teori, ilişki sorunlarını en derin şekilde anlamayı sağlar ve kişilerarası travma bağlamında güven ve ilişki temalarının önemini vurgular (Ferenczi, 1949; Reddemann, 2012). Psikodinamik ilişki yönelimi, danışanın semptomlarının mevcut ve önceki kişilerarası ilişkiler bağlamında anlaşılmasını ifade eder. Bu nedenle, psikodinamik çalışma genellikle yalnızca danışanın semptomlarını değiştirmeyi değil, aynı zamanda bu semptomların ortaya çıkmasına katkıda bulunan kişilerarası ilişkileri de dikkate almayı ve etkilemeyi amaçlar. Psikodinamik terapi, destekleyici-açıklayıcı bir müdahale sürekliliği üzerinde çalışır (Luborsky, 1984). Destekleyici müdahaleler, güvenli bir terapötik ittifak oluşturmayı amaçlar ve bu ittifak, örneğin travmatik olaylar nedeniyle geçici olarak danışanın erişemediği psikososyal becerilerin (ego işlevleri) güçlendirilmesi için bir ön koşul olarak kabul edilebilir. Daha destekleyici veya daha yorumlayıcı (içgörü artırıcı) müdahalelerin kullanımı, danışanın ihtiyaçlarına bağlıdır. Danışan ne kadar ciddi şekilde rahatsızsa veya sorunu ne kadar akutsa, o kadar destekleyici ve daha az yorumlayıcı müdahalelere ihtiyaç duyulur ve tersi de geçerlidir (Luborsky, 1984; Wallerstein, 1989). ROTATE yaklaşımıyla ilgili olarak, bu sürekliliğin destekleyici tarafına net bir odaklanma vardır ve amaç, ego işlevlerini (örneğin, duygu düzenleme) inşa etmek ve sürdürmektir. Danışanın ego işlevlerini güçlendirmek için kullanılan psikodinamik müdahale yelpazesi, yönlendirmeli imgeleme gibi diğer teknikler dahil edilerek genişletilmiştir (Reddemann, 2012). Örneğin, güvenli bir yer hayal etme tekniği, danışanların güvenlik duygularını artırmalarına yardımcı olabilirken, konteyner tekniği, TSSB’de yaşanan geri dönüşler için faydalı bir mesafe oluşturma tekniğidir.

    ROTATE’yi psikodinamik temelli bir müdahale olarak uygulamak, tarafsız veya çekimser bir terapötik stil kullanmayı gerektirmez. Bunun yerine, danışanın ihtiyaçlarını aktif bir şekilde ele alan, problem çözmeyi ve kaynakların harekete geçirilmesini teşvik eden bir terapötik stil önerilir. Ayrıca terapist, danışanlarını düzenli olarak kendi başlarına egzersiz yapmaya ve uygulamaya davet eder. Gerekirse, terapist sakinleştirici, rahatlatıcı ve diğer destekleyici müdahalelerde bulunur, uyumsuz ve kendine zarar verici davranış örüntülerini ele alır ve daha uyumlu davranışları teşvik eder. Bu tür bir terapötik stil, modern ilişkisel ve yapısal psikodinamik yaklaşımlarla uyumludur (örneğin, Rudolf, 2013).

    Kaynak Oryantasyonu ve Kurulumu

    Travmanın, danışanın olumlu duygulara ve başa çıkma becerilerine erişimini engellediği göz önüne alındığında kaynak aktivasyonu, ROTATE yaklaşımının temel bir unsuru olarak görülmektedir. Bu bağlamda, olumlu duyguların ve imgelerin harekete geçirilmesi, dayanıklılığın geliştirilmesi açısından kritik öneme sahiptir. Çok sayıda araştırma, olumlu duygular, uyumlu başa çıkma ve dayanıklılık arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermektedir (Folkman ve Moskowitz, 2000). Kaynaklar içsel ve dışsal olmak üzere ikiye ayrılabilir. İçsel kaynaklar, beceriler veya yeterlilikler, keyif veren aktiviteler, geçmişe dair olumlu anılar, geleceğe dair olumlu vizyonlar ve yönlendirmeli imgeleme ile oluşturulan olumlu içsel imgeler gibi unsurları içerir. Dışsal kaynaklar ise başkalarından alınan destek (aile üyeleri, arkadaşlar veya organizasyonlar), iş veya fiziksel egzersiz gibi unsurlardır. Kaynak aktivasyonunun amacı, danışanların içsel kaynaklarını (duygu düzenleme becerilerini geliştirmek için temel bir terapötik araç) ve dışsal kaynaklarını aktive ederek olumlu duygusal durumlar yaratmalarına yardımcı olmaktır (Örneğin, ROTATE terapisti danışanların ihtiyaç duydukları desteği sağlayabilecek kişi veya organizasyonlarla iletişim kurmalarına yardımcı olabilir). Bu, olumlu ilişki deneyimlerinin anılarını uyandırarak veya olumlu deneyimlere dair içsel farkındalığı teşvik ederek gerçekleştirilebilir. Psikodinamik ego psikolojisi bağlamında, içsel kaynakların aktivasyonu, danışanın baş etme ve uyum becerilerini artırmayı amaçlar (Bellak, Hurvich ve Gediman, 1973); ideal olarak bu süreç, egonun yeni bir güç ve kontrol hissi kazanmasını sağlar. Psikodinamik nesne ilişkileri teorisi bağlamında (Kernberg, 1976), bu durum olumlu içselleştirilmiş nesne ilişkilerini aktive etme becerisinin yeniden kazanılması süreci olarak anlaşılabilir. Daha önce de belirtildiği gibi, ROTATE, kaynak geliştirme ve kaynak aktivasyonunun bir modifikasyonunu içermektedir. Standart EMDR protokolünün (Shapiro, 2001) aksine, kaynak geliştirme ve kaynak aktivasyonu travmatik anılara odaklanmaz; çünkü travmatik anıları aktive etmek veya onlarla çalışmak hedef değildir. Bunun yerine, baş etme stratejileri, kaynaklar ve olumlu duygusal durumlar geliştirmek ve güçlendirmek için bir strateji olarak kullanılır (Korn ve Leeds, 2002). Gerekirse, ROTATE geleneksel travma yüzleşme teknikleriyle (Wöller ve diğerleri, 2012) birleştirilebilir. Bu bağlamda, yüzleşme tekniklerinin güvenli bir şekilde uygulanabilmesi için hazırlık ve stabilizasyon aşaması olarak hizmet eder. Ancak burada tarif edilen haliyle ROTATE, bu tür yüzleşme tekniklerini içermemektedir.

    Çatışma Sonrası Ortamlar ve Mülteci Krizleri Bağlamında ROTATE’nin Kültürel Adaptasyonu ve Avantajları

    Kaynak aktive edici müdahaleler, danışanın ve bağlamın özel ihtiyaçlarına göre uyarlanabilir; bu nedenle, ROTATE teknikleri kültürlerarası bir bağlamda uygulanabilir. ROTATE terapistleri, protokolleri danışanların kültürüne ve kişiliğine uygun olarak kullanmaya teşvik edilir. Eğer bir terapist, bir danışanın bir tedavi protokolünü tam anlamıyla takip etmesini zor bulursa, protokolü danışanın kolayca anlayabileceği ve etkili bir şekilde çalışabileceği şekilde açıklamak için yerel metaforlar ve egzersizler kullanmalıdır (aşağıdaki örneklere bakınız).

    ROTATE, örneğin insanların sebep olduğu felaketler ve soykırım mağdurlarındaki travmanın karmaşık doğasını göz önünde bulundurur. Bu nedenle, yalnızca TSSB semptomlarına odaklanmak yerine bu danışanlarda tipik olarak görülen depresyon ve anksiyete gibi zihinsel eş tanılara da odaklanır. Bu sebeple, ROTATE karmaşık travma durumlarında bile güvenle uygulanabilir; şimdiye kadar herhangi bir büyük yan etki gözlemlenmemiştir. Bu yaklaşım, geleneksel şifa kaynakları, bedensel tepkiler ve diğer somatik unsurların kaynak aktivasyonu çerçevesine entegre edilebilmesi sayesinde, özellikle Batı dışı ülkelerden gelen danışanlar için uygundur. Ayrıca, ROTATE tamamen dile dayalı bir yöntem olmadığından, diğer psikoterapi türlerine kıyasla kültürel olarak daha esnek olduğu düşünülebilir. Başka bir avantajı, temel unsurlarının, danışanların kültürel geçmişine benzer bir geçmişe sahip olan ve psikotravmatoloji ve travmaya bağlı bozukluklar konusunda temel bir eğitim alan yarı-profesyonellere (örneğin, gönüllü danışmanlar) veya akranlara öğretilmesidir. Bu kişiler, profesyonel gözetim altında stabilizasyon, psikoeğitim ve kaynak aktivasyonu gibi müdahaleler sağlayabilirler (Wöller, 2016). Bu son nokta, sadece bu yaklaşımın temel unsurlarını geniş bir travma mağduru danışan grubuna yaymak için değil, aynı zamanda dil engellerini aşmak için de önemlidir (Wöller, 2016).

    ROTATE’nin Klinik Uygulamada Kullanımı: Temel Teknikler

    Terapi İlişkisinde Güvenlik ve Kontrol Duygularının Oluşturulması

    Güvenlik duygusunun sağlanmasının zor olabileceği çeşitli dışsal ve içsel sebepler vardır. Bunlara örnek olarak devam eden şiddet, somatik hastalıklar, intihar dürtüleri, barınma eksiklikleri veya diğer olumsuz ekonomik koşullar ve terapiste karşı küçültülme ya da reddedilme korkusu şeklinde bilinçdışı negatif aktarım sayılabilir. Bir danışanın güvenlik duygusunu iyileştirmek için ROTATE terapisti, danışana terapi sürecinde daha rahat hissetmesi için neye ihtiyacı olduğunu sorabilir. Örneğin, bir hasta odada kendisini rahatsız ya da kapalı hissediyorsa terapi odası dışında konuşmayı tercih edebilir. Bir danışanın güvenlik duygusunu aktif olarak sorgulamak gereklidir çünkü genellikle danışanlar terapötik bir ortamda kendilerini rahatsız ya da güvensiz hissettiklerini spontan olarak açıklamazlar. Terapist şu şekilde bir şey söyleyebilir:

    Lütfen bu odada daha güvende ve rahat hissetmek için neye ihtiyacınız olduğunu bana söyleyin. Her ikimizin de oturma pozisyonunun uygun olduğundan emin olun lütfen. Belki de daha yakın ya da daha uzak oturmamı istersiniz? Belki de sandalyenizi yer değiştirmek istersiniz?

    Travma yaşamış danışanların sıkça kontrol kaybı korkuları göz önüne alındığında, onların kontrol duygularının son derece önemli olduğu ve mümkün olduğunca güçlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Bu nedenle terapist, danışana tedavi sırasında ne olursa olsun tam kontrolü elinde tutacağını açıklamalıdır. Böylece, danışanın terapisti  baskın hissedeceği bir durumdan kaçınılmış olunur; terapist, terapinin her aşamasında danışanı tüm kararlar için dahil etmeye çalışır ve danışana terapistin önerilerinin yardımcı olup olmadığını sormak yaygın bir uygulamadır.

    Güvenlik ve kontrol duygusunun oluşturulmasına dair bir diğer önemli konu ise, kendine zarar verme davranışları ve intihar dürtüleriyle başa çıkmaktır; bu konular terapi süresince öncelikli olarak ele alınmalıdır. Acil durumlar için terapist ve danışan, ayrıntılı bir acil durum planı geliştirir. Danışanın, intihar düşünceleri yönetilemez hale geldiğinde ne yapması gerektiğini ve kiminle iletişim kurması gerektiğini bilmesi gerekir.

    Terapi Hedefleri

    Güvende ve rahat hissetmenin yanı sıra, iyi bir terapötik ilişki, aynı zamanda hedefler ve görevler konusunda bir terapötik anlaşmanın yapılmış olmasını gerektirir. Terapiye başlarken, terapist, danışanın ne yapması gerektiği konusunda aceleci bir tavsiye vermek yerine, danışanın tedaviye yönelik hedeflerini öğrenmek için zaman ayırmalıdır. Terapist, danışanın hedeflerini net bir şekilde anlamak için detaylı sorular sormalı ve hâlâ “aynı gemide olup olmadığını” düzenli olarak kontrol etmelidir. Bu bağlamda terapist, danışana gerçekçi hedefler kurma ve bu yaklaşımın neler başarabileceği konusundaki sınırlar hakkında da psikoeğitim verebilir. Soyut terapi hedefleri tanımlamak yerine, ROTATE terapisti, danışanlardan tedavi başarılı olursa ne gibi olumlu etkiler oluşacağını ayrıntılı bir şekilde anlatmalarını ister. Böylece, danışanlar terapi iyi gittiğinde bekledikleri değişimlerin olumlu ve gerçekçi bir vizyonunu geliştirir. Genel olarak, terapist problemin nasıl geliştiğine değil, çözüme odaklıdır. Mevcut seans sayısının sınırlı olması nedeniyle terapist, bir tedavi planı tasarlayacak ve en uygun terapötik prosedürü/prosedürleri dikkatlice seçecektir. Örneğin, eğer başlıca sorun, istenmeyen düşünceler (intrüzyonlar) ise, terapist, danışana “kapsayıcı teknik” (container technique) öğretebilir (aşağıya bakınız). Eğer düşük kendilik saygısı başlıca sorun alanıysa, terapist, problemin ortaya çıktığı durumları ve ilişkileri anlamaya çalışacaktır. Sonrasında terapist, kendilik saygısını artırmak için kaynakları aktive edici teknikler seçer. Örneğin, terapist, bir (küçük) başarının olumlu bir hatırasını aktive edebilir veya danışanın güç noktasını pratiğe dökmesini sağlayabilir (Wöller ve Mattheß, 2016). Eğer danışan yakın gelecekteki bir stresli durumdan korkuyorsa, terapist, daha önceki durumlarda başarıyla kullanılan beceri ve yeteneklerin anılarını aktive edebilir (bkz. “Absorpsiyon tekniği”bölümü).

    Travmatik Deneyimler Hakkında Konuşmak: Evet mi, Hayır mı?

    ROTATE terapisti, travma yaşayan danışanları travmatik deneyimleri hakkında ayrıntılı konuşmaya teşvik etmez. ROTATE’nin felsefesi, travmatik deneyimlerin detayları hakkında konuşmanın başlı başına terapötik olmadığıdır. Aksine, bu tür bir konuşma, danışanın durumunu kötüleştirebilir; önceden stabilizasyon ve kaynak aktivasyonu yapılmadan, travmatik anıların danışanı bunaltma riski vardır. Ancak bazen, travma yaşayan danışanlar, travmatik deneyimlerini konuşma arzusunu derin bir şekilde ifade ederler. Kendilerine ne olduğunu birinin dinlemesini ve tanıklık etmesini acilen isterler. Travmatik deneyimlere dair konuşma olanağı, iyi ve güvenli bir ilişki içinde onlara büyük bir rahatlama ve anlaşılma hissi verebilir. Eğer bu danışanlar, travmatik anıların yeniden yaşanması (flashback) gibi müdahaleci semptomlardan (intrüzyonlar) muzdarip değilse, terapist, travmatik deneyimler hakkında güvenli bir çerçeve içinde konuşmayı kolaylaştırmayı düşünebilir. Yani, önceden kaynak aktivasyonu yapılmış ve seans içinde sınırlı bir süre boyunca yapılacak bir konuşma olabilir. Örneğin, danışan önce bir kaynak aktivasyon egzersizi yaparak başlayabilir, sonra 10 veya 20 dakika boyunca travmasını konuşabilir ve seansı tekrar bir kaynak aktivasyon egzersiziyle kapatabilir. Danışanın seansı duygusal olarak stabil ve kaynaklarla dolu bir durumda terk etmesi son derece önemlidir.

    Psikoeğitim

    Sunulan problem hakkında bilgi, onun kökeni ve tedavi seçenekleri ROTATE’nin önemli bir unsurudur. Danışanların, semptomlarının ait olduğu bozukluk hakkında temel bir anlayış geliştirebilmeleri gerekir; bu TSSB, depresyon, dissosiyatif bozukluk, somatoform bozukluk veya başka bir travma ile ilişkili bozukluk olabilir. Ancak, verilen açıklamaların miktarı, danışanın kültürel ve eğitimsel geçmişine uyumlu olmalıdır. Müşterinin sindirebileceği küçük ve basit bilgi parçaları vermek, onu entegre edemeyeceği büyük miktarda bilgiyle bunaltmaktan daha iyidir.

    Flashback Yönetimi: Konteyner Tekniği

    Konteyner tekniği, flashbackleri (yani, müdahaleci veya rahatsız edici anıları) yönetmek için değerli bir araçtır. Bu yönlendirmeli imgeleme egzersizi, olumsuz duygusal durumlardan ve yoğun travmatik anılardan uzaklaşmak için uygundur. Danışana, travmatik materyal üzerinde kontrol sağlar ve danışanın, en azından bir süreliğine, bilinçli olarak dissosiyasyon yaşamasına yardımcı olur (bu teknikle ilgili ayrıntılı bir örnek için Kutu 22.1’e bakınız).

    Konteyner tekniği, travmatize olmuş bir danışan, ayrıştırılmamış olumsuz travma ile ilgili duygusal durumlarla boğuşuyorsa da kullanılabilir. Genellikle, bu duygusal durumlar, travmatik geçmişten ve mevcut durumdan gelen öğeleri içerir. Güçsüzlük, terk edilme ve diğer güçlü olumsuz duygularla karakterizedir. Terapist, danışanın bu duygusal durumları, geçmişe veya mevcut duruma dayanan bileşenler olarak ayırt etmesine yardımcı olur ve travmatik bileşenden kaynaklanan olumsuz duyguyu düzenler. Bu amaçla, danışanlara, duyguların geçmişe ait olan kısımlarını, mevcut duruma ait olanlardan ayırmak için hayal gücü tekniklerini kullanmaları öğretilir.

    Kutu 22.1 Konteyner Tekniği Lütfen kilitlenebilen bir konteyner hayal edin.Ona yakından bakın: Hangi boyutta?, … Hangi malzemeden?, … Hangi renkte?, … Kapıyı nasıl kapatacaksınız?, … Sesler?, … Nasıl kilitlersiniz?, … Hangi tür kilit(ler)?Konteynerinize bakın: Kesinlikle güvenli mi? Değilse, güvenli olana kadar değiştirin (malzeme, sağlam duvarlar, güçlü kilitler vb. kontrol edin).Kilitlemek istediğiniz her şeyi bir kutuya koyun, konteynerinize götürün, kapıyı açın ve içine koyun.Ardından kapıyı kapatın ve anahtarı nereye bırakacağınızı karar verin.Sonra, konteynerinizi istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz bir yere getirin, ancak çok yakın olmasın.   Eğer deneyimleri konteynere koymak zor geliyorsa, onları somutlaştırmak yardımcı olabilir. Örneğin:   Duygular (örneğin, aşırı korku veya ağrı gibi bedensel hisler): Ona bir şekil veya form verin ve onu çok küçük bir boyuta küçültün, ta ki kutuya sığana kadar.Düşünceler: Onları okunamaz özel bir mürekkeple bir kağıda yazın, zarfın içine koyun ve zarfı konteynerin içine yerleştirin.Resimler: Onları bir fotoğraf gibi ele alın, belki küçültün, rengin solmasına izin verin, önüne başka bir kağıt koyun ve sonra zarfın içine koyun.İçsel filmler: Onları bir video gibi ele alın, gerekirse renk, ses vb. üzerinde kontrol sağlamak için uzaktan kumanda kullanın. Televizyonu kapatın ve video kasetini konteynere götürün.Sesler: Onları bir CD veya kaset gibi ele alın, sesi kapatın, hızlıca geri sarın ve konteynere götürün.Kokular: Onları bir şişeye dökün ve kapatın.Tat: Ona bir form ve renk verin, küçültün ve bir bardağa koyun. Her şeyin gidip gitmediğini kontrol edin. Eğer bir şey kaldıysa, öncekiler gibi onu konteynere koyun. Danışan, travmatik materyali kilitler ve hangi “parçaları” dışarı almak istediğine ve ne zaman bakmak istediğine karar verir.

    Konteyner tekniği kullanılarak (Box 22.1’e bakınız), danışanlar, geçmişe ait olan parçaları “paketlemeye” davet edilir (Wöller et al.,2012).

    Terapist: Bu öfke duygusunu, görebileceğiniz ve tutabileceğiniz bir nesne olarak hayal etmeye çalışın.

    Danışan: Deneyeceğim… Tamam, buldum.

    Terapist: Şimdi, duygunun hangi kısmının gerçek duruma, hangi kısmının geçmişe ait olduğunu belirleyin. Duygunun ne kadarı gerçek duruma uyuyor?

    Danışan: Yaklaşık %20.

    Terapist: O %20’yi tutun ve geri kalan %80’ini “konteynere” koyun.

    Duygu Düzenleme Becerisini Geliştirme

    Travma yaşamış danışanlar genellikle yoğun olumsuz duygularla boğulurlar. Çoğunlukla korku, öfke, umutsuzluk, utanç, terk edilme ve suçluluk duyguları gibi ayrıştırılmamış duygusal durumlardan muzdariptirler. Normalde bu duygular, günlük yaşam uyaranlarıyla tetiklenir ve bunlar daha önceki bir travmatik deneyimle ilişkilidir. Bu nedenle ROTATE’nin temel amacı, danışanın olumsuz duygusal durumları ve aşırı uyarılmayı yönetme ve düzenleme becerisini artırmaktır. Duygu düzenlemesini iyileştirmek için terapist birkaç teknik seçebilir:

    • Danışanın, olumsuz duygusal durumlardan çıkmasına veya onları dönüştürmesine yardımcı olan etkinlikler bulmak (örneğin, müzik dinlemek, koşuya çıkmak ya da yürüyüşe çıkmak, yüzmek, dua etmek, şarkı söylemek, arkadaşlarla buluşmak). Her etkinlik tüm danışanlar için işe yaramayabilir; her danışan, kendi favori etkinliklerini bulmalıdır.
    • Danışanın küçük başarılar ya da olumlu deneyimler ya da karşılaşmalarla ilgili anıları tanımlamasını, hatırlamasını ve canlı bir şekilde hayal etmesini teşvik etmek. Terapist, aşağıdaki adımları takip edebilir ve gerektiğinde bunları tekrar edebilir:
      • Danışanı, son birkaç ay veya yıl içinde olumlu bir anı tanımlamaya çağırın.
      • Danışanı, bu olumlu deneyimi temsil eden bir sahneyi hayal etmeye davet edin. Danışan, olumlu anıyla bağlantılı olarak hem hoş duyguyu hem de hoş bedensel duyumları hissetmelidir.
    • Hayal gücü egzersizlerini kullanmak. Hayal gücü çalışmaları yaparken dikkat edilmesi gereken birkaç önemli nokta vardır:
      • Tüm hayal gücü tekniklerinin pratiğe ihtiyacı vardır. İlk başta, ROTATE terapisti teknikleri danışana açıklayacaktır. Ardından terapist ve danışan birlikte bu teknikleri uygulayacaktır. Son olarak, danışan bu egzersizi yalnız başına uygulayacaktır.
      • Danışanlar, hayal gücü egzersizlerini ilk kez uygularken zorluklarla karşılaşmanın normal olduğunu anlamalıdır. Bu nedenle terapist, danışanları ortaya çıkan tüm zorlukları rapor etmeye teşvik edecek ve danışanın, rahat hissetmesi için hayal gücü egzersizlerini değiştirmelerine yardımcı olacaktır.
      • Terapist, bir danışanın belirli hayal gücü egzersizlerini tercih etmesini göz önünde bulundurabilir. Her danışanın terapistin tanıttığı tüm egzersizleri uygulaması gerekmez. Aksine, danışan bir veya iki hayal gücü egzersizini sevdiğini belirlemelidir.
      • Bazen, danışanların kültürel geçmişleri, hayal gücü egzersizlerine modifikasyonlar yapmayı gerektirir. Örneğin, Kamboçya’da bazı danışanlar, tamamen güvende hissetmeleri için kendi güvenli yerlerini veya iç bahçelerini çizmeleri gerektiğini belirttiler. Bu çizimleri yanlarında tutarlar ve rahatsız olduklarında ya da stresli hissettiklerinde onlara bakarlardı. Konteyner tekniği için terapistler bazen, danışanlarına egzersize başlamadan önce gerçek bir konteyner (küçük kutu) getirmeleri gerekti. Ya da bazı danışanlar büyük bir ahşap kutu gibi başka nesneler seçtiler. Ağaç egzersizi (Box 22.2’ye bakınız) için bazı terapi seansları gerçek bir ağacın altında veya yakınında yapıldı. Ruanda’da terapistler, kırsal bölgelerde yaşayan danışanların, olumsuz materyali bir konteynere koymak yerine nehre koymayı tercih ettiklerini bildirdiler; onlar için materyalin sürüklendiğini görmek daha güvenliydi.
      • Son olarak, kaynakları harekete geçiren teknikler faydalı olabilirken, ROTATE terapisti her zaman, olumlu duyguları uyandırmayı amaçlayan tekniklerin, danışanın acısını küçümsememesi veya değersizleştirmemesi gerektiğini unutmamalıdır.

    Çoklu travma geçmişine sahip çoğu danışan, öz bakım ve öz koruma konusunda zorluklar yaşar. Psikodinamik temelli bir araştırma, genellikle bu tür sorunların, çocukluk dönemindeki travmatik ilişkilerden kaynaklanan öz bakım ve öz koruma için içselleştirilmiş bir yasaklamayı ortaya koyduğunu gösterir. ROTATE terapisti, danışana öz bakım ve öz korumanın önemini, bunların öz düzenlemeyi iyileştirmek için gerekli olduğunu belirterek açıklar. Terapist bunu basit bir şekilde açıklayabilir, örneğin, travmatize edici bir önemli figürün içsel sesinin, danışanın kendisine bakım yapmasına engel olduğunu söyleyerek. Aynı zamanda, terapötik ilişki, danışana bu içselleştirilmiş yasaklamalara karşı bir model sunabilir.

    Box 22.2 Ağaç Egzersizi
    Bu, kaynaklı bir durum yaratmak için yapılan bir egzersizdir. İlk olarak, kendinizi rahat hissettiğiniz ve bulunmaktan hoşlandığınız bir manzarayı hayal edin. Bu, bildiğiniz ve var olan bir manzara olabilir, ancak aynı zamanda sadece zihninizde var olan bir hayal de olabilir.Bu manzarada sizi çeken bir ağaç var ve ona yaklaşır, onunla temas kurarsınız. Onu sadece gözlerinizle inceleyebilirsiniz, aynı zamanda fiziksel olarak da dokunabilirsiniz. Belki ona yaslandığınızı ya da kucakladığınızı hayal etmeyi seversiniz. Sonra ağacı, gövdesini, kabuğunun yapısını ve doğasını, kokusunu, gövdenin nasıl dallandığını, yaprakları vb. algılayın. Bu ağacı tam olarak algılamak için zaman ayırın.Şimdi, ağacın yerin içinde dallanan kökleri olması ve bu şekilde beslenmesi ne anlama geliyor, bunu anlamaya çalışın. Ve ağacın, güneş ışığını alabilen yaprakları olması ve bunu dönüştürebilmesi ne anlama geliyor, bunu da anlamaya çalışın.Sonra, şu soruyu düşünün: Şu anda kendiniz nasıl beslenmek istiyorsunuz? Bedensel olarak, duygusal olarak, zihinsel olarak ya da ruhsal varlığınız için ne tür bir beslenme istersiniz? Bunu mümkün olduğunca tam olarak belirleyin.Şimdi, bu beslenmeyi topraktan ve güneşten aldığınızı hayal edebilirsiniz. Ve güneşten ve topraktan aldığınız şeyin birbirleriyle birleştiğini hayal edin. Ve bununla birlikte, fiziksel, duygusal, zihinsel ya da ruhsal olarak büyüdüğünüzü hayal edin.Şimdi, ağaçtan geri adım atın ve ona veda edin. İsterseniz, ağacınıza sık sık geri gelmek için plan yapabilirsiniz. Belki geri geleceğinize dair bir söz verebilirsiniz. Ayrıca, isterseniz, ağacınıza sizi desteklediği ve yardım ettiği için teşekkür edebilirsiniz.Şimdi, lütfen bu odaya tam farkındalıkla geri dönmek için ihtiyacınız olan zamanı ayırın ve bedeninizin yere temasını fark edin.

    Dissosiyatif durumlardan çıkmak için yönlendirme teknikleri

    Bir danışan dissosiyatif bir durumda sıkışıp kaldığında, terapist, danışanı bu durumdan çıkarmak için yönlendirme teknikleri kullanır. Yönlendirme teknikleri, danışanın terapi odasının şimdiki zamanına geri dönmesine yardımcı olan basit stratejilerdir. Bu amaçla, terapist danışandan içsel dünyaya, yani travmatik duygularla dolu olan iç dünyasına odaklanmak yerine dış dünyaya odaklanmasını ister. Bir danışan, akut bir dissosiyatif durum nedeniyle dış gerçeklikle temasını kaybettiğinde, terapist, danışanın dikkatini dışsal görsel, akustik veya bedensel uyaranlara ya da mantıklı düşünmeye yönlendirerek aktif bir şekilde danışanın bu durumdan çıkmasına yardımcı olur. Bir danışan dissosiyatif bir durumda (yani, danışan geçmişteki travmatik bir durumdaymış gibi hissediyor veya davranıyorsa) terapist şu adımları izleyebilir:

    1. Sakin kalın, yavaş konuşun ve basit ve çok net bir dil kullanın.
    2. Kişiye hitap edin ve kendinizi tanıtın: “Ben Bay/Bayan… Size yardımcı olmak için buradayım.”
    3. Çok net bir şekilde söyleyin: “Burada güvendesiniz. Buradaki konum… Yıl…. Şu anda tehlike yok.”
    4. Danışanın dikkatini içsel deneyimlerden dış gerçekliğe yönlendirmesini isteyin. Çok net bir şekilde söyleyin: “Gözlerini aç. Bana bak. Ben…. Şuna bak… (örneğin, o bina). Bunu biliyor musun? Şu ağaca bak. Bunu biliyor musun? Şu kişiye bak. Bunu tanıyor musun?”
    5. Kişiye nazikçe dokunmaya çalışın (ve bunun yardımcı olup olmadığını gözlemleyin, çünkü bazen dokunmak korkuya yol açabilir). Danışana dokunmadan önce her zaman izin isteyin. Terapiye başlarken bunu kısaca konuşmak en iyisidir.
    6. Danışana bir nesne verin, örneğin bir kurşun kalem, ve onun bu nesneye dokunmasını ve kavramasını sağlayın.
    7. Danışandan bir şey koklamasını, odada yürüyüş yapmasını, bir şeyi gözlemlemesini, kendi bedenini hissetmesini, zihinsel bir matematiksel işlem yapmasını vb. istemek (örneğin, “Ayaklarının altındaki zemini hissederken, odada etrafa bakabilirsin. Bu odada kaç tane kırmızı nesne var?”).

    Absorpsiyon Tekniği

    Absorpsiyon tekniği, belirli başa çıkma becerilerini güçlendirmeyi amaçlayan, EMDR tabanlı bir kaynak aktive etme tekniğidir (Hofmann, 2009). Bu, Korn ve Leeds (2002) tarafından geliştirilen kaynak geliştirme ve kaynak aktivasyonu için EMDR protokolünün bir modifikasyonudur. Zorlayıcı ve stresli durumlarla başa çıkma becerilerini güçlendirmek ve genelleştirmek için terapist, danışana bu durumla başa çıkmasına en çok yardımcı olacak anı veya beceriyi sorar. Ardından terapist, danışanın içsel farkındalığını ve etkinleştirilen olumlu duyguların ve başa çıkma kaynaklarının yoğunluğunu artırmak için dört ila sekiz kısa çift yönlü göz hareketi (dokunuşlar veya tonlar) kullanır. Terapist şu adımları izler:

    1. Terapist, danışandan mevcut veya yakın gelecekteki bir stresörünü (örneğin, bir sınav veya iş görüşmesi) tanımlamasını ister. Bu teknik, danışanın zorlayıcı anılarla yüzleşmesine ve sonrasında bu anıları konuşabilmesine yardımcı olmak için de kullanılabilir.
    2. Terapist, danışandan bu stresörün stres seviyesini, 0 (hiçbir stres yok) ile 10 (maksimum stres) arasında bir ölçekle değerlendirmesini ister.
    3. Terapist, danışandan bu stresörle başa çıkmak için hangi kaynakların (kapasiteler, yetkinlikler) gerektiğini tanımlamasını ister. Danışanın, çok benzer olmayan üç kaynak belirlemesi beklenir (örneğin, cesaret, sakinlik, enerji, özsaygı).
    4. Bunun için terapist, danışanı, danışanın yaşam geçmişindeki bu kaynaklara sahip olduğu durumları aramaya teşvik eder. Danışana, üç kaynaklı sahneyi hatırlaması istenir.
    5. Terapist, danışandan, üç kaynaklı sahneden birini canlı bir şekilde hayal etmesini ister. Danışanın, sahnelerle bağlantılı olumlu duygusal durumu ve olumlu beden hissini hissetmesi beklenir.
    6. Kaynağı yerleştirmek için terapist, dört ila sekiz set yavaş çift yönlü uyarım ile bunu pekiştirir. Terapist, olumlu duygu artmaya devam ettikçe çift yönlü uyarımları sürdürür. Sonunda, üç kaynak aynı anda hayal edilir ve yeniden çift yönlü uyarımla pekiştirilir.
    7. Son olarak, terapist, danışandan, orijinal stresörle tekrar yüzleşmenin stres seviyesini değerlendirmesini ister (0 hiç stres yok, 10 maksimum stres).

    Bu prosedür, genellikle zorlayıcı yaşam durumlarıyla bağlantılı stresi azaltır.

    Terapide Potansiyel Zorluklar

    Psikodinamik teknikler, zorlayıcı aktarım ve karşı-aktarım fenomenlerini ele almak için iyi bir şekilde geliştirilmiştir (Dalenberg, 2000; Gabbard, 1995). Aktarım ve karşı-aktarım incelenmesi, özellikle ROTATE gibi kısa süreli yaklaşımlar bile olsa, kompleks travma yaşayan danışanlarla etkili bir çalışma ittifakı kurmak için gereklidir.

    Aktarım Tepkileri

    Bazı zorluklar, danışanın terapiste yönelik aktarımlarından kaynaklanabilir. Aktarım, bir kişinin tedavi sürecinde, geçmişteki önemli figürlere yönelik hislerini terapiste yönlendirmesiyle ortaya çıkan yaygın bir fenomendir (Freud, 1917). Aktarımlar, travmatik danışanların tedavisinde bir sorun haline gelebilir. En kötü durumda, terapötik ilişkiyi kesintiye uğratabilir ve terapötik ilerlemeyi engelleyebilir. Psikodinamik teori, birkaç tür aktarımı ayırt eder. Travmatik danışanların tedavisinde, bunlardan ikisi özel dikkat gerektirir: olumsuz (faili/suçlu) aktarımlar ve aşırı olumlu veya idealize edilmiş (kurtarıcı) aktarımlar.

    Olumsuz (suçlu) aktarım, danışanın terapiste karşı bilinçli veya bilinçsiz olarak, daha önceki travmatik önemli figürlerden olumsuz duygularını projekte etmesidir. Örneğin, danışan terapistinden incinme, küçümsenme veya reddedilme korkusu taşıyabilir. Bu tür olumsuz transferanslar, genellikle danışanın terapiste karşı belli bir davranış veya terapi sürecindeki belirli koşullar tarafından tetiklendiğinde ortaya çıkar. Bu tür bir olumsuz aktarım, terapinin olumsuz algılanmasına ve işbirliğinin imkansız hale gelmesine yol açabilir. Olumsuz aktarımın bir sonucu olarak, danışan utanç verici meseleleri veya başarısızlıkları konuşmaz çünkü bilinçli veya bilinçsiz olarak terapistinden eleştiri veya küçük düşürülme bekler.

    Aşırı olumlu (idealize edilmiş, kurtarıcı) aktarım, danışanın terapiste idealize edilmiş bir bakış açısı benimsemesi ve onu, terapistin kendisini iyileştirmesi ve kurtarması için bir araç olarak görmesidir. Danışan, terapisti her şeyi çözebilecek bir kurtarıcı olarak algılar ve terapistten tamamen iyileştirilme veya kurtarılma beklentisi taşır. Bu pasif tutum, yalnızca işbirliğini engellemekle kalmaz, aynı zamanda terapistin beklentileri karşılayamamasına yönelik büyük bir hayal kırıklığına yol açar.

    Bu tür sorunlarla başa çıkmak için terapist aktarım tepkilerini dikkatlice ve nazikçe kontrol etmelidir. Bu tepkiler, danışanın güven duygusunu ve terapide işbirliğini engelliyorsa terapist bu durumları ele almalıdır. Aynı şekilde, terapist aktarım fenomenlerinden kaynaklanan terapötik ittifakın küçük aksaklıklarını dikkatle izlemelidir. İttifak eksikliklerinin onarılması, ittifakı güçlendirme fırsatları sunabilir (Muran ve ark., 2009). Aktarım tepkilerini açıklığa kavuşturmak danışanı terapötik durumun gerçekliği hakkında bilgilendirmeyi içerir.

    Karşı-Aktarım ve Terapistin Öz Bakımı

    Karşı-aktarım, terapistin danışana yönelik tüm tepkilerini ifade eder (Heimann, 1950). Bu, terapistin danışanın aktarımına karşı gösterdiği tepkileri de içerir, ancak karşı-aktarımın başka birçok kaynağı vardır. Karşı-aktarım tepkilerinin önemli bir kaynağı terapistin kendi travma geçmişidir. Danışanın travmatik deneyimlerini açıklaması, terapiste empati ve üzüntü gibi duygular uyandırabilir. Terapist, danışanın travma hikayesinde kendi deneyimiyle ilişkili olabilecek tanıdık unsurlar fark ettiğinde danışanla aşırı özdeşim kurulması bir sorun olabilir. En kötü durumda bu, mesleki tükenmişlik veya terapistin ikincil travmatizasyonuna yol açabilir. Bir başka zorlayıcı karşı-aktarım tepkisi danışanın failine karşı duyulan öfke olabilir. Yoğun öfke, terapistin tedavi sürecinden dikkatini dağıtabilir ve danışanla aşırı özdeşim kurmasına yol açabilir. Terapist, profesyonel duruşunu korumakta zorlanabilir ve bu da mantıklı düşünme kapasitesini engelleyebilir.

    Bazı karşı-aktarım tepkileri, terapistin danışanın travma hikayelerini dinlerken negatif duyguları dengelemek için kullandığı savunma mekanizmaları olarak anlaşılabilir. Bazı terapistler, danışanın travmatik olay anlatımının duygusal yönlerinden kaçınarak mesafelenme stratejileri kullanır. Diğer terapistler, danışanın travmatik deneyiminin boyutunu küçümseyerek, danışanın söylediklerinin abartıldığını kendilerine inandırabilirler. Bu savunma mekanizmaları anlaşılabilir olsa da terapötik ilişkiyi bozabilir veya zarar verebilir. ROTATE terapisti, danışana güvenli bir duygusal varlık sağlamak ve güvenilir terapötik sınırlar sunabilmek için kendi karşı-aktarım tepkilerinin farkında olmalıdır.

    Sonuç

    Bu bölüm, psikodinamik ilkelere dayanan kaynak odaklı bir psikoterapi formuna pratik bir giriş sağlamıştır. Yaklaşık beş seans süren ROTATE, travma ile ilişkili bozukluklardan muzdarip çok çeşitli danışanlar için uygun olan kısa bir terapi formudur. Önemli bir şekilde, ROTATE travmayı doğrudan ele almaktan ziyade, güvenli bir terapötik ilişki kurmayı ve kişisel kaynakları aktive ederek direnç ve başa çıkma kapasitesini güçlendirmeyi hedefler.

  • Eski Çocuk Askerlerle Psikodinamik Psikoterapi: Katil Benlikle Tanışma (21. Bölüm)

    Nel Draijer ve Pauline Van Zon, Bağımsız araştırmacı (Private practice)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 21. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    UNICEF (2007) çocuk askeri, silahlı bir güç ya da silahlı bir grup tarafından herhangi bir sıfatla silah altına alınan ya da kullanılan, 18 yaşın altından küçük sadece çocuklar değil, asker, aşçı, hamal, haberci, ajan ya da cinsel amaçlarla kullanılan oğlanlar, kızlar olarak tanımlamıştır (p.7). Çocuk askerler hem isyancı ordular hem de hükümet birlikleri tarafından kullanılmaktadır. Afrika en fazla çocuk askerin bulunduğu bölgedir. Bu çocukların çoğu silahlı gruplar tarafından zorla silah altına alınmakta ve kaçırılmaktadır. Diğerleri ise hayatta kalmak ya da öldürülen aile üyelerinin intikamını almak için gruplara katılmaktadır (Betancourt vd., 2010; Schauer & Elbert, 2009).

    Çocuk asker olmanın sonuçları oldukça büyüktür. Bu gençler, sadece en güçlülerin hayatta kalabildiği aşırı ve vahşi koşullarda büyümektedir. En alt tabakayı oluştururlar ve bu nedenle sürekli istismar, sarkıntılık ve tacizin hedefi olurlar. Bu çocuklar aile ve toplum tarafından gerekli bakım ve korumadan mahrum bırakılmakta ve sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerden yoksun kalmaktadır.

    Çocuk askerlerin büyük çoğunluğu çatışma durumları, bombalamalar, idam ve uzuv kesme, insanları diri diri yakma ve tecavüz gibi ağır şiddet ve zulümlerin mağduru, tanığı ve/veya faili olmuştur (Betancourt vd., 2010). Savaştan sonra, sadece travmatik olaylara maruz kaldıkları için değil, aynı zamanda çatışmayla olan bağları nedeniyle suçlandıkları ve damgalandıkları için de yeniden entegrasyon başarısızlığına karşı savunmasızdırlar (Schauer & Elbert, 2009). Eğer daha istikrarlı ülkelere sığınma hakkı verilirse, genellikle uzun ve yorucu sığınma prosedürlerine tabi tutulurlar. Bir kez daha, sığınma prosedürü sırasında kendilerine tanınan asgari haklar nedeniyle topluma tam olarak katılamama durumuyla karşı karşıya kalırlar. Sosyal rollerini, gelecek fırsatlarını ve ana dilleri, geleneksel yemekleri ve sosyal ağları gibi kendi kültürel çevrelerini kaybetmenin sıkıntılarını çekerler.

    Eski Çocuk Askerlerdeki Travma ve Dissosiyason

    Özellikle çocukluk döneminde toksik şiddet türlerine uzun süre maruz kalmanın uzun vadede yıkıcı sonuçları vardır. Tehdide yanıt olarak, saldırgan hal hızlı ve dramatik bir şekilde korku dolu kaçma veya kaçınma halleriyle yer değiştirir. Çocuklar genellikle fiziksel olarak kendilerini esir alan kişiyle savaşamayacak veya vaziyetten kaçamayacak durumda olduklarından, travmatik olaylara en yaygın tepki, uyuşma, kendine yabancılaşma ve çevreye yabancılaşma yaşadıkları dissosiyasyon yoluyla kendilerini dış ve iç dünyadan koparmaktır (Schauer & Elbert, 2009). Bu derecede şiddet ve tehdide maruz kalan gençler genellikle güvenli bağlanma ilişkileri kurma, istikrarlı ve bütünleşik bir benlik ve diğerleri kavramı ve duygu ve davranışları kendi kendine düzenleme yetkinliği gibi gelişimsel görevleri tamamlayamazlar (Van der Kolk, 2005).

    Birçok eski çocuk askerin tekrarlanan ve uzun süreli kişilerarası travmaya verdiği tepki, en iyi şekilde karmaşık travma veya gelişimsel travma bozukluğu gibi kavramlarla tanımlanabilir (Cloitre, 2009; Klasen, Daniels, Oettingen, Post, & Hoyer, 2010; Van der Kolk, 2005). Semptom profili, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ile birlikte duygulanım düzenleme, kişilerarası ilişki ve öz kimlik alanlarında ek bozuklukların varlığına işaret etmektedir. Karmaşık TSSB’ye ek olarak, bu hastalar genellikle depresyon ve disosiyatif kişilik bozukluğu (DKB)’den muzdariptir. Bu durumda hem vahşet ve katılıma dair “fail parçaları” farkındalıktan tamamen ayrılır. Bunlar “koruyucu ‘savaş’ alt sistemine sabitlenmiş, öfke ve kızgınlık gibi zor duyguları yönetmeye ve incinme, korku veya utanç duygularından kaçınmaya çalışan” kişiliğin duygusal parçalarıdır. (Van der Hart, Nijenhuis, & Steele, 2006, s. 82).

    Nispeten küçük stres faktörleri eski çocuk askerlerde şiddetli saldırganlık ve/veya gerilemiş dissosiyatif durumlarla kendini gösteren klasik savaş, kaç veya don tepkilerini tetikleyebilir. Bu kişiler saldırgan dürtülerini kontrol etmekte zorlanmakta ve şiddeti amaçlarına ulaşmak için meşru bir araç olarak algılamaktadır. Sonuç olarak, saldırganlık olmadan günlük yaşamla başa çıkma konusunda yetersiz becerilere sahip olma eğilimindedirler. Bu tür hastaları tedavi ederken, klinisyenler eski travma senaryolarının yeniden canlandırılmasının içine çekilir ve genellikle ciddi aktarım ve karşı aktarım zorluklarıyla karşılaşarak savaş gibi hissedilebilen vahşi bir yaklaşma ve kaçınma terapötik dansının parçası haline gelirler.

    Aktarım Odaklı Psikoterapi ve Uygulanması

    Aktarım Odaklı Psikoterapi (AOP), nesne ilişkileri teorisine dayanan, kanıta dayalı, manuelleştirilmiş, psikodinamik bir tedavidir (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Clarkin, Yeomans ve Kernberg, 2006; Doering ve diğerleri, 2010; Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2002), eski çocuk askerler gibi karmaşık travma yaşamış bireyler arasında yaygın olan saldırganlık ve baskının temel merkezi ile çalışmak için çok uygundur. Ağır kişilik bozukluklarından muzdarip, yani sınırda kişilik örgütlenmesine sahip hastaları tedavi etmek için geliştirilmiştir (Kernberg, 1984). Sınırda kişilik organizasyonu terimi, kimlik yayılması (benlik ve öteki temsillerinin ve bunlar arasında bağlantılı duyguların salınımını içeren parçalanmış ve dalgalı bir benlik duygusu) ve gerçeklik muhakemesinin genellikle sağlam olduğu ancak stres altında çarpıtmaya eğilimli “ilkel” savunmalar (bölme, inkar ve yansıtmalı özdeşleşme) ile karakterize edilen psikolojik bir yapıyı ifade eder. Hasta[AS1] , yalnızca sözlü ve sözsüz olarak değil, aynı zamanda projektif özdeşim (“karın konuşması[AS2] “) yoluyla da iletişim kurar. Bu süreçte, tolere edilemeyen duygusal durumlar dışsallaştırılır, terapiste yansıtılır ve terapist tarafından hissedilir.

    AOP’nin amacı, bu çelişkili içsel ben ve öteki durumlarını daha tutarlı bir kişilik yapısına entegre etmektir. AOP’nin temel varsayımı, insanların bağ kurmak ve aynı zamanda özerk olmak isteyen sosyal hayvanlar olduğudur. Buna göre iç dünyaları temelde ilişkisel unsurlar, benlik ve öteki(nesne) imgelerinden oluşan ikililer ve bağlayıcı duygulardan oluşur.[AS3]  Sınırda kişilik örgütlenmesinde bu iç dünya, birbiriyle çatışma halinde olarak algılanan ve bölünme süreciyle ayrı tutulan tümüyle iyi ve tümüyle kötü ikili unsurlara bölünmüştür. Ağır travma geçirmiş hastalarda bu temel bölünme dissosiyasyon ile daha da vurgulanır. Bölünme ve dissosiyasyonun birbiriyle nasıl ilişkili olduğu ve bölünmenin kendisinin dissosiyatif, travmayla ilişkili bir fenomen olup olmadığı hakkındaki teorik sorular bu bölümün kapsamı dışındadır. Aslında, ağır travmatize hastalarda bölünme ve disosiyasyon tamamen iç içe geçmiştir. Bununla birlikte, ana fikir bölünmenin çatışmadan kaynaklandığıdır: yaklaşma, yakınlık arama ve bağ kurma eğilimi ile temas ve bağımlılıktan kaçınma ve incinmeye veya kontrol edilmeye karşı savunma eğilimi arasındaki çatışma (yani, sevgi ve saldırganlık dinamikleri).

    Tamamen iyi ikililer[AS4] , mükemmel anneler veya babalar gibi ideal bir nesne ile özlem ve mükemmel sevgi dolu ilişkilerden meydana gelir. Gerçekte olan eksiklikler ve hayal kırıklıklarıyla bütünleştirilmedikleri için bu tamamen iyi ikililer gerçekçi değildir ve bu nedenle patolojik hayal kırıklığına ve tersine kötü ikililere hızlı bir geçişe katkıda bulunabilir. Tümüyle kötü ikililer, geçmiş öznel gerçeklik, kişinin kendi saldırgan duygulanımları, saldırganlarla özdeşleşme ve güçlü korkuların bir karışımına dayanan zulmedici veya hükmedici ilişki imgelerinden oluşur. İlişkilerde ve psikoterapide içsel ikililer salınım gösterir: içerideki endişeli kurban, aşırı güçlü ötekinin misillemesinden korkarak, aniden artık zayıf olan ötekine saldıran baskın bir güce dönüşebilir. Eğer terapist kötü bir nesne olarak deneyimlenirse, hasta kendini ezilmekten korumak için saldırabilir, böylece saldırgan olduğunun tam olarak farkında olmadan saldırganlaşabilir. Bu nesne ilişkileri düşünme modeli, terapistin bu projeksiyonları hastayla empatik olarak keşfetmesini ve sanki hastanın gözünden bakmasını sağlar. Bu bakış açısı, kişilik bozukluğu ve ciddi dissosiyatif bozukluğu olan hastaların tedavisinde anlık yaşanan sürekli itme ve çekme etkileşimlerini anlamada çok faydalıdır (Draijer, 2009, 2010a,b).

    AOP müdahaleleri, hastanın iç dünyasını ve bu dünyadan terapistin bakışını keşfetmekten oluşur. Bunu yapabilmek için, aktarımı tam olarak şu anda deneyimlemek (“Hasta bana ne yaptırıyor?”), hastanın terapist yaratımını içinde ifade edildiği ikili ile empatik olarak takip etmek ve bunu hastaya sunmak özellikle önemlidir. Böylece bir müdahale şu şekilde kurgulanabilir: “Sizi doğru bir şekilde dinlediğimde, sanki beni zalim ve hükmeden bir kişi olarak görüyorsunuz. Bu sizin için çok korkutucu bir durum olmalı.” Hastalar, ilişkinin algıladıkları şekilde ifade edilmesinin sağladığı kontrolle doğru anlaşıldıklarını deneyimlediklerinde, öfkeli bir ruh hali içinde olsalar bile aniden sakinleşir ve neler olup bittiği üzerine düşünmeye başlayabilirler.

    Hastanın yansıtıcı işlevselliği iyileşmeye başladığında- ki bu biraz zaman alabilir- terapistin görevi, hastanın kendi iç dünyası hakkındaki empatik merakını artırarak, hastayı ikili ilişkiler arasındaki tutarsızlıklar ve salınımlarla dikkatlice yüzleştirmektir. Örnek bir müdahale şu şekilde olabilir: “Bu çok ilginç. Birkaç dakika önce konuşmamız oldukça samimi görünüyordu ve üzüntünüzü benimle paylaştınız, görünüşe göre beni güvenli ve güvenilir bir dinleyici olarak algıladınız, ancak aniden tüm gücü geri alarak beni kendinizi korumak zorunda olduğunuz bir tehdit olarak algıladınız. Bu iki ruh halini nasıl birleştirirsiniz?” Son olarak, hasta terapötik ilişkiyi en azından zamanın bir kısmında destekleyici olarak yansıtabildiğinde ve deneyimlediğinde, terapistin görevi karşıt ikililerin savunmacı katmanlarını yorumlamaktır. AOP’de yorumlama, olumlu ve olumsuz ikililerin eş zamanlı olarak hastaya sunulmasına ve ilişkilendirilmesini sağlayan bir süreçtir. Örneğin, “Öfkenizin bu kadar aşırı olması, sizi benden uzaklaştırması, güvenilir bir ebeveyn figürüyle güvenli bir ilişkiyi derinden özlediğinizi fark ettiğinizde kendinizi çok savunmasız hissetmeniz olabilir mi?” veya “Beni tamamen güvenilmez olarak görmeyi tercih ediyor gibi görünmenizin nedeni, beni güvenilir olarak algılamanın kayıplarınız konusunda sizi çok üzüyor olması olabilir mi? Bunu yaparak kalbinizi sevdiğiniz birini ikinci kez kaybetmeye karşı koruyor olabilir misiniz?” Dolayısıyla yorumlama, şimdiki zaman ile geçmiş arasındaki bağlantıları açıklamaktan ziyade, öncelikle şimdi ve buradaki “sen ve ben” ile ilgilidir.

    Tüm bu adım adım etkileşimsel ve yorumsal süreç (Caligor, Diamond, Yeomans ve Kernberg, 2009) öfke ve hiddetin kademeli olarak azaltılması ve nihayetinde kişiliğin bütünleşmesiyle sonuçlanır. AOP’de hasta kendi iyileşmesinden sorumlu tutulur; bu da tedavinin başlangıcında (kendini)yıkıcı davranışlar hakkında bir sözleşme yapıldığı anlamına gelir ve terapist hastaya bu davranışların sağlığa doğru olan gelişime karşı olduğunu açıklar. Hasta, çatışma için tek bir çözüm bildiğini -şiddet kullanmak- belirttiğinde, terapist hastayı bunu önlemekten sorumlu tutar: “Tüm duygular hoş karşılanır ve saygı görür, hatta öldürücü öfke bile, yeter ki bu konuda konuşabilelim ve harekete geçmeyelim.” Hasta bir davranışta bulunma eğilimi fark ettiğinde ya da bunu gerçekten yaptığında, hastadan bir sonraki seansta ilk iş olarak bundan bahsetmesi istenir. İstismar döngüsünün tekrarlanmasını önlemek için “askerin nasıl konuşacağını öğrenmesi gerekir.”

    Destekleyici Kanıtlar

    AOP’nin etkililiğine yönelik ampirik destek, farklı araştırma grupları tarafından gerçekleştirilen bir dizi randomize kontrollü çalışma ile ortaya konmuştur (bu çalışmaların bir özeti için bkz. Bölüm 10: Borderline ve Narsisistik Kişilik Bozuklukları İçin Aktarım Odaklı Psikoterapi). Örneğin, Clarkin ve arkadaşları (2007) ve Doering ve arkadaşları (2010) tarafından yapılan çalışmalar, AOP’nin borderline kişilik bozukluğu olan hastalar için çeşitli karşılaştırma tedavileri (diyalektik davranış terapisi, destekleyici dinamik terapi ve deneyimli kamu [AS5] psikoterapistleri tarafından tedavi dahil) kadar veya daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu çalışmalar ayrıca AOP’nin yansıtıcı işlevsellik ve bağlanmadaki iyileşmelerin yanı sıra kişilik organizasyonu ve işlevselliğindeki olumlu değişimle benzersiz bir şekilde ilişkili olduğunu göstermiştir. AOP’nin eski çocuk askerler için etkinliği henüz araştırılmamış olsa da, mevcut kanıtlar yine de önemlidir, çünkü önceki çalışmalara dahil edilen hastalar da karmaşık travma geçmişlerini taşıma eğilimindedir (ancak elbette eski çocuk askerlerin tanık olduğu ve yaşadığı şiddetle ilgili değildir).

    Vaka örnekleriyle aktarım odaklı psikoterapi

    Ishmael 2003 yılından beri Hollanda’da bulunan 24 yaşında Sierra Leone’li bir erkektir. Terapist onunla ilk kez tanıştığında, Ishmael 3 yıldır başarısız bir psikoterapi görüyordu ve bu süreçte stabilizasyon ve destek temel odak noktasıydı. Kısa süre içinde Ishmael’in tedavi konusunda oldukça kararsız olduğu anlaşıldı; motive olmuştu ancak psikoterapinin doğasında olan samimiyetten korkuyordu. Ishmael’in en büyük korkusu, tetiklendiğinde saldırganlığının kontrolünü kaybetmek ve masum bir insana zarar vermekti. Kız arkadaşı da dahil olmak üzere başkalarıyla kavgaya karışmıştı. DKB, TSSB ve depresyon kriterlerinin yanı sıra başka türlü belirtilmemiş kişilik bozukluğu kriterlerini de karşılıyordu. İşitsel yorumlar ve görsel halüsinasyonlar da dahil olmak üzere hafıza kaybı ve kısa psikotik ataklardan muzdaripti. Ara sıra intihara meyilli olmuş ve bir kez hastaneye kaldırılmıştı. Şiddetli güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları, aşırı yalnızlık, ait olmama hissi ve insan dışılaşma hissi yaşadığını bildirmişti. “Bazen kendimi bir insandan çok bir hayvan gibi hissediyorum” dedi.

    Ishmael Sierra Leone’deki ilk yıllarını orta derecede mutlu olarak tanımladı. Sekiz yaşındayken isyancılar annesini gözleri önünde öldürmüş ve kendisi de esir alınmıştı. O zamandan beri babasını ve kız kardeşini hiç görmedi. İsmail isyancılar tarafından çocuk köle olarak ormanda onlarla kalmaya zorlandı. Orada sayısız zulme tanık oldu ve bunlara katılmaya zorlandı. Beş yıl sonra kaçmayı başardı ve Freetown’da hayatta kalmayı başardı. Şu anda bir iltica prosedürünün ortasında.

    Psikoterapinin ilk aşamasındaki ana sorun, İsmail’in başkalarıyla ilişki kurarken psikolojik olarak anda kalamamasıydı. Bu durum dissosiyasyon (örneğin, başka zihin durumlarına geçme, yok olma) veya terapiste karşı aşırı baskınlık, saldırganlık ve baskı şeklinde ortaya çıkıyordu. Paranoid duygular; istismar edilme, sömürülme veya aşağılanma gibi aşırı korkuları olduğunu ve önemsenmediği hissine kapıldığını bildirmişti. Kendisine öğretilen duygulanım düzenleme tekniklerini kullanamıyordu. Onun saldırganlığına maruz kaldığında, terapist genellikle korkudan bunalmış hissediyor ve neler olup bittiğini yansıtmakta zorlanıyordu. AOP, bu kafa karıştırıcı güçleri, itme ve çekmeleri, yeniden canlandırmaları anlamada mantıklı bir çerçeve sundu.

    AOP’ye geçiş, hastayı ve semptomlarını anlamaya yönelik tek kişilik bir modelden, hastayı ve deneyimlediği dinamik kişilerarası güçleri anlamaya yönelik iki kişilik bir modele geçiş anlamına geliyordu. Bu geçişten sonra yaklaşımdaki farklılıklar sorulduğunda, terapistin aklına gelen ilk şey şu oldu: “Empatik olarak keşfettiğim ve onun gözünden beni yarattığı kişiyi gördüğüm için neler yaşadığına dair çok daha fazla temas ve anlayış. Dissosiyasyon ve saldırganlık, ilişkimizdeki mesafeyi ve yakınlığı düzenlemenin bir yolu olarak anlaşılabilir hale geldi.” Clarkin ve diğerlerinin (2006) aktarım ve karşı aktarımdaki baskın ikililer genel bakışını kullanarak, bu vaka örneğinde bunlardan bazılarını gösteriyoruz (bkz. Tablo 21.1). Aşağıdaki aktarım-karşı aktarım etkileşimi, ikili ilişkilerin dinamik doğasını göstermektedir. Ishmael, en travmatik deneyimlerinden birini terapistiyle paylaşma ve üzgün olma konusundaki savunmasızlığına tepki olarak aniden farklı bir duruma geçti. Terapist aşağıdakileri deneyimlemiştir:

    Aniden saldırganlığa geçmesi beni şaşkına çevirdi. Gözleri keskinleşiyor ve aşağılayıcı bir tavırla, “Görmüyor musun? Etrafında her yerde kavga var.” diyor. Bakışları sertleşiyor ve kayıtsızlaşıyor. Dudakları sadist bir gülümsemeyle hafifçe kıvrılıyor. Bir savaş durumunda karşı karşıya geldiğimiz şiddetli ve acımasız bir travmatik deneyimin yeniden yaşanmasının bir parçasıymışım gibi görünüyor. Artık tanıdığım İsmail’i görmüyorum; her şeyi yapabilecek, son derece tehlikeli ve tehditkâr bir asi görüyorum. Acaba o da bende aynı tehdidi görüyor mu? Kafam karış hissediyorum. Vücudum tehlike olduğu konusunda beni uyarıyor ve aşırı uyarılmış durumdayım. Kendimi ellerine bakarken yakalıyorum, saldırabilir mi diye merak ediyorum. Şu anda zeki kalmak istiyorum ama kaos beni ele geçiriyor. Artık neler olup bittiğini düşünemiyorum ve bir korku selinin içinde boğuluyorum. Bu arada umutsuzca terapötik çerçevemi ve araçlarımı arıyorum, ama onlar da silinip gitmiş gibi görünüyor. Kendimi felç olmuş ve çaresiz hissediyorum. Bu savaşı kazanamam, o daha güçlü ve ben ona teslim oluyorum. Saldırganlığıyla elde etmek istediği şey bu mu? Saldırganlığına dikkat çekiyorum ve içinde neler olduğunu soruyorum. Şaşırmış görünüyor, saldırganlığı aniden kayboluyor, kızgın ya da korkmuş olduğunu inkar ediyor. Şimdi kafası karışık ve savunmasız olan o. Birdenbire ben fail, o ise kurban oluyor. Fail olmak istemiyorum. Yine kafa karışıklığı var.

    Tablo 21.1 Aktarım ve Karşı aktarımdaki baskın ikililer

    HastaTerapist
    Kontrol eden, tümgüçlü [AS6] benlikZayıf, kölevari öteki
    İstismara uğrayan kurbanSadist saldırgan/zalim
    Kontrolü kaybetmiş, öfkeli çocukYetersiz, işlevsiz ebeveyn
    Bağımlı, memnum çocukMükemmel bakım [AS7] sağlayan
    Arkadaş canlısı, itaatkar benlikDüşkün, hayran ebeveyn

    Burada üzüntü ve kırılganlığa karşı agresif bir savunmanın yanı sıra travmanın yeniden canlandırıldığını, ancak tersine dönmüş şekilde, baskın bir pozisyonda, terapisti farkında olmadan korkutarak dehşet verici bir teslimiyet ve kafa karışıklığına sürüklediğini görüyoruz. Hasta, terapist üzerinden kendisinin söze dökemediği aşırı korkuyu uyandırıyor gibi görünmektedir. Sadist saldırgan/zalim ile istismara uğrayan kurban arasında bir salınım vardır. Terapistin ilk görevi bu neredeyse dayanılmaz korkuya tahammül etmek ve ona göre hareket etmemektir.

    Eğer terapist bu korkuya dayanabilir ve hasta ile arasındaki süreci düşünmeye devam edebilir, bunu yaparken saygılı ve tarafsız bir duruş sergileyebilirse, hastanın kendisine yansıttığı kötü nesneyi giderek daha fazla kapsayabilir [AS8] ve hastayı, daha önce ham ve sembolleştirilmemiş bir duygu durumu olarak var olan şeyi düşünmeye veya sembolik olarak taşımaya teşvik edebilir. Terapistin empatik merakı, hastanın kendisini bunaltan yoğun durumun diğer içsel durumların daha geniş bir bağlamında var olabileceğini ve dolayısıyla gerçekliğin ya da ilişkinin tamamını oluşturmadığını görmesini sağlar. Bu paylaşılan merak da nesneyi, özellikle de yoğunluğunu ve tek boyutlu niteliğini değiştirme etkisine sahiptir. Tüm duygulanımlar terapist tarafından kabul edildikçe, tolere edildikçe ve kapsandıkça, bir ya da iki saniyelik de olsa düşünme alanı ve duygulanım toleransı yavaş ama kademeli olarak artar. Hastanın içinde, korktuğu saldırganın ve deneyimlediği ve gizlice özlem duyduğu empatik ve yansıtıcı ötekinin temsillerini yavaşça bir araya getirdiği bir süreç gerçekleşir- her ikisi de kendi içindeki iç durumların yansımalarıdır. Bunun, hastadaki zulüm nesnelerinin ve benlik durumlarının kademeli olarak detoksifiye edildiği bütünleştirici bir süreç olduğu düşünülmektedir (Scharff & Tsigounis, 2003).

    Bir süre sonra terapist, hastayla empati kurarak yoğun güçsüzlük ve üzüntü duygularıyla mücadele eder. Artık hasta hem savunmasız halini tolere edebilmekte hem de terapistle bağlantı kurabilmektedir. Terapist bunu şöyle not eder:

    “Ishmael, bir kurban olarak yaşadığı vahşetle ilgili yoğun değersizlik duyguları ifade ediyor. Zihinsel huzura ve ölüme özlem duyuyor. Onun kendinden nefretini ve acısını hissediyorum. Buna dayanamayarak, kendisine dair suçluluk ve utanç dolu bakış açısını değiştirmeye çalışıyorum, ancak bunun onun ihtiyaçlarına uymadığını fark ediyorum. Bana, bunun için içinde yer olmadığını söylüyor. Ona, bakış açısını değiştirme çabamın, aslında onun hüznünün bende yarattığı güçsüzlük hissiyle başa çıkma girişimi olduğunu anladığımı söylüyorum. Ve ekliyorum: “Burada birlikte otururken, hüznün var olmasına izin verebiliriz, hakkında konuşmak zorunda kalmadan.” Bunu duymaktan memnun olduğunu, özellikle de hüznünü serbestçe yaşayabileceği başka bir yer olmadığını söylüyor. Göz göze geliyoruz ve hüznü beni derinden etkiliyor. Gözlerimin nemlendiğini fark ediyor ve ona, hüznünün beni etkilediğini söylüyorum. Bir an için başını yana çeviriyor, ama sonra tekrar bakışlarımı yakalıyor ve hüznünün benim yanımda var olmasına izin verdiğini görebiliyorum. Yoğun bir karşılaşma anı yaşanıyor. Seansın sonunda, İshmael bana, hüznünü deneyimleyip paylaşarak kendini “daha bağlantılı” ve daha az yalnız hissettiğini söylüyor.”

    İkili bir bakış açısına göre, terapistin güçsüzlük ve üzüntü hisleri, hastanın ona dair algılarından ve onunla etkileşimlerinden (yani yansıtma ve yansıtmalı özdeşim) kaynaklanır. Bu durumda terapist, önce hastayı bir an önce rahatlatmak ve üzüntüden kaçınmak istemiş, böylece hastanın genellikle yaptığı şekilde davranmıştır. Daha sonra hasta, terapistin üzüntüsünün farkına varmıştır, çünkü terapist onunla birlikte bu üzüntüye katlanmaya istekli olmuş ve bunu birlikte tolere etmişlerdir. Üzüntü içinde birlikte var olmak, hastanın bağ kurmaya, ilişki içinde olmaya ve kaybettiği annesiyle olan bağına dair toleransını yeniden kazanmasını sağlamıştır.

    18 aylık AOP’nin ardından, terapist, terapötik ilişkide yakınlık ve savunmasızlığa [AS9] yönelik dikkate değer bir artış ve bunlara karşı daha fazla tolerans gözlemlemektedir. Bu gelişme, hastanın iç dünyasında daha önce bölünmüş olan libidinal segmente erişimin sağlanmasını temsil eder. Hasta, acı verici deneyimleri ve güçlü duyguları daha iyi söze dökebilmekte ve tolere edebilmektedir. Duygusal durumlar arasındaki dalgalanmalar ve siyah-beyaz düşünce yapısı azalmıştır. Saldırganlık daha az vahşi, yıkıcı ve korkutucu hale gelmiş ve giderek yok olmakta gibi görünmektedir. Saldırgan duygular, düşünceler ve fanteziler terapide açıkça paylaşılmaktadır. Ishmael, duygularını daha iyi düzenleyebilmekte ve kendini şiddete başvurmadan ifade edebilmektedir.

    Belirti düzeyinde, kabuslar, geçmişe dönüşler/flashbackler ve dehşet verici anıları yeniden yaşama durumları, dissosiyasyon, travmatik materyalden kaçınma, güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları azalmıştır. İşitsel sanrı [AS10] ve görsel halüsinasyonlar geri çekilmiştir. DKB açısından bakıldığında, hastalar anın içinde kalmaya daha yatkın hale gelmiş, duygusal durumlar daha az parçalanmış ve amnezi ile daha az ayrılmıştır. Ağır travmatik deneyimler artık sadece saldırgan benlik [AS11] üzerinden anlatılmamakta, aynı zamanda daha üzgün ve düşünceli ruh halleriyle de ifade edilmektedir. Ishmael daha az izole bir yaşam sürmekte, gönüllü çalışmaları, hobileri ve hatta filizlenen bir arkadaşlık sayesinde dış dünya ile daha fazla temas kurmaktadır.

    Tartışma

    Afrikalı DID ve TSSB olan eski çocuk askerlerin tedavisinde, AOP, bu hastaların saldırganlıklarını ve terapist üzerinde tam kontrol kurma veya baskı kurma eğilimlerini ele almaya yardımcı olur. AOP, bölünmüş saldırganlıkla ilgili ciddi sorunları ve hastaların zihinsel durumlarındaki ani ve kafa karıştırıcı değişimleri anlamak için faydalı bir model sunar. Tedavi, hastanın yalnızca semptomlarına odaklanmak yerine, aktarım-karşı aktarım dinamiklerini, terapötik ilişkideki itme-çekme etkileşimlerini ve hasta ile terapist arasındaki yeniden canlandırmaları ele alır. Bu yaklaşım, aşırı travmayı anlamada ve tedavi etmede tek kişilik (birey merkezli) psikoloji ile iki kişilik (ilişki merkezli) psikoloji arasındaki tartışmaya da temas etmektedir. Bu vakada, başlangıçta tek kişilik bakış açısı (sadece hastada gözlemlenen semptomlara ve psikopatolojiye odaklanan) sınırlı başarı göstermiştir. Daha sonra, bölme, yansıtmalı özdeşim ve benlik-öteki durumları arasındaki dalgalanmalar şeklinde hasta ve terapist arasındaki dinamiklere odaklanan iki kişilik psikolojik modele geçilmiştir. Bu değişim, hastanın duygusal düzenleme becerisini geliştirmesine, zihinselleştirmeye başlamasına, sosyalleşmesine ve hem içsel hem de dışsal olarak daha fazla bütünleşmesine yardımcı olmuştur. Geleneksel aşama odaklı travma terapisi yerine, terapötik ilişkide güvenli bağlanmayı güçlendirmeye odaklanarak duygu düzenleme becerileri geliştirilmiştir.

    Bu, TSSB’nun öncelikle bir anksiyete bozukluğu olarak görülmesinden, (kompleks TSSB ve DKB) öncelikle ilişkisel bozukluklar olarak algılanmasına doğru bir geçişi temsil etmektedir. Bu tür bozukluklar izolasyon, yalnızlık (bağlantısızlık), başkalarına güvensizlik, rahatlatıcı içsel ilişkilerin eksikliği, insanlığa karşı öfke, utanç ve suçluluk gibi özelliklerle tanımlanır. Başka bir deyişle, DKB gibi karmaşık stresle ilişkili bozukluklar, kişilik, kimlik ve duygu düzenleme bozuklukları—bir bütün olarak ilişkisel bozukluklar—olarak görülmekte ve terapötik ilişkinin “şu an” içinde çalıştığı psikodinamik tedavilere oldukça uygun olmaktadır.

    18 aylık AOP sonrasında, bu hastada duygu düzenleme, zihinselleştirme ve ilişkilenmede gelişmeler gözlemlendi. Gelişmiş duygu düzenleme, terapistin baskın ikililere ve onlarla bağlantılı duygusal durumlara, etkileşimin “şu an”ında hassas bir şekilde uyum sağlaması ve bunları kapsamasıyla açıklanabilir. Bu hipotezi destekleyen bir çalışma, Levy, Clarkin ve arkadaşları (2006) ile Levy, Meehan ve arkadaşları (2006) tarafından yapılmış ve bir yıllık AOP sonrasında borderline hastalarda yansıtıcı işlevin (reflective functioning) ve güvenli bağlanmanın geliştiğini göstermiştir; daha güvenli bağlanma, daha iyi duygu düzenlemeye yol açmaktadır (Schore, 2005). AOP’nin zihinselleştirme temelli terapiye benzer olduğu ileri sürülebilir; ancak temel fark, AOP’de farklı ikililer arasındaki çatışma ve dalgalanmanın merkezde olmasıdır. Ayrıca, aktarım doğrudan ele alındığı için terapist bir koçtan ziyade, hastayla birlikte “dansın” içinde yer alan bir katılımcı olur; dolayısıyla AOP, bilişsel olmaktan çok deneyimsel bir yaklaşımdır. Son olarak, AOP, terapi ilişkisinde ele alınması gereken merkezi bir dinamik güç olarak saldırganlığa özel bir önem atfetmektedir.

    Saldırganlık ve onun nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda görüşler önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Bazı tedavi modelleri saldırganlığı hiç ele almaz (bunun “yabancı bir benlikten” geldiğini varsayar), bazıları ise yalnızca onu kontrol etmeye çalışır (daha çok bilişsel-davranışçı öfke yönetimi yaklaşımları) veya bastırır (örneğin, ilaç yoluyla). Ancak AOP’de, saldırganlık içsel dinamiklerde temel, hayati ve bir bakıma sağlıklı bir unsur olarak kabul edilir.

    Ağır travma yaşamış hastalarda, saldırganlık doğrudan tedavi sürecinde ortaya çıkmadığında, bunun kâbuslar ve kendine zarar verme yoluyla dışa vurulabileceğine dair klinik bir izlenimimiz var. Bu yol ile, saldırganlık, içsel dünyadaki saldırgan figürlere yansıtılarak güvenli bir biçimde deneyimlenir (içsel olarak ifade edilir). Bu hastaların ayrıca, çocukluk dönemindeki saldırganlarla özdeşleşmelerinden kaynaklanan, tamamen kontrol sağlamaya çalışan (saldırgan) baskıcı içsel temsilleri vardır. AOP perspektifinden bakıldığında, bir tür entegrasyon, denge ve sağlığa ulaşmak için hastanın saldırganlığının ele alınması ve kendisine ait bir parça olarak kabul edilmesi gereklidir. Ancak, tüm hastaların bunu kabul etmeye istekli veya hazır olmadığını gözlemliyoruz; bazıları, kendilerini bir kurban kimliğine sıkı sıkıya bağlayarak ve saldırganlığı dışarıya yansıtmaya devam ederek baskı altında kalmaktan başka bir çıkış yolu olmadığını hissetmektedir.

    AOP terapisti, dansa katılır fakat aralarındaki dinamikleri sürekli olarak yansıtmaya çalışır. Terapist bunu saygılı bir şekilde yapar, hastanın içindeki çatışmalara karşı nötr kalır, hastanın algıları ve etkileşimleriyle tetiklenebilecek zorlu duygusal durumları kabul eder. Bir liman metaforunu kullanacak olursak, tüm gemilere izin verilir. Hiçbir geminin denizde kalması gerekmez (yani, ne kadar olumsuz olurlarsa olsunlar tüm duygular ve zihinsel durumlar terapist ile ilişkide kabul edilir). Sonra terapist hastanın kendisini yansıttığından daha entegre bir şekilde görebileceği yansıtan bir ayna gibi davranır. Saldırganlık ve nefreti kapsamak, iyi ve kötü olanın entegrasyonuna giden yolun ön koşuludur. “Saldırgan benlik” görülmeli, saygı gösterilmeli, kabul edilmeli ve tüm kişi için ne anlama geldiği takdir edilmelidir: O, korkunç anıların muhafızıdır ve yeniden zarar görmekten kaçınmak için hastayı gözetler. Bu benlik yönü son derece yalnızdır (insanlık dışı) ve kimsenin onu sevmediğine veya yakın olamayacağına ikna olmuştur. Eğer bu tehlikeli ve nefret dolu parça anlaşıldığını, saygı gösterildiğini ve takdir edildiğini hissederse, hastanın nefreti yavaşça erimeye başlar (bkz. Draijer, 1999). Ancak o zaman yas tutma ve derin üzüntü için yer açılır. Öldüren hastaların yas tutması gerekir, yas tutma ve pişmanlık ritüelleri başlatılabilir.

    Son[AS12]  olarak, terapistin, hastanın içsel dünyasına duygusal olarak erişmeyi öğrenmesi, bu dansa katılması, bunu tanıması ve bir müdahalede bulunmak için üzerine düşünmesi, bir koşul sine qua non’dur. Bu duygusal erişilebilirliği, zihinsel beceri ve duyusal duyguları fark etme ve bunları bir müdahaleye dönüştürme yeteneğini geliştirebilmek için terapistin, bir süpervizörle güvenli ve kabul edici bir ilişkiye ihtiyacı vardır.

    Sonuç

    Aşırı saldırganlık ve bir saldırgan benlik durumu, dissosiyatif bozuklukları olan hastalar için ciddi sorunlar oluşturur, onları diğer insanlardan yabancılaştırır, yakınlığı engeller ve terapistlerinde korku yaratır. Bu sorun, TSSB üzerine yapılan pek çok teori veya araştırmada nadiren ele alınmaktadır, çünkü tedavi genellikle anksiyeteye odaklanır.

    Öfke ve saldırganlık, şiddetli travmalarda merkezi bir rol oynar, hastaların kendilerini suçlu, kötü ve yalnız hissetmelerine neden olur, kontrol için mücadele etmelerine yol açar ve onları diğer insanlardan yabancılaştırır. Bu, özellikle hastaların öldürmeye zorlandığı durumlarda geçerlidir. DKB’den muzdarip eski çocuk askerlerinin saldırganlıklarıyla ilgili tedavilerde, AOP, bu saldırgan yönleri ve başkaları üzerinde tam kontrol kurma ya da başkalarını baskılama eğilimlerini ele alır, buna terapist de dahildir. Ayrıca, hastaların içsel baskılarından kurtulmalarına yardımcı olur.

  • Dissosiyatif Süreçler Kendilik Deneyiminin Öznel Doğasını ve Zihnin Örgütlenmesine Dair Psikodinamik Temelleri Çarpıtır (20. Bölüm)

    Richard A. Chefetz

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 20. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Yakın bir arkadaşım kalp kapakçığı değişiminden sonra iyileşme döneminde kız arkadaşının evinde kalıyordu. Kız arkadaşı seyahatteydi. İlişkileri giderek derinleşmişti ve birkaç yıldır çıkıyorlardı. Ona sordum, “Aranız nasıl?”

    “Ah, o gerçekten harika” diye yanıtladı. “Ameliyatımdan sonra çok ilgili ve duyarlıydı. Keşke şimdi burada olsaydı. Onun burada olmadığı bir zamanda evinde olmak tuhaf geliyor.”

    “Onu çok özlüyor olmalısın,” dedim.  “Evet, özlüyorum,” dedi. “Biliyor musun, sen onu sorduğunda bir şey düşündüm ama şimdiye kadar hiç fark etmemiştim. Yatağa gitmeden önce birkaç kraker yemesi gibi garip bir alışkanlığı var. Ona her zaman krakerleri kendi tarafında tutmasını söylerim. Yatakta kraker kırıntılarında uyumak istemem. Bizim evimdeyken, krakerlerle yatak odasına girmesine bile izin vermem. Şimdi sen onu özlediğimi söylediğinde fark ettim ki, burada o olmadan kalmaya başladığımdan beri yatağa birkaç kraker götürüp uyumadan önce yiyorum!”

    Arkadaşım, bir şeyi yaptığı sırada o şeyi yaptığını nasıl bilmez ve ancak kız arkadaşına duyduğu sevgi dolu hislerden konuştuğumuzda bunun farkına varır?

    Bebeğin doğrudan gözlemi (Bick, 1968; Bowlby, 1958), zamanla, gelişen zihnin üzerinde çevresel bozulmaların etkisini anlamaya, bunun metapsikolojik dürtülerin yanlış işlemesinden kaynaklanmadığını ortaya koymaya yol açtı (Bacciagaluppi, 1994; Rayner, 1991). Benzer şekilde, zihin için çoklu özdurum modeli (Bromberg, 1998; Federn, 1940; Ferenczi, 1955; Mitchell, 1991; Stern, 1997), zihnin oluşumunda gelişimsel (ebeveynin meşguliyeti, ilgisizliği veya korkutucu ve korkutucu olmayan davranışların dönüşümlü olması) ya da doğrudan travma (tecavüz, zorbalık, dayak) yoluyla yönlenen kişilerarası travmayı benimseyerek paradigma değiştiren bir yaklaşımı temsil etmiştir. Dissosiyatif süreçler, uyumlu bir zihne ulaşmada asosiatif süreçlerle eşit öneme sahiptir (Chefetz, 2015a; Howell, 2005).

    Dissosiyatif süreçleri göz ardı etmek, hem kişisel hem de klinik açıdan tehlikelidir. Bu süreçler çözülmesi imkânsız gibi görünen bazı klinik problemlere sade açıklamalar sunar: sadomazoşizm, bağımlılıklar, tedaviye dirençli depresyon, somatizasyon bozuklukları, süreklilik gösteren travma sonrası stres bozukluğu, bulimia, anoreksiya, kronik depersonalizasyon, füg ve günümüzde dissosiyatif kimlik bozukluğu (DKB) olarak bilinen çoklu kişilik bozukluğu. DKB’de, tek, uyumlu ve bütün bir kendilik hissini sürdürememe söz konusudur; kendilik hissi düzensizdir ve DKB’li bir kişi, öznel deneyimini açıklamakta genellikle çaresiz kalır:  “Bir gün işte çok yetkin olabiliyorum, ancak en ufak bir duygusal gerilimle, dün patrona anlattığım projemin ek avantajlarını anlatmak yerine masanın altına saklanmak isteyen bir çocuk gibi hissediyorum.” Bulimik bir hasta için bu serzeniş şöyle ifade edilir: “Çok iyi gidiyordum, ama anlamadığım bir şekilde, saat 22.00’ye geldiğinde huzursuz hissetmeye başladım ve bir anda kendimi pizza siparişi verirken buldum. Karnım ağrıyacak kadar midemi doldurduğumda tekrar klozete sarılmıştım; bu, dün gece banyoda yerde uyanmadan önce hatırladığım son şey.”

    Yukarıda belirtilen tüm durumların her zaman altta yatan aktif disosiyatif süreçlere sahip olması gerekmez. Bununla birlikte, kontrolden çıkan disosiyatif süreçlerin yeterince yaygın olduğu ve terapistin bazı bireyler için hayat değiştiren bir olasılığı fark etme ihtimaline açık kalması gerektiği de doğrudur. Örneğin, borderline kişilik bozukluğu olan kişilerin yaklaşık %40’ından fazlasında bir dissosiyatif bozukluk bulunur ve DKB’li kişilerin %40’ından fazlasında borderline kişilik bozukluğu vardır (Brand ve Lanius, 2014). Borderline kişilik bozukluğundaki dissosiyatif semptomlar, dirençlilik açısından son derece önemlidir (Korzekwa, Dell ve Pain, 2009; Kleindienst ve diğerleri, 2011; Zanarini, Frankenburg, Jager-Hyman, Reich ve Fitzmaurice, 2008; Zanarini, Ruser, Frankenburg ve Hennen, 2000). Dissosiyatif ve borderline yaşam adaptasyonları arasındaki farkları ayırt etmek, psikoterapiye etkili bir yaklaşım için kritik öneme sahiptir.

    Birleştirici ve Ayrıştırıcı Süreçler Arasındaki Hassas Denge 

    Hedef odaklı bir yaklaşımla, algı geliştikçe zihinsel içerik, bilinçdışı bir şekilde önem sırasına göre ayrıştırılır. Bu süreç, hissedilen deneyimi o anın devam eden anlatısıyla ilişkilendirir ve ideal olarak entelektüel olarak dürüst ve tutarlı bir değerlendirme oluşturur. Birleştirici bir süreç, daha yüksek bir önem düzeyi belirlerken, ayrıştırıcı bir süreç bunun tersini yapar; zihnin bilinçdışı ve otomatik olarak uyumsuz gördüğünü farkındalıktan uzaklaştırır.  Ayrıştırıcı süreç, zihni aşırı yüklenmeden koruyarak dikkatin odaklanmasını kolaylaştırır; algıdan gereksiz olanı çıkarır (örneğin, gözlüğün burun üzerinde yarattığı hissi fark etmemek) ve bilinçli bir niyetle de devreye sokulabilir (örneğin, “Şimdi bunu düşünmeyeceğim, buna zamanım yok”) (Loewenstein, 1991).

    Dünya görüşümüz acı verici yeni deneyimi özümseyemediğinde ya da algılanan tehlikeyi barındıracak şekilde kendini genişletemediğinde (Horowitz, 1986), birleştirme (asosiyasyon) durabilir (“Düşünemiyorum, bu beni çok üzüyor!”) ve bu durumda disosiyasyon hakimiyet kazanabilir. Dissosiyasyon, denge bozucu algıları keser (örneğin, “Saldırı başladığında, üzerimi saran garip bir sakinlik vardı ve zihnim net bir şekilde kaldı, oysa bedenim tamamen dışarıdaydı. Kanamam olduğunu ancak her şey bittiğinde fark ettim.”). Sürekli, yoğunlaşmış dissosiyatif süreçler bir sorun yaratır (örneğin, “Hayatımda hiçbir zaman farklı hissetmedim, oysa başkalarının yaşadığı tepkiler vardı ama ben onları yaşamıyordum ve normal olduğumu düşünmüyorum.”). Dissosiyasyon, tıpkı birleştirme gibi normaldir. Ancak, aşırı dissosiyasyon, gerçekliği tutarlı bir şekilde algılama becerimizi bozar ve çalar, tıpkı aşırı birleştirmenin obsesif düşünme stillerinin özelliği olduğu gibi (Chefetz, 2015a) ve izolasyona uğramış duygular, inkar ve telafi gibi obsesif bir salgına dönüşebilir (S. Freud, 1909).

    Dissosiyatif Süreçlerin Bilinçdışı Etkinlik Üzerindeki Bazı Özel Yanlılıkları 

    Dissosiyatif süreçler çok boyutludur: psikolojik, psikofizyolojik, nörobiyolojik ve somatik. Ne kadar yoğun, sürdürülebilir ve sürekli olursa, dissosiyatif süreçler algıyı altüst eder ve acı verici deneyimi kolayca renksiz, anlamsız bir hale dönüştürür. Örneğin, bir sadist kurbanına fiziksel veya cinsel şiddet uyguladıktan sonra yaklaşımını yumuşatması büyük bir psikolojik acı yaratır: “Gerçekten acı çektiğini görebiliyorum. Gerçekten kızgın olduğunu görebiliyorum. Anlıyorum. Beni dövmek istediğini biliyorum. Sorun değil. Bunu yapabilirsin. Her şey yoluna girecek. Hadi, yap. Bunu yaparsan kendini çok daha iyi hissedeceksin. Bunu yapmak istediğini biliyorum, değil mi?” Kurbanın, vurmak istediğine dair en ufak bir farkındalık, failin istediği etkiyi yaratır. Eğer hiçbir farkındalık yoksa, istek doğru şekilde varsayılır: “Bak, ne kadar korkaksın. Kendini korumak için bile cesaretin yok. Gerçek şu ki, sana yaptığımı sevdiğini biliyorum. Sadece düşündüğümden daha zavallısın. Bunu bile söyleyemiyorsun, sadece bataklık sıvısı gibisin ve başka hiçbir şey değilsin. Eğer bir insanın gölgesi olsaydın, çoktan bana vururdun, ama sen hiçsin. Yaşama hakkın bile yok. Kendini öldürsen dünyaya bir iyilik yapmış olursun. Ben bunu yapardım ama buna değmezsin.” Bir çocuk veya yetişkin zihni, bu saldırı altında parçalanır. Var olmanın utancı baskın gelir ve kendine nefret, korku, iğrenme, aşağılama ve öfke gibi karmaşık bir karışım yerleşir; bunların hiçbiri dışa vurulamaz, çünkü fail sonra aşağılama konuşmasını “Tek yapabildiğin şey acı çekmek, tıpkı hoşlandığın gibi.” diyerek devam eder. Sonra fail, hedef kişiye bir kez daha zarar verir.

    Klinik uzmanlar genellikle anksiyeteden veya korkudan bahsederler, ancak nadiren dehşetten söz ederler. Dehşet düzeyinde bir yoğunluk veya derin bir utanç, dissosiyatif bir yanıtı tetikleyebilir. Anksiyete, düşünmenin devam etmesine izin verirken, korku veya dehşet bu olasılığı keser (Davis, Walker, Miles ve Grillon, 2010; LeDoux ve Pine, 2016). Bir zihin dehşeti kaydederken, bu hiç de az bir şey değildir. Yarım dehşet gibi bir şey yoktur. Dehşetin pençesinde olmak, etkinlik ve irade kaybı üzerine derin bir utanç, bir haksızlık çekmektir. Öfke, böyle bir saldırı altında hayat bulabilir ama sonra utançla küçümsenir ve ona bağlanır (Lewis, 1987). Öfkeyi ifade etme korkusu genellikle ortaya çıkar. Dissosiyatif sürecin devre kesici mekanizması, duygusal uyuşukluğu, bedenden dışa doğru bir deneyimi (depersonalizasyon), görülebilenin üzerinde bir örtü olduğunu hissetmeyi (derealizasyon), kısmi veya tam amneziyi, kimlik karmaşasını (adını unutmak) ve kimlik değişimini (örneğin, “O yerde tecavüze uğrayan zavallı çocuk kim? Ben buradayım tavanda, güvendeyim. Ben Richard’ım, aşağıdaki çocuk ben değilim.”) güvence altına alır. Disosiyatif süreçler ayrıca inkâr, etkileşimin izolasyonu ve reddetme gibi şeyleri de içerir. Evet, savunma mekanizmalarının standartları (Freud, 1936), altında bir dissosiyatif motoru taşır. İnkar durumunda, bir durumun gerçekleri, olayın sahte hikayesiyle bağlantısız tutulur, oysa reddetme bir davranışın gerçeğinden ayrılmasını sağlar.

    Derin bir kişisel travma ve dissosiyasyon sonrasında, kendini ortaya koyma ve ilişki kurma korkuludur. Öfke ne mümkün ne de katlanılabilir bir hale gelir. Aşağılanma tahammül edilemez. Yüzleşme ve tartışmaya girmek ihtimal dışıdır. George ve Martha’yı “Kim Korkar Hain Kurttan?” (Who’s Afraid of Virginia Woolf) (Albee, 1990) oyununda, ya da ”Kılpayı” (A Delicate Balance)” (Albee, 1966) oyunundaki aile sahnesini, ya da belki de “Kızgın Damdaki Kedi” (Cat on a Hot Tin Roof) (Williams, 2014) oyununu örnek alabilirsiniz. Bu aile sahnelerinin toksikliği, yetişkinlerin cehennemi olarak iyi bilinmektedir. Ama ya 3 yaşındaysanız ve her şeyin ortasındaysanız? Yoğun bir şekilde aktive olmuş dissosiyatif bir süreç başlangıçta merhametli olabilir, ancak kalıcı hale geldiğinde şeytanın pazarlığına dönüşür.

    Zihnin Çoklu Benlik Durumu Modelinin Ekonomikliği

    Etkinleşmiş bir dissosiyatif süreç, bebeklik, çocukluk, geç çocukluk, ergenlik ve erken yetişkinlik yıllarının bütünleşmemiş kalıntılarına yol açar ve bu kalıntılar, anlam veya ilişki olmaksızın, doğallıkla izole kendilik durumları olarak yoğunlaşarak dağınık ve yönsüz bir düzen oluşturur (Main ve Morgan, 1996). Bir klinisyenin zihnindeki, hastanın zihniyle örtüşen bir zihin modeli, hasta için moral verici olup anlaşılma hissine katkıda bulunur. Bir kişi, Cambridge Depersonalizasyon Ölçeği’ni uyguladığım bir danışmanlık sonrası bana şöyle yazmıştı: “Yaptırdığınız test, bana verilen ilk testti ki gerçekten bana hitap etti, hissettiğimi en yakın şekilde dile getirdi; son zamanlarda kendimi daha parçalanmış ve dağılmış hissediyorum ve bu gerçekten hiç eğlenceli değil.” Bu “klinisyenin beni anlaması” hissi, altın değerinde. Zorluk, hem insanların nasıl olduğunu uyumlu şekilde yansıtan hem de bilimsel olarak sağlam bir şekilde temellendirilmiş modele sahip olmaktır. Şanslıyız ki klinik bilim, nihayet insanlığımızla uyum sağlamaya başlamıştır.

    Anne-bebek etkileşiminin sofistike analizleri, anlaşılma hissinin temelinde muhtemelen sözsüz deneyime olan mikro uyumları göstermektedir (Beebe et al., 2016). Bebeklik dönemi zihinsel durumları, yetişkinliğe kadar örüntülü davranışlar olarak devam eder (Hesse, 1999; George, Kaplan ve Main, 1996; Lyons-Ruth, 2003; Main ve Goldwyn, 1985; Ogawa, Sroufe, Weinfield, Carlson ve Egelend, 1997; Van IJzendoorn, 1995). Bowlby’nin deaktivasyon, ayrılmış alt sistemler ve savunmacı dışlama (tüm dissosiyatif süreçler)  orijinal tanımlamaları kendilik ve dünya hakkındaki kalıcı içsel çalışma modellerinin bir parçasıdır (kendilik durumu oluşumu) ve ilişki kurma, tekrarlayan ve kalıcı davranışsal durumlarla ilgili bağlanma örüntüleri olarak açığa çıkar (Bowlby, 1980; Bretherton, 1992).

    Bowlby, Anna Freud ve Dorothy Burlingham’ın Hampstead kliniğindeki gözlemlerini not etmiştir: “Çocuklar, sürekli olarak huysuz ve zaman zaman onlara acımasız davranan annelere bile tutunur. Küçük çocuğun annesine olan bağlanması, büyük ölçüde annenin kişisel özelliklerinden bağımsız gibi görünmektedir” (Burlingham ve Freud, 1942, s. 47, Bowlby, 1958, s. 353). Bowlby ayrıca, “Bağlanmanın, alınanla ne kadar bağımsız olduğu çok açık bir şekilde bu kayıtlarda görülmektedir” demiştir. Çocuğun annesiyle sosyal bir bağı vardır, bir şekilde annesiyle “bir arada olma” hali vardır. Bu olma halleri, farklı ilişki konstelasyonları için “farklı olma” biçimleri olan ve bunların “ben olmak” şeklinde pekiştiği yetişkin dissosiyatif hastalarımda gözlemlediğim şeylerdir. Zihnin dokusu ilişkiseldir. Zihnin çoklu kendilik durumu modeli bu bakış açılarını içermektedir.

    Putnam’ın zihnin ayrık davranışsal durumlar modeli (Putnam, 1997), büyük ölçüde Peter Wolff’un (1987) gözlemsel çalışmalarına dayanmaktadır ve daha sonra bu modeli, “bebek gözlemcileri”nin bebekler ve uyku düzenleri üzerindeki çalışmalarından elde edilen “durum alanları” (state space) kavramını kullanarak geliştirmiştir (Putnam, 2016). Kendilik örgütlenmesi, birimsel kendilik yanılsaması yaratmak için birden fazla varlık durumunun bir araya gelmesini sağlayan doğal bir biçimde gerçekleşir (Stechler ve Kaplan, 1980). Bunlar, bir zihnin varlığını hissetmenin temellerini atan zihin durumlarıdır (Siegel, 1999).

    Wolff’un bebeklerin şu ya da bu durumda işgal ettiği davranış adalarına ilişkin dikkatli tanımlamaları, uyum sağlayan annenin bebeğinin bir şeye ihtiyaç duymak üzere olduğunu bilmesi gibi adalar arasında köprüler kuran sağlıklı ebeveyn kavramıyla kolayca bağdaşabilir. Sağlıklı ebeveynler, çocuklarının ihtiyaçlarını bunu nasıl bildiklerini söyleyemeden önce bile hissedebilirler. Bowlby, başkalarının ihtiyaçlarına duyarlı olmayı öğrenmeyen ebeveynlerin (köprü kurma becerilerinden yoksun olan veya kendi denge durumlarını tehdit edebilecek köprüler kurmaya karşı çıkan ebeveynlerin) çocuğun zihni üzerinde güçlü bir biçimlendirici etkisi olduğunu fark etmiştir. Bu durum, psikodinamiklerin doğrudan bir darbe almasıyla ve kendilik ve öteki algısının süreksizlik yönünde kalıcı bir şekilde ayrık kendilik durumlarına yönelmesiyle sonuçlanır.

    Putnam’ın, kalp atış hızı, solunum hızı ve fiziksel hareket gibi şeyleri üç boyutta haritalayarak türettiği durum alanı kavramı, davranışsal örüntülerin bilgisayar tarafından çizilmesine olanak tanıdı. Bu örüntüler, aktif uyanıklık durumundan açlık, doygunluk, uykululuk, inaktif uyanıklık gibi durumlara geçişleri içeren ve bir dereceye kadar tahmin edilebilir bir dizi durum değişikliği olarak tekrar ediyordu. Dikkate değer olan, bazı durum alanı geçişlerinin tek yönlü olmasıydı; örneğin, doygunluktan uykulu hale geçiş olurken, uykululuktan doygunluğa geçiş olmuyordu. Yetişkinlerde durum alanı geçişlerini takip etmek daha zordur, ancak yüksek derecede dissosiyatif bireylerde bu geçişler daha belirgindir, çünkü bir duruş değişikliği, kişinin bilgi birikiminde bir değişiklik, kısaltılmış bir yaşam öyküsü, daralmış bir duygu yelpazesi, zamanın bozulması (durumla ilişkili flashback niteliğinde yanlış yıl, yer ve durum atamaları) veya kötüye kullanım beklentisine bağlı olarak yükselmiş adrenalin gibi belirtiler olabilir. Bilgili klinisyenler, bir hastanın solunum hızı ve derinliği, fiziksel gerilim dereceleri, hızlı kalp atışının izleri (örneğin, boyun damarlarındaki pulsasyonlar), parmak ve ayakla ritim tutmak veya bacak hareketleri gibi affektif bozuklukların belirtilerini öğrenirler; bu bozukluklar, hasta tarafından bilinçli olmayabilir ve gelecekteki davranışı öngören bir durum alanı değişikliğiyle ilişkili olabilir. Bu geçişler, öngörülemez veya güvenilmez davranışlar olarak gözlemlenir ve değişken bir dünya görüşü oluşturur; deneyimin süreksizliği, böyle bir kişinin yaşamını ve klinik sunumunu anlamanın şifresi gibidir (Chefetz, 2015b). Sanki iki farklı kişi, farklı hassasiyetlere sahip, aynı anda konuşuyormuş gibi görünürken bir kişiymiş gibi davranıyordur. Bu durum kafa karıştırıcı olabilir.

    Örneğin, büyük bir şirkette son derece sofistike bir üst düzey yönetici, erken çocukluğunda, tekrarlanan şiddetli tecavüzden kaçmak için bir dolaba saklanmıştı. Şirketinin ergonomik planlamasında yapılan bir değişiklik ve yeni bir genel merkez binasına taşınması, iş yerindeki alışılmış sakinliğini tamamen alt üst etti. Tanıdık ofisinden mahrum ve yeni açık ofis cam duvarlarıyla kendisini bilinçdışı olarak saklayıp duygusal olarak toparlayamayınca, işine gitmekten beklenmedik şekilde korkmaya başladı. Bu değişikliği bana bildirmeden önce, bir süre işe gitmemişti. Onun deneyiminin detaylarını anlatmasını istemem, (sadece 10 saniye kadar bir çaba harcayarak) bu 50 yaşındaki, iş kıyafetiyle ancak yüzünde korku olan kadının, ofisimdeki sandalyeye otururken dizlerini çenesinin altına almasına yol açtı. Görünüşte kendisini mobilyanın köşesine sıkıştırmaya çalışarak, sanki boğuk ama aynı zamanda aramızdaki havayı delip geçen bir ağlama sesi çıkarmaya başladı, bu ses kulağa dayanılmaz geliyordu. Flashback kalitesinde deneyimin eşlik ettiği daha organize bir kendilik durumu olarak ortaya çıkan geçmişin çocuksu durum alanıyla karşı karşıya kalmıştım. Ne yazık ki, bu durum, karmaşık travma sonrası stres bozukluğu ve dissosiyatif bozuklukların psikoterapisinde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bu bir regresyon değil; faaliyette olan dissosiyatif süreçtir.

    Zihinsel durumların ve “bizim nasıl olduğumuzun” psikolojisine yönelik bir diğer teorik yaklaşım, zihinselleştirme teorisidir (Bateman ve Fonagy, 2006; Fonagy, Gergely, Jurist ve Target, 2003; Fonagy ve Target, 2007; Gergely, Nádasdy, Csibra, & Biro, 1995; Gergely ve Watson, 1996), bu yaklaşım, zihinsel durumların önemine odaklanırken, istemeden çoklu kendilik durumu modeline de destek olur. Bilişsel-duygusal-kişilerarası şemalar (Luyten, Blatt ve Fonagy, 2013), zihinselleşme teorisinin erken dönemine bir uzantıdır ve çoklu kendilik psikolojisinin bazı temel meselelerini vurgular (Chefetz ve Bromberg, 2004). Reflektif fonksiyon ve zihin teorisi kazanımı, psikolojik denkliğin, taklit etme ve teleolojik düşünme modlarını ustaca öğrenme yoluyla gelişen bir gelişimsel süreçten ortaya çıkar. Bu, önceki işlerdeki amaçsallık ve nedensellik (Dennett, 1971) düşünme modlarıyla ilgili çalışmalara dayanmaktadır. Yabancı kendilik kavramı (Fonagy ve diğ., 2003), çoklu kendilik durumu modeliyle aynı doğrultuda olmasına rağmen böyle belirtilmemiştir. Reflektif fonksiyon kapasitesinin kazanılması, başkalarının zihinsel durumlarını hayal etme becerisi, psikoterapide olumlu sonuçları öngörür (Cologon, Schweitzer, King ve Nolte, 2017). Kişinin kendi zihnindeki izole zihinsel durumları önce hayal etme, sonra da onlara uyumlanabilme becerisi, deneyimime göre DKB psikoterapisinde de olumlu sonuçları öngörür.

    Bütünsel Bilincin Yaratılmasını Sağlayan Bazı Düzenleyici Görevler 

    Kendilik durumlarının psikodinamiği genellikle iki bilinçdışı görevin etrafında organize olur: anlatı düzenlemesi ve duygu düzenlemesi. Dissosiyatif süreçler, günlük tutarlı düşünmeyi sürdürmek için basit bir budama işleminden öteye geçtiğinde, bir dünya görüşünün sahte bir şekilde asimilasyonunu veya uyumunu başarmak amacıyla hafızaları (amnezi) ortadan kaldırarak ya da olayların gerçeklerini (genellikle inkar ve reddetme) çarpıtarak anlatıyı bilince kabul edilebilir bir hale getirir (örneğin, “Normal bir çocukluk ve tipik bir aile hayatım vardı”) ve/veya birinin duygu bilme kapasitesini azaltır (örneğin, “Bu benim için hiçbir şey ifade etmiyor, ne olduğu ya da kimlerin dahil olduğu konusunda hiçbir şey hissetmiyorum, sadece var”). Bu, kompleks travma sonrası stres bozukluğu (Herman, 1992) veya borderline kişilik bozukluğu (Zanarini ve diğ., 2008) için tipiktir. Saptırma, yanlış yapma ve ciddi şekilde yanıltıcı ifadeler ya da eylemler, eğitimsiz terapisti sersemletir ve kafa karıştırır. Çocukluktaki aktif veya pasif ihmal, açık veya gelişimsel travma, tekrarlayan çocukluk tıbbi ya da cerrahi hastalıklar, zorbalık (Teicher, Samson, Sheu, Polcari ve McGreenery, 2010), ebeveyn alkolik öfkeleri, duygusal şiddet içeren evlilik çatışmaları, travmatik narsisizm (Shaw, 2013) ve dissosiyatif olarak tutulan ebeveyn travması (Yehuda ve diğ., 2014) bu dissosiyatif adaptasyon kümelerini çocuklukta oluşturur. Psikodinamikler, deneyimlerin, davranışların ve motivasyonların ardındaki anlamları bilinçten saklayan dissosiyatif süreçler tarafından derinden etkilenir. Duygu düzenlemesi sıklıkla depersonalize olmuş uyuşma, obsesyonel izolasyon, sekonder aleksitimi ve dayanılmaz olanın ifadesini talep ederken şiddetli başarısızlıklarla zayıflar.

    Dissosiyatif Süreçlerin Psikodinamik Üzerindeki Derin Etkisi

    35 yaşında DKB’li bir erkek, 10 yıl boyunca haftada iki kez psikoterapi almakta olan bir hastaydı. Eşiyle arasında giderek artan bir gerilim vardı ve eşine derin bir aşk duyarken, aynı zamanda ona dokunulmasını istemediği ve erkek bedenlerine karşı sık sık ama tamamen aralıklı bir şekilde hayranlık duyduğu bir farkındalık yaşamaktaydı. Psikoterapisi ilerledikçe, yaklaşık 4 yaşına yönelik bir kendilik durumu fark etti ve içsel geçişsel bir alanda (Chefetz, 2015a) yer aldı. Bu durumda, bir şişme botun üzerinde olmakla ilgili öznel deneyim yaşadığı bir alanda bulunuyordu. Dokunulmak, botta  olmanın duygusal izolasyonu ve düşlem halini kesiyor ve onu duygusal aşırı yüklenme riskiyle karşı karşıya bırakıyordu. Erkek bedenlerine duyduğu hayranlık, ergenlik yıllarında yaşadığı bir deneyimle başlamıştı ve bu durum, onun ve başkalarının onu homoseksüel olup olmadığı konusunda merak etmelerine neden olmuştu. Daha önce farkında olmadığı derin depersonalizasyonu ve bedeniyle hayatta olduğunu hissetmeme durumu, bir erkek olmanın ve bedeni olan bir erkek olmanın ne hissettirdiğini bilme isteğiyle sonuçlanmıştı. Bu dinamiklerin farkındalığı ve hastanın izole olmuş kendilik durumlarıyla yapılan derin bir tartışma (Kluft, 2006) sonucunda, eşinden fiziksel mesafeyi koruma ihtiyacı ortadan kalkmış ve cinsel ilişkileri yeniden canlanmıştı. Erkek bedenleriyle ilgili takıntılar, depersonalizasyonunun büyük ölçüde azalmasıyla birlikte çözülmüştü. Dissosiyatif süreçleri anlamadan bilgisiz bir klinisyen bu sorunları çözülmez bulabilir ya da hastanın erkeklerle olmaya kadınlarla olmaktan daha fazla ilgi duyduğunu varsayabilirdi. Dissosiyatif süreçler psikodinamiği bozar ve gelişimsel ya da açık travmatik deneyimlerin ardından insanlığımızı anlamamız için hayati öneme sahiptir.

    Sonuç 

    İnsan olmayı incelemede, genellikle aşırı uçların ortadakiler hakkında çok şey öğrettiği doğrudur. Dissosiyatif süreçler normaldir. Ancak, bu süreçler daha yüksek bir aktivasyon seviyesine zorlandığında ve yararlılıkları çoktan sona erdikten sonra devam ettiklerinde, öznel deneyimi ve psikodinamiği bozarlar. Çok çaba harcandığı halde iyileşmeyen vakalarla ilgilenen bir klinisyen, dissosiyatif deneyimi ve bu süreçlerin psikodinamikleri nasıl yönlendirdiğini iyi bir şekilde gözden geçirmelidir. Eğer bu yeni bilgi ve merak şu anda belirli bir kişiye yardımcı olmuyorsa, başka bir insanda gelişimle ödüllendirilmesi muhtemelen çok uzun sürmeyecektir.

  • Göçmenler ve Mültecilerle Psikodinamik Psikoterapide Çalışmak (19. Bölüm)

    Pratyusha Tummala-Narra

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 19. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    2015 yılında, Filistinli mülteciler hariç yaklaşık 244 milyon uluslararası göçmen ve 16 milyon mülteci olduğu tahmin edilmekteydi (Migration Policy Institute, 2017; Pew Research Center, 2017). Ruh sağlığı profesyonelleri giderek artan bir şekilde göçmenler ve mültecilerin özgün ihtiyaçlarını ele almaya çağrılıyordu. Psikanalizde, intrapsişik ve kişilerarası deneyimlerin sosyokültürel boyutları uzun bir süre ihmal edilmiş olmasına rağmen, çağdaş araştırmacılar, göçmenler ve mültecilerin çeşitli deneyimlerini ve kültür, dil, ırk, cinsiyet, etnik köken, sosyal sınıf ve kesişimselliğin psikoterapi sürecindeki rolünü incelemenin önemini fark etmektedirler (Ainslie, Tummala-Narra, Harlem, Barbanel ve Ruth, 2013). Göç ve sürgün bağlamında psikanaliz konusu geniş bir kapsam taşısa da bu bölüm, kültürel açıdan bilinçli psikanalitik pratiğe yönelik kritik olan bazı ortak örüntüleri ve deneyimleri sunmayı amaçlamaktadır. Bu bölüm, göç öncesi ve sonrası bağlamlar, kültürel olarak uyum/entegrasyon sağlama ve bu süreçle ilgili stresler ile travmayı ele almaktadır. Bu faktörlerin, ayrılık ve kaybın ele alınması ile terapötik ilişkinin dinamikleri üzerindeki etkileri tartışılmaktadır.

    Göç Bağlamı

    Göçün bireyler ve topluluklar üzerindeki etkisinin psikanalitik anlayışları, göçmenler ve mültecilerin belirgin göç öncesi ve sonrası bağlamlarını dikkate alır. Özellikle, mülteciler savaş; siyasi, dini ya da etnik zulüm; ve/veya çevresel afetler nedeniyle evlerinden zorla ayrıldıkları için göç ederler. Pek çok mülteci, nihai yerleşim yerlerine ulaşmadan önce birden fazla kez yerinden edilmiş ve yeniden yerleştirilmiştir (APA, 2012). Bu kişiler, ciddi fiziksel, cinsel ve duygusal travma ve zaman zaman işkence riski altındadırlar ve varacakları ülkelerine gelmeden önce çeşitli mülteci kamplarında yaşamış olabilirler (APA, 2010; Robjant, Hassan ve Katona, 2009). Mültecilerin aksine, özellikle yetişkin olan göçmenler, genellikle doğdukları ülkelerden ayrılma konusunda bir tercihe sahiptirler. Yeni bir ülkeye göç etme nedenleri yoksulluktan ve siyasi ya da sosyal huzursuzluktan kaçma, eğitim ve istihdam olanakları arama ve aile üyeleriyle yeniden bir araya gelme gibi çeşitlilik gösterebilir (APA, 2012). Göçmenlerin göç öncesi bağlamı da, mültecilerde olduğu gibi, kişilerarası, sosyal ve politik travma deneyimlerini içerebilir ve bu deneyimler göç etme kararını tetikleyen bir faktör haline gelebilir (Ainslie ve diğerleri, 2013).

    Göç sürecine dair psikanalitik bakış açıları, karmaşık duygusal durumları içeren tüm intrapsişik, kişilerarası ve sosyal deneyim yelpazesini vurgular. Birçok göçmen ve mülteci, ayrılık kaygısı, belirsizlik kaygısıve depresif kaygı gibi çeşitli kaygı türleri deneyimlemektedir (Akhtar, 2011; Grinberg ve Grinberg, 1989). Akhtar (2011), çevresel değişikliklerin ve tanıdık nesnelerin kaybının bireyin egosu üzerindeki olumsuz etkilerini ayrıntılı bir şekilde tanımlamış; bireyin, yeni ve tanıdık olmayan bir fiziksel ve kültürel ortamla karşılaştığında, başlangıçtaki heyecan duygusunun yerini yön kaybı ve pişmanlık duygularının alabileceğini ve kaygı, üzüntü, kafa karışıklığı ve yas duygularının umut ve iyimserlik hisleriyle bir arada bulunabileceğini belirtmiştir. Dahası, bu bireyler ve topluluklar arasında psikolojik sıkıntı deneyimleri, bireysel ve kolektif dayanıklılıkla birlikte var olur ve zaman ve bağlama bağlı olarak değişim gösterebilir (APA, 2012).

    Göç sonrası bağlam, yalnızca göçmenin veya mültecinin yeni ve tanıdık olmayan bir çevreye dair deneyimleriyle değil, aynı zamanda barınma, gıda, sağlık hizmetleri ve eğitim gibi temel ihtiyaçları karşılama durumu ve diğer insanların göçmenler ve mültecilere yönelik algılarıyla da şekillenen ikilemler sunar. Göçmenlerin ve mültecilerin yeni ülkelerindeki kabulleri de bu bağlamın bir parçasıdır. Egemen toplumlarda göçmenlere yönelik olumsuz tutumlar, özellikle ırksal ve dini azınlıklara mensup göçmenler için artan bir kaygıya neden olur ve onların yeni kültürel bağlama uyum sağlama çabalarını zedeler.

    Uyum Süreci (Acculturation)

    Uyum sağlamanın “doğru” ya da “en iyi” bir yolu olmamakla birlikte, bu sürecin belirli yönlerinin göçmenler ve mülteciler için riskler oluşturabileceği belirtilmelidir. Araştırmalar, özellikle ABD’deki baskın kültüre uyum sağlamanın yüksek riskli davranışlarla ilişkilendirilebileceğini göstermektedir (APA, 2012). ABD’deki ırki kökeni farklı olan azınlık göçmenleri üzerine yapılan çalışmaların çoğu, göçmenlerin ABD doğumlu çocuklarının, sağlık, zihinsel sağlık ve eğitim sonuçları açısından, yurt dışında doğmuş akranlarına göre daha kötü durumda olduğunu göstermektedir. Bu durum, göçmen paradoksu olarak adlandırılmıştır (Alegria et al., 2008; García-Coll ve Marks, 2012). Bu bulgular, birinci nesil (ABD’ye yetişkin olarak gelenler) ve ikinci nesil (ABD’de doğup büyüyenler) göçmenlerin uyum süreçlerini ve beraberinde gelen stresi nasıl deneyimledikleri konusunda sorular ortaya koymaktadır. Psikanalitik alandaki araştırmacılar, göç ve kültürel uyum stresi ile ilgili olarak kaygı, depresyon ve kafa karışıklığından oluşan etkileri geniş bir şekilde ele almışlardır. (Akhtar, 2011). Aşağıdaki bölümlerde, uyum sürecinin iki özel yönüne, aile yaşamına ve toplumsal konuma odaklanılacaktır.

    Aile Yaşamı

    Göçmen aileler, aile yapısı ve farklı aile üyelerinin rollerinin bazen dramatik bir şekilde değişebileceği için yeni zorluklarla sıkça karşılaşırlar. Bazı ailelerde cinsiyet rolleri, ebeveynlerin, çocukların ve büyükanne ve büyükbaba gibi geniş aile üyelerinin günlük yaşamlarını etkileyen biçimlerde dönüşebilir. Genellikle, göçmen ebeveynler, çocuklarının ABD kültürel bağlamında yön bulmalarına yardımcı olmak ve  gözlemlemek ile kendi kültürel, dini ve dil miraslarını koruma arasında mücadele ederler. Göçmen ebeveynler, yeni ülkede ebeveynlik yaparken genellikle benzer etnik kökene sahip diğer göçmenlere güvenme eğilimindedirler, çünkü dil, kültür, yemek ve din gibi ortaklıklar güven duygusu ve “duygusal yenilenme/destek” sağlar. (Akhtar, 2011). Birçok göçmen ve mülteci, kültürü sürdürmek ve eski ülkelerinden ayrı kaldıkları insanlarla bağlantıyı korumak için kültürel mirası aktarma isteği taşır. Bu, bir hastanın oğlunun ABD’ye uyum sağlaması konusundaki endişesini anlatmasında açıkça görülmektedir: “Ona nereden geldiğimizi hatırlatmaya devam etmezsem tamamen unutabilir, fazla Amerikanlaşabilir. O zaman biz nasıl yaşayacağız? Neden buraya geldik?”

    Ebeveynlerin göçle ilgili bilinçli ve bilinçdışı duygusal deneyimleri, baskıya maruz kalmaları, kültürel bağları ve göç ile ayrılığa eşlik eden arzuları ve korkuları, kuşaklararası olarak aktarılır ve çocuklar tarafından içselleştirilir (Eisold, 2012; Saketopoulou, 2015; White, 2015). Önemle belirtmek gerekir ki, kültürel perspektifler hem ebeveynler hem de çocuklar için yaşam boyunca dönüşüm geçirir ve eski içsel (intrapsişik) ve kişilerarası çatışmaları yeniden gündeme getirirken yenilerini ortaya çıkarır. Göçmen ve mülteci çocukları, ebeveynlerinin yeni ülkeye ulaşmak için karşılaştıkları engelleri aşmadaki direncini ve/veya tanıdık olmayan bir bağlamla başa çıkma yetilerini fark ederken, ebeveynlerinin hayalleri ve beklentileriyle mücadele ederler. Bir yandan, ikinci kuşak, ebeveynlerinin erişemediği şeyleri elde etmeye yönelir; diğer yandan, ebeveynlerinin kısıtlamalarının ötesinde, baskın kültürde yer almak isterler. Ebeveynlerin ve çocukların farklı uyum süreçleri kuşaklar arası çatışmalara yol açabilir ve bu durum aile yaşamı ve bireylerin ruh sağlığını etkileyen bir stres kaynağı olabilir (Sherry ve Ornstein, 2014). Ne yazık ki, bu tür çatışmalar ve uyum sürecinin dışsal talepleri (örneğin, iş yerine veya okula uyum sağlama, ırkçılığa maruz kalma deneyimi) genellikle ev içinde konuşulmaz ve ev dışında kalan kişiler tarafından fark edilmez.

    Toplumsal Konum (Social Location)

    Göçmenler ve mülteciler, toplumsal konumlarında önemli değişiklikler yaşarlar. Cinsiyet, ırk, etnik köken, din, dil, sosyal sınıf, fiziksel engellilik ve göçmenlik statüsü gibi kimlik unsurları, kabul edildikleri ülkede farklı psikolojik anlamlar ve toplumsal sonuçlar taşır. Bireyin miras kültürüne dayalı toplumsal kimliği, yeni kültürel bağlama taşınır; ancak bu süreçte toplumsal konuma dair yeni normlar oluşur (Ainslie, 2011). Örneğin, şiddetten kaçıp ülkesinden göç eden bir genç, ten renginden dolayı ABD’de Afrikalı Amerikalı olarak tanımlanabilir. Ancak bu etiket onun için yabancı olup, kültürel kimliğini yansıtmaz. Bu tür durumlarda toplumsal konumun çeşitli yönleri birey üzerinde intrapsişik, kişilerarası ve toplumsal sonuçlar doğurur.

    Toplumsal konumun etkileri,toplumsal aynalama (social mirroring) (Suarez-Orozco, 2000) kavramıyla değerlendirilebilir. Bu kavram, Winnicott’un (1971) aynalama konseptini genişleterek, göçmenlerin evleri dışındaki ortamda, özellikle baskın kültürde aldıkları mesajları tanımlamak için kullanılır. Göçmenler ve mülteciler, göç sonrası bağlamda etnik, dilsel ve dini miraslarının kabul gördüğünü deneyimlediklerinde, uyum ve kimlik gelişimi açısından daha geniş bir seçenek yelpazesine erişebilirler. Ancak, toplumsal konumlarına (örneğin, ırk, kültür, cinsiyet, din, sosyal sınıf, engellilik, ulusal köken, göçmenlik statüsü) dair olumsuz mesajlar bu seçenekleri kısıtlar ve baskın kültüre karşı izolasyon, görünmezlik ve kızgınlık gibi savunma mekanizmalarını tetikler. Bazı durumlarda, bireyin köken ülkesindeki toplumsal/sosyal konum algıları ve anlamları, göç edilen ülkedekilerle çelişebilir. Örneğin, 43 yaşındaki Bangladeşli bir göçmen olan hastam Shruti, Bangladeş’te kast sistemi nedeniyle marjinalleşmiş hissettiğini ve ABD’de de düşük gelir ve ırkı yüzünden dışlandığını ifade etti. Şöyle dedi: “Bangladeş’te kast yüzünden çok sorun var; insanlar sana tepeden bakıyor, tıpkı eşimin ailesinin yaptığı gibi. Onlar daha yüksek bir kasttan geliyorlar ve evliliğe tamamen karşılardı. Burada da çok çalışıyoruz ama eğer zengin değilsen ve bizim gibi esmer tenliysen insanlar yine sana tepeden bakıyor. Nerede olursan ol kazanamıyorsun.” Shruti’nin deneyimleri, göç öncesi ve sonrası bağlamlarda olumsuz aynalamayı gösteriyor. Ayrıca bu deneyimlerin kendilik algısını nasıl şekillendirdiğini şu şekilde paylaştı: “Bunu kafama takmamaya çalışıyorum ama bazen kötü hissettiriyor, sanki nereye gidersem gideyim yeterince iyi değilim.”

    Çift Kültürlü ve Çift Dilli Kimlik

    Göçmenler ve mülteciler arasında kimlik gelişimi, köken ülkesi ile yerleşilen, göç edilen ülke arasındaki fiziksel ve psikolojik mesafenin müzakeresini içerir (Akhtar, 2011). Bu müzakere, çeşitli savunma mekanizmalarının kullanımını içerir: bölme (köken ülkesini ve/veya kabul edilen ülkeyi idealize etme veya değersizleştirme), geri çekilme (sadece kendi kültürel grubu ile ilişki kurma) ve karşı fobik asimilasyon (“-mış gibi” bir kimlik geliştirerek hızlıca ev sahibi kültürle özdeşleşme) (Akhtar, 2011; Lijtmaer, 2001). Bu savunmalar, göçmen ve mültecilerin psikolojik ev algısının merkezindedir ve bu algı yaşam boyunca değişebilir (Tummala-Narra, 2009).

    Bazı psikolojik teoriler, kültürel kimlik ve uyum süreçlerini doğrusal bir gelişim süreci olarak ele alırken, psikanalitik teorisyenler, kültürel kimliği dinamik ve akışkan bir süreç olarak görürler (Tummala-Narra, 2016; Yi, 2014). Göçmenler ve mülteciler için kültürel kimlik; aile, kültürel gruplar, dil ve fiziksel çevre (ör. köken ülkesi, baskın toplum) ile psikolojik bağların; içsel ve kişilerarası çatışmaların; bilinçdışı arzular ve korkuların; ve çelişkili kültürel, dilsel ve fiziksel alanlar ile inanç sistemlerini yönetmek için benimsenen savunma mekanizmalarının bir birleşimidir. Kültürel kimlik, yaşam boyu bireyin ruhunu ve kişilerarası ilişkilerini dönüştürücü yollarla şekillendiren dinamik bir süreç olarak da kabul edilir. Kültürel inançlar ve uygulamalar bağlama ve zamana göre değişerek bireyin kendilik ve öteki algısını yeniden şekillendirir.

    Ayrıca, yeni bir kültürel ortama uyum sağlama ve bu ortamda yaşama sürecinde dilin anlamları ve kullanımı da zamanla değişebilir. Hastam Monica, ergenlik döneminde önce İspanya’dan İskoçya’ya, ardından ise Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş  ve İngilizce konuşulan ülkelerdeki yaşamına uyum sağlamanın bir yolu olarak giderek ana dilinden “vazgeçmişti”. Monica, İngilizceye daha akıcı bir şekilde hakim oldukça, ebeveynleriyle İspanyolca konuşmayı daha az tercih etmiş ve bu durum ebeveynlerini hayal kırıklığına uğratmıştır. Yetişkin olduğunda, hem İngilizce hem İspanyolca konuşan bir partner ilişkisi olana kadar ailesi ve arkadaşlarıyla yalnızca İngilizce iletişim kurmaya karar vermiştir. Monica, bu ilişkide yalnızca İspanyolca konuşmakla değil, aynı zamanda İspanyolca işlenmiş ve daha sonra İngilizce konuşma becerilerini geliştirme çabası sırasında bilincinden bastırılmış olan çocukluk anıları ve duygusal deneyimlerle de bağlantı kurabildiğini fark etti.

    Göçmenler ve mülteciler arasında iki dillilik ve çok dilliliğin intrapsişik ve kişilerarası yönleri, bireylerin, ailelerin ve toplulukların anadilin kimlik oluşumu ve ilişkisel yaşamdaki rolünü nasıl tanımladıklarına dair önemli etkiler taşır. (Ainslie ve ark., 2013; Akhtar, 2011). Bireyin ana dili ve/veya kabul edilen dille olan bağlantısı, hem etnik topluluk içinde hem de baskın toplumda bir aidiyet ya da özgünlük duygusunu gösterebilir. Kültür dile yerleştiği için, kültürel inançların, tutumların ve deneyimlerin ifadesi, herhangi bir belirli dilin kullanımıyla bağlantılıdır. Çift dilli ve çok dilli bireyler, anıları ve duyguları her ayrı dilde benzersiz şekillerde deneyimleyebilir ve bu durum, yaşam deneyimlerinin terapi içinde ve dışında nasıl ifade edildiği üzerinde etkiler yaratabilir (Ainslie ve ark., 2013; APA, 2012; Foster, 1996).

    Kesişimsellik Deneyimi

    Psikanalitik araştırmacılar, kiişilik gelişiminde kesişimselliğin rolü hakkında giderek daha fazla yazmaktadır. (Crenshaw, 1989; Ruth, 2012; Suchet, 2004). Kesişimsellik terimi, bir bireyin kendilik duygusunun birden fazla kültürel ve grup kimliğiyle nasıl şekillendiğini ifade eder (Mahalingam, Balan ve Haritatos, 2008). Kesişimsellik temelli kültürel bir alanın yaratılması, kişinin köken ülkesinde mümkün olmayabilecek şekillerde yaratıcılığı ve özgürlüğü harekete geçirebilir. Aynı zamanda, kesişimsel kimliğin gelişimi, kimliğin her bir boyutunda bilinçli ve bilinçdışı çatışmaları içerir (Ruth, 2012). Bu süreçte birey, başkalarının kendi kültürel grubuna dair algıları da dahil olmak üzere, önemli ilişkilerin bazı yönlerini içselleştirir. Bu çatışmalar, farklı zamanlarda hem uyum sağlayıcı hem de zarar verici olabilecek şekillerde ele alınır (Tummala-Narra, 2016).

    Lobban (2016), göçmenlere, kabul edilen kültürel bağlamda farklılıklarına yönelik verilen tepkilerin, göçmenlerin “çifte bilinç” (Du Bois, 1994) duygusunu ve aradaki boşluklarda durma (Bromberg, 2006) vekendi çoklu kimliklerini özgürce deneyimleme ve ifade etmebecerilerini şekillendirdiğini belirtmiştir. Kimliğin bazı yönleri daha geniş baskın kültürde görünmez olduğunda veya değersizleştirildiğinde bu yönler ayrışabilir ve zamanla bağlamsal süreklilik kaybına yol açabilir (Boulanger, 2015; Ipp, 2010). Ayrıca, birçok göçmen ve mülteci, miras kültürlerinin ve benimsenen kültürün, başkaları tarafından tanınmayan yönleriyle özdeşleştiğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu durum, ABD’de yerel doğmuş bir Beyaz Amerikalı olarak algılanan Kanadalı bir göçmen, baskın olmayan bir aksanla İngilizce konuştuğu için İngilizceyi akıcı konuşamadığı varsayılan bir mülteci veya üçüncü nesil bir Meksika kökenli Amerikalı’nın yabancı olarak algılandığı örneklerde açıkça görülür. Bu örneklerde, kimliğin görünmezliği deneyimi, bir kişinin kendi sosyal konumu ve miras ve benimsenmiş kültürel bağlamlarda aidiyet duygusu hakkında aldığı mesajları nasıl içselleştirdiğini etkiler.

    Travmatik Stres

    Psikanalitik perspektifler, kişilerarası şiddet ile politik zulüm ve şiddet deneyimleri arasındaki örtüşmeleri ve farklılıkları ele alır. Tüm bu deneyimler, bireysel ve grup yok olma korkusunu, saldırganla özdeşleşmeyi ve travmatik olayların bireysel ve kolektif hafızalarda yer edinişini içerebilir (Ainslie ve ark., 2013; Luci, 2017). Günümüz psikodinamik teorisinde, göçmenler ve mültecilerin yaşamlarındaki sosyal ve politik bağlamların rolüne yönelik artan bir ilgi bulunmaktadır. Bu bağlam, savaş, işkence, terörizm, soykırım, iç savaş, sömürgecilik, sınır dışı edilme ve cinsiyet temelli veya ırk temelli şiddet gibi konuları içermektedir. Kompleks travma kavramsallaştırması (Herman, 1992), daha geniş sistemik adaletsizlik ve şiddet bağlamında travmatik stresin psikodinamik anlayışlarında merkezi bir yer tutmuştur. Bu tür vahşetlerden sağ kalanların intrapsişik yaşamlarını terör deneyiminin etkilediği düşünülmüştür. Bu durum, dissosiyasyon, düzensizleşmiş duygu durumu ve kendilik algısı ile bedensel anılarda kendini gösterir (Boulanger, 2008; Herman, 1992; Luci, 2017; Rothe, 2008).

    Harlem (2010), dissosiyasyonu sürgün edilme psikolojisinin temel bir durumu olarak ele almıştır. Şöyle yazmıştır: “Sürgün, sadece (fiziksel olarak) geri dönemeyen birini ifade etmez; o, kendisinin diğer versiyonlarını ‘hatırlayamayan’, farklı zamanlara, fiziksel mekanlara ve ilişkilere kök salmış kendilik versiyonları arasındaki boşlukları köprüleyemeyen, kendilik durumları arasındaki ‘boşluklarda duramayan’ birisidir.” (Harlem, 2010, s. 460). Burada odak noktası, köken ülkesinden kaçış ile yeni bir ülkeye varış arasındaki fiziksel ve psikolojik boşluktur; bu süreçte özellikle sürgün, köken ülkesini terk etme seçimini içermediğinden kendiliğin bazı parçaları kaybolur. Mültecilerde şiddetli travmatizasyonun, kişinin düşünme ve düşünceler ile kavramlar arasında bağlantı kurma özgürlüğünü ifade eden “içsel hareket özgürlüğünün kaybına” yol açtığı da düşünülmektedir; buna “geçmiş ve gelecek hakkında düşünme ve fantezi kurma” da dahildir (Harnischfeger, 2013, s. 24). Bu tür kısıtlamalar, bireyin kendiliğin çeşitli yönlerini keşfetme ve travmatik deneyimlerini başkalarına özgürce ifade etme becerisini zorlaştırır.

    Birçok göçmen ve mülteci, baskın kültürel bağlamdaki baskılara ek olarak, etnik ve dini topluluklarında kişilerarası şiddet ve/veya ayrımcılık deneyimleyerek birden fazla dışlanma biçimiyle başa çıkmaktadır. (Tummala-Narra, 2016; Yi, 2014). Örneğin, hastam Patrick, 50’lerinin sonlarında, Güney Afrika’dan gelen eşcinsel bir Siyah göçmen, apartheid döneminde büyüme deneyimini ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmesini anlattı; burada ırkçı ayrımcılık yeni bir biçim almıştı: “Gençken, Güney Afrika’da Beyaz insanlardan korkarak yaşardım. Hâlâ burada (ABD’de) bir Siyah adam olarak kendimi kontrol etmem gerekiyor. Beni vurabilirler, durdurabilirler.” Bir eşcinsel Güney Afrikalı Amerikan olmanın nasıl bir his olduğunu açıklarken, şunları söyledi: “Ailemde ya da kilisemizde gerçek bir kabul yok. Uzak durmam ve birçok kişiye fazla bir şey söylememem gerekiyor. Aksi takdirde, ailem incinir ya da utanır.” Patrick, çocukken bir akrabası tarafından cinsel istismara uğramış ve Güney Afrikalı kültürel mirası ile topluluğuyla bağını sürdürmekte zorlanmıştır: “Ailemdeki ve kilisedeki insanların çocuklara yönelik şiddet hakkında konuşmak istemediklerini görmek zor. Hiçbir sorun açığa çıkmasın diye sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Onlarla birlikte olmak zor.” Patrick’in hem etnik ve dini toplulukları içinde hem de dışında yaşadığı marjinalleşme deneyimleri, farklı bağlamlarda birden fazla türde travmanın karmaşık doğasını ve kimlik üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır.

    Psikodinamik Psikoterapi için Değerlendirmeler

    Göçmenler ve mültecilerle psikodinamik psikoterapi, göç öncesi, göç sırası ve göç sonrası bağlamda ve yaşam süreci boyunca ortaya çıkan karmaşıklığın tüm yönlerini ele almalıdır. Kültürel açıdan bilgilendirilmiş bir psikanalitik yaklaşım için bazı önemli noktalar bulunmaktadır. Daha önceki çalışmalarımda, psikodinamik psikoterapide sosyokültürel bağlamı ele alan beş temel alanı şu şekilde sıraladım: (1) danışanların ve terapistlerin yerel kültürel anlatılarını ve bunlarla ilgili bilinçli ve bilinçdışı anlam ve motivasyonları tanımak, (2) psikoterapide dil kullanımını ve duyguların ifade edilmesini bağlam içinde ele almak, (3) sosyal baskı ve stereotiplerin, terapisti, danışanı, terapötik süreci ve sonucu nasıl etkilediğine dikkat etmek, (4) kültürün dinamik olduğunu ve bireylerin karmaşık, kesişen kültürel kimlikleri yaratıcı, uyum sağlayıcı ya da kendine zarar verici yollarla müzakere ettiğini tanımak; ve (5) psikanalizde tarihsel travmalar ve sosyokültürel meselelerin ihmalini inceleyerek öz eleştiriyi genişletmek (Tummala-Narra, 2016). Bu çerçeveye göre kültürel yeterlilik, “sosyokültürel bağlamı anlama ve bunun intrapsişik ve kişilerarası süreçler üzerindeki etkisini, terapötik ilişki de dahil olmak üzere, tanıma, anlama ve bunlarla etkileşim kurma sürecidir” (Tummala-Narra, 2016, s. 77). Yakın zamanda yapılan bir niteliksel çalışmada, deneyimli psikanalitik psikologlarla yapılan görüşmelerde, psikanalitik psikoterapide kültürel yeterlilik kavramları, kimlik gelişimi, ilişkisel yaşam ve terapötik süreçte bilinçdışı süreçlerin (örneğin, duygu, çatışma, savunmalar) rolünü vurgulayarak, pratikte bu alanlardaki önemleri desteklemektedir (Tummala-Narra et al., 2018). Bu çerçeveyi göz önünde bulundurarak, aşağıda göçmenler ve mültecilerle psikanalitik veya psikodinamik psikoterapi çalışırken odaklanılması gereken belirli alanları detaylandırıyorum; özellikle yas tutma ve yasa tanıklık etme, ayrıca aktarım ve karşı-aktarım ile ilgilenme.

    Yas Tutma ve Tanıklık Etme

    Göçmenler ve mültecilerle psikoterapi, ayrılık, kayıp ve travmanın yaşam boyu nasıl deneyimlendiğini dikkate almalıdır. Psikoterapide bu konuları konuşmak uzun süre dissosiye olmuş duygusal ve bedensel deneyimleri tetikleyebilir. Kayıp ve travma deneyimleri dissosiye oldukça, hastalar genellikle bu deneyimler hakkında aktif bir şekilde konuşma başlatmazlar. Kültürel ve dilsel bağlamların, erken söz öncesi deneyimlerle bakım verenlerle içselleştirildiğini ve travmatik deneyimlerin, sözel dilde sembolize edilmek yerine fiziksel bedende kodlanabileceğini göz önünde bulundurmak önemlidir (Ainslie ve diğ., 2013; Harnischfeger, 2016; Luci, 2017; Winnicott, 1971). Ainslie (1998), bir kişinin miras kültüründen kaybı ve/veya ayrılmasının onarılmasında yer alan süreçleri ve stratejileri (savunmalar da dahil olmak üzere) tanımlamak için kültürel yas tutma (cultural mourning) terimini kullanmıştır. Psikoterapide yas tutma, özellikle göçmenlerle yapılan psikodinamik psikoterapinin temel bir yönü olarak düşünülmüştür. Bu, bireyin “üçüncü bireyselleşmesi”ni (Akhtar, 1999) etkilediği için önemlidir; bu süreç, kimlik oluşumu için kritik olan kültürel kayıp ve değişimi birleştirip güçlendirme çabalarıyla karakterizedir. Birçok göçmen ve mülteci için yas tutmanın bir başka önemli yönü, göçün itici gücü olmuş olabilecek, “Amerikan rüyası” gibi daha iyi bir yaşam arayışı için umut kaybıdır (Eng ve Han, 2000).Göçmenler ve mülteciler, travmatik ve travmatik olmayan durumlarda psikoterapide geniş aile ağlarının kaybı, aile yapısındaki değişiklikler, ana dilin kaybı ve ibadet yerlerine erişim kaybı gibi farklı kayıpları yansıtabilirler.

    Psikoterapi, bireylerin miras kültürüne ve egemen topluma karşı duyduğu karmaşık duyguları özgürce keşfetmelerine olanak tanıyan önemli bir fiziksel ve psikolojik alan sunar; bu şekilde kendilik, kimlik ve ilişkilerdeki sınırlamalardan sıyrılmalarına imkan verir. Terapistler, kültürel alanları birleştirirken ayrılık ve kaybı tanıyarak, hastaların miras kültürü, aile, etnik ve dini topluluklar ile egemen kültürdeki göç, uyum, kayıp ve umut deneyimleri hakkında diyalog başlatabilirler. Örneğin, bir mülteci hasta, doğduğu ülkeyi bir daha asla ziyaret edemeyeceğini fark edebilir, ve bir göçmen hasta, çocuklarının kendi doğduğu ülkedeki fiziksel ve psikolojik deneyimini asla anlayamayacaklarını fark edebilir. Her iki durumda da, hastanın kendilik algısı, egemen kültürle ve miras kültürüyle olan ilişkisi doğrultusunda değişmeye devam eder. Diğer durumlarda, yeni kültürel bağlama uyum sağlamak için gereken içsel değişiklikler, miras kültürüne veya sevdiklere bağın kaybedilme korkusu ile zorlanabilir. Burada, psikoterapi, bölünmüş ve kesintili kültürel deneyimleri ve kimlikleri keşfetme fırsatı sunar ve hasta ile terapistin daha önce düşünülmemiş kendilik olasılıklarını keşfedeceği geçişsel bir alan yaratır (Oguz, 2012; White, 2015; Winnicott, 1971). Psikoterapi, her iki dilin de iki dilli bir psikoterapi bağlamında mevcut olabileceği durumlarda, miras dili ve yeni dili de birleştirebilir. Hasta, iki veya daha fazla dil arasında geçiş yaparak deneyimlere erişebilir ve bu deneyimleri ifade edebilir.

    Hastanın travmatik deneyimler yaşadığı durumlarda, psikoterapi, terapistin, hastanın korku ve yabancılaşma deneyimlerine dair bir tanık ve bu deneyimlerin bir konteyneri olarak aktif bir şekilde katılımını içerir (Boulanger, 2008, s. 650). Tanıklık etme, sosyal, kültürel ve politik bağlamların ve toplumsal baskıların gerçekliklerine, ayrıca hastanın travmatik olaylar ve koşullar içinde hayatta kalma becerisine kulak verme ve yanıt verme sürecidir. Bu süreç, terapistin geleneksel olmayan roller üstlenmesini de gerektirebilir, örneğin hastanın temel haklarını bir mahkemede, işyerinde, sağlık kurumunda veya okulda savunmak gibi (Rothe, 2008; Tummala-Narra, 2016). Psikoterapide tanıklık ederek hastanın anlatısını dinlemek, çeşitli ayrışmış kendilik durumları “arasındaki boşluklarda durabilme” kapasitesinin gelişmesini sağlar (Bromberg, 2006; Yi, 2014). Yi (2014, s. 43), “kültürel düzeltici deneyim”i, terapistin, hastanın travmalarına, aile geçmişine ve yaşam deneyimlerine dikkatlice uyum sağladığı, bu uyumun hastanın kültür, etnik köken ve kimliğin diğer yönlerine ilişkin algılarını dönüştürme olasılığını açtığı psikoterapi için kritik bir süreç olarak tanımlamıştır. Terapistin, hastanın kayıp ve travmayı nasıl deneyimlediğine, ayrıca hastanın zamanla terapiste duygusal deneyimlerini nasıl ifade ettiğine açık kalma becerisi, hastanın yas tutma olasılığını daraltan savunmaları inceleme ve bunlarla başa çıkma kapasitesinde önemli bir rol oynar (Tummala-Narra, 2016).

    Aktarım ve Karşı Aktarım

    Göçmen ve mülteci hastalarla psikoterapide çalışmak, kültürel kimliklerin müzakere edilmesi gibi karmaşıklıkları içerir. Göç süreci dinamik olduğu için, terapistin sosyokültürel kimliğin bir yönüne odaklanırken diğer yönleri göz ardı etme eğiliminde olabileceğini akılda tutmak önemlidir. Terapistler ve hastalar, etkileşimlerine kendi yaşam deneyimlerini, sosyokültürel geçmişlerini ve kimliklerini taşırlar. Roland (2005), kültürel deneyimlerimizin “karşılaştırmalı deneyimler” aracılığıyla kolayca erişilebilir olduğunu belirtmiştir. Başka bir deyişle, kültürel olarak farklı olduğunu algıladığımız bir hastayla karşılaştığımızda, kendi kültürel bakış açılarımızı bilinçli olarak tanıma eğilimindeyiz. Kültürel farklar karşısında kaygı, rahatsızlık, merak ve heyecan gibi çeşitli duygular ortaya çıkar. Bu duygusal deneyimler, terapötik ilişki içinde farklı davranışsal tepkilere katkıda bulunur. Örneğin, Asyalı Amerikalıların otorite figürleriyle daha yönlendirici bir etkileşim biçimini tercih ettiğini okuyan bir terapist, Asyalı Amerikalı bir danışanla, kültürel olarak duyarlı olacağına inandığı bir şekilde iletişim kurmaya çalışabilir. Ancak bu danışan, bu tür bir etkileşimi tercih etmeyebilir ve daha az yönlendirici bir terapist arıyor olabilir. Bu durumda, terapistin yaklaşımı iyi niyetli olmasına rağmen, Asyalı Amerikalılar arasındaki sosyokültürel deneyimlerin ve kimliklerin çeşitliliğini hesaba katmamaktadır. Psikodinamik psikoterapi, sosyokültürel deneyimlerin benzersiz doğasını ele almak için özellikle uygundur. Terapistler, hastaların kültürel deneyimlerini dinlerken, bu deneyimlerin kendilerine çelişkili ya da beklenmedik görünebileceğini kabul ederek açık fikirli kalmalıdır. Terapist ve danışanın kültürel kimliklerinin birbirine daha az görünür olduğu durumlarda (örneğin, dini azınlık, cinsel azınlık, politik zulüm ve savaş mağduru gibi) bu konu daha da önemli hale gelir (Tummala-Narra, 2016).

    Ayrıca, kültürel deneyimlere ve kültürel önyargılara dayalı aktarım ve karşı-aktarım dinamiklerini incelemek de kritiktir. Çağdaş psikanalitik akademisyenler, terapötik ilişkide karşılıklı etkileşimin önemini, terapist ve danışanın aktarım süreçlerinde birbirlerini karşılıklı olarak nasıl etkilediğini ve sosyo-kültürel bağlamın psikoterapideki yansımalarını vurgulamaktadır (Altman, 2010; Harlem, 2010; Yi, 2014) Hastaların ve terapistlerin birbirlerine karşı olan bilinçdışı deneyimleri ve tepkileri, yaşam deneyimleriyle şekillenir; bu deneyimlerin temel bir bileşeni de sosyo-kültürel geçmişleridir. Daha geniş sosyal, politik, ekonomik ve ırksal dinamikler, terapötik ilişkide sıklıkla yansıtılır ve yeniden üretilir (Tummala-Narra, 2016). Örneğin, bir hasta, genellikle baskın kültüre ait olmayan bir isme sahip olan bir terapistin göçmen ya da mülteci olduğunu ve aksanlı konuştuğunu varsayabilir. Benzer şekilde, bir terapist, ekonomik kaynakları sınırlı bir göçmen hastanın yasal olarak ülkede bulunma hakkı olmadığını varsayabilir. Olumlu aktarım da daha geniş sosyal dinamiklerin ve kişisel ilişkilerin bir yansıması olarak gelişebilir. Örneğin, kültürler arası bir terapötik ilişkide, terapist, hastanın etnik kökenine benzeyen bir arkadaş ya da aile üyesiyle olan deneyimlerine dayanarak yeni bir hastaya karşı olumlu duygular geliştirebilir.

    Aktarım- karşı-aktarım dinamiklerine dikkat etmek, terapistin, hastanın kültürel veya yerli anlatısını dikkatle dinleme becerisini içerir; terapistin kendi sosyo-kültürel deneyimlerinin, hastanın sözlerinde duyduğu şeyler üzerindeki olası etkisinin farkında olarak bunu yapması gerekir (Seeley, 2005; Tummala-Narra, 2016). Terapistin, hastanın dünya görüşlerine ve terapistin kendi görüşleriyle çelişen varsayımlarına tepkileri, terapistin hasta ile hayal kırıklığı yaşamasına ve psikoterapide çatışmalı sosyokültürel ve travmatik konulara girmekten kaçınmasına sebep olabilir. Hasta da terapistin bu alanlarda rahatsızlık duyduğunu algılayarak belirli konuları tartışmaktan kaçınabilir. Benzer şekilde, ortak bir sosyokültürel geçmişe sahip bir terapist ve danışan, birbirlerine karşı olumsuz duygular yaşamaktan kaçınmak amacıyla belirli kimlik yönlerini incelememeyi tercih edebilir.

    Akhtar (2011), göçmen analistlerin ve terapistlerin karşılaştığı birkaç ikilemi vurgulamıştır. Bunlar arasında kültürel tarafsızlığı sürdürme, hastanın etno kültürel olarak farklı veya benzer bir terapist seçme motivasyonunu dikkate alma, kültürel aktarım ile ilgili çağrışımlarını inceleme, terapinin veya analizin miras kültürüne ait olmayan bir dilde yapılması ve paylaşılan yansıtmalar, kültürel uyum farkları ve nostaljiyle karakterize edilen işbirliği durumlarından kaçınma yer almaktadır. Göçmen terapistler, ayrılık, kayıp, travma ve süreksizlik deneyimlerinin hastalarıyla çalışmalarına etkilerini de yazmışlardır (Akhtar, 2006; Ipp, 2010; Khouri, 2012; Lobban, 2013). Bu yazarlar, hastalarla olan etkileşimlerinin, hem hastalarının onlara yönelik algılarından (fiziksel özellikleri, aksanları ve iki dilli olmalarından kaynaklanan) hem de kendi göç, kültürel uyum, sosyal konum ve klinik eğitim deneyimlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir.

    Psikanalitik araştırmacılar, benzer etnik ve çapraz etnik ikililerde kültürel deneyimle ilgili benzerlik ve farklar konusunda varsayımlarda bulunmaktan kaçınılması gerektiğini belirtmişlerdir (Akhtar, 2011; Lobban, 2013). Bu, kültürel deneyimin karmaşıklığını ve kesişimselliği dikkate almanın önemini vurgular. Örneğin, benimle aynı yaşta olan bir ikinci kuşak Hint Amerikalı hastam, “Hintli ebeveynlerle nasıl olduğunu bilirsiniz. Eminim onların ne kadar katı olduklarıyla uğraşmak zorunda kaldınız. Burada doğdunuz, yani bilirsiniz,” dedi. Bu hastanın, benim ABD’de doğmuş olduğumu ve katı ve geleneksel ebeveynler tarafından büyütüldüğümü hayal etmesi, sadece kısmen ilişki kurabileceğim bir durumdu. Onun benzersiz deneyimini öğrenmek ve Hint Amerikalı olarak deneyimlerimizi farklılaştırmak amacıyla, “Hintli ebeveynlerim var ama büyürken senin Hintli ebeveynlerinin nasıl olduğunu bilmiyorum. Bana onlardan ve onlarla olan deneyimlerinden bahset,” diye yanıt verdim. Hasta, daha sonra ebeveynleriyle ilgili benim yaşam deneyimlerimden önemli ölçüde farklı bir deneyimi anlattı.

    Sonuç

    Göçmenler ve mültecilerle psikodinamik psikoterapi çalışmak, kimlik, ilişki yaşamı ve psikolojik iyilik hali üzerinde şekillenen içsel, kişilerarası ve sosyo-kültürel deneyimlerin çok katmanlı bir şekilde ele alınmasını içerir. Göçmenler ve mülteciler arasındaki deneyimlerin çeşitliliği, ayrılık, kayıp ve travma gibi ortak deneyimlerle bir arada var olur. Kültürel değişim, kimlik ve ilişkiler, büyük ölçüde bilinçdışında, yaşam boyu uyumlu ve uyumsuz şekillerde düzenlenir. Psikodinamik psikoterapi, göçmenler ve mülteciler için ayrılık, kayıp, travma ve süreksizliği yas tutma, kültürel deneyimleri birleştirme ve kimlik dönüşümü sağlama açısından kritik bir alan sunar. Terapist, çoklu kültürel anlatıları ve kimliğin çeşitli yönlerini uyumlu bir şekilde dinleme, acı veren anılara tanıklık etme ve hastaların kültürel uyum ve değişim içinde kendilerini tanımlamak için yeni olasılıkları keşfetmelerine yardımcı olmak için benzersiz bir pozisyondadır.

  • Psikodinamik Psikoterapinin Tarihsel Bir Genel Değerlendirmesi (1. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 1. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Psikiyatrinin evrimine ilişkin açıklamalarda, tarihçiler psikoterapinin oynadığı rol konusunda karşıt görüşler sunmuşlardır. Gregory Zilboorg, Tıbbi Psikolojinin Tarihi (A History of Medical Psychology) adlı kitabında psikiyatriyi, fiziksel ve zorlayıcı tedavinin karanlık ve acımasız geçmişinden, Freudyen esinli terapilerin başlattığı yeni ve aydınlanmış bir döneme doğru yükselen bir akım olarak tasvir eder.1 Buna karşılık, Akıl Hastanesi Döneminden Prozac’a (From the Era of Asylum to Prozac) adlı kitabında Edward Shorter, Freudcu psikanalizin biyolojik psikiyatrinin açtığı yoldan felaket bir şekilde sapma olduğunu savunur.2 Psikanalizin gerçek bir yardım sağlamadığını, hatta hastaları daha da kötüleştirdiğini, ancak biyolojik bilimlerdeki ilerlemelerin psikiyatrik hastalığın daha iyi anlaşılmasına ve etkili tedaviye yol açtığını iddia eder. Üçüncü bir anlatı, psikiyatrinin tarihini ruhsal hastalıkların biyolojik ve psikolojik açıklamaları arasında tekrar tekrar savrulma olarak gören Fulford ve diğerleri tarafından sağlanmıştır.3 Birçok klinisyen için görev, bu görünüşte kutuplaşmış yaklaşımları uzlaştırmak olmuştur. Örneğin, Jeremy Holmes biyolojik araştırmaların psikoterapinin teorisi ve pratiğine önemli bir katkı sağladığını vurgulamıştır.4 Gerçekten de, Freud Bilimsel Psikoloji Projesi‘nde (Project for a Scientific Psychology) bilimin nihayetinde psikanalizin biyolojik temellerini ortaya çıkaracağı umudunu dile getirmiştir.

    Psikiyatride psikolojik terapilerin tarihine ve özellikle psikodinamik psikoterapiye yoğunlaşılırsa, ne zaman ve nereden başlanır? Her şey fin de siècle Viyana’sında psikanaliz ve Freud ile mi başlar? Yoksa 19. yüzyıl Fransa’sında hipnoz ve Jean-Martin Charcot ile mi? Yoksa, 18. yüzyılın sonlarında Paris’te ‘ahlaki tedavi’ ve Pinel ile ve York’ta William Tuke ile mi? Yoksa, 1775’te Münih’te Franz Anton Mesmer tarafından hayvan manyetizmasının gösterilmesi ile mi? Veya Henri Ellenberger’in Bilinçdışının Keşfi (The Discovery of the Unconscious) adlı kitabında öne sürdüğü gibi, psikoterapinin köklerini dini ve büyülü ritüelleriyle antik ve klasik medeniyetlere kadar takip edebilir miyiz?5 Tarihçiler, bu tür antik köken iddialarının, günümüz psikoterapisine otorite kazandırmanın bir yolu olduğunu gözlemlemişlerdir: Bu, böylesi bir tarihsel okumanın ima ettiği gibi, asırlık bilgeliğin damıtılmasıdır.6 Psikolog Frank Tallis, modern çağa ilişkin bir araştırmasında, Freud ve sonraki psikoterapistlerin, yalnızca insan acısını hafifletmekle kalmayıp aynı zamanda hayatlarımızı nasıl sürdüreceğimize dair bir rehber görevi görebilecek, zihnin işleyişi hakkında önemli ancak çoğu zaman ihmal edilen bir bilgi birikimi oluşturduklarını ileri sürmektedir.7 Bazı akademisyenler, psikoterapistler tarafından insan durumuna ilişkin sunulan içgörülerin çoğunun Shakespeare, Pascal, Schopenhauer, Nietzsche ve Dostoyevski gibi büyük yazar ve düşünürlerin çalışmalarında bulunabileceğini iddia etmiştir.8 Bu tür argümanları derinlemesine okumuş ve farkında olan Freud, psikanalistlerin sanatçıların sezgilerine “bilimsel” bir açıklama sağladığını iddia ederdi; hiçbir şekilde evrensel olarak kabul görmemiş bir iddia.

    Bu bölüm önce psikodinamik psikoterapinin kökenlerini ve Freud’un çalışmalarını ele alacak ve ardından sonraki gelişmelere bakacaktır. Bunlar arasında Birinci Dünya Savaşı’ndaki savaş sonrası nevrozun (shell-shock) ardından İngiltere’de Freudyen düşüncenin giderek daha fazla kabul görmesi, Tavistock Kliniğinin kurulması, nesne ilişkileri kuramının formüle edilmesi ve John Bowlby ve Donald Winnicott’un İkinci Dünya Savaşı sırasında tahliye edilen çocukların deneyimlerine yanıt olarak çocuk merkezli bir bakış açısına yönelmeleri yer almaktadır. Psikodinamik psikoterapinin tarihi kapsamlıdır ve her şeyi kısa bir bölümde ele almak mümkün değildir. ABD, Güney Amerika, Almanya veya Paris okulundaki önemli gelişmeleri ele alacak yerimiz olmayacak. ABD merkezli psikanalistler Heinz Kohut ve Heinz Hartmann’ın rolü 4. Bölüm’de belirtiliyor; çağdaş ABD klinisyenlerinin ve eğitimcilerinin, özellikle Glen Gabbard ve Nancy McWilliams’ın çalışmalarının etkisi bu kitapta açıkça görülüyor.

    Modern Psikoterapinin Başları

    Modern psikoterapinin doğuşu on sekizinci yüzyıla ve iki ayrı gelişmeye kadar uzanabilir: akıl hastanesine “ahlaki tedavi”nin (moral treatment) getirilmesi ve hipnozun geliştirilmesi.9 Muhtemelen psikolojik tedavi olarak daha iyi anlaşılan “ahlaki tedavi”, zincirler ve fiziksel ceza içeren zorlayıcı akıl hastanesi tedavisine karşı bir tepkiydi. Bunun yerine, hastaya saygı ve nezaketle davranılmalı ve zapt edilemez dürtülerini kontrol altına alması için teşvik edilmeliydi. Sözde ahlaki tedavi, Fransa’ya Philippe Pinel tarafından Paris’teki Bicetre ve Salpetriere Hastanelerinde ve Britanya’ya William Tuke tarafından York Retreat’te tanıtıldı. Bu gelişmeler, Michel Foucault tarafından ünlü bir şekilde Delilik ve Uygarlık (Madness and Civilization) adlı kitabında analiz edildi; Foucault, ahlaki tedaviyi yalnızca dış zincirleri içsel, “zihinsel zincirlerle” değiştirmek olarak tasvir etti: Mahkum, rahatsız edici düşünceler veya niyetler için kendisini izleyerek kendi hapishane gardiyanı oldu.10 Foucault’nun yorumunu kabul edip etmememize bakılmaksızın, bu dönem, akıl hastalarının nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda fizikselden psikolojik anlayışlara doğru büyük bir değişimi temsil ediyordu. 18. yüzyılın sonlarına doğru, Alman doktor Franz Anton Mesmer, güçlü telkine ve doktorun kişiliğinin gücüne dayanan, hipnozun erken bir versiyonu olan hayvan manyetizmasını veya “mesmerizm”i geliştirdi. Mesmerizm olgusu, zihnin bilinçli kontrolün dışında olan unsurlar içerdiğini öne sürüyordu. Mesmerizm ve yaratıcısı itibarını yitirdi, ancak hipnozun kullanımı, 19. yüzyılın ikinci yarısında histeriden muzdarip hastaları tedavi etmek için kullanan seçkin nörolog Jean-Martin Charcot tarafından Salpetriere Hastanesi’nde yeniden canlandırıldı. Charcot, fikirlerin zihinde yerleşebileceğini ve bedensel semptomlara dönüştürülebileceğini savundu. Genç Sigmund Freud, Charcot’nun sunumlarına katıldı ve “nevrozların Napolyon’u” lakaplı Fransız hekimin fikirlerine maruz kalmasından büyük ölçüde etkilendi.

    “Psikoterapi” (psycho-therapeutics) terimi, William Tuke’nin torununun torunu olan İngiliz doktor Daniel Hack Tuke tarafından, Hayal Gücünün Faaliyetini Açıklamak için Tasarlanmış, Sağlık ve Hastalıkta Zihnin Beden Üzerindeki Etkisinin İllüstrasyonları (Illustrations of the Influence of the Mind upon the Body in Health and Disease, designed to elucidate the Action of the Imagination) adlı çalışmasında 1872’de ortaya atılmıştır.11 Terim, 1886’da Fransız klinisyen Hippolyte Bernheim tarafından hipnoz tartışmalarında ele alındı. 19. yüzyılın sonuna doğru terim her yerde mevcuttu ve yazarlar ve sanatçılar tarafından yaygın olarak benimsendi.

    Ellenberger’e göre, kronolojik olarak konuşursak, mesleki hayatı 1885’ten 1935’e kadar süren Fransız doktor Pierre Janet, 19. yüzyıldaki sistemleri değiştirmeyi amaçlayan yeni bir dinamik psikiyatri sistemi kuran ilk kişiydi ve bu nedenle çalışmaları, Charcot tarafından örneklendirilen önceki dinamik psikoterapi ile Freud ve diğerlerinin daha yeni sistemleri arasında bir bağlantıdır.12 Paul Brown, modern dinamik psikiyatrinin 1892’de Janet’in “histeride organı veya işlevini temsil eden fikrin bilinçten kaybolduğu” şeklindeki devrimci öneriyi yaptığı Salpetriere’de başladığını savunur.13 Çalışmaları ayrıca Freud, Adler ve Jung için de ana kaynaklardan biriydi. Freud, başlangıçta histeri hakkındaki teorilerini formüle ederken Janet’e olan borcunu kabul etse de, 30 yıl sonra psikanalizin bu araştırmaya dayandığını reddetti.

    Sigmund Freud

    Freud, George Makari’nin de titizlikle vurguladığı gibi, fikirleri bölmeye devam ediyor:

    Sigmund Freud bir dahiydi. Sigmund Freud bir sahtekârdı. Sigmund Freud aslında bir edebiyatçıydı, belki bir filozof ya da bir kripto-biyologdu. Sigmund Freud kendi rüyalarının derinliklerine dalarak ve hastalarının gizemlerine nüfuz ederek psikanalizi keşfetti. Sigmund Freud iyi fikirlerinin çoğunu başkalarından çaldı ve geri kalanını kendi tuhaf hayal gücünden uydurdu. Freud, yirminci yüzyılın büyük bölümünde Batı’ya hakim olan yeni bir zihin biliminin yaratıcısıydı. Freud, kitlesel bir sanrı yaratan bilim dışı bir sihirbazdı.14

    Sigmund Freud 1856’da Avusturya-Macaristan’ın Freiburg kentinde doğdu ve Viyana’da tıp okudu.15,16 Charcot’un Paris’teki sunumlarına katıldıktan sonra Freud, meslektaşı Josef Breuer ile birlikte 1895’te Histeri Üzerine Çalışmalar‘ı (Studies on Hysteria) yayınladı. Yazarlar, “histeriklerin” bilinçsiz olarak bastırılmış acı verici, nahoş travmatik anılardan muzdarip olduğunu ileri sürdüler. Bu bastırılmış anılar, histerinin fiziksel semptomlarına dönüştürülüyordu.

    Freud, “histerik” hastalarla yaşadığı bu erken klinik deneyimler üzerine inşa ederek, 1896’da “psikanaliz” adını vereceği bir terapi yöntemi geliştirdi. Charcot’un önerdiği hipnoz terk edildi ve bunun yerine hastadan aklına gelen her şeyi söylemesi veya “serbest çağrışım yapması” (free associate) istendi. Bunu yaparak, bilinçdışında gizli ve “bastırılmış” olduğu düşünülen nevrozları hakkında ipuçlarını ortaya çıkaracaklardı. 1899’da Freud, rüyaların genellikle rahatsız edici ve cinsel nitelikte olan isteklerin bilinçdışında gerçekleşmesini temsil ettiğini iddia ettiği Rüyaların Yorumu‘nu (The Interpretation of Dreams) yayımladı. Sonuç olarak, gizlenmeleri gerekiyordu. Freud bu tür gizlenmelere rüyanın “açık içeriği” (manifest content) adını verdi. Bu materyal daha sonra psikanalist tarafından “gizli içerik” (latent content) olarak “yorumlandı” veya tercüme edildi: rüyanın “gerçek” anlamı. Rüyaların Yorumu‘nda Freud, bilinçdışı (unconscious), bilinç öncesi (subconscious) ve bilinçli (conscious) sistemleri içeren bir zihin modeli de çizdi. Bilinç öncesi materyal ve süreçler yüzeye daha yakındı ve bilinçdışı süreçlerden daha kolay bilinçli hale getirilebiliyordu. Freud buna “topografik model” adını verdi, benzetme zihnin şematik bir haritasına (yani topografyasına) dayanıyordu. Günlük Yaşamın Psikopatolojisi‘nde (The Psychopathology of Everyday Life) Freud, yorumlama yöntemini genel olarak insan davranışına genişletti. Dil sürçmesi ve kelimeleri unutma gibi sözde kazara gerçekleşen fenomenlerin aslında anlamlı olduğunu ve konuşmacının bilinçdışı istek ve arzularını ortaya çıkardığını iddia etti.

    Rüyaların Yorumu‘nda Freud, hikayesi Sofokles’in Yunan trajedisi Oedipus Rex’te anlatılan Oedipus’u inceledi. Freud, Oedipus’un çocuklukta evrensel olan bir dileği gerçekleştirdiğini ileri sürdü: oğul annesine aşık olur ve babasından kurtulmak ister. Freud daha sonra bu fenomene “Oedipus kompleksi” adını verecekti. Freud, 1905 tarihli Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme (Three Essays on the Theory of Sexuality) adlı çalışmasında psikoseksüel gelişimin aşamalarını özetlemiştir: Bebek başlangıçtaki “oral” aşamadan “anal” aşamaya ve “fallik” aşamaya doğru ilerler. Bu süreç yaklaşık beş yaşına kadar tamamlanır. Çocuk daha sonra “Oedipus kompleksi” geliştirir; bu, eğer erkekse annesini arzulamasına ve kendisini hadım edeceğinden korktuğu babasından nefret etmesine yol açar; eğer çocuk kızsa babasını arzular ve zaten hadım edildiği sonucuna varır. Yaklaşık altı yaşında, Oedipus kompleksi nihayet bastırılır ve çocuğun cinsel dürtüsü kaybolur, ancak ergenlikte tekrar ortaya çıkar. Bebek bu aşamaları aşmayı başaramazsa ve belirli bir aşamada kesintiye uğrarsa veya “fikse olursa”, daha sonraki yaşamında nevrotik semptomlar ortaya çıkar. (“Ödipal” dinamikler ve ikili ilişkiden üç kişilik ilişkileri yönetmeye geçiş hakkında çağdaş bir klinik bakış açısı için Bölüm 2, Kutu 6’ya bakın.) Yetişkinlikte nevroz, bu erken fikse olunan seviyeye bir dönüşü veya “gerilemeyi” temsil ediyordu. Freud 1923’te ego, id ve süperegoyu kapsayan yeni bir üçlü zihin modeli önerdi. İd, ruhun ilkel, bilinçsiz temelini temsil ediyordu ve temel dürtüler tarafından yönetiliyordu. Ego, gerçekliğe giden yol göstericiydi ve engelleyici bir etki gücü olarak hareket ediyordu. Süperego, içselleştirilmiş ebeveyn otoritesini temsil ediyordu.

    Freud, son yıllarında giderek daha geniş toplum ve insan durumu hakkında yorumlarda bulundu. 1920’de, insanların “haz ilkesine” doğru çekilme eğiliminde olduğunu, ancak “gerçeklik ilkesinin” riskler varsa hazzı geciktirmeye yaradığını savunduğu Haz İlkesinin Ötesinde‘yi (Beyond the Pleasure Principle) yayımladı. 1928’deki Bir İllüzyonun Geleceği‘nde (The Future of an Illusion), dine “evrensel bir takıntılı nevroz” olarak saldırdı. 1930 tarihli Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları (Civilization and Its Discontents) kitabında Freud, içgüdüsel özgürlüğü arayan birey ile uyumu ve arzunun bastırılmasını arayan toplum arasında uzlaşmaz bir gerilim olduğunu gözlemledi. Sonucunda, bireyler hoşnutsuzluk hissetmeye mahkûm edilmişti. Freud, 1938’de karısı ve kızı Anna ile Nazi Avrupa’sından kaçmak zorunda kaldı.17 Londra’ya sığındılar ve Freud 1939’da burada öldü.

    Klinik Uygulama

    Freud, analiz için en uygun örneğin iyi zekaya sahip, makul derecede eğitimli, iyi motive olmuş ve güvenilir karakterli genç bir yetişkin olduğunu ileri sürmüştür. Psikoz veya organik beyin rahatsızlığı olan hastalar uygun değildi. Freud hastaları haftada altı kez görüyordu. Divanda yatan hastanın arkasına oturuyordu. Analistin sadece ara sıra yorum yapması ve hekimin hastaya karşı “opak” olması gerektiğini tavsiye etti. Analist, acı çeken hastalarına duyduğu acımanın kendisini bunaltmasına izin vermemelidir. Nevrozu yerinde tutacağına dair güvence vermemelidir.18 Gay, Freud’un oldukça katı bir terapötik teknik taslağı çizmesine rağmen pratikte her zaman kendi reçetelerini takip etmediğini gözlemlemiştir.19 Sohbet edebilir, tavsiye verebilir ve hatta hastalarından bazılarıyla arkadaş olabilirdi. Yazılarının başka bir yerinde, analistin hastaya karşı duygusal alıcılığını vurgulamıştır. Analistin “kendi bilinçdışını, hastanın gönderici bilinçdışını alıcı bir organ gibi çevirmesi gerektiğini, bir telefon alıcısının gönderici mikrofona ayarlandığı gibi kendini hastaya ayarlaması gerektiğini” yazmıştır.20

    Freud, analizde “aktarım” adını verdiği bir fenomenle karşılaştı. Bu, hastanın hayatındaki önceki önemli figürlerden türeyen hisleri ve fikirleri analistine aktardığı ve ardından analistle sanki analist o önemli figürmüş gibi ilişki kurduğu süreçti.21 Başlangıçta aktarım iyileşmeyi engelleyen bir sorun olarak görülüyordu. Ancak 1912’de Freud bunu terapötik sürecin temel bir parçası olarak görmeye başladı.

    Anthony Clare, Freud’un yayınlanmış vaka geçmişlerini inceledi ve bunların ne kadar az olduğunu görünce şaşırdı.22 Freud’un psikanalizden geçen hastalara dair yalnızca altı tane genişletilmiş açıklaması olduğunu buldu: Schreber vakası, Küçük Hans vakası, Dora, Sıçan Adam, Kurt Adam ve isimsiz bir kadın hasta. Bunlardan ikisi Freud tarafından ilk elden tedavi edilmedi. Schreber vakasında Freud analizini hastanın anılarına dayandırdı ve Küçük Hans vakasında babayla konuştu ama küçük çocukla konuşmadı. Clare, Kurt Adam’ın daha iyi olmadığına ve Sıçan Adam’ın Freud’un tek terapötik başarısı olduğuna karar verdi, ancak tedavi sonrası takibin ayrıntıları yetersizdi ve bu da kesin bir yargıya varmayı zorlaştırıyordu. Clare’in oldukça kasvetli yargısına karşın, diğer yorumcular Freud’un klinik becerilerini övdüler. Örneğin, Gay biyografisinde Freud’un klinik tarzı hakkında çok kapsamlı bir açıklama yapar ve bunun insancıl, düşünceli ve zaman zaman cüretkar olduğuna hükmeder.23 Ve sadece altı tam vaka geçmişi yayımlamasına rağmen, Freud mesleki hayatı boyunca çok sayıda hasta gördü, bunların çoğunu yayımlamak üzere yazmadı, ancak makaleleri birçok kısa klinik alıntı içeriyor.

    Freud’un Mirası

    Freud’un mirası hala tartışmalıdır. Ellenberger, Freud’un özgünlüğünün dört yenilikte yattığına inanıyor: birincisi, rüyanın açık ve gizli içeriğini birbirinden ayırdığı modeli; ikincisi, açık içeriğin gizli içeriğin bir çarpıtılması olduğu gözlemi; üçüncüsü, rüyayı analiz etme yöntemi olarak serbest çağrışım tekniği; ve son olarak, psikoterapi aracı olarak sistematik rüya yorumlama uygulaması.24

    Ancak psikanalizin kurucusu hakkında çoğunluğu eleştirel olan geniş bir literatür bulunmaktadır.25,26,27,28 Eleştirmenler, Freudcu teorinin ruhsal determinizmi olarak gördükleri şeye itiraz etmişlerdir. Bu determinizm kendini birkaç şekilde göstermektedir: birincisi, 19. yüzyıl fiziğinin kapalı, deterministik dünya görüşüne dayanan, modası geçmiş mekanik bir zihin modeline dayanmaktadır; ikincisi, etik bir boyuttan yoksundur – eğer insanların davranışları tamamen zihinsel mekanizmaların sonucuysa, o zaman etik seçimler yapma özgürlüğüne sahip değillerdir; üçüncüsü, kişilerarası ve toplumsal bağlamı ihmal etmektedir. Bu tür sınırlamalar daha sonraki psikoterapistler tarafından ele alınacaktır. Örneğin, Rycroft ve diğerleri, psikanalizin doğa bilimlerinin bir parçası olmaktan ziyade hermeneutik bir etkinlik olarak anlaşılmasının daha iyi olduğunu savunmuşlardır.

    Rycroft şöyle yazar:

    Psikanaliz genellikle psikolojik fenomenleri önceki olayların sonuçları olarak açıklayan nedensel bir teori olarak sunulsa da, bazı analistler… bunun aslında bir anlam teorisi olduğunu ve Freud’un histerik semptomların psikojenik olduğuna dair önemli gözleminin aslında bunların bir anlamı olduğunu, yani jestler ve iletişimler olarak yorumlanabileceğini keşfetmesi olduğunu savundular. Bu görüşün savunucuları, nedensellik teorilerinin yalnızca cansız nesneler dünyasına uygulanabileceğini ve Freud’un fen bilimlerinden türetilen deterministik ilkeleri insan davranışına uygulama girişiminin, insanın karar verme, seçim yapma ve yaratıcı olma yetisine sahip yaşayan bir etken olduğu gerçeğini hesaba katmadığını savunuyorlar.29 (Ayrıca 7. Bölüm’deki Klinik Örnek 1: Her şey bir şey ifade edebilir’e bakınız.)

    Önemli bir eski eleştiri Ellenberger tarafından ileri sürüldü. Freud’a hayran olmasına rağmen, ‘Freud Efsanesi’ adını verdiği şeyi tanımladı ve iki esas özelliğini özetledi:

    Birincisi, bir sürü düşmana karşı mücadele eden, ‘aşırı talihin sapan ve oklarına’ maruz kalan ama sonunda zafer kazanan yalnız kahramanın temasıdır. Efsane, antisemitizmin kapsamını ve rolünü, akademik dünyanın düşmanlığını ve iddia edilen Viktorya dönemi önyargılarını önemli ölçüde abartır. İkinci özellik… psikanalizin geliştiği bilimsel ve kültürel bağlamın en büyük bölümünün silinmesidir, dolayısıyla kahramanın seleflerinin, arkadaşlarının, öğrencilerinin, rakiplerinin ve çağdaşlarının sahibi olduğu düşünülen başarıların mutlak özgünlüğü temasıdır.30

    Ellenberger, psikanalizin ortaya çıkışına dair geleneksel açıklamayı olduğu gibi kabul etme konusunda uyarıyor; bu açıklama büyük ölçüde Freud tarafından yayımlanmış ve ilk takipçilerinden bazıları tarafından sadakatle anlatılmıştır. Paul Roazen’in öne sürdüğü gibi, Freud takipçilerinden gelen eleştirileri veya teorilerinden sapmaları tolere etme konusunda çok az yeteneğe sahipti. Kendi fikirlerini geliştiren analist arkadaşları “kâfir” olarak reddediliyordu.31 Bu, diğerlerinin yanı sıra Carl Jung, Alfred Adler ve bir dereceye kadar da Sandor Ferenczi’nin kaderiydi. Ancak, Freud’un başlangıçta ve birkaç yıl boyunca bu insanlarla, özellikle Ferenczi ve Jung ile iyi ilişkiler içinde olduğu ve ikincisini “Veliaht Prens” olarak gördüğü ve Freud’un ölümünden sonra çalışmalarını sürdürmekle görevlendirildiği belirtilmelidir.

    J. A. C. Brown, Adler ve Jung’un ayrılışlarından sonra şunları kaydeder:

    . . . ortodoks Freudcular eleştiriye karşı tuhaf bir hoşgörüsüzlük göstermeye başladılar. . . ve, bazı dini ve siyasi organlarda olduğu gibi, ancak genellikle bilimsel prosedür olarak kabul edilenin tam tersine, grup içindekilerin grubun temel inançlarını eleştirmemeleri bekleniyordu ve grup dışındakilere bunu yapma yetkilerinin olmadığı söyleniyordu.32

    Roazen yorumluyor: “İster kabul etsin ister etmesin, Freud bir tarikatın başı olmuştu… Eğer psikanalizi kısmen dini bir fenomen olarak görüyorsak, takipçilerinin Freud’a ve bilinçdışına tapınma konusunda birleşmiş olmaları şaşırtıcı değildir.”33

    Jung, birçok kişi gibi, Freud’un cinsel dürtünün insan davranışının tek belirleyicisi olduğuna dair vurgusuna karşı çıktı ve ruhsal faktörler gibi diğer faktörlerin de önemli olduğunu savundu. Ayrıca Freud’un yaşamın ilk beş yılının gelecekteki gelişimi belirlediği fikrine de karşı çıktı. Jung için, yaşamın tüm aşamaları önemliydi ve bunu bir “bireyleşme” süreci olarak görüyordu. Adler de benzer şekilde, Freud’un cinselliğe yaptığı vurguya karşı çıktı ve bireylerin fiziksel ve zihinsel yetersizlik duygularına karşı koymaya çalıştıkları aşağılık kompleksi kavramını ortaya attı. Ferenczi, analistin uzak ve tepkisiz olması gerektiği fikrini eleştirerek hasta ile etkileşime girmeleri gerektiğini savundu. Ferenczi, hastalara sevgi göstermeyi ve ilişkiye karşılıklılık unsuru sokmayı içeren “aktif terapi” ve “karşılıklı analiz” adını verdiği şeyi geliştirdi. Brown’a göre, Ferenczi analizin kişilerarası yönünün önemini ilk fark eden kişiydi.34 Ancak, Ferenczi’nin deneylerinden bazıları çok ileri gitti ve hasta ile terapist arasındaki sınırı her ikisine de yardımcı olmayacak şekilde karıştırmaya hizmet etti. Yine de, cinsel tacize uğramış çocukların belirli psikolojik hasarlar yaşadıklarını erken fark ettiği için Ferenczi’ye hakkı verilmelidir. 1940’larda, tacize uğramış çocuğun travmatik deneyimiyle bunaldığında nasıl çözülebileceğini anlattı. Çocuk, suçluluk duygularıyla ve tacizdeki rolüyle ilgili kafa karışıklığıyla başa çıkmak zorundaydı: Suçlu onlar mıydı yoksa yetişkin fail miydi?

    Eric Fromm ve Karen Horney gibi daha sonraki analistler, toplumun bir bireyin zorluklarında oynadığı rolün dikkate alınmasının önemli olduğunu ve bunun sadece zihnin iç işleyişiyle ilgili bir konu olmadığını savundular.35,36 Freudcu kuram feministlerden de eleştiri aldı (bkz. Bölüm 2, Kutu 6).

    Bu bölümün başında, psikanalizin kurucusunun fikirleri bölmeye devam ettiğini kabul eden Makari’den alıntı yapmıştık. Ancak, Zihinde Devrim (Revolution in Mind) kitabının sonucunda şu yargıda bulunmuştur:

    Psikanaliz, savaş sonrası Avrupa’nın enkazından zihnin önde gelen modern teorisi olarak ortaya çıktı. Bilinçdışı tutkular modeli, savunma ve iç çatışma kavramı ve kendini aldatmayı çözme yöntemi, din gibi geleneksel öz-anlama kaynaklarına zarar verdi. ABD’de psikanaliz mahkemelere, okullara ve hastanelere girdi ve edebiyat, sinema, televizyon, gazetecilik, tiyatro ve sanata şekil verdi. Fikirleri; atasözleri, klişeler ve şakalar olarak popüler söyleme yayıldı.37

    Gerçekten de birçok çağdaş psikoterapist, Freud’un terapötik uygulamaya biçimlendirici katkılarda bulunduğunu, bunların arasında aktarım, içsel çatışma, bastırma ve süperego kavramlarının da bulunduğunu ve bunların hepsinin bugün zihinsel yaşamın anlaşılmasında hala yararlı olduğunu savunuyor.

    Birinci Dünya Savaşı ve Savaş Sonrası Nevroz

    Birinci Dünya Savaşı ve özellikle de savaş sonrası nevroz (shell shock) fenomeni, psikoterapinin Britanya’daki konumu üzerinde büyük bir etki yaratacaktı.38 Savaş sonrası nevroz terimi, deneysel psikolog Dr. Charles Myers tarafından 1915’te cephede savaşan birçok askeri etkileyen zihinsel dağılmayı tanımlamak için ortaya atıldı. Ruhsal bozukluğun beyin hastalığı ve kalıtsal dejenerasyonun sonucu olduğu fikrine dayanan geleneksel psikiyatrik yaklaşımların etkisiz ve yanlış yönlendirilmiş olduğu kanıtlandı. Başlangıç ​​için, durum subay sınıfını orantısızca etkiliyor gibi görünüyordu, bunların çoğu daha önce dejenerasyon belirtisi göstermemişti. İkinci olarak, fiziksel tedavi yöntemleri pek işe yaramıyordu. Buna karşılık, psikoterapötik yaklaşımların daha verimli olduğu kanıtlandı. Psikoterapötik yaklaşımları teşvik etmede üç klinisyen öne çıktı: William McDougall, William Brown ve en ünlüsü, 1917’de The Lancet’te yayınlanan “Freud’un Bilinçdışının Psikolojisi” (Freud’s Psychology of the Unconscious) adlı makalesi çok etkili olan ve Freud’un fikirlerinin tıp çevrelerinde kabul görmesini sağlayan W. H. Rivers. Bu klinisyenler Freud’dan etkilenmiş olsalar da cinsel faktörlerin nevrozun nedeninde önemli bir rol oynadığı yönündeki temel ilkesine katılmıyorlardı. Bunun yerine, askerin görevini yapmakla hayatta kalmaya çalışmak arasında bir çatışma yaşadığını ileri sürdüler. Birçoğu için bu imkansız bir seçimdi ve bu da sonunda ruhsal rahatsızlığa veya daha spesifik olarak savaş sonrası nevroza yol açtı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz doktorlar arasında, savaş sonrası nevrozun Freud’un nevroz etiyolojisinde cinsel faktörlerin önceliği teorisini etkili bir şekilde “çürüttüğü” yönünde yaygın bir his vardı.

    Savaş sırasında Rivers, Edinburgh’daki Craiglockhart Hastanesi’nde görevliydi ve Freudcu psikoterapinin değiştirilmiş bir biçimini kullandı. Şair Siegfried Sassoon’u tedavi etmeyi de içeren klinik çalışmaları, daha sonra Pat Barker’ın romanları ve eşlik eden film nedeniyle daha geniş bir kamuoyunun dikkatini çekti. Ben Shephard39, Rivers’ın görüşlerinin İngiliz tıbbı üzerinde önemli bir etkisi olduğunu savunurken Malcolm Pines40 şu yargıda bulunmuştur: “Muhtemelen herkesten daha fazla, psikanalitik düşünceyi etkili kişilerden oluşan geniş bir çevre için kabul edilebilir kılan Rivers’dı – psikiyatristler, psikologlar ve antropologlar.”

    1914’ten önce sinirsel bozuklukları tedavi etmek için psikolojik yöntemler kullanan çok az sayıda doktor vardı ve bunların çoğu Londra ve çevresinde özel muayenehanelerde çalışıyordu.41 İskoçya’da durum biraz farklıydı ve örneğin Royal Edinburgh Akıl Hastanesindeki ilk kadın psikiyatrist olan Isobel Hutton, akıl hastanesi şefi Dr. George Robertson’ın Freudcu fikirleri nasıl memnuniyetle karşıladığını ve bunun o dönemde İskoç psikiyatrisinde psikanalize karşı nispeten olumlu bir tutum oluşmasına nasıl katkıda bulunduğunu anlattı.42 Ancak, İngiliz nörologların ve akıl hastanesi doktorlarının büyük çoğunluğu psikoterapiye pratik bir ilgi göstermedi. Savaşın sonuna doğru bu durum önemli ölçüde değişti. Psikoterapi uygulayan ve bu alanda eğitim alan doktorların sayısında büyük bir artış oldu. Dr. Maurice Craig ve Dr. Henry Head, Londra’da sivil nüfusa psikoterapi sağlamakla görevli Cassel Hastanesini kurdular. Tavistock Kliniği de bu dönemde kuruldu ve o da halka psikoterapi sağladı. Ruhsal bozukluk kavramı genişledi ve sadece “kirli soydan gelenleri” değil, herkesi etkileyebilecek bir şey olarak görülmeye başlandı. 1920’lerin başından itibaren psikoterapi üzerine çok sayıda kitap yayımlandı. Bu değişiklikler, savaş zamanı yaşanan savaş sonrası nevroz deneyimiyle ortaya çıkmıştı.

    Erken 20. Yüzyıl Gelişmeleri

    Tavistock Kliniği, özel ücretleri karşılayamayan hastalara sistematik psikodinamik psikoterapi sağlamak için Britanya’daki ilk ayakta tedavi kliniklerinden biri olarak 1920’de kuruldu.43 Kurucu tıbbi direktörü, Birinci Dünya Savaşı’nda savaş sonrası nevroz mağdurlarıyla çalışmış olan Hugh Crichton-Miller’dı. Freudcu kuramı sivil nüfusa ve özellikle nevroz ve kişilik bozukluğu çekenlere ulaştırmak istiyordu. Kliniğe diğer terapileri de kapsayan eklektik bir yaklaşım getirdi, ancak İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda ortodoks psikanaliz kuruma hakim olmaya başladı. 1930’dan 1960’a kadar olan dönemde Britanya’da psikanalize olan ilgide bir artış görüldü, bu büyük ölçüde Nazi Avrupa’sından kaçan ve Britanya’ya yerleşen birçok mülteci sebebiyle hızlandı. Gördüğümüz gibi, buna 1938’de Freud ve kızı Anna, ayrıca Hannah Segal ve Michael Balint de dahildi. Bu dönemde, öğretim ve araştırmadan sorumlu olan Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü ortaya çıktı.

    Anna Freud

    1936’da Anna Freud, babasının ego kavramını ve savunma mekanizmalarının rolünü geliştiren Ego ve Savunma Mekanizması’nı (The Ego and the Mechanism of Defence) yayımladı. Çalışmaları Amerika’da Heinz Hartmann gibi ego psikologları olarak adlandırılan kişiler tarafından olumlu karşılandı. Anna Freud, Melanie Klein ile birlikte çocuklara yönelik psikanalitik psikoterapinin kurulmasında öncüydü. Ne yazık ki, birbirlerinin teorik pozisyonları ve klinik yaklaşımları konusunda güçlü bir şekilde fikir ayrılığına düştüler. Likierman’ın gözlemlediği gibi, çocuk analizi tekniği anlaşmazlıklar ve çatışmalar yoluyla gelişti ve sonunda “çekişmeli tartışmalar” olarak tanımlanan açık bir yüzleşmeye yol açtı.44 Bunlar 1941 ile 1945 yılları arasında her iki kadının da göç ettiği Londra’da gerçekleşti. Bir fikir birliğine varılamadı. Anna, babasının pozisyonunu, Oedipus kompleksinin Freud’un tahmin ettiğinden daha erken bir dönemde meydana geldiği görüşünü savunan Klein’a karşı savundu. Klein’ın aksine Anna, çocukların yetişkinlerin yapabileceği şekilde aktarımlar geliştiremeyeceğini düşünüyordu. Analizde bir çocukla destekleyici bir bağ kurmanın önemini vurguladı. Çocuklar hala ebeveynlerinin etkisi altında oldukları için, zihinlerinin iç yapısının henüz tam olarak oluşmadığını ve bir terapistle aktarım ilişkisi geliştirme kapasitesine sahip olmadığını savundu.45 Anna Freud, bir çocuğun gelişiminde çevrenin önemini vurguladı; bu çevre, ilk etapta analistin yerini almaması, aksine birlikte çalışması gereken anneyi içeriyordu.46

    Melanie Klein ve Nesne İlişkileri Kuramı

    Melanie Klein, nesne ilişkileri kuramı olarak bilinen psikanalize bir yaklaşımdan sorumluydu.47,48 Nesne ilişkileri kuramı, Freud’un dürtü kuramını, başkalarıyla ilişkilerin önceliğini vurgulayan tamamen farklı bir modelle değiştirmeyi amaçlıyordu. Dış dünyadaki gerçek insanlar ile bunların bireylerin oluşturdukları içsel imgeleri arasındaki ilişkiyi keşfetmekle ilgileniyordu. Bu iki varlığın, dışsal ve içsel “nesnelerin” nasıl etkileşime girdiğini incelemeyi amaçlıyordu.

    Klein, 1920’lerde Freud’un İngiliz meslektaşı ve ilk önemli biyografi yazarı Ernest Jones’un davetiyle Londra’ya taşınan Avusturyalı bir analistti.49 Klein, çocuğun ve yetişkinin zihinsel yaşamını, hem dış dünyada hem de içsel “nesnelerin” iç dünyasında, kendilik ve diğerleri arasındaki fantaziye dayalı ilişkilerinin karmaşık bir ağı olarak tasvir etti. Duygular veya imgeler gibi iç dünyanın bazı yönlerinin dışarıya “yansıtılabileceğini”, dış dünyanın bazı yönlerinin ise iç dünyaya “içselleştirilebileceğini” savundu. Klein hem çocuklarla hem de yetişkinlerle çalıştı ve çocuklarla kullandığı teknik, oyun ve sanat malzemeleri kullanmayı içeriyordu (Şekil 1.1).

    Şekil 1.1 Klein’ın hastalarından biri olan “Richard”ın 1941’deki çizimi. Klein, 1961’de “Bir Çocuk Analizinin Anlatısı”nda (Narrative of a Child Analysis) “Richard”la yaptığı bu çalışmayı ayrıntılı olarak açıklamıştır.50 Klein, çocuğun kendiliğinden oyununu yetişkindeki serbest çağrışımla eşdeğer görmüştür. Diğer erken dönem çocuk psikoterapistleriyle birlikte onun çalışmaları, oyun terapisi disiplininin sonraki gelişimini etkilemiştir.51 Melanie Klein Vakfı’nın nazik izniyle yeniden üretilmiştir.

    Klein, hayattaki kritik dönemin, bebeğin sevgi ve nefret arasında dayanılmaz bir çatışma yaşadığı bebeklik dönemi olduğunu ileri sürmüştür. Bebek, bu çatışmayı, kendisinin saldırgan tarafını dış dünyaya yansıtarak çözmeye çalışmıştır. Bebek, “nesneleri” kısmi olarak algılamıştır: nesneler, besleyici “iyi meme” tarafından temsil edilen tamamen iyi veya tatmin edici olmayan “kötü meme” tarafından temsil edilen tamamen kötü olmak üzere ikiye bölünmüştür. Daha sonraki bir dönemde, bebeğin anneyle daha dengeli bir ilişki geliştirdiği ve onu iyi ve kötü niteliklerden oluşan bütün bir insan olarak gördüğü söylendi. Ancak, bebek aynı zamanda anne hakkında şiddetli duygular beslediğini fark ettiğinde suçluluk, pişmanlık ve depresyon da hissetti. Bu, Klein’ın “paranoid pozisyon” ve “depresif pozisyon” olarak adlandırdığı şeye yol açtı; ilki, çocuğu ikincisinin “depresif” duygularına (yani daha karışık ve gerçekçi duygulara) karşı savunuyordu. Lisa Appignanesi’nin gözlemlediği gibi, Klein’ın karmaşık kuramı giderek daha geniş bir topluma nüfuz etti ve annenin hem tamamen pasif hem de çocuğundan sonsuz derecede sorumlu olduğuna dair imkansız bir çıkarıma yol açtı.52

    İskoç Katkısı: Ian Suttie ve Ronald Fairbairn

    Klein ve Freud’a yönelik erken dönem eleştirilerin bir kısmı İskoçya’dan geldi. Glasgow psikiyatristi ve Aşk ve Nefretin Kökenleri (The Origins of Love and Hate) kitabının yazarı Ian Suttie, bebeğin paranoyak ve saldırgan olduğu yönündeki Kleinian resmine itiraz etti.53 Bunun yerine Suttie, bebeğin başkalarıyla doğuştan iyi huylu ve sosyal bir ilişkiye sahip olduğunu ve olumsuz niteliklerin ancak sorunlu bir yetiştirme tarzıyla normal gelişimin engellenmesi durumunda ortaya çıktığını savundu. Suttie, Ferenczi’nin terapistin “sevgisinin” hastayı iyileştirdiği iddiasını onaylayarak alıntıladı. Freud ve Post-Freudyenler’de (Freud and the Post-Freudians) Brown, Suttie’nin sevgiye dayalı demokratik ve anaerkil bir bakış açısı sunduğunu savunduğu Aşk ve Nefretin Kökenleri‘ni, cinsel dürtüye dayalı Freud’un otoriter ve ataerkil bakış açısıyla karşılaştırdı.54

    Edinburgh analisti Ronald Fairbairn, Freud’un teorisinin mekanik, atomistik olduğunu ve kişiliksizleştirilmiş bir dille ifade edildiğini ileri sürdü.55 Kendi teorisi, Freud’un dürtü modelinden ilişkisel bir modele kaydı. Freud, bebeğin başkalarıyla ilişkisi olmayan bir dünyaya doğduğunu ve yalnızca ona haz sağladıkları için ikincil olarak ilişki kurduğunu öne sürerken, Fairbairn bebeklerin en başından itibaren başkalarına yöneldiğini savundu. Sonraki duygusal ve zihinsel zorlukların haz arayan dürtüler üzerindeki çatışmalardan değil, başkalarıyla ilişkilerdeki bozukluklardan kaynaklandığı görüldü. Fairburn ayrıca Melanie Klein’ı, özellikle de tüm eylemin çocuğun kafasının içinde gerçekleştiği fikrini eleştirdi ve bunun yerine çocuğun ebeveynlerini fantezi nesneleri olarak değil, gerçek insanlar olarak görmenin önemini savundu.

    Kariyerinin sonuna doğru Fairbairn, standart analitik yöntemi eleştirmeye başladı. “Hasta ve analist arasındaki mevcut ilişki, tekniğin ayrıntılarından daha önemlidir.” diye savundu.56 Gomez57, Fairbairn’in çalışmasının psikoterapinin nasıl uygulandığı üzerinde geniş kapsamlı bir etkiye sahip olduğunu düşündü. Analistler, hastaların sadece yorumlama almaktan ziyade terapistleri ile gerçek bir ilişkiye ihtiyaç duyduklarını kabul etmeye başladılar. Gavin Miller58, Suttie ve Fairbairn’in, Freudcu kuramın temellerini ilk prensiplerden itibaren sorgulayan bir felsefe ve klasik analizin izole edilmiş ve bencil egosundan ziyade akrabalık ve topluluğa vurgu yapan, psikanaliz üzerine özellikle İskoç bir bakış açısı sağladığını gördü. Daha sonraki yıllarda, 1947’den 1968’e kadar Tavistock Kliniği’nin Tıbbi Direktörü olan Dr. Jock Sutherland, memleketi Edinburgh’a döndü ve 1972’de Tavistock’un İskoç karşılığı olarak kabul edilen İskoç İnsan İlişkileri Enstitüsü’nün kurulmasında etkili oldu.

    “Orta Grup”: Michael Balint, John Bowlby ve Donald Winnicott

    Savaş sonrası dönemde Tavistock’taki eğitim programında kalıcı bir bölünme ortaya çıktı: bir grup Melanie Klein’ı, diğeri ise Anna Freud’u takip etti.59 Klein’cıların ve Freud’cuların dogmatizminden ürkenler, Michael Balint, Jock Sutherland, John Bowlby, Donald Winnicott, Charles Rycroft ve Marion Milner’ın da aralarında bulunduğu Orta Grup olarak adlandırılan gruba katıldı.

    Michael Balint

    Michael Balint, Ferenczi tarafından analiz edilen bir Macar psikanalistti. “Balint grupları”nı oluşturmasıyla hatırlanır.60 Balint, pratik bir bakış açısından, psikanalizin yüksek maliyeti ve zaman alıcı doğasının genel nüfus üzerinde büyük bir etki yaratmasına engel olduğunu fark etti. Bunun yerine, ruh sağlığı alanındaki ön saf çalışanlarının psikodinamik düşünme konusunda eğitilmesi gerektiğini önerdi. Katılımcıların getirdiği vaka materyalini tartışmak için klinisyenlerin psikanalitik olarak eğitilmiş bir kolaylaştırıcı ile düzenli olarak bir araya geldiği gruplar kurdu. Bu tür gruplar çok başarılı oldu ve bunların versiyonları bugün hala devam ediyor (bkz. Bölüm 18).

    John Bowlby

    John Bowlby, Donald Winnicott ile birlikte, savaş sonrası kurumun ebeveynlik konusundaki fikir birliğini şekillendirmede önemli bir rol oynadı.61 Bowlby, hem İngiliz psikanalizinde hem de savaştan sonra USS’nin kurulmasında etkili bir rol oynayan birkaç klinisyenden biriydi. Bowlby, oldukça soğuk, üst sınıf ailesi tarafından erken yaşta yatılı okula gönderilmişti ve küçük çocukların ayrılmasının (separation) önemi konusunda son derece hassastı.62 İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, çatışma sırasında tahliye edilen veya yerlerinden edilen çocukların hayatları hakkında çığır açan araştırmalar üstlendi. Bowlby, Kırk Dört Genç Hırsız: Karakterleri ve Yaşamları (Forty-Four Thieves: Their Characters and Home Life) adlı eserinde, küçük çocukların evlerinden ve annelerinden uzun süre ayrı kalmalarının birçok durumda kriminal bir karakterin gelişmesine yol açtığını savunmuştur. 1951 DSÖ Raporu, Anne Bakımı ve Ruh Sağlığı‘nda (Maternal Care and Mental Health) Bowlby, bir bebeğin veya küçük çocuğun annesi veya annesinin daimi ikamesi ile sıcak, samimi ve sürekli bir ilişki yaşamasının ruh sağlığı için elzem olduğu sonucuna vardı. Aksi takdirde, çocuk daha sonra depresyon veya aşırı sevgi veya intikam ihtiyacı ile kendini gösteren yoksunluk belirtileri gösterecekti. Bebeğin bu konudaki fantezilerinden ziyade bu gerçek ilişkinin niteliğinin önemini vurguladı. Appignanesi’nin de belirttiği gibi Bowlby’nin çalışması, annelerin bebeklerine olabildiğince yakın olmaları gerektiği, babaların ise eve para sağlamak için işe gitmeleri gerektiği teorisini pekiştirdi.63

    Davranış bilimleri ve psikanalizdeki araştırmalardan yararlanan Bowlby, etkili üçlemesinde “bağlanma” kuramını tam olarak geliştirdi: Bağlanma (Attachment) (1969), Ayrılık (Separation) (1973) ve Kayıp, Keder ve Yas (Loss, Grief and Mourning)  (1980). Annenin veya “bağlanma figürünün” bebeğin rahatlık ve korunma ihtiyaçlarını kabul etmesi ve aynı zamanda özerklik ihtiyaçlarına saygı duyması gerektiğini savundu. Bu “güvenli bağlanma” başarıyla sağlanırsa, çocuk kendiliğin içsel bir modelini değerli ve emniyetli olarak geliştirirdi. Başarısız olursa, sonuç “güvensiz bağlanma” ve değersiz ve yetersiz bir kendiliğin yaratılmasıydı. Bowlby, terapiyi “onarıcı”, duygusal bir süreç olarak gördü ve bunun sadece entelektüel içgörüler elde etmekle ilgili olmadığını savundu. Ancak, Bowlby’nin ilk teorilerini ortaya koymasından bu yana bağlanma anlayışı evrimleşmiştir ve artık güvensiz bağlanmanın yaygın olduğu ve kaçınılmaz olarak büyük duygusal sorunlara yol açmadığı, ancak bir bireyin psikolojik olarak nasıl geliştiğini etkilediği kabul edilmektedir (bkz. Bölüm 2).

    Donald Winnicott

    Donald Winnicott, eğitimli bir çocuk doktoruydu ve Bowlby gibi, İkinci Dünya Savaşı sırasında evlerinden tahliye edilen küçük çocukların üzerindeki etkileri incelemişti.64,65 Appignanesi onu, “yeterince iyi bir anne” ile ilişki yaşayan bir bebeğin gerçek ve yaratıcı bir kendilik geliştireceğine inanan bir romantik olarak görür.66 Winnicott, kendiliğin başkalarıyla olan ilişkilerinden nasıl ortaya çıktığını açıklamak için bir teori oluşturdu. Başkalarıyla temas eksikliğinin veya alternatif olarak, başkalarının dünyasına dalmanın tehlikeler yarattığını savundu. Çocuğun kendisini diğerlerinden ayrı görmesini sağlayan koşullara odaklandı. Anne, bebeğin kendiliğinin ortaya çıkmasına yardımcı olmada önemli bir rol oynadı. Anne tarafından sağlanan destek yetersizse, bebek kendiliği parçalanabilirdi. Bebek başkalarının talepleri karşısında bunalıma girer ve kendi içinden gelen ihtiyaçlarıyla bağını kaybederdi. Bu, “gerçek kendilik” ile “sahte kendilik” arasında bir bölünmeye yol açacaktı. “Gerçek kendilik” saklanacak, anne beklentileri tarafından şekillendirilen “sahte kendilik” ise dış dünyayla ilgilenecekti. “Sahte kendilik”, “gerçek kendiliğin” bütünlüğünü korumaya hizmet ediyordu. Yetişkin yaşamda bu strateji başarısız olursa, kendilik birkaç parçaya bölünebilir ve psikoz gelişebilirdi. Winnicott’un çalışmaları, psikoza ait içsel dünyayı tasvir ederken radikal İskoç psikiyatrist R. D. Laing’i etkilemişti.67

    Winnicott, Klein’ın bebeği, içinde geliştiği gerçek karşılıklı birincil ilişkiden izole bir şekilde tanımladığına inanıyordu. Freud ve Klein’ın, büyümenin bir yas süreci olarak tasvir edildiği insan gelişiminde hayal kırıklığının rolünü vurguladığını belirtti; ancak aksine, gelişimin anne ve çocuk arasındaki yaratıcı bir işbirliği süreci olarak görülmesinin daha iyi olduğunu ileri sürdü. Adam Phillips, Winnicott’un terapiye yaptığı en büyük katkılardan birinin, analistin hastanın kendi yorumlarını da mümkün kılan bir ortam yarattığı gerçek anlamda işbirlikçi bir psikanalitik tedavi modeli geliştirmek olduğunu ileri sürmüştür.68 Terapistin rolü aşırı yorumlayıcı olmak değil, hastanın kendini keşfetme yolculuğuna çıkacağı uyumlu bir ortam sağlamaktı.

    Çocuğa Dönüş

    Yorumcular, psikanalitik düşüncedeki odak noktasının cinsel içgüdüden anne ve çocuk ilişkisine nasıl kaydığını belirtmişlerdir. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndaki savaş sonrası nevroz deneyiminin psikanalitik teorinin gelişimi ve kabulünde etkili olduğu gibi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Britanya’dan tahliye edilen çocukların sorunları da çocukluk hakkındaki psikanalitik düşünceyi değiştirdi.69

    Appignanesi’nin gözlemlediği gibi:

    Anneler, hem çocukluğu hem de iç yaşamı domine eden önemli otorite olarak hadım eden babaların yerini aldılar: gelecekteki tüm sevgi ve güç, bağlanma ve bağımlılık ilişkileri, baba ilişkisine değil, bu en eski ve temel ilişkiye dayanacaktı.70

    Phillips, çocuk gelişimine ilişkin bu yeni anlayışın özellikle kadınlar açısından toplumsal sonuçları olduğuna dikkat çekti:

    Kadınların savaş sırasındaki kritik çalışmalarının ardından tekrar evde kalmaya teşvik edildiği sırada, çocuklar için sürekli annelik yapılmasının önemi ve ayrılığın potansiyel tehlikeleri hakkında zorlayıcı ve ikna edici teoriler yayınlanmaya başlandı ve bunlar onları evde kalmaya ikna etmek için kolaylıkla kullanılabiliyordu.71

    İkinci Dünya Savaşı’nın bir diğer sonucu da hem grup psikoterapisinin hem de “tedavi topluluğu”nun gelişmesiydi. 1940’larda Birmingham yakınlarındaki Northfield Askeri Hastanesi’nde iki klinisyen, John Rickman ve Wilfred Bion, “ilk Northfield deneyi” olarak bilinen şeyi kurdular.72,73 Bu, bu kez grup psikoterapisini içeren ikinci bir deney için Michael Foulkes tarafından devralındı. Öğrenilen dersler, savaş sonrası dönemde sivil nüfusla grup psikoterapisinin gelecekteki kullanımını şekillendirdi. Northfield Hastanesi’nde ayrıca “tedavi topluluğu” terimini ortaya atan Tom Main de çalışıyordu. Main, hastaları karar alma sürecine dahil eden ve “nevrotik bireyin yeniden sosyalleşmesini” amaçlayan daha demokratik bir yapıyı hastaneye getirdi.74 Sivil hayatta, bu çalışmayı Cassel Hastanesi’nde sürdürdü, Maxwell Jones da Henderson Hastanesi’nde aynısını yaptı. Avrupa’da, Nazi toplama kamplarından sağ kurtulan Victor Frankl Viyana’ya döndü ve burada insanların öncelikle hayatlarına bir anlam bulmakla ilgilendikleri inancına dayanan varoluşçu esinli “Logoterapi”sini tanıttı.75

    Psikoz

    Freud, psikotik hastalıkları olan kişilerin psikanalizle tedavi edilebileceğini genel olarak düşünmese de “nevrozlarda derinliklerden zahmetle çıkarılması gereken birçok şeyin psikozlarda yüzeyde, her gözle görülebilecek şekilde bulunduğunu” gözlemlemiştir.76

    Psikoterapiyi psikozlu hastaları tedavi etmek için kullanma girişimi, Britanya’dan çok daha fazla Amerika’da uygulandı. Bir istisna, 1950’lerin sonlarında Tavistock’ta eğitim almış olan R. D. Laing’di. Holmes, Laing’in İngiliz okuyucuları Harry Stack Sullivan, Harold Searles ve Fromm-Reichmann gibi terapistlerle ve psikozun psikanalitik modelleriyle tanıştırdığını söylüyor. Holmes şöyle yazıyor:

    Laing’in uzun vadeli etkisi hafife alınmamalı… Ciddi derecede ruh hastası olanların iç dünyasını ve deneyimlerini doğruladı, psikotik fenomenleri işlevsiz bir beynin anlamsız tezahürleri yerine genellikle travmatik veya acı verici deneyimlerle ilgili gizli iletişimler olarak gördü. Psikozun aile bağlamını vurguladı.77

    Son Sözler

    Bu kısa tarihçe, sosyal ve kültürel faktörlerin psikodinamik psikoterapinin hem teorisini hem de uygulamasını nasıl etkilediğini göstermiştir. İki dünya savaşının psikoterapinin gelişimi üzerinde nasıl önemli bir etkisi olduğunu gördük. Ayrıca Freud’un orijinal teorilerinin nasıl sorgulandığını ve bunun psikoterapinin nasıl yürütüldüğü ve düşünüldüğü konusunda iyileştirmelere yol açtığını gördük. Terapist hastaya karşı daha aktif ve duyarlı olmuştur. Tedavi süreleri kısalmıştır. Ataerkil varsayımlar açığa çıkarılmıştır ve psikoterapi hakkında teoriler oluştururken annenin rolüne ve çocuğuyla etkileşimine daha fazla dikkat edilmektedir.

    Bazı yorumcular, modern zamanlarda psikoterapinin ortaya çıkışını ve kavramlarının günlük yaşamın her alanına görünür şekilde yayılmasını endişe verici bir durum olarak gördüler. Sosyolog Frank Furedi, insanların hayatın kaçınılmaz zorlukları karşısında stoacı ve kabul edici olma becerilerini kaybetmelerini kınamak için “terapi kültürü” terimini kullandı.78 Bunun yerine, insanlar kendilerini giderek daha fazla terapiye ihtiyaç duyan pasif kurbanlar olarak görüyorlar. Furedi’nin iddiasında şüphesiz bir miktar doğruluk payı olsa da insan acısını küçümsediği ve zihinsel acıya karşı eski moda, dişini sıkma yaklaşımını savunduğu için eleştirildi.

    Bu bölümün başında, ruhsal hastalıkların tedavisinde psikoterapötik ve biyolojik yaklaşımlar arasında sıklıkla bir çatışma olduğunu ancak birçok klinisyenin iki taraf arasında bir uzlaşma görmek istediğini gözlemledik. Bu hayati önem taşıyor gibi görünüyor. Biyolojik psikiyatride ne kadar ilerleme kaydedilirse kaydedilsin, hasta benzersiz bir deneyimler dizisine ve kişisel geçmişe sahip benzersiz bir birey olarak kalır. Çağdaş nörobilim, insanları hatalı işleyen mekanizmalar olarak görme eğilimindedir. Psikodinamik psikoterapi, bireyin yaşam öyküsüne ayrıntılı bir şekilde odaklanmayı vurgulayarak hastanın bir kişi olarak gözden kaybolmamasını sağlamak için özel olarak konumlandırılmıştır.

  • Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi (Kitap)

    Ön Söz

    Nancy McWilliams, PhD, Seçkin Emekli Profesör (Rutgers Uygulamalı & Profesyonel Psikoloji Lisansüstü Okulu)

    Katkı verenlerinin çağdaş psikodinamik teori ve uygulamasının net, anlaşılabilir bir derlemesini ortaya koyduğu Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi için bazı giriş yorumları yapmak benim için bir zevk. Psikodinamik gelenekteki yazarlardan anlaşılması zor jargon ve kanıtlanmamış görüşlere alışan okuyucular mutlulukla şaşıracaklardır: Bu ciltteki katkılar okunabilir, tarafsız, kanıta dayalı ve klinik çalışma ve genel mesleki deneyim açısından oldukça alakalıdır.

    Yazıları, esasen kapsamlı analitik eğitim almış meslektaşlarına yönelik olan psikanalitik yazarların aksine bu katkıda bulunanlar, bölümlerinin psikanalitik bir referans çerçevesine yeni olan, şüpheci veya kafası karışık olabilecek kitlelere ulaşmasını amaçlıyorlar. Bir şekilde, deneyimli psikanalitik okuyucular için kitabı ilgi çekici ve klinik olarak bağıntılı yapmışlardır. Heterojen geçmişlere sahip hastalarla, sosyoekonomik spektrumda, kısa ve uzun süreli terapilerde ve hem yatan hasta hem de ayakta tedavi ortamlarında çalışan klinisyenlere, süpervizörlere, yöneticilere ve diğer profesyonellere hitap ediyorlar. Bu çeşitli kitleyi akılda tutarak, güncel psikodinamik düşüncenin ilgili kavramsal alanını ele aldılar ve geniş bir kapsamdaki mesleki uygulama üzerinde faydalı uygulamalarını gösterdiler.

    Başarıları, Batı entelektüel yönelimli alt kültürlerdeki psikanalitik fikirlerin uzun tarihi bağlamında en iyi şekilde takdir edilir. Psikanalizin “en son şey” olduğu dönemde, Freud’un yeni “zihin bilimi”ne saf bir coşkuyla ve ruh sağlığı ve sosyal refahta bir devrim beklentisiyle bakmak yaygındı. Psikiyatrinin birçok bölümünde, psikanalitik eğitim programından mezun olan doktorlar kendilerini kişisel statüye ve kurumsal güce giden hızlı bir yolda buldular. Orta sınıf insanlar “Freudyen sürçmeler” hakkında birbirleriyle dalga geçtiler, kendi ve başkalarının “kompleksleri” hakkında fikir belirttiler ve kitleler halinde bir analistin divanına yöneldiler. Psikoterapi eğitim programları, müfredatlarının çekirdeği olarak psikanalitik kavramları öğretti. Eleştirilmeden benimsenen herhangi bir toplumsal hareketten beklenebileceği gibi (Marksizm buna benzer bir olgu olarak akla geliyor), psikanaliz sonunda mucizeler bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı.

    Şu anda psikodinamik bakış açısı, ilk günlerinde uyandırdığı kadar aşırı olabilecek çarpıtmalara maruz kalmaktadır, ancak bu sefer idealleştirmeden ziyade değersizleştirme yönündedir. Örneğin, psikanalitik temelli tedavileri modası geçmiş, ampirik olarak desteklenmeyen, Sigmund Freud’un kişisel başarısızlıklarıyla kirlenmiş ve çağdaş klinik zorluklara uygulanamaz olarak görmek yaygın hale gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, hastaları psikodinamik olarak tedavi eden meslektaşlarımın bir kısmı “etik olmayan” bir şekilde uygulama yapmakla nitelendirildi. Bu tür iddialar, psikanalitik yaklaşımlar için bilimsel kanıt bulunmadığına dair inançlar, psikodinamik tedavilerin önemli değişiklikler elde etmek için yıllarca devam etmesi gerektiği veya bilim insanlarının zihinsel acıyı anlama ve tedavi etmede rekabet eden diğer yöntemlerin üstünlüğünü gösterdiği gibi yaygın yanlış anlamaları yansıtmaktadır.

    Psikanalitik hareketin uzun tarihi boyunca analistlerin bazı büyük yanlış anlamalar ve hatalardan sorumlu olduğu doğru olsa da, Freud’un başlattığı hareketin ölümcül şekilde kusurlu olduğu veya güncel klinik uygulamayla alakasız olduğu doğru değildir. Aslında, psikolojik sorunları anlamak ve iyileştirmek için on yıllardır süren çabalar sonucunda psikanalitik topluluk, klinik olarak türetilmiş bilgeliğin ve deneysel olarak türetilmiş bilginin büyük bir miktarını biriktirdi ve bu da daha önceki hatalarının çoğunu düzeltti. Cambridge Rehberi’nin temel bir başarısı olan, ne idealleştiren ne de değersizleştiren çağdaş psikodinamik manzaranın akademik bir turu bu nedenle çoktan gecikti.

    Bu ciltte yazarlar, diğer bakış açılarına karşı polemikçi veya küçümseyici olmadan psikodinamik gelenekle ilgileniyorlar. Yazarlar özellikle hareketin altın çağında bazı psikanalistleri nitelendiren dar görüşlülük ve kibirden, psikanalizin bir alan olarak itibarı ve profesyonellerin zihinsel süreçleri anlama ve kişisel ve kişilerarası sorunları çözmek için psikodinamik fikirlere danışmaya hazır olmaları üzerinde yıkıcı bir etkiye sahip olan tutumlardan uzaktırlar. Okuyucularına tepeden bakmak yerine, kaçınılmaz olarak insan psikolojik sıkıntısıyla zorlu ve sıklıkla şaşırtıcı karşılaşmalarla yüzleşen çalışan profesyonellere en pratik değeri neyin sağladığını iletmişlerdir.

    Psikanalitik düşüncenin klinik olarak yararlı unsurlarını aktarmaya kendini adamış olan çoğumuz için, kolayca takdir edilen psikanalitik kavramlar kamuoyunda ilgi gördüğünde “sağduyu” olarak kabul edilmeleri, yanlış veya aşırı genelleştirilmiş analitik fikirlerin ise “saçmalık” olarak alay konusu edilmesi ve hatalı bir şekilde tüm psikanalitik girişimin entelektüel iflasının kanıtı olarak görülmesi can sıkıcı olabilir. Bu “sağduyu” kategorisi, diğer birçok psikanalitik kavramın yanı sıra, Freud’un “savunmalar” kavramı, Adler’in “aşağılık kompleksi”, Erikson’un “kimlik krizi”, Bowlby’nin “bağlanma” veya Winnicott’un “yeterince iyi anne”si gibi terimleri içerir. “Saçmalık” alanı, örneğin, Freud’un tüm kadınların penis hasetinden temel olarak muzdarip olduğu varsayımlarını veya Oidipal evrenin 19. yüzyıl Viyana orta sınıf versiyonunun evrensel olduğunu veya tüm erkeklerin bilinçsiz eşcinsel özlemleri olduğunu varsaymasını içerir. Bu toplumsal yeniden tanımlama süreci devam ederken, psikanalitik olmayan yönelimlerin uygulayıcıları, psikanalizin merkezinde yer alan fikirleri yeniden keşfeder, bunlara yeni isimler verir (örneğin, “bilinçdışı”, “örtük” olur; “bastırma”, “bilişsel kaçınma” olur; “nesne temsili”, “çekirdek şema” olur) ve bunları benzeri görülmemiş keşifler olarak selamlar.

    Uygulayıcı terapistler, formülasyonu sağlayan teorisyenin bağlılığından bağımsız olarak, zor işimizi kolaylaştıran herhangi bir kavram için minnettar olma, bütünleştirici olma eğilimindedirler. Bazen “bilinçsiz intihal” olarak adlandırılan şeye bakmanın bir yolu, hepimizin aynı acı çeken insan hayvanını anlamaya ve ona yardım etmeye çalıştığımız gerçeğinin bir yansımasıdır. Farklı teorik yönelimlere sahip klinisyenlerin benzer klinik zorluklarla karşılaşmaması ve her terapistin eğitim geçmişine nüfuz eden herhangi bir dilde ifade edilen benzer etkileşim yolları geliştirmemesi gerçekten garip olurdu. Yine de bu fenomen, ruh sağlığı alanında, klinik bilimin ilerlemesine katkıda bulunmak yerine tekerleği yeniden icat etmeye devam ettiğimizi de gösteriyor. Cambridge Rehberi, yanlış izlenimleri düzeltmede, psikodinamik fikirlerin neler sunduğunu açıklığa kavuşturmada ve hepimizi, belirli tedavi felsefelerinin taraftarları tarafından nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, klinik uygulamanın hangi unsurlarının elde tutmaya değer olduğunu anlamaya doğru ilerletmede kritik bir rol oynayabilir.

    Bu kitap, psikanalitik teorilerin ve psikodinamik yönelimin ana ampirik temellerinin tarihsel bir özetiyle başlar. Daha sonra klinik uygulamaya geçer, tedaviyi çerçevelemeye, hedefleri formüle etmeye ve belirli müdahaleleri kullanmaya odaklanır ve psikanalitik tedavinin ve süpervizyonun genel yapısı hakkında yorumlarla sonlanır. Üçüncü bölümde, anksiyete, depresyon, borderline durumlar ve sorunlu narsisizm gibi belirli sorunlara yönelik uygulamalar incelenir. Son bölüm okuyucuyu klinik ofisin dışına ve özellikle öfke, saldırganlık ve şiddet sorunlarına odaklanarak organizasyonlara ve klinik ekiplere yönelik uygulamalara taşır. Son olarak, yazarlar evsiz bireylerle ilgili terapiyi, telefon veya bilgisayar aracılığıyla tedaviyi ve grup analizini ele alır. Kitabın ilk bölümleri psikanalitik teorilerin ana akım klinik uygulamalarını anlamaya çalışan herkes için temel bir okuma oluştururken, sonraki bölümler doğrudan klinik hizmet dışındaki rollerdeki profesyoneller için oldukça yararlı olacaktır. Tüm bu materyal, erişilebilir bir şekilde yazılmış, onu destekleyen deneysel kanıtlar bağlamında sunulmuş ve ilgili kavramları canlandıran kısa öykülerle açıklanmıştır. Deneyimlerimden biliyorum ki, son hali genel bir süreklilik ve bütünleşmeyi barındıran çok yazarlı bir derleme üretmek kolay değildir ve bu nedenle bu cildin yazarlarının bunu başarmış olmasından etkilendim. Tüm ruh sağlığı disiplinlerinden, profesyonel katılımlardan ve teorik yönelimlerden okuyucuları bu değerli ve önemli kitapla vakit geçirmeye davet ediyorum. Bence siz de benim kadar ilgi çekici ve klinik olarak yararlı bulacaksınız.

    Giriş

    Bu kitap için temel amaçlarımızdan biri, psikodinamik psikoterapiye dair okunabilir ve davetkar bir rehber sunmaktır. Psikodinamik yaklaşımın hem kendimiz hem de birlikte çalıştığımız önemli sayıda insan için faydalı bir ‘yaşam rehberi’ sunduğunu gördük. Bu nedenle, bu yaklaşıma dair anlayışımızı paylaşma konusunda hevesliyiz ve bu fırsat için minnettarız. Yazma sürecine yardımcı olmak için, bu kitabın kapsamlı bir anlatım olmaktan ziyade bir “rehber” olarak tasarlandığını hatırlamanın temellendirici olduğunu gördük. Çağrışımlarımız bizi, insanların bir yer hakkında yollarını bulmalarına yardımcı olan ve ziyaretçilere ilgi çekici alanları gösteren bir seyahat rehberine götürdü. Bu kitabın, hem psikodinamik psikoterapi alanına yeni seyahat eden hem de daha önce burada bulunmuş ve daha fazla keşif arayan okuyuculara buna benzer bir amaç için hizmet etmesini umuyoruz.

    Psikodinamik alan geniştir. Çakışmalar ve farklılıklarla birlikte birden fazla “ekol” vardır. Klinik yaklaşımımız, psikodinamik terapideki çeşitli eğilimlerden yaklaşımları kullanmak ve zaman zaman bütünleştirmek, klinik uygulamada özellikle yararlı bulduğumuz yönlere odaklanmaktır. Bu kitabın tekrar eden bir teması, terapistin psikodinamik teori ve uygulamanın temel ilkelerini korurken yaklaşımını her hastaya uyarlamasıdır. İnsan ilişkileri ve işleyişine dair psikodinamik bir anlayış, sosyal koşullarla (yoksulluk, eşitsizlik ve diğer olumsuzluklar dahil) ve biyolojik ve tıbbi olanla iç içedir. Bu kitap, psikodinamik bir şekilde çalışan bir uygulayıcının geçmişte bu genel bakışı sağlayan ilgili bir meslekte deneyime sahip olduğunu varsayar. Bu, uygulayıcının yararlanabileceği terapötik çalışmaya güvenlik ve temel sağlar ve terapi öncesinde veya terapiyle paralel olarak ele alınması gerekebilecek önemli sosyal veya tıbbi konular hakkında daha geniş bir bakış açısı sağlar.

    Bu kitabın 1. Kısmı, psikodinamik yaklaşımın genel bir görünümünü sunarak, sonraki bölümlerde yer alan kavramların ve klinik uygulamanın temellerini sağlar. Bölüm 1, psikiyatri tarihçisi ve psikiyatrist Allan Beveridge tarafından yazılan, psikodinamik psikoterapinin gelişimine dair tarihi bir bakış açısıdır. Beveridge, psikodinamik teorinin gelişiminin idealize edilmiş bir tasvirini eleştirir: yanlış anlaşılan kahramanın (Sigmund Freud) kör muhaliflerine karşı mücadelesi. Bunun yerine Beveridge, psikodinamik terapiyi daha geniş etkiler arasına yerleştiren ve uygulayıcıların hataları ve yanlış dönüşleri gibi içgörüleri ve faydalı klinik keşifleri de tanımlayan daha ayrıntılı ve bütünleşik bir açıklama sunar. Kendimizi başkalarının bizi gördüğü gibi görmek her zaman rahat bir okuma sağlamaz, ancak yine de, kitabın ilerleyen kısımlarında açıkladığımız gibi, derin öğrenme veya terapötik değişimin hiçbir süreci birey için biraz rahatsızlık yaratmadan gerçekleşmez. İlerlemek isteyen hiçbir disiplin olduğu yerde kalmaz. Erken dönem psikodinamik teorisyenlerinin çalışmalarının çoğunu büyük bir değere sahip bulsak da, psikodinamik psikoterapinin daha sonraki klinisyenlerin erken dönem çalışmalarını geliştirmesi veya daha radikal bir şekilde inşa etmesiyle evrimleştiği de bir gerçektir. Psikodinamik teorideki bu gelişmeler ve çağdaş bir bakış açısı Bölüm 2’de tartışılmaktadır. Bölüm 3, psikodinamik psikoterapinin deneysel temellerini ve Bölüm 4, modelin genel bir bakışını ana hatlarıyla açıklamaktadır. Bölüm 4; tarih, teori, araştırma ve klinik uygulamanın temel yönlerini bir araya getirir ve bu nedenle, bir okuyucu psikodinamik yaklaşımdan faydalanmak için tek bir bölüm okumak isterse, bu bölüm uygun bir seçim olabilir. 2. Kısım psikodinamik modeli daha derli toplu bir şekilde pratiğe döküyor. Psikodinamik bir alanın nasıl çerçeveleneceğini açıklayarak başlıyoruz (Bölüm 5), ardından psikodinamik terapinin hedeflerini tartışıyoruz (Bölüm 6). Bölüm 7 psikodinamik tekniği ve Bölüm 8 terapinin genel yapısını ele alıyor. Bölüm 8, Bölüm 1’de bahsedilen önemli değişim süreçlerini, formülasyonla çalışma, terapi ilişkisini kullanma ve yas tutmayı da kapsayacak şekilde genişletiyor. Bölüm 7 ve 8 bir çift olarak okunabilir.

    Bölüm 9, hasta ve terapist arasındaki ilk karşılaşmaya ve psikodinamik danışmanlık uygulamasına odaklanıyor. David Bell, Bölüm 2’yi, süpervizyon süreci ve bilgi ve uygulamanın bir nesil uygulayıcıdan diğerine, iyi veya kötü, nasıl aktarılabileceği konusundaki önemi üzerine bazı düşüncelerle sonlandırıyor (Bölüm 10). Bell, psikodinamik çalışmada “düşünmeye sevk eden fikirler (keşifler)” potansiyelinin farkındalığını arttırıyor, ancak, düşünmeden, bunların nasıl “ritüelleştirilmiş uygulamalara indirgenebildiğini” de vurguluyor.

    3. Kısım’da, vaka çalışması açıklamalarıyla gösterilen bir dizi yaygın sunuma psikodinamik bir yaklaşım uyguluyoruz. Kaygıya (Bölüm 11), depresif/çökkün durumlara (Bölüm 12) ve borderline durumlara (Bölüm 13) yönelik psikodinamik bir yaklaşımı inceliyoruz. Susan Mizen’in 14. Bölümü daha çok yatan hasta ortamına giriyor. Mizen, personel ve hastaların görünüşte hiçbir çıkış yolu olmayan, kemikleşmiş pozisyonlarda sıkışıp kaldığı karşılaşmaları incelemek için narsisistik zorluklar merceğini kullanır ve bu alanda çalışmak için pratik ve ilişkisel bir yaklaşım önerir. Bölüm 3’teki ortak bir konu, psikodinamik bir yaklaşımın çeşitli “semptomların” ardında yatan anlamları ve dinamikleri nasıl ele aldığı, duyguları canlı ve aktif bir iç dünyanın parçası olarak konumlandırmasıdır.

    4. Kısım, psikodinamik psikoterapiyi farklı popülasyonlara ve ortamlara uygular ve iki ana parçaya ayrılır. 4. Kısım’daki ilk parça, “1:1 Terapinin Ötesinde – Klinisyenler, Ekipler ve Organizasyonlarla Psikodinamik Olarak Çalışmak” başlıklı bir bölüm grubudur. Bu, psikodinamik fikirleri, işleyişinde ilişkilerin merkezi bir rol oynadığı ortamlarda (tüm sağlık hizmetleri, güvenli tesisler, eğitim, sosyal hizmet ve diğer bakım hizmetleri gibi) çalışmaya uygular. Bu parça, psikoterapist olmayan personelin bu alanda sindirilebilir yazılı materyal talepleri üzerine ortaya çıkmıştır; personel ekipleriyle çalışan psikoterapistler için de uygundur. Bölüm 15, uygulamalı psikodinamik çalışmaya bir giriş niteliğindedir. Hinshelwood ve diğerlerinin çalışmalarından yararlanarak esas tezi, günlük bakım sürecinin bir parçası olarak hastalar ve hizmet kullanıcılarıyla çalışırken tepkilerimizi fark etmenin ve bunlar hakkında düşünmenin önemi ve bunun ilişkilerin ‘görünmezliği’ nedeniyle çalışma gerektirdiğidir. Bölüm 16, öfke, saldırganlık ve şiddetin dinamiklerini inceler. Bölüm 17, “psikolojik temelli” bir hizmetin ilkelerini ana hatlarıyla belirtir; yani, bakımla daha karmaşık ilişkileri olan hizmet kullanıcıları için iyi bakım ve buna erişim sunmak üzere bir hizmeti pratik olarak nasıl organize edip yapılandıracağınızı açıklar. Psikolojik temelli bir yaklaşım, personel için reflektif uygulama alanları ile desteklenir; bu, Bölüm 18’in konusunu oluşturur. Bölüm 19, klinik ekipler için psikodinamik danışmanlık sürecini açıklayarak Bölüm 15-18’de tartışılan temaların çoğundan yararlanır.

    4. Kısım’ın ikinci parçası psikodinamik çalışmanın diğer biçimlerine ve ortamlarına bakıyor. Bölüm 20, çoklu dışlanma evsizliği yaşayan insanlarla çalışmaya yönelik psikodinamik bir yaklaşım ortaya koyuyor. Bölüm 21, Covid-19 nedeniyle acilen dikkatimizi çeken bir konu olan çevrimiçi ve telefonla psikodinamik olarak çalışmayı ele alıyor. Bölüm 22, grup analizi ve uygulamalarına bir giriş sağlıyor.

    Vaka materyali ile ilgili olarak, yazarlar bunların ya kurgu eserler olduğunu ya da Genel Tıp Konseyi’nin gizlilik konusundaki yönergelerinin izlendiğini teyit etmektedir. Zamirler hakkında bir not. Genellikle, insanlardan bahsederken ‘onlar’ ifadesini kullanırız. Ancak, psikodinamik bir yaklaşım genellikle kişilerarası etkileşimlerin ayrıntılarıyla ilgilenir ve bazı durumlarda hem hasta hem de terapist için ‘onlar’ ifadesini kullanmak, kime atıfta bulunulduğu konusunda belirsizliğe yol açabilir. Bu nedenle, bazen açıklık sağlamak için hasta ve terapist için farklı zamirler kullanırız, çoğunlukla hasta için “erkek” (he) ve terapist için “kız” (she).

    Serinin Editöründen Bir Not

    Cambridge Üniversitesi Yayınlarında Editör olan Sarah Marsh ile ilk tanıştığım zamanı hatırlıyorum – şimdi sanki bir ömür önceymiş gibi geliyor. Haziran 2017’de Edinburgh’un merkezindeki bir kafede, kanıta dayalı psikolojik terapilere odaklanan bir dizi kitap oluşturması gerektiği fikrini tartışmak için buluştuk. Fikir basitti – kitaplar bir stajyer ve aynı zamanda uzman bir klinisyen için çekici olacaktı. Okuyucuların farklı teorik anlayış modelleri kullanarak psikolojik bir zorluğu kavramsallaştırmalarını sağlamak, ancak bilgi hacmiyle bunalmamalarını istedik. Kolayca okunabilen ve yine de karmaşık kavramları yönetilebilir bir şekilde inceleyen bir dizi kitaba ihtiyaç olduğunu gördük.

    Böylece Sarah bana Dizi Editörü olup olmayacağımı sorduğunda hayır diyemedim. Dizi için erken planlar yaparken asla tahmin edemediğimiz şey, yakında küresel bir pandemiyle karşı karşıya kalacağımızdı. Evimizden çıkıp çıkamayacağımızı veya çocuklarımızın okula gidip gidemeyeceğini bile bilmediğimiz günler oldu – dünya etkili bir şekilde durdu. Yine de tüm bu kaos, belirsizlik ve korku içinde, etrafımdakilerin kararlılığını ve başarılarını gördüm. Ergenliğini “karantina” altında geçiren oğlum Patrick’in dayanıklılığına hayran kaldım. Şimdi onu ve dönüştüğü genç adamı izliyorum – sessiz bir özgüvenle dik yürüyor. O ve arkadaşları birlikte gülerken ve artık çoğumuzun daha önce hafife aldığı bir şeyin tadını çıkarırken çok gurur duyuyorum: üniversitedeki özgürlükleri. Benzer şekilde, çoğu meşgul ve yorgun klinisyen olan bu kitapların birçok yazarının, bu girişim için değerli zamanlarını adamaya devam ettiğini gördüm – çok zorlu bir zamanda inanılmaz bir başarı. Her biri beni dünyanın dört bir yanından akademik, klinik ve teorik dünyalarına davet etti. Hepsiyle çalışmak bir onurdu. Bu serinin her bir katılımcısına ve yazarına, en karanlık günlerde bile gösterdikleri sıkı çalışma, kararlılık ve mizah anlayışları için kişisel olarak teşekkür etmek istiyorum. Tüm bilinmezliklere ve kaosa rağmen devam ettiler ve harika bir şey başardılar.

    Sarah ve Cambridge’deki Kim Ingram’a bana Seri Editörü olma fırsatı verdikleri için teşekkür etmek istiyorum. Her anını çok sevdim; tahmin ettiğimizden daha uzun ama muhteşem bir yolculuktu ve bunun için inanılmaz derecede minnettarım. Sarah ve Kim artık arkadaşlarım – kelimenin tam anlamıyla küresel bir salgını birlikte yaşadık. Cambridge Üniversitesi Yayınları ile birlikte ve işbirliği içinde çalışmak benim için mükemmel bir zevkti.

    Patricia Graham, Seri Editörü Danışman Klinik Psikolog, USS Lanarkshire, Birleşik Krallık

    Teşekkür

    Yol boyunca öğrendiğimiz tüm hastalara ve personele çok minnettarız. Bu kitabın bölümlerini eleştirel bir şekilde okuyan ve yapıcı geri bildirimleri paha biçilmez olan tüm klinisyenlere teşekkür ederiz: Carine Minne, Aileen Ogilvie-Riley, Allan Beveridge, Angela Drinnan, Emma Lewington, Katy Lewis, Katharine Logan, Flora Michalopoulou, Siobhan Murphy, Jane Naismith, Jon Patrick ve John Shemilt. Görselleri oluştururken bizimle birlikte çalışırken gösterdiği sabır için Robert Bangham’a teşekkür ederiz. Cambridge Üniversitesi Yayınlarından Kim Ingram ve Sarah Marsh’a ve bu kitapta bizi cesaretlendiren ve yardımsever yönlendirmesi için Patricia Graham’a minnettarız. Bu kitap Dr. Patricia Graham (seri editörü) ve Cambridge Üniversitesi Yayınları tarafından talep edilmiştir. Adam Polnay ve Rhiannon Pugh cildi düzenledi ve tüm ortak yazarlara teşekkür etmek istiyor.

    A.P. ve R.P., yazma süreci boyunca birbirlerine verdikleri destek ve cesaretlendirme için minnettardır.

    A.P.: Jon Patrick’e ve geçmişteki ve şimdiki tüm süpervizörlerime birçok bölümdeki etkilerinden dolayı teşekkür etmek istiyorum. Devlet Hastanesi (Carstairs), USS Lothian ve Edinburgh Üniversitesine destekleri için minnettarım. En önemlisi, aileme, bu proje boyunca birçok yönden verdiğiniz destek ve bunun gerektirdiği zamana gösterdiğiniz hoşgörü için hepinize teşekkür ederim.

    R.P.: Geçmişteki ve şimdiki tüm süpervizörlerime ve aileme teşekkür etmek istiyorum

    Kısım 1: Modelin Genel Değerlendirmesi

  • Bebekler ve Ebeveynlerle Psikodinamik Terapi (15. Bölüm)

    Björn Salomonsson

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 15. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Psikanalistler, klasik teknikleri psikotik ve borderline hastalar, gruplar, çiftler ve son zamanlarda anne-bebek ikilisi üzerinde çalışmak için değiştirmiştir. Bebekler ve ebeveynlerle yapılan psikodinamik terapi (BEPT), Fraiberg (1980) ve Dolto (1982, 1985) tarafından tanıtılmış ve terapistler arasında giderek daha fazla ilgi görmeye başlamıştır. BEPT, annenin egosunu desteklemeye ve bebeğiyle olan davranışını değiştirmeye teşvik eden yöntemlerden (örn. gelişimsel rehberlik; Lojkasek, Cohen ve Muir, 1994; bebek masajı; Field, 2000; etkileşim rehberliği; McDonough, 2004; Aarts, 2000) farklıdır. BEPT, bebek ve ebeveynin iç dünyalarına ve aralarındaki etkileşime odaklanır.  Bu bölümün odak noktası BEPT olacaktır. Avrupa’daki klinisyenler, Latince *in-fans* (“konuşamayan”) kelimesine uygun olarak, “bebek” terimini genellikle konuşma öncesi çocuklarla sınırlandırır; bu nedenle bu bölüm, 18 ayın altındaki bebeklerle yapılan terapilere odaklanacaktır. Ancak, bir *in-fans* terapide yer almadan bu terapiden etkilenebilir mi? Bu derlemede ortaya konacağı gibi, bu soruya herkesin üzerinde uzlaştığı net bir yanıt yoktur.  Psikodinamik teori, insanların karakterlerini, ilişkilerini, ilgi alanlarını, tutkularını ve bilişsel kapasitelerini etkileyen bilinçdışı dürtülerle mücadele ettiğini öne sürer. BEPT annelerin çocuklarına, partnerlerine veya annelik rollerine karşı bilinçdışı ambivalanslarını (ikircikliliklerini) fark etmelerine yardımcı olur; ancak bu tür bir ambivalans bebeği de kapsar mı? Tüm BEPT yöntemleri, ebeveynin çocukla bağ kurma çabasının, bilinçdışı ve çelişkili dürtülerle harmanlandığı konusunda hemfikirdir. Buna karşılık, bu yöntemlerden çok azı bebeğin benzer faktörler taşıdığını ifade eder. Bu, bu derleme boyunca incelenecek bir konu olacaktır; çünkü bu konuya ilişkin farklı görüşler, terapötik tekniği doğrudan etkileyebilir.

    BEPT yöntemleri, bazen klasik psikanalitik teori ile uyum gösterirken bazen bu teoriden sapar. Geleneksel olarak, anne, bebeğin fantezilerinde beden parçaları ya da işlevleriyle yer alan birincil obje (primary object) olarak görülür. Bu anneye atfedilen öncelik, PBT’nin (Psikodinamik Bebek Terapisi) anne-bebek vaka sunumlarının ağırlıkta olmasıyla kendini gösterir; ancak babanın katkıları da giderek daha fazla kabul görmektedir (Baradon, 2019).  Vaka raporları sıklıkla “bebek kaygıları” üzerine odaklanır. Bunlar arasında emzirme sorunları, bebek uyku problemleri ve bağlanma ile ilgili sıkıntılar; ayrıca annelerin suçluluk, kaygı veya bebeği sevememe hisleri yer alır. 

    Freudyen Bebek

    Freud, anne-bebek etkileşimlerini gözlemlemiş ve bebeklerin zihinlerinde neler olup bittiği üzerine düşünmüştür. Tatmin duygusunu—ağırlıklı olarak psikolojik bir olay—fizyolojik terimlerle, örneğin nöronal boşalma olarak ifade etmiştir (Freud, 1895/1950). Ancak, bu sürece etkileşimsel bir boyut da eklemiştir; bebeğin tatmin duygusu, “deneyimli bir kişinin” çocuğun durumuna yönelerek dış dünyada değişiklikler yapmasını (örn. beslenme sağlanması, cinsel objenin yakınlığı) gerektirir (s. 318). Daha basit bir ifadeyle, Freud’un fikri şudur: Bebek, anne onu dinleyip teselli edene kadar ağlamaya devam eder. 

    Freud’un nörofizyolojik terminolojisi, bir bebeğin anneye dair temsil oluşturduğu fikrini bulanıklaştırabilir. Bebek sıkıntı yaşadığında, anneyi “düşmanca bir obje” (hostile object) olarak algılar (s. 320). Önemli bir nokta ise, bebeğin bu hatırayı reddetmesidir ki Freud bunu birincil savunma (primary defense) olarak adlandırır (s. 322).

    Freudyen bebek, sadece biyolojik olarak rahatsız edici olayları kaydetmekle kalmaz, aynı zamanda öznel bir şekilde bunları deneyimler. Bebek, bu tür olaylarla başa çıkmak için anneyle etkileşime girer ve bu etkileşimler bebeğin zihninde izler bırakır. Başka bir deyişle, anneyle olan etkileşimler—rahatsız edici deneyimler bağlamında—bebeğin zihninde temsil (representation) olarak içselleştirilir.  Freud, bebeği hem biyolojik güçler hem de psikolojik güdüler tarafından yönetilen bir varlık olarak tanımlamakta tereddüt etmesine rağmen onun memnuniyet sağlayan bir anneye dair olumlu temsiller ve acı çektiğinde olumsuz temsiller yarattığına inanır. Freud bu nedenle bebeklerin “akıl sahibi” (minded) olduğunu düşünür.  Bebeklerin konuşamayan varlıklar (“in-fans”) olmaları nedeniyle, temsilleri yalnızca “ses-imaj” ya da yetişkinlerin iletişimlerinden türeyen bilinçten yoksun “işitsel, görsel ve kinestetik unsurların” bir araya geldiği bir nitelikte olabilir (1915b, s. 210). Freud’un bebeğin zihni hakkındaki varsayımlarından doğan diğer kavramlar arasında bebeklik cinselliği (1905), bilinçdışı (1900, 1915b), ilk bastırma (primal repression) (1915a) ve kaygı (1925-1926) yer alır.  Ayrıca Freud, “yetişkin karakterimizin, izlenimlerin bellek izleri üzerine inşa edildiğini” vurgular. “Üzerimizde en büyük etkiyi bırakan izlenimler, yani erken çocukluğumuzda edindiğimiz izlenimler, tam da “neredeyse hiç bilinçli hale gelmeyenlerdir” (1900, s. 539). Bu bağlamda, Freud’a göre bebeklik dönemi, bireyin gelecekteki yaşamı için temel bir öneme sahiptir.

    Bebekler ve Ebeveynlerle Psikodinamik Terapiler

    Freud’un bebek zihninin yetişkinliğe uzanan sürekliliği hakkındaki teorileri, psikanalistlerin neden bebeklerle terapi uygulama konusunda yavaş davrandığını açıklamaya yardımcı olabilir. Bebekle terapi yapmak oldukça zorlayıcı olabilir. Terapist, “çocukla yoğun bir özdeşleşme” yaşayabilir ve bu da bebeğin olumlu ya da olumsuz kışkırtıcı davranışlarına karşı kendi tepkilerini kontrol etmeyi zorlaştırabilir (Watillon, 1993, s. 1045).  BEPT’nin geç ortaya çıkmasının bir diğer nedeni, psikanalizin bir “konuşma tedavisi” olarak görülmesi fikridir. Bu, birincil klinik verilerimizin sözcükler olduğu ve süreçle ilgili herhangi bir “temsili ya da işaret edeni” içermediği yanılgısına yol açmıştır (Olinick, 1985, s. 500). Bu durum, bebeği iletişim kurulabilecek bir hasta olarak görmemizi engellemiş olabilir. Kleinyen analistler, bebek zihni üzerine geniş spekülasyonlarda bulunmuşlardır; ancak bu çalışmaların odak noktası genellikle daha yaşlı hastaların kişiliklerindeki bebeksi yanları anlamaktır (Joseph, 1985; Meltzer, 1992; O’Shaughnessy, 1988). Buna karşın, ego psikolojisi analistleri, bebeğe gelişim düzeyinin ötesinde zihinsel kapasite atfetme ve “bebeği yetişkinleştirme” (adultomorphizing) konusunda uyarılarda bulunmuşlardır (Fonagy, 1996; Peterfreund, 1978; Stern, 1985).  Bu perspektif, bebeklerin zihinsel işleyişine dair daha gerçekçi ve gelişimsel olarak uygun bir anlayış geliştirmeye katkı sağlamıştır.

    BEPT’nin görece yavaş gelişiminde muhtemelen örgütsel faktörler de etkili olmuştur. Analistler genellikle özel muayenehanelerde çalışır ve acı çeken bireyler tarafından aranır. Buna karşılık, “bebekle ilgili endişeler” genellikle annelerin bebeğin mide ağrısı, uyku düzeni veya emzirme sorunlarıyla ilgili şikayetlerde bulunduğu çocuk sağlığı merkezlerinde ortaya çıkar—bu anneler terapiden ziyade yalnızca bir çözüm arayışında olabilir. Alternatif olarak, anneler üzgün ya da kaygılı hisseder ve bireysel terapi veya ilaç tedavisi için bir pratisyen hekime ya da psikiyatriste yönlendirilir. Günümüzdeki zorluk, nitelikli perinatal psikolojik bakımı günlük sağlık hizmetleriyle entegre edebilmektir. Aşağıda, en bilinen BEPT yöntemlerinin kısa bir açıklaması yer almaktadır.

    Bebek-Ebeveyn Psikoterapisi (Fraiberg)

    Fraiberg, kısa süreli kriz müdahaleleri, etkileşim rehberliği-destekleyici tedaviler ve bebek-ebeveyn psikoterapisini geliştirmiştir. İlk yöntem, “belirli bir dış olaylar dizisinden kaynaklanan sorunlar ve ebeveynlerin psikolojik kapasitelerinin kısa ve odaklanmış bir müdahaleden faydalanabileceklerini gösterdiği durumlar” (1989, s. 60) üzerine odaklanmıştır. Örneğin, önceki bebeklerinin ölümünden kaynaklanan çözümlenmemiş yas nedeniyle yenidoğanlarıyla ilgili kaygı yaşayan bir çiftin durumu bu yöntemle ele alınabilir. İkinci yöntem olan etkileşim rehberliği ise, psikolojik farkındalığı sınırlı olan ebeveynleri hedef alır ve onların psikodinamiklerini kökten değiştirmeyi amaçlamaz.

    Fraiberg’in bebek-ebeveyn psikoterapisi ise, açıkça BEPT yöntemi olarak kabul edilmektedir. Bu yöntem, bebeklerin ebeveynlere “reddedilen ya da inkâr edilen bir ebeveynlik yanını” (1989, s. 60) hatırlattığı durumlarda uygulanır. Bu “bebek odasındaki hayalet,” ebeveynin bebekle etkileşimlerini gölgeler ve bebeğin ebeveynin nevrozuna hapsolmasına neden olur.  Örneğin, bir anne, 5 aylık kız bebeğinin kendisine bağlanmadığını hisseder. Kendi annesinin doğum sonrası psikozu sırasında terk edilmiş olan bu anne, şimdi de bir evlilik dışı ilişki nedeniyle suçluluk duygusu yaşamaktadır; bu suçluluk, annelikten herhangi bir neşe duymasını engellemektedir. Bir hipotez geliştirilir: “Bu annenin kendi ağlayışları [terapist tarafından] duyulduğunda, çocuğunun ağlayışlarını da duyacaktır” (1980, s. 109). Bu şekilde, “bebeği de içine alarak yayılan patoloji” (s. 111) geri çekilebilir.

    Fraiberg, Freud’a kıyasla bir bebeğin savunma mekanizmalarının varlığı konusunda daha kararsızdı. Klinik olarak, bebeği “duygusal iklimi yoğunlaştıran bir ‘katalizör’” (1989, s. 53) ve bazen yetişkinlerle “diyalog” kuran bir varlık olarak değerlendiriyordu. Fraiberg’in bu tür diyaloglar aracılığıyla ulaşmayı hedeflediği amaç, annenin bebeğini algılayış biçimini aşmaktı. Onun takipçileri, ebeveynlerin çocuğa yansıttığı “olumsuz atıflar” üzerine çalışmalar yapmaya devam etmiştir (Lieberman ve Van Horn, 2008; Silverman ve Lieberman, 1999). Fraiberg’in bebek-ebeveyn psikoterapisi; Etkileşim Rehberliği (Robert-Tissot ve ark., 1996), İzle, Bekle ve Merak Et (Cohen ve ark., 1999) ve müdahalesizlik (Lieberman, Weston ve Pawl, 1991) ile karşılaştırıldığı randomize sonuç çalışmaları ile incelenmiştir. Cohen ve ark. (1999) çalışması, etkilerinin daha bebek odaklı bir teknikten daha uzun sürede ortaya çıktığını göstermiştir. Lieberman, Weston ve Pawl (1991) çalışması ise, güvensiz bağlanma gösteren bebekler ve ebeveynleri ile iyi sonuçlar elde edildiğini ortaya koymuştur. Önemli bir nokta, bu bebek ve ebeveyn psikoterapilerinin diğer çalışmalardaki yöntemlere kıyasla daha uzun süreli olmasıdır.

    Bebek-ebeveyn psikoterapisi (Cramer ve Palacio Espasa) 

    Cramer ve Palacio Espasa’nın (Cramer ve Palacio Espasa, 1993; Cramer, 1997; Espasa ve Alcorn, 2004; Manzano, Palacio Espasa ve Zilkha, 1999; Zlot, 2007) Cenevre merkezli çalışmaları, daha az dezavantajlı ailelere odaklanmıştır. Onların yaklaşımı ile Fraiberg’in yaklaşımı arasındaki farklar ince nüanslarla ayrılır. Cramer ve Palacio Espasa, annenin mazohistik ve narsisistik sorunları gibi psikopatolojisine daha fazla odaklanırken, aynı zamanda bebeğin semptomlarının “ebeveynin bastırılmış bir eğilimini ifade edebileceğini” (Cramer ve Palacio Espasa, 1993, s. 85) kabul ederler. Sonuç olarak, bebek ile ebeveynin bastırılmış zihinsel süreçleri arasında bir “çekirdek çatışmalı ilişki” (core conflictual relationship) ortaya çıkar. Bu, Fraiberg’in “hayalet” kavramına oldukça yakındır; ancak bu yazarlar bunun yerine annenin bebeği kendi başına bir birey olarak görmesini engelleyen “narsisistik senaryolarından” (Manzano ve diğerleri, 1999) söz ederler. Onlara göre çocuk, bebeğin anlayamayacağı bir ilişkiye dahil olur. Bebeğin terapideki rolüne gelince, Cramer ve Palacio Espasa bebeği Fraiberg’e göre daha az aktif bir varlık olarak görürler. Bu nedenle, bilinçdışı kavramının bebeklere uygulanması konusunda bu yazarlar daha çekimser bir tutum sergilemektedir.

    Bebeklerle Terapötik Danışmalar (Lebovici) 

    Serge Lebovici’nin Paris’teki Centre Alfred Binet’de geliştirdiği müdahaleler, Winnicott’un (1971) terapötik danışmaları ve Fraiberg’in (1989) kısa süreli kriz müdahalelerine benzerlik gösterir. Fraiberg’in düşünce yapısını, “annenin içsel gerçekliği, bilinçdışı, bebeğe sunulan ilk dünyayı oluşturur” (Lebovici ve Stoléru, 2003, s. 289) ifadesinde görmek mümkündür. Fraiberg annenin travmasına odaklanırken, Lebovici annenin bebekle ilişkisini etkileyen çocukluk cinselliğine ve bunun uykusuzluk ve emzirme güçlükleri gibi semptomlara nasıl katkıda bulunduğuna dikkat çekmiştir.

    Lebovici (2000) ayrıca bebek ve ebeveyn psikoterapistinin zihinsel süreçlerine odaklanmıştır. Daha önce Emde (1990), terapistin empatisinin erken anne-çocuk ilişkisinde deneyimlenen “karşılıklı etkileşim” deneyimlerine dayandığını ve onlara benzediğini öne sürmüştür (s. 884). Lebovici ise empatiyi yaratıcılıkla ilişkilendirmiştir; terapist sadece “hastanın duygularına girmekle” kalmaz, aynı zamanda “kendisini unutup” (2000, s. 227) kendi çağrışımlarını hastanınkilerle etkileşime sokar. Bu süreç, annenin bebeğiyle konuşmasına benzetilebilir. Lebovici’nin sahneleme (enactment) terimi, terapistin beden duyumları ve jestlerinin, anne ya da çocukta kabul edilmeyen bir duyguyu gösterebileceğini ifade eder. Örneğin, terapist bir oturum sırasında spontane bir metafor kullanabilir. Bu metafor, geriye dönük olarak analiz edildiğinde, karşı aktarımda yer alan direnişleri gösterebilir ve böylece terapistin, çiftle ilgili düşüncelerinde belirsiz olan noktaları netleştirmesine yardımcı olabilir.

    Lebovici, bebeği seansa dahil ederek, ebeveynin spontane davranışlarının veya yorumlarının bilinçdışı anlamlarını araştırmaya olanak tanımıştır. Bebeğin varlığı, onun metafor kullanımını da teşvik etmiştir. Ancak Lebovici, bebeğe doğrudan müdahalede bulunma eğiliminde olmamıştır. Muhtemelen, bebeğin bilinçdışının erken dönemde var olduğu fikrine katılırdı; fakat meslektaşı Dolto’nun, bebeğin sözel içeriği anlayabileceği görüşüne katılmadığı söylenebilir.

    Doğrudan, kısa anne-bebek terapisi (Dolto) 

    Françoise Dolto, İngilizce dilinde yakın zamanda tanıtılan (Hall, Hivernel ve Morgan, 2009) Parisli bir psikanalisttir. Dolto, küçük bebeklerin bakımverenleriyle iletişim kurma becerisine sahip olduğuna ve bebeklerin bakımverenlerinin söylediklerinin bazı kelime anlamlarını anlayabileceklerine inanmıştır. Ancak nörogelişimsel araştırmalara göre bu, açıkça yanlış bir yaklaşımdır (Karmiloff ve Karmiloff-Smith, 2001). Yine de, Dolto’nun yöntemi hatalı olarak nitelendirilmeden önce teorik temelleri incelenmelidir.  Bir bebek emzirmeyi reddetmiştir ve Dolto (1985) ona şu şekilde hitap etmiştir:  “Annenin karnındayken her şey yolundaydı. Sonra doğdun… Annenin sütü vardı ve sen de onu istiyordun… Bir gün, annenle birlikte evde işlerin yolunda gitmediğini duydun. Belki de kendine şöyle dedin: ‘Zavallı annem, en iyisi onun karnına geri döneyim, çünkü oradayken her şey yolundaydı.” (s. 211). Dolto, bebeğin emme isteksizliğinin, annenin artık hayatta olmayan annesinin yasını tutması ve evdeki durumla ilgili kaygılarının bir yansıması olduğuna inanmıştır. Ayrıca Dolto, bebeğin bu terapötik müdahaleyi sözel olarak anladığını da iddia etmiştir. Bu iddiayı reddetmek, Dolto’nun “annenin bebeği korumak amacıyla utanç verici gerçekleri gizlemesinin bebeği kafa karışıklığına sürükleyebileceği ve gelişimini engelleyebileceği” düşüncesinden daha kolaydır.

    Bebek ve ebeveyn psikoterapistleri, ebeveynlerin samimiyetsiz olduğu durumlarda bebeğin sezgisel olarak “bir şeylerin yanlış olduğunu” hissedebileceğini kabul eder. Bu durum, bebeği kafa karışıklığına sürükleyen ve “bebek odasında hayalet” yaratan bir etki oluşturabilir. Ancak, bu gibi durumlarda çoğu terapist, çocuk yerine ebeveynlerle konuşmayı tercih eder.  Dolto’nun, bir bebeğe dil anlayışı atfetmesinin yanlışlığı bir kenara bırakıldığında, bebeğe doğrudan hitap etmesinin başka bir nedeni ortaya çıkar: Bebek, dil aracılığıyla biçimlenir ve bu dilden etkilenir. Dolto’ya göre, olgunlaşma ancak bebeğin kendi arzularını toplumsal olarak kabul edilebilir taleplerle değiştirmeyi başardığı ölçüde gerçekleşir. Bu nedenle yetişkinlerin çocuğu, her şeyden önce dili içeren sembolik düzene tanıtması gerekir (Salomonsson, 2017).  Dolto, “konuşma öncesi yaşta bile, annenin bebeğiyle konuşmasının, bebeğe sunduğu sütten daha değerli bir besin” olduğunu ifade etmiştir (Dolto, 1994, s. 605). Bu süreç, çocuğun “dürtüsünü başka bir nesneye yönlendirmesine” yardımcı olur (Dolto, 1982, s. 48). Örneğin, süt kendisine sunulduğu ve ona ait olduğu halde, göğsün anneye ait olduğunu kabul ettiğinde çocuk sütten kesilmeye hazır hale gelir, konuşmayı öğrenir ve ne istediğini ifade etmeye başlar.

    Ebeveynler bebeklerine, kaşlarını çatar, başlarını sallar, iç çeker, gülümser, kıkırdar ve benzeri tepkiler verirler—ve genellikle onlarla konuşurlar. Bebekler, kelimeleri duygusal niteliklerine göre, rahatlatıcı, korkutucu veya büyüleyici bir ses olarak deneyimliyormuş gibi görünür (Markova ve Legerstee, 2006). Araştırmalar, küçük bebeklerin konuşmayı özel bir iletişim biçimi olarak gördüğünü göstermektedir (Ferry, Hespos ve Waxman, 2010; Gervain ve Mehler, 2010). Adeta bebek şöyle düşünüyormuş gibidir: “Bu özel bir şey. Annemin yüz hareketleri ve benim çıkaramadığım sesler bir arada. Sanırım bir şey ifade ediyor ama tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum.”

    Terapi sürecinde anne, bebeğiyle karmaşık bir bağ içindeyken, terapist Dolto’nun deyimiyle hem bebeğe hem de anneye *parler vrai* (doğruyu söylemek) konusunda daha uygun bir konumda bulunur. Bu yaklaşımı iki temel soruya verdiği yanıtla özetlemek gerekirse, Dolto şunları savunur: İlk olarak bebeklerin bilinçdışı, içgüdüsel dürtüleri tatmin edici ve açık bir şekilde ifade edilmediğinde patolojiye katkıda bulunur. İkincisi ise bebek, duygusal karmaşası dikkate alınarak ele alınmalı ve bu süreçte sembolik düzene tanıtılmalıdır. 

    Anne-Bebek Psikanalitik Tedavisi (Norman) 

    İsveçli analist Norman (2001, s. 85), “(1) Bebek ile analist arasında bir ilişki kurulabilir (2) Bebek, öznelerarasılığı ve kontrol arayışını temel alan ilkel bir öznellik ve benlik duygusuna sahiptir (3) Bebek, ego geliştikçe azalan, kendilik ve ötekilere dair temsilleri değiştirme konusunda benzersiz bir esnekliğe sahiptir, ve (4) Bebek, dilin belirli yönlerini işleme kapasitesine sahiptir” iddialarını öne sürmüştür.

    Norman’ın anne-bebek psikanalitik tedavisi, bebeğin “yetersizliği” ya da ego olgunlaşmamışlığına odaklanmıştır. Bu durum, bebeği anneyle bir duygusal rahatsızlığa dahil olmaya yatkın hale getirir ve kontrol arayışında olan bebeğin bunu sunan herhangi bir kişiye yönelmesine neden olur. Bu da travmanın etkilerini tersine çevirmek için bir fırsat penceresi açar.  Terapide Norman, Dolto’dan farklı olarak, bebeklere ebeveynlerden daha fazla odaklanmış ve bebeklerin kelimelerin sözlük anlamını anladığı görüşüne katılmamıştır. Ayrıca, Dolto’nun kısa süreli danışmanlık yönteminin aksine Norman, uzun süreli tedavi süreçleriyle çalışmıştır.

    Norman (2001), doğum sonrası depresyona giren bir annenin bebeği Lisa’yı anlatır. Lisa, annesini hastaneden döndüğünde tanımamış ve annesinin gözlerine bakmaktan kaçınmıştır. Norman, ona şunları söylemiştir: “Birbirimizle konuştuğumuzda benden korkmuyormuşsun gibi görünüyor, ama annene bakmaktan kaçındığını görüyorum” (s. 89). Ardından Lisa’ya olayları ve bunların duygusal etkilerini açıklamıştır. Sonuç olarak, annesinin ruh halinin iyileşmesinin başlıca nedeni, Lisa’nın annesini uyandırmayı başarması olmuştur; bu da onun ayrılık acısını ve reddedilme korkusunu kontrol ederek Lisa’yı desteklemesinden kaynaklanmıştır. Norman, şu şekilde bir etkileşimsel kısır döngüyü tanımlamıştır: “Lisa’nın annesinin katlanamadığı bir psikolojik acısı vardı. Lisa’nın sıkıntısı ve reddedilme hissi arttıkça annesinin sıkıntısı ve acısı da arttı, anne duygusal bağları açmakta isteksizdi… Her ikisi de birbirlerinin acısından ve reddedilmesinden tehdit altında hissediyorlardı. Karşılıklı kaçınmaya hapsolmuşlardı” (s. 90). Bu formülasyon, Fraiberg ve Cramer’ın bakış açılarıyla örtüşmektedir. Cramer, çocuğun reddiyle annenin narsistik hakaretine daha fazla odaklanabilirken, Fraiberg, Lisa’nın kaçınmasını fark etmiş ancak annenin bebekle olan bağını gölgeleyen “hayaletleri” anlamasına yardımcı olmaya odaklanmıştır.

    Norman, diğer bebek ve ebeveyn psikoterapistlerinin çoğunun aksine, nadiren bağlanma ya da gelişimsel araştırma kavramlarını kullanmış, bunun yerine Bion’un kap/kapsayan (container/contained) ve düşlem (reverie) (Bion, 1962) gibi terimlerini tercih etmiştir. Ayrıca, Freud’un ilkel baskılama (primal repression) (Freud, 1915a, 1915b) terimini, bebeğin başlangıçtaki psikopatolojisini açıklamak için kullanmıştır. Lisa gibi vakalarda, erken bir bebek ve ebeveyn psikoterapisi uygulanmazsa, kötüye giden etkileşimler bu tür baskılamalara dönüşebilir (Salomonsson, 2014) ve dirençli karakter özellikleri yaratabilir.

    Özne olarak bebek

    Melbourne’de bebek ve ebeveyn psikoterapistleri Kraliyet Çocuk Hastanesi’nde çalışmaktadır (Thomson Salo, 2007). Genellikle hasta bebeklerle yaptıkları çalışmalar, bebekle diyalogları gibi Norman’ın tekniğine benzemektedir. “Tedaviye öncelikle ebeveynlerin temsillerinden ziyade bebeğin dünyası aracılığıyla girerler” (s. 965) ve bebeği bir özne olarak kabul ederler. Bununla birlikte, Norman’ınki ile karşılaştırıldığında onların bebek odağında farklılıklar vardır. Bebekle doğrudan çalışmaları, bebeğin fırtınalı duygularının hem anne hem de terapist karşısında gelişmesini teşvik etmeyi amaçlamaz. Daha ziyade, ebeveynlerin “bebeğe tamamen zarar verme veya bebeği öldürme fantezilerinin gerçek olmadığını” görmelerini sağlamayı amaçlamaktadır (Thomson Salo ve diğerleri, 1999, s. 59). Bu, Fraiberg ve Cramer’in tekniklerine daha yakındır. Ayrıca Norman’ın yaptığından daha az bebeğin olumsuz aktarımına odaklanıyor gibi görünmektedirler.

    İzle, bekle ve merak et (watch, wait and wonder)

    WWW tekniği (Lojkasek ve ark., 1994), çoğu bebek ve ebeveyn psikoterapi tekniğinin annenin davranışını veya bebeğinin temsillerini değiştirmeye odaklanmasını eleştiren Toronto’lu klinisyenler arasında ortaya çıkmıştır. Buna karşın, bebek liderliğindeki yöntemleri, bakımverenin bebekle birlikte fiziksel varlığını vurgulayan bağlanma teorisine dayanmaktadır. Diğer BEPT yöntemlerinde olduğu gibi annenin katılımı teşvik edilir, ancak bu yazarlar BEPT yöntemlerini terapide bebeği göz ardı ettikleri için eleştirmektedir. WWW’de anne yere yatar, bebeği gözlemler ve “bebeğin iç dünyası ve ilişkisel ihtiyaçları hakkında içgörü” kazanmak için neredeyse oyun terapisi gibi bebeğin inisiyatifiyle onunla etkileşime girer (Cohen ve ark., 1999, s.433). Bebek “annesiyle olan ilişkisini düzenler ve böylece çevresine hakim olmaya başlar” (1999, s.433). Terapist, anneyi bebeğini nasıl deneyimlediğini tanımlaması için güçlendirir, bu da annenin “bebeğiyle olan ilişkisine dair içsel çalışma modellerini incelemesine ve bunları yeni deneyimleriyle daha uyumlu olacak şekilde değiştirmesine veya revize etmesine” olanak tanır (Lojkasek ve ark., 1994, s.214). WWW Norman’ın yaklaşımına benzese de…. daha çok “güvenli ve destekleyici bir ortam….” sağlamayı amaçlamaktadır. Anne ve terapist, annenin bebeğinin aktivitesine ilişkin gözlemlerini tartışır” (Cohen ve ark., 1999, s. 434). Norman’ın yaklaşımından farklı olarak, terapist bebeğe hitap etmiyor ya da bebeğin aktivitesinin ardındaki anlamı yorumlamıyor gibi görünmektedir.

    Anna Freud Merkezi ebeveyn bebek psikoterapi ekibi

    Bu Londralı klinisyenler (Baradon, Biseo, Broughton, James ve Joyce, 2016) aynı zamanda Freudyen metapsikoloji, bebek araştırmaları ve gelişim psikolojisiyle bütünleştirdikleri bağlanma teorisinden de etkilenmişlerdir. Klasik psikanalitik çerçeveleri, “bilinçdışı materyalin anlaşılması ve uygun olduğunda ele alınması gerektiğine, çünkü hem sağlıkta hem de patolojide bir kişinin işlev görme şeklini şekillendirdiğine” işaret eder (s.52). “Terapi; çatışma, fantezi, olumsuz duygulanım ve uyumsuz savunmaları ele alacaktır” (s.52). Bir diğer psikanalitik etki de D.W. Winnicott’a aittir; Winnicott’un yeterince iyi anne ve gerçek benlik gibi kavramlarını vurgulamaktadırlar. Tekniklerinde bebeğe de hitap ederler, ancak bu Norman ve Dolto’nun yöntemlerine göre daha az ısrarla gerçekleşiyor gibi görünmektedir. Bu kesinlikle bebeğin terapistle temasını gözlemlemelerini ve bebeği anlamak için karşı aktarımı kullanmalarını engellemez.

    Tekrarlayan bir terim olan yönlendirici destek (scaffolding) , “ebeveynin bebeğin motor, zihinsel ve duygusal deneyimlerini, bebeğin bunu kendi başına yapabilme kapasitesinden önce tanıması, etiketlemesi ve yapılandırmasıdır” (Baradon ve ark., 2016, s. xxiii). Bu görev de terapiste düşmektedir. Baradon ve arkadaşları “bu kadar farklı teorileri bir araya getirmenin kaçınılmaz olarak çelişkileri ve boşlukları ortaya çıkardığını” kabul etmektedir (s.3). Buldukları çözüm “gelenekler arasında dolaşmak ve her bir teoriyi uygun olduğu şekilde kullanmaktır” (s.3). Bu yöntem yakın zamanda bir randomize kontrollü çalışmaya tabii tutulmuştur (Fonagy, Sleed ve Baradon, 2016). Örneklem, ruh sağlığı sorunları olan annelerin bebeklerinden oluşuyordu. Aktif terapi ve rutin bakım arasında bebek gelişimi, bağlanma veya ikili etkileşim üzerinde herhangi bir etki bulunmamıştır. Buna karşılık, terapi gören anneler çocuklarına yönelik daha az düşmanca ve çaresiz temsiller geliştirmiş, daha az stres ve depresyon ile çocuğa karşı daha fazla sıcaklık bildirmişlerdir.

    Ortamın ve klinik örneklemin etkisi

    Yukarıda incelenen yazarların neredeyse tamamı halk sağlığı kliniklerinde çalışmıştır. Fraiberg, Ann Arbor, Michigan’da bir program kurmuş ve daha sonra bu program San Francisco’ya taşınmıştır. Cramer de Cenevre’de benzer bir merkez kurmuştur. Dolto’nun halen faaliyette olan Maisons Vertes’i, kısa ve doğaçlama psikoterapötik müdahaleler için ayaktan hizmet veren tesislerdir. Norman, Stockholm’deki bir Çocuk Sağlığı Merkezi’nde danışman olarak çalışmaya başladı, ancak yayınladığı vakalar çoğunlukla özel uygulamalardan elde edildi. Bu, şiddetle tavsiye ettiği uzun ve yüksek frekanslı tedavileri mümkün kılmıştır. Sunulan yöntemler bu nedenle farklı koşullardaki aileler için geliştirilmiştir. Norman ve Cramer’in ebeveynleri oldukça iyi motive olmuş ve psikolojik olarak bilinçli görünüyorlardı.Buna karşın Fraiberg, Londra ebeveyn bebek psikoterapi ekibi tarafından tedavi edilen popülasyona benzer şekilde, genellikle düşük eğitim ve ekonomik statüye sahip ergen veya göçmen anneleri tedavi etmiştir (Dowling, 1982). Melbourne terapistleri hasta çocukları olan aileleri tedavi etmektedir. Ortamlar ve popülasyonlardaki bu tür farklılıklar, ebeveynlerin klinisyene olan güvenine, terapötik çalışma için motivasyonlarına ve terapiye katılma araçlarına katkıda bulunabilir. Bu durum, bebek ve ebeveyn psikoterapisinin bu çeşitli yaklaşımlarını karşılaştırma girişiminde bir başka engel teşkil etmektedir. Bununla birlikte, farklı teorik perspektiflere ve teknik önerilere genel bir bakış, klinisyenlerin bebek ve ebeveyn psikoterapisine yönelik herhangi bir yaklaşımın yüzleşmesi gereken temel soruları kavramalarına yardımcı olabilir.

    Sonuçlar

    İki soru öne sürülmüştür: (1) bebek ve ebeveyn psikoterapi modu terapide bebeğe hangi rolü atfetmektedir? (2) Ebeveynlerin bebeğe yönelik bilinçdışı tutumlarıyla başa çıkmalarına yardımcı olarak çalıştığını iddia ediyorsa, bebekteki bilinçdışı çatışmalardan da söz ediyor mu? Tüm bebek ebeveyn psikoterapistleri bebeğin terapötik süreçten etkilenmesini ister ve sürecin gelişmesine yardımcı olmak için bebeğin sözel olmayan iletişimini (Salomonsson, 2007) kavramaya çalışırlar. Ana ayrım çizgisi, terapistlerin bebeği annedeki terapötik süreci besleyen bir katalizör olarak mı yoksa terapistle iletişim kurmak isteyen ve buna ihtiyaç duyan biri olarak mı gördükleridir. İlk modelde, terapist anneyle bebeği hakkında konuşacaktır. İkinci modelde ise terapist bebekle bebeğin acıları hakkında konuşacaktır.

    İkinci soruya gelince, hiçbir yazar bebeğe sistematik anlamda bir bilinçdışı atfetme konusunda tamamen rahat görünmemektedir. Ancak Norman (2004), bebeğin “kelimenin dinamik anlamında bir bilinçdışına sahip olduğunu” varsaymıştır (s. 1107). Bu iki soru aslında birbiriyle ilişkilidir. Bir terapist bir bebekte işleyen bilinçdışı güçleri ne kadar çok vurgularsa, bebeğe o kadar çok doğrudan müdahale edecektir. Eğer terapist bebeğin anneye karşı çelişkili duygular beslediğini düşünüyorsa, o zaman her iki tarafa da hitap etmek mantıklı görünmektedir.

    Norman’ın Lisa’nın depresyondaki annesinin gözlerinden kaçınması vakasında da görüldüğü üzere, her bebek ebeveyn psikoterapisti annenin çocuğuyla bilinçsiz bir çatışma içinde olduğunu kabul edecektir. Ancak pek çok kişi bebeğin benzer bir çatışmaya giremeyeceğini iddia edecektir. Örneğin Stern, erken uyku veya beslenme sorunlarının “bebeğin içindeki herhangi bir intrapsişik çatışmanın işaretleri veya semptomları olmadığını” öne sürmektedir. Bunlar süregelen etkileşimli bir gerçekliğin doğru bir yansıması, sorunlu bir kişilerarası alışverişin tezahürleridir, psikodinamik nitelikte bir psikopatoloji değildir” (Stern, 1985, s. 202, vurgu eklenmiştir). Bu Norman’ın savına ters düşmektedir. İkinci soruyu tartışırken, bir hastanın semptomlarının ardındaki bilinçdışı anlamların doğrudan ortaya çıkarılamayacağını hatırlamalıyız; bunları yorumlamak için bir ortama ihtiyacımız vardır. Bu nedenle bebeklere ilişkin sıradan gözlemler bilinçdışı çatışmaların varlığı lehinde ya da aleyhinde hiçbir şey söylemez. Ağlayan bir bebeği gözlemleyebilir ve onun aç olduğu sonucuna varabiliriz; anne de öyle yapar ve bebeği emzirir. Bebek sakinleşirse, bu bebeğin ağlamasının açlıktan mı yoksa bilinçdışı bir çatışmada sıkışıp kaldığından mı kaynaklandığını asla bilemeyiz. Başka bir bebek, annesinin gözlerinden kaçıyorsa, bu durum onun utangaç olduğu şeklinde yorumlanabilir. Başka bir yorumda, bebeğin kaçınması annesiyle bilinçdışı bir çatışmayı yansıtır, bu durumda bir bebek ebeveyn psikoterapisti anne-bebek ilişkisindeki ilgili duygulanımları ve fantezileri çözebilir. Bazen bebek, terapistin müdahalesinin ya da daha ihtiyatlı bir ifadeyle kontrol altına almanın bebeği iyi yönde etkilediğini gösterecektir; bu durum bebeğin gülümsemesinden, oynamasından ya da gülmesinden ve yeni bedensel hareketlerinden anlaşılabilir. Diğer durumlarda terapist yoğun bir psişik acı noktasını tanımlamış ve uygun bir şekilde formüle etmiş olabilir. Bu, bir etki atılımını serbest bırakabilir. Bebek ağlayıp çığlık atabilir ve anne derinden etkilenebilir. Bunun ardından daha fazla kontrol altına alma, yani şefkat ve gerçek müdahaleler gelirse, bunun hem bebek hem de anne üzerinde dramatik bir etkisi olabilir. Bebek ne konuşur ne de kelimeleri anlar, ancak hoşnutsuzluktan kaçınmak, zevk almak ve bu hedeflere ulaşmasına yardımcı olacak ilişkiler kurmak isteyen bir zihne sahiptir. Argümanları ve teknikleri farklı olsa da, sunulan tüm bebek ebeveyn psikoterapi yöntemlerinin amacı bu tür hedeflere ulaşmaktır.

  • Somatik Semptom Bozukluğu Olan Hastalarda Psikodinamik Terapi (13. Bölüm)

    Patrick Luyten, Celine De Meulemeester ve Peter Fonagy

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 13. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Kalıcı somatik şikayetleri olan kişiler, sağlık hizmetlerinin farklı basamaklarındaki hastaların büyük bir kısmını oluşturmaktadır. 24 ülkede 32 çalışmaya dayanan yakın tarihli bir meta-analiz (toplam N = 70,085 hasta), birinci basamak sağlık hizmetlerinde hastaların %50’sine kadar olan bir kısmının, tıbbi nedenlerle kolayca açıklanamayan en az bir somatik şikayetle başvurduğunu ve yaklaşık %30’unun somatik semptom bozukluğu kriterlerini karşıladığını tahmin etmiştir (Haller, Cramer, Lauche ve Dobos, 2015). Üçüncü basamak sağlık hizmetlerinde, hastaların %9’una kadar olan bir kısmı, birden fazla türde somatik semptom bozukluğu ile başvurmaktadır (Bass ve May, 2002).

    Farklı vücut sistemlerini etkileyen çok çeşitli işlevsel somatik semptomlar bulunmaktadır. Neredeyse her tıbbi uzmanlık dalı, belirli bir semptom setiyle başvuran hastalar için sendromlar tanımlamıştır (Bkz. Tablo 13.1) (Wessely ve White, 2004).

    Kanıtlar, işlevsel somatik bozuklukların (İSB) ortak genetik, patofizyolojik ve psikolojik mekanizmalarla bir spektrumun parçası olduğuna işaret etmektedir. Çalışmalar, bu sendromlar arasında yüksek düzeyde komorbidite (eş zamanlı hastalık durumu) ve ailevi bir arada görülme olduğunu öne sürmüştür (Aggarwal, McBeth, Zakrzewska, Lunt ve Macfarlane, 2006). Ayrıca, bu bozuklukların depresyon ve anksiyete ile yüksek komorbiditeye sahip olmaları ve stres yanıtları açısından benzerlikleri, bunların duygudurum bozuklukları spektrumunun bir parçası olduğu varsayımına yol açmıştır (Hudson ve diğerleri, 2003).

    Bu bölüm, öncelikle İSB’leri olan hastaları anlamak için çağdaş bir bağlanma perspektifi ve bu perspektifi destekleyen ampirik kanıtları sunmaktadır. Ardından, bu anlayışın sistematik bir tedavi yaklaşımına nasıl dönüştürülebileceğini tartışmaktadır. Sistematik tedavi yaklaşımına bir klinik örnek sunuyor ve son olarak, gelecekteki araştırma ve klinik uygulama alanlarını tartışarak bitiriyoruz.

    Tablo 13.1 Farklı Tıbbi Uzmanlık Alanlarında İşlevsel Somatik Semptomlara Örnekler

    İşlevsel Somatik Bozukluklara (İSB) Yönelik Bağlanma ve Zihinselleştirme Yaklaşımı

    İSB’lerin Değerlendirilmesi ve Heterojenliği

    İSB’li hastalar, semptomlarında psikolojik ve biyolojik faktörlerin rolü açısından oldukça heterojendir. Bu nedenle, bu hastalarda biyolojik ve psikolojik faktörlerin rolüne dair yapılan herhangi bir genelleme klinik olarak verimsizdir. Her zaman grup araştırmalarına dayanan bu tür cevaplar verme konusunda kaçınmayı öğrendik. Gerçekten de, herhangi bir vakada, özellikle tedavinin başında klinisyenin hasta ve durumu hakkındaki bilgisi genellikle sınırlı olduğundan, bu faktörlerin göreceli rolünü değerlendirmek çoğu zaman oldukça zor, hatta imkansız olabilir. Tedavi ilerledikçe tablo genellikle netleşir ve bu soru tekrar ele alınabilir ve genellikle ele alınır.

    Bu bağlamda, hastanın kapsamlı bir tıbbi taramadan geçtiğinden emin olmak her zaman akıllıca bir yaklaşımdır. Benzer şekilde, çoğu hasta için ayrıntılı bir psikolojik değerlendirme önerilir. Bu değerlendirme, bağlanma sorunlarıyla ilgili olası problemler; (bedenleşmiş (embodied)) zihinselleştirme, yani kişinin kendi (bedenleşmiş) kendiliği ve ötekiler üzerine düşünme kapasitesi; ve epistemik güven, yani başkalarını bilgi kaynağı olarak güvenme kapasitesi (bunun içinde, klinisyenin hastanın mevcut sorunlarına ilişkin sunduğu bilgi de dahil) gibi konulara odaklanmalıdır. Bu değerlendirme, büyük ölçüde hastanın tedavi seçeneklerini ve tedavinin sonraki odak noktalarını belirler.

    İSB’lerde Bağlanma ve Duygu Düzenleme

    Stres ve duygu düzenlemesindeki bozukluklar, genellikle biyolojik ve çevresel faktörlerin karmaşık etkileşimlerinden kaynaklanan, İSB’lerin önemli bir özelliğidir (Tak ve Rosmalen, 2010). İSB’li birçok hasta, fiziksel ve/veya psikolojik stres ve çatışmanın sonucu olarak stres sisteminin kronik aşırı yüklenmesi yaşamıştır, bu da stres düzenleme sistemi ve stres yanıtı ile ilişkilendirilen nörobiyolojik sistemlerdeki dinamik dengeyi (allostasis) bozan bir allostatik yük durumuna yol açar (McEwen, 2007). Bu sistemler, esas olarak bağışıklık ve ağrı düzenleyici sistemleri ve bunlarla ilişkili biyomediyatörleri içerir.

    Fiziksel ve psikolojik stresörler genellikle iç içe geçmiş durumdadır, bu da İSB’li birçok hastanın stres sistemini kronik olarak aşırı yükleyen bir aşırı aktivite örüntüsü gösterdiği bulguyla kanıtlanmaktadır (Luyten, Van Houdenhove, Lemma, Target ve Fonagy, 2013; Van Houdenhove ve Luyten, 2008). Ağrı ve yorgunlukla ilişkili şikayetlerin ortaya çıkması, bu hastalar genellikle başkalarından geçersizleştirici yanıtlarla karşılaştıkları için ek stres ve çatışmaya yol açar. Bu da hastaların kendilerini aşağılık ve başarısızlık duyguları içinde hissetmelerine yol açar. Artan duygusal sıkıntı ve çatışmayla karakterize edilen kötü bir döngü başlar; birey sürekli bir savaş ya da kaçma durumunda işlev görmeye başlar.

    Bu nedenle, İSB’lerin kökenlerini anlamaya yönelik bir yaklaşım, bağlanma sisteminin rol ve işlevlerini dikkate almazsa bizim görüşümüze göre sorunludur. Bağlanma sistemi, sıkıntıya yanıt olarak aktive olan biyolojik-davranışsal bir sistemdir ve bu nedenle biyolojik işlevi tanımlayan dinamik dengeyi (allostasis) yeniden sağlamada anahtar bir rol oynar (McEwen, 2007). Normatif gelişimde, bağlanma sisteminin aktive olması, bireyin bağlanma figürlerine yakınlık aramasına yol açar. Bağlanma figürleri mevcut ve yanıt verici olduğunda, bu genellikle sıkıntının etkili bir şekilde düzenlenmesine yol açar (bkz. Şekil 13.1). Bu deneyim, giderek genelleştirilir ve zorluklar karşısında, başkalarının ihtiyaç anında destek, bakım ve doğrulama sağlamak için orada olacağına dair temel bir inanca dayanan bir etkinlik ve verimlilik duygularına yol açar. Normatif stres düzenlemesi, bu nedenle her zaman bağlanma figürleriyle ilişki içinde bir eş düzenleme (ko-regülasyon) süreci içerir (Diamond, Stovall-McClough, Clarkin ve Levy, 2003; Sbarra ve Hazan, 2008). Eş Düzenleme  sürecinin nörobiyolojisi giderek daha iyi anlaşılmaktadır; bu süreç, esas olarak bağlanma sisteminin altında yatan mezokortikolimbik dopaminerjik ödül sistemi ile ilgilidir. Bu alt gruba giren hastalar için mevcut bağlanma sorunları İSB deneyimiyle daha da kötüleşebilir. Bunun, bu hastaların tedavisi için önemli sonuçları vardır (Luyten, Mayes, Target ve Fonagy, 2012; Luyten ve Van Houdenhove, 2013).

    Figür 13.1 Bağlanma ve stres düzenleme sistemleri arasındaki ilişki

    Bu sistem yalnızca bağlanma ilişkilerinin ödüllendirici doğasından değil, aynı zamanda hipotalamus-hipofiz-adrenal ekseni ve sempatik sinir sistemi dahil olmak üzere nöroendokrin stres düzenleme sistemlerinin aşağı regülasyonundan da sorumludur (Luyten ve Fonagy, 2018).

    Kalıcı somatik şikayetler, bu durumların neredeyse hiç (veya çok az) rahatlama sağlaması nedeniyle, stresin normatif şekilde aşağı regülasyonunu etkili bir şekilde imkansız hale getirir. Bu durum, şikayetlerin başlamasından önce güvenli bağlanmaya sahip olan bireylerde bile normatif stres düzenleme sürecinin çökmesine yol açar. Hasta, birincil ya da normatif stres düzenleme stratejisi başarısız olduğunda kullanılan duygu düzenleme stratejileri olan ikincil bağlanma stratejilerini kullanmaya zorlanır (Mikulincer ve Shaver, 2007).

    İki ana ikincil bağlanma stratejisi vardır. İlki, bağlanma sisteminin hiperaktivasyonunu içerir. Bu strateji, anlayış, destek ve rahatlama bulma konusunda endişeli çabalar ile kendini gösterir ve giderek artan talepkar, yapışkan ve sahiplenici davranışlarla ifade edilir (Waller ve Scheidt, 2006). İkinci strateji ise bağlanma sisteminin devre dışı bırakılmasını içerir; bağlanma ihtiyaçları reddedilir ve hasta özerklik, bağımsızlık ve güç vurgusu yapan bir duruş benimser (Cassidy ve Kobak, 1988; Mikulincer ve Shaver, 2007). Bu strateji genellikle yüksek düzeyde öz-eleştirel mükemmeliyetçilik, azim, aşırı aktivite ve “ya hep ya hiç” davranışı ile ifade edilir (Luyten et al., 2011).

    İkincil bağlanma stratejileri geçici bir rahatlama sağlayabilse de, yüksek düzeyde kişilerarası ve metabolik maliyetlerle ilişkilidir. Daha talepkar hale gelmek genellikle başkalarıyla yaşanan hayal kırıklığına ve çoğu zaman reddedilmeye yol açar, bu da hastanın başkalarının onu terk edeceği veya reddedeceği korkusunu doğrular. Bu kendini gerçekleştiren kehanet, hem hastanın yakın ilişkileri hem de sağlık profesyonelleriyle ilişkileri üzerinde yıkıcı bir etki yaratabilir. Sonuç olarak, allostatik yük daha da artar ve bu da bu hastaların başkalarına daha fazla yapışarak destek, rahatlama ve anlayış bulma eğilimlerini artırır (Maunder ve Hunter, 2008). Bu süreç, bağlanma sisteminin hiperaktivasyonuna yol açar.

    Kendini tamamen bağımsız ve savunmasız olarak sunmak, bağlanmayı devre dışı bırakan stratejileri aşırı kullanan hastalar için tipik olarak, giderek artan izolasyon ve yalnızlık duygularına yol açar (Mikulincer ve Shaver, 2007). Duygusal sıkıntının bastırılması, artan allostatik yüke yol açar ve bu da kronik stresin neden olduğu “yıpranma ve aşınma” sonucunda stres sisteminin tam bir “biyopsikososyal çöküşüne” neden olabilir. Bu noktada, bağlanmayı devre dışı bırakan stratejiler genellikle başarısız olur ve hasta yüksek düzeyde kaygılı, muhtaç ve/veya depresif hale gelir (Mikulincer, Dolev ve Shaver, 2004).

    Birçok İSB hastası için bağlanma sorunlarının durumun başlamasından önce mevcut olmadığı, ancak kalıcı somatik şikayetler ve devam eden allostatik yük sonucunda ortaya çıkabileceğini anlamak önemlidir. Bu durum, stresin normatif ortak düzenlemesinin çökmesine ve yukarıda belirtilen ikincil bağlanma stratejilerine aşırı bağımlılığa yol açar (bkz. Şekil 13.2). Elbette bazı hastalar, şikayetlerinin başlamasından önce bozulan bağlanma geçmişine sahiptir. Hayvanlar ve insanlar üzerinde yapılan çalışmalar, erken dönemdeki olumsuzluklar ile strese bağlı semptomlara karşı hassasiyet arasında bir ilişki olduğunu göstermiştir. Bu alt gruba giren hastalar için mevcut bağlanma sorunları, İSB deneyimiyle daha da kötüleşebilir. Bu durum, bu hastaların tedavisi için önemli çıkarımlara sahiptir (Luyten, Mayes, Target ve Fonagy, 2012; Luyten ve Van Houdenhove, 2013).

    Figür 13.2 İşlevsel somatik bozukluklara sahip bireylerin çağdaş psikodinamik anlayışı

    İSB’lerde Zihinselleştirme

    Stres düzenlemelerindeki bozulmalar ve ikincil bağlanma stratejilerinin aşırı kullanımı genellikle zihinselleştirme kapasitesinde ciddi bir bozulmaya yol açar. Zihinselleştirme, kendiliği ve ötekileri niyet içeren zihinsel durumlar (duygular, istekler, arzular, hedefler, vb.) açısından yorumlama kapasitesidir ve özellikle bedenleşmiş (embodied) zihinselleştirme kapasitesinde etkilenir. Bedenleşmiş mentalizasyon, bedeni duygusal yaşamın merkezi olarak ve bireyin kendi öz tanımı ve öz imajının ayrılmaz bir parçası olarak yorumlama becerisini ifade eder. Kronik somatik şikayetler genellikle bu kapasiteyi bozarak ve çarpıtarak etkiler; somatik semptomlar çoğu zaman hastanın yansıtma kapasitesine içeriden bir “saldırı” olarak deneyimlenir. Kronik hastalığı olan hastalar, hastalıklarını sürekli tehdit eden ve müzakere edilmesi ve yatıştırılması gereken bir “içsel nesne” (internal object) olarak deneyimlediklerini ifade etmişlerdir (Schattner, Shahar ve Abu-Shakra, 2008).

    İSB hastalarının reflektif kapasitelerine ilişkin olarak önceki İSB formülasyonları, duygusal farkındalığın genel bir eksikliği ve duygusal durumları tanımlama yetersizliği anlamına gelen aleksitimiye odaklanmıştır. Ancak, İSB hastalarının sadece bir alt grubu (%15-22) klinik düzeyde aleksitimiye sahip bulunmuştur (Pedrosa Gil, Scheidt, Hoeger ve Nickel, 2008; Pedrosa Gil, Weigl, et al., 2008; Waller ve Scheidt, 2006). Aleksitimi, İSB’ye özgü olmayıp diğer bozukluklarda da görülür ve çocukluk travmasının genel etkilerini yansıtır; İSB hastalarının yalnızca bir alt grubu böyle bir geçmişe sahiptir.

    Dahası, kanıtlar, İSB hastalarının küresel bir duygusal farkındalık eksikliği sergilemekten çok, bedenleşmiş zihinselleştirmede daha spesifik zorluklar yaşadığını göstermektedir. Örneğin, bu hastaların çoğu, duygusal durumlarını kendi bedenleriyle ilişkilendiremez. Ayrıca, kendi fiziksel duyumlarını tanımlamada daha az isabetlidirler (Bogaerts et al., 2010). Dahası, İSB hastaları genellikle kendi duygularını ifade etmekle ilgili olumsuz inançlara sahiptir (Hambrook et al., 2011).

    İSB hastalarının zihinselleştirmedeki bozuklukları genellikle aşırı zihinselleştirme (hypermentalizing) ile az zihinselleştirme (hypomentalizing) arasında bir salınım olarak görülür. Aşırı zihinselleştirme, subjektif deneyime dayanmayan, görünüşte oldukça sofistike zihinsel durum anlatımlarıyla ifade edilirken, az zihinselleştirme, içsel zihinsel durumların öneminin neredeyse tamamen reddedilmesini ifade eder. Yaygın ve kalıcı somatik şikayetler karşısında, erken gelişimsel aşamalara özgü üç “mentalizasyon dışı” mod yeniden ortaya çıkabilir ve bu durum hastanın semptomlarını ve ilişki zorluklarını sürdürebilir (bkz. Kutu 13.1).

    Epistemik Güvensizlik ve İSB’ler
    İSB hastaları genellikle tedavi edilmesi zor olarak kabul edilir (Fischhoff ve Wessely, 2003), ancak bu kavram ne doğru ne de yardımcıdır. Somatik semptomlarının sürekli sıkıntısından bunalan İSB hastaları, ayrıca başkalarının inanmazlık ve şüpheciliğiyle karşı karşıya kalırlar. Dahası, sağlık profesyonelleri genellikle yararsız tanısal etiketler ve eski İSB modelleri kullanır, karamsar prognozlar sunar ve hastaların doğrulama ihtiyaçlarını sıklıkla hafife alırlar. Bunun bir sonucu olarak, birçok İSB hastası ciddi şekilde yanlış anlaşıldığını, geçersiz kılındığını ve kırgın hissetmektedir (Blom et al., 2012).

    Bu bağlamda epistemik güven kavramı faydalıdır. Epistemik güven, özü itibariyle, başkalarını dünya (ve bireyin durumu) hakkında güvenilir bir bilgi kaynağı olarak görme kapasitesi ve başkalarının kişisel olarak anlamlı ve genellenebilir bilgi iletebileceğini görme kapasitesidir. Bu kapasite, ilk olarak erken bağlanma ilişkileri bağlamında gelişir ve bu ilişkilerin kalitesine bağlıdır. Epistemik güvensizlik, özellikle İSB hastalarında yaygın olarak bulunan reddedici ve dağınık bağlanma stillerine sahip bireyler arasında yaygındır (Waller ve Scheidt, 2006). Epistemik güven ile ilgili ciddi zorlukları olan bireyler, başkalarına aşırı güvenme ile aşırı güvensizlik arasında, yani sözde epistemik hipervijilans arasında salınabilir. Birey sürekli olarak tetikte olup, başkalarının tavsiye ve görüşlerinin arkasındaki motivasyonları sorgular.

    Epistemik güven sorunları, hastaların başkalarından, özellikle de sağlık profesyonellerinden yardım kabul etmelerini zorlaştırabilir ve bu durum, sağlık profesyonellerinin hastaya yardım etmeye yönelik girişimlerinin iatrojenik etkilere yol açmasına neden olabilir (Luyten ve Abbass, 2013). Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu hastaların sağlık profesyonelleriyle ilişkileri genellikle çalkantılıdır; örneğin, idealizasyon ve değersizleştirme döngüleri ile karakterize edilir. Hasta, bir sağlık profesyoneline “son çare” olarak sarılabilir, ancak kısa süre sonra semptomlar devam ettiğinde hayal kırıklığı ve sitem izler; bu da genellikle sağlık profesyonelinin reddine yol açar. İSB’si olan birçok hastanın epistemik güvenle ilgili premorbid sorunları olmasına rağmen, geçersiz kılınma deneyimleri (ör. “Senin bir şeyin yok, hepsi kafanda”) epistemik güveni daha da zayıflatabilir.

    Kutu 13.1: Fonksiyonel Somatik Bozukluğu Olan Hastalarda Üç Zihinselleştirmeme (Nonmentalizing) Modu Psişik Eşdeğerlik Modu (Psychic equivalence mode) –Hastalar, içsel (zihinsel) durumları dış gerçeklik ile eşdeğer kabul eder; içsel olanın dışsal olanla aynı güce sahip olduğunu düşünürler.
    – Alternatif perspektiflere tahammülsüzlük, somut bir anlayışa yol açar. – Terapide, terapist, nonmentalizing (mentalize etmeme) söylemlerine dahil olmaktan kaçınarak bu durumu yönetir. Terapist, hastanın düşüncelerini ve duygularını onaylar ancak alternatif perspektifler önerir. Teleolojik Mod (Teleological mode)
    Aşırı dışa odaklanma.
    – Hastalar, bir kişinin niyetlerinin gerçek göstergesi olarak yalnızca belirgin, gözlemlenebilir bir değişim veya eylemi kabul edemezler.
    – Terapide, doğrulama ile başlanır, ardından bu durumun hastayı nasıl hissettirdiği ve bu duyguların mevcut (kişilerarası) problemlerle nasıl bağlantılı olduğu üzerine odaklanılır. Sahte Mod (Pretend mode)
    Fikirler, içsel ve dışsal gerçeklik arasında bir köprü kurmaz; hastanın düşünceleri ve duyguları dış dünyadan ayrıdır.
    – Aşırı durumlarda, düşünce dissosiyasyonu (aşırı zihinselleştirme veya sahte zihinselleştirme) olarak kendini gösterebilir.
    – Terapide, zihinselleştirmeme süreçlerini keserek ve hasta hala zihinselleştirebiliyorken “geri sararak” bu durum yönetilir.

    Tedavi Yaklaşımı

    Son birkaç on yıl içinde İSB hastaları için çeşitli psikodinamik tedavi yaklaşımları geliştirilmiş ve ampirik olarak doğrulanmıştır (Abbass, 2015; Guthrie ve Moghavemi, 2013; Koelen ve diğerleri, 2014; Luyten, van Houdenhove, Lemma, Target ve Fonagy, 2012; Sattel ve diğerleri, 2012). Bu yaklaşımlar, hem bireysel kısa hem de uzun süreli ayakta tedavi yöntemlerini ve en ağır durumdaki hastalar için multidisipliner, çok bileşenli, psikodinamik olarak yönlendirilmiş tedavi programlarını içerir. Ayrıca, İSB hastalarına yönelik psikodinamik tedavilerin, stres, ödül ve zihinselleştirme  sistemleri gibi İSB’de merkezi rol oynadığı düşünülen nörobiyolojik devreleri etkilediğine dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır (Abbass, Nowoweiski, Bernier, Tarzwell ve Beutel, 2014).

    Yukarıda belirtilen teorik yaklaşımımız doğrultusunda, kendi tedavi yaklaşımımız olan İSB için dinamik kişilerarası terapi (DKT-İSB), İSB hastalarının temel özelliklerine odaklanır: ikincil bağlanma stratejilerine aşırı bağımlılık, (bedenleşmiş) zihinselleştirme problemleri ve epistemik güven sorunları. DKT-İSB, genel dinamik kişilerarası terapi (DKT) ilkelerine dayanmaktadır. DKT, kılavuzlanmış, bütünleştirici bir psikodinamik tedavi yaklaşımıdır (Lemma, Target ve Fonagy, 2010) ve hem kontrollü çalışmalarla (Fonagy ve diğerleri, 2018; Lemma, Target ve Fonagy, 2011) hem de rutin klinik uygulamalarda (Sağlık Bakanlığı, 2012) ampirik olarak doğrulanmıştır.

    Bütünleştirici doğası nedeniyle, DKT-İSB’nin, İSB hastalarına yönelik diğer çağdaş psikodinamik tedavi yaklaşımlarıyla birçok ortak yönü bulunmaktadır. DKT’nin tedavide iki ana odak noktası vardır. Bir yandan zihinselleştirme sürecini teşvik etmeye sürekli bir vurgu yapılır. Öte yandan, hastanın dinamikleri üzerinde odaklanılır ve terapist ile hasta arasında birlikte oluşturulan, kişilerarası duygusal odak (KDO) olarak adlandırılan bir tedavi formülasyonu geliştirilir. KDO, şikayetlerin başlangıcı ve devamında etkili olan, genellikle bilinçdışı, tekrar eden bir kendilik ve ötekilerle ilişki biçimini ifade eder. Zihinselleştirme  sürecine ve mevcut sorunlara odaklanılması (özellikle tedavinin erken aşamalarında ve daha ciddi şekilde etkilenmiş hastalarda) bilinçli bir tercihtir. Çünkü sunulan semptomlar ile kişilerarası sorunlar arasındaki bağlantılar üzerine düşünmek (özellikle karmaşık travma geçmişi durumlarında), genellikle hastaların zihinselleştirme kapasitesini aşar. Elbette, DKT’de hastanın geçmişi ele alınır ancak esas olarak bu geçmişin mevcut sorunlar ve kişilerarası problemler üzerindeki etkisi bağlamında ele alınır ve yalnızca hasta bu tür bağlantılar üzerine düşünebilecek zihinselleştirme becerilerini geliştirdiğinde tartışılır. DKT, 16 seanslık bir formatta sunulabilir; ancak bazı hastaların çok daha az sayıda seansa ihtiyacı olabilir. Daha ağır vakalarda, 28 seanslık bir format uygulanabilir. Burada 16 seanslık formatın temel aşamaları ve ilkeleri açıklanacaktır.

     

    İlk aşama (1-4. seans) genellikle hastayı tedaviye katmak ve bir tedavi odak noktası (TON) formüle etmekle ilgilidir. İlk aşamada, tedaviye katılımı sağlamak ana odak noktasıdır. Daha önce belirtildiği gibi, bu hastaların çoğu, durumlarının psikolojik açıklamalarına direnç gösterir ve sağlık profesyonelleri ile olumsuz deneyimler yaşamış bir geçmişe sahiptir. Bu nedenle, birçok (ancak tüm değil) İSB hastası ciddi epistemik güvensizlikle gelir. Terapistin bu duygularla başa çıkmasının tek yolu, hastanın duygularını güçlü bir şekilde ve empatiyle doğrulamaktır. Aynı zamanda, bu kişilerin acılarının gerçekliğini tanımak da önemlidir. Terapinin başlangıcı, birçok hastanın temel kaygılarını harekete geçirir. Bu kaygılar, bağlanma geçmişleriyle ilgili olabilir. Reddedilme, terk edilme veya eleştirilme korkuları genellikle aktif hale gelir çünkü herhangi bir terapötik ilişki bağlanma sistemini ve dolayısıyla bu konularla ilgili “eski” şablonları harekete geçirir. Bu konuların ve terapist ve terapiyle ilgili olarak neyin “yanlış gidebileceği”nin açıkça tartışılması ve araştırılması, erken aşamalarda bırakma ve diğer kaçınma davranışlarını önleyebilir. DKT-İSB’de terapötik müdahalelerin iatrojenik olma potansiyeline her zaman odaklanılır; bu hastalara belirli bir hastalık modelini aktarmaya yönelik erken yorumlar veya daha genel ama eşit derecede erken girişimler, bırakmaya veya zor ve fırtınalı aktarım-karşı aktarım sorunlarına (örn. idealleştirme, aşağılama döngüleri, gerileyen bağımlılık, sadomazoşist aktarımlar) yol açabilir (Luyten ve Abbass, 2013). Hastanın öznel deneyimini ve İSB’lerin karmaşıklığını tanıyan ortak bir (örtük veya açık) hastalık teorisine çatışmadan ziyade fikir birliği yoluyla varmaya çalışmak tercih edilir.

    DKT-İSB’de bu, kısmen terapist ve hastanın ilk dört seansta birlikte bir TON’a karar vermesiyle elde edilir. TON’u hastayla birlikte formüle etmek, DKT-İSB’nin ilk aşamasının ikinci temel odak noktasıdır. TON, hastanın semptomlarının başlangıcı ve devamı ile ilişkili olan tekrarlayan bir bilişsel duygusal ilişkisel veya bağlanma örüntüsünü ifade eder. TON dört unsurdan oluşur: kendiliğin belirli, genellikle bilinçsiz bir temsili; ötekiler için aynı; ikisini birbirine bağlayan duygulanımlar; ve bu takımyıldızın savunma işlevi. Savunma işlevi, TON’un, bir bağlanma stratejisi gibi, hayatta bir denge bulma amacıyla kullanılan, ne kadar çarpıtılmış olursa olsun, uyarlanabilir bir strateji olarak görülmesi gerçeğine atıfta bulunur. Örneğin, İSB’li hastalarda kendilik genellikle başkalarına karşı şefkatli ve ilgili olarak tasvir edilir (yani, “zorlayıcı bakım verme” (compulsive caregiving), diğerleri ise mesafeli, kayıtsız ve ilgisiz olarak deneyimlenir. Üzüntü, çaresizlik ve umutsuzluk duyguları sıklıkla bu kendilik-öteki örüntüsüyle ilişkilendirilir. Ancak, bu hastaların başkalarına karşı beslediği hayal kırıklığı ve saldırganlık savunulur, çünkü diğerleri hastalara asla başkalarına baktıkları şekilde bakmamışlardır. TON, hastanın kişilerarası anlatıları ve terapötik seansın şimdi ve burada anında ortaya çıkan materyal temelinde formüle edilir. Dolayısıyla, hasta ile işbirliği içinde, seansta ortaya çıkan materyale dayalı olarak (terapistin hastada “yanlış” olduğuna inandığı ve önerdiği şeye dayanmaktan ziyade) tedavi için net ve açık bir odak formüle edilmesi, epistemik güvensizliğe karşı koymada önemli bir rol oynar ve zihinselleştirmeyi teşvik eder. Gerçekten de, TON’un formüle edilmesi, hastanın seanslar arasında günlük yaşamında bu örüntüyü kendisi tanımaya başlamasını sağlar. Bu tanıma genellikle ikinci aşamanın başlangıcını işaret eder.

    DKT’nin ikinci aşaması (5-12. seans) TON üzerinde çalışmaktan ve terapötik ilerlemeyi sağlamlaştırmaktan oluşur. Bu amaçlara, hastanın günlük yaşamdaki tipik kişilerarası bağlanma örüntüsünü tanımasına yardımcı olunan ve hastanın bu örüntünün bedenlenmiş kendilik, ötekiler ve ötekilerle olan ilişkisi üzerindeki etkisini düşünme kapasitesine odaklanılan ortak bir süreçle ulaşılır. Hasta bu örüntüyü tanıma ve gelişimsel kökenlerini ve avantajlarını ve dezavantajlarını (yani duygusal maliyeti) anlama konusunda giderek daha becerikli hale gelir. Bu, terapistin hastanın örüntüsünü bağlam göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir olarak kabul edip doğrulaması ve ardından bu örüntüyle ilişkili duygusal ve fiziksel maliyetleri belirtmesi ile sağlanır. Örneğin, bağlanma figürlerinin bulunmaması nedeniyle öncelikle bağlanmayı devre dışı bırakan stratejilere güvenen hastalar, zorlayıcı özerklikle işaretlenen bir duruş benimsemeyi öğrenmişlerdir: Herhangi bir zorlukla veya engelle kendi başlarına yüzleşebilmeli ve yardım istememeli veya sıkıntılarını ifade etmemelidirler. Genellikle aşırı rasyonalize edilmiş bir modda çalışırlar ve kendi bedenlerini büyük ölçüde bedensiz bir “makine” olarak düşünürler. Bu hastaların tedavisindeki önemli bir odak noktası, bedenleşmiş zihinselleştirmeyi teşvik etmektir, böylece örneğin, “gergin” veya “sinirli” hissetmenin aslında üzgün ve öfkeli hissetmeleri anlamına gelebileceğini fark etmeye başlayabilirler çünkü kimsenin onları gerçekten umursamadığını veya başarmaya çalıştıkları şeyi umursamadığını düşünürler. Bu, bedensel durumları duyguları yansıtan şeyler olarak tanımlamayı (duygulanımı tanıma) ve muhtemelen farklılaştırılmamış bir bedensel durumun (örneğin, “Gergin hissediyorum”) aslında birbirleriyle ve TON ile bağlantılı olan birkaç duygusal durumu içerebileceğini fark etmeyi gerektirir (örneğin, “Bunu söylediğinde aslında çok üzgün ve reddedilmiş hissettim ve sonra gerçekten öfkeli hissetmeye başladım, aynı zamanda utandım ve suçlu hissettim, bu yüzden ona bundan bahsetmedim ve sadece devam ettim”). Hastalar giderek artan bir şekilde, kendileriyle ve başkalarıyla olan tekrarlayan ilişkilenme örüntülerinin yüksek kişisel, kişilerarası ve (genellikle) metabolik maliyetlerini fark etmeye başlarlar. Bu, değişim motivasyonunun arkasındaki itici güçtür. DKT’de terapist aktif olarak değişimi teşvik eder ve destekler. Orta aşamada terapist psikodinamik müdahalelerin tüm yelpazesini kullanır: (1) destekleyici müdahaleler (güvence, destek ve empati); (2) zihinselleştirmeyi teşvik eden müdahaleler; (3) uygun olduğunda (örneğin, terapötik ilişkide olanlarla TON arasındaki bağlantının oldukça belirgin olduğunda ve bu bağlantıyı açıklığa kavuşturmak için çok az yorumlama çabası gerektiğinde) veya gerektiğinde (örneğin, aktarım ilişkisi aşırı derecede olumsuz hale geldiğinde) aktarım ilişkisine sınırlı bir odaklanma içeren yorumlama gibi açıklayıcı müdahaleler; ve (4) yönlendirici teknikler (örneğin, hastayı başkalarıyla etkileşim kurma biçimini değiştirmeye teşvik etme).

    Son aşama (13-16. Oturumlar) hastanın terapötik değişim sürecine kendi başına devam edebilmesi için güçlendirilmesine odaklanır. Bu, terapist tarafından yazılmış bir taslak “elveda” mektubunun paylaşılmasıyla başlatılır. Bu mektup, (1) getirilen sorunlara, (2) TON’a, (3) değişim açısından nelerin başarıldığına ve (4) henüz nelerin başarılmadığına dair bir genel bakış sunar. Bu mektup hastada sıklıkla çok güçlü duygusal tepkilere neden olur. Deneyimimize göre, TON’un bu mektuba yanıt olarak ne ölçüde yeniden aktive olduğu ve hastanın bunu ne ölçüde fark ettiği, terapötik değişimin doğasının iyi göstergeleridir. Bu nedenle son seanslar genellikle hastanın terapi sırasında başlayan süreci sürdürmesi için güçlendirilmesine odaklanır. Bu, özellikle birçoğu uzun bir somatik, psikolojik ve/veya ilişkisel sorun geçmişine sahip olan İSB’li hastaların tedavisi bağlamında önemlidir.

    Klinik Örnek

    Michelle, yıllarca çeşitli somatik şikayetlerle (örneğin, yorgunluk, baş ağrısı, sırt ağrısı ve belirgin bir biyolojik nedeni olmayan nörolojik semptomlar, örneğin parmaklarda uyuşma, görme zorlukları) mücadele ettikten sonra genel bir tükenmişlik hali nedeniyle bana (PL) yönlendirildi. Michelle, kırklı yaşlarında ve 10 yılı aşkın süredir büyük bir üniversite hastanesinde hemşire olarak çalışıyor. Evli ve iki kız çocuğu annesi. İlk seansta, genel olarak kocasını kendisine destekleyici bulsa ve kızlarıyla ilişkisini genel olarak iyi olarak tanımlasa da, kocası ve çocuklarının aslında onu gerçekten sevmediği hissine kapıldığını dile getiriyor. Bu hissin nedenini sorduğumda, kendisini hayatında hiçbir önemli şey başaramamış biri olarak gördüklerini düşündüğünü söylüyor. Michelle, kendisini, diğer kadınlarla rekabet edemeyen bir “gri fare” olarak tanımlıyor. “Diğer kadınlar,” diyor, “her şeyi yapabiliyorlar: Çocukları var, kariyerleri var, hobileri var. Ama ben hiçbir şeyim. Eve yorgun geliyorum, elimden gelenin en iyisini yaparak kocama ve çocuklarıma bakmaya çalışıyorum, ama asla takdir görmüyorum.” Michelle, psikolojik bir sorunu olmadığını ancak çocukken utangaç ve çekingen bir yapıya sahip olduğunu belirtiyor. Ebeveynlerini “iyi ebeveynler… bana ihtiyacım olan her şeyi verdiler” şeklinde tanımlıyor. Ancak “iyi ebeveynler”ile ilgili bir örnek vermesi istendiğinde farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Ebeveynlerinin ellerinden geleni yaptığını söylese de hayatında önemli bir şey başarması ya da yaşam hedeflerini desteklemesi konusunda kendisine hiçbir zaman cesaret verdikleri hissini taşımamış. Onlar, onu her zaman “küçük utangaç bir kız” olarak görmüşler ve bir hemşire olarak iş bulup mezun olduktan hemen sonra bir aile kurmayı başardığı için mutlu olmuşlar. Ancak Michelle, “elde edebileceğim ilk düzgün adamla evlendim. Hep birine ihtiyacım vardı ve bir an önce çocuk sahibi olmak istiyordum; anne olarak her şeyi farklı yapardım” diyor. Ancak şu anda, kocası ve çocuklarından giderek uzaklaştığını hissediyor; “Kendi hayatlarını yaşıyor gibiler. Bu durumda benim yerim neresi?” Çok az arkadaşı olduğunu ve onlara karşı da aynı hissi taşıdığını, sanki hepsinin kendi hayatlarını yaşadığını ve kendisiyle ilgilenmediğini söylüyor. Bu durum onu üzgün, çaresiz ve dünyada yalnızmış gibi hissettiriyor.

    Somatik sorunları, ikinci kızının doğumundan hemen sonra işe dönmesiyle başladı. İşte uzun ve değişken vardiyalarda çalışıyor, giderek kendini daha fazla tükenmiş hissediyordu. Şiddetli sırt ağrıları ve diğer somatik semptomlar (örneğin, parmaklarında uyuşma) geliştirdi ve bir akşam, hastanedeki bilgisayar ekranına bakarken ekrandaki yazılar bulanıklaştı—o zamandan beri tekrarlayan bir durum. O dönemde yaşamında ve ilişkilerinde neler olduğunu sorduğumda ifadeleri birdenbire değişti. O ana kadar, çekingen, yorgun ve depresif bir şekilde konuşmuştu (neredeyse utangaç küçük bir kız gibi); ancak sesi yükseldi, bana doğru eğildi, kollarını uzatarak ve çaresiz ama güçlü bir ses tonuyla, o dönemde yalnız bırakılma ve önemsiz olma hissinin çok güçlendiğini söyledi. Kocası ona giderek daha az ilgi göstermeye başlamış, kızları (örneğin, kreşte) onsuz gayet iyi görünüyormuş ve hatta hastalar bile artık ona ihtiyaç duymuyormuş gibi hissetmiş. Daha önce hastalara bakmak onun için büyük bir tatmin kaynağıyken, artık hastaların kendisinden hoşlanmadığını ve diğer hemşireleri tercih ettiğini hissetmeye başlamış (psişik eşdeğerlilik örneği). “Bu nasıl mümkün olabilir? Neden herkes beni reddediyor?” diye haykırdı. Bu sözleri söylediği anda neredeyse fiziksel olarak çöktü ve ağlamaya başladı: “Çok yorgunum, çok yalnızım.” Bu, fiziksel semptomlarının yaşamında olup bitenlerle bağlantılı olabileceği hissini ilk kez yaşadığı andı. Bu, DKT-İSB’nin temel bir özelliğidir, çünkü epistemik güveni karakterize eden sözde epistemik otoyolu açar. Bu bağlantı, başkaları tarafından önerilmez; hasta, oturumun şimdi-ve-burada’sında bu bağlantıyı kendisi deneyimler, bu da tedavide başka nelerin ortaya çıkabileceğine ve terapistin zihninde başka neler olabileceğine dair artan bir merak uyandırır.

    Üçüncü seansta, tedavi için odak noktası olarak TON üzerinde birlikte çalıştık. Michelle’in kendilik temsili, kendisini değersiz, “bir gri fare” ve hatta “hiçbir şey” gibi aşırı olumsuz bir şekilde görmesini içeriyordu. Diğerleri onun gözünde kendisiyle ilgilenmeyen, destekleyici olmayan ve ulaşılmaz kişilerdi. Bu durum onu yalnız, üzgün, terk edilmiş, çaresiz ve yorgun hissettiriyordu. Bu proto-duygular, diğer tüm duyguları (aşağıda açıklanacağı üzere), özellikle de kocasına, çocuklarına, ebeveynlerine, meslektaşlarına ve hatta hastalarına karşı duyduğu hayal kırıklığı ve öfkeyi bastırıyordu. Ancak bu duygular, çaresizlik, yorgunluk ve hatta fiziksel felç ve suçluluk hisleriyle şiddetle savunuluyordu. Başlangıçta, bu duygulara karşı bağlanma sisteminin aşırı aktivasyonu ile yanıt veriyor ve (teleolojik modda) başkalarına bakmanın, bu kişilerin ona sevgi ve destek sağlayacağına yol açacağını umuyordu. Ancak bu strateji, başkalarına karşı zorunlu bakım gösterme modelinin onun fiziksel ve duygusal kapasitesini giderek daha fazla zorlaması nedeniyle başarısız olmaya başladı. Bir “biyopsikososyal çöküş” yaşandı ve bir akşam hastanede bayıldı. Acil servise kaldırıldı ve ardından uzman psikiyatrik tedaviye yönlendirildi.

    Tedavinin ikinci aşamasında Michelle, bu zorlayıcı bakım verme örüntüsünün hayatını nasıl tamamen kontrol ettiğini yavaş yavaş fark etti. Sevgi, destek ve tanınma için çaresizce sürekli olarak “başkaları için orada olmaya” odaklandığını fark etti; bu neredeyse bir saplantı haline gelmişti, başkalarına bakmak zorundaydım, artık bırakamazdım.” Seanslarda ve seanslar arasında bu örüntünün fiziksel şikayetleriyle nasıl ilişkili olduğunu giderek daha fazla fark etmeye başladı: “Bir kez buna dikkat etmeye başladığınızda, sürekli başkalarıyla ilgilenmek istemenin, sürekli olarak başkalarının sizin hakkınızda ne düşüneceğini düşünmenin ne kadar yorucu olduğunu aniden fark ediyorsunuz.” Ayrıca bunun onu ne kadar öfkelendirdiğini ve üzüntüsünün ve öfkesinin onu nasıl bitkin hissettirdiğini fark etmeye başladı. Dolayısıyla (somutlaştırılmış) zihinselleştirme kapasitesi geliştikçe, hayat boyu süren örüntüsünün yüksek fiziksel ve duygusal maliyetlerinin de farkına vardı. Bu, tedavide önemli bir dönüm noktasıydı çünkü işleri farklı şekilde nasıl yapması gerektiğini merak etmeye başladı. Bu istikrarlı örüntü büyük ihtimalle bir gecede değişmeyeceği için, önce küçük adımlar atmayı birlikte düşünmeye başladık. Michelle’in kocası ve çocuklarıyla olan ilişkisi dramatik bir şekilde değişmeye başladı; onların neye ihtiyaç duyduğunu düşündüğüne odaklanmak yerine, onların nasıl hissettikleriyle çok ilgilenmeye başladı. Her zaman onun için aşırı endişelenmiş olmalarına ve özellikle hastanede bayıldığında onu kaybetmekten ne kadar korktuklarına şaşırmıştı. İlk kez kocasının ve çocuklarının onu gerçekten sevdiğini hissetti. İş yerinde fiziksel ve duygusal olarak daha az zorlayıcı bir birime transfer edilmesini istedi ve ruh hali düzeldikçe, somatik sorunları da yavaş yavaş iyileşmeye başladı, özellikle de içinde her zaman ne kadar öfke olduğunu fark etmeye başladığında.

    Michelle’e 13. Seans’ta veda mektubunu verdiğimde aşırı gergindi. Mektubu okumaya başladığında terlemeye başladı ve neredeyse bayılacaktı. Sonuç olarak mektubu okuması uzun sürdü ve neredeyse içindeki her şeye katılmasına rağmen, oldukça utanarak “Ama ben hala hiçbir şeyim” diye ekledi. Bu nedenle veda mektubuna yanıt olarak TON’da güçlü bir yeniden canlanma oldu ve ben ona bu olasılığı önerdiğimde bunu hemen fark etti. Ancak, seansın büyük bir bölümünde zihinselleştirme kapasiteleri güçlü bir şekilde dalgalandı ve değersiz olduğu yönündeki “eski” kendilik temsili (ve benim onunla ilgilenmediğime olan inancı) ile kendisinin “yeni” ve daha güçlü imajı arasında kalmıştı. Bir sonraki seansta “eski” örüntüsünün yeniden canlanmasına geri dönüp bakabildik ve bunu önünde hala duran birçok zorlukla ilişkilendirebildik. Gerçekten de, bu eski kalıp tedavi sırasında bu kadar kolay yeniden etkinleştirilebiliyorsa, danışma odasının dışında da kolayca yeniden etkinleştirilebilirdi. Bu nedenle, seansların geri kalanı, değişiklikleri pekiştirmeye ve geçmişte olan ve şu anda olan ve gelecekte olabilecekler açısından kendisi ve başkaları hakkında yeni düşünme ve hissetme yolları bulmasında ona daha fazla destek olmaya odaklandı. Bu zamana kadar somatik semptomları neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı.

    Sonuçlar

    Bu bölüm, kalıcı somatik şikayetleri olan hastaların kavramsallaştırılması ve tedavisinde geniş kapsamlı, kanıta dayalı bir psikodinamik yaklaşım sunmuştur. Bu yaklaşım, hastanın sunduğu sorunlar, bu sorunlara karşı öznel tepkileri ve gelişimsel geçmişi arasındaki bağlantıları anlamamıza yardımcı olur. Bu formülasyonlar, kullanılan belirli tedavi yönteminden bağımsız olarak bu hastaların tedavisi için açık çıkarımlar sunar. Bu bölümde, bu hastaların bağlanma, zihinselleştirme ve epistemik güven konularındaki bozulmalarını anlamanın önemine dikkat çekilmiştir. Bu problemler, terapötik ittifakın kurulmasını zorlaştırabilir ve iatrojenik etkiler yaratma potansiyeline sahiptir. Özellikle psikodinamik terapistler olmak üzere sağlık profesyonelleri, bu dinamiklerin farkında olmalı ve hastanın kalıcı somatik şikayetlere karşı tepkisini, premorbid kırılganlıklarından ayırt etmelidir.

  • Kişilik Bozuklukları ile Birlikte Görülen Madde Kullanım Bozukluklarında Dinamik Dekonstrüktif Psikoterapi (11. Bölüm)

    Robert J. Gregory

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 11. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Madde kullanım bozukluklarına ilişkin geleneksel anlayış genellikle biyomedikal modeli ön plana çıkarır. Bu model, madde kullanım bozukluklarını genetik bir yatkınlığın, kimyasal maddelerin beynin ödül devreleri üzerindeki doğrudan etkileri ile tetiklenmesi sonucu ortaya çıktığını savunur. İnsan motivasyonu üzerindeki kimyasalların etkilerini kabul etmek elbette önemlidir; bu etkiler, tolerans ve yoksunluk aracılığıyla fiziksel bağımlılığa neden olabileceği gibi, beynin opioid ve dopamin ödül sistemlerini aktive edip bu nörotransmitterlerin reseptörlerini baskılayarak artan madde isteği ve disforiye yol açabilir. Biyomedikal model, laboratuvar hayvanlarının belirli kimyasalları ölüm noktasına kadar kendilerine enjekte etmeye devam etmelerini açıklamada yararlıdır. Ancak, bu model fiziksel bağımlılık yapmayan bazı halüsinojen maddelerle veya kumar gibi kimyasal olmayan aktivitelerle ilişkili bağımlılık davranışlarını açıklamakta yetersiz kalır.

    Alternatif veya tamamlayıcı olarak, madde kullanım bozukluklarını anlamaya yönelik bir davranışsal model önerilmiştir. Bu modelde, yüksek derecede haz verici kimyasallar ve aktivitelerin bağımlılık davranışlarını güçlendirdiği düşünülür. Güçlenen davranışlar zamanla daha sık tekrarlanmaya başlar ve ortadan kaldırılması zor hale gelir. Davranışsal model, haz verici aktivitelerin bazı kimyasallar kadar bağımlılık yapabileceğini anlamamıza yardımcı olur. Ayrıca, ödül unsurlarıyla ilişkilendirilmiş çevresel ipuçlarının (Pavlov’un köpeklerinde olduğu gibi) güçlü arzuları/aşermeyi nasıl tetikleyebileceğini açıklar. Bununla birlikte, bu model zihinsel süreçleri, bilinçdışını, ilişkileri, kimlik ya da duyguları hesaba katmaz. Bağımlılık yapıcı davranışın, kimyasalın veya zevkli faaliyetin pekiştirici etkilerine karşı koyması gereken güçlü olumsuz sonuçlara rağmen neden devam edebildiğini açıklamakta güçlük çeker. Ayrıca bağımlılığın derin kişisel ve kişilerarası yönlerini de açıklayamaz (örneğin, terapistler madde kullanım bozukluklarıyla mücadele eden bireyleri tedavi etmekten neden korkabilir ve aşağılayıcı etiketler kullanabilir?) Bu bölümde, bağımlılık, özellikle de kişisel ve kişilerarası yönleri açısından çağdaş bir psikodinamik anlayış çerçevesinde ele alınacaktır. Ayrıca, bu psikodinamik anlayışı bağımlılık hastalıklarını, özellikle de kişilik bozukluklarıyla eşzamanlı olarak ortaya çıkan vakaları etkili bir şekilde tedavi etmek için kullanan bir psikoterapi modeli olan Dinamik Dekonstrüktif Psikoterapi (Dynamic Deconstructive Psychotherapy – DDP) (Gregory ve Remen, 2008), tanıtılacaktır.

    Duygu İşleme (Emotion processing)

    Madde kullanım bozukluklarının kökeninin farklı birey gruplarında farklılık gösterdiğine dair kanıtlar bulunmaktadır. Örneğin, travma geçmişine sahip bireyler genellikle olumsuz duygulara ve stresli durumlara yanıt olarak madde kullanırken, travma geçmişi olmayan bireyler çevresel ipuçlarına yanıt olarak madde kullanma eğilimindedir (Waldrop, Back, Verduin, ve Brady, 2007). Bu bulguların bir yorumu, ikinci gruptaki bireylerin belirli maddelere yönelik biyolojik bir dürtüye sahip olabileceği, bu dürtünün sürekli madde kullanımıyla güçlendiği ve çevresel ipuçlarıyla tetiklendiğidir. Buna karşın, travma geçmişi olan bireyler, rahatsızlıklarını gidermek için kendi kendilerine ilaç verme yöntemi olarak bağımlılıklarını bir başa çıkma mekanizması olarak kullanıyor olabilir. Kişilik bozukluğu olan bireylerden oluşan örtüşen bir grup da maddelere bir başa çıkma mekanizması olarak yönelebilir. Örneğin, borderline kişilik bozukluğu (BKB) olan bireylerin üçte ikisi kadarında eşzamanlı olarak madde kullanım bozuklukları bulunmaktadır (Zanarini, Frankenburg, Hennen, Reich, ve Silk, 2004). Tragesser, Trull, Sher, ve Park (2008), B kümesi kişilik bozukluğu olan bireyler arasında alkol tüketiminin kısmen olumsuz duygularla başa çıkmak amacıyla yapıldığını göstermiştir.

    Kişilik bozukluğu olan bireyler için maddelerin neden önemli bir yatıştırıcı işlev gördüğünü anlamak için duygu işlemenin nörobilimine bakmak faydalıdır. Duyguların normal ve uyumlu şekilde işlenmesi, duyguların tanımlanmasını, deneyimlerin doğru şekilde değerlendirilmesini ve uygun tepkilerin seçilmesini sağlayan prefrontal korteks yoluyla nöral yolların aktivasyonu ile meydana gelir (Ochsner ve ark., 2004). Ancak, kişilik bozukluğu, özellikle BKB, olan bireylerin duygu işleme süreçlerini inceleyen çalışmalar, bireye üzücü fotoğraflara bakmak gibi duygusal bir uyaran sunulduğunda prefrontal alanların nispeten devre dışı kaldığını göstermektedir (New, Perez-Rodriguez, ve Ripoll, 2012). Bireyler duygularını tanımlamak ve deneyimlerini değerlendirmek için prefrontal bölgelerini kullanamadıklarında, duygusal bir uyarana yanıt olarak beynin bazı subkortikal bölgeleri, özellikle de anksiyete ve uyarılmaya aracılık eden amigdala ve dürtüsel zevk arayışına aracılık eden ventral striatum hiperaktive olur. Bu nedenle, bu bireyler reddedilme gibi bir duygusal uyarıcıyla karşılaştıklarında kaygılı ve aşırı uyarılmış hale gelir. Ardından, alışveriş, seks veya madde kullanımı gibi dürtüsel zevk verici faaliyetler ararlar, çünkü bu faaliyetler ventral striatumdan amigdalaya negatif bir geri bildirim döngüsü yoluyla uyarılmalarını azaltır. Dolayısıyla, dürtüsel zevk verici faaliyetlere katılım, bu popülasyonun duygusal strese verdiği tepkinin karakteristiği olan anksiyete ve aşırı uyarılmayı yönetmek için ilkel bir başa çıkma mekanizması olarak hizmet eder.

    Bu modelin tedavi açısından önemi, terapistlerin duygu işlemenin daha üst düzey sinirsel yollarını güçlendirme yolları bulmalarının gerekliliğini vurgular. Sağlıklı bireylerin yalnızca bir uyarana tepki olarak duyguları tanımlamaya çalıştıklarında bile amigdala aktivitesinin ve fizyolojik uyarılmanın azaldığını gösteren dikkat çekici ve tekrar edilen bir nörobilimsel bulgu vardır (Lieberman ve ark., 2007). Hastalara belirli duyguları tanımlamalarında yardımcı olmak, duygu işlemesini alt kortikal bölgelerden prefrontal kortekse yönlendirmeye yardımcı olabilir. Bu, anksiyete ve uyarılmayı azaltır ve bireylerin kendilerini yatıştırmak için maddeleri veya diğer dürtüsel haz verici aktiviteleri kullanma ihtiyaçlarını azaltır.

    Fiziksel tıptaki analoji inme tedavisidir. İlk birkaç saatten sonra tek etkili tedavi fizik tedavi ve ergoterapidir. Bu tedaviler sayesinde hastalar bazen tam ya da tama yakın işlevsellik restorasyonu elde edebilirler. Bu tedavilerin etkili olmasının nedeni, tekrarlanan uygulamalar yoluyla sinirsel işlemeyi ölü sinir hücrelerinden alternatif sinir yollarına yönlendirmeleridir. Eski bir deyiş vardır: Birlikte ateşlenen nöronlar birbirine bağlanır. Bu motor nöron yolları sürekli uygulama yoluyla güçlendikçe, nöromüsküler işleyiş eski haline döner. Benzer şekilde, psikoterapinin önemli bir mekanizması, duygu işleme için daha üst düzey sinir yollarının güçlendirilmesi yoluyla beynin yeniden yapılandırılmasıdır (“Dinamik dekonstrüktif psikoterapi tedavi modelinin özeti” bölümü altındaki “İlişkilendirme” alt bölümüne bakınız).

    İnkar Sistemi ve İlişkiler

    Kendini yatıştırmanın yanı sıra, kişilik bozukluğu olan bireyler arasında madde kullanımının bir diğer önemli işlevi de maddelerin ilişkilerin yerine geçebilmesidir. Hastalar bazen sigarayı bırakmayı en iyi arkadaşlarına veda etmek gibi tanımlarlar. Dolayısıyla bağımlılığın yatıştırıcı ve rahatlatıcı yönlerinin kişilerarası bir yönü vardır. Bu durum şaşırtıcı değildir, çünkü bağlanma sistemi ile madde ödül sistemi aynı beyin bölgesi (ventral striatum) ve aynı reseptör sistemi (μ-opioid reseptörleri) aracılığıyla yönetilmektedir (Moles, Kieffer, ve D’Amato, 2004). Başka bir deyişle, beynin ödül sistemi bir sarılma ile bir uyuşturucuyu birbirinden ayırt edemez. Bir uyuşturucuyu “en iyi arkadaş” olarak görmenin avantajı, bu arkadaşın asla sizi incitmeyeceği veya size ihanet etmeyeceği fantezisidir; bu, kontrolün sizde olduğu bir ilişkidir—en azından fantezi düzeyinde. İnkar sistemi, bu kontrol yanılsamasını sürdürür. Mark Twain’in şu sözleri bu durumu güzel özetler: “Sigaralar bırakması en kolay şeydir! Ben yüzlerce kez bıraktım!” Madde kullanım bozukluğu olan bireyler benzer bir dil kullanır ancak bu ifadenin ironisini anlamazlar.

    Splitting (bölme) fenomeni de inkar sisteminin bir parçasıdır. Bölmede, madde kullanım bozukluğu olan bireyler, madde kullanımlarıyla ilgili olarak ya idealleştirilmiş ya da değersizleştirilmiş atıfları bilinçlerinde tutarlar, ancak her ikisini aynı anda yapmazlar. Örneğin, maddelerini “Bana hiçbir faydası olmayan berbat bir alışkanlık” olarak tanımlayabilirler. Buna karşın, madde kullanımının harika etkilerini tanımladıklarında, bu kullanımın olumsuz sonuçlarını bilinçlerinden uzak tutarlar. Örneğin, “Bu madde rahatlamama ve kendim gibi hissetmeme yardımcı olan tek şey. Bunun bir problem olduğunu düşünmüyorum,” diyebilirler. Madde kullanımının olumlu ve olumsuz yönlerinin psikolojik olarak bütünleştirilmesine karşı olan bu eğilim, bağımlı bireylerin maddeyle olan ilişkileri hakkında etkili bir şekilde düşünmelerini ve bağımlılık davranışlarına ilişkin perspektif kazanmalarını zorlaştırmaktadır. Terapistlerin, hastaların madde kullanımlarının hem olumlu hem olumsuz yönlerini kabul etmelerine ve bu karşıt perspektifleri aynı anda bilinçlerinde tutmalarına yardımcı olması tedavi açısından önemlidir.

    Bağımlılığı bir tür geçiş nesnesi olarak düşünmek bazen faydalı olabilir, çünkü bağımlılık, Winnicott’un (1953) açıkladığı gibi, bu nesnelerin birçok özelliğine sahiptir. Alkol ve uyuşturucu gibi bağımlılıklar yatıştırıcı ve rahatlatıcı niteliklere sahiptir; gerçek ilişkilerden ayrılmayı sağlar, her şeye gücü yeten bir kontrol yanılsaması sağlar ve iç ve dış gerçeklik arasındaki sınırı kapatır.

    Kontrol yanılsaması içeren inkar sistemi, CAGE anketinin alkolizm için neden bu kadar etkili bir tarama olduğunu açıklamaktadır. CAGE’nin “C”si şu soruyu sorar: “Hiç içkinizi azaltmaya çalıştınız mı?” Alkolikler genellikle bu soruya gururla olumlu yanıt verirler, çünkü yüzlerce kez bırakmayı denemişlerdir. İnkar sistemi aynı zamanda Adsız Alkolikler’in (AA) birinci adımının neden bu kadar yararlı ve aynı zamanda bu kadar zor olduğunu da açıklar (Johnson, 1993). Bu adım, “İçme davranışım üzerinde güçsüz olduğumu kabul ediyorum” ifadesini içerir. Bu adım, inkar sisteminin çekirdeğini, yani kontrol yanılsamasını zorlar. Son olarak hem kontrol fantezisini hem de bölmeyi içeren inkar sistemi, motivasyonel görüşme yaklaşımının neden yararlı olabileceğini açıklamaktadır. Motivasyonel görüşmede, terapist hastanın özerk karar verme sürecine saygı duyar, böylece hastanın bağımlılık davranışında yer alan bölünmüş atıfları bir araya getirirken kontrol duygusunu sürdürmesini sağlar.

    Bir diğer önemli tedavi çıkarımı, terapistin hastanın yakın ilişkilerdeki kırılganlık hissine ve kontrol edilme korkusuna duyarlı olması gerektiğidir. Bu nedenle, bu hasta popülasyonunda hastanın özerkliğine saygı göstermek özellikle önemlidir. Teknik olarak bu, müdahaleci sorular sormaktan kaçınmayı, hastaların seans gündemini belirlemelerine izin vermeyi ve onlara önerilerde ya da talimatlarda bulunmaktan kaçınmayı içerir. Ayrıca, terapistin eleştiriyi veya anlaşmazlıkları kabul etmeye açık olması, hastalara tedavi, ayıklık ve hasta-terapist ilişkisi hakkında duydukları ambivalansı/ kararsızlığı ifade etme fırsatları sunması önemlidir. Ambivalans ne kadar çok sözlü hale getirilirse, o kadar az davranışa dökülür.

    Özerkliğe saygı, terapistin maddeler ve kullanımlarının potansiyel zararlı etkileri hakkında bilgi veremeyeceği anlamına gelmez, ancak terapist bunu bir danışman rolünde yapar, hastanın bu bilgilerle ne yapacağına karar vermesine izin verir ve hastanın kendi çıkarlarına en uygun olanı seçme hakkına ve becerisine saygı duyar. Örneğin bir terapist şu şekilde konuşabilir: “Aşırı alkol tüketiminizin büyük ölçüde anksiyete ve depresyon dönemlerine yol açabileceği mümkün görünüyor. İçme davranışınızı bırakmanız gerektiğini söylemiyorum, ancak içki içmenin sağladığı olumlu faydaların risklerden daha ağır basıp basmadığını değerlendirirken tam anlamıyla bilgilendirilmiş olmanızı istiyorum.”

    İnkar sisteminin bir başka klinik uygulaması da, terapistin bağımlı hastalarla yakın zamanda madde kullanımının nüksetmesi konusunda düzenli olarak görüşmesi ve bu olayları araştırmasının önemidir. Terapistlerin yaygın bir hatası, bağımlılığı görmezden gelmek ve bunun yerine hem geçmiş hem de şimdiki stres faktörlerine ve ilişkilere odaklanmak, bunlara destek, tavsiye ve yorum sağlamaktır. Bu hatanın sonuçları hemen ortaya çıkmaz. İlk başta her şey yolunda görünebilir; hasta tedaviye bağlılık gösteriyor gibi görünür ve terapist de kendini faydalı hisseder. Tek zorluk, hastanın mevcut depresyon veya anksiyete semptomlarının iyileşmemesi ve aslında giderek kötüleşiyor gibi görünmesidir. Sonunda bağımlılık davranışının zaman içinde kötüleştiği ve tıbbi, mali, yasal veya ailevi bir krizle sonuçlandığı ortaya çıkar. Terapist kendini aptal gibi, kandırılmış ve ihanete uğramış gibi hisseder ve bir daha asla bağımlı hastaları psikodinamik terapi ile tedavi etmemeye yemin eder. Bu yaygın anekdot, terapistin bilinçsizce hastanın inkar sistemine katılması, bağımlılığın merkezi önemini en aza indirmesi ve karşılıklı olarak bundan bahsetmekten kaçınması olarak anlaşılabilir. Terapi hassas materyallerin keşfine doğru ilerledikçe, hasta terapistin müdahaleci sorularından, tavsiyelerinden ve yorumlarından giderek daha fazla korkar ve bunlara içerler. İlişkiyi sürdürmek için, ilişkiden uzaklaşırken bile, hasta giderek daha fazla bağımlılık yapıcı davranışlara yönelir ve genellikle seanslardan önce madde kullanır.

    Utancın ilişkisel dinamikleri (ya da madde kullanım bozukluğu olan hastalardan neden çekiniyoruz?)

    İnkar sistemi, yalnızca kontrol kaybı korkusuyla değil, aynı zamanda utanç duygusuyla da beslenir. Terapistler, bağımlılık davranışlarının temelinde yatan yoğun ve genellikle bilinçdışı utanç duygusunu fark etmedikçe, hastaların bağımlılıklarını etkili bir şekilde yönetmeleri mümkün olmayacaktır. Utanç, bağımlı hastalarda fark edilmesi zor olabilir, çünkü bu kişiler genellikle büyüklenmeci bir şekilde davranırlar. Bu durumu anlamanın bir yolu, ağır bağımlılığı olan hastaları narsisistik bir kendilik yapısına sahip olarak düşünmektir. Bu yapıda, bilinçte büyüklenmeci bir kendilik bulunurken, utanç dolu ve aşağılayıcı içsel nesneler ya başkalarına yansıtılmış, bastırılmış ya da suçlama ve failin dışsallaştırılması yoluyla savunma mekanizmalarıyla gizlenmiştir (Kernberg, 1975). Örneğin, bu kişiler işlerini kaybetmelerinin nedenini sürekli olarak işe geç gelmelerine ya da sarhoş olarak işe gitmelerine değil, “makul olmayan bir patrona” bağlayabilirler. Başka bir sık karşılaşılan durum, suçlamanın eşlere yöneltilmesidir. Örneğin, “Eşim sürekli üzerime gelmese içmeye ihtiyacım kalmazdı!” diyebilirler.

    Hastaların başarılarından övünmeleri, ancak bağımlılıklarının olumsuz sonuçları için başkalarını suçlamaları, arkadaşlar, aile üyeleri ve sağlık profesyonelleri arasında küçümseyici, yargılayıcı ve aşağılayıcı karşı aktarım tepkileri uyandırır. Terapistin doğal karşı aktarım dürtüsü, hastayı gerçekle yüzleştirmek ve şöyle demek olabilir: “Dikkatimi çeken şey, tüm sorunlarınız için başkalarını suçluyor olmanız. Bağımlılık davranışlarınızın sonuçları için sorumluluk almaya başlamadığınız sürece iyileşmekte bir adım ileri gidemezsiniz.” Terapistin burada anlayamadığı şey, hastanın büyüklenmeciliği ve dışsallaştırmasının utanç duygusuna karşı intrapsişik savunmalar olduğudur. Dolayısıyla, daha fazla utanç uyandıracak herhangi bir müdahale etkisiz olacaktır. Bu tür bir müdahale, büyüklenmeciliği yıkmak yerine, hastanın daha da savunmacı bir hale gelmesine yol açar. Hasta, terapiste “Sen kim oluyorsun ki beni yargılayabiliyorsun?” diyerek düşmanca bir şekilde tepki verebilir ya da terapistten uzaklaşarak daha güvenli ve yatıştırıcı bir ilişkiyi, yani bir maddeyi arayabilir. Bir hasta bir keresinde şöyle demişti: “Doktorum bana içkiyi bırakmam gerektiğini söylediğinde, güçlü bir şekilde içki içme isteği duyuyorum ve doktor ziyaretinden sonra en yakın bara gidiyorum.”

    Daha önce de belirtildiği üzere, kontrol fantezisi inkar sisteminin önemli bir bileşenidir. Bu fantezi, tekrarlanan olumsuz sonuçlara rağmen bağımlılığı kontrol edememe nedeniyle ortaya çıkan utanç, endişe ve çaresizlik duygularına karşı koruma sağlar. Madde kullanım bozukluğu olan bireyler bu duygu ve tepkilerini yansıtmalı özdeşim yoluyla bilinçsizce arkadaşlarına, ailelerine ve hizmet sağlayıcılarına aktarmakta oldukça ustadır. Aile üyeleri genellikle bağımlılık davranışlarını evde madde saklayarak ya da “İçkiyi bırakmazsan seni terk ederim” gibi tehditlerle kontrol etmeye çalışır. Aile üyeleri, bağımlı bireyin bağımlılık davranışının irade gücüyle kontrol edilebileceğine dair fantezisini içselleştirmiştir. AA’nın ana odak noktalarından biri, ailelerin aile üyelerinin bağımlılığını kontrol edemeyeceklerini anlamalarına yardımcı olmaktır.

    Terapistler de yansıtmalı özdeşim yoluyla hastanın kontrol fantezisini içselleştirebilir ve bağımlılığı kontrol etme gücüne sahip olduklarına inanarak, genellikle hastanın madde kullanımını azaltması için önerilerde bulunurlar. Bu fantezinin bir parçası olarak, terapistler bağımlılığı içgörü, eğitim ve öneriler yoluyla kontrol edebileceklerine inanır. Örneğin, bir terapist şöyle diyebilir: “Aşırı içki içmeniz sizi hasta ediyor, kendiniz hakkında daha kötü hissetmenize neden oluyor ve bu da size daha fazla stres yaratıyor. Eğer içkiyi azaltır ve düzenli egzersiz yaparsanız, daha sağlıklı, daha az stresli hisseder ve daha fazla enerjiye sahip olursunuz.” Hasta, bu içgörüyü ve öneriyi minnettarlıkla kabul edebilir, çünkü hasta da kontrol fantezisini terapistle paylaşır. Ancak, dürtüler kontrol edilemez hale gelip davranış yeniden kontrolden çıktığında, hasta bağımlılık davranışını ve bunun ciddiyetini hem kendisinden hem de terapistinden gizlemeye çalışır. Haftalar veya aylar sonra, terapist bağımlılık davranışının kötüleştiğini fark eder ve kendisini kandırılmış, öfkeli ve çaresiz hisseder. Çok sayıda bu tür olaydan sonra, terapist bağımlı hastalara ya da genel olarak bağımlılık sorunları yaşayan bireylere yardım edemeyeceği konusunda umutsuzluğa kapılır ve gelecekte bu hasta grubunu tedavi etmekten kaçınmaya başlar. Terapistler genellikle yeni hastalara şu şekilde yanıt verir: “Önce madde kullanımınızı kontrol altına alın. Sonra terapiye başlayabiliriz.”

    Utanç dinamiklerine dair bir tedavi uygulaması da hastanın büyüklenmeci davranışları bile olsa özsaygısını desteklemek, kontrol mücadelelerinden kaçınmak ve çatışmayı hastanın içinde tutmaktır. Özsaygı, madde kullanım bozukluğunun büyük ölçüde hastanın kontrolü dışında bir hastalık olarak tanımlanması yoluyla desteklenebilir. Terapist, AA’nın birinci adımını (bağımlılığın üzerinde kontrol sahibi olmadığını kabul etme) hatırlatarak, bu mesajı pekiştirebilir. Eğer madde kullanımı hastanın kontrolü dışında bir durumsa, hasta artık bundan dolayı utanmak zorunda değildir. Bu bireyler madde kullanımını kontrol edemeseler bile, tedaviye katılmak ve tedavide kalmak konularında kontrol sahibi olabilir ve sorumluluk alabilirler. Bu, bağımlılıkla mücadele eden bireyler için güçlü bir mesajdır.

    Ayrıca, özsaygı, aynalama (mirroring) yoluyla da desteklenebilir. Aynalama, Kohut’un (1995) narsisistik kişilik bozukluğunun tedavisi için geliştirdiği paradoksal bir tekniktir. Kohut, aynalamayı, “çocuğun sergilediği gösterişçi davranışlara annenin gözlerindeki parıltıyla yanıt vermesi” olarak tanımlar (s. 116). Böylece terapist, büyüklenmeciliğe karşı bir ayna görevi görür ve ona meydan okumak yerine onu hastaya geri yansıtır. Örneğin, bir hasta birçok ders kitabını okuduğunu ve terapistten daha fazla psikoloji bildiğini övünerek anlatmaya başladığında, terapistin karşı aktarım dürtüsü gerçeği sorgulamak ve “Hangi psikoloji yüksek lisans programına katıldınız?” diye sormak olabilir. Bu, yalnızca hastanın utanca karşı savunma olarak büyüklenmeciliğini güçlendiren bir yanıttır. Bunun yerine bir yansıtma yanıtı, “Vay canına! Çok iyi okumuşsunuz ve psikoloji hakkında çok şey biliyorsunuz,” şeklinde olabilir. Deneyimlerime göre, gerçeklik kontrolüne yönelik karşı aktarım dürtüsü ne kadar güçlüyse, yansıtma yanıtı da o kadar etkili olacaktır. Genellikle, hasta madde kötüye kullanımı ile ilgili utancını tanımlamaya ve kabul etmeye ve eylemleri için sorumluluk almaya başladığında sonuçlar anında ve belirgin olabilir.

    Utanç dinamiklerinden kaynaklanan bir diğer tedavi uygulaması, kontrol mücadelelerinden kaçınmak ve çatışmayı hastanın içinde, yani bir kişilerarası olgudan ziyade intrapsişik/ruhsal iç çatışmasal bir olgu olarak tutmaktır. Bunu başarmak oldukça zordur, çünkü bağımlı hastalar, inkar sistemini sürdürmek ve bir içsel çatışmadan kaçınmak için terapisti bir kontrol mücadelesine çekmeye çalışır. Genel bir kural olarak, eğer terapistler kendilerini hastalarıyla bir kontrol mücadelesi içinde buluyorlarsa, muhtemelen bir yeniden canlandırma/sahneleme sürecine dahil olmuşlardır ve seans yanlış bir yöne gitmektedir. Bana başvuran ağır bağımlı bir hastanın şu sözleri aklıma geldi, “Doktor, içkiyle ilgili bir şey yapmanız gerekiyor. Bu beni öldürüyor!” Karşı aktarım tepkim, bağımlılığının ciddiyeti ve daha önceki başarısız rehabilitasyon denemeleri nedeniyle umutsuzluk oldu. Yine de, farklı tedavi seçeneklerini ve rehabilitasyon merkezlerini sıralamaya başladım ve “Önceki rehabilitasyon denemelerinin başarısız olması, gelecekteki denemelerin de başarısız olacağı anlamına gelmez. Kalıcı bir iyileşme elde etmek genellikle birden fazla rehabilitasyon denemesi gerektirir.” dedim. Ancak hasta şu şekilde yanıt verdi: “Ama içkiyi bırakmak istemiyorum!” Böylece, daha görüşmenin ikinci dakikasında bir kontrol mücadelesine girmiş olduk. Hasta, içkiye dair endişelerini yansıtmalı özdeşim yoluyla bana aktarmaya çalışıyordu. Neyse ki, bu durumda savunmayı fark edebildim ve şu şekilde terapötik bir yanıt verdim: “Ama mesele bu, değil mi? Bu içkiyi bırakmak isteyip istemediğiniz. Odaya girdiğinizde, bana içki sorununuza yardımcı olmamı istediniz, ama şimdi bırakmak istediğinizden emin değil gibisiniz. İçki içmek, bu kadar çok olumsuz sonuç yaşamanıza rağmen hâlâ devam etmek istemenize neden olacak kadar sizin için çok iyi şeyler yapıyor olmalı. İsterseniz, içki içmenin iyi ve kötü yönlerini birlikte keşfedebiliriz, böylece bunları tartıp sizin için en uygun kararı verebilirsiniz. Ne yapmanın sizin için en iyisi olduğuna karar verebilecek kişi ben değilim, sadece siz bunu yapabilirsiniz.” Bu müdahale sayesinde, hastanın bilinçsizce yaratmaya çalıştığı kontrol mücadelesinden kaçınabildim ve bunun yerine hastanın içki içip içmemesi konusundaki çatışmayı, çözülebileceği yere, hastaya geri koydum.

    Dinamik Dekonstrüktif Psikoterapi

    DDP, yukarıda açıklanan duygu işleme, inkar sistemi ve utanç dinamiklerini dikkate alan organize ve sistematik bir tedavi yaklaşımı sunar (Gregory ve Remen, 2008). Bu yöntem, nörobilim araştırmalarından ve nesne ilişkileri teorisinden elde edilen bulguları birleştirir ve özellikle Winnicott, Kernberg ve Kohut’un fikirlerine vurgu yapar. Kapsayıcı tedavi felsefesi, yönelim olarak dekonstrüktiftir/yapısökümcüdür. Derrida, dekonstrüksiyon/yapısökümünü “ötekiye açıklık” (opennes to the other) olarak tanımlamıştır (Derrida, 2004, s. 155). Bu felsefe, kesin anlamın ertelenmesini ve farklı bakış açılarına açık olmayı önermektedir. DDP terapistleri, hastalarının eylemlerinin ardındaki anlamlara ya da yaşamlarını en iyi nasıl yaşamaları gerektiğine dair otoriter yorumlar yapmamaya çalışır. Bunun yerine terapistler, hastaların deneyimlerini kelimelere dökmeleri, deneyimleri hakkında yeni bakış açıları keşfetmeleri ve terapistle ilişkilerinde özgünlüğü riske atmaları için güvenli bir alan yaratarak karmaşık ve bütünleşik bir kendiliğin gelişimini kolaylaştırmak için çalışırlar.

    DDP başlangıçta dirençli BKB vakaları, özellikle de eş zamanlı madde kullanım bozukluklarının bulunduğu durumlar için geliştirilmişti. Ancak zamanla, dürtüsel davranışlar ve intihar riski içeren birçok farklı bozukluğun tedavisinde kullanılmaya başlandı. Aşağıda, bu yönteme dair süreç ve sonuç araştırmaları özetlenmiştir.

    DDP Üzerine Deneysel Araştırmalar

    DDP’nin etkinliğini destekleyen deneysel araştırmalar, öncelikle iki klinik deneye dayanmaktadır. İlk çalışma, alkol kullanım bozukluğu ve BKB eş zamanlı görülen bireyler üzerinde yapılan 12 aylık randomize kontrollü bir çalışmadır (Gregory ve ark., 2008) ve bu çalışmanın 30 aylık doğal bir takip çalışması mevcuttur (Gregory, Delucia-Deranja, ve Mogle, 2010). Çalışmaya katılan bireyler oldukça ağır vakalardı; katılımcıların neredeyse yarısı (%43) antisosyal kişilik bozukluğu kriterlerini karşılarken, %83’ü başka madde kullanım bozuklukları kriterlerini de karşılıyordu. Etik kaygılar nedeniyle, kontrol grubundaki katılımcılar sadece minimalist bir tedaviye atanmamış, bunun yerine uygunluğa ve katılımcının bu tür bir tedaviye katılma isteğine bağlı olarak toplumda mevcut olan en iyi alternatif tedaviye yönlendirilmiştir. Optimize edilmiş toplum bakımı (OCC) olarak adlandırılan kontrol grubu tedavileri arasında uyuşturucu ve alkol rehabilitasyon tesisleri, Diyalektik Davranış Terapisi (DDT), vaka yönetimi, farmakoterapi ve BKB tedavisinde uzmanlaşmış eklektik yönelimli terapistler yer almıştır. Hem bireysel hem de grup görüşmeleri bir araya getirildiğinde, OCC katılımcıları aslında DDP alanlara göre daha yoğun bir tedavi almıştır. DDP ise çoğunlukla psikiyatri asistanları tarafından uygulanmıştır; bu kişiler, çalışmaya katılan bireyleri tedavi etmeye başlamadan önce 3 ila 6 ay boyunca haftalık eğitim ve süpervizyon almıştır.

    12 aylık çalışmanın sonunda, DDP uygulanan bireyler, OCC uygulanan bireylere kıyasla BKB, depresyon ve ağır içme belirtilerinde önemli ölçüde daha fazla azalma sağlamışlardır. Bu farklar 30 aylık takipte daha da belirginleşmiştir. DDP uygulanan bireylerin BKB belirtilerine yönelik klinik yanıt oranı %90 iken, OCC alan bireylerde bu oran yalnızca %40’tır. Ayrıca, DDP uygulanan bireylerde yasa dışı madde kullanımı tedavi sürecinde belirgin bir şekilde azalmış ve 12 ay sonunda tamamen sonlanmıştır ve bu iyileşme, 30 aylık takipte de sürdürülmüştür. Buna karşılık, OCC alan bireylerin yasa dışı madde kullanımı, tedavi ve takip sürecinde giderek artmıştır.

    İkinci klinik çalışma, bir tıp üniversitesindeki BKB uzmanlık kliniğinde DDP veya DDT konusunda uzman olan terapistler tarafından tedavi edilen hastaların 12 aylık sonuçlarını inceleyen yarı randomize bir gözlemsel çalışmadır (Gregory ve Sachdeva, 2016). Çalışmaya katılan tüm hastalar BKB kriterlerini karşılamakta ve çoğunun alkol veya madde kullanım bozukluğu da bulunmaktadır. Çalışmada üç farklı tedavi modalitesi karşılaştırılmıştır: DDP, kapsamlı DBT (bireysel ve grup bileşenlerini içeren) ve DBT beceri grubunu içeren ya da içermeyen haftalık eklektik bireysel psikoterapi. Bu çalışmanın sonuçları, önceki çalışmayla dikkate değer ölçüde tutarlıdır. DDP alan hastalar, kontrol tedavisi alan bireylere kıyasla BKB ve depresyon belirtilerinde önemli ölçüde daha büyük azalmalar sağlamışlardır. DDP alan bireylerin %90’ı, 12 ay sonunda klinik bir yanıt elde etmişken, bu oran kontrol grubunda %40 olmuştur. DBT alan bireylerin yanıt oranı ise %67 ile bu iki grubun arasında yer almıştır. Tedavi amaçlı analizlere göre (the intent-to-treat analysis), DDP alan bireyler, DBT alan bireylere kıyasla BKB belirtilerinde, depresyonda ve kendine zarar verme davranışlarında daha büyük azalmalar göstermiştir. Ayrıca, DDP alan bireylerin sosyal ve mesleki işlevselliğinde daha fazla iyileşme gözlenmiştir.

    DDP üzerine yapılan diğer araştırmalar değişim mekanizmalarına odaklanmıştır. DDP seanslarının video kayıtları sonuçları bilemeyen gözlemciler tarafından değerlendirildiğinde, terapistin DDP tedavi modeline bağlılığının sonuçla güçlü bir şekilde ilişkili olduğu bulunmuştur (r = 0.64), bu da DDP’nin terapist sıcaklığı ve dikkati gibi ortak faktörlerden ziyade öncelikle belirli mekanizmalar aracılığıyla çalıştığını göstermektedir (Goldman ve Gregory, 2009). ABD federal kurumu olan Madde Bağımlılığı ve Ruh Sağlığı Hizmetleri İdaresi tarafından etkinliğini destekleyen kanıtların bağımsız olarak incelenmesinin ardından DDP, Ulusal Kanıta Dayalı Programlar ve Uygulamalar Siciline dahil edilmiştir (www.nrepp.samhsa.gov).

    DDP Tedavi Modelinin Özeti

    Kısaca ifade etmek gerekirse, DDP’nin genel amacı, bireylerin kendileriyle ve diğer insanlarla bağ kurmalarına yardımcı olmaktır. Başka bir deyişle, DDP, bireylerin kaçınma manevraları kullanmak yerine kişilerarası deneyimlerini ve duygusal acılarını tanımlamalarına, kabul etmelerine ve bunlara katlanmalarına ve hasta-terapist ilişkisinden başlayarak başkalarıyla daha otantik şekillerde ilişki kurma riskini almalarına yardımcı olmak için güvenli bir alan yaratır. DDP, haftalık bireysel terapi seanslarından oluşur ve her bir seans 45-50 dakika sürer. Tedavi süresi sınırlıdır (12 ay) ve tedavinin bitiş tarihi başlangıçta belirlenir. Tedavi ve iyileşme sürecinde dört aşama vardır. Her bir aşamada belirli bir görev ve tematik bir soru bulunur; bu aşamaların her birinin başarılı bir şekilde tamamlanması, kalıcı bir iyileşme için önemlidir (Gregory, 2004). Her aşamada, DDP üç temel teknik seti kullanır: çağrışım (association), atıf (attribution) ve ötekilik (alterity).

    Çağrışım (Association)

    Çağrışım teknikleri, hastaların deneyimlerini sembolik sözel kapasiteleriyle ilişkilendirmelerine yardımcı olmayı amaçlar. Bu genellikle, hastaların yakın dönemde yaşadıkları duygusal olarak yoğun sosyal etkileşimlerini sözel olarak ifade etmelerine yardımcı olmayı içerir, ancak rüyalar, sanat eserleri ya da şiir gibi yaratıcı faaliyetlerin keşfini de içerebilir. “Duygu işleme” bölümünde açıklandığı üzere, bağımlılık ve kişilik bozukluğu olan bireylerin, belirli kişilerarası etkileşimlerini ve duygusal tepkilerini sözel olarak ifade etmede olağanüstü derecede zorlandıkları gözlemlenmiştir. Diğer insanlarla yaşadıkları deneyimler hakkında genel olarak konuşmak söz konusu olduğunda oldukça akıcı olabilirler, ancak terapist onlardan belirli örnekleri paylaşmalarını, olayları sıraya koymalarını ve duygusal tepkilerini etiketlemelerini istediğinde, deneyimlerini tanımlayacak kelimeleri bulmakta zorlanırlar. DDP bağlamında anksiyete ve uyarılma semptomları, hastaların tanımlayamadığı, kabul edemediği ve katlanamadığı öfke veya utanç gibi altta yatan işlenmemiş duyguların kanıtı olarak görülür ve çerçevelenir. Terapist, hastaların bu tür acı verici duyguları tanımasına, söze dökmesine ve tolere etmesine yardımcı olur.

    Çağrışım teknikleri duygu işleme yollarını yeniden düzenleyerek alt kortikal aktivasyondan ve prefrontal deaktivasyondan kaynaklanan belirtileri iyileştirmeye yardımcı olur. Tedaviye iyi bir şekilde bağlı olan hastalarda anksiyete, tedavinin başlangıcından itibaren 2-3 ay içinde belirgin bir şekilde azalır. Anksiyete ve uyarılma seviyeleri düştükçe, madde kullanma arzusu da azalır. Ayrıca, hastalar duygularını daha iyi tanımlayabilir hale geldikçe, daha güçlü bir benlik duygusu ve daha istikrarlı bir kimlik geliştirirler. DDP, dissosiyatif kimlik bozukluğu (DKB) için de etkili bir tedavi olarak bulunmuştur (Chlebowski ve Gregory, 2012). Özellikle çağrışım teknikleri bu bozukluğun tedavisinde yararlı olmuştur (Goldman ve Gregory, 2010).

    Atıf (Attribution)

    Çağrışım teknikleri hastaların kişilerarası deneyimlerini sözelleştirmelerine yardımcı olurken, atıf teknikleri hastaların bu deneyimleri nasıl anlamlandırdıklarını ele alır. Bağımlılıkları olan bireylerin yanı sıra borderline veya narsisistik özellikleri olan bireylerin atıfları, bölme olarak adlandırılan bir fenomen olan katı ve kutuplaşmış olma eğilimindedir (bkz. “İnkar sistemi ve ilişkiler” bölümü). Literatürde iki tür bölme kaydedilmiştir. En yaygın olarak bölme, kendiliğin ve ötekinin (veya maddelerin) ya idealize edildiği ya da değersizleştirildiği, arada çok az farkın olduğu değer atıflarını ifade eder. Bölmenin ikinci biçimi ise değerden ziyade eylemlilik ile ilgilidir. Eylemlilik (agency) terimini, değişimin failine, yani sonuçlardan sorumlu kişiye atıfta bulunmak için kullanıyorum. Hasta bazen kendini başkalarının eylemlerinin masum bir kurbanı olarak görebilir ve mevcut durumlarından hiç sorumlu olmadığını düşünebilir; bunun tam tersi de görülebilir, birey kendini tüm sorunlarının sebebi olarak algılayabilir.

    DDP’nin bu katı ve kutuplaşmış atıf sistemini dekonstrüksiyona/yapısöküme uğratmayı amaçladığı yollardan biri, kişilerarası anlatılardaki zıt veya alternatif anlamları sormak ve ardından hastaların bölmenin her iki tarafını da aynı anda bilinçlerinde tutmalarına yardımcı olmaktır. Örneğin, bir hasta, kendisi için ne kadar yatıştırıcı ve yardımcı olduğunu düşündüğü esrar kullanımını anlatırken (esrarı idealize ederek), terapist şu soruyu sorabilir: “Faydalı yönlerinin yanı sıra, esrar kullanımınızla ilgili herhangi bir endişeniz var mı?” Bir başka örnekte, bir hasta başkalarının içki içmesini eleştirdiğini ifade ederken (kendini kurban olarak görerek), terapist şunu belirtebilir: “Ama sanırım sizin en sert eleştirmeniniz kim, tahmin edebiliyorum.” Bu durumda hasta genellikle şu yanıtı verir: “Ben” (bu sefer kendini fail olarak konumlandırır).

    Ötekilik (Alterity)

    Bölme, kutuplaşmış bir atıf sisteminden daha fazlasını içerir. Aynı zamanda, hastaların yansıtmalı özdeşim tarafından terapistlerin “düğmelerine basıldığı” ve hastalara onların kutuplaşmış atıflarını pekiştirecek şekilde yanıt vermesine yol açabilen özneler arası bir matrisi de kapsar.  Örneğin, terapistler bağımlı hastalarına utanç verici yorumlar yapma dürtüsü hissedebilir; bu tür yorumlar, hastaların kendilerine yönelik değersizleştirilmiş atıflarını pekiştirir (“Utanç ilişkisel dinamikleri” bölümüne bakınız). Ötekilik (alterity), diğerliğe yani dışsal ve daha nesnel bir perspektife işaret eder. Ötekilik teknikleri, hastaların kendi kendini pekiştiren ve kutuplaşmış atıf sistemini aşarak, terapist-hasta ilişkisinde yeni olasılıkların ortaya çıkmasına olanak tanır (Gregory, 2005).

    Bu kategorideki teknikler, doğası gereği deneyimsel ve ilişkiseldir; hasta-terapist ilişkisinin şimdi ve burada dekonstrüktif/yapısökümcü yönlerini içerir. Madde kullanım bozukluğu olanlar da dahil olmak üzere ciddi kişilik patolojisi olan hastalar ilişkilerde kendilerine yer bulamazlar. İlişkilerini sürdürebilmek için diğer kişinin değerlerine, güdülerine ve fikirlerine tamamen uymaları gerektiğine inanma eğilimindedirler. Beklentileri, aksini yapmanın kaçınılmaz olarak reddedilmek ve ilişkiden atılmakla sonuçlanacağı yönündedir. Bu nedenle hastalar bukalemun gibi davranarak kendilerini ilişkilerde görünmez hale getirirler. Ayrıca, Kernberg’in kimlik dağınıklığı (identity diffusion) olarak adlandırdığı bir fenomen olan, kendi değerlerini, güdülerini ve görüşlerini ilişki içinde oldukları bireylerin değerlerinden ayırt etmekte zorluk yaşayabilirler (Kernberg, 1975, s. 165). Hastanın içinde başkalarına karşı anlaşmazlık veya kızgınlık oluştuğunda, bu ya madde kullanımı yoluyla bastırılır, depresyon, kesip biçme ve intihar düşüncesi şeklinde kendine karşı döner; ya da düşmanlığa dönüşür.

    Ötekilik teknikleri terapist-hasta ilişkisinde güven duygusunu, net sınırları, rolleri ve beklentileri koruyarak sağlar. Ayrıca, hastaların terapistle yakınlık hissetmelerine ve aynı zamanda özgün olmalarına olanak tanır. Bu, bireyselleşmiş ilişkililik (individuated relatedness) olarak adlandırılabilir. Bireyselleşmiş ilişkiyi kolaylaştırmak için terapist, özerk karar vermeyi destekler, hastanın kararları hakkında (olumlu veya olumsuz) yargıda bulunmaktan kaçınır ve hastayı terapistle ilgili eleştirilerini ve anlaşmazlıklarını dile getirmeye teşvik ederken, yatıştırıcı ve sıcak bir varlık olmaya çalışır. Örneğin, hastalar madde kullandıkları için diğer insanların onları yargılamasından şikayet ettiklerinde, ötekilik tekniği hastaya “Burada hiç o şekilde hissettin mi?” diye sormaktır. Cevap hayır olsa bile, müdahale yine de terapötiktir, çünkü hastalara terapistle ilişkilerinde “iyi hastayı” oynamak zorunda olmadıkları mesajını verir, kendileri olmak için alanları vardır. Ayrıca bu soru, terapistin sert ve yargılayıcı olacağına dair hastanın beklentisini dekonstrüktif/yapıbozumcu bir şekilde sorgular ve ilişkide yeni olasılıkların ortaya çıkmasını sağlar, böylece hastanın güven duygusunu güçlendirir. Süreç araştırmalarında, ötekilik tekniklerinin kullanımının sosyal işlevsellikteki iyileşme ile güçlü bir şekilde ilişkili olduğu bulunmuştur (Goldman ve Gregory, 2010).

    Sonuç

    DDP’nin yukarıdaki özetinden de anlaşılacağı üzere, bu tedavi modelinin diğer psikanalitik yönelimli terapilerle hem ortak hem de benzersiz unsurlara sahip olduğu düşünülebilir. DDP’nin genel tedavi felsefesi, çoğu psikodinamik terapiden daha az otoriter ve yorumlayıcıdır, anlam ve yön konusunda nihai yargıyı hastaya bırakır. Hastaların belirli sosyal etkileşimlere dair ayrıntılarını aktarırken duygularını tanımlamaları için desteklenmesine, deneyimlerine kompleks anlamlar yüklemelerine, kendi ve başkalarının sınırlılıklarını kabullenmelerine ve iyileşme sürecinin önemli bileşenleri olarak terapistleri ile yeni ve dekonstrüktif/yapısökümcü bir ilişki deneyimlemelerine yardımcı olmaya güçlü bir vurgu vardır. Üç teknik setinin her biri, yani çağrışım, atıf ve ötekilik, bağımlılık ve kişilik bozukluklarının psikopatolojisi ve dinamik temellerinin farklı yönlerini ele alır. Bu teknikler, bireyin özfarkındalığını ve bütünleşmesini geliştirmek için sinerji içinde çalışır ve uzun süreli bir iyileşme sağlanmasına yardımcı olur. Güncellenmiş DDP tedavi kılavuzu ücretsiz olarak www.upstate.edu/ddp adresinden temin edilebilir. Ayrıca, web sitesinde video kayıtlı dersler ve etkileşimli bir çevrimiçi eğitim modülü gibi diğer eğitim materyalleri de mevcuttur.