Yazar: Editör

  • Değerlendirme ve Formülasyon (5. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin 5. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Çoğu psikanalitik terapist, resmi psikiyatrik tanıya haklı bir şüpheyle yaklaşır. Psikanalitik terapistler, bu tür bir tanının psikoterapiye uygunluğu belirlemek için yetersiz olduğunu düşünürler. Bunun nedeni, klinik deneyimlerin, yalnızca açık sorunlara [manifest problems] dayanarak bir tanı koymanın anlamsız olduğunu defalarca göstermiş olmasıdır. Psikiyatri ve davranış psikolojisini destekleyen hastalık ve davranış modeli, bir semptom veya davranışsal soruna yol açan altta yatan bir bozukluğu [disturbance] varsayar. Bu modele göre, bu bozukluk birincil olarak kabul edilir ve yaşamda ortaya çıkan ikincil sorunlar, semptom ya da davranışın kendisinin tedavisiyle ele alınabilir. Buna karşılık, psikanalitik uygulayıcılar, bir semptomun ya da bozukluğun [symptom or disorder] neden değil ikincil bir etki olduğunu varsayarlar. Bu durum, hasta [patient] bilinç düzeyinde farkında olmasa bile, o dönemde çatışma halinde olan psikolojik süreçlerinin bir sonucu olarak görülür. Birçok durumda, yönlendirmeye/sevke [referral] yol açan açık sorun, daha karmaşık başka zorlukları maskelemektedir.

    Psikanalitik yaklaşımın formülasyondaki güçlü yönlerinden biri, kişilik yapısına [personality structure] verdiği değerde yatmaktadır. Hastanın semptomlarına ek olarak zorluklarına dair anlamlı bir formülasyon oluşturmak istiyorsak, bu semptomların kimin üzerinde ortaya çıktığını dikkate almamız gerekir. Başka bir deyişle, kişinin karakterini göz önünde bulundurmamız gereklidir. Örneğin, narsisistik kişiliğe sahip bir bireyde panik ataklar, karakterolojik olarak kaygılı bir kişidekinden çok farklı bir şekilde yaşanır. Bu nedenle, psikanalitik bir değerlendirmenin amacı, psikiyatrik anlamda bir tanı koymak değil, problemi dinamik terimlerle formüle etmektir. Resmi psikiyatrik tanı, [psikanalitik] değerlendirme sürecinin bir parçası olabilir, ancak genellikle değerlendirmenin birincil amacı değildir.

    Bu bölümde, bir kişinin dinamik işleyişi [dynamic functioning] hakkında gerekli bilgileri sağlayan ve bir değerlendirme sırasında avantajlı bir şekilde araştırılabilecek hastanın temel işlev alanlarını gözden geçireceğiz.1 [1Burada sunulan çerçeve, bağlayıcı olarak görülmemelidir. Sadece benim değerlendirmeye yönelik kişisel yaklaşımımı yansıtmaktadır.] Değerlendirmelerin nasıl yapıldığı, büyük olasılıkla, terapistler arasındaki, zihne ve psikoterapi sürecine dair açık ve örtük teorilerindeki bireysel farklılıkları, ayrıca kişilik farklılıklarını yansıtır. Değerlendirmeleri gerçekleştirmek için doğru ya da yanlış bir yol yoktur. Bu gerçek, değerlendirme gibi karmaşık bir görevle mücadele ederken sizi ya rahatlatacak ya da daha fazla paniğe sevk edecektir.

    Kanıta Dayalı Uygulama Çağında Değerlendirme

    Bolluk çağında, psikoterapi için değerlendirme konusu yoğun tartışmalara yol açmıştır. Bu kadar çok terapi yaklaşımı arasından seçim yapma imkânıyla, belirli bir problem için hangi yaklaşımın en iyi sonuç verdiği sorusu artık göz ardı edilemez hale gelmiştir. Ne yazık ki, bir endüstri olarak psikoterapinin büyümesi, araştırmaların hızını fazlasıyla aşmıştır. Terapötik sürecin sonucu etkileyen yönleri hakkında, özellikle iyi bir terapötik ittifak [therapeutic alliance] ile olumlu sonuç arasındaki bağı vurgulayan araştırmalar sayesinde artık bir miktar bilgiye sahip olsak da, hâlâ nispeten az şey biliyoruz. Değerlendirme üzerine yapılan literatür incelendiğinde bu bilgi eksikliği çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Değerlendirme [assessment] kelimesi bilimsel bir titizlik çağrıştırsa da, aslında bilimden çok sezgiye dayanan, terapistin teorik bağlılıklarıyla sınırlı ve özellikle kamu sağlık hizmetleri bağlamında sınırlı kaynakların gerçekleriyle kısıtlanmış bir süreçtir.2 [2Kamu tarafından finanse edilen hizmetlerde, birçok terapist, sınırlı sayıda terapi modeli seçeneği ve uzun bekleme listeleri gölgesinde, hasta için en faydalı olanın ne olacağına dair kararlar almak zorunda kalmaktadır.]

    Psikoterapinin sonuçlarına yönelik araştırma ilgisinin artmasından ve başvuru nedeni/tanı ile tedavi yöntemi arasındaki uyumu ampirik olarak incelemeye yönelik çabalardan önce (bkz. Roth & Fonagy, 1996), hastalara çoğu zaman idealde kendilerine yardımcı olabilecek olan değil, terapistin ya da bağlı olduğu kurumun sunabildiği şey öneriliyordu. Kanıta dayalı uygulamaya yönelik eğilim, birçok uygulayıcıyı, belirli bir tanı grubuna yönelik hangi tedavinin en iyi çalıştığını belirlemek için araştırmaları rehber olarak kullanmaya teşvik etmiştir. Bu tür bir rehberlik faydalı olsa da ve hastaların problemlerini formüle ederken ve tedavi müdahalelerine karar verirken dikkate alınması gerekse de, özellikle psikanalitik uygulayıcılar arasında bu yaklaşımın sınırlılıkları da kabul edilmektedir. Bunun nedeni, “depresyon” veya “anksiyete” gibi tanılarla başvuran bir hastayı gördüğümüzde, hastanın zorluklarının bireysel formülasyonunun, ihtiyaç duyduğu ve kullanabileceği yardımı belirlemede resmi tanıdan çok daha güvenilir bir rehber olma olasılığıdır.

    Günümüzde kanıta dayalı uygulamalara verilen önem, özellikle sağlık hizmetleri ortamında çalışan birçok terapistin çalışmalarını zorlamaktadır. Finansman artık büyük ölçüde biriken kanıt temeline bağlıdır ve önemli tedavi kararları, zaman zaman günlük klinik uygulamanın gerçekliğini yeterince yansıtmayan araştırma çalışmalarıyla şekillenmektedir. Sonuç araştırmalarının “altın standardı [gold standard]” olarak kabul edilen randomize kontrollü etkililik çalışmaları [randomised controlled effectiveness trials (RCTs)] kapsamında seçilen hasta popülasyonları, genellikle klinisyenlerin günlük uygulamalarında karşılaştıkları karmaşık vakalarla pek az benzerlik göstermektedir. Bu vakalarda, eksen 1 (Axis 1) bozuklukları (DSM-IV), karakterolojik bozukluklar olan eksen 2 (Axis 2) bozukluklarıyla sıklıkla bir arada bulunur ve bu durum, en yetkin terapötik çabaları bile sıklıkla baltalar.

    Araştırmaların sınırlılıkları göz ardı edilmemeli ancak araştırma kanıtlarını görmezden gelmek de teşvik edilmemelidir. Örneğin, bilişsel davranışçı terapinin [cognitive behaviour therapy] panik bozukluğu tedavisinde etkili olduğu gösterilmişse, panik atağı yaşayan bir hastaya neden psikanalitik terapi önerdiğimizi kendimize sormamız gerekir. Başka bir deyişle, kanıta dayalı bir yaklaşımın faydası, kararlarımızı gerekçelendirme ihtiyacını hatırlatmasıdır. Bu yaklaşım, genellikle örtük olan şeyleri açık hale getirmemizi zorunlu kılar. Bu önemlidir, çünkü örtük olan şeyler, bilinçdışımızın [unconscious] değişkenliklerine karşı savunmasızdır ve bu, karar verme sürecinde en güvenilir rehber değildir. Yine de, bir başkasının zihnini anlamak gibi karmaşık bir süreçle uğraşırken, araştırma kanıtları en önemli veya tek kriter olarak alınmamalıdır. Bunun yerine, hasta ile odadaki deneyimimiz, hastanın müdahalelerimize verdiği tepkiler ve psikanalitik terapide iyi bir sonuçla en sık ilişkilendirilen psikolojik ve sosyal faktörlere dair birikmiş klinik kanıtlarla birlikte değerlendirilmelidir.

    Değerlendirmenin Amaçları

    Kanıta dayalı uygulama [evidence-based practice], önemli bir konuyu, yani genel değerlendirme ile tek bir modele dayalı değerlendirme arasındaki karmaşık soruyu gündeme getirmiştir. Eğer bir hasta terapi için değerlendiriliyorsa, katı bir şekilde ifade etmek gerekirse, kendi yaklaşımımızın hastanın ihtiyaçlarına en uygun olmayabileceği olasılığını göz önünde bulundurarak hastaya yaklaşmamız gerekir. Her terapötik modeli öğrenmek mümkün olmasa da, psikoterapi için değerlendirme yapmak oldukça uzmanlık gerektiren bir iştir. Bu, farklı terapötik modaliteler hakkında kapsamlı bilgi, nasıl çalıştıkları, hastadan hangi talepleri bekledikleri ve belirli problemleri tedavi etmede etkili olup olmadıkları hakkında bilgi gerektirir. Kendi değerlendirme tarzımız psikanalitik düşünceyle şekillense bile, eğer hasta özel olarak bu tür bir terapi için yönlendirilmemişse, yapılan değerlendirmenin, psikanalitik terapi dışındaki bir yaklaşımın gerekebileceği olasılığına terapistin açık olduğunu yansıtması gerekir. Bu, bir zorluk oluşturur çünkü geleneksel bir psikanalitik değerlendirmenin, farklı terapötik modalitelerin uygunluğunu düşünceli bir şekilde değerlendirmek için gerekli olabilecek bilgi yelpazesini sağlama olasılığı düşüktür. Örneğin, bir aile terapisti, aile yapısı hakkında daha fazla bilgiyle ilgilenebilir; bir bilişsel terapist, panik atak sırasında hastanın bilişleriyle ilgili bilgi isteyebilir; bir psikanalitik terapist ise değerlendirmesini karşıaktarım [countertransference] tepkilerine odaklayabilir ve hastanın dış yaşamı hakkında nispeten az bilgi toplayabilir. Birincil teorik yönelimimize bağlı olarak, her birimiz değerlendirme durumuna farklı bir vurgu ile yaklaşır ve değerlendirme içeriğini farklı bir şekilde rapor ederiz. Bu bölüm, özellikle psikodinamik bir değerlendirme üzerine odaklandığı için, bu önemli konuyu vurguluyorum ancak burada genel bir değerlendirmenin bileşenlerini incelemeyeceğiz.

    Psikodinamik değerlendirmenin zorluğu, çift yönlü görevini yansıtır:

    • Hastanın psikanalitik bir yaklaşımla yardım alıp alamayacağına dair bilinçli bir karar vermemizi sağlamak.
    • Hastanın bu yaklaşımı deneyimleyerek bir fikir edinmesini ve bu yöntemi kullanmak isteyip istemediğine karar vermesini sağlamak.

    Özel pratikte, çoğu terapist kendi yaklaşımlarının uygun olduğu durumlarda kendilerine yönlendirilen hastaları görürler. Öte yandan, Ulusal Sağlık Hizmeti’nde (NHS) çalışanlar, başka bir meslektaşı tarafından tedavi edilecek hastaları değerlendirebilirler. Bu tür durumlarda değerlendirme görevi daha hassastır, çünkü transferansın [transference] yönetilmesi ve kontrol altında tutulması gerekir. Hastanın bu ilk transferansın yoğunluğunu tedaviyi yürütecek terapiste aktarması gerekeceği dikkate alınmalıdır.

    Hastadan elde ettiğimiz bilgileri, psikanalitik terapinin uygunluğu ya da uygun olmadığı konusunda bazı sonuçlara ulaşmamızı sağlayacak şekilde sindirip yapılandırmamız gerekir. Hastanın anlatısında önemli gördüğümüz olgular, bir hipotezde bir araya getirilir. Kaçınılmaz olarak, topladığımız bilgileri yapılandırıp kategorize etmeye çalışırken, bunu kendi teorilerimizin ışığında yaparız. Benimsediğimiz teoriler, bizi belirli olgulara karşı eğilimli hale getirir ve bazı sorgulama yollarını takip ederken diğerlerini dışlamamıza neden olur. Hepimiz değerlendirme durumuna, hastanın söylediklerini, söylemediklerini ya da yalnızca ima ettiklerini filtreleme şeklimizi yapılandıran örtük kategorilerle yaklaşırız. Bu nedenle, iki terapist, her ikisi de psikanalitik eğitim almış olsa bile, bağlı oldukları psikanaliz ekolüne bağlı olarak, hastanın işlevselliğinin farklı yönlerini ortaya çıkarabilir ve raporlayabilir.

    Değerlendirmeler geleneksel olarak doğrudan terapiden ayrıştırılır. Ancak, çoğu zaman hasta için derin bir anlam taşırlar. Değerlendirme süreci genellikle bir tür terapi önerisine yol açsa da, kimi zaman bu süreç kendi başına bir amaç olabilir; hastaya içinde bulunduğu çıkmazı değerlendirme ve süregiden bir psikoterapiye ihtiyaç duymaksızın bu çıkmazdan ilerleme imkânı tanıyan benzersiz bir alan sunabilir.

    Terapiyi çok az deneyimlemiş ya da hiç deneyimlememiş hastalar için, değerlendirme kritik bir karşılaşmadır. Bu süreç, değerlendiricinin sorunu doğru bir şekilde tanımlaması için bir fırsat olduğu kadar, hastaya gelecekte farklı bir şeylerin mümkün olabileceğine dair biraz rahatlama veya umut sunar. Aynı zamanda, hastanın psikanalitik terapide bulunmanın nasıl bir his olduğunu deneyimlediği ilk karşılaşmadır. Değerlendirme bu nedenle, takip edecek sürecin temelini oluşturur ve hastanın yardım teklifini kabul edip etmeyeceğini etkileyen önemli bir dönüm noktasıdır. Bu anlamda, değerlendirici olarak, hastanın mevcut ve gelecekteki psikolojik iyilik hali üzerinde büyük bir sorumluluk taşıyoruz. Bilimimiz tam anlamıyla kesin olmayabilir -ya da belki hiç bilim olarak kabul edilmeyebilir- ancak rolümüz yine de hastanın hayatında önemli bir fark yaratabilir. Kendimizi her şeye kadir bir konuma yerleştirmeyi teşvik etmek istemediğim gibi, psikoterapinin tüm sorunları çözebileceğini de önermiyorum. Sadece, bize başvuran bir hasta karşısındaki sorumluluğumuzun, bir tıp doktorunun fiziksel bir hastalığın varlığını teşhis etmesi veya edememesi durumundaki sorumluluktan farklı olmadığını vurgulamak istiyorum.

    Giriş: Değerlendirme İçin Sınırların Belirlenmesi

    Değerlendirme rolümüzde, hastanın kendisini olduğu gibi gösterebilmesi için en iyi koşulları oluşturarak, sorunlarını değerlendirmeyi ve onu uygun bir yardım yönüne yönlendirmeyi hedefleriz. Buna uygun olarak, değerlendirme tarzımız dikkate alınmaya değerdir. Psikanalitik terapistler, değerlendirmelere tek tip bir şekilde yaklaşmazlar. Bazı klinisyenler, hastaya ne beklendiği hakkında çok az ipucu veren yapılandırılmamış bir yaklaşım bağlamında, daha mesafeli bir duruş sergilemeyi savunurlar. Bu tarz bir değerlendirme, hastayı değerlendirme amacına en az şekilde yönlendirecektir, hatta hiç yönlendirmeyecektir. Milton, böyle bir yaklaşımı şu şekilde tanımlar:

    “… başlangıçta teknik olarak sıradan bir analitik oturuma benzer. Hasta, nazik ama ciddi bir şekilde karşılanır ve en başından itibaren yoğun bir incelemeye tabi tutulur; minimum düzeyde talimat verilerek veya ‘rahatlatıcı’ olarak tanımlanabilecek önlemler alınmadan… Örneğin otomatik sosyal tepkiler, gülümsemeler dahil, verilmez” (1997: 48).

    Bu tür bir yaklaşımın genellikle dile getirilen gerekçesi, hastanın daha ilkel kaygılarını [primitive anxieties] çok hızlı bir şekilde ortaya çıkarmasıdır. Bu, gerçekten de genellikle doğru olabilir. Değerlendirme sırasında neler olabileceği hakkında çok az bilgiye sahip olan ve ilk kez bir terapistle görüşmeye gelen bir hasta, kendisini “ciddi” bir şekilde karşılayan ve profesyonel bir kişiden beklemesi muhtemel olan sıradan sosyal tepkilerden özellikle kaçınan biriyle karşılaştığında hızla kaygı duyabilir ve belki biraz paranoyak hissedebilir. Bu, riskli bir yaklaşımdır, çünkü bu deneyimden dolayı aşırı derecede baskı altında hisseden bazı hastaları yabancılaştırabilir ve psikoterapi teklifini devam etmeme kararı almalarına yol açabilir.

    Yapılandırılmamış değerlendirme yaklaşımı yüksek riskli bir seçenek olsa da, bazı belirgin avantajlar sunar. Seansa daha az yapılandırma dayatıldıkça, hastanın bilinçdışı istekleri ve kaygıları, terapistin yönlendirmesi olmaksızın hastanın anlattığı hikayeler aracılığıyla kendini daha kolay gösterir. Bu tür bir değerlendirmeye giren hasta, analitik alanın nasıl bir his olduğunu iyi bir şekilde deneyimleyebilir. Hastanın bu alana tepkisi, terapiste psikanalitik bir yaklaşımın uygun olup olmadığı konusunda önemli ipuçları sağlayabilir. Yapıya ve yönlendirmelere iyi yanıt veren bir hasta, yapılandırılmamış bir terapide paralize olmuş ve son derece kaygılı bir hale gelebilir. Değerlendirme aşamasında bu tür bir yaklaşıma maruz kalmadan, hem hasta hem de terapistin analitik bir yaklaşımın uygunluğunu gerçekçi bir şekilde değerlendirmesi zor olabilir.

    Yapılandırılmamış bir yaklaşımın avantajlarını göz ardı etmeden, kendi çalışmamda başlangıç aşamasında aşırı belirsizliğe düşmeden mümkün olduğunca yönlendirici olmayan bir değerlendirme tarzını tercih ediyorum. Bunun nedeni, kaygının hastanın yönetebileceği bir düzeyde tutulması gerektiğine inanıyor olmamdır; aksi takdirde hasta terapiden uzaklaşabilir veya kendisini rahatsız eden şeyler hakkında özgürce konuşamayacak kadar engellenmiş hissedebilir. Kaygı, genellikle paranoyak bir doğada olup, hastayı mevcut göreve yönlendirecek ipuçlarının eksikliğine doğrudan bir yanıt olarak orantılı bir şekilde artar. Mesafeli bir terapistin varlığında hastanın daha paranoyak hissetmesi, hasta hakkında bize pek bir şey söylemez; çünkü az sayıda ipucu olduğunda, çoğu insan nasıl davranacağı konusunda kafa karışıklığı yaşar ve dolayısıyla daha kaygılı hale gelir. Hastayı daha rahat bir duruma getirdiğimizde, belki de hastanın işlevselliğini kapsamlı bir şekilde değerlendiremeyebiliriz. Ancak benim deneyimime göre, değerlendirme çok fazla yönlendirme olmadan hastanın nasıl davrandığını görecek kadar yapılandırılmamış olduğu sürece, tedavi için anlamlı önerilere ulaşmak mümkündür. Üstelik, hastayı tamamen kaybetme riskini de önlemiş oluruz. Nitekim Sullivan (1953), terapistlerin hastalarının “kişilerarası güvenlik” [interpersonal security] ihtiyaçlarına duyarlı olmaları gerektiğini savunmuştur; aşırı derecede mesafeli ve iletişimsiz bir terapistin, böyle bir güvenlik duygusunu geliştirmesi pek olası değildir.

    Kendi çalışmamda değerlendirmelere şu şekilde kısa bir açıklama ile başlıyorum: “Bu görüşmenin amacını size açıklamak istiyorum. Bu bir başlangıç görüşmesidir. Yaklaşık bir buçuk saat sürecektir. Umarım bu, hem sizin buraya gelmenize neden olan şeyi anlamamız hem de size neyin yardımcı olabileceği konusunda bazı kararlar almamız için bir fırsat sağlar. Şu aşamada size yardımcı olup olamayacağımı bilemiyorum ama yardımcı olamazsam, size yardımcı olabilecek birini bulmanız için çaba göstereceğim.” Bunu söyledikten sonra, hastanın daha fazla yönlendirme olmadan konuşmaya başlayıp başlamayacağını görmek için duraksıyorum. Bu aşamada birçok hasta, “Nereden başlayacağımı bilemiyorum,” ya da “Sessizlikten hoşlanmıyorum,” veya “Bana sorular sormanızı tercih ederim,” diyebilir. Bu erken aşamada, sessizliğin yol açabileceği gerilimi hafifletmek için sorular sorma eğilimine kapılmaktan kaçınmaya çalışıyorum. Bunun yerine, bir dakika kadar sessizce bekleyerek, hastanın daha fazla yapılandırma olmadan durumu nasıl yönettiğini gözlemlemeyi tercih ediyorum.

    Genel bir kural olarak, daha az bütünleşmiş [less integrated] hastalarla daha etkileşimli ve kolaylaştırıcı bir yaklaşımın faydalı olduğunu görüyorum. Kaygısını düşünemeyen [kaygısı üzerine düşünemeyen], aşırı kaygılı ya da paranoyak hastalarda, değerlendirmeye daha fazla dahil olmalarına yardımcı olmak için bazı sorular sormayı tercih ediyorum. Ancak, bunu yapmadan önce şu şekilde bir ifade kullanabilirim: “Başlamak zor olabilir. Şu anda aklınızda olanları ya da nasıl hissettiğinizi anlatmaya başlamaya ne dersiniz?” Eğer hastalar kendi içsel süreçleri hakkında yorum yapamıyorsa, bunu şu şekilde bir ifadeyle devam ettirebilirim: “Bugün buraya gelmenize neden olan şey hakkında benimle konuşabilmenizi ne mümkün kılardı?” Eğer bu yaklaşımlar hastayı rahatlatmazsa, psikanalitik bir yaklaşımın uygun olup olmadığını sorgulamaya başlarım ve daha fazla soru sorarak değerlendirmeyi alışılmıştan daha yapılandırılmış hale getirmeye eğilim gösteririm.

    Çoğu hasta için bir buçuk saatlik bir süre, hastanın durumuna dair ön [preliminary] bir anlayış geliştirmek ve terapötik bir çerçeve içinde nasıl işlediğine dair yeterince iyi bir fikir edinmek için yeterlidir. Ancak, hastanın problemini net ve kesin bir formülasyonla yakalamak gibi aşırı bir beklentiye kapılmamak önemlidir. Tek bir oturum temelinde böyle bir netlik elde etmek pek olası değildir. Formülasyonlar doğası gereği spekülatiftir ve düzenli olarak yeniden gözden geçirilmeleri gerekir. Daha uzun süreli değerlendirmelerin (örneğin, iki veya daha fazla oturum) avantajlarından biri, hastayı daha derinlemesine anlamaya yol açmasıdır. Bu, özellikle çok karmaşık vakalarla ya da kendini açmakta çok zorlanan hastalarla çalışırken gerekli olabilir; çünkü tek bir değerlendirme yanlış bir formülasyona yol açabilir. Ayrıca, değerlendirmelerin zaman içine yayılması hem hastanın aralardaki süreyi nasıl yönettiğini hem de oturumlardan nasıl yararlanabileceğini gerçekçi bir şekilde değerlendirme imkanı sunar. İki değerlendirme oturumu arasında kendine zarar veren bir hasta, özel sektörde psikanalitik bir yaklaşımın uygun olmadığını işaret edebilir; ancak bu hasta, tıbbi destek sunulabilecek bir psikiyatri ortamında bu tür bir yaklaşımdan faydalanabilir. Bu durum, tüm değerlendirmeler için önemli bir hususu gündeme getirir. Psikanalitik terapinin uygunluğunu değerlendirirken, terapinin gerçekleşeceği ortamın avantajlarını ve sınırlılıklarını dikkate almamız gerekir. Ortam büyük bir fark yaratabilir; günümüzde çok ciddi şekilde rahatsız olan hastalar, psikanalitik psikoterapiye NHS [Ulusal Sağlık Hizmeti] gibi acil durumlarda kabul edilebilecekleri veya psikoterapinin uygulanabilirliği için gerekli altyapının (örneğin, topluluk psikiyatri hemşireleri ya da bir psikiyatristle yapılan ayakta görüşmeler) sağlandığı yerlerde erişebilirler.

    Hikayenin Alımasına Karşı [Versus] Hikayenin Yaratılması

    Psikiyatrik değerlendirmeler, kişisel bir geçmişin ortaya çıkarılmasına dayalı olarak yapılandırılmıştır. Psikiyatristler genellikle hastayı sistematik bir şekilde çocukluk geçmişi, cinsel ve ilişki geçmişi, mesleki geçmişi ve önceki tedavileri hakkında sorgularlar. Bu şekilde büyük miktarda bilgi toplanır. Bir hastanın mesleki geçmişini sormak ya da cinsel geçmişi hakkında bilgi sahibi olmak, sorunun anlaşılmasına katkı sağlayacak değerli bilgiler sunabilir. Ancak, standart bir psikiyatrik raporu okuyup ardından söz konusu hastayla bir araya geldiğinizde, bu tür ayrıntılı ve olgusal bilgilerin, hastanın terapiden nasıl yararlanabileceği veya sorunlarının dinamik anlamı hakkında nispeten az bilgi verdiği hızla anlaşılır.

    Hastayı daha derinlemesine anlamak için değerlendirme sürecine dikkat etmemiz gerekir. Başka bir deyişle, Hirshberg’in (1993) önerdiği gibi, anamnez almak değil, “anamnez yaratmak” sürecindeyiz; yani, hastanın kendi anlatısını nasıl kurduğuna ve bunu yaparken bizden nasıl yararlandığına odaklanırız. Eksiklikleri, vurgulari, yalnızca yüzeysel olarak ele alınan ancak derinlemesine girilmeyen konuları, idealleştirmeyi ya da aşağılamayı, ses tonunu, hastanın bulamadığı kelimeyi veya yalnızca bir dilde bildiği kelimeyi dikkatle dinleriz. Bir anlatı her birleşik, net ve tamamlanmış göründüğünde, bu birlik illüzyonunu sürdürebilmek için mutlaka bir şey bastırılmak zorundadır. (Chessick, 2000). Genellikle, kelimelerin hastanın deneyimini tam olarak yakalayamadığı anlarda, boşluklarda, hastanın psişik acısına [psychic pain] daha yakın bir şekilde temas etmeye başlarız.

    Bu şekilde dinlemek, “anamnez almak”tan çok farklıdır. Bu beceri, analitik dinlemenin (bkz. Bölüm 6) ayırt edici özelliği olan bu çok özel dinleme türünü, hastanın anlatısının içine girip çıkarak, onun yaşamı ve işleyişi hakkında anlamlı bir şekilde psikanalitik terapiden yararlanma kapasitesini değerlendirmek için bilmemiz gereken belirli alanları kapsama yeteneğiyle birleştirebilmekte yatar. Örneğin, hasta, içsel dünyası hakkında bir yoruma yanıt verebilir ve bu da onun psikanalitik terapiden faydalanabileceği sonucuna varmamıza yol açabilir. Ancak, hastanın şu anda hayatında kimlerin bulunduğu ve terapinin taleplerine dayanmasında ona kimlerin destek olabileceği hakkında hiçbir şey bilmiyorsak, yanlış bir sonuca varabiliriz. Bazı hastalar, az sayıda veya hiç destek sistemleri yoksa, oturumlar arasındaki boşluğu yönetemezler. Bu nedenle, bir değerlendirme sonunda, yalnızca hastanın içsel dünyasında var olan ilkel figürler hakkında değil, aynı zamanda hastanın dış dünyasında kimlerin bulunduğu ve bu ilişkilerin kalitesi hakkında da bilgi sahibi olmamız zorunludur (aşağıya bakınız).

    Psikanalitik Terapi İçin Uygunluk Kriterleri ve Kontrendikasyonlar

    Freud döneminde, psikanaliz için seçim kriterleri çekici bir şekilde basitti: Psikanaliz, yalnızca nevrozlardan [neuroses] mustarip olan, psikopatolojisi Ödipal [Oedipal] aşamaya dayanan ve sözde aktarım nevrozu [transference neurosis] aracılığıyla çocukluk nevrozunu aktarımda ortaya koyabilen hastalar için öneriliyordu. Bu konuda Freud’un orijinal görüşlerine bağlı kalan az sayıda terapist hâlâ var olsa da, 1970’lerden bu yana psikotik veya kişilik bozukluğu tanısı konmuş hastalar, tüm psikanalitik eğilimlerden terapistler tarafından tedavi edilmeye başlanmıştır.

    NHS’de psikanalitik terapi, uzun bekleme listeleriyle yüklenmiş son derece kısıtlı bir kaynaktır. Genellikle, öncelikli olarak, orta ile ciddi düzeyde kronikleşmiş zorluklar yaşayan hastalara sunulur. Genel olarak, bu yaklaşım, hastanın karakterolojik sorunlar veya kişilerarası zorluklar sergilediği durumlarda en uygun görünmektedir. Günümüzde, hastanın resmi tanısı, örneğin psikotik olup olmadığı ya da borderline kişilik bozukluğu yaşayıp yaşamadığı, terapötik sürece katılım gösterme kapasitesine sahip olup olmadığı kadar önemli görülmemektedir.

    Psikoterapiye dair anlayışımız giderek daha sofistike hale geliyor ancak psikanalitik terapi için hangi ön-terapi kriterlerinin en iyi sonucu güvenilir bir şekilde öngörebileceğini iddia etmekten hâlâ uzağız. Uygunluk kriterleri üzerine yapılan araştırmalar, sonucun küçük korelasyonlarla bağlantılı olduğunu göstermekte, bu da sonucu anlamlı bir şekilde öngörebilmek için birden fazla faktörün bir araya getirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.3 [3Genel olarak, kısa süreli psikanalitik terapi için kriterler, uzun süreli psikoterapi için olanlarla örtüşmektedir.] Bu kriterlerin geçerliliği ve güvenilirliği konusunda çok az araştırma kanıtı bulunmasına rağmen, bu bölüm, en yaygın önerilen kriterlerden bazılarını kısaca inceleyecektir.

    • Psikiyatrik tanı [psychiatric diagnosis] genellikle önemli bir kriter olarak belirtilir. Svanborg ve arkadaşları (1999), psikanalitik terapi önerisinin, kişilik bozukluğu bulunmaması ve yüksek GAF4 (Global Assessment of Functioning / Genel İşlevsellik Değerlendirmesi Ölçeği) skorları ile öngörüldüğünü, ancak bir psikiyatrik bozukluğun varlığı ile öngörülmediğini bulmuşlardır. [4GAF (Global Assessment of Functioning), mevcut semptomatik sıkıntının yanı sıra, daha sabit özellikleri de değerlendiren bir birleşik ölçüttür. Bu özellikler arasında ego gücünün [ego strength] çeşitli yönleri, kişilerarası ilişkilerin kalitesi, psikoseksüel gelişim düzeyi ve kaygı toleransı yer alır. ] Çoğu çalışma, ağırlıklı olarak nevrotik bir kişilik organizasyonuna sahip ve en belirgin savunması ketlenmeler [inhibition] olan hastaların, muhtemelen herhangi bir psikoterapi türünde, en iyi sonuçları aldığını öne sürmektedir. Bununla birlikte, pratikte, kamu sağlık hizmeti ortamlarında psikanalitik terapiye yönlendirilen hastaların çoğunluğu, yapılandırılmış ve daha kısa süreli müdahalelere uygun olmayan, oldukça dağınık sorunlar sunan kişilik bozukluğu tanılı hastalardan oluşmaktadır.
    • Kısa süreli terapide bir odak [focus] belirlenmesi zorunludur (Malan, 1980). Kısa süreli terapi, çatışmanın nevrotik ve Ödipal bir düzeyde olduğu durumlarda en uygun olanıdır ve hastanın sorunları borderline veya pre-Ödipal problemleri işaret ediyorsa daha az uygundur. Hoglend ve arkadaşları (1993), Ödipal sorunlara (örneğin, aynı cinsiyetteki bireylere karşı kendini ifade etme, üçlü durumlara dair ambivalans) odaklanan sınırlı bir yaklaşımın, bağımlılık, güven ve ayrılık gibi daha oral sorunlara kıyasla, kısa süreli odaklı psikanalitik terapide daha olumlu bir sonuç öngördüğünü belirtmişlerdir. Karmaşık ve yaygın dinamik meselelerle ilgilenilmesi, hastayı kısa süreli psikanalitik terapi için uygun olmaktan çıkarabilir; ancak bu hasta yine de uzun vadeli bir yaklaşım için uygun olabilir.
    • Analitik çerçeve [analytic frame], psikanalitik terapi seçilirken dikkate alınması gereken hastaya özel talepler sunar. Moore ve Fine (1990), klasik metinlerinde, uygunluğa ilişkin bazı gerekliliklerin analitik sürecin doğasından kaynaklandığını öne sürerler. Bu gereklilikler arasında şunlar yer alır:
      • Serbest çağrışım [free association] yapabilme yeteneği,
      • Zaman ve para açısından fedakarlık yapma isteği,
      • Hayal kırıklığı [frustration], anksiyete [anxiety] ve diğer güçlü duygulara kaçma veya eyleme dökme [acting out] yoluna başvurmadan tahammül edebilme yeteneği.
    • Hastanın, anında tatmin olmaksızın terapötik ilişkiyi sürdürebilme kapasitesi temel bir gerekliliktir. Bazı hastalar için, terapistin daha mesafeli bir duruşu, nispeten zayıf bir egonun varlığında aşırı derecede baskılayıcı olabilir. Gerçekten de, hastanın ego gücü [ego strength] başka bir önemli faktördür (daha ayrıntılı bir tartışma için aşağıya bakınız); nesne ile kendilik arasında ayrım yapma kapasitesi zayıf olan, dürtü kontrolü düşük ya da gerçekliğin sınırlılıklarını kabul etme kapasitesi sınırlı olan hastalar psikanalitik terapide özel zorluklar yaratırlar. Bu, özellikle terapötik sözleşmenin kısa süreli olduğu durumlarda geçerlidir ve bu sıklıkla kontrendikedir.
    • Olumlu bir kişilerarası ilişki geçmişi [a good history of interpersonal relationships] ya da en azından bir olumlu nesne ilişkisine dair kanıtlar, genellikle iyi bir prognostik işaret olarak kabul edilir. Bu, sezgisel olarak mantıklıdır: Hasta, başka bir kişiyle ilişki kurma ve ona güvenme kapasitesine -ne kadar ilkel düzeyde olursa olsun- sahipse, analitik sürece daha kolay dahil olabilecek ve ilişkinin getirdiği yakınlığa tahammül edebilecektir. Hastanın terapötik sürece aktif bir şekilde katılma yeteneği [ability to get actively involved with the therapeutic processs] de bu nedenle ilişkili bir kriterdir. Frayn (1992), ebeveynler, yöneticiler, öğretmenler ve diğer terapistlerle (uygulanabilir olduğunda) önceki olumlu ilişkileri olan hastaların, psikanalitik tedaviyi erken sonlandırma olasılığının daha düşük olduğunu bulmuştur. İlgisiz, kaotik, narsisistik veya sömürücü ilişki dinamiklerini yeniden yaratan hastalar, tedaviyi bırakma olasılığı en yüksek olan gruptur. Hoglend ve arkadaşları (1993) ile Hoglend (1993), karşılıklılık, tatmin ve istikrar ile karakterize edilen ve hastanın diğer kişiye ihtiyaçlarını karşılayan biri yerine özerk bir birey olarak yaklaştığı kişilerarası ilişkilerin, dört yılın ardından olumlu sonuçlarla ilişkili olduğunu ancak bir yıllık kısa odaklı psikanalitik terapiden sonra aynı korelasyonu göstermediğini bulmuşlardır. Benzer şekilde, Piper ve arkadaşları (1991), yüksek düzeyde nesne ilişkilerine (yani, iyi ilişki geçmişine) sahip hastaların, kısa süreli psikanalitik terapide en iyi sonuçları aldıklarını bulmuşlardır.

    Hastanın yaşamında sözde “iyi” nesnelerin [good object] bulunmaması, tek başına mutlak bir kontrendikasyon değildir Psikanalitik terapide başarılı olan bazı hastalar, başlangıçta çok yoksun bir iç dünyayla başlayabilirler, ancak terapiste iyi bir nesneye tutunabilecekleri izlenimini verebilirler. Bu nedenle, terapist olarak odadaki hastayla yaşadığımız deneyim, ilişki geçmişini tamamlayan önemli bir ek bilgi kaynağıdır.

    • Hastanın psikolojik zihinliliği [psychological mindedness], sıklıkla önemli bir kriter olarak belirtilir. Ancak, psikolojik zihinilik kapasitesinin tedavi öncesi bir değişken olarak nihai sonuçla ilişkisi üzerine çok az araştırma bulunmaktadır. Bu, genellikle ne anlama geldiğini hepimizin bildiği varsayılarak kullandığımız kavramlardan biridir, ancak belki de en fazla kullanılan ve en az tanımlanmış kavramlardan biridir. Psikolojik zihinlilik, hastanın kendisi üzerine psikolojik terimlerle düşünme yeteneğini ifade eder. Örneğin, bir yas süreci yaşamış ve somut bir şekilde baş ağrılarının sorunun kaynağı olduğunu iddia eden, kayıp deneyimi ile fiziksel semptomları arasında bir bağlantı kurma olasılığını dikkate alamayan bir hasta, psikolojik zihinlilik kapasitesine sahip olarak değerlendirilmeyecektir.

    Psikolojik zihinlilik, psikiyatrik “içgörü” [insight] kavramı gibi potansiyel olarak sorunlu bir kavramdır; çünkü bazen, hastanın belirli bir terapistin psikolojik kavramları ve formülasyonlarıyla çalışabilme ve bunlara katılabilme kapasitesi ile eş anlamlı hale gelebilir. Bu kriter aynı zamanda bir paradoks içerir: Hastanın sözde psikolojik zihinliliği, uygunluğu belirlemek için kullanılır; ancak bu kapasitenin aynı zamanda terapinin meşru bir hedefi olduğu da öne sürülebilir. Sonuçta, psikanalitik terapinin amaçlarından biri, zayıf olduğunda öz-düşünüm kapasitesini [self-reflective capacities] inşa etmek veya güçlendirmektir ve böylece hastanın psikolojik zihinlilik kapasitesine sahip olmasına yardımcı olmaktır.

    Yukarıda belirtilen uygunluk kriterlerinden herhangi biri, tek başına kullanıldığında güvenilir bir rehber olmadığı gibi, psikanalitik terapiye yönelik kontrendikasyonlar da aynı şekilde güvenilir değildir. Tüm bu kriterler, olumsuz bir şekilde ifade edildiğinde (örneğin, hasta psikolojik zihinlilik kapasitesine sahip değil) kontrendikasyon olarak kabul edilebilir. Psikoz [psychosis] ve madde bağımlılığı [substance abuse] da sıklıkla kontrendikasyon olarak belirtilir. Ancak, psikanalitik terapi nadiren psikoz tedavisinde önerilse de, kısa süreli psikotik epizodlar geçiren veya manik depresyon (bipolar bozukluk) yaşayan bazı hastalar için oldukça faydalı olabilir. Yine de, psikotik hastalarla psikanalitik bir şekilde çalışmak, psikanalizin son derece uzmanlaşmış bir uygulamasıdır ve asla yeterli danışmanlık ve süpervizyon olmaksızın üstlenilmemelidir (bkz. Jackson & Williams, 1994).

    Uygunluk kriterleri (bkz. Tablo 4.1), değerlendirme süreci sırasında başvurulan ipuçları olarak düşünülmelidir; ancak faydalı olabilmeleri için, odadaki hastayla olan kendi deneyimimiz bağlamında dikkatlice değerlendirilmelidir.

    Tablo 5.1 Psikanalitik Psikoterapi İçin Uygunluk Kriterleri

    Psikanalitik tedavi amacıyla bir hastayı değerlendirirken aşağıdakileri göz önünde bulundurun:

    • hastanın, ne kadar ilkel düzeyde olursa olsun, öz-düşünüme [self-reflection] ilgi duyup duymadığı ve bu kapasiteye sahip olup olmadığı;
    • hastanın, terapötik ilişkinin doğasında bulunan hayal kırıklıklarına [frustration] dayanacak ve kendini keşfetme [self-exploration] sürecini üstlenecek yeterli ego gücüne [ego strength] sahip olup olmadığı;
    • hastanın, psişik acıya [psychic pain] eyleme dökmeden [acting out] tahammül edip edemeyeceği (örneğin, kendine veya başkalarına yönelik tehditler);
    • eyleme dökme riski mevcutsa, bu riskin terapinin gerçekleşeceği ortamda yönetilip yönetilemeyeceği;
    • hastanın, terapideki zorlu dönemlerde onu destekleyecek yeterli kişisel ve/veya profesyonel desteğe sahip olup olmadığı.

    Kısa süreli bir psikanalitik yaklaşımı değerlendirirken, aşağıdakileri de göz önünde bulundurun:

    • hastanın zorluklarının tek bir tema veya temel çatışmaya odaklanmaya uygun olup olmadığı,
    • değerlendirme sırasında, hastanın belirlenen odakla ilgili yorumlara [interpretation] nasıl tepki verdiği,
    • hastanın, seçilen odakla çalışmaya motive olup olmadığı.

    Değerlendirme Neyi Kapsamalıdır?

    Hastanın Bakış Açısından Semptom/Sorun

    Her değerlendirmede olduğu gibi, başlangıç noktası hastanın sorunu kendi anladığı şekliyle tanımlaması olmalıdır. Bazı hastalar, bizim çok az yönlendirmemizle hikayelerini anlatabilirken, diğerleri konuşmaları için daha fazla teşvik edilmelidir. Deneyimlerime göre, hastaları içinde bulundukları duruma nasıl geldiklerini sorgulamaya davet etmek, semptomlarını nasıl anlamlandırdıkları konusunda oldukça açıklayıcıdır ve dolayısıyla hangi tür terapötik yaklaşımın onlara daha uygun olabileceğine dair ipuçları verir. Örneğin: Bazı depresif hastalar, sorunlarını tamamen kimyasal bir dengesizlik olarak ele alır ve başka olası tetikleyicileri keşfetmeye ne kadar çabalarsak çabalayalım, biyokimyasal bir açıklamaya sıkı sıkıya bağlı kalırlar; diğerleri depresyonlarını olumsuz düşüncelerle ilişkilendirir ve düşünme biçimlerini değiştirebilmek istediklerinden bahsederler; daha başka hastalar ise depresyonlarının başlangıcını çocukluk sorunları veya daha yakın tarihteki kişilerarası olaylarla açıkça ilişkilendirir ve “neden” böyle olduklarını anlamak istediklerini ifade ederler.

    Her hasta, değerlendirmeye duygusal sıkıntısını ifade etmek için kendi dili ve referans çerçevesiyle gelir. Her hastanın, duygusal sıkıntının ifadesiyle uyumlu olan kendi teorileri vardır ve bunlar genellikle kültürel deyimlerle şekillenir. Değerlendirme süreci, sorun hakkında farklı anlatıların paylaşılması için bir fırsat sunabilir ve hasta, bizim formülasyonumuzu anlamlı ve faydalı bulabilir; böylece biyokimyasal bir açıklamadan daha psikolojik bir yaklaşıma geçebilir. Ancak bu her zaman böyle olmaz. Bu nedenle, hastanın kendi anlatısının psikanalitik bir yaklaşımla uyumlu olup olmadığını dikkatle dinlemek önemlidir. Tedavi gerekçesi ile hastanın kendi teorileri arasında bir uyumluluk ararız. Sorunlarının genetik bir yatkınlığa bağlı olduğuna ya da tamamen hatalı düşünme biçimine dayandığına ikna olmuş bir hastaya psikanalitik terapi önermenin pek bir anlamı yoktur. Değerlendirmenin amacı, hastayı bizim bakış açımızı benimsemeye yönlendirmek değil, hastanın zorlukları hakkındaki bilgimiz ile bu zorlukları en iyi şekilde ele alabilecek, hastanın düşünce tarzına ya da yaşam felsefesine en uygun terapötik yaklaşım arasında yeterince iyi bir uyum bulmaktır.

    Motivasyon

    Herhangi bir psikolojik tedavi, hastanın motivasyonuna [motivation] dayanır. Psikanalitik terapi, belki de diğerlerinden daha fazla, hasta üzerinde birçok talepte bulunur. Frayn (1992), motivasyonu düşük olan, kendini anlama konusunda bağlılık göstermeyen ve semptomları ego-sintonik (yani çatışma yaratmayan) olan hastaların tedaviyi erken sonlandırma olasılığının daha yüksek olduğunu bulmuştur. Bu nedenle, hastanın, “işler zorlaştığında” bile terapide devam edeceğinden emin olmak önemlidir. Motivasyonu değerlendirmek karmaşıktır. Motivasyon, karmaşık ve çok boyutlu bir kavramdır. Terim üzerinde aslında pek bir fikir birliği yoktur. Bazen o kadar geniş tanımlanır ki, psikanalitik terapiye uygunluk ile eş anlamlı hale gelir (Truant, 1999). Motivasyon şu unsurlardan bazılarını veya hepsini içerebilir:

    • değişim için motivasyon
    • içgörü kapasitesi
    • kendini anlama
    • terapötik çalışmaya aktif katılım
    • psişik acıyı hafifletme isteği
    • kendi sorumluluğunu alma
    • terapiye yönelik olumlu beklentiler.

    Klinik çalışmalar bir şeyi çok net bir şekilde ortaya koymaktadır: motivasyon, statik bir zihinsel durum değildir. Hastalar, terapide motivasyonlarının yüksek olduğu dönemlerden geçerken, başka zamanlarda hastalığın sağladığı ikincil kazançlar ön plana çıkar ve motivasyon azalır. Değişim motivasyonunun değişime direnen semptomlardan kaynaklanan bilinçdışı tatminlere kıyasla göreceli baskınlığı, özellikle kısa süreli terapi [brief therapy] düşünülüyorsa, değerlendirilmesi gereken önemli bir faktördür.

    Motivasyon değerlendirmesi, zorunlu olarak çıkarımsal bir süreçtir. Hastanın önceki terapi deneyimleri (varsa) ve yeni tedaviye yönelik beklentilerinin kapsamlı bir şekilde araştırılması yoluyla elde edilebilir. Motivasyonu değerlendirmek için, hastayla aşağıdaki alanları keşfetmek faydalı olabilir:

    • Hastanın yardıma karşı tutumu nedir?  Önceki terapi deneyimlerinde, eğer varsa, hasta neyi zorlayıcı veya faydalı buldu? Terapiden beklentileri ne kadar gerçekçi? Önerilen tedaviyle ilgili ne tür zorluklar öngörüyor? Hasta aktif bir duruş mu, yoksa pasif bir duruş mu sergiliyor? “İyileştirilmeyi” mi umut ediyor, yoksa terapinin kendisinden de taleplerde bulunacağını ve sadece terapiste bağlı olmadığını anlayabildiğine dair bir işaret veriyor mu?
    • Hastanın sizinle olan ilişkisi aşırı derecede idealize edilmiş bir ilişki mi? Terapistin kişiliğine ve acıyı hafifletme kapasitesine dair olumlu bir yatırım, bir çalışma ittifakının [working alliance] kurulması için gereklidir; ancak bu, tamamen farklı bir şekilde, kendisini geri planda tutan ve her şeyi güçlü bir terapistin elinde büyülü bir dönüşüm bekleyen bir hastanın tutumundan oldukça farklıdır. Kendi narsisistik nedenlerimizle böyle bir her şeye kadir projeksiyonla iş birliği yapma cazibesi ne kadar güçlü olsa da, idealizasyonun ardından güvenilir bir şekilde aşağılama geleceğini kendimize hatırlatmak faydalıdır. Bu durum, idealizasyonun nesneyi zihnimizde ona yapabileceklerimizden, yani nefretimizden koruma işlevi görmesinden kaynaklanır. Önceki bir terapistin idealizasyonu ya da aşağılanması uyarı zillerini çalmalıdır ve bu durum genellikle kötü bir prognostik işarettir.
    • Hasta içsel kaynaklar tarafından mı yoksa dışsal kaynaklar tarafından mı motive ediliyor? Bu soru genellikle “neden şimdi?” sorusuyla ilişkilidir. Bu konuyu araştırmak önemlidir, çünkü partnerlerin ya da diğer ruh sağlığı profesyonellerinin isteği üzerine terapiye giren hastalar, daha zayıf bir ittifak kurabilir ya da tedavi sürecini baltalayabilecek yanlış ittifaklar oluşturabilirler. Genel olarak, hasta, sorunlarını/semptomlarını ego-distonik [ego-dystonic] olarak deneyimliyorsa, yani bu sorunlar egoya kabul edilemez olarak algılandığından rahatsız edici bir çatışma yaratıyorsa, terapiye çalışmaya motive olur. Burada, kendini anlama motivasyonu (örneğin, “Neden sürekli istismarcı ilişkilerde bulduğumu bilmek istiyorum”) ile belirli bir semptom veya yaşam durumundan somut bir rahatlama arayışı (örneğin, “Bulunduğum mahalleden kurtulmak istiyorum, bu beni bunaltıyor”) arasında bir ayrım yapmak önemlidir. Her iki durumda da hasta bir tür yardım almak için motive olsa da, ikinci durumdaki hastanın psikanalitik terapiyi uygun bulması pek olası değildir.

    Hastanın İçsel Dünyasını ve Nesne İlişkilerinin Kalitesini Değerlendirme

    Sevilen figürlerin, kendimizden farklı varlıklar olarak fiziksel gerçekliği ve dışsal olaylarla ilgili belleğimiz, onlarla ilişkimizin bir yüzüdür; diğer yüzü ise onların bizden ayrılmaz bir şekilde içimizde yaşadıkları hayattır.

    (Riviere, 1936: 320).

    Hastalarımızı dinamik bir şekilde anlayabilmek için sadece onların gerçek yaşamlarını [actual live] ve dış dünyalarında [external world] olup bitenleri incelemeyiz; aynı zamanda, belki de daha öncelikli olarak, onların içsel dünyalarına [internal world] ve içsel gerçekliklerine [internal reality]5 dikkat ederiz. [5Bu terimler burada birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılmaktadır.] Bu ayırt edici vurguyu, Freud’a borçluyuz. Freud, maddi olayların zihni doğrudan etkileyip etkilemediğinin nevrozları anlamak için önemsiz olduğunu savundu; bilinçdışında önemli olan, dışsal olayların anısı değil, hastanın bu olayları nasıl deneyimlediği, yani olayların öznel anlamıdır. Freud bu anlayışa, teorisinde dramatik ve tartışmalı bir dönüşüm yoluyla ulaştı.6  [6Bu bölümün amaçları kapsamında, bu ilginç teorik değişimi tartışmak mümkün değildir; ancak, bu konuda daha fazla okumak isteyenler için Smith’in (1991) eserinde bu konuyu ele alan çok iyi bir bölüm bulunmaktadır.] Başlangıçta, Freud histerik hastalarının gerçek bir travmanın sonucu olarak acı çektiğini varsaydı. Hastalarının istismara uğradığını ve bu cinsel travmanın bastırılmasının, onların histerik belirtilerini açıkladığını düşünüyordu. Ancak, 1897’de Freud, sözde baştan çıkarma teorisini [seduction theory] geri çekerek bunu arzu teorisi [wish theory] ile değiştirdi. Arzu teorisi, hastaların histerik semptomlarının, gerçek çocukluk deneyimlerinin anıları yerine, çocukluk arzularına dair maskelenmiş anıların bir sonucu olduğunu öne sürdü. Baştan çıkarma teorisinin geri çekilmesi, içsel psişik olayların, dışsal gerçeklikteki olaylarla aynı potansiyel etkiye sahip olduğunu kesin bir şekilde ortaya koydu. Bu bakış açısı, daha sonra Klein tarafından, yansıtmanın [projection] algı süreci üzerindeki etkisine yaptığı vurgu ile güçlendirilmiştir (bkz. Bölüm 1).

    Özünde, Freud ve Klein, zihnin hem içsel hem de dışsal güçler tarafından şekillendiğini öne sürmüştür. Gelişimsel bir bakış açısından, içsel olan ile dışsal olanı ayrı tutma kapasitesini kazanmak önemlidir; ancak bu, paradoksal bir şekilde, bir şekilde birbirleriyle ilişkili olmalarını da gerektirir. Psişik gerçekliğin [psychical reality] doğrudan deneyimini dışsal gerçeklikten ayırabilme yeteneği, diğer insanların dünyayı bizden farklı algıladığını ve hissettiğini kabul etmek için temel bir ön koşuldur. Bir şeyi nasıl algıladığımızın ya da nasıl hissettiğimizin, o şeyin kendisiyle aynı olmadığını fark ettiğimizde, başka bir kişinin bakış açımızı paylaşmayabileceğini hayal edebilmek için bir temel oluşturmuş oluruz.7

    [7 Fonagy ve Target (1996, 2000), psişik gerçekliğin doğası ve gelişimi üzerine kapsamlı yazılar yazmışlardır. Gelişimsel olarak, psişik gerçekliğin ilk aşamalarında deneyimin iki modda gerçekleştiğini öne sürmüşlerdir. Psişik eş değerlik modunda [psychic equivalence mode] içsel bir deneyim, güç, nedensellik ve sonuçlar açısından dışsal gerçeklikle izomorfik [eşbiçimli] kabul edilir. Bu gelişim aşamasındaki çocuk, herkesin bir olayı aynı şekilde deneyimlediğini varsayar. Pretend [yap-inan] modunda [pretend mode], duygular ve düşünceler tamamen temsil düzeyinde deneyimlenir. Bu, bunların dış dünyayla herhangi bir ilgisinin olmadığı anlamına gelir. Pretend modunda çocuk, zihinsel durumları oyun bağlamında düşünebilir, ancak bunları dışsal gerçeklikle bağlantısız olarak algılar. Bu modda hâlâ dışsal gerçeklikten katı bir ayrım vardır ve çocuk, içsel ve dışsal gerçeklik arasındaki ilişkisel doğayı henüz anlamaz. Fonagy ve Target, normal gelişimin psişik eşdeğerlik modu ile pretend modunun bir entegrasyonuna dayandığını savunurlar. Bu sürecin yaklaşık ikinci yaşta başladığı ve beşinci ya da altıncı yaşa kadar devam ettiği varsayılmaktadır. Bu entegrasyon, fikirlerin içsel olarak bilindiği ancak dışarıdaki dünyayla bağlantılı olduğu bir psişik gerçeklik geliştirilmesine yol açar.]

    Hastanın kendi geçmişini sunma şekli, kendisini başkalarıyla ve başkalarını kendisiyle ilişkilendirme kapasitesi hakkında önemli ipuçları verecektir. Bu, hastanın öz-düşünüm kapasitesi hakkında bir şeyler söyler. Önemli ötekilerle olan geçmiş ve mevcut ilişkileri içeren bir ilişki geçmişi elde etmek ve hastanın bu ilişkiler hakkında nasıl konuştuğunu dikkatlice not etmek, hastanın içsel dünyasını ve bu dünyayı yansıtma kapasitesini değerlendirme görevinin merkezindedir. Hastanın anlatısının kalitesini ve bunun bağlanma kalitesini ne şekilde ortaya koyduğunu anlamanın yararlı bir yolu, Mary Main ve meslektaşlarının geliştirdiği Yetişkin Bağlanma Görüşmesi [Adult Attachment Interview]8 ile bulunabilir (Main, 1995). Bu araç, bağlanma deneyimlerinin öznel anlamını değerlendirmek için kullanılan bir araştırma aracıdır ve bir yetişkinin bağlanma durumunu ortaya koyar. Kişi, erken dönem bağlanmalarıyla ilgili sorulara nasıl yanıt verdiğine bağlı olarak, güvenli veya güvensiz bağlanmış olarak sınıflandırılır.

    [8AAI (Yetişkin Bağlanma Görüşmesi), yanıtları aşağıdaki şekilde sınıflandırır:

    • özerk [autonomous]: Hasta, geçmişi, acı veren geçmiş deneyimler de dahil olmak üzere, tutarlı bir şekilde anlatır ve hem kendi hem de diğer insanların zihinsel durumlarını anladığını ortaya koyar.
    • reddedici [dismissing]: Hasta, ilişkilerin önemini reddeder veya değersizleştirir ya da travmatik deneyimlerin etkisini küçümser.
    • saplantılı [preoccupied]: Hasta, çocukluk deneyimleri ve ilişkileri ile bunların mevcut işlevsellik üzerindeki etkileri hakkında karışık duygular sergiler; öfke, korku ve kafa karışıklığı gösterir.
    • çözümlenmemiş [unresolved]: Hasta, geçmişte bir travma yaşamıştır ve bu travma hala işlenmediği için duygusal olarak onunla iç içe kalmıştır.]

    Hastanın anlatısını nasıl yapılandırdığına kulak verdiğimizde, hayatındaki önemli figürlerle ilişkisini nasıl sunduğuna dikkat ederiz. Örneğin, bir ilişkide zorluklar varsa, hastanın, zor durum hakkındaki kendi hislerinin diğer kişinin hislerinden farklı olabileceğinin farkındalığını gösterip göstermediğini not ederiz. Tutarlı anlatılar, genellikle çatışma ve acının kabulünü içerir; hasta, zorlukları hakkında konuşurken hem kendi hem de diğer insanların motivasyonlarının karmaşıklığını anladığını gösterir. Buna karşılık, genellikle güvensiz bağlanma durumuyla ilişkilendirilen anlatılar, daha fazla çelişki, inkar, kafa karışıklığı veya öfke ya da korku gibi güçlü olumsuz duyguları ortaya koyar. Örneğin, hasta istismar edildiği deneyimlerini anlatabilir, ancak bunları çok kopuk bir şekilde ele alarak önemlerini reddedebilir; ya da çok kafa karıştırıcı bir hikaye anlatabilir, bu da onun hala duygusal deneyiminin tam ortasında olduğunu ve buna dair bir perspektif geliştiremediğini hissetmemize neden olabilir.

    Hasta bize hikayesini anlatırken, onun içsel dünyasını tasvir etmemize yardımcı olacak ilişki örüntülerini/kalıplarını [pattern] dinlemeye başlarız. Bu ilişkileri incelerken ortaya çıkan tekrarlayan çatışmaları not etmek faydalıdır; örneğin, hasta sürekli olarak boyun eğdiği ya da diğer insanlara karşı gizlice üstünlük hissettiği ilişkilere mi giriyor? Benzer şekilde, hangi dinamiklerin eksik olduğunu da gözlemleriz; örneğin, ilişkilerin her zaman çatışmasız olarak rapor edilip edilmediğini. Tekrarlayan kişilerarası örüntüler, hastanın iç dünyasında kök salmış ve kişiliğini şekillendirmiş olma olasılığı yüksek olan içselleştirilmiş nesne ilişkilerine [internalised object relationship] dikkat çeker. Hastanın ilişki kurma modeli, diğerine karşı çok spesifik bir rol benimsemek zorunda kalacak şekilde kökleşebilir ya da algılarını oldukça öngörülebilir bir şekilde filtreleyebilir; örneğin, övüldüğünde bile her zaman eleştiri duyan bir hasta gibi.

    İçsel dünya, erken dönemde duygusal olarak yüklü ilişkilerin değişmeyen boyutlarını içeren prototipik şemalardan oluşur; bunlar, örneğin, hayal kırıklığı ve tatmin deneyimleri etrafında düzenlenir. Erken yaşamda, yoğun duygusal etkileşimler (bkz. Bölüm 2) psikolojik olarak düzenleyicidir: bebeğin benzer deneyimleri kategorize etmesine ve öngörmesine olanak tanır. Örneğin, olumsuz bir deneyim, acı veren bir duyguyla (örneğin, dehşet) bağlantılı olarak “kendini düzenleyemeyen bir ötekiyle uyumsuz olan kendilik [self-misattuned-with-a-dysregulating-other ]” şeklinde bir çalışma modeli olarak içselleştirilir. Bir şema bir kez öğrenildiğinde, benzer bir şekilde sonraki olayları yorumlamak için bir şablon oluşturur, yani genelleştirilir. Yaşam döngüsünün herhangi bir aşamasında dış ilişkiler, belirli ilişki kümeleriyle ilişkili duyguları ve buna bağlı ilişkisel fanteziyi (örneğin, mahrum bırakılma veya üzerine aşırı yüklenilme) tetikleyebilir. Bu “kendiliğin-ötekiyle-duygusal-etkileşimdeki [self-affectively-interacting-with-other]” zihinsel temsilleri, bu nedenle, önemli kişilerarası deneyimlerden türeyen bilinçli ve bilinçdışı bilişsel ve duygusal bileşenler içerir. Ancak, Bölüm 2’de gördüğümüz gibi, bu şemalara katkıda bulunan deneyimler çoğunlukla bize erişilemez durumda olsa da, bunlar yine de kendimiz ve başkaları hakkında nasıl düşündüğümüzü ve hissettiğimizi yapılandırır. İşte bu yüzden, erken dönem olaylarını hatırlayamıyor olsak bile, mevcut durumu gelişimsel modellere göre organize etmeye devam ederiz.

    Dinlerken, hastanın sır paylaşma, güvenme ve başkalarını potansiyel olarak yardımcı görme kapasitesine dair kanıtlar ararız; buna karşın, başkalarının kendisine yönelik niyetleri konusunda paranoyak ve güvensiz hissetme eğilimlerine de dikkat ederiz. Değerlendirme sürecinin sonunda yanıtını en azından geçici olarak vermemiz gereken temel sorulardan biri şudur: “Hasta tipik olarak ne tür bir ilişki(ler) kuruyor?” Bu nedenle, hastanın deneyimlerini organize eden, duygularını düzenleyen ve davranışlarını yönlendiren ilişki modellerini formüle etmekle ilgileniriz. Bu, hastanın içsel dünyasında baskın olan ve dış ilişkilerini etkileyen temel içsel nesne ilişkilerinden bazılarını tanımlamayı içerir. Bu baskın iç ilişkileri formüle etmenin yararlı bir yolu, Kernberg’e (1976) göre şunlardan oluşan olumlu ve olumsuz ilişkilerin prototipleri açısından düşünmektir:

    • bir kendilik temsili [self-representation] (örneğin, talepkâr, hayal kırıklığına uğramış bir bebek),
    • bir nesne temsili [object representation] (örneğin, ilgisiz bir anne/baba),
    • ikisini birbirine bağlayan bir duygulanım [affect] (örneğin, öfke veya dehşet).

    Bu kendilik [self] ve nesne [object] temsillerini formüle etmemize yardımcı olmak için üç bilgi kaynağı mevcuttur:

    • hastanın önemli kişilerle olan çocukluk geçmişine dair anlatısal ifadesi,
    • hastanın mevcut ilişkileri,
    • hastanın bizimle geliştirdiği ilişki.

    Tanya, yeme sorunları için terapi arayan 26 yaşında bir kadındı. On sekiz yaşından beri yemeği kısıtlama ve tıkınırcasına yeme arasında gidip gelmişti. Terapiye başladığı dönemde düzenli olarak tıkınırcasına yiyor ve ardından kusuyordu. Tanya, kendi ifadesiyle, “duygularımı kapatmanın bir yolu” olarak tıkınırcasına yediğini belirtti. Ona, tıkınırcasına yemezse ne hissedeceğini düşündüğünü sorduğumda, Tanya “Korkunç bir yalnızlık” yanıtını verdi.

    Tanya, ilişkiler kurmakta zorlanıyordu; insanların genellikle ondan uzaklaşmaya çalıştığını hissediyordu ve ona “boğucu” olabileceği söylenmişti -bu, genel olarak kendisinin de kabul ettiği bir tanımdı. Bana, bir ilişki içindeyken, partnerlerini sevildiğine dair güvence almak için günde birkaç kez aradığını anlattı. Kız arkadaşlarıyla daha rahat hissediyordu, ancak örneğin her zaman dışarıya davet edilmediğinde kolayca reddedilmiş hissetmek gibi, reddedilmeye karşı aşırı bir duyarlılık fark ettiğini belirtti.

    Tanya, annesiyle yakın ama kaygılı bir bağını anlattı ve annesini cesareti ve duygusal dayanıklılığı için övdü. Ebeveynleri o altı yaşındayken ayrılmıştı ve Tanya, annesinin bu zorlu dönemi çok iyi atlattığını ifade etti. Boşanmanın ardından annesi üniversiteye geri dönmüş ve sonunda çok başarılı bir kariyer geliştirmişti. Tanya, babasıyla ilişkiyi sürdürmüş olsa da, babasının boşanmadan sonra başka bir ülkeye taşınması nedeniyle düzenli bir iletişim mümkün olmamıştı.

    İlk görüşmemizden önce Tanya, geleceğini teyit etmek için iki kez aramıştı. Bu davranış beni etkiledi, çünkü ilk konuşmamızda randevumuz üzerinde anlaşmıştık. Sanki Tanya, onu kaydettiğimi ve onun için bu zamanı ayıracağımı varsaymakta zorluk çekiyormuş gibi hissettim; bu nedenle, aynı partnerlerini arayarak onların aklında olduğunu kendine teyit etme ihtiyacı duyduğunu anlattığı gibi, beni arama gereği hissetmişti.

    Değerlendirme sırasında, ona terapiyi ve terapiden ne istediğini düşünmesini önerdim. Üniversitedeyken haftada iki kez terapi gördüğü bir dönem olmuştu ve bu nedenle psikanalitik terapiye aşinaydı. Tanya, haftada üç kez terapiye katılmak istediğini belirtti. Hatta daha sık gelmesi gerekip gerekmediğini bile merak etti, çünkü sorunlarının hayatını ciddi şekilde kısıtladığının farkındaydı. Tüm bunlar doğru olsa da, Tanya’nın terapinin bir parçası olma konusundaki aşırı istekliliği beni etkiledi. Sanki sürekli seanslara katılmak, herhangi bir boşlukta yalnız kalıp rahatsız edici olabilecek düşüncelere dalmaktan kaçınmaya çalışmak gibiydi. Onun yoğun terapi isteğini bir tür tıkınırcasına yeme gibi düşünmeye başladım. Bu talebi, onunla daha fazla düşünmeden kabul etmek yerine, terapinin yoğunluğu hakkında nihai kararları vermeden önce bir başka görüşme yapmamız gerektiğini önerdim.

    İlk değerlendirme oturumunda Tanya, annesini çok bağımsız bir kadın olarak tanımlamış ve ona büyük bir hayranlık duyduğunu belirtmişti. Kendisini annesiyle karşılaştırarak eleştirmiş, babası onu terk ettikten sonra annesinin yaptığı gibi “kendini toparlayamadığı” için suçlamıştı. İkinci değerlendirme oturumunda Tanya, annesi hakkında daha fazla konuştu. Büyürken annesini çok özlediğini söyledi. Bir hafta önce mükemmel bir rol model olarak sunduğu kadın, şimdi niteliksel olarak farklı bir şekilde tasvir edilmişti: Annesini, zaman zaman bencilce kendi kariyerini sürdürerek Tanya’yı bakıcılara bırakan, ulaşılmaz bir kişi olarak tanımladı. Annesi iş gezilerinden döndüğünde, Tanya’nın annesine çok yapışkan davrandığını ve evde kalması için ona yalvardığını hatırladı. Annesi bir başka iş gezisine gitmek üzere ayrıldığında, Tanya ağlardı ve annesinin ona “Büyük kızlar ağlamaz” dediğini hatırlıyordu. Tanya, annesinin onu zayıf görmesini istemediği için ağlamayı bırakmak için çok çaba sarf ettiğini anlattı. O kadar iyi bir maske takmayı öğrendiğini, bazen ne hissettiğini bile bilmediğini söyledi. Ayrıca annesi bir yolculuğa çıktıktan sonra, annesini bir daha düşünmediğini ve okul hayatına devam ettiğini ekledi. Ancak annesi geri döndüğünde, onun için duyduğu özlemi hissettiğini belirtti. Annesine, ayrılmadan önce onunla kaç saat geçirebileceğini sorduğunu hatırlıyordu.

    Tanya’nın annesiyle ilişki deneyimine dair bu ek bilgi temelinde, Kernberg’in çerçevesini kullanarak, bir önemli içselleştirilmiş nesne ilişkisinin şu şekilde formüle edilebileceğini düşündüm: ihtiyaç duyan, mahrum bir kendilik, ilgisiz ve ulaşılmaz bir öteki ile ilişki kuruyor. Bununla bağlantılı bilinçli duygu, aslında bir duygu yokluğu olarak ortaya çıkıyordu: Tanya, duygularından koparak kendisini “Hiçbir şey hissetmiyorum” durumuna çekildiğini ve genç bir yetişkin olarak bunu tıkınırcasına yeme davranışıyla yeniden yarattığını anlatmıştı. Ancak bana en çok korktuğu şeyin “korkunç bir yalnızlık” olduğunu da söylemişti. Bu nedenle, savunulan duygunun yalnızlık ve hatta panik olduğu yönünde bir hipotez geliştirdim. Bu formülasyon, ortaya çıkan transferans ve Tanya’nın yoğun bir terapi isteği bağlamında uygulanabilirdi. Terapinin başlangıcında aktive olan içsel model, Tanya’nın kendisini çok ihtiyaç duyan, mahrum bir çocuk/hasta gibi hissettiği bir modeldi. Bu modelde, beni mümkün olduğunca çok seans yapmaya zorlayarak zihinsel durumumu kontrol altında tutması gerekiyordu. Çünkü benim, bir anne gibi, ‘yolculuklarıma’ çıkacağımı ve onu geride bırakacağımı öngörüyordu.

    Hastaya ilişkileri hakkında sorular sorarken (bkz. Tablo 5.2), amaçlarımızdan biri, hastanın hem bilinçli hem de bilinçdışı olarak kiminle özdeşleştiğine dair bir fikir edinmektir. Bu süreçte, hastanın içselleştirdiği veya reddettiği niteliklerin bir ön taslağını oluşturmak üzerine odaklanırız. Bu bağlamda yararlı bir soru, hastaya annesi ve babasının sırasıyla nasıl biri olduklarını sormaktır. Eğer hasta çok genel bir yanıt verirse, örneğin, “Onlar iyi ebeveynlerdi” derse, onu daha spesifik olmaya yönlendirebilir ve belki de ebeveynlerini en iyi tanımlayan birkaç sıfat düşünmesini isteyebiliriz. Bu tür bir araştırma, hastanın hayatındaki çeşitli önemli figürlerin temel özelliklerini açığa çıkarmaya başlamanın yanı sıra, hastanın betimlemelerinin niteliği de bilgilendiricidir. Bu betimlemeler, çoğunlukla borderline/psikotik ya da nevrotik bir kişilik organizasyonu ile mi karşı karşıya olduğumuza dair ipuçları verir (aşağıya bakınız). Borderline ve psikotik hastalar, başkalarını genel olarak iyi ve kötü olarak ikiye bölen, ikili terimlerle tasvir etme eğilimindedirler; bu, onların genel olarak iyi ya da kötü olarak ayrılmış bir şekilde algılanmasını yansıtır. Alternatif olarak, bu tür hastalar önemli kişileri daha çok, hastanın hayatındaki işlevleri açısından, kendi özerkliklerinden yoksun ve hasta tarafından her şeyi kontrol edebileceği kısmi nesneler olarak tasvir ederler. Öte yandan, nevrotik hastalar, diğer insanların kendilerinden ayrı, kendilerine özgü niteliklerini kabul eden, daha dengeli ve çok boyutlu betimlemeler sunma eğilimindedirler.

    Tablo 5.2 Nesne ilişkilerinin niteliğini değerlendirmek için bazı yönlendirici sorular

    Hastaya şu soruları sorarak erken dönem ilişkilerinin niteliğine dair merakınızı ifade edin:

    • En erken anınız nedir?
    • Anneniz/babanız/kardeşiniz vb. nasıl bir insandır?
    • Çocukluğunuzda yardıma ihtiyaç duyduğunuz bir zamanı hatırlıyor musunuz? O anda kime yöneldiniz?

    Nesne ilişkilerini değerlendirirken şunları dikkate alın:

    • Kendilik ve öteki temsillerinin esnekliği, uyumluluğu ve olgunluk düzeyi;
    • Kendilik ve nesne temsillerinin ayrışma ve ilişkisellik derecesi. Örneğin, şu göstergelere dair kanıt olup olmadığına bakın:
      • Kendilik–öteki sınırı ihlali: Psikozda görüldüğü gibi, fiziksel bütünlüğe dair temel bir duyunun eksikliği ya da ihlali.
      • Kendilik/öteki sınır karışıklığı: Kendilik ve öteki fiziksel olarak bütün ve ayrı olarak temsil edilse de duyguların karışık ve ayrışmamış olması;
      • Tutarlı/bireyleşmiş kendilik ve öteki temsilleri: Ayrışmış ve bütünleşmiş içsel temsillerin varlığı.
    • Kendilik ve öteki temsillerinin olgunluk düzeyi:
      • İnsanlar, ağırlıklı olarak sağladıkları haz ya da yaşattıkları hayal kırıklığı açısından tanımlanırlar;
      • İnsanlar, somut ve kelimesi kelimesine ifadelerle (genellikle fiziksel özelliklerine dayanarak) tanımlanırlar;
      • İnsanlar öncelikle, görünür etkinlikleri ya da işlevleri temelinde tanımlanırlar;
      • Tanımlamalar, dış görünüş ve davranışları içsel boyutlarla bütünleştirir (yani çelişkiler yönetilebilir).
    • Başkalarının betimlemelerindeki tematik içerik: Örneğin, ötekiler şunlar gibi mi değerlendiriliyor?
      • Sevgi dolu
      • Yoksun bırakıcı
      • Başarılı
      • Güçlü/zayıf
      • Hırslı
      • Kötücül/iyicil
      • Soğuk/sıcak
      • Entelektüel
      • Yargılayıcı
      • Besleyici
      • Cezalandırıcı

    Bir değerlendirme sırasında, nesne ilişkilerinin kalitesini düşünürken aynı anda bu ilişkilerin olgunluk düzeyi hakkında da çıkarımlarda bulunuruz; yani, hastanın bütün nesnelerle [whole object] mi yoksa kısmi nesnelerle [part object] mi ilişki kurduğu ve başkalarından ayrı bir varlık olabilme kapasitesine sahip olup olmadığı değerlendirilir. Bu bağlamda, ötekinin kendiliğin bir uzantısı ya da eklentisi olarak görüldüğü narsisistik bir ilişki biçimiyle, ötekinin kendilikten ayrı bir varlık olarak görüldüğü nesne ilişkisi arasında ayrım yapmak önemlidir (Mason, 2000). Ayrıca, ötekiler mevcut olmadığında kendiliğin tutarlı bir şekilde deneyimlenip deneyimlenmediğini ya da parçalanmaya karşı savunmasız olup olmadığını değerlendirmek de faydalıdır.10

    10Kimlik difüzyonu/yayılması [identity diffusion], dışsal koşullardan bağımsız olarak zaman içinde aynı kalan bir kendiliğin bulunmaması durumudur; bu durum, birbirinden ayrışmış (parçalanmış) farklı kendilik temsillerinin [self-representation] birbiriyle üstünlük mücadelesi verdiğini düşündürür.

    Aktarım İlişkisi

    Değerlendirmenin başlıca odaklarından biri, hastanın en baştan itibaren bizimle kurduğu ilişki türüdür; bu, ilk telefon ya da yazılı iletişim dâhil olmak üzere değerlendirilir. Geçmiş ve mevcut ilişkilerin değerlendirilmesi yoluyla açığa çıkan baskın içsel nesne ilişkileri, oluşması muhtemel aktarımın niteliğine dair bazı ilk ipuçlarını verir. Birçok hasta görüşmeye genellikle ihtiyaç hâlinde gelir; sıkıntıyı hafifletecek otoriter bir figür arayışı içindedir. Bu nedenle, başlangıçtaki aktarım sıklıkla güçlü, her şeyi bilen ebeveyn figürüne yönelik olabilir. Bu durum ise, bağımlı bir ilişki kurma arzusu ile bundan duyulan korku arasında bir çatışma yaratabilir; çünkü hastanın zihninde terapötik ilişki baştan eşitsiz bir şekilde kurulmuş olur.

    Hastanın bizimle ilgili sahip olduğu fantezilerin (düşlemlerin) [phantasy] niteliği, herhangi bir psikoterapinin geleceği açısından son derece önemlidir:

    Psikanalizi başarıya ulaştıran ya da başarısızlığa uğratan tanı [diagnosis] değil, hastanın fantezilerinin doğasıdır.

    (Waska, 2000: 31)

    Başlangıçta birçok potansiyel hasta, otorite figürleri ve bakımverenlerle ilgili gizil fantezilerini harekete geçiren bir korku ve umut karışımıyla bize yönelecektir; biz de bu fantezilere bilinçdışı bir şekilde yerleştirileceğiz. Tedavisi en zor olan hastalar, zihinlerinin neredeyse tüm yönlerini şekillendiren zulmedici fantezilere [persecutory phantasy] sahip olanlardır. Bu hastalar, dünyayla ilişkilerini, hayal edilen misilleme saldırılarına maruz kalma riskine karşı bir savunma olarak, nesneyi kontrol etme, ona işkence etme ya da onu reddetme üzerine kurulu fanteziler etrafında örgütlerler.

    Bir hastanın psikanalitik yaklaşımdan yararlanabilmesi ve bu yaklaşımı kullanabilmesi için, terapötik ilişki hakkında konuşabilmesi; böylece aktarımı deneyimleyip onunla çalışabilmesi ve aynı zamanda gerçeklik değerlendirmesini sürdürebilmesi önemlidir. Hastaların bizimle geliştirmesini umduğumuz ilişki, duygusal olarak “canlı [live]” bir ilişki olacaktır. Bu ilişki, bazıları korkutucu gelebilecek çok çeşitli -olumlu ve olumsuz- duyguları harekete geçirecektir. Hastanın gerçeklikle olan bağını koruyabilmesi ve dolayısıyla aktarımın “sanki [as if]” niteliğini fark edebilmesi hayati önemdedir. Bu kapasite olmadığında, hasta artık bizi, örneğin, kötüye kullanan bir ebeveyn gibi deneyimlemez; onun deneyiminde biz, doğrudan kötüye kullanan ebeveynizdir. Bir sembol, bir nesneyi temsil eden bir şey olarak deneyimlenir. Sembolize etme kapasitesi [capacity to symbolise], sembolün nesnenin yerine geçmesine ama ondan ayrı kalmasına, kendi niteliklerini koruyarak var olmasına olanak tanır. İşte bu ayrımlılık, zihnin sembolü yaratıcı bir şekilde kullanarak nesneleri temsil edebilmesini sağlar.11 Sembol ile onun temsil ettiği şey birbirinden ayırt edilemediğinde, bu durum sembolik işlevselliğin bozulduğunu gösterir ki bu ruhsal açıdan yıkıcıdır. Bu bozulmayı, çocuklarda farklı derecelerde şiddet ve bozulma biçimlerinde gözlemleyebiliriz. Örneğin, hem çok küçük çocuklar hem de ruhsal olarak sorunlu çocuklar, bir deneyim hakkında konuşmayı o deneyimin içinde olmak ya da onu sahnelemeyi/canlandırmayı ayırt edemezler: onlar için dil hâlâ bir gönderim biçimi değil, bir eylemdir.

    11Segal (1957), sembolik eşitlik [symbolic equation] ile sembol [symbol] arasında bir ayrım yapar. Sembolik eşitlikte, sembol hâline gelen şey, özgün nesne olarak deneyimlenir (yani, sembolün “mış gibi” niteliği fark edilmez; böylece gösteren [signifier] ile gösterilen [signified] birbirinden ayırt edilmez).

    Sosyal Ağlar

    Bireyler bireysel psikoterapiye girerler, ancak hem gerçeklikte hem de fantezilerinde başkalarıyla ilişkili kalırlar. Yukarıda belirtildiği gibi bir ilişki geçmişini ortaya çıkarmanın yanı sıra, bu süreç hastanın içsel dünyasının bir tablosunu oluşturmamıza olanak sağlayacaktır. Bununla birlikte, hastanın daha geniş sosyal ağlarını [social network] ve bu kişi ile arkadaşları/tanıdıkları arasındaki etkileşimlerin niteliğini ve örüntülerini de değerlendirmek önemlidir (örneğin otoriteyle ilişki, baskınlık ve boyun eğme, bağımlılık ve özerklik, yakınlık ve güven konuları). Bu, tekrar eden kişilerarası konfigürasyonları/düzenlemeleri tanımlamamıza ve eğer kısa süreli terapi düşünülüyorsa, çalışmanın olası odak noktalarını belirlememize olanak tanır.

    Hastanın dışsal ilişkileri [external relationship] ve bu ilişkilerin terapiye katılma isteğini destekleyip desteklemediği de dikkate alınmaya değerdir. Yetersiz sosyal desteklere sahip hastalar genellikle terapiden düşük fayda görürler ve süreci erken sonlandırırlar (Frayn, 1992). İş ya da aileden gelen desteğin eksikliği, zaten kırılgan olan terapötik ittifakı ve değişime yönelik zayıf motivasyonu daha da zayıflatabilir.

    Ruhsal olarak daha kırılgan hastalarda, terapi aralarındaki dönemlerde onlara kimin destek olacağı sorusu dikkatle ele alınmalıdır. En rahatsız ve eyleme dökmeye eğilimli hastalar için ise, psikoterapi süresince ek profesyonel desteklerin sağlanması gerekebilir.

    Görece olarak yüksek işlevselliğe sahip hastalar bile (örneğin bir işi ya da eğitimi sürdürebilen veya kronik kişilerarası yetersizliklerden muzdarip olmayan kişiler) psikanalitik terapiyi oldukça zorlayıcı bulabilirler; çünkü bu terapi yalnızca önemli bir duygusal yatırım değil, aynı zamanda zaman ve maddi kaynak açısından da ciddi bir yatırımdır. Bu durumun, hastaya yakın olan kişileri de etkileme olasılığı taşır. Bu nedenle, dışsal çevrenin terapötik süreci destekleyip desteklemeyeceğini değerlendirmek önemlidir. Örneğin kıskanç partnerler, terapötik ikilinin [therapeutic dyad] (terapist–hasta ikilisinin) içerdiği mahremiyeti tehdit edici bulabilir ve bu süreci baltalamaya çalışabilirler. Bu tür durumlarda, mevcut desteğin kapsamını gerçekçi biçimde değerlendirmek ve desteğin yokluğunun hastanın terapiye başlama konusundaki kendi ikircikliliği/ambivalansı ile nasıl iş birliği yapabileceğini göz önünde bulundurmak önemlidir. Bazı durumlarda, hastanın partnerleri ya da aile üyeleri için de bir müdahale planı yapılması gerekebilir.

    Ego Gücü

    Hastanın ego gücünün [ego strength] değerlendirilmesi esastır. Bu değerlendirme, hastanın yaşadığı zorlukların kendini gözlemleme [self-observation] kapasitesini ve sınırların dağılmasına ya da eyleme dökmelere yol açabilecek diğer yürütücü ego işlevlerini ne ölçüde sınırladığını belirlemeyi içerir. Bir hastanın ego gücü, değerlendirme seansında ortaya koyduklarından [presentation] çıkarımla anlaşılır. Ego gücü, hastanın kaygıların üstesinden gelmesini ve daha uyumlu savunmalar geliştirmesini sağlayacak kişilik kaynaklarını yansıtır. En temel düzeyde ego gücü, hastanın gerçeklikle temas halinde olma kapasitesini ifade eder; yani ego gücü, en temelde algı, düşünme ve muhakeme süreçlerinin bozulmamış olmasıdır. Örneğin psikotik bir hasta, psikotik bir atak sırasında çok sınırlı -hatta yok denecek kadar az- bir ego gücüne sahip olarak değerlendirilir. Ego gücü, hastanın ruhsal acıyla karşı karşıya geldiğinde kimliğini koruyabilme kapasitesini, bunu aşırı çarpıtmalara ya da inkâra başvurmadan yapabilmesini ifade eder.

    Ego zayıflığı [ego weakness], düşük hayal kırıklığı toleransı ve dürtü denetimi, anksiyeteye tahammülsüzlük ve yüceltici (süblimatif) etkinliklerin yokluğu şeklinde kendini gösterir. Örneğin, öfkeli bir hasta ego gücü zayıfsa, öfkesinin kaynağını ve anlamını düşünmekte zorlanabilir ve bunun yerine doğrudan eyleme geçerek bir başkasına vurabilir. Buna karşılık, daha güçlü bir egoya sahip olan hasta ya öfkesini düşünebilir ya da onu yüceltip başka, daha yapıcı bir etkinliğe -örneğin egzersize- kanalize edebilir.

    Simgeleştirme kapasitesi [capacity to symbolise], ego gücünün önemli bir göstergesidir. Bebeklikten itibaren temel gelişimsel görevlerden biri, dürtü ile eylem arasına düşünce koyabilme kapasitesini kazanmaktır. Bu kapasite bozulduğunda ya da hiç gelişmediğinde sonuçlar ciddi olur; zihinsel yaşantılar simgesel bir biçimde tasarımlanamadığında, düşünce ve duygular doğrudan ve bazen yıkıcı bir etki yaratır (örneğin, düşünce, geri alınamayan sözcükler gibi hissedilir). Hobson, simgeselleştirmenin avantajlarını şu şekilde etkileyici biçimde özetler:

    “[S]embolleştirme [[s]ymbolising], yalnızca mevcut olmayan gerçeklikleri düşünmemizi sağlamakla kalmaz, aynı zamanda hayali dünyaları da zihinde canlandırmamıza olanak tanır; sembolleştirme, nesneleri ve olayları yaşandığı haliyle sabitleyip sonra onları düşünmemizi sağlar; sembolleştirme, şeylere önce bir bakış açısından, sonra başka bir bakış açısından yaklaşabileceğimiz zihinsel bir alan yaratır.”

    (2002: 99)

    Ego gücünü değerlendirmek için, hastanın zamana ve mekâna yönelik bir oryantasyona sahip olup olmadığına, düşünce biçiminin akılcı olup olmadığına ve muhakeme kapasitesinin organik ya da psikolojik sorunlar tarafından bozulup bozulmadığına dair kanıtlar ararız. Hastanın zorluklara rağmen ilişkilerini ve eğitsel ya da meslekî çabalarını sürdürebilme kapasitesi de bize ego gücünü dolaylı olarak değerlendirme fırsatı sunar. Bu nedenle, eğitim ve iş geçmişini ayrıntılı şekilde almak önemlidir: Eğitimini yarıda bırakma, işten çıkarılma ya da sürekli iş değiştirme gibi öykülerle başvuran hastalar, stresli durumlara karşı yeterince gelişmiş bir direnç gösterme kapasitesine sahip olup olmadıkları sorusunu gündeme getirir. Bu alandaki zorluklar, özellikle kısa süreli bir psikanalitik terapi süreci açısından iyiye işaret etmez.

    Süperego Entegrasyonu

    Süperego, kişiliğin bir ögesi [agency] olarak, hastanın içsel dünyasında ya nispeten destekleyici, yol gösterici bir varlık olarak işlev görebilir ya da daha zalim, cezalandırıcı ve baskıcı bir nitelik taşıyabilir. Süperego entegrasyonu [superego integration], hastanın şu yetileriyle ilgilidir: başkalarını sömürme veya manipüle etme davranışlarından uzak durabilme; dürüstlüğünü koruyabilme; dışsal denetleyici unsurlar (örneğin ceza ya da otorite figürleri) olmadığında bile saldırgan ya da sapkın fantezilerini eyleme dökmeden, onlar üzerine düşünebilme kapasitesine sahip olma. Bu tür bir değerlendirme, özellikle dürtüsel bireylerle ve adli geçmişe sahip hastalarla çalışılırken oldukça önemlidir.

    Ego gücünde olduğu gibi, hastanın süperego bütünleşmesi de dolaylı olarak çıkarımla değerlendirilir. Adli bir geçmiş ya da şiddet içerikli fantezilerin dile getirilmesi, bu bağlamda olası sorunlara ilişkin ipuçları sağlayabilir. Ancak daha genel bir anlamda, süperegonun niteliğini değerlendirmek için hastanın kendi hedefleri ve idealleriyle nasıl ilişki kurduğuna bakarız; örneğin, bu hedeflerin gerçekçi idealler mi olduğu yoksa hastanın aşırı talepkâr, hatta gaddar bir içsel nesneyle mi ilişki kurduğu değerlendirilir.

    Savunmalar

    Savunmalar [defence] değişimin kapısını aralar; meydan okumaya açık, esnek savunmalar, sorunları sürdüren psişik durumun sarsılmasına olanak tanır. Katı savunmalar ise, bireyi tahammül edilemez düzeydeki psişik acıdan korumak için devreye girmiştir ve bu nedenle değiştirilmesi daha güç olabilir. Bu nedenle, savunmaların değerlendirilmesi, hastanın psikanalitik tedaviye yanıt verme kapasitesini belirlemek açısından kritik önemdedir. Savunma yapısının katılığı genellikle kısa süreli terapi için kontrendikasyon oluşturmakla birlikte, bazen psikanalitik yaklaşımın tümüyle uygulanamaz olduğuna da işaret edebilir. Bu nedenle, savunmalar ile motivasyon arasındaki dengenin, terapötik ittifakın gücüyle birlikte değerlendirilmesi önemlidir. Hastanın savunmalarına yaklaşırken kendimize sorduğumuz temel sorular şunlardır:

    • Hastanın temel acısı/anksiyetesi nedir?
    • Korktuğunda ya da acı çektiğinde, bununla nasıl başa çıkıyor?

    Savunmaları daha ayrıntılı olarak 6. Bölümde ele alacağız. Şimdilik şunu söylemek yeterli olacaktır: Savunmaları değerlendirmek için, bazı savunmaların işleyişine işaret edebilecek sözel olmayan davranışlara dikkat etmek önemlidir. Bu tür davranışlara örnek olarak konulardan kaçınma, anlatıların eksikliği, belirsizlik, aşırı ayrıntılarla meşguliyet, konudan sapma ve sorunların dışsallaştırılması verilebilir. Savunmaların işleyişini fark ettiğimizde, değerlendirme sürecinde bunlara nazikçe meydan okuruz. Bunu yapmamızın amacı, hastanın yorumlarımızı incelemeye ya da bunlar üzerinde daha fazla durmaya ne ölçüde istekli olduğunu gözlemleyerek, savunmaların esnekliğini değerlendirmektir. Eğer yorum, daha fazla savunmacı davranışı tetiklerse, bu durum, nispeten kısa süreli bir müdahaleyle değiştirilmesi zor olacak kökleşmiş bir savunma sistemine işaret eder. Eğer savunmaya yönelik yorum hastada regresif davranışlara yol açarsa, bu durum, savunmaların hastayı bir çöküşten koruduğu olasılığını düşündürür. Örneğin, bir değerlendirme görüşmesinde deneme amaçlı bir yorum yaptığım bir hastam, seans sonrası hastaneden eve dönerken yolda altına kaçırdığını bildirmişti. Bu gibi durumlarda dikkatli ilerlemek ve en azından ego gücüne dair daha fazla kanıt elde edilene dek, daha destekleyici bir terapi biçimi önermek uygun olacaktır.

    Karakter Örgütlenmesinin Gelişimsel Düzeyi

    Değerlendirme ilerledikçe, zihnimizde hastanın karakterine [character] dair bir tablo oluşturmaya başlarız. Bu, karakter ile tepkisellik/duyarlılık [responsivity] arasında ihtiyatlı bir ayrım yapmamıza olanak tanır. Bazı durumlar, başka koşullarda gizil kalabilecek kişilik yönlerimizi açığa çıkarabilir; bu da onların, karakterimizin dokusuna içkin kalıcı bir varoluş tarzını yansıtmadığını gösterir. Örneğin, stres altındayken bazen duruma bedenselleştirerek (somatize ederek) yanıt verebiliriz; ancak bu tür bir yanıt tarzı, kalıcı bir kişilik özelliği olarak değerlendirilmez. Karakteri yansıtan ise daha çok süreğen kişilerarası, savunmaya dayalı ve davranışsal örüntülerdir.

    Karakteri anlayabilmek için, hastanın savunma tarzıyla birlikte kişilik örgütlenmesinin [personality organisation] gelişimsel düzeyini de kavramamız gerekir. Psikanalitik bakış açısından değerlendirmenin görevlerinden biri, hastanın çoğunlukla/ağırlıklı olarak [predominantly] nevrotik, borderline ya da psikotik bir düzeyde işlev görüp görmediğin belirlemektir. Burada “ağırlıklı olarak” ifadesini özellikle kullanıyorum; çünkü sözümona normal bir kişilik yapısında bile, farklı koşullar altında devreye giren işlevsellik düzeylerinde dalgalanmalar olabilir. Örneğin, aşırı strese maruz kaldığımızda, hepimiz daha ilkel, paranoid düşünce ve algı biçimlerine geri dönebiliriz; bu da o anda bizi daha çok borderline düzeyde bir kişilik örgütlenmesi içinde işliyor hale getirebilir. Tersine, paranoid bir kişi nevrotik ya da psikotik bir düzeyde organize olmuş olabilir.

    Değerlendirme sürecinde, kişinin dünyada nasıl hissettiğini ve davrandığını belirleyen baskın kişilik örgütlenme düzeyini anlamaya çalışırız. Her bir örgütlenme düzeyi şu özelliklerle tanımlanır:

    • belirli savunmaların kullanımı,
    • içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin genel niteliği,
    • öz kimlik [self-identity] deneyimi, ve
    • hastanın gerçeklikle olan ilişkisi.

    Şimdi üç kişilik organizasyonu düzeyine yakından bakalım.

    Nevrotik düzey [Neurotic level]

    Nevrotik hastalar genellikle, arzulanan şey ile bu arzunun gerçekleşmesini engelleyen -çoğu zaman kişinin kendi içinde ürettiği ya da içsel bir psişik itkisel süreklilik tarafından sürdürülen- engeller arasındaki çatışmayla karşılaştıklarında yardım arayışına girerler. Bu tür çatışmalar tipik olarak daha çok Ödipal niteliktedir ve cinsellik ile saldırganlığa dair kaygıları yansıtır; ancak bu kaygılar, güçlü duygulanımların ya da isteklerin etkisi altındayken bile gerçekliğe kök salmış kalabilen sağlam bir ego bağlamında yaşanır.

    Nevrotik bir kişilik örgütlenmesi, hem daha olgun savunmaların işleyişini hem de genel olarak savunmaların esnek kullanımını yansıtır. Bu, ilkel savunmaların hiçbir zaman kullanılmadığı anlamına gelmez -bazen ilkel savunmalar da devreye girer. Ancak olgun savunmaların tamamen yokluğu, daha çok borderline ya da psikotik bir organizasyona işaret eder.

    Bu örgütlenme düzeyinin, hastayı narsistik dengenin iniş çıkışlarına karşı bütünüyle bağışık kılmasa da, yine de daha bütünleşmiş bir kimlik duygusu [sense of identity] sergileme olasılığı daha yüksektir; bu da daha karmaşık bir kendilik temsilini içerebilir (örneğin, kişi kendisini hem çalışkan ve güvenilir, hem de zaman zaman manipülatif olarak görebilir). Kendisine dair bir tanım yapması istendiğinde, bunu gerçekleştirebilir. Zaman içinde ve farklı durumlar boyunca kendilik deneyimi, borderline hastalara kıyasla daha stabildir; borderline hastalardaki öngörülebilir istikrarsızlık, kendilik temsilinde daha büyük bir süreksizliği yansıtır. Kendi kendilik temsilinde olduğu gibi, başkalarına dair temsilleri de, borderline hastalardan kolaylıkla alınabilen daha siyah-beyaz tanımlara kıyasla, daha fazla renge ve derinliğe sahiptir.

    Bu örgütlenme düzeyi, terapötik süreç açısından da büyük bir avantaj olan önemli kazanımlar sağlar: Bu düzeydeki hastalar, gözlemleyen egolarının [observing ego] daha kolay devreye sokulabildiği kişilerdir. Sorun(lar)ından bir adım geri çekilip, neler olup bittiği üzerine düşünebilirler.

    Borderline düzey [Borderline level]

    Borderline terimi bir dereceye kadar kafa karıştırıcıdır; çünkü hem psikiyatrik bir tanı kategorisine -borderline kişilik bozukluğuna- hem de analitik literatürde tanımlanan özgül bir kişilik örgütlenme türüne atıfta bulunur. Analitik anlamda borderline örgütlenmenin en çarpıcı özelliği, bireyin kendilik deneyiminde [self-experience] görülen rahatsız edici tutarsızlık ve süreksizliktir. Kendilik imajına [self-image] yönelik tehditler, genellikle kendiliğe ve/veya ötekine yönelik yıkıcı davranışların habercisi olur; bu davranışlar, kişinin bir tür kendilik bütünlüğünü [self-integrity] çaresizce koruma çabasını yansıtır. Kimlik karmaşası [identity confusion] belirgindir. Borderline hasta, kendisinin ötyekilerden ayrı bir varlık olduğuna dair bir fikre sahiptir; ancak bu farkındalık kırılgandır ve bu nedenle hastanın kimliği kaçınılmaz olarak dağınık bir yapı sergiler. Psikotik hastaların aksine, borderline hastalar yalnızca geçici ve geri döndürülebilir psikotik epizodlar yaşarlar.

    Duygulanımı [affect] yönetme kaynaklarından yoksun olan borderline hasta, duygusal yaşantıyı bölme [splitting] yoluyla sadeleştirmeye çalışır. Öretikilere dair tanımlamalar genellikle iki boyutludur; yani “siyah ya da beyaz” şeklindedir ve insanların karmaşık güdülerine ya da çelişkili hislerine yalnızca aralıklı olarak farkındalık gösterir. Kendiliğiyle kurduğu ilişkide de benzer güçlükler gözlemlenir.

    Utanca dayalı deneyimler, borderline hastanın öznel dünyasında baskındır. İçinde yıkıcı olabilecek kötü niyetli bir gücün varlığı konusunda kaygı duyabilir; ancak daha sık olarak, içsel güçsüzlük ve kırılganlık deneyimiyle meşguldür. Kötülük dışarıya, dünyaya ve diğer insanlara yansıtılır; bu da hastanın kendisini paranoyak hissetmesine ve cezalandırıcı güçlerin insafına kalmış gibi algılamasına yol açar.

    Bölme ve yansıtma [projection] gibi ilkel savunmaların esnek olmayan biçimde kullanımı, borderline örgütlenmenin ayırt edici özelliğidir. Bu yönüyle borderline örgütlenme, psikotik organizasyona oldukça yakındır. Özellikle borderline hasta regrese olduğunda bu benzerlik belirginleşir. Ancak davranışları zaman zaman oldukça bozulmuş görünse de, borderline hastanın gerçeklikle temas kurma kapasitesi, psikotik hastaya kıyasla daha fazladır.

    Psikotik düzey [psychotic level]

    Ağırlıklı olarak psikotik düzeyde işleyen hasta, en kırılgan psişik yapıyı sergiler. Kişilik duygusunu [sense of person-hood] tanımlamakta zorlanır. Temel kaygıları genellikle güven [trust] ve bağımlılık [dependency] meseleleri etrafında yoğunlaşır. Yaşadığı dehşet sıklıkla sözcük öncesidir [pre-verbal] ve yalnızca terapistin karşıaktarımını dikkatli kullanmasıyla dolaylı olarak çıkarılabilir. Kimlik [identity] düzeyinde temel bir bozulma gösterir; kimi zaman kendi varlığından ve/veya başkalarının varlığından şüphe duyar. Özünde gerçekliğe kök salmamıştır ve bu nedenle sıklıkla kafa karışıklığı yaşar, kendini başkalarıyla paylaşılan bir topluluk duygusundan yabancılaşmış hisseder.

    Duygulanım Düzenleme Örüntüsü

    Gelişimsel bir çerçeveden etkilenen psikanalitik terapistler, kendiliğe ve ötekine ilişkin temsillerin bilişsel-duygulanımsal yapılarının, çocuğun bakımverenle kurduğu ilişkideki davranışlarını ve sonraki tüm önemli ilişkilerdeki davranışlarını düzenlediğini ileri sürerler.

    Anne-bebek ikililerine yönelik gözlemler, sözel ve sözel olmayan karşılıklılıkların ritmik ve tutarlı bir yapı oluşturduğunu ortaya koyuyor. Kare kare yapılan analizler, anne ile bebek arasındaki etkileşimlerin bakma-bakmama, katılım-geri çekilme gibi döngüsel bir örüntü izlediğini gösterir. Bu ritim, bebeğin görece olgunlaşmamış olan psikofizyolojik sistemini düzenleme ihtiyacı açısından kritik önemdedir ve bu süreçte bebek temel kendi kendini düzenlemeye [self-regulation] dair çok şey öğrenir (Brazelton & Cramer, 1991). Ebeveynler, bebeğin duygusal yaşantılarını düzenlemede son derece önemli bir rol oynarlar. Nörolojik olgunlaşmaya rağmen, bebeğin doğuştan sahip olduğu potansiyelin en iyi şekilde gerçekleşebilmesi için etkileşimsel ve öznelerarası [intersubjective] bir çevreye ihtiyaç vardır.12 Bu eşsiz çevre, her iki katılımcı tarafından birlikte yaratılır ve hem bebeğin hem de ebeveynin zamanının büyük bir kısmı, kendinin ya da ötekinin durumunu etkin biçimde karşılıklı olarak düzenlemeye adanır. Anne-bebek ikilisi içinde durumların düzenlenmesi, algısal sistemlerden ve duygulanım ifadelerinden akan bilgi alışverişi aracılığıyla birlikte koreografi edilen bir süreçtir. İlk aylarda düzenlenen durumlara örnek olarak açlık, uyku, fiziksel etkinlik ve uyarılmışlık hali verilebilir. Psikanalitik bakış açısından, bebeğin hissedeceği pek çok şeyin ancak başka bir kişinin varlığında ve onunla kurulan etkileşim aracılığıyla mümkün olmasının önemli olduğunu düşünürüz; çünkü bu kişi bir aracı işlevi görür ve onun kendi duygusal halleri de bebeğin deneyimini belirgin biçimde renklendirir.

    Brazelton ve Cramer (1991) bu noktayı şu şekilde vurgular:

    Bebekler içsel bir dengeye ulaştıklarında ve ardından güvenli, öngörülebilir bir ilişki içinde beklenti ve heyecan yaşamaya başladıklarında, kendilerinde var olan duygu ve biliş kapasitesini keşfetmeye başlarlar.

    (Brazelton & Cramer, 1991: 128)

    Ötekilerin duygusal durumu, bu nedenle, bebeğin kendi duygusal durumu açısından temel bir öneme sahiptir. Bu durum, aynalama [mirroring] gibi pasif süreçlerden kaynaklanmaz; aksine, bebeğin annenin duygusal ifadesini etkin biçimde kullanarak bir olayı anlamlandırması ve bu anlamı davranışını yönlendirmek için kullanmasından kaynaklanır. Annenin üstlendiği işlev, bebeğin yaşantısını duygusal olarak sindirilebilir bir şeye dönüştürmektir.13

    12Burada “durum [state]” terimi, “organizmanın belirli bir andaki yarı-stabil bütünsel örgütlenmesi” anlamında kullanılmaktadır (Stern ve diğerleri, 1998).

    13Psikanaliz içinde, annenin işlevi gerçekten de, bebeğin henüz işleyebilme kapasitesi geliştirmediği acı verici varoluş hallerini taşıyan bir konteynere [container] benzetilmiştir (Bion, 1962a, 1962b).

    En erken iletişim biçimleri, sözel simgeler aracılığıyla gerçekleşmeden ortaya çıkar. Bebek, duygularını çoğu zaman annesine çok ham bir biçimde iletir. Bu durum, alıcı konumdaki annenin, bebeğin henüz dile getiremediği ya da kendi içinde duygusal olarak işleyemediği duyguları sanki kendisininmiş gibi deneyimlemesine yol açar. Kendi sorunlarıyla aşırı meşgul olmayan bir anne, bebeğin davranışlarına yanıt verebilir. Anne bu şekilde yanıt verdiğinde, bebek anlaşıldığına dair bir yaşantı edinir ve bu yaşantı, zamanla kendi davranışlarının anlamlı ve iletişimsel olduğuna dair bir duygu geliştirmesini sağlar (Fonagy ve diğerleri, 1991). Bu etkileşimlerin niteliği, çocuğun içsel dünyasının ve duygulanımı düzenleme kapasitesinin temelini oluşturur.

    Birinci Bölüm’de gördüğümüz üzere, içsel dünya çocuğa bakımveren figürleri tarafından yansıtılanlara yanıt olarak gelişen ilkel, fantezi yüklü psişik bir manzaradır. Çocuğun duygulanım deneyimi -dolayısıyla içsel dünyasının duygusal renklenişi- ebeveynler aracılığıyla, çocuğun zihin ve beden hallerine dair ikincil temsillere dönüştürülerek örgütlenir:

    Bireysel gelişimde iletişim, başlangıçta iletişimsel bir niyet olmaksızın gerçekleştirilen eylemlerle başlar; ancak bu eylemler, gözlemleyen ötekiler tarafından bebeğin zihin durumunun göstergeleri olarak yorumlanır.

    (Fonagy & Fonagy, 1995: 369)

    Fonagy ve Target (2000), bu nitelikteki kişilerarası etkileşim yoluyla kurulan şeyin, “refleksiyon”a [reflection] benzeyen bir içsel yaşantının inşası olduğunu öne sürerler. Çocuk geliştikçe, bu kapasiteyi kendi davranışlarını ve duygulanım deneyimlerini hem kendisiyle hem de ötekilerle ilişki içinde anlamlandırmak için kullanabilir. Fonagy ve Target, bu kapasiteye reflektif işlev [derinlikli düşünme işlevi: reflective functioning] adını verirler.14

    14Reflektif işlev/derinlikli düşünme işlevi [reflective functioning] “kişinin kendisinin ve başkalarının zihin durumları hakkında düşünmeye yönelik, kişilerarası bağlama bağlı olarak etkinleşen yerleşik bir düşünme biçimi”dir (Bram & Gabbard, 2001: 692). Reflektif işlevin gelişimi, davranışın yalnızca gözlemlenebilir fiziksel koşullara dayalı olarak açıklandığı teleolojik [teleological] bir tutumdan, davranışın inançlar ve arzular temelinde açıklandığı niyetlilik [intentionalit]) tutumuna geçişi içerir.

    Ne hissettiğimiz üzerine düşünebilme kapasitesi, duygulanımı düzenleme kapasitemizin temelini oluşturur. Her hastanın duygusal uyarılma örüntüsü farklıdır ve bunu ancak zamanla, hasta ile birlikte çalışırken anlayabiliriz. Bu nedenle, değerlendirme aşamasında hastanın anlatısını dinlerken, güçlü duygularla nasıl başa çıktığına ve bazı duygulara izin verilip verilmediğine dikkat ederiz. Ayrıca, hastanın kendi duygularını araştırmaya açık olup olmadığı ve kendisiyle hisseden bir varlık [feeling being] olarak ilişki kurup kurmadığı da bizim için önemlidir.

    Değerlendirme aşamasında, hastanın duygulanım düzenleme örüntüsüne dair anlayışımız ancak sınırlı ve ilkeldir. Bu anlayış, şu konularda oluşturulan bazı varsayımlardan oluşur:

    • savunmalar aracılığıyla denetim altında tutulması gereken duygulanımlar,
    • savunma işlevi gören duygulanımlar; yani kişinin başka duygusal durumları hissetmesini engelleyen koruyucu işlevdeki duygulanımlar,
    • belirli duygulanımların nasıl yönetildiği ya da boşaltıldığı (örneğin, kendine zarar verme ya da madde kullanımı yoluyla).

    Duygulanım düzenlemesinin değerlendirilmesindeki önemli bir unsur, aşağıdakilerin belirlenmesidir:

    • hastanın, duygulanım ile eylem arasındaki ayrımı yapıp yapamadığı (örneğin, psikotik ve borderline hastalar bu ayrımı yapmakta zorlanabilirler);
    • hastanın, duygulanım deneyimini sözcüklerle ifade edip edemediği. Bu durum, simgeleştirme kapasitesiyle ilişkilidir ve hem psikotik hem de borderline hastalarda bu kapasite ciddi şekilde zorlanmış olabilir.

    Beden

    Hastalarımız terapiye zihinleriyle birlikte bedenlerini de getirirler. Çalışmalarıma yön veren önemli varsayımlardan biri, bedenlenmenin (embodiment) zihni şekillendirdiğidir. Bu nedenle, hasta yardım istediği konuyu açıkça bedenle ilişkilendirmese bile, terapistin bedeni daima aklında tutması esastır. Zihin (mind) ve beden (body) birbirinden ayrılmazdır. Zihin, bir tür bedenlenmişlik olmaksızın düşünülemez; bu görüş günümüzde birçok araştırmacı tarafından da benimsenmektedir (örneğin bkz. Damasio, 2006; Edelman, 1992; Lakoff, 1987; Varela ve diğ., 1992).

    Beden, tüm diğer psişik işlevleri destekleyen temel bir yaşam olgusudur; dolayısıyla beden inkâr edildiğinde, duygusal, sosyal ve bilişsel işleyiş ciddi biçimde bozulabilir. Bedensel gerçeklikten kaçmak, kaçınılmaz olarak zihindeki düşünme ve hissetme kapasitesinin mümkün olduğu bir alandan -ve dolayısıyla “öteki” ile öteki olarak ilişki kurmanın da mümkün olduğu bir yerden- uzaklaşmayı beraberinde getirir. Bu durum, beden içinde var olmanın psişik sonuçlarını savunma amaçlı olarak atlatmak için sanal gerçekliğe çekilen bireylerde açıkça görülür. Bu ihtiyaç, özellikle bedenin zihne güçlü biçimde kendini dayattığı ergenlik döneminde daha da belirgin olabilir (Lemma, 2014).

    Fiziksel olarak değiştirilmiş bedenler her zaman bir geçmişe sahip bedenlerdir: Kişinin öznel deneyimi ve arzulanan beden imgesiyle çelişse bile, doğuştan gelen bedensel yapı ve görünüm zihindeki beden temsilini biçimlendirir ve kendiliğin deneyimine entegre edilmesi gerekir. Burada tanımlanan hastalar için bu, genellikle bedenlerini “kişisellleştirme”lerini (personalise) sağlamak üzere titiz bir çalışmayı gerektirir (Winnicott, 1945).

    Çalışmalarıma her şeyden önce yön veren temel kavram, bizi Freudcu zemine sıkı sıkıya yerleştirir: Freud’un (1923) ünlü ifadesiyle, ego “her şeyden önce bir beden-egodur (body-ego); yalnızca yüzeysel bir varlık değildir, kendisi bizzat bir yüzeyin projeksiyonudur” (1923: 26). Yani, kendiliğin en ilkel temsil biçimi bir beden temsilidir. Freud’a göre ego, bedenin yüzeyinin bir projeksiyonu olarak, psişik bir harita biçiminde temsil edilmekteydi. Daha spesifik olarak, ego, bireyin bedenine yönelik algılanan libidinalleştirilmiş (libidinised) ilişkisinin zihinsel bir temsili olarak görülmekteydi.

    Bunun önemli sonuçlarından biri -ki Freud’dan bu yana kapsamlı biçimde geliştirilmiştir- egonun işleyişinin beden modellerinden türediğidir (Lichtenberg, 1978). Bu durum belki de en açık biçimde Klein’ın yazılarında görülür; burada zihin, bir tür “beslenme kanalı (alimentary tract)” (Caper, 1997) olarak tanımlanır; psişik durumları içine alır (içe atım: introjection) ve dışa atar (yansıtma: projection).

    Freud’un beden vurgusu yerindedir; bu vurgu, güncel sinirbilimsel perspektiflerle örtüşmekte ve hatta onları önceden sezmiş görünmektedir. Fiziksel hareket ve bu hareketin gelişmekte olan propriyoseptif sistemde (proprioceptive system: yani organizmanın kendi hareketlerini kaydeden sistemde) kayda geçmesi, yalnızca motor eylemlerden sorumlu sinirsel yapıların değil, aynı zamanda kendimizin farkına varma biçimimizin, başkalarıyla iletişim kurma yollarımızın ve yaşamı deneyimleyiş tarzımızın kendiliğinden örgütlenen gelişimine katkıda bulunur. Fiziksel hareket (ve elbette, başkalarının bu harekete nasıl karşılık verdiği), niyetliliğin hatlarını önceden belirler ve jest, toplumsal bilişin sınırlarını şekillendirir. Bedenlenmenin zihni biçimlendirmesi tam da bu en genel ve en temel anlamda gerçekleşir.

    Terapistler olarak, zaman zaman hastanın beden imgesini (body image) -yani zihninde taşıdığı, bedeniyle ilgili temsili ve buna eşlik eden duygulanımları ile fantezileri- anlamaya çalışırız. Burada kastettiğim şey, yalnızca biyolojinin yasalarına göre değil, aynı zamanda hepimizin beden deneyimine yüklediği anlamlar ve fanteziler tarafından da örgütlenen psişik/libidinal beden haritasıdır.

    Bireyin beden imgesi doğuştan gelen bir yapı değildir ve bu noktada psikanaliz, bedenin zihindeki temsilini biçimlendiren ve duygulanımsal olarak renklendiren gelişimsel etkenleri ve fantezileri anlamada önemli bir katkı sunar. Ben kendi çalışmamda, hastanın bedenine dair algısını, onun bedeniyle ilgili belirli eğilimlerini (inançlar ve fanteziler) yansıttığı kadar, bedeninin dünyaya yönelik belirli eğilimlerini (belirli bir duruş, denge hissi ve bedenlenmişliğe ilişkin diğer içorgansal/viseral (visceral), otonomik öğeler) de yansıtan bir yapı olarak ele alırım.

    Bedeni deneyimleme biçimimiz, ötekilerin bedenle ilgili anlamları ve fantezileri tarafından şekillendirilir; bu nedenle bedenimiz birkaç kuşağın hikâyesini taşır. Beden temsilimiz, annelerin/ötekilerin ((m)others) beden imgelerinin içselleştirilmesinin bir sonucudur; bu içselleştirme, jestlerin, duruşların, tutumların ve ritimlerin bilinçdışı yoldan aktarımı aracılığıyla gerçekleşir -ki tümü, ötekiyle-etkileşim-halindeki-kendiliğin (self-ininteraction-with-the-other) duygulanımsal açıdan yüklü temsillerini içerir:

    Sözcük öncesi bir bebek, sözcükleri değil, iletişimin örtük niyetlerini özümser. … Bu düzlem, fiziksel temaslar, yüz ifadeleri, jestler, ses tonu aracılığıyla iletilir.

    (Raphael-Leff, 2008: 14–15)

    Birincil nesnelerle erken dönem fiziksel yaşantılar, uygun şekilde libidinal olarak yatırım yapılmış bir beden-kendiliğin oluşumunda merkezi bir rol oynar ve bu yaşantılar işlemsel (procedural) belleklerde depolanır. Bellek araştırmaları iki tür bellek sistemi tanımlamıştır: deklaratif/bildirimsel (declarative) ve örtük (implicit) bellek (Schacter, 1999; Schacter & Tulving, 1994). Bildirimsel bellekler hatırlanabilir ve söze dökülebilir niteliktedir; yaşam öykümüzü oluşturan anlatıyı bu bellekler sağlar. Buna karşılık, örtük bellekler sözcük öncesidir (genellikle yaşamın ilk 2–3 yılına ilişkindir) ve bu nedenle doğrudan erişilemezler ve bastırılamazlar; çünkü açık belleği mümkün kılan beyin yapılarının olgunlaşması bu dönemde henüz tamamlanmamıştır. Başka bir deyişle, bu bellekler dinamik olarak değil, betimleyici (descriptive) olarak bilinçdışıdır (Clyman, 1991).

    Örtük bellek sistemi, işlemsel (procedural), duygusal (emotional) ve duygulanımsal (affective) bellekleri kapsar. Bu, bedenin nasıl temsil edildiği açısından merkezi bir öneme sahiptir; çünkü en erken sensörimotor yaşantılar -duyguları uyaran ve duygulanım taşıyan deneyimler- büyük olasılıkla, “ötekilerle-birlikte-bedenim”e dair işlemsel bellekler olarak kodlanır. Dolayısıyla, bu anıların bastırılmış değil, bastırılmamış bilinçdışında depolanma olasılığı yüksektir. Bu tür anılar, aynı zamanda “duygu şemaları (emotion schemas)” olarak da adlandırılır (Bucci, 2008) ve çocuğun beden-kendiliğini doğrulayan ya da reddeden ötekilerin temsillerini içerir. Bir duygu şeması, algıdaki duyusal özellikler ya da bellekten gelen çağrışımlarla doğrudan etkinleşebilir. Bu durum klinik açıdan önemlidir; çünkü terapistin, bedenselleşmiş bir biçimde gerçekleşen alt-simgesel (subsymbolic) iletişime duyarlı olması gerektiğini gösterir (Bucci, 2008). Yani, ne söze dökülebilen ne de simgeleştirilebilen; istemli denetim ya da örgütlü düşünce dışında işleyen bedensel ve duyusal süreçlere karşı dikkatli olunmalıdır. Bu tür süreçler, analist tarafından beden karşıaktarımı (somatic countertransference) aracılığıyla fark edilebilir (bkz. Bölüm 7).

    Fiziksel deneyimlere dair işlemsel bellekler, bebeğin bedenini nasıl deneyimleyeceğini ve dolayısıyla kendisini nasıl göreceğini belirleyecek olan, bir “öteki” ile yaşanan fiziksel deneyimlere köklenir. Annenin kabul edici bedeninde (mother’s welcoming body) erimiş gibi hissetme ya da onun tarafından tutulmamış olma deneyimleri, yoğun duygulanımlarla birlikte seyreder ve büyük olasılıkla belleği, arzuyu ve fanteziyi etkiler (Pine, 2000).

    Dolayısıyla, bebeğin kendi bedenine dair deneyimi, onun annesinin/ötekisinin bedenine yönelik ilişkisini nasıl deneyimlediği aracılığıyla şekillenir (Laufer, 1981). Ve annenin (ya da babanın) bebeğin bedeni hakkında ne hissettiği ise, kendi bedeni hakkında ne hissettiği tarafından belirlenir. Eğer anne (ya da baba) bu konuda kendi bedenine ilişkin zorluklar yaşamışsa, bebeğin bedeni onların kendi yansıtma nesnesi hâline gelebilir.

    Yukarıdaki tüm değerlendirmeler göz önüne alındığında, bedenin başkalarıyla ilişkilerinde -yani belirli duygusal ve sosyal bağlamlar içinde- özgül bir örgütlenme ya da tarz kazandığı şematik işlemleri, indirgemeci nörolojik açıklamaların neden asla yeterince yakalayamayacağını anlayabiliriz. Bununla birlikte, psikanaliz ile sinirbilimsel perspektifleri yeniden bir araya getirerek, hem alışkanlıksal eğilimlere yol açan beden şemasının önemini hem de bu şemanın her zaman duygusal çevrelerle dinamik bir ilişkide geliştiğini hatırlamamız sağlanır. Bu nedenle bedeni anlamak, niyetliliğe varmayan ve nörofizyolojiyi aşan açıklayıcı yaklaşımlar gerektirir.

    Bedene odaklanmak, burada tartışıldığı üzere, simgesel öncesi (pre-symbolic) deneyimin nasıl kodlandığına dair önemli soruları gündeme getirir; ancak bununla birlikte, bu deneyimin ötekilere nasıl iletildiği sorusunu da ortaya koyar. Klinik açıdan bakıldığında, bu durum, yaşantıyı zihinselleştirme kapasitesinde eksiklikleri olan hastalara yardımcı olmanın ne denli zahmetli bir süreç olduğuna dikkat çeker. Bu karmaşık alana yapılmış ilginç katkılardan biri, Fonagy ve Target’ın (2007) “gömülü/saklı zihin (embedded mind)” üzerine çalışmasında bulunabilir. Fonagy ve Target, bağlanma kuramı, bilişsel bilim ve psikanalizi etkileyici bir biçimde bir araya getirerek, zihnin, birincil nesneyle yaşanan erken dönem sensörimotor, duygusal ve çevresel deneyimlerden türeyen bir dizi çekirdek temsile göre örgütlendiğini öne sürerler. Dil, simgesel düşünce ve savunmaların, birincil nesneyle yaşanan jestlere dayalı prototipik, sözel öncesi ve “bedenselleşmiş” deneyimler üzerine inşa edildiğini ileri sürerler. Zaman içinde gelişen soyutlama (abstraction) kapasitesi ise, bu temel temsillere anlam yüklememize olanak tanır; bu da soyut kavramlarla (örneğin “anne” fikriyle), birincil nesneyle yaşanan fiziksel deneyimlere gömülü zihinsel imge kümeleri arasında metaforik karşılaştırmalar kurmamızla mümkün olur.

    Bedensel jest dili ve beden aracılığıyla örtük olarak iletilenlerin dikkate alınması, bizi bedeni hem kavramsal hem de klinik düzeyde ele alırken başvurulabilecek diğer disiplinlerle yeniden ilişkilendirir. Özellikle sinirbilimsel araştırmalar, bebeğin doğuştan bir beden şemasıyla ve insan etkileşimini mümkün kılan dışavurumcu öznelerarası hareketler için genetik olarak kodlanmış propriyosepsiyon/içalgı, duyulararası dönüştürücüler (intermodal transducers) ve ayna nöronlarla donatıldığını ortaya koymuştur. Kritik olarak, beden imgesi propriyosepsiyon ile ötekinin yüzünün görsel algısı arasındaki duyulararası ve öznelerarası etkileşimden kaynaklanır.

    Karşıdaki kişinin niyetleri ve etkileşim hâlindeki bebeğin bedenlenmiş olanakları, doğrudan karşıdakinin yüzünde ve fiziksel eylemlerinde okunabilir. Bu durum, bakımverenle yaşanan bedensel deneyimin niteliğinin önemine -ve buna, hasta ile analist arasındaki ilişkiyi de ekleyebiliriz- başka bir açıdan ışık tutar. Bu tür sözel olmayan karşılaşmalarda, ebeveynler ve bebekler zihinlerini çoğunlukla farkındalık dışında ve sıklıkla beden yoluyla ifade eder ve birbirlerinin zihnine karşılık verirler. Bu etkileşimlerde, ebeveynin, bebeğin sözel olmayan biçimde ifade ettiği içsel dünyayı anlamlandırabilme kapasitesi, deneyimi zihinselleştirme kapasitesinin gelişimi için temel oluşturan kilit bir unsurdur. Nitekim, günümüzde ölçülebilir hâle gelen Ebeveynsel Bedensel Zihinleştirme kapasitesinin (Parental Embodied Mentalising – PEM), zihinselleştirme kapasitesinin gelişiminde temel bir özellik olduğu öne sürülmüştür (Shai & Fonagy, 2013). PEM, ebeveynin şu kapasitesine işaret eder:

    (1) Bebeğin tüm bedensel kinestetik ifadelerinden -yani beden hareketleri ve duruşundaki değişimlerden- onun zihinsel durumlarını (örneğin isteklerini, arzularını ya da tercihlerini) örtük olarak ve bilinçli olmak zorunda olmaksızın kavrama, anlama ve çıkarımda bulunma; ve (2) buna göre kendi kinestetik örüntülerini uyarlama kapasitesi.

    (Shai & Fonagy, 2013: 60)

    Bedensel zihinleştirme (embodied mentalising) kavramı, psikanalitik literatürde bedenle ilgili olarak bir-kişi ve iki-kişi modelleri arasında görülebilecek gerilimlere dair yararlı bir bakış açısı sunar; çünkü bu kavram, bedenin gerçekliği ile onun bireyselliğini ve yatkınlıklarını (yani yapısal donanımını) uzlaştırır. Aynı zamanda, bir-bedende-var-olma (being-in-a-body) deneyiminin, kişinin kendi bedensel yaşantısını zihinleştirme ve dolayısıyla duygulanım deneyimini düzenleme kapasitesinin gelişebilmesi için, bir başkasının bedeni ve zihnini gerektirdiğini vurgular.

    Sosyokültürel Etkenler

    Tarihsel olarak psikanaliz, hastanın dışsal gerçekliğini görece ihmal ederek en büyük vurguyu içsel dünyasına yapmıştır. Ancak günümüzde uygulamamız gerçek anlamda çok kültürlü bir nitelik taşımaktadır ve bu nedenle, çalışmamız duygusal sıkıntıya ilişkin çok çeşitli deneyimleri ve düşünme biçimlerini kapsayacak şekilde genişlemelidir.

    Bizler yalıtılmış bir şekilde gelişmeyiz. Doğduğumuz andan itibaren bir aile sisteminin, ama aynı zamanda içine doğduğumuz kültür gibi daha geniş sistemlerin de parçası oluruz. Bu daha geniş sistem, değerlendirme süreçlerimizde mutlaka dikkate alınmalıdır. Aynı yaşam olayı ya da “verili” durum, kişinin doğduğu kültüre bağlı olarak çok farklı anlamlar ya da sonuçlar kazanabilir. Örneğin, tek çocuk olmak ve kız çocuk olmak, erkek çocukların daha çok değer gördüğü bir kültürde dünyaya gelen bir kız çocuğunun gelişimini bambaşka şekilde etkileyebilir.

    İç dünya her zaman dış dünyayla dinamik bir etkileşim içindedir. İçsel olan, dışarıdan alınanı savunma süreçlerinin etkisiyle çarpıtarak yansıttığı için, dış dünya ile iç dünya arasında hiçbir zaman birebir bir örtüşme yoktur. Ancak yine de, değerlendirmelerimiz hem hastalarımızın yaşadıkları dış gerçekliği hem de bu gerçekliğe kendilerine özgü olarak yükledikleri anlamları yansıtmalıdır. Irkçılık ve cinsiyetçilik, sosyoekonomik yoksunluk, hastalık ya da engellilik ve din gibi gerçeklikler, hastalarımızın yaşamları üzerinde doğrudan etkiye sahiptir. Hastalarımızı ve onların ihtiyaçlarını en iyi şekilde anlayabilmek için, onların dış dünyada yaşadıkları gerçekliğe karşı merak içinde olmamız gerekir. Eğer bunu sormazsak, bu gerçekliği hiç öğrenemeyebilir ve hatalı sonuçlara varabiliriz. Örneğin, değerlendirme görüşmelerinde sıklıkla göz ardı edilen bir soru, kişinin maddi durumunu nasıl idare ettiğidir. Bu soru sadece terapinin ücretli olduğu durumlarda değil, hastanın kamu kaynaklı hizmet aldığı durumlarda da önemlidir; çünkü bu tür bilgiler, hastanın nasıl bir yaşam sürdüğü hakkında çok şey söyleyebilir ve onun üzerinde terapiyi zayıflatabilecek gerçek baskılar (evsizlik gibi) konusunda bizleri uyarabilir.

    Kültür de son derece önemlidir; çünkü Batılı terapi modellerinde oldukça yaygın olan kendilik, ayrışma ve bireyleşme gibi kavramlar, diğer kültürler için aynı derecede geçerli olmayabilir. Batı’da bireyleşmiş kendilik terapinin hedefidir; bu kendilik ayrımlaşmayı ve bireyselliği değerli görür. Oysa Doğu kültürlerinde ilişkisel kendilik daha geçirgendir ve kendilik-öteki sınırları daha akışkandır; burada kimliğin birimi, içsel olarak temsil edilen bireysel bir “öteki” değil, aile ya da topluluktur.

    Değerlendiren kişiyle kurulan ilişki de kültürel etkenlerden etkilenir. Kendi kültürel kimliklerimiz ya da ırkımız nedeniyle bazı hastalarla ilişki kurmak bize daha kolay gelebilir -aynı durum hastalarımız için de geçerlidir. Bu aktarım ve karşıaktarım süreçlerine açık ve alıcı olmak, sağlıklı bir değerlendirme için esastır. Hastalar her zaman kültürel geçmiş açısından terapistlerinde benzerlik aramazlar; bazıları özellikle farklılık arar ve bu seçimleriyle kendi kültürel kimliklenmelerine dair çok önemli bir şeyi iletmekte olabilirler. Örneğin, bir keresinde karışık etnik kökene sahip genç bir kadın özellikle beyaz bir terapist istemişti. Terapide yaptığımız çalışmada kısa sürede ortaya çıktı ki, onun için “beyaz” kendilik iyiydi, “siyah” kendilik ise kötüydü; bu nedenle savunma düzeyinde kendisini beyaz olan bende/terapistte temsil edilen kendilikle özdeşleştirmek istiyordu.

    Deneme Yorumu

    Geleneksel olarak, psikanalitik terapiye yönelik bir değerlendirme süreci, hastanın bu tür müdahalelerden yararlanma kapasitesini değerlendirmek amacıyla, bazen aktarım üzerine de yapılabilen bir deneme yorumu (trial interpretation) içerir. Bu yorum, aşağıdaki hususları keşfetmemize yardımcı olur:

    • hasta, merkezsizleşerek/kendinden uzaklaşarak (decentre) kendi düşünce süreçlerini gözlemleyebiliyor mu?
    • hasta, bizim sunduğumuz şeyi alabiliyor ve bunu kullanabiliyor mu?
    • özellikle kısa süreli terapi düşünülüyorsa, hasta belirli bir odakla çalışabiliyor mu?

    Değerlendirme sürecinde aktarım yorumları en iyi şekilde ölçülü biçimde ve yalnızca bir çıkmazı aşmak için gerektiğinde kullanılır. Örneğin, hasta konuşamıyorsa, onun bizim kendisiyle ilgili değerlendirmemiz konusunda kaygı duyabileceğine işaret eden bir yorum, oldukça yardımcı olabilir. Buna karşılık, hastaya belirli örüntüleri ya da temaları gösteren yeniden yapılandırıcı (reconstructive) yorumlar, değerlendirme sürecinin bir parçası olarak çok daha uygun ve yerinde yorumlardır. Aktarım yorumlarının sınırlı kullanımını teşvik ediyorum; çünkü bu aşamada hastayı terapiye alıp almayacağımız henüz belli değildir ve hastada yoğun bir aktarım geliştirilmesine neden olup ardından onu göremeyeceğimizi söylemek etik açıdan sorun yaratabilir. Ayrıca, bir değerlendirmenin amacı tedaviye başlamak değildir -her ne kadar iyi yapılmış değerlendirmeler hastalar tarafından çoğu zaman terapötik olarak deneyimlense de. Değerlendirme ilişkisinin hastayı kendisini gözden geçirmeye teşvik etmesi beklenir ancak bu ilişki aşırı uyarıcı olmamalıdır; böylece hasta, değerlendirme ile olası terapi süreci arasındaki boşluğu tolere edebilir.

    Değerlendirmelerin Sonlandırılması

    Bir değerlendirmenin sonunda hastaların ne düşündüğümüzü öğrenmek istemeleri makul bir beklentidir. Hastalar sıklıkla “deli” ya da “kötü” olup olmadıklarıyla, ya da bizim onların iyileşip iyileşmeyeceklerini düşünüp düşünmediğimizle meşgul olabilirler. Bu noktada, yeterli kanıta dayanmayan bir formülasyon sunarak hastanın sorununa kesin bir yanıt arzusuyla bilinçdışı bir iş birliği içine girmekten kaçınmak önemlidir. Yine de, bir değerlendirmenin sorumluluğu, hastaya onun yaşadığı çıkmaza dair bizim anlayışımızı iletmeyi de içerir. Hastanın “ne düşündüğümüzü” sormasını yalnızca sürece dair kaygının ya da “deli” ya da “kötü” olma korkusunun yansıması olarak yorumlamak -her ne kadar bazı hastalar için bu tür spekülasyonlar doğru olsa da- yararsızdır. Yanıtımızda, hem hastanın ne tür bir yardıma ihtiyaç duyduğuna dair bir görüş sunabilir, hem de bu sorunun ardında yer alabilecek kaygıya dikkatle yaklaşabiliriz.

    Görevimiz hassas bir dengede durur: Anlayışımızın geçici ve ihtiyatlı olduğunu, çalışmalarımızın her zaman kesin sonuçlara ulaşmadığını ifade edecek sözcükleri bulmamız gerekir. Ancak aynı zamanda, eğer hastaya kendimizle ya da bir meslektaşımızla bir tedavi öneriyorsak, bu önerinin yardımcı olacağına inandığımızı da iletmemiz gerekir. Neyse ki günümüzde psikoterapinin, hiçbir tedavi almamaktan daha etkili olduğuna dair elimizde gitgide artan sayıda kanıt bulunmaktadır.

    Bir değerlendirme sürecinin sonunda -ve terapi önerisi üzerinde mutabık kalındıysa- bazı hastalar eğitimimiz, niteliklerimiz ya da nasıl çalıştığımız hakkında sorular sorabilirler. Hasta tarafından yöneltilen her soruda olduğu gibi, öncelikle bu sorunun neden sorulduğu üzerine düşünmek önemlidir. Bu sorunun bizde yarattığı duygulanım aracılığıyla bazı ipuçları yakalayabiliriz: Kendimizi rahatsız edilmiş, sınanmış, kışkırtılmış ya da yanıt vermeye istekli hissedip hissetmediğimize bakmak, bu sorunun altında yatan anlam ya da işlev hakkında fikir verebilir. Bu duygusal etkilenime bağlı olarak, soruya örtük anlamı merkeze alarak mı yaklaşacağımıza, doğrudan ve sade bir şekilde mi yanıtlayacağımıza, yoksa her iki yolu birden mi kullanacağımıza karar veririz. Niteliklere ilişkin bir soru söz konusu olduğunda, bu soruyu kısa ve gerçekçi bir biçimde yanıtlamanın önemli olduğunu düşünürüm. Bu tür bir soru, etkileyici bir özgeçmişi sıralamak için bir davet olarak görülmemelidir. Mesleki geçmişimizi ve kayıtlı olduğumuz meslek kuruluşunu belirtmek yeterlidir. Elbette, niteliklere dair bir soru, terapi sürecine dâhil olma konusunda yaşanan bir kaygıyı da maskeleyebilir ve bu kaygının da araştırılması gerekebilir. Ancak, diğer tüm hizmet türlerinde olduğu gibi, hastaların almakta oldukları hizmet hakkında bilgilendirilme hakkı vardır ve bu bizim sorumluluğumuzdur. Böylesi soruları yalnızca hastanın kaygısının bir tezahürü olarak görmek küçültücü ve yetersiz bir yaklaşımdır. Hastaların hem bu bilgiyi bilmeye hakları vardır hem de bireysel nedenlerle kaygılı olmaları muhtemeldir.

    Bazı hastalar psikanalitik terapinin nasıl işlediğini sorabilirler. Bu, bir bakıma makul bir sorudur. Ancak bu tür bir soruya uzun açıklamalarla cevap vermeye pek eğilimli değilim. Çünkü yapacağımız herhangi bir açıklama, zorunlu olarak yüzeysel kalacak ve bu nedenle muhtemelen pek anlam taşımayacaktır. Yine de, özellikle değerlendirme süreci daha açıklayıcı ve diyalog temelli bir yaklaşımla yürütüldüyse, hastayı psikanalitik seansların doğasına dair kısaca bilgilendirmenin yararlı olduğunu düşünürüm. Böyle bir durumda, söyleyebileceğim şey yalnızca şu minvalde olabilir: “Gelecekteki seanslarımızda size çok fazla soru sormadığımı fark edeceksiniz. Buraya geldiğinizde zihninizde olanlarla ve rüyalarınızla ilgileneceğim. İlişkilerinizde ya da yaşamınızda tekrar eden örüntüleri ve sizi rahatsız eden bazı düşünce ve duyguları birlikte anlamlandırmaya çalışacağız. Ama, bir bakıma, gündemi belirleyen siz olacaksınız.”

    Çerçevenin Belirlenmesi

    Değerlendirmenin sonunda hastayı tedaviye alacağımız sonucuna varılmışsa, bazı pratik konuların açıkça konuşulması gerekir. Bu noktada hastaya şu başlıklar net bir şekilde aktarılmalıdır:

    • Divanın kullanımı: Gerekli görüldüğü durumlarda divanın kullanımı hastaya açıklanmalıdır. Not edilmelidir ki, haftada bir yapılan terapilerde divan genellikle önerilmez; çünkü fazla regresyonu teşvik etmek istemeyiz. Ancak bunun istisnaları vardır -örneğin, daha önce divan kullanmış olan ve divana uzanmanın regresif yönlerine tahammül edecek yeterli ego gücüne sahip bir hasta için divan uygun olabilir;
    • Seansların zamanı ve sıklığı:15 Seansların günü, saati ve haftalık sıklığı hastaya net biçimde belirtilmelidir. Not edilmelidir ki, zihinsel temsillerin süreklilik kazandığı durumlarda, haftada bir yapılan seanslar yeterli olabilir; çünkü hasta, terapötik ilişki deneyimini seanslar arasında zihninde sürdürebilir ve ondan yararlanabilir. Ancak daha kırılgan yapıdaki hastalar için seanslar arasındaki aralık baş edilemez hale gelebilir; bu nedenle daha sık seanslar (örneğin haftada iki ya da üç) daha kapsayıcı ve düzenleyici olacaktır;

    15Seans sıklığı meselesi karmaşık bir konudur ve bu giriş niteliğindeki metinde verebileceğimden daha dikkatli bir değerlendirmeyi hak eder.

    • Ücret: Uygulama dahilindeyse, seans ücreti hastaya açık ve net bir şekilde bildirilmelidir. Ayrıca, ücretin hangi koşullarda ve ne zaman gözden geçirileceği de belirtilmelidir;
    • İptal politikası: Tatil düzenlemeleri dâhil olmak üzere, iptal koşulları açıkça belirtilmelidir. Özellikle, seans iptali durumunda alternatif bir seans sunulup sunulmayacağı konusu netleştirilmelidir. Bu konuda belirsizlik bırakmamak, terapötik çerçevenin korunması açısından önemlidir.
    • Başka kimlerin sürece dahil olabileceği: Hastaya, sürece başka birinin (örneğin bir pratisyen hekim, psikiyatrist veya başka bir sağlık uzmanı) dâhil edilmesinin gerekip gerekmediği açıklanmalıdır. Bu noktada hastadan aile hekimi bilgileri istenmeli ve hangi durumlarda hekime ya da başka bir uzmana başvurulacağı açıkça belirtilmelidir. Örneğin, ciddi bir intihar riski ya da psikiyatrik kriz gibi durumlarda bu temasın gerekli olabileceği ifade edilmelidir; ve
    • Gizlilik: (not: gizliliğin sınırlarını belirtin).

    Yukarıda belirtilen konuların her biri potansiyel olarak anlamlı olabilir ve hastada güçlü duygusal tepkiler ortaya çıkarabilir. Bazı hastalar, kaçırılan seanslar için ödeme yapma fikrine itiraz edebilirken, bazıları haftada bir yerine birden fazla seans önerisinden tehdit altında hissedebilir. Bu nedenle, değerlendirmenin sonunda bu konuları konuşmak ya da eğer hasta başka bir meslektaşa ya da kuruma yönlendirilecekse alternatif düzenlemeleri tartışmak için bir miktar zaman ayırmak faydalı olacaktır.

    Psikodinamik Formülasyon

    Psikodinamik formülasyon [psychodynamic formulation], değerlendirme sürecinin son aşamasıdır. Bu, genellikle çalışmanın ilerlemesiyle birlikte geliştirilecek geçici bir hipotezdir. Ancak, hipotezimize o kadar bağlı hale gelme riski taşırız ki, hastanın hipotezimize uymayan, bir anlamda onunla örtüşmeyen, iletmeye çalıştığı şeylere karşı duyarlılığımızı yitirebiliriz. Bu nedenle, hastanın iletişim çabalarına açık kalmak ve hipotezimizi gerektiğinde yeniden değerlendirmek bizim sorumluluğumuzdur.

    Psikodinamik formülasyon, tedavinin yönünü ve hedeflerini belirlemede rehberlik eder. Formülasyon, mevcut soruna ilişkin bir anlayış geliştirmeyi hedefler ve bu anlayış, sorunun ortaya çıkmasında gelişimsel eksikliklerin [developmental deficits] ve çatışmaların [conflicts] göreceli etkilerini yansıtmalıdır (bkz. Bölüm 1). Olgunlaşma süreci [maturation] oldukça düzensiz olabileceğinden, bir formülasyon genellikle hastanın iyi uyum sağlamış yeteneklerini de içerir. Bu yetenekler, belirli alanlardaki eksiklikler ve/veya çatışmalarla bir arada bulunabilir. Bu denge, hastanın güçlü yönlerini ve zorluklarını anlamada kapsamlı bir bakış açısı sağlar.

    Bir formülasyon, sorunun ortaya çıkmasına veya devam etmesine etki eden hem dışsal hem de içsel faktörleri belirlemeyi amaçlar. Psikanalizde içsel gerçekliğe [internal reality] verilen özel önem, içsel faktörlere yapılan vurgu ile bağlantılıdır. Daha önce gördüğümüz gibi, psikolojik gelişim büyük ölçüde dışsal nesnelerin [external object] içselleştirilmesi sürecidir. Psikanaliz, zihnin gelişimini şekillendirenin, çocuğun içsel dürtü gelişimi [drive development] ve diğer biyolojik faktörlerden ziyade, gerçek ilişki [real relationship] olup olmadığını sorgulamaya devam etmektedir. Fonagy (2001), psikanalitik teorilerin formülasyonlarında dış dünyanın etkisini yetersiz bir şekilde entegre ettiğini öne sürmüştür. Bununla birlikte, günümüzde birçok çağdaş uygulayıcı, çocuk ile çevresi arasındaki etkinin karşılıklı olduğunu kabul etmektedir. Zorlukların, yapısal bir yatkınlık ya da kırılganlığın, çocuğun ihtiyaçlarına yanıt veremeyen bir dış çevreyle karşılaştığı noktalarda ortaya çıkması beklenir. Travma, bağlamından kopuk tekil bir olay olarak değil, travmanın meydana geldiği çevresel koşullar ve kişinin o dönemde sahip olduğu desteklerle birlikte ele alınması gereken bir süreç olarak anlaşılır.

    Hastanın yaşamında önemli gelişimsel sonuçlar doğuracağını öngördüğümüz gerçek bir travma olduğunu bilsek bile, çocukluk dönemindeki olayların uzun vadeli sonuçları hakkında kesin konuşmak zordur. Bunun başlıca nedeni, insanların aynı olumsuz deneyimlere maruz kaldıklarında oldukça farklı tepkiler göstermeleri ve zorluklarla karşılaştıklarında farklı derecelerde dayanıklılık [resilience] sergilemeleridir. Bir olayın sosyal ve kişisel bağlamı, onun bizim için taşıdığı anlamı belirleyebilir ve etkisini şekillendirebilir. Örneğin, çocuklar için travmatik bir yaşam olayının etkisi kısmen ebeveynin tepkisi tarafından yönlendirilir. Kriz zamanlarında, destekleyici ve uyumlu bir aile ortamı, çocuğun, yaşadığı deneyimi ek bir stres yaratmadan işlemesine yardımcı olabilir. Dahası, dayanıklılığımız yalnızca olumlu deneyimlerin, yani zorluklar karşısında koruyucu faktörler olarak görülebilecek olayların bir sonucu değildir. Hayatımızdaki tüm koruyucu unsurlar arzu edilen olaylardan kaynaklanmaz –bazı kişiler için olumsuz koşulları aşma deneyimi, bu zorlukların üstesinden gelebileceklerine dair yapıcı bir kanıt olarak kullanılabilir ve bu da kendilerini daha güçlü hissetmelerine yol açabilir.

    Mizaç [temperament] da çocukların yaşam olaylarına verdikleri tepkilerde önemli bir rol oynayabilir. Stresli yaşam olayları, mizaçtaki bireysel farklılıklar nedeniyle çocuklar üzerinde farklı etkiler yaratır (Goodyer, 1990). Bu farklılıklar, çocuğun gelişen kişiliğine ve yetişkinler ile akranlarıyla olan etkileşimlerinin kalitesine katkıda bulunabilir. Örneğin, dürtüsellik [impulsivity] ve saldırganlık [aggression] gibi “olumsuz” mizaç özelliklerine sahip çocukların, ebeveyn eleştirisinin hedefi olma olasılığı iki kat daha fazladır (Quinton & Rutter, 1985b). Bu nedenle, mizaç, ebeveyn-çocuk etkileşimini etkileyerek temel etkisini gösterir ve bu etkileşim, kendi kendini sürdürebilen belirli bir etkileşim modelini oluşturabilir.

    Mevcut kanıtlar ışığında, geçmişin kim olduğumuz ve şu anda nasıl işlev gösterdiğimiz üzerinde etkili olduğu, ayrıca şu anki seçimlerimizi de etkileyebileceği anlaşılmaktadır. Ancak, geçmiş ile şimdi arasındaki ilişki kesinlikle basit ve doğrusal bir yapıdan ibaret değildir. Mizaçsal eğilimler [temperamental dispositions], erken deneyimler, aile ortamı, sosyal ve kültürel faktörler birbiriyle etkileşim halindedir. Yetişkinlikte, erken dönemdeki travmanın acı verici sonuçlarıyla daha iyi başa çıkmak için dayanıklılık geliştirmiş olabiliriz. Geçmişle yüzleşmek ve onun üzerimizdeki bugünkü etkisini azaltmak için cesaret bulmamıza yardımcı olan anlamlı ilişkiler kurmuş olabiliriz. Ayrıca, katı bir deterministik pozisyon artık savunulamaz, çünkü modern fizik, bu görüşle ilgili sorunları vurgulamıştır: Olaylar artık kaçınılmaz ve mutlak bir şekilde belirlenmiş olarak görülmemekte; bunun yerine, gerçekleşmeleri daha çok yüksek veya düşük bir olasılık meselesi olarak değerlendirilmektedir. Bu bakış açısı, yalnızca hastanın zorluklarını değil, aynı zamanda onun dayanıklılığını ve bu ikisi arasındaki etkileşimi de yansıtan dengeli bir formülasyon için hayati öneme sahiptir.

    Bir Formülasyon Oluşturmak

    Psikolojik bir formülasyonun birkaç bileşeni bulunmaktadır:

    • Problemi, hastanın gördüğü şekilde tanımlar.
    • Problemi, mizaçsal eğilimleri, fiziksel özellikleri, travmatik deneyimleri/yaşam olaylarını, geçmiş ve mevcut ilişkileri ve sosyokültürel faktörleri göz önünde bulundurarak gelişimsel bir çerçevede ele alır.
    • Yukarıdakilere dayanarak tedavi için bazı önerilerde bulunur.

    Dinamik bir formülasyon, yukarıdaki unsurların tamamını içerir, ancak kendine özgü özelliği, hastanın kendisiyle, başkalarıyla, bedeniyle ve işiyle olan ilişkilerinde tekrar eden temaları [theme] veya çatışmaları [conflict] belirlemesidir. Hinshelwood (1991), bir formülasyonu şekillendirebilecek üç bilgi kaynağı önermektedir:

    • Hastanın çocukluk dönemi deneyimleri.
    • Yardım talebini tetikleyen mevcut durum.
    • Değerlendirmeyi yapan kişiyle olan aktarım ilişkisi.

    Kutu 4.1’deki psikodinamik formülasyon yardım kılavuzunu kullanarak, hastam Tanya’ya (sayfa 99–101’e bakınız) geri dönelim ve sorunlarını psikodinamik terimlerle formüle edelim.

    Adım 1: Problemi tanımlama

    Tanya, bulimik semptomatoloji [bulimic symptomatology] ile başvurmaktadır. Kendi ifadesine göre, bunu hiçbir şey hissetmemek için bir yol olarak kullanmaktadır. Ayrıca, ilişki problemlerini de dile getirmektedir: Hatırlanmadığından korktuğunu ve sürekli olarak başkalarından güvence aradığını ifade etmektedir.

    Adım 2: Problemin psikolojik maliyeti

    Tanya, ilişkiler kurmakta sorun yaşadığını ve bazen bunaltıcı olabildiğini kabul etmektedir. Bu durum, başkalarını kendisinden uzaklaştırmakta ve onu yalnız hissettirmektedir.

    Adım 3: Problemi bağlama oturtma

    Tanya, zor bir erken yaşam deneyiminden bahsetmektedir. Ebeveynleri, o altı yaşındayken ayrılmış ve Tanya daha sonra annesiyle yaşamıştır. Annesi yoğun bir iş hayatına sahip bir profesyonel olup sık sık seyahat etmiş ve Tanya’yı bakıcıların [nannies] gözetimine bırakmıştır. Babası ise Tanya ile aynı ülkede yaşamamış, bu nedenle Tanya ona destek için başvuramamıştır ve kardeşi de yoktur. Bu sebeple, Tanya sık sık yalnız hissetmiş ve annesinin dönüşünü özlemle beklemiştir.

    Annesinin, veda ederken üzgün hissettiğinde ağlamamasını söylemesini anlatarak, Tanya’nın duygulanımlarını yönetmenin en iyi yolunun onları bastırmak olduğunu erken yaşta öğrendiğini belirtmektedir. Bu şekilde, annesinin yokluğunu ve yalnızlığını hissetmek zorunda kalmamıştır. Tanya, yetişkin yaşamında daha fazla yalnızlıkla karşılaşır; çünkü içten içe dikkatini sürdüremeyeceğinden korktuğu nesneyi kontrol altına alma çabasıyla, karşısındaki kişiyle kurduğu yakınlıkta onu bütünüyle ele geçirmeden bir ilişki kuramaz gibi görünmektedir.

    Adım 4: Hastanın en baskın ve tekrarlayan nesne ilişkilerini tanımlama

    Tanya, kendisini kolayca reddedilebilen biri olarak deneyimlemektedir. İlişkilerinde sürekli güvenceye ihtiyaç duymaktadır, sanki başkalarının zihninde tutulduğuna [yer ettiğine] inanmakta zorlanmaktadır. Diğerini kendisine erişilemez biri olarak deneyimlemekte ve onun zihninde varlığını somut olarak pekiştirmek için peşinden koşmak zorunda hissetmektedir. Bu durum, örneğin partnerlerini günde birkaç kez arayarak onların zihninde yer ettiğini kanıtlamaya çalışmasıyla gözlemlenmektedir. Değerlendirme ilişkisinde bu örüntüler kendisini, randevu saatimizi iki kez teyit etmeye ihtiyaç duymasıyla ve haftanın her günü benim hastam olma arzusuyla göstermektedir. Sanki bunun dışındaki bir durum, onu zihnimde tutmayacağım veya başka bir hastanın zihnimde onun yerini alacağı anlamına gelmektedir.

    Adım 5: Savunmaları belirleme

    Tanya’nın anksiyetesi ve yalnız kalma korkusu, diğerlerine yönelik kontrol edici davranışlarla ve kendi duygularını bastırma yoluyla yönetilmektedir. Bu duygusal baskıyı, aşırı yeme [bingeing] ile kontrol etmekte ve böylece geçici olarak, erişilemez ve kontrol edilemez olan birine ihtiyaç duymadan kendisini besleyebileceği illüzyonunu yaratmaktadır. Tanya, en azından neyi tüketeceği ve ne kadar tüketmek istediği üzerinde kontrol sahibi olabilmektedir. Bu savunmayı bırakacak olursa, erken çocukluktan beri kaçmaya çalıştığı korkunç yalnızlıkla daha sık karşılaşabilir.

    Adım 6: Tedavi amaçlarını belirleme

    Tanya, yeme sorunları konusunda yardım almak istediğini açıkça ifade etmektedir. Yeme davranışı, önemli bir semptomatik durum olarak görülmekle birlikte, Tanya, bunun bir şekilde yakınlıkla ilgili sorunları ve içsel olarak hissettikleriyle yüzleşme korkusuyla bağlantılı olduğunun farkındadır. Bu nedenle, tedavinin bir bölümü, Tanya’nın duygulanımlarını aşırı yeme davranışına başvurmadan yönetme kapasitesi kazanmasına yardımcı olmak olacaktır. Ayrıca, diğerini erişilemez olarak algılamasına dayalı, kontrol edici ve bunaltıcı ilişki örüntülerini ele almasına destek sağlamak da tedavi hedefleri arasında yer alacaktır.

    KUTU 4.1 PSİKODİNAMİK FORMÜLASYON NOTU [YARDIM KILAVUZU]

    Adım 1: Problemi tanımlama

    • Hastanın bakış açısından sorun: Hasta neye ya da kime tepki veriyor?
    • Hastanın “temel acısı [core pain]” nedir: En çok neden korkuyor ya da neden kaçınmaya çalışıyor?

    Adım 2: Problemin psikolojik maliyetini tanımlayın

    • Sorundan kaynaklanan, hastanın işlevselliğindeki sınırlılıklar veya başkalarını ve kendini algılamasındaki çarpıtmalar nelerdir?

    Adım 3: Problemi bağlama oturtma: İlgili yatkınlık faktörlerini belirleme

    Kendinize şunu sorun: Çevresel ve biyolojik veriler mevcut problemle nasıl ilişkilidir? (Örneğin, bu faktörler problemi nasıl şekillendiriyor, modüle ediyor veya şiddetlendiriyor?)

    • Çevresel faktörler
      • Travmanın tarihi/geçmişi
      • Travmanın işlenmesini etkileyen gelişimsel faktörler
      • Aile yapısı
      • Diğer ilgili yaşam olayları
    • Biyolojik veriler
      • Beden (Body)
      • Mizaç (Temperament)
      • Engellilik (Disability)

    Adım 4: Hastanın en baskın ve tekrarlayan nesne ilişkilerini tanımlama

    Kendinize şu soruyu sorun: Hasta, kendisini başkalarıyla olan ilişkilerinde nasıl deneyimliyor?

    • Hastanın içsel dünyasında hangi nesne ilişkileri baskındır?
    • Kim kime ne yapıyor ve bu durum hangi duygularla ilişkilendiriliyor?
    • Bu içselleştirilmiş nesne ilişkileri hastanın mevcut yaşamında kendini nasıl gösteriyor?
    • Kendilik/diğerleri temsilleri mevcut ilişkileri nasıl etkiliyor ve bu ilişkilerden nasıl etkileniyor?
    • Bu içselleştirilmiş nesne ilişkileri sizinle olan ilişkide nasıl ortaya çıkıyor?

    Adım 5: Savunmaları belirleme: Hasta kendisini psişik acıdan nasıl koruyor?

    Kendinize sorun: Değişimin olası sonuçları nelerdir?

    • Hastanın psişik acıyı yönetmek için kullandığı alışılmış yolları tanımlayın.
    • Nevrotik ya da ilkel savunmalar kullanıp kullanmadığını belirtin.

    Adım 6: Tedavi amaçlarını belirleme

    Kendinize sorun: Hasta ne istiyor ve neye ihtiyaç duyuyor?

    • Hastanın istediği yardım türünü belirtin ve psikanalitik bir yaklaşımı önermenizin veya önermemenizin nedenlerini açıklayın.
  • Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş (Kitap)

    Bu sayfada Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin [Psikanalitik Psikoterapi Uygulamasına Giriş] bölümlerinin çevirilerinin linkleri yer almaktadır.

    Ön Söz

    Son 25 yıldır analitik bir yolculuktayım. Bu süre zarfında, Freudyen ve Kleincı kişisel analizlerden geçtim; yolculuğum boyunca Bağımsızlar’ın orta alanında birkaç süpervizyon durağım oldu. Bu analitik yolculuk benim için zenginleştirici oldu ve olmaya devam ediyor. Her bir deneyim bana değerli birçok şey öğretti; aynı zamanda hem kendimle hem de psikanalizi bir terapi yöntemi, bir kurum ve bir meslek olarak ele alış biçimimle ilgili, bazıları rahatsız edici nitelikte pek çok soru doğurdu.

    Eğitimim sırasında kuramsal açıdan yaptığım analist ve süpervizör seçimlerim beni bir Kleincı yapıyor olabilir; ancak pratikte, onları hiçbir zaman Kleincı oldukları için seçmedim. Onları seçmemin nedeni, hastalarına karşı şefkatli olmaları, onları sevmem, iyi bir mizah anlayışına sahip olmaları ve kendi kendime has nedenlerle bana ilham vermeleriydi.

    Bu kitabı okurken, psikanaliz içerisindeki farklı gelenekleri yansıtan geniş bir düşünce yelpazesinden yararlandığımı fark edeceksiniz ve kendimi hangi analitik grupla özdeşleştirdiğim tam olarak belli olmayacaktır. Bunun nedeni, gerçekte hiçbir grupla kendimi özdeşleştirmememdir. Gruplar çoğu zaman kendi içine kapalı biçimde işleyerek, mesleğimizin araçları üzerine eleştirel düşünmeyi engelleyen yararsız varsayımları ve mitleri sürdürme eğilimindedir. Taraf tutma, bölme, ayrıcalıklı çocuk olma arzularımız, örgütsel yaşamlarımızda yeniden canlanır ve tekrar yaşanır. Bir gruba katılıp diğerini dışladığımızda, yalnızca kuramsal farklılıklar ya da bilimsel bulgular tarafından yönlendirilmiş olmayız; aynı zamanda, örneğin, rakibimizi daha az ayrıcalıklı bir gruba başarıyla itmiş olma fantezisini de yaşarız. Oysa ideal olarak, her türlü sosyal örgütlenmenin amacı, insan çeşitliliğinin mümkün olan en geniş biçimde teşvik edilmesi olmalıdır.

    Eğer bir “BİZ” varsa, bir de “ONLAR” vardır ve bu durum yalnızca psikanaliz için değil, genel olarak tüm psikolojik terapi dünyası için geçerlidir; diğer hiçbir tür sosyal yapılanmadan farkı yoktur: Hepimiz kendi dünya görüşümüzü ve ona uygun terapötik yaklaşımı destekleme konusunda çeşitli çıkar ilişkilerine sahibiz. Ben de öyleyim. Hatta merak ediyorsanız, başkalarıyla ilişki kurarken kendi öznel bakış açımıza sahip olmanın -yani kendi görüşümüze güvenle inanmanın- ruh sağlığımız açısından hayati önemde olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, mutlak bir görelilik [relativizm] savunucusu değilim. Joseph Schumpeter’in bilgece hatırlattığı gibi:

    “Kişinin kendi inançlarının görece geçerliliğini fark etmesi ve buna rağmen onlara sarsılmaz bir şekilde bağlı kalması, uygar bir insanı barbar olandan ayıran şeydir.” (Berlin, 1969’da alıntılanmıştır)

    Daha mutlak doğrulara, kesinliğe duyulan özlem, Isaiah Berlin’in (1969) belirttiği gibi, “derin ve tedavi edilemez bir metafizik ihtiyacın” yansımasıdır; ancak bu ihtiyacın kişinin pratiğini belirlemesine izin vermek, aynı derecede derin ama daha tehlikeli bir ahlaki ve politik olgunlaşmamışlığın göstergesidir.

    Sonuçta, herkesin nihai sözcük dağarcığının farklı olması önemli değildir (Rorty, 1989). Aynılığa ulaşmak, çabalamamız gereken şey değildir; yeter ki herkesin, hem kendi inanç sistemleriyle hem de başkalarının inanç sistemleriyle ilişki kurmanın arzu edilirliğini ifade edebileceği kadar örtüşen sözcüğü olsun.

    Gerçekten de psikanalizin birkaç farklı versiyonu vardır. Bu kitapta bazı bölümlere zaman zaman farklı bakış açılarından yaklaştım; psikanaliz içindeki farklı kuramsal yönelimlerden elde edilen içgörüleri bir araya getirdim. Belki de bu beni bir çoğulcu [pluralist] ya da bir bütünleştirici [integrationist] yapar, ama bu terimlerin gerçekte ne anlama geldiğinden hiçbir zaman tam emin olamadım. Eğer bu terimler, insan zihnini ve terapi sürecini anlamanın birden çok yolu olduğunu düşündüğümü ifade ediyorsa, bu doğrudur. Eğer yalnızca tek bir psikanaliz ekolüyle özdeşleşmekte zorlandığımı anlatıyorsa, bu da doğrudur. Ve eğer hastayla çalışırken önemli olanın belirli bir kuramın öngördüğü yöntemlerden ziyade, o anda hastanın neye ihtiyaç duyduğuna göre yönlenen esnek bir yaklaşım olduğuna inandığımı ima ediyorsa, bu da doğrudur.

    Belki de çocukluğumun değişen kültürel manzaralarına uyum sağlamak için farklı diller öğrenmek zorunda kalan biri olarak, içimde yerleşik bir koşulluluk duygusu var ve bu da herhangi bir terapötik dili nihai olarak benimsememi engelliyor. Tartışma önemlidir. Farklılık dinamiktir ve bizi düşünmeye devam ettirir. Asıl tehlike, farklılığı bir teorinin ya da yaklaşımın diğerine üstünlüğünü haklı çıkarmak için kullanmaktır.

    The Dialogic Imagination adlı eserinde Bahktin (1981), diyalojizmin [dialogism] önemini savunur; ona göre bu, dil içindeki konumumuz tarafından zorunlu kılınır. Monolojizm [monologism], yalnızca tek bir dilin var olduğu yanılgısıdır. Diyalojizm ise herhangi bir dilin sınırlarını tanımak, deneyimin engin çoğulluğunu kucaklamak ve Bahktin’in “dillerin eleştirel karşılıklı etkileşimi” [the critical interanimation of languages] olarak adlandırdığı şeyin içinde kendimize bir yön ve yer bulmaktır. Kendi alanımızda bu “dillerin karşılıklı etkileşimini” çokça gördüğümüzü söyleyemem, ama ben psikanalize bu ruhla yaklaşıyorum.

    Bu Kitap Hakkında

    Bu kitap, büyük ölçüde psikanalizi klinik psikolog adaylarına ve farklı ruh sağlığı geçmişlerinden gelen diğer klinisyenlere öğretme deneyimimden ilham almıştır. Bu kişilerin çoğu psikanalize çok az bilgi ya da deneyimle yaklaşmakta, hatta pek çoğu daha önceki eğitimlerinden ya da yardımcı olmayan psikanalitik müdahalelere maruz kalmış olmalarından dolayı ona karşı eleştirel olmaya yatkın olmaktaydı. Bu kitapta ele aldığım konulara, büyük ölçüde bu kitleyi göz önünde bulundurarak yaklaşıyorum; yıllar içinde öğrencilerimin bana yönelttiği soruları ve dile getirdikleri eleştirileri hatırlayarak. Kitap, esas olarak psikanalitik terapi uygulamasına görece yeni olan ruh sağlığı alanındaki uzmanlar için pratik ve klinik bir metin olarak tasarlanmıştır. Bununla birlikte, okuyucunun ruh sağlığı mesleklerinden birinde temel bir arka plana, hastalarla klinik deneyime ve genel olarak psikoterapi ve/veya danışmanlık uygulamalarıyla belli bir aşinalığa sahip olduğunu varsayar.

    Bu kitap aynı zamanda, kamu sağlık sistemi içinde adli ve psikiyatrik alanlarda klinik psikolog olarak yürüttüğüm uygulamalı psikanalitik çalışmalarıma ve hastaları haftada 3–5 kez divanda gördüğüm bir psikanalist olarak deneyimlerime de dayanmaktadır. Benim görüşüme göre, psikanalitik çalışmayı tanımlayan şey her şeyden önce terapistin içsel çerçevesidir (Parsons, 2007); uygulamanın gerçekleştiği dışsal ortam ya da hastaya sunulan seans sıklığı değil. Psikanalitik çalışmayı ayırt edici kılan, terapistin aktarımı sistematik bir biçimde kullanmasıdır. Bu, terapistin aktarım deneyimine dayalı analitik bir duruşu sürdürmesini ve bu duruş aracılığıyla hastanın zihin durumunu anlamaya ve en verimli şekilde müdahale etmeye çalışmasını içerir (bkz. Bölüm 8). Psikanalizi öğretmek bana psikanalitik olarak eğitildiğimizde uygulamamızın ne kadar çok şeyin sorgulanmadan kabulüne dayandığını ve eğitim analistleriyle süpervizörlerle yaşanan kişisel analitik deneyimlerin ne kadar benzersiz olduğunu hatırlattı. Bu nedenle, psikanalize yeni başlayan birinin bu fikirleri kafa karıştırıcı bulması ve kuramları pratiğe dökmenin zor olduğunu düşünmesi şaşırtıcı değildir. Öğretmek gerçekten eğitici bir deneyimdir -özellikle de zaten psikanalize yatkın olanlara değil, yeni başlayanlara öğretiyorsak- çünkü bu süreçte sıkı sıkıya bağlı olduğumuz varsayımlarımızı yeniden gözden geçirmek zorunda kalırız. Bu bana, fazla değer atfedilen fikirlerin tehlikelerine karşı dikkatli olmayı öğretti, gerçi bu kitabı okurken benim de vazgeçmeye pek gönüllü olmadığım bazı fikirlere rastlayacağınızdan eminim.

    Bu kitaba başlamadan önce bir uyarıda bulunmakta fayda var -ben bir sentezleyiciyim [synthesiser]. Bu kitapta, çok sayıda mevcut psikanalitik kuram arasındaki ortak izlekleri öne çıkarmak adına özgüllükten ödün verdim; kuramsal kavramlardaki ince farklılıkları, daha genel ve birleştirici yaklaşımlarla takas ettim. Bu nedenle, eğer belirli metapsikolojilere ya da psikanalizin felsefi temellerine yönelik sofistike eleştiriler arıyorsanız, bu kitap sizi muhtemelen hayal kırıklığına uğratacaktır. Çünkü bu kitabın amacı bu değil. Aksine, çabalarım kendi klinik çalışmalarıma yol gösterici -fakat her zaman geçici- bir çerçeve geliştirmeye yöneliktir; bu çerçeve kuramsal bilgime ve kendi klinik pratiğimde “işe yarayan”lara dayanmaktadır.1 Bu amaçla, bir tek modelin ya da kuramın tüm analitik çalışmamı tatmin edici biçimde açıklayabildiğini henüz görmediğim için, birden fazla psikanalitik kuramdan yararlanıyorum.

    1Burada Sandler’ın (1983) faydalı, ancak zorlayıcı olan genel [public] ve şahsi [private] kuramlar ayrımını dikkate alıyorum. Sandler’a göre özel kuramlar, bilinç öncesidir ve klinik çalışmayla daha doğrudan ilişkilidir. Bu özel kuramların, bilinçli olarak benimsediğimiz kamusal kuramlardan mantıksal olarak türemediğini öne sürer.

    Bu kitapta, kendi “kişisel [private]” klinik kuramımı (Sandler, 1983) ve bunun teknik üzerindeki yansımalarını ifade etmeye odaklandım. Bazı bölümlerde, çalışmalarımı yönlendiren düşünceleri “uygulama ilkeleri” olarak özetliyorum. Bunlar hiçbir şekilde buyurucu ya da reçete sunucu kurallar olarak görülmemeli; yalnızca müdahalelerime nasıl yaklaştığımı açık hale getirme çabamı ve yıllar boyunca klinik süpervizörlerimden edindiğim teknik bilgileri paylaşma niyetimi yansıtır. Bu kitap, tüm bu deneyimleri bir araya getirerek kaçınılmaz olarak kişisel ve gelişmeye açık bir çalışma çerçevesi sunmaktadır. Bu nedenle, yaptıklarımın ya da burada yazdıklarımın ampirik olarak bütünüyle geçerli olduğunu iddia edemem; ancak, mümkün olduğunca pratiğimi aşina olduğum ampirik araştırmalara dayandırmaya çabaladım.

    Bu bir giriş kitabı olduğundan bölüm [chapter] değil de metin [text] olarak adlandırmayı tercih ediyorum -her bölümün sonunda, sunulan kavram ve fikirlerin daha derinlemesine incelenmesine yardımcı olacak bazı ek okuma önerilerinde bulundum. Eğer bu kitabı psikanalitik fikirlere dair çok az ön bilgiyle okuyorsanız, bölümleri sırayla okumanız muhtemelen daha faydalı olacaktır; çünkü her bölüm, bir önceki bölümde ele alınan kavramların anlaşılmasına dayanır.

    Bu kitapta, benimsediğim psikanalitik modele -yani nesne ilişkileri [object relational] modeline- dayalı olarak psikanalitik uygulamayla ilişkili temel psikanalitik kavramları özetleyeceğim. Bunu yaparken, bu modele uygun olduğunu düşündüğüm ve klinik çalışmalarıma belli bir tutarlılık kazandıran müdahalelerin büyük ölçüde ampirik olarak henüz doğrulanmadığının farkındayım. Ayrıca, bu müdahalelerin çok çeşitli psikanalitik kuramsal yönelimlerle de gerekçelendirilebileceğinin fazlasıyla bilincindeyim. Atıfta bulunacağım fikirlerin sahibi olduğumu iddia edemem, ancak bu fikirlerin uygulamama nasıl yön verdiği ve bu kitapta onları nasıl sunduğum konusunda sorumluluğu kabul ediyorum.

    Bu kitabı yazmaktaki açık hedeflerimden biri, psikanalitik terapinin karmaşık görünebilecek yapısından dolayı uzak duranları teşvik edecek, ulaşılabilir bir metin sunarak kamu sağlık hizmeti bağlamlarında psikanalitik çalışmaları teşvik etmektir. Bu kitap, psikanalitik uygulamayı anlaşılır kılmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken, bazı psikanalitik uygulayıcıların kitabı kavramları fazlasıyla basitleştirdiği ve uzun psikanalitik eğitimleri almaya niyeti ya da maddi imkânı olmayanlara öğretilebilecek psikanalitik “beceriler [skills]” varmış izlenimi verdiği gerekçesiyle eleştirebileceğini öngörüyorum.

    Kişinin kişisel analizinden geçme deneyimi, psikanalitik bir şekilde çalışmanın ne anlama geldiğinin temel bir yönüdür. Bu deneyim benzersizdir. Örneğin, bir başkasına bağımlı ya da kırılgan olmanın, güçlü yansıtmalara kapılmanın ya da başka biriyle özdeşim kurma arzusunun ne anlama geldiği yazıyla ya da derslerle öğretilemez. Kişisel analiz aracılığıyla gelişen bu tür bir kendilik bilgisi, başka bir kişinin bilinçdışını anlamak isteyen herkes için vazgeçilmezdir. Ancak psikanalizi kendilik bilgisine ulaşmanın tek yolu olarak görmek, onu idealleştirilmiş bir nesne haline getirmek olur. Eğitmen olarak yaptığım çalışmalarda, divana hiç uzanmamış bazı öğrencilerin sezgisel anlayışlarından tekrar tekrar etkilenmişimdir. Hastalarla yaptıkları çalışmalara dair anlatımları, eğitimdeki deneyimli bir terapistin anlatımlarıyla kolaylıkla karıştırılabilir. Bu bizi şaşırtmamalıdır. Sonuçta, Etchegoyen’in (1991) ironik bir biçimde belirttiği gibi, iyi bir analizden sonra eskisinden daha iyi oluruz, ama bu mutlaka başkalarından daha iyi olacağımız anlamına gelmez.

    Bana öyle geliyor ki, uzun bir kişisel analizden ya da eğitimden geçmemiş olan uygulayıcılar bile psikanalitik fikirlerden iyi bir şekilde faydalanabilirler. Ayrıca, psikanalitik becerilerin öğretilebilir olmadığı -ya da en azından yıllarca süren bir kişisel analiz olmadan güvenle kullanılabilecek beceriler olmadığı- yönündeki argüman, yakından incelendiğinde geçerliliğini yitirmektedir. Bu argüman aynı zamanda analitik fikirlerin ve uygulamanın daha geniş bir şekilde yaygınlaştırılmasını da kolaylaştırmaz.

    Psikanalitik eğitimler, öğrencilerin analitik çalışmayı bir tür osmoz [çeşitli gazların geçişmeleri / fikir veya etkilerin bilinçsizce özümsenmesi] yoluyla öğrendikleri yönünde örtük bir varsayıma dayanıyor gibi görünmektedir. Analitik çalışmanın birçok önemli yönünün yalnızca süpervizyon sırasında ya da kişisel analizimizdeki deneyim yoluyla öğrenilebileceği doğrudur. Ancak bu öğrenme yöntemi, neden ne yaptığımızı açıkça ifade etmeyi teşvik etmez ve psikanalitik eğitim almayan klinisyenlere de ulaşmaz. Psikanalitik fikirleri ve bunların uygulamalarını daha erişilebilir kılmak için, terimlerimizi işlevselleştirmemiz ve terapide ne yaptığımızı açıkça ifade etmemiz gerekir; bunu yapmak yerine, psikanalitik becerilerin asgari dört yıllık eğitim olmadan öğretilemeyeceğini ileri sürerek bu zorluğu bertaraf etmeye çalışmak yeterli değildir. Bununla birlikte, bu şekilde konuşarak bazı kişiler için psikanalitik terapinin bilişsel davranışçı terapiye, yani beceri kılavuzlarına dayalı bir yaklaşıma benzemesi gerektiğini söylemiş olabilirim. Her ne kadar terapötik ilişkinin asla kılavuzlaştırılmış bir yaklaşıma indirgenemeyeceğine inansam da, terapide ne yaptığımızı tanımlamaya çalışan –ne kadar kusurlu olsalar da– yaklaşımlardan çok şey öğrenilebilir. Bu sayede psişik değişimi kolaylaştıran etkenleri daha sofistike biçimde anlayabiliriz.

    İlk bölümde, bu kitabın ilk baskısını 2003 yılında yazmamdan bu yana Ulusal Sağlık Servisi’nde (NHS) geliştirilmesine ve uygulanmasına katkıda bulunduğum, kılavuzlaştırılmış 16 seanslık bir psikanalitik müdahale olan Dinamik Kişilerarası Terapi’nin – (DIT) [Dynamic Interpersonal Therapy – DKT] gelişimini özetliyorum (Lemma, Target, & Fonagy, 2011). Bu süreç benim için oldukça şekillendirici bir deneyim oldu. Yaptığımız şeyi işlevselleştirmenin [operationalising] önemine ve psikanalitik ilke ve tekniklerle yönlendirilen zaman sınırlı bir çerçevede insanların ne denli anlamlı değişimler yaşayabileceğine dair çok şey öğretti bana.

    Analitik eğitimin, hastalarla yoğun çalışmalara hazırlayan bir sürecin, birkaç seminerle ya da bu kitabı okuyarak ikame edilebileceğini veya kısa süreli terapilerin uzun süreli terapilere üstün olduğunu öne sürmediğimi açıkça belirtmek isterim. Ancak, kamu sağlık hizmeti bağlamında analitik uygulamanın temelini oluşturan haftada bir görüşmeli terapötik çalışmanın önemine inanıyorum. Bu tür çalışmaların büyük bir kısmı, psikanalitik terapi konusunda resmi eğitimi olmayan ya da sınırlı eğitimi olan ve bu çalışmaları çoğunlukla doktorlar ya da psikologlar gibi kişilerin süpervizyonu altında yürüten, deneyimsiz klinisyenler tarafından gerçekleştirilir. Bu çalışmalar son derece değerlidir ve analitik eğitim almış kişilerin, psikanalitik pratiğin öğretimine daha farklı bir yaklaşımla yaklaşmalarını, uygulamayı yönlendiren örtük kuralları daha net bir şekilde tanımlamalarını ve çoğunlukla bu kuralların araştırma kanıtlarına dayanmadığını, daha çok bazılarına hitap eden ve diğerlerine etmeyen terapötik tarzları yansıttığını açıkça ifade etmelerini gerektirir.

    Kamu sağlık hizmeti bağlamında daha fazla hastanın psikanalizden elde edilebilecek zengin içgörülerden faydalanabilmesi için, bu hizmet ortamlarında çalışan ve doğrudan hizmet sunumunun ön safında yer alan kişilere psikanalizi daha erişilebilir kılmanın yollarını bulmamız gerekir. Elbette, bu kişilerin yoğun bir terapi sürecini yürütecek donanıma sahip olmaları beklenmez. Psikanalitik becerilerin onlara öğretilmesinin amacı da bu değildir. Amaç, bilinçdışı zihne [unconscious mind] dair bir anlayış kazandırmak ve terapistin bu anlayışı, hastanın ruhsal acısını [psychic pain] hafifletmesine yardımcı olacak araçlara dönüştürebilmesini sağlayan bazı teknikleri öğretmektir. Umuyorum ki bu kitap, bu amaca bir nebze olsun katkıda bulunabilir.

    Psikanalitik kuram ve tekniklerin kısa süreli bir terapi sunmak amacıyla uygulanması, kimi zaman yanlış bir şekilde psikanalizin seyreltilmesiyle eşdeğer tutulur ve bu nedenle, gerçek psikanalitik olarak değerlendirilmez -sözde “asıl şeyin [real thing]” gayrimeşru bir uzantısı olarak görülür. Bu tür uyarlamalar, psikanalizin, başka kuramsal yaklaşımların, düşünme biçimlerinin ve uygulama yollarının müdahalesiyle zarar göreceğine dair bir kuşku uyandırıyor gibi görünür. Bütünleştirme ve uyarlama gelişim olarak sunulabilir, ancak yıkıma uğratma olarak deneyimlenebilir. (Lemma & Johnston, 2010).

    Psikanalizin “altın”ını korumak, psikanalitik hareketin ilk zamanlarında temel hedeflerden biriydi (Kirsner, 1990) ve bu düşünce, günümüzde psikanaliz ve onun kamu sektöründeki uygulamalarına dair tartışmalarda tamamen ortadan kalkmış değildir. Kısa süreli bir müdahalenin geliştirilmesi, bazen uzun süreli psikanalizin tabutuna çakılan bir başka çivi olarak görülür; çünkü kısa süreli seçeneğin varlığı, her zaman daha uzun süreli ve daha pahalı olan seçeneğin yerine tercih edileceği yönünde bir korkuya yol açar. Kamu sağlığı alanında maliyetler, zaman zaman karar verme süreçlerini olumsuz biçimde yönlendirebilmektedir.

    Psikanalizin kamu ruh sağlığına yapabileceği paha biçilmez katkıyı yaşatmak ve modern bir sağlık sistemi ekonomisi içinde hak ettiği yeri alabilmesini sağlamak için, günümüzde yardım arayan hastaların çeşitli ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde uyum sağlaması ve gelişmesi hayati önem taşımaktadır (Lemma & Patrick, 2010). Bu, psikanalizi “sulandırmak”la ilgili değil; aksine, gelişimle ilgilidir -ki gelişim de kaçınılmaz olarak değişimi ve dolayısıyla bir tür kaybı beraberinde getirir. Bu uyum sağlama ve değişim sürecine katılmamak, psikanalizi giderek daha da marjinalleştirmekten başka bir işe yaramaz; özellikle de psikanalitik müdahalelere karşı artık açıkça daha elverişsiz hale gelen dış ortamda.

    Terimlerin Kullanımı ve Klinik Vinyetler Üzerine

    Anlaşılabilirlik adına, hasta için “o (erkek)”, terapist için “o (kadın)” ve bebek ile çocuk için “o (kadın)” zamirlerini kullanmayı tercih ettim (aksi belirtilmedikçe). “Psikanalitik psikoterapi”ye, diğer terapi türlerinden veya yoğun psikanalizden bir tedavi yöntemi olarak özellikle ayırt edilmediği sürece, yalnızca “terapi” olarak bahsedeceğim. Ayrıca “psikanalitik” ve “analitik” terimlerini birbirinin yerine kullanacağım.

    Bu kitapta, klinik kavramları somutlaştırmak amacıyla vaka örneklerinden yararlandım. Gizliliği korumak adına, birden fazla hastayı birleştirerek oluşturduğum bileşik vaka çalışmaları kullandım. Bu, örneklerde aktardığım müdahalelerin bir ölçüde kurmaca olduğunu, vaka anlatılarını oluştururken hasta-terapist ilişkisinin gizliliğini ihlal etme riskini en aza indirme kaygısıyla sınırlandığını ifade eder. Sonuç, hiçbir zaman “gerçek” klinik materyaller kadar inandırıcı ya da çağrışımsal bağlantılar açısından zengin olmaz; ancak deneyimlerime göre, hastalardan yazılı materyal için izin istemek çoğu zaman terapiye bir müdahale anlamına geldiğinden ve bu müdahaleden kaçınmak istediğim için bu yolu tercih ettim. Bununla birlikte, birkaç istisna dışında -8. Bölüm’de ve Sonuç Bölümü’nde- bazı hastalar doğrudan alıntılanmış materyalin yayımlanmasına izin verdi.

    Vinyetleri ve yorumlarımı okurken, gerçekte analitik çalışmada bir yoruma ulaşmanın saatler sürebilecek bir süreç olduğunu ve burada birkaç sayfaya sıkıştırıldığını aklınızda bulundurmanız faydalı olacaktır. Analitik çalışmak, hem kendi içimizde hem de hasta ile birlikte anlamlandıramadığımız dönemlerle mücadele etmeyi, ne şekilde müdahale edileceğini bilemediğimiz anları içerir. Bu tür bir belirsizlik ve analitik çalışmanın emek isteyen doğası, bu tür bir ders kitabında yeniden üretmesi güç olan unsurlardır.

  • Psikodinamik Terapinin Genel Yapısı (8. Bölüm)

    Giriş

    Psikodinamik psikoterapinin dikkat çekici ama aynı zamanda huzursuzluk verici özelliklerinden biri, sürecinin katı bir biçimde önceden belirlenmemiş olmasıdır. Terapi sırasında hem terapistin hem de hastanın önceden ön göremeyeceği şeyler ortaya çıkabilir. Terapinin hangi odakla ilerleyeceği ve her bir hasta için hangi terapötik yaklaşımların daha yararlı olacağı, süreç içinde keşfedilir. Bu durum, yönlendirme yapılamayacağı veya terapinin yapısının olmadığı anlamına gelmez. 7. Bölüm‘deki satranç analojisini sürdürmemiz mümkündür; burada da oyunun yapısal sınırları içinde olmakla birlikte, gelecekteki hamleler açısından sayısız olasılık söz konusudur. Tüm bu çeşitliliğe rağmen, oyunu yönlendiren bazı rehberler mevcuttur ve bu rehberler genellikle oyunu açılış, orta oyun ve oyun sonu dinamikleri çerçevesinde organize eder. Psikoterapide de benzer biçimde, terapötik sürecin izleyebileceği birçok yol vardır; ancak yine de bu sürece dair rehberlik sunmak ve izleyebileceği genel evreleri ana hatlarıyla belirtmek mümkündür. Bu bölümde, terapi sürecine ilk kez başlayan klinisyenlere bir yönelim sağlamayı amaçlıyoruz. Kuram ile tekniği bütünleştirerek, terapötik sürecin zaman içinde nasıl gelişebileceğini boylamsal bir bakış açısı ile sunuyoruz.

    Süre-sınırlı [time-limited] terapiler için kaba bir rehber olarak, erken, orta ve geç evreler genellikle tüm sürecin yaklaşık üçte birini oluşturur. Bu bölüm, terapinin farklı aşamalarında olası biçimde ortaya çıkabilecek konu ve görevler hakkında genel bir rehberlik sunar; ancak bazı önemli netleştirmeler gereklidir. Terapi evreleri, bir tiyatro oyunundaki perdeler gibi açık sınırlarla ayrılmaktan ziyade, birbiri içinde geçiş yapma eğilimindedir. Ayrıca, belirli bir evreyle özdeşleştirilen bir konu, sürecin herhangi bir anında ortaya çıkabilir. Örneğin, hastanın terapistten ayrılmasına dair kaygıları son dönem başlığı altında açıklanır; ancak gerçekte bu kaygılar sürecin herhangi bir aşamasında kendini gösterebilir. Ayrıca bazı hastalar, güçlü savunma yapıları veya hayatlarındaki istikrarsızlıklar nedeniyle, çalışmanın büyük bir kısmında ya da tamamında erken evrede takılı kalabilirler ve orta evreye özgü olan ‘derinlemesine çalışma [working through]’ sürecine henüz hazır olmayabilirler.

    Süre sınırlı terapi ile açık-uçlu [open-ended] terapi arasında hem farklar hem de benzerlikler bulunur. Süre sınırlı terapide, özellikle altı aydan kısa süren uygulamalarda, terapistin seans sayısının farkında olarak daha yapılandırılmış ilerlemesi gerekir. Açık uçlu terapilerde ise sürecin organik biçimde gelişmesine izin verecek daha fazla zaman ve alan vardır. Ancak bu, kısa terapide spontaniteye yer olmadığını göstermez -bu fark, yalnızca bir derece meselesidir. Kamu destekli zaman sınırı olmayan terapilerde (yani hastanın ücret ödemediği durumlarda), hasta bazen sorunlarıyla yüzleşmekten kaçınmak için seansları kaçırabilir. O’Neill’e göre bu durum, hastanın bilinçdışı düzeyde terapinin gerçekten sınırsız mı yoksa zaman ve değerle sınırlı mı olduğunu test etme girişimi olabilir.[1] Terapist bu durumu ele almalı ve Freud’un deyimiyle, terapinin ‘bitmez tükenmez bir sürece [interminable]’ dönüşmesini engellemelidir. Bu özel dinamik, terapide açıkça ifade edilip yeterince çalışıldığında, hasta için dengeleyici olabilir ve ‘tedaviye katılım düzeyinde yeni bir ciddiyet’ ortaya çıkabilir.Bu bölümde esas olarak, genellikle haftalık seanslar halinde 6 ila 18 ay süren süre-sınırlı terapilere odaklanılacaktır. Bu, özellikle kamu hizmetlerinde çalışan veya kariyerinin başındaki terapistler için en yaygın uygulama biçimidir.

    Terapinin genel akışına dair şematik bir görünüm Şekil 1’de sunulmuştur. Gerçekte ise, terapi bu kadar düzenli değildir; örneğin, bazı hastalar terapiyi planlanandan erken bırakabilirler. Leiper & Maltby’ye göre bu tür sadeleştirilmiş bir modeli hayal etmenin amacı, ‘sürecin ortasındayken bütünü görebilmeyi kolaylaştırmak’tır.[2]

    Terapötik değişim süreci Freud tarafından ‘hatırlama [remembering]’, ‘tekrarlama [repeating]’ ve ardından ‘derinlemesine çalışma [working through]’ biçiminde özetlenmiştir. İlk seanslarda terapistin başlıca görevleri, terapötik çerçeveyi [therapeutic frame] oluşturmak (Bkz. Bölüm 5), bir ‘çalışma ittifakı [working alliance]’ geliştirmek ve hastanın yaşamına, iç dünyasına merak ve ilgiyle yaklaşmaktır. Terapötik ittifak (ya da çalışma ittifakı), hasta ve terapist arasında güvene dayalı, iş birliğine açık ve sağlam bir ilişki boyutudur -bu konu aşağıda ‘Terapötik İttifak Geliştirme’ başlığı altında ayrıntılı şekilde ele alınacaktır. Erken evrede bazı hastalar başlangıçta semptomlarının hafiflediğini hissedebilirler (bu durum bazen ‘katarsis [catharsis]’ olarak da adlandırılır); hasta, yaşadığı temel zorlukları kelimelere dökmeye başladığında bir umut duygusu gelişebilir (‘hatırlama’) ve yaşadıklarına dair daha net bir anlayış oluşabilir. Orta evrede -‘tekrarlama’ ve ‘derinlemesine çalışma’ aşamalarıyla karakterize edilen dönemde- terapi canlanabilir. Geçmişteki örüntüler yeniden yüzeye çıkar ve hasta ile terapist, yerleşik savunma düzeneklerine ve ilişki biçimlerine yönelik güçlü bağları birlikte anlamaya ve keşfetmeye çalışırlar. Son evre, orta evrede ortaya çıkan meselelerin daha da netleştiği verimli bir dönem olabilir. Bu aşamada terapistten ayrılma süreci ve bu sürece dair çeşitli görevler -örneğin terapinin sınırlarının kabul edilmesi- ele alınır. Son olarak, terapi sonrasında hastalar, terapi sürecinde değişime uğramış temel zihinsel yapılarının (örneğin kendiliğini ve ötekini deneyimleme biçimlerinin ve bunlara bağlı savunmaların) gündelik yaşamlarına ve ilişkilerine yansıdığını fark edebilirler.

    Figür 8.1: Psikodinamik psikoterapinin idealize edilmiş seyri. Grafiğin altındaki ifadeler, terapinin çeşitli evrelerinde yaygın olarak gözlenen süreçleri ve fenomenleri göstermektedir. Bu süreçler, hasta ile terapist arasındaki özgül etkileşimleri yansıtır (örneğin, derinlemesine çalışma ya da ortaya çıkan aktarımın [transference] ele alınması gibi). Vurgu açısından bakıldığında, bu süreçlerin bazıları daha çok terapistin etkinliğine işaret eder (örneğin, yorumlama [interpretation]), bazıları ise daha çok hastaya ilişkin süreçleri yansıtır (örneğin, terapi sonrasında kendi kendini analiz etme [self-analysis]). Leiper ve ark. 2004[2] ile Wolberg 1977[3] kaynaklarından SAGE ve Elsevier’in izniyle uyarlanmıştır. Telif hakkı © SAGE (2004), Elsevier (1977)

    Erken Dönem

    Erken dönem genellikle ‘hatırlama’ ile ilgilidir. Dinleyen ve alıcı bir terapistle kurulan etkileşimler aracılığıyla, hasta şimdiye dek farkında olmadığı kendisine, geçmişine ve başkalarıyla olan ilişkilerine dair yönlerini zihnine getirebilir ve söze dökebilir. Bu durum, birçok hastanın terapinin erken döneminde bir miktar rahatlama ve iyileşme hissettiği gözlemini açıklayabilir.[2] Terapinin erken dönemine dair bu seksiyon, terapötik çerçevenin oluşturulmasına ilişkin 5. Bölüm ve teknikte kullanılan temel yaklaşımların ve ‘analitik tutum’un [analytic attitude] ele alındığı 7. Bölüm ile birlikte okunabilir. Bu bölümde terapinin erken evresine dair üç önemli noktaya odaklanılacaktır: terapötik ittifakın geliştirilmesi, dikkatli (etkin) dinleme, psikodinamik bir formülasyonun oluşturulması.

    Terapötik İttifakın Geliştirilmesi

    Terapötik ittifak, Zetzel tarafından şöyle tanımlanmıştır: ‘Aktarım nevrozunda yeniden canlanan çatışmalar, rahatsız edici arzular ve fantezileri bilincin yüzeyine yaklaştırdığında bile, hastanın psikanalitik göreve karşı temelde olumlu bir tutumunu sürdürmesini sağlayacak tutarlı, istikrarlı ilişki.’[4] Freud, hastanın kendini başka bir kişiyi gözlemler gibi gözlemlemesi gerektiğini ve bunun terapinin başarılı olması için bir zorunluluk olduğunu savunmuştur. Bu olgu da terapötik ittifakın bir yönü olarak görülebilir. Terapötik ittifakın kalitesi, iyi bir teröpatik sonucun güçlü bir göstergesidir.[4]

    Bazı kişiler terapiye, psişelerindeki istenmeyen yönlerden bir şekilde kurtulabilecekleri ya da onları ‘kesip atabilecekleri’ düşüncesiyle gelirler. Bu, gelişimsel olarak kaygıyla ‘arkaik’ bir başa çıkma biçimidir. Bu hem mümkün değildir hem de bu düşünce sürdürülürse kişinin kendisini daha kötü hissetmesine yol açabilir. Çünkü zihinlerinin istenmeyen yönlerinin altında yatan temel ihtiyaçlar ele alınmamış olur. Dahası, kişinin kendinden bazı parçaları atmaya yönelik içsel dinamiği, kendine yönelik hoşnutsuzluk ve istenmeyen olma hissi yaratabilir. Bu tür hastalarla çalışırken terapist, bu rahatsız edici deneyimleri ortadan kaldırmak yerine kapsayarak [containment] anlamaya çalışır. Terapist, özellikle hastanın gözlemleyen yönüyle bir ittifak kurmaya çalışarak bu zorlayıcı deneyimleri birlikte anlamlandırmayı hedefler.

    Terapist; ulaşılabilirliği, ilgisi, güvenilirliği ve sıcaklığı ile terapötik ittifakı geliştirir. Bu nitelikler her türlü terapötik çalışmanın temelini oluşturur. Ayrıca terapist, empatik ve yargılayıcı olmayan yaklaşımıyla destek hissini iletir. Sağlıklı bir terapötik ittifak, hasta ve terapistin birlikte çalışmasına olanak tanır ve ilişkinin, tedavi sırasında ortaya çıkabilecek yoğun ve çoğu zaman olumsuz duygulara rağmen sürdürülebilmesini sağlar.[6] Yaygın bir görüş, aktarım üzerinde çalışmak gibi daha yorumlayıcı tekniklerin hasta için faydalı olabilmesi için öncelikle iyi bir terapötik ittifakın var olması gerektiğidir.[5] Ancak yakın tarihli bir araştırma, aktarım üzerinde çalışmanın (Bkz. Kutu 3.2, Bölüm 3), hassas ve becerikli bir biçimde yapıldığında, terapötik ittifakta zorluklar olduğunda bile en fazla yararı sağlayabileceğini öne sürmektedir – belki de bu durumlarda olumsuz aktarım, hastaya gerçek gibi gelir ve soyut değildir.[7] (Ayrıca bkz. Høglend 2004[8] ve 7. Bölüm -terapötik ittifak ve aktarımda çalışma üzerine ek tartışmalar.)

    Bazı hastalarla terapötik ittifak kolaylıkla kurulabilir. Ancak, iç dünyasında iyi bir  figür bulunmayan bir kişiyle çalışırken (yani kişinin başkalarının ya da kendisinin iyi yönleri olabileceğine dair bir algısı yoksa) bu süreç daha uzun sürebilir ve çok daha fazla dikkat gerektirebilir. Bu kitabın temel savlarından biri, terapistin her hastaya yaklaşımını bireysel olarak uyarlaması gerektiğidir; ancak bu yapılırken psikodinamik kuramın ve uygulamanın temel ilkeleri korunmalıdır. Özellikle terapist, hastanın işlev gördüğü gelişimsel düzeyi (veya düzeyleri) dikkate almalıdır (Bkz. Bölüm 9, ‘İç Dünyanın Organizasyonu’ başlığı). Daha nevrotik bir gelişimsel organizasyona sahip hastalarla daha sakin, ‘açığa çıkarıcı [uncovering]’ bir stil uygundur.[6] Bu, sınırda (borderline) gelişim düzeyinde işlev gören kişilerle yapılan çalışmalardan farklıdır; bu tür durumlarda duygusal yoğunluk her iki taraf için de yüksek olabilir. Bu tür durumlarda, terapistin hızlı düşünebilmesi, zihinsel durumlara dair iletişiminde şeffaf olması, hastanın duygusal tepkilerine karşı duyarlı yanıtlar verebilmesi ve hastanın zihinsel durumu ile kendi zihinsel durumu arasındaki sınırı net bir şekilde belirlemesi gerekir (bkz. Bölüm 13). Psikotik gelişimsel organizasyona sahip kişilerle psikodinamik çalışmalar, bazı teknik uyarlamalarla ve dış çevreden yeterli destek sağlandığında deneyimli klinisyenler tarafından yürütülebilir. İlgilenen okuyucular McWilliams[6] ve Lucas[9]’a yönlendirilir. (Not: Psikodinamik anlamda ‘psikotik [psychotic]’ terimi, psikiyatrik kullanımından biraz farklıdır -açıklama için bkz. Bölüm 9)

    Seans içi süreci keşfetmek, terapötik ittifakı derinleştirmenin önemli bir yoludur. Bu, terapistin hastanın duygusal durumundaki değişiklikleri doğrudan gözlem ve karşıaktarım deneyimleri yoluyla fark etmesini ve bunlara duyarlı bir şekilde yorum getirmesini içerir. Örneğin:

    – ‘Bir dakika önce duygunun x’ten y’ye nasıl değiştiğinizi fark ettiniz mi? O sırada ne oluyordu?’

    – ‘… hakkında konuşurken gözleriniz doldu gibi görünüyordu.’

    – ‘Gerçekten ciddi şeylerden bahsettiğimizin farkındayım. Ama sanki çok hafif bir şeyden konuşuyormuşuz gibi… Bu sizin için nasıl bir his?’

    Bu durum yalnızca hastanın gerçekten dinlenildiğini hissetmesiyle birlikte terapötik ilişkinin derinleşmesini kolaylaştırmakla kalmaz; aynı zamanda duygulanımdaki bu ince değişimler, çoğu zaman hastanın yüzeyin altında yaşadığı bir sürece işaret eder. Bu tür ince duygusal değişimlere dikkat göstermek, hastanın kendi içsel işleyişine yönelik ilgisini ve farkındalığını artırmaya yardımcı olabilir.

    Terapist ayrıca hastanın terapistle birlikte olduğu anda deneyimlediği ‘burada ve şimdi’ durumuna da ilgi gösterir:

    – ‘Benimle bunları konuşmak nasıl bir his?’

    – ‘Daha önce kendinizi kötü hissettiğiniz şeyleri bana anlatırken endişelendiğinizi söylediniz… Peki aslında nasıl bir deneyim bu?’

    Bu aşamada amaç mutlaka aktarımın yorumlanması değil, hastanın öznel deneyimine ilgi göstermek ve açık ifade ile diyalogu teşvik etmektir.

    Bazı yaklaşımlar terapötik ittifakın gelişimine engel olabilir (Bkz. Kutu 8.1).

    Kutu 8.1’de belirtilen noktalar, ya aşırı soğuk ve katı bir analitik tutum benimsemeyle ya da bunun tam tersi olarak, terapistin yeterince yapı kazandırmaması ve sınır koymaması sorunuyla ilişkilendirilebilir (bkz. ayrıca Kutu 8.2).

    Kutu 8.1 Terapötik ittifakın gelişimini engelleyebilecek terapist yaklaşımları (Ackerman ve ark., 2001[10])

    Esnek olmamak

    Seansı yapılandıramamak

    Seansı aşırı yapılandırmak

    Uygunsuz kendini açma

    Uygunsuz sessizlik kullanımı

    Israrcı aktarım yorumları

    Yüzeysel müdahaleler

    Kutu 8.2 Terapistin tavrı

    İdeal bakım sağlamaya çalışan bir terapist, hastanın deneyiminde er ya da geç karşı kutba düşebilir; çünkü ideal bir pozisyon sürdürülemez ve deneyimler ‘iyi’ ve ‘kötü’ olarak kutuplaşır. Ayrıca, kişisel nedenlerle tamamen ‘iyi’ olarak algılanan bir terapist, hastaların getirdiği ilişkisel dinamikleri (örneğin, başkalarının yokluğu, korkutuculuğu, saldırganlığı gibi beklentiler) tanımalarını, ifade etmelerini ve işlemelerini zorlaştırabilir. Terapist aceleyle ‘Hayır, bu ben değilim’ demeye kalkarsa, burada ve şimdi bu dinamiklerin nasıl canlı olduğunu düşünme [reflect] kapısını kapatır. Aslında, terapist negatif aktarımı ‘Ben iyiyim’ diyerek reddederse, hasta kendini kabul edilmemiş hissedebilir; çünkü terapist deneyimi reddetmektedir. 

    Terapistin aşırı soğuk olması da kolaylıkla diğer uçta bir hata olarak ortaya çıkabilir. Daha 1935 yılında Suttie, Freud’u terapötik ilişkide ‘şefkate karşı bir tabu’ geliştirmekle eleştirmiştir; terapistin kaygılarının, aşırı pasif ve mesafeli bir teknik benimsemesine yol açtığını ileri sürmüştür.[11]

    Bizim görüşümüze ve pratiğimize göre, terapistin tavrı bir uçta ya da diğerinde değil, tutarlı ve görece sıcak bir yaklaşımdır. Tabii ki, aktarım nedeniyle terapist her zaman böyle algılanmayabilir. Terapi ilerledikçe ve yansıtmalar işlendiğinde, hasta bunları ‘geri alabildiğinde’, terapist hakkında daha gerçekçi bir resim oluşabilir -bu klasik olarak ‘aktarım nevrozunun çözülmesi [resolution of the transference neurosis]’ olarak adlandırılır. Terapistin tek bir sabit tavrı yoktur; dışa dönük hareketlilik, şeffaflık ve destek derecesi, her hasta için en faydalı olacak şekilde uyarlanır (bkz. önceki ‘Terapötik İttifakın Geliştirilmesi’ başlığı ve hastanın gelişim düzeyine göre terapist stilindeki uyarlamalar).

    Terapistte umutsuzca bir ideali arayan hastalar için, bu ideale karşılık vermeye çalışmaktansa, uzun vadede daha faydalı olabilecek şey; tümüyle kusursuz değil, nazik [benign] ve tutarlı bir terapisttir. Böyle bir terapist, idealin inkâr edilmeden yasının tutulabileceği ve yeni ama yeterince iyi [good-enough] varoluş biçimlerinin keşfedilebileceği bir ilişki sunar.

    Yakın Dinleme

    Psikodinamik terapide hastalar ne buluyor? Her terapi sürecinin başlangıcı, hasta ve terapisti için bir keşif yolculuğudur. Terapist spontanlık ve şaşırabilme kapasitesini hedeflemeli ve her hastanın bireyselliğini kabul eden saygılı bir duruş geliştirmelidir. Terapist, hastanın söylediklerini derinleştirmesini teşvik eder; altta yatan duygulara karşı meraklıdır; hastaya, hastanın söz ettiği kişiler hakkında ve onlara karşı ne hissettiği konusunda sorular yöneltir; ayrıca hastanın kendisiyle olan ilişkilenme biçimiyle de ilgilenir.

    Bu yaklaşım, hastaya dikkatle dinlenilme deneyimi sunar (Ogden, 1992).[12] Sonuç olarak, hasta daha önce fark edilmeyen ve olağan kabul edilen ilişki kurma kalıplarını, belki de ilk kez, sorgulamaya başlayabilir.

    Terapist, hastanın yalnızca sözlerine değil, bunların nasıl söylendiğine de ilgi gösterir: ortaya çıkan temalara ve hangi içeriklerin bir arada veya ayrık kaldığına; seansın çeşitli ruh hallerine ve tonlarına; hastanın sözleri ile duyguları arasındaki uyuma ya da çelişkiye (örneğin, hasta kendini iyi hissettiğini söylerken ses tonunun hüzünlü ve beden dilinin düşük olması gibi).

    Paralel olarak, terapist, aktarım ilişkisi doğasına ve kendi içinde (karşıaktarımda) hissettiklerine ve tepkilerine de dikkat eder. Michael Parsons, terapistin hem dışa hem de içe yönelik dinleme sürecini, şiir okuma sürecine benzetir.[13] Bu benzetme müziğe de uzanabilir: notaları dinleriz, ancak aynı zamanda onlardan etkileniriz. Bir şarkının anlamını kavrayabilmek için her iki kaynağa da ihtiyaç vardır. Terapist ayrıca şu gözlemlerde bulunabilir:

    – Hakkında konuşulmayanlar. Örneğin, terapist altıncı seansta hastanın babası hakkında tek kelime etmediğini fark edebilir; bu yokluk, ilerleyen süreçte çok anlamlı ve önemli çıkabilir.

    – Hasta için o kadar sıradan ve önemsiz görünen şeyler, terapist açısından olağanüstü ve anlamlı olabilir.

    Bu kulağa çok karmaşık gelebilir ve öyledir! Bu tür bir dinleme gerçekten yoğun bir odaklanma gerektirir; ancak, bir müzisyen ya da sporcunun aşırı gerildiğinde yapamadığı gibi, biz de çok fazla zorlanırsak ‘oynayamayız’ (yani, dinleyip yanıt verip hastaya açık olamayız). Bu nedenle, tıpkı önceden çalışıp pratik yapan ama performans anında pratikten kendini soyutlayarak anda olan bir müzisyen veya sporcu gibi, terapist de hastaya yönlendirilmiş dikkati, sürprizlere açık, alıcı bir zihin haliyle birleştirmeye çalışır.

    Empatik yaklaşım, hastanın deneyimine sürekli ilgi gösterme ve anlama isteğini ortaya koyma sürecidir. Bu süreç, hastanın tekrarlayan duygu ve davranış kalıplarını keşfetmeyi ve bunların nasıl ve neden ortaya çıktığını anlamayı içerir. Günümüzde ‘bozuk’ olarak görünen varoluş biçimleri, bir zamanlar bir tür düzen sağlamış olabilir (bkz. Bölüm 2, ‘Dünyayı Bulduğumuz Gibi Kabul Etmek’ başlığı).

    Bu evrede, farklı derecelerde olmak üzere, hastanın deneyimi sadece konuşmak ve terapist tarafından dinlenilmekten öteye geçer. Psikodinamik alanın sağladığı ortam ve terapistin kapsayıcı yanıtları sayesinde, hasta da giderek kendini dinleme yeteneği geliştirebilir.

    Bir Formülasyonun Ortaya Çıkması

    Hastanın terapistle kurduğu ilişkinin niteliği ve terapistin karşıaktarımı, hastanın içsel dünyası ve ilişki örüntüleri hakkında önemli bilgiler sunar. Bu süreçte, genellikle hastanın problemlerinin temelinde yatan içsel ilişkiler, çatışmalar, ilişkili duygular ve savunmalar hakkında bir tablo (ya da formülasyon) ortaya çıkar. Geçmiş ve şimdiki dinamiklerin anlaşılması, hastaya yön bulmasında yardımcı olabilecek bir harita sunar; kişi nereden geldiğini, nereye gitmek istediğini ve neden tekrar tekrar kaybolduğunu bu sayede keşfedebilir.

    Bölüm 4’te tartışıldığı üzere, nörobilimsel açıdan bakıldığında kişilerarası ilişki örüntüleri kısmen işlemsel (prosedürel) bellekten türemektedir (yani ‘bir şeyin nasıl yapılacağını’ içeren bellek türü). İşlemsel bellekteki anılar ‘öğrenilmesi zor, unutulması da zor’ türdendir.[14] Bu nedenle, psikodinamik yaklaşım, ortaya çıkan formülasyonu fark edebilmek için bol zaman ve tekrarlayan fırsatlar tanımaya büyük önem verir. Ayrıca, işlemsel anılar doğrudan bilinç düzeyine getirilemez; ancak kişilerarası davranışlarımızın dikkatli gözlemlenmesi yoluyla, ilişkilenme biçimlerimize dair çıkarımsal bir farkındalık kazanabiliriz.[15]

    Anlamın ortaya çıkması, terapinin önemli bir görevidir ve değişim için önemli bir yoldur.[2] Acı ve sıkıntı hisleri çok raslantısal görünebilir. Bu duyguların anlamlı olduğu görülürse, daha katlanılabilir olabilirler. Ayrıca motivasyonlarımızı daha iyi anladığımızda, daha fazla kişisel sorumluluk üstlenebiliriz. Bu da durumlar üzerine sadece tepki vermek yerine, düşünerek yaklaşma olanağı verir. Çağdaş terapistler, anlamın hasta ile terapist arasında aktif olarak inşa edildiğini ve sadece nesnel bir gerçekliğin yansıması olmadığını savunurlar. Anlam, yeni bir hikaye inşasıdır.

    Artık, hastanın geçmişini ‘yeniden yapılandırma [reconstructing]’ yoluyla nesnel bir gerçeğe ulaşılabileceği ve bu çabanın başlı başına terapötik olacağı yönündeki kuramdan uzaklaşılmaktadır. Bir kişinin yaşam öyküsünü ve geçmiş deneyimlerini anlamak, hastanın şu anki çıkmazına nasıl geldiğini kavrayabilmesi ve kendisine daha şefkatli bir şekilde yaklaşabilmesi için bir harita oluşturmasına yardımcı olabilir. Ancak bunun yanı sıra, psikoterapistlerin önemli bir odağı, güncel dinamiklere yoğunlaşmak ve hastanın hayatı ile kararlarını sahiplenme duygusunu harekete geçirmektir. Leiper ve Maltby, terapist açısından şu kritik noktaya dikkat çeker: ‘Hastanın varoluş biçimlerini belirleyen koşullanmaları fark etmek kolaydır, ancak bu kalıpları sürdüren hastanın güncel etkinliği ve rolünü göz ardı etmek de bir o kadar kolaydır.’ Bu tür bir terapötik tuzak, ‘hastaya yalnızca eylemlerine dair entelektüel bir gerekçelendirme sunma riski taşır’ ve ‘değişimi teşvik etme kapasitesinden yoksundur’.[2]

    Bu nedenle, birçok çağdaş terapist, terapötik çabalarını hastanın kendisini başkalarıyla şu anki [current] ilişki içinde nasıl temsil ettiğine ve şu anki çatışmalarına dair formülasyon ve yorumlamalara odaklamaktadır.[15]

    En erken seanslarda, geçici bir formülasyon, terapistin seanslarda nelere dikkat edeceğini belirlemesine yardımcı olabilir. Bu, hastanın kendi keşiflerini yapabilmesi için bir alan açar ve terapist bu süreçte kolaylaştırıcı bir rol üstlenir. Bu yolla, hasta terapiyi bitirdiğinde yerinin doldurulamayacağı bir terapötik guru ile çalıştığını hissetmek yerine, yaptığı çalışmanın ve yaşamının daha fazla sahibi olduğunu hissedecektir. Hasta, terapistin zaten sezebildiği yeni bir içgörüye doğru ilerlerken, terapist için ‘kirazları toplamak [steal the cherries]’ -yani bu içgörüyü ilk dile getiren olmak- cazip ve narsistik açıdan tatmin edici olabilir. Ancak, hastanın bu kirazları kendi başına keşfetmesine izin vermek çok daha faydalı olacaktır.

    Uygulamada Erken Dönem

    Terapinin erken döneminin nasıl ilerleyebileceğini göstermek için üç kısa örnek:

    1. İş yaşamında işlevselliği yüksek olan, içe çekilmiş bir kadın hastayla yapılan ilk seanslar, gergin ve sıkışmış bir hava taşımaktaydı. Hasta, konuşmak istediği rahatsız edici meselelere dair ipuçları veriyor, ancak ardından tamamen içe kapanarak sessizleşiyordu. Destekleyici bir terapötik iş birliği içinde, hasta zamanla başkalarına zarar verme korkuları ve kendini bir şekilde ‘kusurlu’ görme eğilimi hakkında konuşmaya başladı. Duygusal olarak zorlayıcı anlarda, terapist hastanın soyutlamalara kayarak konudan uzaklaştığını fark etti. Bu ilk seanslardaki temel terapötik yaklaşımlar, hastanın öyküsünün yavaş yavaş açılmasına alan tanımak, bununla birlikte soyutlamaya yönelen savunmacı (koruyucu) eğilimlerine ilgi göstermekti. Ayrıca, hastanın başkalarına yakın olmaya dair kaygıları terapötik alanda daha görünür hale geldikçe, bu kaygılar hakkında katlanılabilir yollarla konuşmak ve bu sayede onları daha iyi anlamaya çalışmak da sürecin merkezindeydi.

    2. Spor salonuna gider gibi giyinmiş, yapılı genç bir adam seansa geldi. Geçmişi ve şimdiki sıkıntıları hakkında açıkça konuştu, ancak anlatımı yüzeysel kaldı -özellikle de birlikte olduğu her kadına sadakatsizlik göstermesi, ilişkilerden aniden çekilip gitmesi ve insanların ‘zaten muhtemelen [onu] terk edecekleri’ inancı üzerine. Seans boyunca defalarca, işvereninin onu terapiye yönlendirdiğini ancak kendisinin aslında gelmek istemediğini dile getirdi. Terapist, karşıaktarımında, hastanın onun zamanını boşa harcadığı hissine kapıldı ve hatta onu seanslardan çıkarmaya dair bir dürtü hissetti. Ancak bazı anlarda hasta, kötü beden imajından ve bunu telafi etmek için spor salonunda kas geliştirme çabasından söz etti -bu anlar terapist için farklı bir ton taşıyordu; çünkü hastanın kırılganlığı daha hissedilir hâle geliyordu. Bu hasta için, ilk odak noktası terapide olma konusundaki ikircikli (ambivalent) tutumunu kabul etmek ve bunu birlikte keşfetmekti. Terapist, bu tutum göz ardı edilirse, hastanın terapiden aniden ve haber vermeksizin ayrılma ihtimalinin yüksek olacağını düşünüyordu. Terapist, hastayla bir iş birliği ilişkisi kurmanın önemini fark etti; böylece birlikte çalışabilecekleri ve meselelere anlam kazandırabilecekleri bir zemin oluşabilecekti. Çünkü hastanın nesne ilişkilerinin büyük olasılıkla aşırı reddedici ve dışlayıcı bir dinamik tarafından şekillendiği, ayrıca kırılganlık hissetmeye karşı güçlü savunmalar geliştirdiği düşünülüyordu.

    3. Geç 50’lerinde bir kadın seansları art arda endişelerle açtı; konuları birbirine karışık halde aktardı. Terapistin içerikleri takip etmesi zordu. Terapist, hastanın her söylediğini netleştirmeye çalışmanın daha fazla karışıklık ve kaygıya yol açtığını fark etti. Daha ziyade, terapistin temel görevinin duygusal kapsama süreçlerine dikkat etmek ve hastaya bunların onun için ne kadar bunaltıcı olabileceğini hissettirmek olduğunu düşündü. Bu yaklaşım sonucunda hasta ağladı ve üzgünleşti -hem terapist tarafından anlaşıldığını hem de ortaya çıkan deneyimlerle ilgili üzüntü duyduğunu gösteriyordu. İlginç bir şekilde, terapist bazen yoğun malzeme akışı karşısında bunalmış ve dinleyemezken, başka zamanlarda ise oldukça kopuk hissediyordu. Bu karşıaktarım gözlemlerini, henüz ne anlama geldiklerinden emin olmadan korudu.

    Terapinin erken evresinde yürütülen içgörü kazandırma ve formülasyon geliştirme çalışmaları, potansiyel olarak daha deneyimsel değişim süreçlerinin önünü açabilir. Eski ilişki kalıplarının zayıflayabilmesi için, yeni ya da daha ılımlı nesne ilişkilerinin, eski kalıplarla birlikte yavaş yavaş gelişip pekişmesi gerekir. Bu konu, terapinin orta evresi bölümünde ele alınmaktadır.

    Orta Dönem

    Orta dönemde, formülasyon genellikle daha canlı ve daha az soyut hale gelir. Bu gelişen içgörüyle, orta dönemde kişi sıklıkla eski kalıplarını tekrarlar, bazen terapiye başladığından onlara daha güçlü şekilde tutunur (‘Direnç’ – bkz. ayrıca Bölüm 7).

    Kuramla ilgili 2. Bölüm‘de belirtildiği üzere, içgörü ile değişim arasında bir boşluk vardır. Kendimizle ve başkalarıyla kurduğumuz ilişkilenme biçimleri değiştirilebilir olsa da, yetişkinlikte bu değişimler genellikle hızlı gerçekleşmez. Örtülü bellek sistemleri [implicit memory systems] (bkz. Bölüm 4) -içsel nesnelerimizin ve ‘ötekiyle nasıl olunacağına’ dair içsel işleyişlerimizin nörobilimsel karşılığı- kolaylıkla güncellenemez. Psikolojik dinamikler -savunmalar, direnç ve yas tutmadaki güçlükler dahil- mevcut durumu (statükoyu) koruma işlevi görür. Dahası, tanıdık olan şeye duyulan çekim de söz konusudur: ‘Deneyimimizin özü, içsel bir ötekiyle olan ilişkiye ayrılmaz biçimde bağlıdır‘ (Leiper ve Maltby, 2004; Fairbairn, 1952’ye atıfla).[2] Leiper ve Maltby şöyle devam eder: ‘Kimlik duygumuzda ya da başkalarıyla ilişki kurma biçimlerimizde yaşanan bir değişim, kendilik-öteki ilişkisinin karşıt kutbuna bir tehdit oluşturur.[2] Erken gelişimde, orada kim varsa onunla ilişkiler kurarız; bu kişi korkutucu, tehlikeli ya da ihmal edici bir dış figür olsa bile -eğer elimizdeki tek ilişki seçeneği buysa, onunla bağ kurarız. Bu ilişkisel deneyimler -bireysel yapısal özellikler ve toplumsal etkenlerle etkileşim içinde- içsel nesne dünyamızı biçimlendirir ve ‘norm’ haline gelir. İçsel nesne ilişkilerimizin örüntülerini değiştirme ya da gevşetme olasılığı, ciddi kaygılar yaratabilir. Buna değişim korkusu da dahildir: Orada, bilinmeyende durum daha da kötü olabilir. En azından eski var olma biçimini biliyorum.

    Bu nedenle dirençte artış, yapısal değişimin ilk işaretlerine karşı beklenen ve normal bir savunma tepkisidir (Bkz. Bölüm 6, ‘Yapısal Kişilik Değişimi’ kısmı). Bu, terapötik sürecin birinin iç dünyasını huzursuz ettiğinin göstergesi olabilir. İyi gelişmiş ve güvenilir savunma ve kalıpları olan biri için iç dünyasındaki değişimler çoğunlukla duygusal olarak rahatsız edicidir. İyileşmeden önce daha kötü hissedebilirler. Bu durum, Şekil 1’de orta dönemin başında semptomlarda artış olarak gösterilmiştir.

    Orta dönemdeki bu karmaşa bir fırsattır. Altta yatan bellek izleri ve çağrışımlar daha değişkendir ve bu nedenle gelişen içgörü, yeni ilişki deneyimleri ve yas tutma yoluyla yeniden düzenlenmeye daha açıktır.[16] ‘Zorlu bir çabayı gerektiren bu tekrar eden süreçler, ‘tekrarlama’ ve ‘derinlemesine çalışma’ kavramlarıyla kastedilen şeydir.

    Orta dönem bölümü, direnç, kopma ve onarım, aktarım ve karşıaktarım ile çalışma gibi (Bölüm 7’deki teknik üzerine başlıklar) yakından ilişkili konularla birlikte okunabilir.

    Uygulamada Formülasyon

    Hastanın formülasyonda tanımlanan ana nesne ilişkilerini daha yakından tanıma süreci, bunları birçok kez ve farklı açılardan deneyimlemeyi ve üzerine düşünmeyi içerir. Orta dönemde, ilişkisel dinamiklerin tekrar eden kalıpları, hastanın güncel yaşamında ve terapide yaşananlara bağlı olarak farklı biçimlerde hafta hafta ortaya çıkabilir. Terapist, hastanın kendi özgül dinamiklerini tanımasına ve alışmasına destek olur. Bu süreçte, formülasyon genellikle daha olgunlaşır, daha sağlam ve daha az entelektüel bir hâl alır. Çocukluk deneyimlerine dair anılarla bağlantılar, altında yatan nesne ilişkilerinin nasıl geliştiğine şefkatli bir anlayış kazandırır (Bkz. Bölüm 7’de Malan’ın üçgeni).

    Tam bir formülasyon birkaç önemli nesne ilişkisini tanımlayabilir. Süre-sınırlı terapilerde, pratik nedenlerle terapist genellikle çalışmayı bir veya iki temel nesne ilişkisine odaklar. Kuramla ilgili 2. Bölüm‘de de belirtildiği üzere, bir nesne ilişkisinin farklı yönleri farklı koşullarda yansıtılır [projected]. Bu bölümün bu noktasında artık tek bir nesne ilişkisine odaklanacağız; bu ilişkinin farklı yönleri (yani kendilik ya da nesne temsilleri), yansıtılmakta ya da özdeşim kurulmakta olan unsurlardır. Bu Şekil 8.2’de gösterilmektedir.

    Şekil 8.2’yi klinik uygulamaya taşımak için, Ralph örneğini kullanacağız (Ralph, Bölüm 12’de de tartışılmıştır).

    Klinik Örnek Ralph: Bölüm 1

    Ralph, 50’li yaşlarında bir adam, kendini ‘sürekli mutsuz ve öfkeli’ hissettiği için terapiye başvurdu. Bekârdı, ‘hiç arkadaşı’ yoktu ve uzun yıllar boyunca tren kondüktörü olarak çalışmıştı. Kendini bir ‘pislik mıknatısı’ olarak tanımlıyor ve her zaman ‘düzgün davrandığı’ hâlde insanların ona neden kötü davrandığını anlayamıyordu. Büyürken babasını şiddet eğilimli ve Ralph’a karşı son derece eleştirel biri olarak deneyimlediğini hatırlıyordu. Açılış seansında Ralph, terapist -Bay Richards- hakkında ‘başlangıçta yavaş kaldığı’ gerekçesiyle eleştiride bulundu ve görüştükleri binayı ‘dökük’ olarak nitelendirdi.

    Erken dönem çalışmaları sırasında, Ralph’ın iç dünyasının aşağılanmış, işe yaramaz hisseden bir kendilik parçasıyla ilişkili olarak düşmanca ve küçümseyici bir içsel nesne tarafından karakterize edildiği ortaya çıktı.

    İlk seanslarda Ralph, başkalarından genelde düşmanca muamele beklediğini ve bunun onu nasıl işe yaramaz ve güvensiz hissettirdiğini anlattı (bu, Şekil 8.2’de en üstteki duruma karşılık gelir). Bu deneyimi ‘olduğu gibi’ kabul etmek yerine, bu konuda daha meraklı olmaya başladı. Ralph, terapötik alanı, bu tekrar eden deneyimi, işte, ilişkilerde ve çocukluğunda ortaya çıktığı aile koşullarında nasıl yaşandığını düşünmek için kullandı.

    Orta dönemde Ralph, içsel eleştirel bir ‘ses’in uzun süredir var olan deneyimlerinden ve bu sesin kendisinin başka bir parçasını eleştirip işe yaramaz hissettirmesinden daha fazla bahsetti. Terapide, Ralph kendisinin bir yönünün (nesne temsili) diğer yönlerine (kendilik temsili) düşmanca davrandığını daha iyi fark etmeye başladı -bu, Şekil 8.2’de en alttaki durumu gösterir.

    Terapist ayrıca, Ralph’ın zaman zaman başkalarına, terapiste ve kliniğin binasına yönelik açılış eleştirilerindeki gibi, eleştirel ve aşağılayıcı bir tutum benimsediğini fark etti (bu, Şekil 8.2’de orta durumdur). Terapist, bu durum karşısında zaman zaman incinmiş veya kızgın hissetti ve bu özdeşleşmelerin, Ralph’in çevresindekilerin ona karşı sempatisiz tepki vermesine yol açabileceğini düşünmeye başladı. Terapist, bu son senaryonun Ralph için faydalı olacak şekilde nasıl ifade edilebileceğini düşünmeye başladı -bu klinik örneğin ikinci bölümünde ele alınacaktır.

    Aynı nesne ilişkisine dair bu farklı tezahürler, başlangıçta bir hasta için deneyimlerinin birbirinden kopuk alanları gibi görünebilir. Ancak, üzerine düşündükçe, bu alanlar arasındaki bağlantıları anlamalarına yardımcı olunabilir. Psikodinamik yaklaşım, bir kişinin temel nesne ilişkileriyle, bunların çeşitli biçim ve değişimlerine dair çoklu karşılaşmalara -hem zihinsel hem de deneyimsel olarak- ihtiyaç duyduğu varsayımına dayanır. Bu sayede, kişi bu ilişkileri fark etmeye başlayabilir ve yeni öğrenmelere alan açılabilir

    Anlaşılması kolay olması için, bu içsel nesne ilişkisinin üç ifadesi (Şekil 8.2’ye göre) ayrı ayrı ele alınmıştır; hatta çoğu zaman bu ifadelerden biri belirli bir zamanda sahneyi domine eder. Ancak, başka zamanlarda gerçeklik daha karmaşıktır çünkü altında yatan nesne ilişkisi, mevcut ilişki sahnesini birden çok biçimde renklendirir. Örneğin, Ralph ile çalışırken, terapist bazı seanslarda Ralph’ın, terapisti kendisini aşağılayan eleştirel bir figür olarak deneyimlediğini; aynı zamanda terapistin sunduklarından hayal kırıklığı yaşadığını; ve tüm bunlar yaşanırken içsel bir ‘ses’in kendi ‘eksiklikleri’ için kendisini azarladığını gözlemlemiştir.

    Terapinin burada ve şimdi anında eski öğrenilmiş kalıpların harekete geçmesi, bunların değiştirilmesi ve yeni ilişki biçimlerinin gelişmesi için bir olanak açar. Makul ve gerçekçi bir hedef, hastanın bu ‘eski’ nesnelere ya da varoluş biçimlerine olan bağlarını, onlara karşı şefkatli bir tutum içinde gevşetmeyi düşünmesi olabilir; aynı zamanda kendisi ve başkalarıyla yeni deneyimleri ve yeni ilişki biçimlerini keşfetmesi sağlanabilir.

    Değişim İçin Araç Olarak Terapötik İlişki

    Eskiden yeniyi doğurmak [Something new from something old]

    (Mitchell 1997)[17]

    Terapi bir şeyi harekete geçirmeye başladığında, yeni nesne ilişkileri nasıl gelişir ve eski nesneler nasıl yeniden şekillendirilir? Freud bu durumu çarpıcı bir şekilde ifade eder: ‘Birini ne yokluğunda [in absentia] ne de kuklasında [in effigie] yok etmek mümkündür.’ Burada kastettiği, yeni bir öğrenmenin gerçekleşebilmesi için terapistle odada, burada-ve-şimdi yaşanan bir deneyimin gerekli olduğudur. Terapi ortamı, hastanın terapistin nasıl hissedeceğine ve tepki vereceğine dair öngörülerde bulunmasına olanak tanır -terapist ise bu beklentiler üzerine düşünmeyi teşvik eder. Terapist, ne bu öngörülerle tamamen iş birliği yaparak (bu, nesne ilişkisinin doğrudan sahnelenmesi olurdu ve faydasız olurdu), ne de onları tamamen geçersiz kılarak ilerler -çünkü bu da sorunu hâlâ ‘dışarıda’ ya da ‘kuklada‘ bırakmak anlamına gelir. Gabbard bu önemli teknik noktasını şöyle özetler: ‘Analistin (veya analitik durumun), geçmişteki bir nesneden farklı olması kadar, bazı yönlerden ona benzer olması da çok önemlidir.’[16] Günümüzdeki düşünce biçimi, terapi durumunu -aktarım, ‘gerçek’ ilişki ve çalışma ittifakı gibi örtüşen unsurlarıyla birlikte- geçmişten etkilenen ama onun bir kopyası olmayan yeni bir ilişkisel deneyim olarak görme eğilimindedir.[5]

    Nörobilim perspektifinden, hasta, içsel nesnelerine yeterince benzeyen bir deneyim bulmalıdır ki, altta yatan bellek ağları aktive olup değişime açık hale gelsin; ancak aynı zamanda bunların revize edilmesine izin verecek kadar da farklı olmalıdır.[16] Mitchell bu süreci ‘eskiden yeniyi doğurmak’ olarak adlandırır.[17]

    Psikodinamik terapi, hastanın getirdiği ilişkisel dinamikleri tolere ederek ve kapsayarak kendine özgü bir deneyim sunabilir. Terapistler, psikodinamik eğitimlerini kullanarak terapist ile hasta arasındaki kişilerarası baskıları ve dinamikleri ‘tutar [holding]’ ve söze döker. Hasta, ‘beklediği şekilde tepki vermeyen terapistle tekrar tekrar görüşerek kaygıya alışır.’[5] Bu durum, hastanın bilinçdışı düzeyde, deneyim yoluyla birbirine bağlanmış olan temel duygular, inançlar ve temsiller arasındaki bağlantılarda değişimin gerçekleşmesine olanak sağlayabilir.[16] Örneğin, bir hasta öfke ifadelerinin başkaları tarafından reddedilmeyle sonuçlandığını öğrenmişse, terapistle kurduğu ilişkide bunun tersini yavaş yavaş deneyimlemek, onun için yeni ve etkili bir deneyim olabilir. Bu tür bir öğrenme, hastanın öfkesini ifade etmesi durumunda terapistin onu reddedeceğine dair (katlanılabilir düzeydeki) aktarım beklentilerinden doğarsa, çok daha derin ve güçlü olur. Bu durum, terapistin hastaya öfkesini ifade ederse her şeyin yolunda olacağını söylemesinden çok daha verimlidir. İkinci durumda hasta belki rahatlayabilir (ya da rahatlamayabilir), ancak öğrenme deneyimsel olmayacağından, yeni çağrışımların oluşma olasılığı da daha düşük olur. (Aktarım üzerinde çalışmaya dair daha uzun bir klinik örnek için bkz. Bölüm 12.)

    Klinik Örnek Ralph: parça 2, terapinin altıncı ayında

    Önceki çalışmalara dayanarak, terapist nazikçe Ralph’in bazen kendisiyle (yani Ralph’le) aşağılayıcı ve küçümseyici yönleriyle özdeşleştiğine ve işe yaramazlık ve değersizlik duygularını başkalarına yansıtarak onları küçük düşürdüğüne dikkatini çekmeye başladı. Yani, Ralph’in başkalarını aşağılayabilme haline… Ralph terapistin ne demek istediğini anlamadığını söyledi. (Mecazi anlamda) derin bir nefes alan terapist, ‘Şöyle düşünüyorum: Örneğin ilk seansta bina ile ilgili yaptığınız ‘eski püskü’ yorumunuz ve benim ‘yavaş’ olmam gibi zamanları…’ dedi. Terapist, Ralph’ın duymakta zorlandığı şeylere anlam kazandırmaya ve destekleyici olmaya çalıştı: ‘Sanırım bu anlarda, sizinle konuştuğumuz ve baş etmekte zorlandığınız o kırılgan duyguları ben kucaklıyorum [holding] -bence bu duygular sizin için gerçekten önemli.’

    Bu yorum Ralph için zorlayıcıydı ve biraz üzgün hissetti, ancak terapötik ittifak sayesinde terapide kalabildi ve ortaya çıkan duyguları keşfetmeye devam etti. Ralph çatışmalı görünüyordu -terapisti eleştirirken kendini daha sert tutuyor, ama aynı zamanda daha kırılgan bir yanını da kabul ediyordu.

    Ralph için terapi, başkalarını aşağılayan biri olma dinamiğiyle canlı bir karşılaşma sağladı -ama önemli bir farkla. Terapist bu davranışı ‘kucaklayarak’, yavaşlatarak ve dinamiği yansıtarak, bu ilişki durumunu olağandan farklı şekilde yönetme ve yeni ilişki kalıpları öğrenme potansiyeli yarattı. Bir seansta Ralph, aslında kendini korkmuş hissettiğinde ‘saldırıya geçebildiğini’ fark ettiğini dile getirdi:
    ‘Korktuğumda saldırıya geçebildiğimi biliyorum…’

    Bu yollarla, terapi süreci boyunca hasta, ötekiyle birlikte olma deneyimini, değiştirilmiş bir biçimde yeniden yaşayabilir. Bu da, hastanın mevcut bilinçdışı çağrışım ağlarının zayıflamasına ve günümüz koşullarına daha uyumlu yeni çağrışım ve işleyişlerin oluşmasına olanak tanır (bkz. ayrıca Bölüm 6). Eğer hastanın temel ilişkisel kalıpları değişmişse, terapötik ilişki içinde edinilen bu yeni öğrenmeler, hastanın yaşamındaki diğer ilişkilerde de kendini gösterebilir. Bu tür aktarım çalışması -kimi zaman oldukça ciddi olmakla birlikte- aynı zamanda oyunbaz, mizah içeren ve kişisel keşfe açık bir süreç de olabilir.

    Derinlemesine Çalışma

    Bu bölüm, iyi ilerleme kaydediyor gibi görünen Ralph vakasının devamıyla başlar…

    Klinik Örnek Ralph: Bölüm 3

    Ralph, daha önce başkalarından ve kendisinden hesap sorduğunda ‘yüksek ahlaki standartları’ ile övünürken, terapi süresince kısa dönemlerde bu tutumunun hem içsel hem de dışsal dünyasında zararlar yarattığını düşünmeye başlamıştı. Terapinin sekizinci ayında gerçekleşen bir seansta bu durum bir kriz duygusuna yol açtı. Yıllardır sürdüğü yaşam biçimi tamamen yanlış mıydı? Ralph bir sonraki seansa döndüğünde ise sanki başlangıçta ortaya koyduğu ilişki kalıplarının tam ortasındaydı. İnsanlar aptaldı, ona haksızlık yapılmıştı ve o sadece kötü muameleye çekilen bir mıknatıs gibiydi.

    Bu aşamada, Ralph iç dünyasındaki değişikliklere direnç gösteriyor gibiydi. Ralph’in değişimden çok şey kazanabileceği, örneğin başkalarıyla ve kendisiyle daha iyi ilişkiler kurabileceği ve dolayısıyla daha az depresif hissedebileceği anlaşılıyordu. Ancak, bu tür bir değişim onun için aynı zamanda bir kayıp anlamına da gelebilirdi. İnsanların başkalarıyla yeni ilişki biçimleri geliştirebilmeleri için, eski kalıpların gevşetilmesi gerekir, ancak bu kalıpların tamamen terk edilmesi zorunlu değildir. Leiper ve Maltby’nin de belirttiği gibi, ‘bırakmak, çalışmanın temelinde yer alır’. Pratikte, ilişkilerde alışılmış ve denenmiş olan tutumlardan vazgeçmek kolay değildir; çünkü bunlar önemli bir savunma/koruma işlevi görür ve derinlemesine kökleşmiştir, bu yüzden kişi kolayca ilerlemeye karar veremez. Hem duygular hem de düşünceler sürece dahil olmalıdır.

    Eski bir yaşam biçiminin sorunlara yol açabileceğini ve yeni yolların çözüm sunabileceğini fark etmek birçok kişi için zordur. Yıllar boyunca eski yollar için büyük yatırımlar yapılmış olabilir. Ralph, ‘yüksek ahlaki standartlar’ına büyük bir gururla bağlıydı; ancak artık bu duruşun, günümüzde hem kendisine hem de başkalarına zarar verdiği gerçeğiyle yüzleşmeye çalışıyordu. Ralph için, başkalarını ‘aptal’ olarak görme ve onları ‘haklı olarak eleştirme’ tutumunu bırakmak, istemeden başkalarını kendisinden uzaklaştırma rolünü ve kendi zaaflarını kabul etmeyi gerektiren acı verici bir süreçti. Ancak, terapistinin desteğiyle bunu keşfedebilirse, ilişkilerinde yeni ve daha sağlıklı yollar açılabilirdi.

    Dinamik bir perspektiften bakıldığında, bir kişi bu ilişki biçimlerini geliştirir; bunlar sonuçta kısıtlayıcı olsa da, kaygılarını yönetmeye hizmet eder. Kuram bölümünde (Bölüm 2) tartışıldığı gibi, hasta başlangıçta bu ilişki kalıplarını, zorlayıcı ve ‘çözülemez’ deneyimlere karşı bir güvenlik duygusu sağlamak için geliştirmiştir -bunlar ‘tamamlanmamış çözümler [incomplete solutions]’ olsa bile. Terapinin orta evresinde olan bir kişi çatışma içinde hissedebilir -tanıdık yaşam biçimlerine bağlılığı gevşetme riski düşünülmez, hatta tehlikeli görünebilir; aynı zamanda, eski alışkanlıkların hafifçe gevşemesi, yaratıcı, özgürleştirici ve hatta eğlenceli olabilecek bir değişim umudu verebilir. Terapist ve hasta, bu süreçte, nesne ilişkilerinin ve ilgili savunmaların doğasını anlamak için seanslarda birçok kez inceleme yapabilirler. Terapist, hastaya geçmiş ve şimdiki durum arasındaki farkları fark ettirmeye yardım eder. Paralel olarak, terapötik ilişki içinde, alışılmış senaryodan ayrılma ve eski şeylerden yeni bir şeyler deneme riski almak mümkün olabilir.

    Örneğin, Ralph’la sürdürülen terapide zamanla, onun başkalarını (ve kendisini) küçümsemesinin, başkaları tarafından küçümsenme ve saldırıya uğrama deneyimine karşı bir tür koruma işlevi gördüğü daha net hale geldi. Ralph’ın ifadesiyle ‘saldırı düğmesine basma’yı hemen tercih etmemek, kendini açıkta ve kırılgan hissettiren bir riskti. Terapi ortamı, bu fikriyle oynaması ve onu denemesi için bir fırsat sundu.

    Yas Tutma

    Sadece deneyimlenmiş bir kayıp yası tutulabilir bir kayıptır. [Only a loss that is experienced can be mourned.]

    (Raphael-Leff, 2019)[19]

    Yas tutma, bir şeyin kaybıyla başa çıkma sürecidir. Genellikle bu, birinin ölümü ya da ayrılığı yoluyla yaşanan kayıp anlamına gelir, ancak başka tür kayıplar da vardır. Bunlar arasında şunlar bulunur:

    – ilişkilerdeki eski varoluş biçimlerinin sınırlılıklarını kabullenmek ve onlara olan bağlılığımızı gevşetmek[2]

    – hayatta ve terapide yaşanan hayal kırıklıklarıyla başa çıkmak

    – erken yaşantıların değiştirilebileceği hayalini bırakmak; bu, hasretle beklenen deneyimlerin eksikliğini yasını tutmayı içerebilir

    – kaçınma ve savunmacılıkla ‘boşa harcanan’ zamanın kaybı

    – evliliğe ya da ilişkiye dair ideal bir kavramla ilgili arzuyu bırakmak

    – daha ‘başarılı’ ya da bir konuda daha iyi olma isteğini bırakmak

    – son fazda terapistin kaybını kabullenmek

    Tekrarlayan yas süreçleri, bazıları diğerlerinden daha önemli olmak üzere, hayatın ve ilişkilerin sunduğu yeterince iyi gerçekliklerin tadını çıkarmamız ve onlara anlam vermemiz için gereklidir.[20] Yas tutmak, kaybın gerçekliğini deneyimlemek ve kabul etmek, acı verici, üzücü ve çoğunlukla çatışmalı duygularla yüzleşmek anlamına gelir. Yas sürecinin anlaşılması, hasta ve terapistin bu yavaş ve zor yolculukta ilerlemesine yardımcı olabilir.

    Hayatımızdaki önemli bir şeyi ya da birini kaybetmekle barışmak, ilişkinin karmaşık olması ya da olmaması fark etmeksizin, kademeli, döngüsel, tekrarlayan bir süreçtir ve zaman ve çaba gerektirir. Kişi, kaybı kabul etmeye yaklaşabilir, sonra geri çekilebilir. Birisi üzüntü ya da keder yerine öfke yaşayabilir. Kaybın duygusal olarak kabulü ya da hatta bir şeyin kaybedildiğinin kabulü (inkâr [denial]) konusunda çoğunlukla çelişkili duygular vardır. Kayıp, birkaç seansta ‘üstesinden gelinebilecek’ türden değildir -en azından anlamlı bir şekilde değil. Psikodinamik terapi, yas dinamiklerinin anlaşılabileceği, desteklenebileceği ve empati kurulabileceği bir ortam sağlayabilir.

    Bir kişinin kaybettiği şeyle olan ilişkisi asla tamamen kopmaz -bu [yani koptuğunu düşünmek] gerçekçi olmaz ve manik bir inkârı temsil eder. Ancak zamanla bu ilişki gelişebilir ve daha temkinli bir hal alabilir. Leiper ve Malty’nin açıkladığı gibi, ‘Bağların kopması yavaş yavaş olur ve muhtemelen uzun sürer; kayıp deneyimi, yönetilebilir parçalara bölünmüş gibidir ve bu sürecin kesin bir sonu yoktur.’ Eski ilişki biçimlerinin kaybı düşünüldüğünde, yeni ilişki kalıpları ve yeni insanlar için bir alan açılabilir.

    Bir kişinin ölümüyle ilgili yas tutmayı, uzun süredir devam eden yaşam biçimlerine olan bağlılığı gevşetme süreciyle kıyaslamak zor görünebilir; ancak her ikisi de kayıptır ve psikolojik süreçler açısından benzerlikler taşırlar. Pek çok hasta, yas tutmayı zaman alan ve acı verici, çelişkili duyguların deneyimlenmesini gerektiren bir süreç olarak bilir. Bu açıklama hastalar için anlamlı olabilir, yolculuklarını ve deneyimlerini normalleştirir ve kalıcı değişim için gerçekçi bir zaman çerçevesi sunar -hızlı bir çözüm yerine.

    Son Dönem (Ayrılık) – ( Late Phase)

    Bir son, öncesinde olanlar tarafından şekillendirilir. [An ending is perforce shaped by what preceded it.]

    (Holmes, 1997)[21]

    Bir sevgi dolu ilişki [caring relationship] içinde bir ayrılma süreci gerçekleştiğinde, her iki taraf da bu sürece geçmişteki ayrılık ve kayıp deneyimlerinden etkilenen çeşitli önkabuller ve kaygılarla yaklaşır. Derin kayıp geçmişi olan hastalarda, bu dönemde terapiste yönelik kayıp dinamikleri daha yoğun yaşanma eğilimindedir. Eğer hastanın ayrılığa dair kaygıları terapistin desteğiyle dile getirilebilirse, terapinin son evresi hasta için olumlu bir gelişim dönemi olabilir.

    Örneğin, çocuğunun evden ayrılmasını tolere edebilen bir ebeveyn, ayrılığa dayanabileceğini iletir. Bu durum çocuğun kendi yoluna devam etmesine ve gelecekte olacakları keşfetmesine izin verir. Bu, çocuğa gelişebileceğine, hata yapabileceğine ve bunların üstesinden gelebileceğine dair bir güven gösterir. Benzer şekilde, hasta da ayrılıkla ilgili duyguları konuşabilen, ancak bu süreçte sağlam kalabilen bir terapist buldukça bir kapsama ve sağlamlık hissi yaşayabilir (aşağıdaki ‘Paul’ klinik örneğine bakınız). Bu durum, hastaya olduğu gibi kabul edildiğini ve terapistin ona güvendiğini dolaylı olarak iletebilir.

    Klinik Örnek: Paul – Son Dönem Dinamikleri

    Klinik Örnek Paul: son dönem dinamikleri

    Paul, 25 yaşında genç bir adamdı ve Dr. Jones ile 16 aydır terapi sürecindeydi. Çocukken annesini kaybetmişti -ebeveynleri ayrılmış, annesi başka bir ülkeye taşınmıştı ve Paul’ün anlatımına göre o zamandan beri annesiyle hiçbir temasları olmamıştı. Paul, terapiden bir miktar fayda görmüştü ve artık ilişkilerinde, insanların kusursuz olması gerektiği inancına dayanmayan bağlantılar kurmaya başlamıştı (bu, Paul’ün geçmişteki ilişki örüntüsüydü ve kaçınılmaz olarak hayal kırıklığına yol açıyordu). Terapinin planlanan 18 aylık süresinin bitimine iki ay kala, bir seansta Paul, Dr. Jones’a seansların bu sürenin ötesine uzatılıp uzatılamayacağını sordu. O sırada oldukça kaygılı bir ruh hali içerisindeydi ve terapinin hayatındaki tek işe yarayan şey olduğunu, geri kalan her şeyin bir hayal kırıklığı olduğunu ifade etti. Dr. Jones, Paul’e birkaç ay daha ek seans teklif etme yönünde güçlü bir içsel çekim hissetti; ancak bu konuda önce durup süreci değerlendirmesinin daha sağlıklı olacağına karar verdi.

    Dr. Jones’un grup süpervizyon oturumunda, süpervizyon grubu, Paul’ün seansların uzatılması yönündeki kaygılı talebinin, diğerlerinin asla yeterli gelmeyeceği yönündeki derin duygularıyla ilgili önemli bir şeyi Dr. Jones’a iletmekte olup olmadığını sorguladı. Dr. Jones, Paul’e yeterince destek olamadığı yönündeki karşıaktarımsal duygularına dikkat kesildi ve bu duyguların, seansları uzatma arzusunun arkasındaki temel etken olduğunu fark etti. Zamanla, burada eyleme geçmektense (seansları uzatmak gibi), kalan seanslar içerisinde bu dinamikleri keşfetmeye çalışmanın ve Paul’ün pozisyonuna ve duygularına empatiyle yaklaşmanın esas görev olduğunu kavradı. Dr. Jones, Paul’ün terapi sürecinin sonlanmasına dair yaşadığı hayal kırıklığı ve kayıp duygularıyla yüzleşmekten kaçınmakta olduğunu fark etti -oysa bu konu, Paul’ün hayatında merkezi bir öneme sahipti. Dr. Jones, yapmak yerine düşünmeyi tercih ederek, terapi sürecinde edinilen olumlu deneyimlerin, hayal kırıklıkları ile birlikte bütünleştirilebilmesi için bir alan açılabileceğini anladı -bu, eğer başarıyla gerçekleşirse, Paul için ilişkilerde tamamen yeni bir deneyim anlamına gelecekti.

    Terapinin son dönemi oldukça verimli bir dönem olabilir. Bitiş ve ayrılık süreci,bir değişim katalizörü olabilir, yeterince iyi bir figürle özdeşim kurmayı kolaylaştırabilir ya da hastanın kusurları ve hayal kırıklıklarını tolere etme yolculuğunda ona yardımcı olabilir; bu da, gerçek dünyadaki mevcut ilişkilerden daha çok faydalanabilmesini sağlar. Terapötik seansların sona erecek olması gerçeği, aktarım ilişkisi içinde yer alan derin meseleleri daha görünür hale getirebilir ve bu meselelerin daha iyi anlaşılmasına ve ele alınmasına imkân tanır.

    Bazı hastalar, terapinin sonsuza dek süreceği ya da terapistin onları özel bir şekilde iyileştirme kapasitesine sahip olduğu gibi fantezilere sahip olabilirler. Bu inanca göre hasta, yalnızca sıkıntılarını dökerek beklerse iyileşecektir. Bitiş döneminin yarattığı sarsıntı bazen bu fantezileri dağıtıcı bir rol oynayabilir. Bitişin yaklaşmakta olduğu gerçeği, şu farkındalığı yaratabilir: Tamam, demek ki sorunlarım için gerçekten bir şeyler yapmam gerekiyor. Bu farkındalık, sorunların ele alınmasını başlatabilir ve hastanın, terapistten ayrı ve bağımsız bir birey olduğu duygusunu geliştirmesine yardımcı olabilir (Bkz. Bölüm 2: Winnicott’ın, ‘bazen hata yapan’ yeterince iyi bakım verenin sınırlarının keşfinin değeri).

    Bazı çağdaş terapistler, terapinin ‘bitiş evresi [ending phase]’ ya da terapinin ‘sonlandırılması [termination]’ gibi terimlerin çok kesin, nihai ve kalıcı bir kopuş anlamı taşıdığı gerekçesiyle kullanılmasını sorgulamaktadır. Pedder, bunun yerine daha yardımcı bir benzetme olarak evden ayrılan bir ergene işaret eder: Ergen, kalıcı olarak taşınmadan önce birkaç kez evden ayrılıp geri dönebilir.[22] Ayrıca, ‘bitiş [ending]’ gibi terimler, geç dönemde bazı hastaların deneyimlediği duyguları yansıtsa da, terapötik etkinin yüz yüze temas bittikten sonra da sürebileceği gerçeğini yeterince yansıtmaz. Bu tartışmayı dikkate alarak bu bölüm başlığında ‘geç dönem [late hhase]’ terimini kullandık. Ancak zaman zaman ‘bitiş’ sözüne de yer veriyoruz, çünkü bu ifade, terapötik çalışmanın sınırlarını ve sonlanma gerçekliğini güçlü bir şekilde ifade etmektedir.

    Açık uçlu çalışmalarda seansların ne zaman sonlandırılacağına dair derinlemesine bir tartışma bu kitabın kapsamı dışındadır (bkz. Lemma’nın ilgili çalışması).[15] Süre-sınırlı terapilerde ise, terapi süresi değerlendirme aşamasında belirlenir; dolayısıyla bitiş daha en başından sürecin bir parçası olarak vardır.

    Temel Bir İlke – Bitiş Üzerine Konuşmak

    Yaklaşmakta olan ayrılık hakkında konuşmak ve bu durumun ne tür duygular ve anlamlar çağrıştırdığını birlikte keşfetmek önemlidir (Bkz. Kutu 8.3). Eğer bu konu daha önce gündeme gelmemişse, genel olarak bu keşif sürecine terapötik çalışmanın yaklaşık yarısından itibaren ya da üçte ikilik kısmına gelindiğinde başlanması faydalı olur. Ayrılığın duygusal anlamı, genellikle terapi son aylara yaklaştıkça daha da belirginleşir.[15]

    Birçok hastayla, bitişle ilgili çalışmanın büyük bir kısmı, hayatın ya da terapinin ‘mükemmel’ olmadığı ve terapinin her şeyi çözemeyeceği gerçeğiyle yüzleşmek ve bu durumun yasını tutmak üzerine olur. Seansların sona ermesiyle ilgili konuşmalar terapötik süreçte ele alınmazsa, hastanın altta yatan duyguları gün yüzüne çıkamayabilir ya da tüm bu duygular yalnızca son seansta ifade bulabilir ki bu da işlenmeleri için yetersiz bir zaman demektir.

    Terapist, terapinin son aşamalarında bu konuyu düzenli olarak gündeme getirmelidir. Örneğin: ‘Farkındayım, görüşmek için birkaç ayımız kaldı’ ya da ‘yalnızca üç seansımız kaldı…’ gibi ifadelerle hastanın bu sürece hazırlanmasına yardımcı olabilir.

    Kutu 8.3 Son dönemde temel ilkeler (Lemma’dan uyarlanmıştır)[15]

    – Hastanın terapi sürecinin bitişine yönelik tepkilerini keşfetmek

    – Duyguları ve fantezileri söze dökmek

    – Duygulanımı ifade etmek ve normalleştirmek – üzüntü, öfke, kayıp

    – Daha önce yaşanmış deneyimlerin, terapideki mevcut deneyimi nasıl etkilediğini keşfetmek. Bu dönem, yaklaşan ayrılık tarafından tetiklenen yineleyici örüntülerin terapist ile birlikte düşünülmesi ve anlaşılması için bir fırsattır.

    Aktarım ve Karşıtaktarım Çalışması

    Terapistle yaklaşan ayrılığın gerçekliği, çözülmemiş önemli ilişkisel meseleleri harekete geçirebilir ve bunlar aktarım ilişkisinin dinamiklerinde daha açık bir şekilde görünür hale gelir. Bu durumlar genellikle reddedilme, terk edilme, ihmal edilme dinamiklerini ya da hiç bitmeyecek kusursuz bir terapi idealine tutunmayı içerir. Eğer bu süreç terapötik ittifak tarafından tutulur -yani kapsanır ve anlaşılırsa- psikodinamik terapinin sonlanma evresi, ilişkilerdeki ‘sıkışma’ örüntülerini anlamak ve onlar üzerinde çalışmak için yeni bir fırsat sunar. Bu tür çalışmanın en büyük avantajı, soyut bir şekilde ‘dışarıda’ değil, dönüştürülmüş bir biçimde ‘burada’, terapistle birlikte gerçek seans içinde yaşanıyor olmasıdır.

    Birçok hasta, terapi sürecinin sona ermesine dair duygularını doğrudan sözcüklerle ifade edemeyebilir; bu duygular bilinçdışı yollarla başka biçimlerde ortaya çıkabilir: Seanslara gelmeyerek, hayatlarında onları hayal kırıklığına uğratan bir figür hakkında konuşarak, rüyalar yoluyla, terapiste karşı tutumlarında ince değişimlerle, veya bu duyguların yansıtılmasıyla, terapistin karşıtaktarımında bir değişim olarak hissedilmesiyle.

    Terapistin karşıtaktarımsal duyguları bu dönemde daha yoğun hâle gelebilir. Terapistin kendi içsel dünyasına ve bağlanma tarzına, ayrıca çalışmakta olduğu hastadan gelen yansıtmalara bağlı olarak, çeşitli tepkiler ortaya çıkabilir. Terapist şu duyguları hissedebilir:

    – terapinin hasta için önemli olmadığı ve bu yüzden sonlanmanın da aslında önemli olmadığı duygusu

    -terapinin sonlanmasına dair bir kayıp duygusu

    – ya da bir rahatlama hissi

    – ya da yetersiz ya da kötü bir klinisyen olduğu hissi

    – ya da sanki hastayı terk ediyormuş gibi hissetmek

    Bu karşıtaktarımsal deneyimler, hasta ve durum hakkında hayati bilgiler içerebilir; ancak bu yanıtların anlamını kavrayabilmek için işlenmeleri gerekir. Terapistin, bu sürece ilişkin kendi duygularını süpervizyonda veya bir reflektif uygulama grubunda [reflective practice group] dile getirmesi faydalı olabilir.

    Hastanın alanını ihlal etmeden ve özel olarak, bitişler terapistler için de paralel bir çalışmayı mümkün kılabilir. Terapistler için, terapi bitişleri üzerine düşünmek, sıradan ve yeterince iyi bir terapist olmayı kabul etmeye ve olağanüstü bir terapi sunma arzusunu bırakmaya yardımcı olabilir. ‘Her hastaya kusursuz bir ruh sağlığı sunma’ fantezisi, terapist için baskılayıcı olabilir ve gerçekte sunulabilecek olanın değerini görmeyi zorlaştırabilir.[23]

    Bitiş mi, Ne Bitişi?

    Bazı hastalar, yaklaşan terapinin sonlanmasından tamamen etkilenmemiş gibi görünür. Üzerine konuşulsa bile, bu konuda çok fazla şey hissettiklerinin farkında olmayabilirler. Daha mesafeli bağlanma stillerine sahip hastalar (bkz. Bölüm 2, Kutu 4’teki ‘Bowlby ve Bağlanma Kuramı’) duygularını fark etmemeyi ve hele ki onları ifade etmemeyi öğrenmiş olabilirler. Terapist, hastanın bastırılmış duygularına dair ipuçlarını kendi karşıtaktarımına kulak vererek edinebilir. Bu tür durumlarda terapist için önemli olan, hiçbir şeyin önemli olmadığına dair örtük bir işbirliği içine girmemektir. Böyle yapılırsa, hastanın yüzleşmediği duygular da görünmeden kalır. Bu durum, kendisi de daha mesafeli bir ilişki tarzına sahip terapistlerde daha yaygın olabilir.[21] Bunun yerine, yapılması gereken, olup biteni anlamaya ve dile getirmeye çalışmaktır. Örneğin:

    Terapist: Acaba ‘iyi hissediyorum’ demenizin ardında bir şeyler olabileceğini düşünmek sizin için riskli mi?

    Ya da terapist, çalışmanın erken safhalarında tekrar tekrar ele alınan temel dinamikler üzerine inşa ederek bir yorumda bulunabilir. Hastaya, anlayabildiği kadarıyla doğrudan şöyle seslenebilir:

    Terapist: Bu konuda hiçbir şey hissetmediğinizi söylüyorsunuz. Benim aklımdan geçen şu … [ile ilgili olarak] hiçbir şey hissetmemeniz çok anlaşılır. Çünkü aylardır konuştuğumuz temel konu buydu. Yıllar içinde duygularınızı başkalarına göstermemeyi, hatta kendinize bile göstermemeyi nasıl öğrendiğiniz hakkında konuştuk. Bence burada, benimle birlikte, yine benzer bir şey yaşanıyor.

    Şükran

    Bazı hastalar, terapinin sona ermesinden dolayı bir kayıp hissinin farkındadırlar. Bu durumda terapist ve hasta, birlikte nelerin değerli olduğunu ve bunları kaybetme endişesinin neyle ilgili olduğunu anlamaya çalışabilirler. Kleinci kurama göre, şükran, ötekinin sağladığı doyumdan doğar.[24] Bu duygu pek çoğumuz için sade ve anlaşılır olabilirken, daha yoksun ve zorlayıcı geçmişlere sahip kişiler için, başka birinin kendisine değerli bir şey sunduğunu hissedebilmek, terapide terapiste karşı geliştirilen yeni bir keşif olabilir. Bu da gelecekteki gelişim açısından anlam taşır; çünkü şükran, terapi dışındaki kişilerin sunduğu şeyleri takdir edebilmenin ve bunları içselleştirebilmenin temelini oluşturur. Bu aynı zamanda, kişinin başkaları tarafından takdir edilmesine izin verebilmesinin ve kendini değerli hissetmesinin de yolunu açar. Bu nedenle, bir hasta terapiste karşı şükran duygusu yaşayıp bunu ifade ettiğinde, terapistin bunu içtenlikle kabul etmesi önemlidir.

    Yaklaşan ayrılık, hasta için, terapide faydalı bulduğu şeyleri dış dünyada kendi yaşamına katma çabası için bir itici güç olabilir. Elbette, terapide olan her şey gündelik hayatta birebir yeniden yaratılmaz. Terapistin kaybını inkar etmeden, bazı unsurlar dış dünyada aranmaya ve geliştirilmeye başlanabilir. Bu bağlar, terapinin daha erken evrelerinde kök salmış olabilir ve terapinin sona ermesine dair kaygı bu süreci hızlandırabilir.

    Bazı hastalar gerçekten fayda sağlamış olsalar da, onalrın ilk ortaya çıkan duyguları, terapinin değerini kabul etmek değil, terapiste karşı öfke olabilir. Terapistin hiçbir iyi şey sunmadığı yönünde suçlamalar olabilir. Bu öfkenin ardına geçmek mümkün olursa, hasta kendi öfke ve üzüntüsünün, terapide değer verdiği bir şeyi özleyeceğini gösterdiğini fark edebilir.

    Minnettarlığın yaygın bir ifadesi, hastanın sonlanma evresinde -en sık da son seansta- terapiste bir hediye getirmesiyle ortaya çıkabilir. Bu tür durumlarda, Gabbard’ın insani ve yere basan yaklaşımını izlemeyi öneririz.[5] Genel olarak, maddi değeri düşük hediyeler teşekkür edilerek kabul edilebilir, ardından terapist hediyeye atfedilen anlamları hastayla birlikte keşfetmeye çalışabilir.

    Bu hediye, hastanın minnettarlığını ifade etme veya bir karşılık verme isteği olabileceği gibi, terapiste duyulan öfke gibi daha zorlayıcı duygulardan kaçınma işlevi de görebilir. Bazı durumlarda, hediye -her zaman bilinçli olmayabilir- terapisti hasta için bir şey yapmaya zorlamak gibi bir işlev taşıyabilir. Terapist, hediyeyi kabul edip etmemekte emin değilse, hastaya bu durumu önce süpervizörüyle konuşması veya kurumsal bir politika olup olmadığını kontrol etmesi gerektiğini açıklayabilir.

    Terapi Yardımcı Olmadığında

    Elbette, hiçbir terapi yöntemi herkes için etkili değildir. Bazı hastalar dinamik terapi yaklaşımını faydalı bulmazlar. Ancak bu durumu, yüzeyde benzer görünen bazı durumlardan ayırmak önemlidir. Örneğin, hastanın terapiyi değersizleştirmesi, aslında terapinin bitişine yönelik öfkesinden kaynaklanıyor olabilir; ya da yoksunluk ve kırılganlıkla ilişkili dinamikler, terapiste bağımlı olmuş olmayı kabul etmeyi zorlaştırıyor olabilir.

    Eğer düşünme ve değerlendirme sürecinden sonra ulaşılan sonuç, psikodinamik terapinin o hasta için uygun olmadığı yönündeyse, terapistin temel görevi, bu durumu hastanın en yüksek yararını ve ‘zarar vermeme’ ilkesini gözeterek, açıkça konuşabilmesidir. Bu, söylendiği kadar kolay olmayabilir; çünkü terapötik ‘başarısızlıklar’, terapist açısından narsistik olarak yaralayıcı olabilir. Biz terapistler olarak, hastayı suçlamaktan veya terapiyi kendi ihtiyaçlarımız için uygunsuz şekilde uzatmaktan kaçınmaya özen göstermeliyiz.

    Bu aynı zamanda terapistin, zaman sınırlı terapilerin o hasta için ne kadar etkili olduğunu dürüstçe değerlendirmesi gereken bir dönemdir -terapi süreci bir yıl veya daha uzun olsa bile. Eğer bir hastanın yıllar içinde birden fazla terapi süreci geçirmiş olduğu, ancak durumunun giderek kötüleştiği gözlemleniyorsa, terapistin durup düşünmesi gerekir: Bu hastanın önce ‘iyi bir nesne’ ile mi tanışması gerekiyor? (İyi nesne kavramı için bkz. Bölüm 2: ‘İçsel Dünyanın Gelişimi’). Holmes şöyle yazar: ‘Kişi ancak bağlı hissettiyse güvenli bir şekilde ayrılabilir.’[21] Daha derin yapısal zorlukları olan ve içselleştirilmiş iyi bir nesnesi olmayan hastalar için, profesyonellerle temasın sona ermesi somut bir travma olarak yaşanabilir. Bu durum, hemen başka bir terapist arama davranışına ve kesintili bağlanma döngülerine yol açabilir. Bu gibi durumlarda, hasta için uzun yıllar sürecek tutarlı bir figürle çalışmak daha faydalı olabilir -eğer bu organize edilebilirse. Belirli bir süresi olan formel bir terapi yerine, ‘tedavi’, daha uzun süreli terapötik temas şeklinde düzenlenebilir (bu fikirle ilgili daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 17).

    Nadir durumlarda, psikodinamik terapi hasta için uygun bir yaklaşım olmuş ancak sunulan sürenin hastanın yapısal ya da ilişkisel zorluk düzeyi ve ihtiyaçları açısından açıkça yetersiz olduğu fark edildiğinde, kısa süreli bir sözleşmenin uzun vadeli bir çalışmaya dönüştürülmesi düşünülebilir. Ancak bu karar, yalnızca ciddi bir değerlendirme ve süpervizyon sonrası alınmalıdır. Örneğin, Bayan R., ebeveynlerinden biri tarafından cinsel istismara uğramış ve sınır (borderline) düzeyde bir işleyişe sahipti. Gerçekten de kendisine sunulan üç aylık terapi süreci, güvenli bir bağlanmanın oluşması için bile yeterli olmadan sona erecek şekildeydi. Rahatsız edici anılar ve konular ortaya çıkmıştı, ancak işlenmeleri ya da gelişimsel bir değişim için yeterli zaman yoktu. Son birkaç seans yaklaşırken her şey belirsizliğini koruyordu. Bu durumda terapist, ekibiyle yaptığı değerlendirmelerin ardından, durumu Bayan R ile açık bir şekilde konuştu. Terapist ve Bayan R, üç aylık terapinin ardından Bayan R’nin, ilk değerlendirmeyi yapan klinisyenle bir gözden geçirme seansı yapmasının faydalı olacağı konusunda ortak bir karara vardılar. Bu görüşmenin ardından Bayan R, kendisi için faydalı olduğunu düşündüğü 18 aylık bir terapi sürecine başladı. Bu terapi sürecinin sonlanması da yine zorlayıcıydı ve sürecin uzatılması yönünde bir baskı hissedildi. Ancak, daha sağlam bir terapötik ittifak ve daha uzun bir süreç sayesinde, sınırlar daha kapsayıcı şekilde deneyimlendi ve terapi planlandığı gibi sona erdi.

    Terapi Sonları ve Sınır Durumları

    Terapi sona yaklaşırken, bazıhastalar ‘arkaik’ ama tanıdık bir zihinsel duruma geçerler; burada kendilerini ve başkalarını tamamen iyi ya da tamamen kötü niteliklere sahip olarak deneyimlerler. Terapinin ‘hiçbir şey’ olduğunu hissederler çünkü terapi ‘her şey’ olmamıştır. Bu zihinsel durumda ‘-mış gibi’ (as if) bir nitelik yoktur ve hasta, iyi ve kötü yönleri aynı anda tutamaz (bölme). Terapi, anın sıcaklığı içinde işlevsiz hale gelebilir ve hasta, karşısında yetersiz, işe yaramaz ya da terk eden bir figür varmış gibi hissedebilir; yani başka bir deyişle, (umarız geçici olarak) terapistini ‘kaybetmiş’ hissedebilir ve bu durum hastada korku ve öfke yaratabilir. Bu ilişkisel dinamik, çoğu zaman hastayı terapiye getiren temel çıkmaz olabilir. Bazı durumlarda hastalar, hiçbir şeyin idealle örtüşmemesi nedeniyle terapiler, hizmetler ve ilişkiler arasında tekrar tekrar dolanabilirler.

    Bu tür bir durum terapinin erken aşamalarında da ortaya çıkmış olabilir; ancak çoğunlukla, terapinin sonlanma gerçeği, hastanın kayıp, sevilmeme ya da terk edilme ile ilgili içsel sorunlarıyla yankılanır. Sonuç olarak, bu sorunlar daha canlı hale gelir. Karşıaktarımda, terapist kendisini ya da hastayı yeterince iyi değil olarak hissedebilir ya da bu dinamik hizmete ya da terapistin süpervizörüne yansıtılabilir. Alternatif olarak, terapist ve terapi işi idealleştirilebilir. İdealleştirme, terapinin tamamen işe yaramaz olarak deneyimlenmesine göre çok farklı hissettirse de, bölme savunmasının aynı temel yansımasıdır.

    Sonlanma evresinde harekete geçen rahatsız edici kişilerarası dinamiklere tepki olarak sınırları değiştirme eğilimi olabilir. McWilliams, terapistin hastanın yaşadığı zorlukları telafi etmek amacıyla üzerinde anlaşılan sınırların dışına çıktığında, borderline kişilerin daha fazla rahatsızlık yaşayabileceğini, gerileyebileceğini ve sınırlar bulunana kadar sorunlu davranışlarını artırabileceğini belirtir.[6] Terapist, hastanın deneyimlerini karşılayıp sınırlandırarak bu süreçte dayanıklılık gösterdiğinde, hasta olan bitene ilişkin zamanla bir perspektif geliştirebilir.

    Böylece hasta, uç noktalardan (paranoid-şizoid konum) uzaklaşarak, belirsizliği ve sıradanlığı tolere edebildiği (depresif konum) daha bütünleşmiş bir duruma geçebilir. Bu son konuma geçiş, üzüntü ve yas duygularının yanı sıra, başkalarının kusurlarını eleştirerek onlara verdiği zarar için suçluluk duygusunu da getirebilir. Ancak bununla birlikte, daha özgün, stabil ve sıradan ilişkiler kurma potansiyeli ortaya çıkar. İnsanlar, terapi ve terapistin (yani hem iyi hem kötü yönlerin) sıradan karışıklığı karşısında hayal kırıklığını tolere edebildiklerinde ve ideali bırakabildiklerinde, başkalarını gerçek halleriyle, hem iyi yanları hem de kusurlarıyla deneyimleme özgürlüğü kazanırlar. Bu aynı zamanda, başkalarının sunduğu yeterince iyi bakımın kullanılmasına ve kendi iç dünyasında iyi niyetli bir nesnenin oluşmasına da yardımcı olur.

    İdealden vazgeçme ve sıradanı tolere etme temaları, sadece psikolojik işleyişi sınır düzeyinde olan hastalarda değil, birçok hastanın terapi sonu aşamasında da sıkça karşılaşılan temalardır.

    Terapi-Sonrası Dönem

    Terapistin ayrılma süreci, hasta için terapinin ve terapistin faydalı yönlerini içselleştirme sürecini başlatabilir. Gerçek seanslar sona erdikten sonra, hasta terapötik yolculuğunda oynadığı rolü daha iyi fark edebilir ve bundan sonra oynayacağı rolü sahiplenebilir -terapiste yöneltilmiş yansıtmaların geri alınması. Gerçek hayatta, hasta terapide gelişen içsel kapasitelerini keşfedebilir. Hastalar ayrıca hangi durumların kendileri için hala zorlayıcı olduğunu fark ederler ve eğer bu durumlar önemli sorunlar yaratıyorsa, gelecekte terapiye geri dönme yolunu bulabilirler ya da belki terapistle tek seferlik ya da bir dizi görüşme için tekrar iletişime geçebilirler.

    Kamu sektöründe çalışan terapistler, genellikle terapinin sonunda hastayı sevk eden kişiye özet bir mektup yazmak zorundadırlar. Seanslarda edinilen özel ve kişisel bilgileri fazla açıklamadan, bu mektup terapinin genel süreci, hastanın fayda sağladığı ya da sağlamadığı yöntemler ve gelecekte hasta için yararlı olabilecek düşünceler hakkında bilgi içerebilir.

    Daha önce belirtildiği gibi, terapi bitimine yaklaşırken düşünmeden terapiyi uzatmak ya da hemen başka bir terapiye sevk etmek, iyi niyetle yapılsa bile, sonlanma sürecini kesintiye uğratabilir ve hastanın terapi sonrası dönemi deneyimlemesini engelleyebilir. Son gerçek seansın ardından geçen aylar, hatta bazen yıllar, sürecin bir parçasıdır -hastanın terapide edindiği yararlı bilgileri günlük yaşamında uygulaması için bir alan ve fırsattır. Eğer birinin temel ilişkisel dünyası ve bu dünyanın organizasyonu değiştiyse, kişinin ilişkilerinde bu değişimin etkileri daha uzun bir zaman diliminde ortaya çıkabilir. Terapinin sona erme süreci, kişilerin şu anda hangi noktada olduklarını ve terapinin neleri başarabileceğini ya da neleri başaramayacağını kabullenmelerine de yardımcı olur. Özetle, terapi seanslarının sona ermesiyle birlikte çalışma devam eder, çünkü hastanın yolculuğu sürmektedir. Bitişin içinde bir başlangıç vardır.

    Sonuç Bölümü

    Bu bölüm, psikodinamik psikoterapinin nasıl bir seyir izleyebileceğini genel hatlarıyla tanımlamaya çalıştı.Her terapinin farklı biçimlerde ilerleyebileceğini ve her bireyle yapılan çalışmanın kendine özgü niteliğini tam anlamıyla yansıtmak mümkün olmasa da, bu bölüm genel bir çerçeve sunmaktadır.Aynı zamanda bu bölüm, kitabın 3. Kısmı için bir yönlendirme niteliği taşımaktadır. Söz konusu bölüm, terapilerin başından sonuna kadar izlenen hastalara dair daha fazla klinik örnek sunacaktır.

  • İç Dünyanın Kökenleri (3. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice‘in [Psikanalize Giriş: Çağdaş Kuram ve Uygulama] 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Şaşkınlıkla fark ederiz ki çocuk, dürtüleriyle birlikte hâlâ yaşamaktadır…

    (Freud, 1900, s. 191)

    Freud bir Darwinciydi. Yetişkin zihninde evrimsel ve gelişimsel tarihin izlerini gördü ve psikolojik rahatsızlıkların, en iyi şekilde, nevrotik belirtilerin çocukluk kökenlerine kadar izlenerek açıklanabileceğine inanıyordu. Bu inançtan hareketle, ünlü aforizmasını dile getirmiştir: “Histerikler, çoğunlukla anılardan muzdariptir.” (Freud, 1895b, s. 7). Freud ayrıca, hastalık durumunda sinir sisteminin daha ilkel işleyiş biçimlerine gerilediğini savunan İngiliz nörolog Hughlings-Jackson’ın görüşlerinden de etkilenmiştir (Sulloway, 1979’da tartışıldığı üzere).

    Freud için de, Wordsworth için olduğu gibi, “çocuk yetişkinin babasıdır [the child is father [sic] to the man].” Bunun klinik açıdan iki önemli sonucu vardır. Birincisi, korkularımızın ve fantezilerimizin, kuşku ve zorluklarımızın çoğunun daha önceki yaşam dönemlerinden kalmış, yetişkin dünyasında anakronik (zaman dışı) kalıntılar olduğunu öne sürer. İkincisi, bilinçdışında varlığını sürdüren ve yetişkinin düşünce ve davranışlarını etkilemeye devam eden “içimizdeki çocuk [child within]” (Sandler, 1992) konusunda daha bilinçli ve hoşgörülü olmamıza yardımcı olur.

    Bu bölümde, sağlıklı yetişkin psikolojisinin kanıksadığımız özelliklerinin – güvenli bir kendilik algısı, istikrarlı kendilik-nesne ayrımı, hem yakınlık hem de yalnız kalabilme kapasitesi, düzenlenmiş ve modüle edilmiş bir duygusal yaşam, kendinin ve ötekinin farkında olma ve yeterince iyi bir öz-değer duygusu – bebeklik dönemindeki farklılaşmamış durumlardan nasıl ortaya çıktığını ele alan psikanalitik kuramları inceleyeceğiz. Ayrıca, yetişkinlikte bu alanlarda yaşanan güçlüklerin kökenlerinin, erken dönem zihinsel gelişim süreçlerinde nasıl yer aldığını da ele alacağız. Bunu yapmadan önce, önceki bölümde tartışılan kuramsal yaklaşımlarla ilgili bazı genel temaları gözden geçirmemiz gerekiyor.

    “Evreler” [stages] ve [versus] dönemler (phases)

    Freud (1905) erken dönem yazılarında, psikolojik gelişimi bireylerin olgunluğa doğru ilerlerken içinden geçtikleri bir dizi “evre [stage]” olarak görmüş (oral, anal, fallik ve genital evreler) ve patolojinin, bu evrelerden herhangi birinde yaşanan bir “tutukluluk”tan [arrest] kaynaklandığını ileri sürmüştür.

    Modern psikanaliz bu modeli birçok önemli yönden değiştirmiştir. İlk olarak, her bir evre, başlangıçta öne sürüldüğü gibi, basitçe belirli bir organla ya da “erotojenik bölgeyle [erotogenic zone]” eşleştirilemez. Anne ile yenidoğan bebek arasındaki dokunsal temas ve karşılıklı bakışın gözlemlenmesi bile, yenidoğanın dünyasının sadece “oral [oral]” değil, aynı zamanda dokunsal, kokuya dayalı ve görsel bir deneyim olduğunu anlamaya yeterlidir. “Fallik [phallic]” dönemdeki 3 yaşındaki bir çocuğun zihinsel meşguliyetleri, arzuları ve korkuları, ancak çok dolaylı bir biçimde, cinsel organlara sahip olmanın verdiği haz ve gurur ya da onları kaybetme korkusu etrafında dönen temalarla ilişkilendirilebilir. Bu nedenle Freud’un sözünü ettiği “bölgeler [zones]”, çocuğun gelişiminin farklı evrelerinde zihnini meşgul eden çeşitli varoluşsal temaların [existential themes] birer kısa ifadesi ya da metaforu olarak görülmelidir. Erikson’un (1963) evreleri -güvene karşı güvensizlik, özerkliğe karşı utanç, girişimciliğe karşı suçluluk- her biri, çocuğun dünyaya karşı geliştirdiği temel tutumu yansıtan önemli bir meseleyi temsil eder ve belirli bir beden bölgesinin ön planda olmasından çok daha fazlasını anlatır.

    Üçüncüsü, belirli “evreler”in kesin yaş aralıklarıyla sınırlı olduğu fikri tartışmalıdır. Örneğin, “anal [anal]” dönem genellikle yaşamın ikinci yılına denk gelir ve çocuğun kontrol becerilerinin gelişmesini ve ebeveyn dayatmalarına karşı koyabilme yetisinin artmasını yansıttığı düşünülür. Ancak Stern’in (1985) belirttiği gibi, bir çocuk “Hayır!”ı 4 aylıkken bakışını kaçırarak, 7 aylıkken jestlerle, 14 aylıkken kaçarak ve 2 yaşında ise sözel olarak ifade edebilir.

    Psikolojik ontogenezi [Ontogenez: Birey oluş. Organizmanın varoluşundaki genetik kodlarına dayanan gelişimi.] düşünmek için çağdaş bir çerçeve şunları içerir:

    1. Gelişim önceden belirlenmiş değildir; çocuk ile onun kişilerarası dünyası arasındaki etkileşimler tarafından şekillendirilir.

    2. Farklı gelişimsel yollar mümkündür ve bunlardan yalnızca bazıları belirli bir çevrede ortaya çıkacaktır.

    3. Freud’un “evreleri” yaşam boyunca potansiyel olarak etkin kalan gelişimsel hatlar olarak varlıklarını sürdürür ve stres zamanlarında yeniden harekete geçebilirler.

    4. Çevresel travmaların etkisi, yaşam döngüsünün herhangi bir aşamasında gelişim sürecini rayından çıkarabilirken, erken yaşamda yaşanan olumlu deneyimlerin koruyucu bir etkisi vardır (Westen, 1990).

    5. Olgunlaşma süreçleri [maturational processes] yaşam döngüsü boyunca devam eder. Ergenin ruhsal yapısı [psyche] (ve beyni [brain]) erken gelişimsel temaları yeniden işler ve Jung’un (1916) inandığı gibi, hayatın ikinci yarısı da önemli yeni meydan okumaları beraberinde getirir.

    Örnek: Güvenemeyen kadın

    Martha, kocasının -kendi ifadesiyle- “takıntılı bir yalancı” olduğunu fark ettiğinde derin bir sıkıntıya kapıldı ve terapiye başladı. Kocası yalnızca ilişkileri hakkında değil, geçmişi ve şimdiki yaşamına dair birçok konuda da baştan sona bir yalan ağı örmüştü. Martha, tutumlarında resmî ve düzgün, aynı zamanda hafifçe mesafeli biriydi; çocukluğunu savaşta olan babasının dönmesini bekleyerek geçirdiğini hatırlıyordu. “Yakında dönecek,” denmişti ona, o ise pencere kenarında oturmuş, bekliyor ve gözlüyordu -ama babası asla geri dönmedi. Çünkü ölmüştü. Onu büyüten annesi ve dedesi bunu biliyorlardı. Martha bu konuyu, annesiyle, annesinin hayatının son döneminde bile hiç konuşmamıştı. Martha’nın ilişkileri -analistiyle olan ilişkisi de dahil- saf bir güven ile duygusal geri çekilmenin iç içe geçtiği bir örüntü sergiliyordu.

    Burada bir “ilişki teması”nın [relationship theme] -güvenin ihanete uğramasının- bir kişinin yaşamına nasıl bir gelişim hattı olarak nüfuz edebileceğini ve analitik çalışmanın odak noktası haline gelebileceğini görüyoruz. Martha için bu tema, eve hiç dönmeyen “güvenilmez” babadan sadakatsiz kocaya; ve çıkarımsal olarak, en erken ilişkisine -yasını inkâr ettiği ve bu nedenle yasını tutamadığı dul haliyle keder içinde olan, bebeğinin ihtiyaçlarına duyarlı ve güvenilir bir şekilde karşılık veremeyen annesine- kadar uzanıyordu. Tüm bunlar, analistin öngörüsüne göre, aktarımda yeniden sahnelenecek ve Martha’nın güvenmeyen dikkatli bakışlarından süzülerek görülecekti.

    İçsel nesnelerin kökeni

    Freud (1915), bebeğin “ilksel fanteziler”e [primal phantasies] sahip olduğunu varsaymıştır -yani, ebeveynler arası cinsel ilişkiye (ilksel sahne [the primal scene]), hadım edilme [castration] ve ödipal baştan çıkarma [oedipal seduction] gibi durumlara dair filogenetik olarak yerleşik bir bilgiye sahip olduğunu öne sürmüştür. Klein (1952) ve Isaacs (1943) bu fikri genişleterek, bebeklerin “meme [breast]”, “penis [penis]”, “üretra [urethra]” vb. gibi öğelere dair önceden oluşmuş bilgileri olduğunu, bu bilgilerin erken ve sonraki deneyimlerini şekillendirdiğini savunmuşlardır. Bu görüşe göre, “içsel nesne”ye [internal object] dair fantezi -örneğin “ağızdaki meme” -beslenme, cinsellik ya da bilgiyi içselleştirme gibi tüm inkorporatif [incorporative]) etkinliklerinin bir prototipi haline gelir. Bu yaklaşıma göre, “içsel nesne”nin doğası -çocuğun onların özgün “öteki”nin temsili- öncelikle intrapsişiktir [intrapsychic] ve zamanla ilgili gerçek nesnenin davranışlarıyla kademeli olarak değişikliğe uğrar. Fanteziler, yalnızca çocuklarda değil yetişkinlerde de ruhsal yaşamı etkilemeye devam eder; her düşüncenin bilinçdışı olduğu kadar bilinçli çağrışımları ve yankıları da vardır.

    Ancak Freud, içsel nesnelerin yalnızca doğuştan gelmediğini, aynı zamanda özdeşim [identification] ve içselleştirme [internalisation] yoluyla, bireyin erken yaşamını kuşatan özgül ilişkileri de yansıttığını fark etmiştir. Bu nedenle şöyle yazar: “Nesnenin gölgesi benliğin üzerine düşer” (Freud, 1917, s. 249) ve “Benliğin [ego] karakteri, terk edilen nesne yatırımlarının bir çökeltisidir ve bu nesne seçimlerinin tarihini sürdürür” (Freud, 1923, s. 63). Süperegonun, ebeveyn yasağının içsel bir temsili olarak kavramsallaştırılması, bunun en çarpıcı örneğidir. İlksel fanteziye dayalı intrapsişik modele karşılık olarak, Fairbairn (1952b), Bowlby (1988) ve ilişkisel psikanalistler (Mitchell & Aron, 1999), içsel dünyanın nesnenin gerçek davranışı tarafından şekillendirildiğini savunan interpsişik [interpsychic] bir yaklaşım benimsemişlerdir -örneğin, memenin ne kadar sevgi dolu (ya da yoksun bırakıcı) olduğu, babasal yasağın ne kadar tehditkâr olduğu gibi. Padel (1991), içselleştirilen şeyin bir “nesne [object]” (örneğin bir “anne” ya da bir “penis”) değil, bir ilişki [relationship] olduğunu ve bireyin rol değişimi yoluyla bu ilişkinin her iki “ucuyla” da özdeşim kurabileceğini belirtir -bu da, aile içi kuşaklar arası istismarın aktarımında, bir kuşakta istismar edilen çocuğun bir sonraki kuşakta istismarcıya dönüşmesi biçiminde ortaya çıkabilir.

    Bion (1962) daha orta bir pozisyon benimseyerek hem intrapsişik hem de interpsişik etkenlere önem verir ve bakımverenin davranışını, içsel zihinsel yapıların etolojik anlamda bir “uyandırıcısı [releaser]” olarak görür. Ona göre “meme”nin besleyici işlevi, her zaman gerçekleşmese de, bebekteki potansiyel bir düşünceyi (onun terimiyle bir “ön-kavramlaştırma”yı [pre-conception]) aktüel bir fanteziye ya da içsel nesneye (Bion’un terimiyle bir “kavrayış”a [conception]) dönüştürme kapasitesine sahiptir. Bu model, Chomsky’nin (1965) dil gelişimine dair görüşüyle karşılaştırılabilir: Chomsky’ye göre, “derin yapı”ya [deep structure] veya konuşma potansiyeline sahip bir mekanizma (Dil Edinim Aygıtı [the Language Acquisition Device]), çocuğun içine doğduğu dilsel çevreye bağlı olarak belli bir lehçeye dönüşür. Benzer şekilde, psikanalitik anlamda çocuk da bir “Fantezi Edinim Aygıtı”na [Phantasy Acquisition Device] sahip olarak görülebilir. Bu modelin klinik önemi ise, terapistin kendi “meme-zihin”ini [breast-mind] kullanarak hastanın zihninde daha önce keşfedilmemiş gelişimsel yolları harekete geçirmesiyle ilgilidir.

    Belleğin doğası

    Bu tartışmayla ilişkili bir diğer konu ise belleğin nasıl kavramsallaştırıldığıdır. Freud’un “anımsamalar”ı [reminiscences], psikanalitik çalışmanın hammaddesini oluşturan unsurlardır ve farklı şekillerde ele alınabilirler. Tulving (1985), belleği şu üç türde sınıflandırır:
    (a) “İşlemsel bellek [procedural memory]”: Bebekken nasıl tutulduğumuza, nasıl ele alındığımıza dair sözel olmayan bir temsildir ve Klein’ın (1946) “duygu halinde anılar [memories in feeling]” kavramına benzer.
    (b) “Anlamsal bellek [semantic memory]”: İçinde yetiştiğimiz çocuk yetiştirme kalıplarını ve aile kültürünü yansıtan etkileşim örüntüleri ya da “senaryolar”dır [scripts] (Byng-Hall, 1991).
    (c) “Episodik bellek [episodic memory]”: Gerçekte hatırlanabilir anılar ya da olaylara ilişkin bellektir.

    Her ne kadar çok az kişi 2 yaşından öncesine dair epizodik anılara sahip olsa da, erken dönem ilişki örüntüleri dünyayı nasıl deneyimlediğimizi ve ilişki kurduğumuzu etkilemeye devam eder (“anlamsal bellek”). Psikanalitik bakış açısından, bu örüntülerin izleri aktarımda kendini gösterir. Tıpkı cinsel sevginin [love] davranışsal tezahürlerinde bebeklik döneminden kalma davranış izlerinin -karşılıklı bakışma, dokunma, emme, yoğun ayrılık kaygısı ya da üzüntü gibi- bulunması gibi, fantezi de özellikle duygusal yoğunluk anlarında yetişkin zihinsel yaşamını şekillendirmeye devam eder. Sağlıklı durumda bu, duyguları zenginleştirir ve derinleştirir: müzisyenlerin en yüce anlarda çalarken dudaklarıyla ilkel emme hareketleri yaptıkları gözlemlenebilir. Ancak psikolojik rahatsızlıklarda, kişideki “ilkel [primitive]” duygular kolayca tetiklenebilir ve bilişsel değerlendirme tarafından düzenlenemez. Bu tür duygusal tepkiler, aktarım yoluyla ve anakronistik [anachronistic] biçimde ortaya çıkabilir. Bir terapist, sakin bir şekilde, zorunlu olarak bir seansı kaçırmak zorunda kalacağını açıklayabilir. Çocukluğu boyunca birden fazla bakıcı tarafından yetiştirilmiş biri, buna anında öfkeli ya da sarkastik bir şekilde şöyle tepki verebilir: “Ah, benden kurtulmak için sabırsızlandığınızı görüyorum.”

    Burada ilgili olan, Freud’un “nachträglichkeit” kavramıdır; bu terim çeşitli şekillerde “sonradan etki [deferred action]”, “sonradanlık [afterwardness]” ya da Fransızcada “après-coup” olarak çevrilmiştir (Perelberg, 2006). Nachträglichkeit, Kierkegaard’ın ünlü aforizması olan “Hayat ileriye doğru yaşanır, ama geriye doğru anlaşılır” sözünün bir ifadesi olarak görülebilir. Psikanalitik açıdan asıl mesele, hatırlanan bir olayın anlamı ve önemi kadar, bu anlamın kişinin şimdiki zihin durumu tarafından da -olayın gerçekleştiği zamandaki kadar- şekillendirilmesidir. Freud, bilinçdışının kronolojik zamanla sınırlı olmadığını öne sürer; dolayısıyla zaman akışı çift yönlü olabilir: “Çocukluk travmaları, sanki taze yaşanmış deneyimlermiş gibi ertelenmiş bir tarzda etkide bulunurlar; ancak bunu bilinçdışı düzeyde yaparlar” (Freud, 1896, s. 354). Bu nedenle, çocuklukta yaşanan cinsel istismar, o an için belirsiz bir teselli unsuru barındırsa bile, geriye dönük olarak utanç verici ve istismarcı bir deneyim olarak yaşanabilir. Belleklerin bu akışkanlığı artık nörobilimsel destek de bulmuştur (Gorman & Roose, 2011); çünkü bir olay ve ona eşlik eden duygusal yaşantı hatırlandığında, bu anı ya yeniden pekişebilir [reconsolidation] ya da geçersiz kılınarak çözülmeye [deconsolidation] uğrayabilir.

    Bu durum, aktarım paradoksuyla doğrudan ilişkilidir; aktarımda geçmiş “tekrarlanır” ama aynı zamanda yeni bir deneyim olarak sorgulanır. Örneğin, terapistten gelen şefkatli bir duyarlılık, ihmal ya da istismara dayalı belleğe dayalı beklentileri geçersiz kılabilir. Buradaki “sonradan etki”, geçmiş anıların şimdiki koşullar ışığında yeniden gözden geçirilebildiği bir tür ters aktarım [reverse transference] işlevi görür. Olumlu biçimleriyle bu “güncelleme [updating]” süreci, psikanalizi mümkün ve etkili kılan temel unsurdur.

    Nachträglichkeit’in uç biçimleri, görünen epizodik anılar bile yaratabilir ve bu durum, terapist ile danışanın birlikte hareket ederek (ödipal “üçgenleşmeyi” [oedipal “triangulation”] atlayarak ve/veya fantezi-gerçeklik sınırını zihinselleştirmeksizin), aslında doğrulanabilir kanıttan yoksun olan sözde istismar anılarını gerçekmiş gibi kabul ettiği “sahte anı/bellek sendromu”na [false memory syndrome] katkıda bulunabilir (Pope, 1996; Birksted-Breen, 2003). Stern’in (1985, s. 46) ifadesiyle: “Gelişim, tarihte geride bırakılmış olayların bir sıralanışı değildir. O, sürekli güncellenen bir süreçtir.”

    “Klinik” bebek ve “gözlemlenen” bebek

    Son olarak, bebeklik dönemi yakın zamana kadar adeta bir tabula rasa -yani teorisyenlerin, psikanalistler de dahil, kendi meşguliyetlerini ve ideolojilerini yansıttıkları boş bir ekran- olarak görülmekteydi. Ancak erken bebek-ebeveyn etkileşimine dair ayrıntılı gözlemsel çalışmaların ortaya çıkmasıyla birlikte, “klinik [clinical]” bebeğin karşısına “gözlemlenen [observed]” bebek (Music, 2017; Stern, 1985) çıkmış ve kuramcılarına adeta “karşılık verebilmiş [speak back]”, ona atfedilmiş yanlış anlamaların bir kısmını düzeltme imkânı doğmuştur.

    Bu önbilgileri akılda tutarak, şimdi doğumdan başlayarak kronolojik bir sırayla psikolojik gelişimin psikanalitik açıklamasına geçeceğiz.

    İki kişilik dönem [phase]: savunma mı yoksa yoksunluk mu?

    Freud’a (1916–1917) göre, üç kişilik Ödipal kompleks “nevrozların çekirdeği”ydi [kernel of the neuroses]. Psikanalitik hareketin erken dönemlerinde, Ödipus’un merkeziliğine duyulan inanç, psikanalizin ayırt edici özelliğiydi; adeta sorgulanamaz bir dogmaydı. Bu nedenle, kendi analisti Abraham’ın gelişim şemasından yola çıkan Melanie Klein, yaşamın ilk aylarına yöneldiğinde bu dönemi “ödipal öncesi [pre-ödipal]” olarak adlandırması doğaldı. Ancak Balint (1952), Rickman’ı (1950) takip ederek daha nötr terimler olan “iki kişilik [two-person] ve “üç kişilik [three-person]” evreleri tanıttı.

    Bu tartışma, yalnızca terimsel bir anlaşmazlığın ötesinde önemli sonuçlar doğurur. 2. Bölüm’de gördüğümüz üzere, Freud’un modeli esasen çatışma [conflict] temelliydi. Ona göre nevrozlar, bir yandan uygarlığın talepleriyle, diğer yandan içgüdülerin talepleri arasındaki uyuşmazlıktan ve ebeveynlerden ayrıcalıklı bir sevgi istemi ile bunun doğuracağı rekabet korkusu arasındaki gerilimden kaynaklanır. Freud, bilinçdışı ensest arzularının her yerde bulunduğunu vurgular ve bu arzuların bilinç düzeyine ulaşmasının her ne pahasına olursa olsun engellenmesi gerektiğini, bunun da ilksel bastırma yoluyla mümkün olduğunu savunur.

    Kernberg (1984) ve Segal (1986) gibi Klein’cılar, çatışma–savunma modelini [conflict-defence model] bebeklik dönemine kadar genişletirler; bu dönemde, bebeklerin bakımverenlerine duydukları sevgi ile, onların yokluklarına ve taleplerine anında yanıt vermemelerine karşı duydukları nefret arasında bir mücadele vardır. Diğer bazı kuramcılar -özellikle Kohut (1977) ve Winnicott (1965)- ise sorunları bir yoksunluk [deficiency] temeline dayandırırlar: Sağlıklı gelişim için gerekli olan yaşamsal bileşenlerin, özellikle annesel empati ve duyarlılığın eksikliği. Hem savunma hem de yoksunluk modelleri, psikolojik rahatsızlıkların ve bunların psikanalitik olarak nasıl iyileştirilebileceğinin anlaşılmasına katkı sağlayabilir (ayrıca bkz. Bölüm 11).

    Yaşamın ilk haftaları: “otizm” ya da simbiyoz

    Freud, yenidoğanın ruhsal durumunu çatlamamış bir civcivin durumu ile karşılaştırmıştır: “Dış dünyanın uyaranlarına kapalı bir ruhsal sistem; hatta beslenme gereksinimlerini bile otistik biçimde karşılayabilen bir yapı…” (Freud, 1911, s. 218; Hamilton, 1982). Bu görüş, Mahler, Pine ve Bergman’ı (1975) “normal otizm [normal autism]” evresini tanımlamaya, Freud’u ise (1914) tartışmalı “birincil narsisizm [primary narcissism]” kavramını ortaya atmaya yönlendirmiştir. Birincil narsisizm, diğerlerini sevebilme kapasitesinden önce gelen, çatışmasız bir kendini sevme hâlidir ve yenidoğanın kendine dönük, haz dolu, sadece kendisiyle ilgilenme haline dayanır.

    Devam ediyor… (67. sayfa)

  • Psikanalitik Vaka Formülasyonu (Kitap)

    Bu sayfada Psychoanalytic Case Formulation‘ın [Psikanalitik Vaka Formülasyonu] bölümlerinin çevirilerinin linkleri yer almaktadır.

    Giriş

    Burada ortaya koyduğum düşünceler, ilk olarak James Barron’un Making Diagnosis Meaningful: Enhancing Evaluation and Treatment of Psychological Disorders (1998) adlı derlemesine bir makale yazmam yönündeki daveti üzerine şekillenmişti. Aslında bu kitap, o bölümün çok daha kapsamlı biçimde genişletilmiş hâlidir; farklı bir okur kitlesi düşünülerek yazılmış ve ilerleyen sayfalarda ifade etmeye çalışacağım daha karmaşık bir amaçlar bütününe sahiptir. Barron, önerilen kitap hakkında gönderdiği mektubunda, tanı sürecini klinik çalışmanın gerçekliğiyle daha anlamlı bir şekilde ilişkilendirme, tanı ile prognoz arasındaki karmaşık ilişkiler, tanının tedavi sürecine ne ölçüde yön verdiği, tanının gelişimsel süreçlerle ilişkilendirilmesi ve hastaların karmaşıklığını göz ardı etmeden açıklayıcı özgüllüğü hedefleyen tanılar ile karmaşıklığı yakalayabilen ama özgüllükten ödün veren tanılar arasındaki gerilim gibi konuları gündeme getirmişti.

    Ben bu tür sorular üzerine yıllardır kafa yoruyorum. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nın (DSM) ardışık baskıları (1968, 1980, 1987, 1994) giderek daha nesnel, betimleyici ve sözde kuramsız hâle geldikçe, klinisyenlerin aslında en çok dayandığı tanının öznel ve çıkarımsal yönlerini kaçınılmaz olarak geri plana itmiştir. DSM’nin ampirik olarak türetilmiş kategorilerinin yanında, daha çok görünmez bir biçimde işleyen başka bir bilgi derlemesi vardır: sözlü olarak ve uygulama odaklı dergiler aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılan klinik bilgi, karmaşık biçimde belirlenmiş çıkarımlar ve terapistlerin süpervizyon altındaki öznellikleri üzerinde oluşmuş tutarlı izlenimler. Her bir vakada, bu veriler, hastaya verilmiş olan resmî tanı etiketiyle bir ölçüde zorlama [uneasily] bir biçimde yan yana var olur. Buradaki amaçlarımdan biri, işte o görünmez ve ortaklaşa paylaşılan uygulama ve düşünme biçimlerini temsil etmektir.

    ÖZNELLİK / EMPATİ GELENEĞİ ÜZERİNE

    Ampirik bir bilim insanının bakış açısından, insan öznelliği [subjectivity] genellikle doğru gözlemin önünde bir engel olarak görülür. Ancak bir klinisyenin bakış açısından öznellik, başka hiçbir konuda sahip olunamayacak türden bir insan bilgisine erişim sağlar (fizikçilerin parçacıklarla “empati [empathy] kurduğu” pek sık görülmez). Günümüzün birçok çağdaş psikanalitik yazarı (örneğin, Kohut, 1977; Mitchell, 1993; Orange, Atwood ve Stolorow, 1997), psikanalizi esasen bir öznellik bilimi [science of subjectivity] olarak tanımlar; bu anlayışta analistin empatisi birincil araştırma aracıdır. Bu kitapta ele aldığım konuların büyük bir kısmı bu öznel/empatik yönelimi yansıtmaktadır. Bu bakış açısından klinik gözlemler önemli bir yere sahiptir -özellikle de bu gözlemler titizlikle toplanmış ve meslektaşların gözlemleriyle tekrar tekrar karşılaştırılmışsa.

    Birkaç yıl önce, psikanalitik ve bilişsel-davranışçı terapistlerin tanısal tercihleri arasındaki farkları araştıran bir doktora tezi kapsamında araştırma deneği olmayı kabul ettim. Bana video kaydıyla sunulacak belirli bir materyali “alışılagelmiş şekilde tanı koyarak” değerlendirmem istenmişti. Kayıtta, belirli problemleri anlatan bir hasta olduğu varsayılıyordu. Ben de bu videoyu izleyip ardından bir anket dolduracaktım. Videoyu izlediğimde duyduğum ilk ve kalıcı tepkim, semptomlarını anlatan kadının bir hasta olmadığı yönündeydi; kamerayla kurduğu ilişkide, yardım isteyen, acı çeken bir kişinin varlığında hissedilen o duygusal atmosferin tamamen yokluğu vardı. Bu nedenle, danışanların yaşantılarına empatik olarak nüfuz ederek ve kendi öznelliğimde uyananları disiplinli bir biçimde inceleyerek yaptığım alışıldık klinik değerlendirme biçimiyle onu “teşhis edemeyeceğimin” hemen farkına vardım. Anketin ilk sorusu “Danışana verdiğiniz ilk tepki neydi?” idi. Cevabım, “Gerçek bir hasta değil, bir oyuncuydu,” oldu. Takip eden sorular ise videodaki kadının gerçekten bir hasta olduğu varsayımına dayanıyordu ve bu nedenle yanıtlanmaları benim için imkânsızdı.

    Öğrenciyi içeri çağırdım ve yaşadığım sorunu ona açıkladım. Benden “alışılagelmiş şekilde” tanı koymam istenmişti, fakat benim alışıldık yöntemim, gerçekten yardım isteyen bir kişinin varlığını hissetmemi gerektiriyordu. Zorluk çıkarmaya çalışmadığımı, ancak tanı koyma tarzımı deneyin taleplerine uyduramadığımı söyledim. Araştırmacı, videodaki kadının gerçekten bir oyuncu olduğunu doğruladı, ancak yine de onu gerçek bir hasta olarak hayal etmemi istedi. Bunu yapamayacağımı söyledim: Benim için tanı koymak yalnızca tanımlanan semptomlara dayalı, bütünüyle entelektüel bir egzersiz değildir. Araştırmacı, sonunda benden umudu keserek beni çalışmasından çıkardıı; çünkü araştırmanın kendi koşulları içinde onunla iş birliği yapmam mümkün olmamıştı. Daha sonra yayımladığı bulgular, benim gibi başka bir insanı anlamaya yönelik daha bütüncül, öznel ve etkileşimsel bir duyarlılıkla yaklaşan terapistlerin değerlendirme uygulamalarını tamamen dışarıda bıraktı.

    Benzer dışlamalar psikanalitik verilerde sürekli olarak meydana gelir. Bilgiler “düzenli”, nesnel olarak tanımlanabilir, açıkça gözlemlenebilir davranış birimlerinden oluşmadığı için göz ardı edilir (bkz. Messer, 1994). Bu nedenle, bilişsel-davranışçı terapilere dair çok sayıda ampirik veriye sahip olmamız, ancak psikanalitik terapiler hakkında çok daha az veriye sahip olmamız şaşırtıcı değildir. Bu duruma bakarak, bilişsel-davranışçı tedavilerin etkili olduğu ve psikanalitik terapilerin etkili olmadığı sonucunu dürüstçe çıkarabilecek biri, ancak bilişsel açıdan yetersiz biri olabilir. Eksik verilerimiz var, fakat psikanalitik terapilerin etkili olmadığına dair veriler elimizde yok. George Strieker’ın (1996) belirttiği gibi, kanıt yokluğunu, yokluğun kanıtı ile karıştırmamalıyız. Sonuç olarak çıkarılabilecek şey, psikanalizin ampirik statüsünü ortaya koymak için gerekli olan, son derece pahalı, karmaşık ve yaratıcı araştırmalara yatırım yapılması gerektiğidir. Bu arada, psikanalitik çalışmanın etkililiğine zaten ikna olmuş olan bizler, en azından düşünme biçimimize dair bir açıklama borçluyuz.

    Geleneksel terapinin eleştirmenlerine haksızlık etmemek adına, psikanalitik varsayımların çoğu zaman hatalı olduğuna dair bol miktarda kanıt vardır (örneğin, Freud’un kadın cinselliğiyle ilgili bazı tuhaf fikirleri düşünülebilir); bu varsayımlar, artık en iyi ihtimalle demode, en kötü ihtimalle ise zararlı görünen, kendinden emin ve kültürel olarak sınırlı inançları yansıtmaktadır. Geleneksel bilginin [lore] sınırlılıkları nedeniyle, öznel yönelimli sözlü gelenek ile nesnel yönelimli sendrom temelli yaklaşım arasında muhtemelen her zaman sağlıklı bir gerilim olacaktır. Bu gerilimin bir başka kaynağı da uygulamanın çoğu zaman araştırmanın önünde gitmesidir; bunun basit bir nedeni, terapistlerin bir meslektaşlarından yeni bir tekniğin danışanlara yardımcı olabileceğini duyduklarında, tam ampirik geçerlilik sağlanmasını beklemeden bu yöntemi denemeleridir (burada göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işleme [eye movement desensitization and reprocessing] [Shapiro, 1989] ya da düşünce alanı terapisi [thought-field therapy] [Callahan & Callahan, 1996; Gallo, 1998] gibi yöntemler akla gelmektedir).

    Geleneksel, uzun süreli terapi üzerine nitelikli araştırmalar yapmak oldukça zordur ve terapist olma çağrısını hisseden çoğumuz, aynı zamanda tutkulu olmayan (tarafsız) bir bilim insanının mizacına da sahip değiliz (psikolojideki romantik geleneğe dair bkz. Schneider, 1998). Ancak bu, bilime kayıtsız olduğumuz anlamına gelmez. En azından Spitz’in (1945) zamanından beri, analitik uygulayıcılar uygulamalarında ve kuram geliştirmelerinde kontrollü araştırmalardan, özellikle gelişim psikolojisi alanındaki araştırmalardan derinlemesine etkilenmişlerdir. Bu kitabın bir diğer amacı da, deneyimli analitik uygulayıcıların olgu formülasyonu yaparken ilgili araştırma bulgularını nasıl uyguladıklarını göstermektir.

    YÜZYIL DÖNÜMÜNDE TERAPİST OLMAK VE PSİKOTERAPİ ÖĞRETMEK

    Zamanımızın bir ironisidir ki, psikoterapi artık özellikle orta sınıflarda neredeyse tamamen damgalanma etkisini yitirmişken ve etkililiğine dair saygın bir literatür birikmişken (Luborsky, Singer ve Luborsky, 1975; Smith, Glass ve Miller, 1980; Lambert, Shapiro ve Bergin, 1986; VandenBos, 1986, 1996; Lipsey ve Wilson, 1993; Lambert ve Bergin, 1994; Messer ve Warren, 1995; Roth ve Fonagy, 1995; Seligman, 1995, 1996; Howard, Moras, Brill, Martinovich ve Lutz, 1996; Strupp, 1996), bizler, uygulayıcıları yılgınlığa sürükleyen, danışanları yardım aramaktan caydıran, danışanların kalıcı bir değişim elde edecek kadar uzun süre tedavide kalma isteğini uyandırabilen klinisyenleri cezalandıran ve “terapi”yi, herhangi bir anda ansızın sona erdirilebilecek gizlilikten uzak bir ilişki biçimi olarak yeniden tanımlayan politik ve ekonomik baskılarla karşı karşıyayız (bkz. Barron & Sands, 1996).

    İyi bir terapist olmak doğası gereği zahmetlidir ve zaman alan bir süreçtir. Ancak son zamanlarda bu görev, klinisyen adaylarının, ustalaşmak için büyük fedakârlıklar yaptıkları bu zor sanatı icra edemeyeceklerine dair duydukları kaygılar nedeniyle daha da karmaşık hâle gelmiştir. Terapist yetiştiren bir eğitmen olarak, bu kaygıların son yıllarda giderek arttığına dair birçok kanıt gördüm. Örneğin, Rutgers Üniversitesi’nde verdiğim psikanalitik kuramlara giriş dersinde, genellikle öğrencilerden, klasik Freudcu tarzda kendi rüyalarından birini analiz etmelerini istediğim bir yazılı ödev veririm. Bazen ödevlerde bir tür “sınıf teması” ortaya çıkar; bu genellikle ayrılık (öğrenciler bu dersi genellikle yüksek lisansın ilk döneminde alırlar) ya da öz-değer (yüksek lisans döneminde sürdürülmesi zor olabilir) gibi temaları içerir. Yakın geçmişteki bir dönemde, analiz edilen rüyaların neredeyse yarısında, müdahaleci, keyfi, empatik olmayan bir otorite figürüne dair imgeler vardı -öfkeli polis memurları, kızgın okul müdürleri, otokratik rahibeler vb. Bu örüntüyü sınıfa aktardığımda ve ne anlama gelebileceğini sorduğumda, öğrenciler hemen, “yönetilen bakım dünyasında [sağlık sigortası odaklı sistemde] [managed care world]” klinik yargılarını aniden geçersiz kılabilecek bürokratik bir emre dair duydukları endişelerle bağlantı kurdular.

    Eğer bu kitabı on beş yıl önce yazıyor olsaydım, bugün sahip olduğu polemik tonu muhtemelen olmazdı. Şu anda, sağlık hizmetleri genelinde ve özellikle psikoterapi alanında acı verici bir kriz dönemindeyiz. Sağlık hizmeti sunum sisteminde esasen kurumsal bir hâkimiyet söz konusu ve diğer pek çok sağlık profesyoneli gibi, yardım mesleklerine şirket temelli ve ticari modellerin uygulanabilirliğine dair son derece şüpheliyim. İnsanların sorunları hakkında iyi eğitim almış kişilerle konuşmak istemeyecekleri bir zamanın geleceğini hayal etmek benim için zor olsa da, eğer yüzeysel, samimiyetsiz ve hayal kırıklığı yaratan müdahaleler psikoterapi olarak sunulursa, çok geçmeden hatırı sayılır sayıda insan ‘terapiyi denediğini’ ve onun işe yaramadığını düşünecektir. Bu kişiler büyük olasılıkla terapiyi bir daha denemeyi düşünmeyeceklerdir.

    Bu gerçeklikler, terapistlerin işlerini bilinçli ve etkili bir şekilde yapmalarını her zamankinden daha önemli hâle getirmektedir. Bir danışanın terapi süresi kısa vadeli bir ilişkiyle sınırlandırılmışsa, sağlam bir tanısal temelden hareket etmek daha az değil, daha çok önem taşır. Danışanın çözülmesini istediği sorun, ödeme yapan üçüncü tarafın dayattığı koşullar altında çözülemeyecekse, terapistin bu konuda dürüst olması gerekir. Ayrıca, danışanın özgül psikolojisini ve bu psikolojinin gerektirdiği terapötik ihtiyaçları ona aktarabilmesi gerekir -bu da, dinamik bir formülasyonu sade ve anlaşılır bir dille ifade etmeyi gerektirir (bkz. Welch, 1998). Bu türden iletişimlerin kendisi dahi, terapistin danışanın genel psikolojisini ne derece ustalıkla kavradığına bağlı olarak doğru ya da yanlış anlaşılabilir.

  • Bağlanma Temelli Aile Terapisinde Psikodinamik İlkeler (24. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Contemporary Psychodynamic Psychotherapy: Evolving Clinical Practice‘nin [Çağdaş Psikodinamik Psikoterapi: Gelişen Klinik Uygulama] 24. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Guy Diamond, Syreeta Mason ve Suzanne Levy

    Bağlanma Temelli Aile Terapisi (BTAT) (Diamond, Diamond ve Levy, 2014), aile içindeki kişilerarası kopuklukları onarmayı ve güvene dayalı, duygusal olarak koruyucu ebeveyn-çocuk ilişkilerini yeniden inşa etmeyi amaçlayan güven temelli, duygu odaklı ve ampirik destekli bir tedavidir. BTAT, ailenin duygu düzenleme, organizasyon ve problem çözme kapasitesini geliştirir. Bu durum, aile bağlarını güçlendirir ve depresyon, intihar düşünceleri ve diğer riskli davranışlara karşı tampon görevi görebilir (Restifo ve Bögels, 2009). BTAT modeli, vaka kavramsallaştırması ve müdahaleyi yönlendirmek için bağlanmayı (Bowlby, 1988) merkezi bir organizasyon teorisi olarak kullanır. Bununla birlikte, BTAT’nin kökleri, yapısal aile terapisi (Minuchin, 1974), çok boyutlu aile terapisi (Liddle ve ark., 2001), duygu odaklı terapi (Greenberg, 2011; Johnson, 2004) ve bağlamsal aile terapisi (Boszormenyi-Nagy ve Krasner, 1986) gibi yaklaşımlara dayanır. BTAT kılavuzu, süreç ve kişilerarası odaklı olup, aynı zamanda 12 ila 16 haftalık bir zaman diliminde derinlemesine terapiyi nasıl kolaylaştıracağını gösteren bir yapı ve yol haritası sunar. Model, kritik tedavi mekanizmalarına odaklanan beş ayrı ancak birbiriyle bağlantılı tedavi görevi ile ilerler. Bu görevler, aileye bağlanma kopukluklarını onarma ve güven ile güvenliği artırmaya yönelik rehberlik sağlamak için tasarlanmıştır.

    Teori

    Son 60 yılda ailelerle çalışma alanında kavramsallaştırma, değişim teorisi ve tedavi yaklaşımlarında önemli değişimler olmuştur. 1950’lerde bazı psikanalitik terapistler, hastanede iyileşen şizofreni hastalarının evlerine döndüklerinde kısa sürede yeniden nüks ettiklerini fark ettiler. Bu olguyu anlamaya yardımcı olacak psikodinamik ve davranışsal süreçlerin ötesine geçen teoriler arayan birçok yenilikçi öncü, genel sistemler ve sibernetik teoriye yöneldi. Bu iki model, bireyler arasındaki etkileşimin insanların düşünme, hissetme ve davranış biçimlerini nasıl yönlendirebileceğini öne sürerek terapi hakkındaki fikirleri önemli ölçüde değiştirdi. Bu çerçeve, terapistleri aile üyelerini tedavi odasına getirerek onların etkileşim ve iletişim biçimlerini değiştirmeye teşvik etti. Yenilikçi ve çığır açıcı olsa da bu yaklaşım, içsel psikolojik yaşamı (duygular, bilişler ve kişilerarası ihtiyaçlar) göz ardı ederek davranışa odaklanan daha radikal bir yapıcı perspektife yol açtı. Buna tepki olarak, 1990’larda öyküsel terapi ortaya çıktı ve terapistlere bilişlere (anlatılar veya şemalar) yeniden odaklanmaları konusunda yardımcı oldu. Ancak bu, etkileşimlere olan ilgiyi azaltırken içsel psikolojik işleme olan ilgiyi artırdı. Bazıları, öyküsel terapinin çok fazla içsel veriye (örneğin bilişsel) odaklandığını ve etkileşimsel boyutu gözden kaçırdığını öne sürdü (Minuchin, 1998). Bowlby’nin bağlanma teorisi, psikodinamik teoriler ile aile sistemleri/öyküsel yaklaşımlar arasında bir köprü sundu.

    Bağlanma teorisi, ebeveynlerini duyarlı, ilgili ve ulaşılabilir olarak deneyimleyen çocukların ilişki güvenliğine dair bir inanç geliştirdiğini öne sürer. Bu çocuklar, dünyanın güvenli bir yer olduğunu ve sevgiye ve korunmaya layık olduklarını hissederler. Bu güvenli ve destekleyici ebeveyn ilişkileri, çocukların gelecekteki ilişkilerden ne beklediklerine dair içselleştirilmiş modellere dönüşür. Çocuklar duyarlı bir ebeveynlik almadıklarında, incinmekten veya hayal kırıklığına uğramaktan korunmak için savunma stratejileri geliştirirler. Bazı çocuklar, yaşamın stresleriyle başa çıkmak için ebeveynlerine güvenmeyi veya onlardan bir şeyler beklemeyi bıraktıkları kaçıngan bağlanma stili geliştirir. Diğerleri ise sürekli ebeveynlerinin dikkatini aradıkları ve aynı anda reddedilmekten korktukları takıntılı bir stil geliştirir. Bowlby, bu olumsuz ilişkisel deneyimlerin çocukların kendilik (örn., “Sevilmeye layık değilim”) ve ötekiler (örn., “Kimseye güvenemem”) hakkındaki içsel çalışma modellerini şekillendirdiğine inanıyordu.

    Bağlanma güvenliği ayrıca duygu düzenleme ve öz-refleksiyon becerilerinin öğrenilmesini de etkiler. Güvenli bağlanmaya sahip çocuklar, korku hissettiklerinde ebeveynlerine teselli ve rahatlama için yönelirler. Zamanla, bir ebeveynin çocuğun korkularını azaltmasına tekrar tekrar yardımcı olduğu bu deneyimler bir öz-düzenleme becerisi olarak içselleşir. Benzer şekilde, güvenli bağlanan çocuklar, kendilerini koruma baskısı hissetmeden öz-refleksiyon yapma ve başkalarının ihtiyaçlarını düşünme konusunda psikolojik özgürlüğe sahiptir. Onlar, hayal kırıklığı yaratan veya istismarcı ilişkilerden korunmaya yönelik bir savunmaya ihtiyaç duymazlar. Bunun yerine, “epistemik alan” ve savunmasız duyguları ile rahatsız edici düşünceleri ve anıları üzerine düşünmek ve tolere etmek için güvenli bir ortamları vardır (Kobak ve Cole, 1994). Bu durum, reflektif fonksiyonu geliştirir ve çocukların (ve ardından yetişkinlerin) diğer insanların bakış açılarını, perspektiflerini veya içsel deneyimlerini düşünmelerine olanak tanır (Slade, 2005). Bu bağlamda Bowlby’ye göre, güven temelli aile ilişkileri, çocukların temel ilişkisel ve psikolojik becerileri öğrendikleri bir ortam haline gelir.

    Bu şekilde bağlanma çerçevesi, psikodinamik ve aile sistemleri terapileri arasındaki paradigma çatışmasını çözümler. Bağlanma teorisi, psikolojik ve etkileşimsel yaşamı açıklayan bir işlem süreç modeli sunar. Çocukların psikolojik ihtiyaçları vardır ve ebeveynlerin bu ihtiyaçlara nasıl yanıt verdiği, çocukların içsel modellerini şekillendirir. Bu bağlanma anlatısı, çocukların ebeveynleriyle nasıl etkileşime girdiğini belirler. Bowlby’ye göre, içsel modellerin etkileşim deneyimini şekillendirmesi ve etkileşim örüntülerinin içsel modelleri şekillendirmesi yaşam boyu devam eden bir süreçtir. Ancak bu işlem süreci, aynı zamanda kuşaklar arası bir miras tarafından da etkilenir. Ebeveynlerin kendi bağlanma geçmişleri ve içsel çalışma modelleri ebeveynlik stillerini belirler (örn., “Ben ebeveyn bakımı almadan büyüdüm, neden çocuğum bu kadar talepkar ve muhtaç?”). Bu şekilde, ebeveyn ile çocuk arasındaki ilişkisel etkileşim bir bağlanma stili oluşturur ve bu bağlanma stili bir sonraki kuşakta bir ebeveynlik tarzı olarak kendini gösterir.

    Bu geçişsel bakış açısının psikoterapötik değişim açısından ilginç sonuçları vardır. Eğer ilişkisel deneyimler içsel çalışma modelini şekillendiriyorsa, ilişkisel deneyimlerdeki bir iyileşme (örn., ebeveynlik) içsel çalışma modelini yeniden düzenleyebilir mi? Bakım verenin davranışları iyileştiğinde, çocuklar (her yaşta) daha tatmin edici ve sağlıklı ilişkilere dair yeni beklentiler geliştirebilir mi? (örn., “Belki de annem, ona ihtiyacım olduğunda yanımda olabilir.”).

    Bireysel psikoterapi modelleri bu inancı taşımak zorundadır. Terapist ile danışan arasındaki terapötik ilişki, danışanların kendilerini güvende hissederek öz-refleksiyon yapmalarına ve savunmasız duygulara tahammül etmelerine olanak tanıyan güvenli bir temel sunar. Terapistin desteğiyle danışanlar, güvensiz bağlanma deneyimlerinden kaynaklanan psikolojik düğümleri çözmeye başlar. Danışanlar terapiye genellikle “Annemden nefret ediyorum. O tam bir cadıydı ve onu bir daha asla görmek istemiyorum.” gibi ifadelerle gelirler. Ancak terapi sürecinde bu deneyimleri yeniden ele aldıkça, hem kendi hem de başkalarının yaşantılarını ve motivasyonlarını daha iyi anlamaya başlarlar. Bu süreçte, anlatıları, şemaları ve içsel çalışma modelleri değişmeye başlar. Yeni anlatı şu şekilde dönüşebilir: “Annem zor bir hayat yaşadı. Onu seven biri hiç olmadı ve beni nasıl seveceğini hiç bilemedi. Onu affettim ama ona bir daha güvenebilir miyim bilmiyorum.” Terapötik süreç, danışanın geçmiş bağlanma travmalarını ele almasına veya bunlarla yüzleşmesine yardımcı olarak “kazanılmış güvenlik” geliştirmesine katkı sağlar (Roisman, Padrón, Sroufe ve Egeland, 2002).

    BTAT’de benzer bir süreci hedefliyoruz. Ergenlerle yapılan bireysel seanslarda, danışanların keşfetmedikleri veya kaçındıkları kendine zarar verici bağlanma anlatılarını ve buna eşlik eden savunmasız duyguları anlamalarına yardımcı oluyoruz. Danışanların bağlanma geçmişlerini daha bütünlüklü bir şekilde kavrayabilecekleri güvenli bir ilişkisel bağlam sağlıyoruz. Bireysel terapide terapist genellikle “iyi ebeveyn” rolünü üstlenirken, BTAT’de terapist bir geçiş nesnesi işlevi görür. Ergenle yapılan bireysel seanslar kendi başlarına terapötik etki yaratırken, aynı zamanda ergeni ebeveynleriyle doğrudan yapacağı konuşmalara hazırlamak için de kullanılır. Ancak bu konuşmalar gerçekleşmeden önce, ebeveynlerle birkaç seans gerçekleştiririz. Bu süreçte, onların kendi bağlanma yaralarını anlamalarına yardımcı olur ve böylece bağlanma başarısızlıklarının nesiller boyu aktarılmasını önlemeyi hedefleriz (bkz. Görev III). Daha sonra aileyi bir araya getirerek, geçmişte ve şu anda yaşanan bağlanma kopukluklarına dair özel konuşmalar yaparız (örn., “Boşanma sonrası beni terk ettin!”). Bu süreçte, ergen savunmasız anılarını ve duygularını ifade eder, ebeveynler ise empati ve destek sunar. BTAT terapistleri, ergen danışanlar için, kendilerini ihmal eden ebeveynden aldıkları onayın, terapistten gelen onay ve empatiden daha derin bir varoluşsal etkiye sahip olacağını varsayar. Bu düzeltici bağlanma konuşmaları, güvensiz bağlanma anlatılarının daha tutarlı hale gelmesini sağlar ve daha güvenli bir aile ortamının yeniden kurulmasına yardımcı olur.

    Tedavi Süreci

    BTAT, karmaşık, kişilerarası, süreç odaklı ve travmaya yönelik bir terapiye yapı kazandırır. Bu yapı, terapistlerin bağlanma ihtiyaçlarına odaklanmasını sağlar ve terapinin sistematik ve zamanında ilerlemesine yardımcı olur. Tedavi, 12 ila 16 haftalık bir formatta test edilmiş ve başarılı bulunmuştur. Ancak, bu yapılandırmaya rağmen, müdahale süreci terapistin kişisel varlığını (Aponte ve Kissel, 2016) yoğun bir şekilde kullanmasını gerektirir. Terapide ortaya çıkan derin kişilerarası karşılaşmaları kolaylaştırmak için terapistin aktif katılımı kritik öneme sahiptir. Bu bağlamda, terapi kılavuzu bir müfredattan ziyade ilkelere dayalıdır. Tedavinin beş farklı tedavi görevi etrafında organize edilmesi—terapötik hedeflere yönelik belirli prosedürler, süreçler ve amaçlar—modelin en önemli katkılarından biri olabilir.

    İlişkisel yeniden çerçeveleme görevi (görev I, ilk seans), ailenin odağını ergenin davranışlarını “düzeltmekten” aile ilişkilerini iyileştirmeye kaydırarak tedavinin temelini oluşturur. Öncelikle, sunulan sorunun ve geçmişin değerlendirilmesi yapılır. Ardından terapist, görüşmenin odağını danışanın semptomlarından aile ilişkilerine yönlendirir. Ebeveynlerin ergen için bir kaynak olmasını engelleyen nedir? Ergenin korunma ihtiyacı neden devre dışı kalmıştır? Bu kopuklukların sonuçlarını (örneğin, ergenin yalnızlığı veya izolasyonu, ebeveynin ilişkinin bozulmasına dair pişmanlığı) kullanarak bakım verme ve bağlanma içgüdülerini harekete geçiririz. Bu duygusal yumuşama anında, terapist güven ve yakınlığı yeniden inşa etmeyi terapinin ilk hedefi olarak sunar.

    Ergenle ittifak kurma görevi (Görev II, iki ila dört seans), ergenle bireysel olarak yürütülür. Terapist, öncelikle ergenle güvene dayalı bir bağ kurmaya odaklanırken, danışanın depresyon geçmişini ve intihar anlatısını anlamaya çalışır. Daha sonra terapist, bağlanma anlatısına yönelir (örneğin, ebeveyn-er­gen ilişkisindeki kopuklukları anlamak). Ergen, bu iki anlatıyı ve bunların birbirlerini nasıl şekillendirdiklerini daha tutarlı bir şekilde kavramaya başladıkça, terapist, ebeveynleriyle bu konuları ele alabilirse depresyonunun hafifleyebileceğini öne sürer. Ergen bu tedavi hedefine katıldığında, terapist onu bu ortak görüşmelere hazırlamaya başlar.

    Bağlanma anlatısını keşfetmek, ergenle ittifak kurma görevinin temel mekanizmasını oluşturur. Bu anlatı, ergenin kendisine ve diğerlerine dair içsel çalışma modeline açılan bir pencere işlevi görür. Bu süreci geliştirmek için terapistler, bağlanma ilişkisinde kopmaya neden olan yaraları veya travmaları belirler. Terapistler, bu acı verici anıları, düşünceleri ve duyguları daha fazla farkındalık düzeyine taşır ve böylece onların işlenmesini ve yeniden şekillendirilmesini mümkün kılar. Bu işleme süreci, savunma mekanizmalarını anlamayı ve ele almayı, güvensiz bağlanma örüntülerine dair açıklamalar veya yorumlar sunmayı, travmatik olayları detaylandırmayı ve bağlanma yaralanmalarına eşlik eden temel duyguları ve inançları ele almayı içerebilir. Terapötik ilişki, ergenlerin acı verici yaşam deneyimlerini daha derinlemesine düşünmeleri ve hassas duygularını daha fazla fark etmeleri ve tolere etmeleri için güvenli bir zemin oluşturur. Bu bireysel seanslarda terapistler, parçalı ve tutarsız bir bağlanma anlatısını daha tutarlı hale getirmeye çalışır.

    İdeal olarak, ebeveynle ittifak kurma görevi (Görev III, iki ila üç seans), ergenle ittifak kurma göreviyle eş zamanlı olarak yürütülür. Terapist, ebeveyn(ler) ile görüşmelere genellikle ebeveynlerin mevcut stres faktörlerini ve bunların ebeveynlik tarzlarına olan etkilerini keşfetmekle başlar. Terapistin empati ve anlayış göstermesi, ebeveynlerin suçlanma korkusunu ve ebeveynlikteki hatalarına dair suçluluk duygularını azaltır. Ardından, terapist ve ebeveynler, ebeveynlerin kendi bağlanma hayal kırıklıkları geçmişini inceler. Bu konuşma, ebeveynlerin çocukluk dönemlerindeki bağlanma hayal kırıklıklarını hatırlamalarına ve bu deneyimlerin ebeveynlik tarzlarını nasıl şekillendirdiğini keşfetmelerine yardımcı olur. Daha iyi bir ebeveyn olma motivasyonu ortaya çıktığında, terapist ebeveynlere daha fazla bağlanma odaklı ve duygu temelli ebeveynlik becerileri öğretir.

    Görev III’ün merkezi mekanizmasının ebeveynlerin reflektif fonksiyonunu arttırdığı söylenebilir. Reflektif fonksiyon, bireyin kendi ve diğerlerinin düşüncelerini, duygularını, davranışlarını ve niyetlerini anlama kapasitesidir (Fonagy, Steele, Steele, Moran ve Higgitt, 1991). Terapist, ebeveynlerin önce kendi bağlanma travmalarını düşünmelerine yardımcı olarak süreci başlatır. Ebeveynler, güvenli bir terapi ortamında çocukluk dönemlerindeki hayal kırıklıklarını keşfetmeye, hatırlamaya ve bu duygularını hissetmeye davet edilir. Bir yandan, terapist ebeveynlerin kendi geçmişlerine empatiyle yaklaşmalarını ve unutmaya ya da bastırmaya çalıştıkları anıları kabul etmelerini teşvik eder. Bu anılar ve duygular, kendini yansıtma becerisini geliştirmek ve ebeveynlerin çocuklarına yönelik empatik uyumlarını artırmak için gereklidir. Öte yandan, çözümlenmemiş çocukluk çatışmalarının mevcut ebeveyn-çocuk ilişkisinde tekrarlandığı görülmektedir (Fraiberg, Adelson & Shapiro, 1975). Ebeveynler, bu hassas ve kendini yansıtıcı alan içindeyken, terapist onların bu nesiller arası tekrar eden örüntülerin farkına varmalarına yardımcı olur (örneğin, “Babamın bana davrandığı gibi ben de çocuğuma davranıyorum”). Terapist, ebeveynlerin suçluluk ve umutsuzluk içinde kaybolmalarına izin vermek yerine onlara umut ve destek sunar. (örneğin, “Seni terk edilme mirasını kırman konusunda destekleyebilirim. Kendi annenden göremediğin sevgiyi kızına vermen için sana yardımcı olabilirim. Bu ilgini çeker mi?”). Böylece, terapist reflektif fonksiyonları artırarak ebeveynlerde davranış değişikliğini teşvik eder.

    Bağlanma görevi (Görev IV), ebeveynler ve ergen arasında düzeltici bir bağlanma deneyimi oluşturmayı amaçlar. Vakanın karmaşıklığına bağlı olarak genellikle bir ila dört seans sürer. Bu görev, ergenin ebeveynlerine daha önce dile getirilmemiş incinme, öfke veya acıyı açmasıyla başlar. Bu kopukluklar; ihanet, istismar, terk edilme, ihmal veya reddedilme ile ilgili duyguları ve deneyimleri içerebilir. Ebeveynler empati ve merakla yanıt verdiğinde, ergen kendini daha özgür hisseder ve duygularını daha rahat keşfetmeye başlar. Seansların bir noktasında, ebeveynler genellikle pişmanlık ve özür ifade eder. Bu kopuklukların birçoğu karmaşık olup kolayca çözülemese de bunları açıkça konuşabilme özgürlüğü güven oluşturmaya, gerginliği azaltmaya ve duygu düzenlemeyi iyileştirmeye yardımcı olur. Ergen, “Belki de ebeveynlerime yardım için dönebilirim.” diye düşünmeye başlar.

    Düzeltici bağlanma deneyimi, Görev IV’ün temel değişim mekanizmasını oluşturur. Bu, ergenin savunmasız duygularını ve ihtiyaçlarını ebeveynleriyle paylaşmasını ve ebeveynlerin de erişilebilirlik, dikkat ve empatik uyumla yanıt vermesini içerir. Aile, bunu sadece konuşmakla kalmaz, terapötik ortamda bizzat deneyimler. Bu deneyimsel öğrenme süreci gestalt veya maruz bırakma terapisine benzer (Foa, Keane, Friedman ve Cohen, 2008; Greenberg, 2011). Bu bağlamda, Görev II ve III kendi başlarına terapötik olsalar da Görev IV ilişkinin güvenli bir temel olarak yeniden yapılandırılmasını doğrulayan bir deneyim sunarak bu süreci pekiştirir.

    Bu terapötik süreci karakterize eden birkaç özellik vardır. İlk olarak, konuşma öncelikle ergen ve ebeveynleri arasında gerçekleşir. Terapist, gerektiğinde devreye girerek diyaloğun yönlendirilmesine yardımcı olur. İkinci olarak, odak noktası davranışsal problemler değil, temel bağlanma kopukluklarıdır. Üçüncü olarak, ergen, başlangıçta haklı ve ifade edilmemiş bir öfkeyle konuşmaya başlayabilir; çünkü depresif ergenlerin çoğu içinde bastırılmış öfke taşır. Ancak, bu konuşmayı sürdürebilmek için duyguların zamanla daha savunmasız hale gelmesi gerekir (örneğin; üzüntü, özlem, reddedilme hissi vb.). Son olarak, terapist bu konuşmayı mümkün olduğunca uzun sürdürmelidir. Ebeveynin reddetmesi ve ergenin içe çekilmesi gibi varsayılan beklentileri değiştirebilmek için ailenin güvenli bir bağlanma ortamını deneyimleyebileceği sürekli ve yeni bir etkileşim sürecine ihtiyacı vardır.

    Son görev olan otonomiyi teşvik eden görev (Görev V), odak noktasını bağlanmadan özerkliğe kaydırır. Depresyon, bir ergenin akademik, sosyal ve gelişimsel yaşamını ciddi şekilde etkileyebilir. Görev IV seansları aracılığıyla aile içindeki güven yeniden inşa edilmeye başlandıktan sonra ergenin hayatını tekrar toparlamasına yardımcı oluruz. Bu sürecin bir kısmı davranışsal aktivasyon içerir. Bu yaklaşım, ergenin kaçınma ve izolasyonunu azaltmayı ve onun ruh halini iyileştiren aktivitelere katılımını artırmayı hedefler. Diğer bir kısmı ise hedefe yönelik ortaklık ilişkisini teşvik etmeye yöneliktir. Burada, ergen, ebeveyniyle güvenli bir ilişkiyi sürdürmek konusunda sorumluluk almayı öğrenir. Ayrıca, bu görev kapsamında ergenin kimlik gelişimi ile ilgili aile içi konuşmalar yapılır. Bu konuşmalar; sosyal destekler, ilişkiler, cinsel ve toplumsal cinsiyet kimliği, dini inançlar, etnik kimlik ve geleceğe dair umut ve hayalleri kapsayabilir.

    Bağlanmaya Dayalı Aile Terapisi (BTAT) için Ampirik Destek

    BTAT araştırmaları, Drexel Üniversitesi Aile Müdahale Bilimi Merkezi’nde ve dünya çapındaki partner sitelerde yürütülmektedir (tam inceleme için bkz. Diamond, Russon ve Levy, 2016). BTAT araştırmaları, öncelikli olarak 12-18 yaş arasındaki ergenlerde depresyon ve intiharın azaltılmasına odaklanmıştır. Bugüne kadar yapılan birçok çalışma, BTAT’nin etkinliğini göstermiştir. Bu çalışmalar, BTAT’nin depresyon ve intihar düşüncelerini azaltmada bekleme listesi kontrol grupları veya alışıldık tedavi yöntemlerine göre daha etkili olduğunu göstermektedir (Diamond, Reis ve Diamond, 2002; Diamond et al., 2010). BTAT ayrıca, intihar düşüncesi taşıyan lezbiyen, gay ve biseksüel ergenlerle (Diamond, Diamond, Levy vd., 2012) ve bakım verenlere karşı çözümlenmemiş öfke duyan genç yetişkinlerle (Diamond, Shahar, Sabo ve Tsvieli, 2016) kullanılmak üzere uyarlanmıştır. İkincil veri analizi, BTAT’nin ciddi şekilde depresyon yaşayan ergenler ve cinsel travma geçmişi olan ergenlerde etkili olduğunu, bu grupların kombinasyon tedavisi ve bilişsel davranışçı terapiyle tedaviye düşük yanıt verme olasılığı taşıdığını göstermektedir (Diamond, Creed, Gillham, Gallop ve Hamilton, 2012). Ayrıca, değişim mekanizmalarını inceleyen birkaç süreç çalışması yapılmıştır.

    Birçok etkililik araştırma projesi yürütülmüş veya hâlâ devam etmektedir. Norveç, Avustralya, Belçika ve İsveç’te çalışmalar yapıldı (Diamond, Wagner ve Levy, 2016). Amerika Birleşik Devletleri’nde, yakın zamanda, lezbiyen, gay, biseksüel, trans birey ve kimlik arayışı içinde olan (LGBTQ) gençlerle BTAT yapmak için bir gençlik toplum sağlık merkezi ile ortaklık kurduk. BTAT ayrıca, depresyon ve intihar için yapılan birçok klinik denemede önemli ölçüde yer almayan düşük gelirli ve azınlık gruplarındaki gençlerle başarıyla çalışmış bir geçmişe sahiptir.

    BTAT, depresyon ve intihar dışında veya onlarla birlikte mental sağlık problemleri olan gençlerle de değerlendirilmiştir. Yayınlanan çalışmalar kaygıya (Siqueland, Rynn ve Diamond, 2005), çözümlenmemiş öfkeye (Diamond, Shahar vd., 2016) ve anoreksiya nervozadan muzdarip intihar eğilimli gençlerle (Wagner, Diamond, Levy, Russon ve Litster, 2016) odaklanmıştır. BTAT, intihar girişiminde bulunan ergenler için hastane sonrası bakım programı olarak çok olumlu sonuçlarla test edilmiştir (Diamond, Levy ve Creed, 2016). Genel olarak, BTAT, 12 yaş ve üzeri bireyler için önerilmektedir ve tedavi bağlamı ile sınırlı değildir. Model, ayakta tedavi, yatarak tedavi, ev tabanlı tedavi, hastane ortamları ve yerleşik bakımda kullanılmaktadır. BTAT, aktif psikoz, düşük işlevli otizm spektrum bozuklukları, sınırda zeka işlevi veya ciddi dışavurum davranışları olan bireyler için tedavi yaklaşımı olarak önerilmez. Ancak, BTAT’nin rehber ilkeleri ve görevleri herhangi bir aileyle çalışırken uygulanabilir. BTAT, şu anda depresyon, depresif semptomlar ve intihar düşünceleri ile davranışları için etkili sonuçlar veren bir program olarak Ulusal Kanıt Temelli Programlar ve Uygulamalar Kaydında listelenmiştir.

    Klinik örnek

    Geçmiş

    Sophia, 10. sınıfta okuyan 16 yaşında beyaz bir kızdır. Depresyon ve intihar düşünceleri nedeniyle tedavi programına alınmış, son zamanlarda uyuşturucu ve riskli cinsel davranışlar denemiştir. Son 5 yıldır büyükannesi kendisiyle birlikte yaşıyordu. Sophia ve annesi Lisa büyükannelerinin yanına taşınmışlardı. Lisa perakende sektöründeki işini kaybettikten sonra, Lisa depresyona girdi ve sonra onu oksikodon adlı maddeyle tanıştıran yeni bir erkek arkadaşla ilişkiye girdi. Sonunda, Lisa bağımlı oldu ve 13 yaşındaki Sophia’yı terk ederek erkek arkadaşının yanına taşındı. Lisa kızını ara sıra ziyaret etti ama sonra 6 ay boyunca ortadan kayboldu. Aylar sonunda tutuklandı maddelerle bağlantılı olarak ve 9 ay boyunca bir rehabilitasyon programına katıldı. Bu süre zarfında Sophia içki içmeye ve riskli cinsel ilişkilere girmeye başladı. Rehabilitasyondan taburcu olduktan 6 ay sonra Lisa, annesinin evine döndü ve Sophia’ya ebeveynlik yapmaya devam etmek istedi. Sophia’yı çileden çıkaran annesinin eve dönme ve ebeveynlik yapma isteği oluyordu. Ancak, ne zaman ki Sophia bir okul dansında içki içerken yakalandı işte o zaman danışmanlık için yönlendirildi. Büyükanne, Lisa’nın  Sophia’yı terapiye götürmesi için ısrar etti. Değerlendirme aşamasında, Sophia aynı zamanda ciddi intihar düşünceleri olduğunu da ifade etti.

    Seansların Özeti

    İlk seans gerilimle doluydu. Sophia, annesinin terapinin bir parçası olmasına öfkeliydi ve Lisa kızına karşı aşırı eleştirici ve cezalandırıcıydı. Gerekli geçmiş bilgisini toplamak zor oldu. Seansın ortalarına doğru terapist, BTAT tedavisinin temeli olan ilişkiyi yeniden çerçeveleme sürecine başladı. Terapist, “Peki Sophia, kendini o kadar kötü hissettiğinde, intihar etmek istediğinde neden annenden destek almazsın?” dedi. Sophia konuşmakta isteksizdi. Lisa, alaycı bir şekilde, Sophia’nın kendini yetişkin gibi gördüğünü ve yardımını istemediğini söyledi. Sophia, “O kendi işini yapar, ben de kendi işimi. Ona artık ihtiyacım yok,” dedi. İlk seans olduğu için terapist, bu çatışmayı kısaca inceledi ancak empatik bir şekilde, aralarındaki mesafenin somut ve trajik olduğunu belirtti. Konuşmayı daha kırılgan duygulara yönlendirerek terapist, Lisa’nın kızının ilişkilerinin alt üst olmasından ne kadar hayal kırıklığına uğramış olabileceğini söyledi. Terapist ayrıca, sinirli olmasına rağmen, Sophia’nın annesi tarafından terk edilmiş hissetmiş olabileceğini belirtti. Lisa ağlamaya başladı ve Sophia gözyaşlarını tuttu. Terapist, geçmişteki bu acıları ve hayal kırıklıklarını aşmalarına yardımcı olmayı teklif etti, belki bunun onları tekrar yakınlaştırabileceğini veya en azından suçluluk (anne) ve öfke (kız) taşımanın ağırlığından özgür bırakabileceğini belirtti. Aile, bu tedavi odak noktasını değerlendirmeyi kabul etti.

    Görev II’de, Sophia daha rahat ve açık hale geldi. Terapist, depresyonunu, intihar düşüncelerini ve riskli davranışlarını araştırırken Sophia kendini ne kadar berbat, umutsuz ve yalnız hissettiğini kabul etti. Ergenlerin sorunlarını sahiplenmelerine yardımcı olmak tedavi sürecine daha fazla yatırım yapmalarını sağlar: “Bu, seni daha az mutsuz hissettirmeye yardımcı olmakla ilgili, annene seni daha fazla kontrol etme fırsatı vermekle ilgili değil.”

    Bir diğer seansta tartışma Sophia’nın annesi üzerinde yoğunlaştı. Sophia öfkeyle doluydu. Annesini “bencil” ve “gereksiz” olarak görüyordu. Lisa’nın hiç geri dönmemesini dilemekle geri dönmesine nefret etmek arasında gidip geliyordu. Terapist, Sophia’nın öfkesini doğruladı ve sonra daha savunmasız duyguları ortaya çıkarmaya çalıştı: “Ne kadar öfkeli olduğunu görebiliyorum. Haklısın, o seni terk etti. Ama aynı zamanda annen gittiğinde korkmuş ya da üzülmüş hissettin mi, merak ediyorum.” Terapistin empatik rehberliğiyle, Sophia bağlanma hikayesini daha geniş bir şekilde ele almaya başladı. Annesine sadece öfke duymak yerine, terk edilmenin utanç ve hayal kırıklığını hissetmesine izin verdi. Daha savunmasız düşünceleri ve duyguları tolere etti, böylece terk edilme duygusuna dair daha tutarlı bir anlayış elde etti. Annesinin onu reddetmesinin özgüvenini nasıl etkilediğini fark edince şaşırdı. Kendini değersiz hissetmenin, erkeklerin kendisinden yararlanmasına nasıl izin verdiğini, sanki bunu hak ediyormuş gibi düşündüğünü anlamaya başladı. Zamanı geldiğinde, üçüncü Görev II seansında, terapist, öfkesini doğrudan annesine ifade etmenin, Sophia’yı bu öz nefretinin hayaletlerinden kurtarabileceğini ifade etti. Sophia isteksizce kabul etti ve bir sonraki seans bu konuşmaya hazırlık yapmakla geçti.

    Sophia’yı görürken, terapist aynı zamanda Lisa ile de bireysel seanslar yapıyordu (Görev III). Birkaç seans, Lisa’nın hayatını yeniden rayına oturtmaya çalışırken yaşadığı mevcut stres faktörlerini ele aldı. Bir seans, Lisa’nın ebeveynleriyle olan ilişkisine odaklandı. 11 yaşındayken babasını kaybetmesi onu yıkmıştı. Lisa, annesine ihtiyacı olduğunu ve annesinin kendi yasına gömülmüşken terk edilmiş hissettiğini hatırlıyordu: “Tek bildiğim, babamın öldüğü ve onu geri getiremeyeceğimdi. Ama… sonra sanki… annem de ölmüş gibiydi, ama hâlâ buradaydı. Ben genç bir kızdım, yani… yani Sophia’nın yaşı gibi, ve ne yapacağımı gerçekten bilmiyordum.” Terapist, Lisa’yı kendi acısına ve bağlanma hikayesine (terk edilme ve reddedilme hikayesine) davet etti. Ancak bu sadece bilişsel bir süreç, bir farkındalık ya da anı değildi. Terapist o anı durdurur, Lisa’nın bu episodik anı içinde kalmasına yardımcı olur, küçük bir kızken onu saran duygulara erişimini kolaylaştırır ve göz ardı edilen ya da kaçınılan duygularla birlikte oturmasına yardımcı olur.

    Bu savunmasız an, bu nadir öz-yansıtma anında, Lisa, Sophia’nın nasıl hissediyor olabileceğini düşünmek için yeterli epistemik alana sahip oldu. Terapist şöyle dedi: “Yani, yalnız hissetmenin, ebeveynlerin tarafından terk edilmenin ne demek olduğunu biliyorsun. Sophia’nın da bunu nasıl hissettiğini düşünüyor musun?” Lisa, kendi iyileşmesiyle meşgulken, kızının üzerindeki ilaç bağımlılığının ve yokluğunun etkisini gerçekten hiç düşünmemişti. “Bunu düşünmeme gerçekten izin vermedim. Ama onun için ne kadar korkunç bir şey olabileceğini hayal edebiliyorum. Yani, ben yoktum. Orada olduğumda bile, yoktum.” Bu psikolojik alanda, terapist duygusal zemini yönetir. Terapist, ebeveynin felç edici bir suçluluk duygusuna kapılmasını istemez. Ancak terapist, ebeveynin pişmanlık ve vicdan azabı hissetmesini ister. Ardından terapist umut ve yön sunar: “Bunu şimdi değiştirmek ister misin? Bu kuşaklar arası terk edilme mirasını kesmek ister misin? Bunu yapmanda sana yardımcı olabilirim.” Terapistler empatik bir şekilde böyle yardım ve umut sunduklarında, ebeveynler genellikle kabul eder. Bir sonraki seansta terapist, Lisa’ya duygusal ve yansıtıcı bir konuşmayı kolaylaştıracak bazı duygusal rehberlik becerilerini öğretmeye başladı.

    Yaklaşık 10. hafta (yedi seansın ardından), terapist, Lisa ve Sophia’yı tekrar bir araya getirdi (Görev IV). Lisa’nın teşviki ve izniyle Sophia, annesinin uyuşturucu kullanımından ve bunun üzerindeki etkilerinden bahsetmeye başladı. Başlangıçta Sophia öfkeliydi. Terapist, bu öfkenin genellikle üstü örtülmüş birincil duygu olabileceğini bilerek Lisa’nın bunu tolere etmesine yardımcı oldu. Sophia yıllarca öfkesini kontrol etmişti, kendi öfkesinden ve kırılgan annesine zarar vermekten korkuyordu. Lisa’nın bu ısrarcı öfkeyi kabul etmesi ve onaylaması, Sophia’nın diğer, daha savunmasız duyguları keşfetmesini daha güvenli hale getirdi. Lisa’nın içten üzüntüsü ve pişmanlığı Sophia’yı yumuşattı ve Sophia’nın annesini özleme ve annesi hakkında endişelenme duygularına erişmesini sağladı. Sophia acı içinde gözyaşlarını dökmeye başladı ve buna neden olanın ne kadar haksız olduğunu ifade etti. Terapist, Lisa’yı sakin kalmaya ve dinlemeye, Sophia’nın acısına tanıklık etmeye ve Sophia’nın yıllarca kaçındığı şeyleri düşünmesine ve hissetmesine izin verecek güven ve kabulü sağlamaya yardımcı oldu. Lisa, kızının elini tutmaya çalıştı, ancak Sophia uzaklaştı. Bunun yerine, terapist Lisa’dan, Sophia’ya en kötü anısını sormasını istedi, böylece Lisa’nın en acı veren şeyleri duymaya istekli olduğunu ve Sophia’ya en derin acı ve travmalarını işlemesine yardımcı olduğunu gösterebilecekti. Sophia, annesinin büyükannesiyle yaşadığı evden çıkıp erkek arkadaşıyla yaşamaya başladığı geceyi anlattı. Ne kadar terk edilmiş hissettiğini, ne kadar kafa karışıklığı yaşadığını, ne kadar sevilemez ve değersiz hissettiğini söyledi. Gözyaşlarını tutarak, Sophia’nın dikkatini çalmamaya çalışarak, Lisa empatik bir şekilde dinledi ve Sophia’yı bu duygularını ve anılarını paylaşmaya teşvik etti. Sophia’nın acısını duymak zordu, ancak Lisa bunun kızını geri almanın tek yolu olduğunu biliyordu.

    Toplamda, konuşmanın 30. dakikasına gelindiğinde, hem anne hem de kız tükenmiş hissediyordu. Sophia daha fazla paylaşmak istemedi. Gözlerini silmek ve kendini toparlamak istedi. Terapist, Lisa’dan Sophia’ya bir mendil sunmasını ve ardından bu olaylarla ilgili kendi deneyiminden biraz bahsetmesini (ancak dikkatleri üzerine çekmeden) istedi. Anne, durumu uyuşturuculara bağladı; bağımlılığında kaybolmuştu. Bunu bir mazeret olarak değil, bir açıklama olarak sundu (Görev III’te hazırlandığı gibi). Zamanı geldiğinde, Lisa yaptığı davranışlar için özür diledi. Sophia dinledi ama annesini affetmek için harekete geçmedi. Lisa bunu kabul etmek zorunda kaldı. Bu sefer Sophia, Lisa’nın en derin pişmanlık ve suçluluğunu ifade ederken elini tutmasına izin verdi. Lisa, Sophia’ya öfkesini ifade etmesi ve onu asla affetmemesi için tamamen izin verdi, ancak yeni bir ilişki kurma umudu ifade etti. Sophia omuzlarını silkti ama elini geri almadı. Aile, iki tane daha Görev IV seansı yaptı, bu seanslarda geçmişteki pek çok anıyı ve mevcut ilişki problemlerini ele aldılar.

    Lisa ve Sophia arasındaki gerilim azalırken, terapist Görev V’e geçiş yaptı. Bu görev, evde işbirliği, Sophia’ya okulda yardımcı olmak ve Sophia’nın gelişen cinselliği hakkında konuşmayı içeriyordu. Sophia, bu zorluklarla ilgili annesiyle daha fazla konuşmaya başladı, ya tavsiye isteyerek ya da sadece birinin dinlemesine ihtiyaç duyarak. İlişkiler geliştikçe, depresyon azaldı. Sophia’nın hafta sonu alkol kullanımıyla ilgili problemler devam etti ve Lisa daha fazla izleme yaparak sınır koyma ihtiyacı hissetti. Sophia başlangıçta buna öfkelendi. Terapist bunu, annenin kızını bir daha terk etmeme taahhüdü olarak çerçeveledi; sınır koyma, bir kontrol değil, sevgi eylemiydi. Sophia, sınırları cezalandırma değil de koruma olarak gördüğünde daha duyarlı hale geldi. Kısa süreli tedavi (16 hafta) sonunda, Sophia’nın depresyonu ve intihar düşünceleri klinik aralığın dışına çıktı. Ayrıca annesinin rahatlatıcı ve koruyucu yaklaşımına daha açık hale geldi. Sophia ve Lisa son görüşmedeki zamanın çoğunu kıyıdaki hafta sonları hakkında kıkırdayarak geçirdiler. Lisa, kızını geri almış olmanın nasıl bir şey hissettirdiği sorulduğunda ağladı. Sophia sessiz kaldı ama annesine nazikçe bir mendil verdi. Sophia, duygusal düzenleme becerileri üzerinde çalışmaya devam etmek için bir diyalektik davranış terapistiyle görüşmesi için yönlendirildi.

    Özet

    Bu tedavi görevlerini başarıyla tamamlayarak, BTAT ergenlerin bağlanma güvenliği için umutlarını canlandırmayı ve duyarlı, erişilebilir ve reflektif ebeveynliği teşvik etmeyi amaçlar. Bu şekilde, ailenin iletişimini, problem çözme ve duygusal düzenlemesini iyileştirerek, ergenlerin geçmiş travmaları ve ilişki kopuşlarını aşmalarına ve ebeveynleriyle güvenli bağlanma ilişkileri kurmalarına yardımcı olan düzeltici bağlanma deneyimleri oluşturulabilir. Güven temelli bir aile ortamı depresyonu körükleyen aile çatışmalarını azaltarak ergenin ebeveynlerinin rahatlık ve güvenlik sağlayabileceğine olan güvenini artırabilir.

  • Psikanalize Giriş: Çağdaş Kuram ve Uygulama

    Bu sayfada Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice‘in [Psikanalize Giriş: Çağdaş Kuram ve Uygulama] bölümlerinin çevirilerinin linkleri yer almaktadır.

    İçindekiler

    KISIM I

    1. Giriş: Tarih ve İhtilaf

    2. Zihin Modelleri

    3. İç Dünyanın Kökenleri

    4. Savunma Mekanizmaları

    5. Aktarım ve Karşıaktarım

    6. Rüyalar, Semboller ve Psikanalitik İmajinasyon

    KISIM II

    7. Değerlendirme Görüşmesi

    8. Terapötik İlişki

    9. Klinik Dilemmalar

    10. Psikanaliz ve Ruh Sağlığı Uygulaması

    11. Psikanalizde Araştırma

    12. Psikanalizin Geleceği: Zorluklar ve Olanaklar

    Psikanaliz nedir? Günümüzdeki ruh sağlığı krizi karşısında hâlâ geçerli midir? Psikanaliz, psikolojik sıkıntı ve rahatsızlık yaşayan insanlara nasıl yardımcı olabilir? Bu önemli yeni kitap, psikanalizin, ortaya çıkışından bu yana nasıl değiştiğini ve 21. yüzyılın ruh sağlığı profesyonelleri ile hastalarının ihtiyaç ve kaygılarına nasıl uyum sağladığını inceliyor.

    Bu kitabın ilk kısmı, psikanalizin kökenlerine ve başlıca post-Freudyen ekolleri -neo-Freudyen, Kleinyen, kişilerarası, kendilik psikolojisi ve Lacancı- karakterize eden kuramlara dair özlü ve tarafsız bir açıklama sunar; ayrıca bu ekollerin hangi yönlerden örtüştüğü ve nerelerde ayrıştığını ele alır. İkinci kısım ise değerlendirme, serbest çağrışım, rüya analizi, aktarım ve karşı-aktarım gibi psikanalitik tekniğin terapi odasındaki uygulamalarını klinik örnekler aracılığıyla incelemektedir. Psikologlar, psikiyatristler, sosyal hizmet uzmanları, çocuk ruh sağlığı uzmanları ve ruh sağlığı hemşireleri gibi ruh sağlığı alanında çalışan profesyonellerin, kuramsal eğilimleri ya da görevleri ne olursa olsun, psikanalitik yaklaşımın güçlü yönleri, geçerliliği ve sınırlılıkları konusunda bilgi sahibi olmaları gerekmektedir.

    Bu kitap, günümüzdeki psikanalize dair vazgeçilmez, güncel ve erişilebilir bir anlatım sunmaktadır. Baştan sona, psikanalize ilgi duyan 21. yüzyıl okurunun bakış açısı göz önünde bulundurularak şekillendirilmiş olan bu eser, psikanalistler ve ilgili ruh sağlığı profesyonelleri kadar, öğrenciler ve ruh sağlığı tedavisine ilgi duyan herkes için de büyük bir ilgi kaynağıdır.

    KISIM 1: KURAM

    KISIM 2: UYGULAMA

  • Terapötik İttifakı Güçlendirme ve Öyküyü Elde Etme (4. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?‘ın [Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum?] 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    İkinci seansta terapist, hastayı konsültasyon sürecine dair deneyimlerini paylaşmaya teşvik edebilir. Psikiyatrik ve tıbbi öykünün neden önemli olduğunu açıklayarak bu bilgileri toplamak, terapötik ittifakı güçlendirir. Veri toplama süreci önemli olmakla birlikte, seans süresinin bir kısmı mutlaka hastanın birincil sorununu konuşmaya ayrılmalıdır.

    İKİNCİ SEANSIN BAŞLANGICI

    Sallie ikinci seansa döndüğünde kendimi biraz daha güvende hissetmeye başlıyorum. Terapötik ittifakımızın iyi bir başlangıç yaptığı bilgisinin verdiği rahatlıkla, bu ikinci seansta biraz daha yönlendirici olmak benim için daha kolay. Bu seansı, Sallie’nin tıbbi ve psikiyatrik öyküsünü özetlemek için kullanacağım, ancak veri toplamaya başlamadan önce Sallie’ye haftasının nasıl geçtiğini ve ilk görüşmemize dair deneyimini soruyorum.

    ÖRNEK 4.1

    İkinci seansın açılışı

    Sallie hızlı adımlarla odaya girer ve sandalyeye oturur. Bana beklentiyle bakar.

    SALLIE: Nasılsınız, Dr. Bender?

    TERAPİST: İyiyim, teşekkür ederim. Siz nasılsınız?

    SALLIE: Fena değil sanırım.

    TERAPİST: Geçen görüşmemizle ilgili düşünceleriniz var mı? Size nasıl geldi?

    SALLIE: Sanırım fena değildi. Aslında dürüst olmak gerekirse, kişisel sorunlarımı bir yabancıyla konuşma fikrinden pek hoşlanmıyorum ama artık böyle hissetmeye dayanamıyorum, bu yüzden her şeyi denemeye hazırım. Bu hafta Charlie’den haber aldım -haftanın en heyecanlı anıydı diyebilirim (alaycı bir şekilde). Yurtta bıraktığı bir kitaba ihtiyacı olmuş. Yaklaşık 30 saniye kadar konuştuk. Ne beni özlediğine dair bir şey söyledi ne de ayrılığın doğru bir karar olup olmadığını sorguladığına dair bir ima vardı. O gayet iyi görünüyor, ben ise o kadar dağılmış durumdayım ki, bunun üstesinden gelebilmek için bir terapiste gitmem gerekiyor.

    TERAPİST: Görünen o ki, Charlie’yle yaşadığınız ayrılık çok acı verici bir deneyim olmuş. “Dağılmış” hissettiğinizi söylediniz -bunu biraz daha açabilir misiniz?

    SALLIE: Bilmiyorum. Geçen haftanın başında aslında biraz daha iyi hissediyordum. Belki sizinle konuşmak biraz işe yaramıştır. Ayrıca önerdiğiniz kutu nefesini denedim, o da şu serbest dolaşan kaygı hissini bir miktar azalttı. Ama sonra Charlie aradı ve ben yine en başa döndüm. O gece hiç uyuyamadım, midem hâlâ düğüm düğüm. Eskiden bir ayrılıktan sonra bu kadar sarsılan kadınlara küçümseyerek bakardım, şimdi bakın halime. Ne kadar zavallıyım.

    TERAPİST: Kendinize karşı fazlasıyla acımasız değil misiniz?

    SALLIE: Bence değilim. Gerçekten zavallıyım.

    TERAPİST: Benim açımdan, üzülmeniz sizi zavallı yapmaz. Charlie ile ilgili duygularınız tetiklendiğinde, bu acının şiddetini azaltmak için neler yapıyorsunuz?

    SALLIE: Arkadaşım Gwen’i çok sık arıyorum. Yardımcı oldu aslında, özellikle de beni meşgul ettiği için. Biraz işe yarıyor sanırım. Ama Dr. Bender (hafif sinirli bir tonla), haftalardır kendimi iyi hissetmeye çalışıyorum, milyon tane farklı şey denedim ama hiçbir şey işe yaramıyor. Dediğim gibi, buradayım çünkü ne yaparsam yapayım iyi hissetmiyorum.

    TERAPİST: [Sallie’nin duygusal deneyimini daha özgül ve betimleyici sözcüklerle yansıtarak] Daha iyi hissetmeye bu kadar çabalayıp hâlâ bu kadar kötü hissetmek oldukça hayal kırıklığı yaratan bir deneyim gibi geliyor kulağa?

    SALLIE: (Koltuğuna yaslanarak rahatlar.) Evet, tam olarak öyle!

    TERAPİST: Bu noktada terapiye başlamayı düşünmenizin çok akıllıca olduğunu düşünüyorum -hem Charlie’yle olan durumu daha iyi anlayabilmek hem de neden ilerleyemediğini keşfetmek açısından. Önümüzdeki birkaç seansta sizi daha yakından tanımam gerekecek ki ikimizin de mantıklı bulacağı bir tedavi planı oluşturabilelim. Bu görüşmenin bir bölümünü tıbbi ve psikiyatrik geçmişiniz hakkında bilgi almak için kullanmak istiyorum.

    SALLIE: (gergin bir şekilde) Kusura bakmayın Dr. Bender ama benim bir an önce iyi olmam gerekiyor. Şu anda beni rahatsız etmeyen şeyleri konuşarak zaman harcamak zorunda mıyız?

    TERAPİST: Bir an önce iyi olmak istemeniz çok anlaşılır bir şey. Ama tıbbi geçmişini bilmem gerekiyor çünkü bazı tıbbi durumlar duygusal sıkıntıyı artırabilir ve iyileşme sürecine engel olabilir.

    SALLIE: (Sözünü keserek) Şey, ben buraya analiz edilmeye gelmedim. Sadece şu aptal adamı atlatmam gerekiyor. Geçmişimden, ilk anımdan ve birinci sınıf psikoloji dersinde öğrendiğim o Freudiyen şeylerden bahsetmenin pek faydası olacağını sanmıyorum.

    TERAPİST: Aslında amaçlarımız o kadar da farklı değil -ben de sizin kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olmak istiyorum. Ama bunu yapabilmem için, size uygun bir tedavi planı oluşturabilmem adına daha fazla bilgiye ihtiyacım var. Charlie ile yaşadığınız bu acıyı anlayabilmem için, sizi birey olarak daha iyi tanımam gerekiyor.

    SALLIE: Peki, her neyse (iç çeker), bu ne kadar sürecek?

    Terapist: Bakalım nasıl ilerleyeceğiz, ama konsültasyon süreci genellikle üç ya da dört seans sürer.

    SALLIE: Peki, ne bilmek istiyorsunuz?

    TERAPİST: Öncelikle, bu ayrılığın okul hayatınızı nasıl etkilediğini netleştirmek istiyorum. Bu kadar kötü hissetmenize rağmen derslerinizi takip edebildiniz mi?

    İkinci seansta bilgi toplamaya geçmeden önce, Sallie’ye ilk görüşmemizi nasıl deneyimlediğini sorarak doğrudan ve dürüst iletişimi hem modellemeye hem de teşvik etmeye çalışırım. Sorduğum soruların (“Geçen görüşmemiz hakkında herhangi bir düşünceniz var mı? Nasıl hissettiniz?”) kelime seçimi, bilinçli olarak hem bilişsel hem de duygusal yanıtlara zemin hazırlar. Genel olarak, düşünceleri paylaşmak, altta yatan duyguları ifade etmekten daha az zordur. Terapi ilerledikçe duygulanım [affect] üzerine odaklanma daha da yoğunlaşacaktır, ancak konsültasyonun erken aşamasında bu tür sorular, Sallie’ye ne paylaşacağı konusunda bir seçim alanı sunar.

    Sallie, ben onun sıkıntısından çok başa çıkma mekanizmalarına odaklandığımda -sadece kısa bir an bile olsa- sinirlenir. Bu tepki, yaklaşımımı değiştirmem gerektiğine dair bir ipucu olur. Onun yaşadığı hayal kırıklığını geçerli ve anlaşılır bulduğumu ifade ettiğimde, gözle görülür şekilde rahatlar ve daha uyumlu hale gelir.

    Neyse ki, çoğu hasta Sallie kadar huysuz değildir; bu yüzden ikinci görüşme nadiren bu kadar duygusal açıdan zorlayıcı geçer. Ancak bir acemi olarak, en çok yargımı sorgulayan ve beni cevapsız bırakan hastalardan korkuyordum. Şaşırtıcı bir şekilde, Dr. Messner ile bu kitabı yazarken ve Sallie’nin atılgan doğasıyla uğraşırken, özgüvenim arttı. Sanal hastamla yaşadığım deneyim, gerçek hayattaki etten kemikten hastalarla kendimi daha yetkin hissetmemi sağladı. Temelde, eğer “Sallie tarzı” bir hastaya hazırlıklıysanız, ona kıyasla diğer birçok hasta, size kıyasla kolay gelecektir.

    DAHA YÖNLENDİRİCİ BİR YAKLAŞIM

    Kapsamlı bir konsültasyon süreci için gerekli tıbbi ve psikiyatrik bilgileri toplayabilmek adına, ikinci oturumda daha yönlendirici bir yaklaşım benimsiyorum. Günümüzde, birinci oturumda hastanın izinden gitmekle ikinci oturumda süreci yönlendirmek arasında geçiş yapmakta zorlanmıyorum; ancak bu yaklaşım değişikliğini ustalıkla uygulamayı öğrenmek benim için kolay olmadı. Başlangıçta, mevcut yakınmadan geçmiş öyküye doğru yönelttiğim her soruyla hastanın kendini ifade etmesini bastırdığımdan endişeleniyordum. Aşırı empatik bir terapist olma çabam sırasında, çoğu zaman gerekli tarihsel verileri edinmeden konsültasyon sürecini tamamlıyordum.

    Yönlendirme konusundaki yetersizliğim, aylarca görmüş olduğum hastalar hakkında temel bilgileri bilmediğim bazı süpervizyon oturumlarında utanç verici anlara yol açtı. Süpervizörler bu bilgileri bir an önce edinmemi teşvik ederdi; ancak yeni bir hastayla yapılan ilk görüşmelerde söze girmekte ne kadar zorlanıyorsam, devam eden terapilerde hastayı bölmekte çok daha zorlanıyordum. Klinik deneyim kazandıkça, kapsamlı bir konsültasyon sürecinin tedavi açısından sağladığı yararlar giderek daha net hale geldi ve ancak o zaman ilk birkaç görüşmede görüşmeyi yönlendirme konusunda kendimi yetkin ve güçlü hissetmeye başladım.

    En iyi şekilde bilgilendirilmiş bir tedavi planı oluşturabilmek için, terapistin tıbbi eğitimi olsun ya da olmasın, her yeni hastadan tıbbi ve psikiyatrik öykü alması gerekir. Fark edilmemiş fiziksel hastalıklar ilk olarak psikolojik sıkıntı şeklinde ortaya çıkabilir ve fiziksel hastalık, hastanın yaşamı üzerinde derin bir duygusal etki yaratabilir.

    Hastanın mevcut semptomlarına ilişkin tıbbi sorular söz konusu olduğunda, hastayı bir iç hastalıkları uzmanına yönlendiririm. Dr. Messner, bir keresinde, ani bir terfinin ardından ortaya çıkan yaygın anksiyete ve aralıklı panik ataklar nedeniyle psikoterapiye başlayan 45 yaşındaki bir avukatı -Bay Martinez olarak adlandıralım- tedavi etmişti. Psikoterapistler olarak, kırklı yaşlarında bir adam için başarının neden bunaltıcı gelebileceğine dair birçok farklı psikodinamik hipotez oluşturmak kolaydır. Ancak Dr. Messner, konsültasyon görüşmesi sırasında hastanın ailesinde kalp hastalığı öyküsü olduğunu da öğrenmişti. Hastanın babası 46 yaşında kalp krizinden ölmüştü. Bu bilgi, 45 yaşındaki bir adamın psikoterapötik sürecinde psikodinamik açıdan önemli olabilir; fakat tıbbi açıdan çok daha acildir. Bay Martinez son bir yıl içinde iç hastalıkları doktoruna gitmiş miydi? “Hayır.” Panik atakları sırasında göğüs ağrısı ve nefes darlığı gibi semptomlar yaşamış mıydı? “Evet.” Psikiyatrik tedavinin başlangıcında belki de hayat kurtarıcı bir müdahale, iç hastalıkları uzmanına fiziksel muayene ve kardiyak değerlendirme için yapılan sevk olmuştu. Neyse ki, Bay Martinez’in kalp sağlığı hayati tehlike oluşturacak bir durumda değildi. Ancak özellikle ailesel öykü göz önünde bulundurulduğunda, bir kardiyoloğun gerektiğinde kendisini izleyecek olması güven vericiydi. Eğer Dr. Messner görüşmelerde “serbest çağrışım” odaklı bir yaklaşım benimsemiş olsaydı, bu gerekli tıbbi müdahale gerçekleşmeyebilirdi. Hekimlerin sağlık konularını hastalarıyla konuşma konusunda doğal olarak daha rahat olması anlaşılırdır; ancak hekim olmayan terapistler de, değerlendirilmemiş fiziksel bir semptom yaşayan hastalarını tıbbi konsültasyona yönlendirdikleri sürece, bu konuda son derece etkili olabilirler.

    Görüşme sırasında kullanılan değerlendirme formumuz (aşağıda ele alınmaktadır), takip gerektirebilecek tıbbi semptomları taramaya yöneliktir. “Belirtilerin Kısa Gözden Geçirilmesi [Brief Review of Symptoms]” bölümünde olumlu yanıtlar varsa, terapist bu durumda hastayı daha ileri değerlendirme yapılması için birinci basamak hekimine (aile hekimi ya da dâhiliye uzmanı) yönlendirmelidir.

    İKİNCİ SEANS İÇİN STRATEJİ

    Bu seansta, psikiyatrik ve tıbbi öykünün ayrıntılarına odaklanırım ve yalnızca ek zaman kalırsa diğer öyküsel bilgilere ilişkin sorular sorarım. Zamanımı daha verimli kullanabilmek için, yeni hastadan birinci ve ikinci seans arasında görüşme formumu (Terapist Aracı 4.1) doldurmasını isteyebilirim ya da görüşmeyi yönlendirmek amacıyla bu formu bir tür hatırlatıcı not [crib sheet] olarak kullanabilirim.

    Ara sıra, yeni bir hasta mevcut sorunlarının o kadar acil olduğunu hisseder ki ikinci seansta sadece geçmişine odaklanmakta zorlanır. Böyle bir durumda, görüşme sırasında doldurulmuş olan formu hızlıca gözden geçiririm ve ardından yanıtları üçüncü ve dördüncü seanslarda daha ayrıntılı biçimde ele alırım. Ya da hastayla değerlendirme süreci sonrasında çalışmaya devam etmeyi planlıyorsam, gerekli öyküsel bilgileri toplamak için birkaç seansın 15–20 dakikasını kullanabilirim.

    ÖRNEK 4.2

    Hastanın mevcut psikiyatrik semptomlarının netleştirilmesi -ikinci değerlendirme seansında daha yönlendirici bir yaklaşım

    TERAPİST: Öncelikle, bu ayrılığın okulda işlevselliğinizi nasıl etkilediğini netleştirmek istiyorum. Bu kadar kötü hissetmenize rağmen derslerinizde geri kaldınız mı?

    SALLIE: Yani, çoğu zaman kendimi berbat hissetsem de derslerimde geri kalmadım. Şu sıralar başarılı olduğum tek şey okul.

    TERAPİST: Bu kadar zorluk yaşamanıza rağmen çalışmalarınıza devam edebilmeniz etkileyici. Arkadaşlarınızla da vakit geçirebiliyor musunuz? Gwen adında bir arkadaşınızdan bahsetmiştiniz…

    SALLIE: Evet, Gwen harika biri. Her gün beni arayıp nasıl olduğumu soruyor ve sık sık birlikte sinemaya gidiyoruz. Aklımı dağıtıyor.

    TERAPİST: Gerçekten önemli bir destek kaynağı olmuş.

    SALLIE: Evet.

    TERAPİST: Bu zor dönemde size yardımcı olan başka biri oldu mu?

    SALLIE: Sanırım ailem. Bana destek oluyorlar ama onlara genelde aşk hayatımla ilgili ayrıntıları anlatmam, bilirsiniz.

    TERAPİST: Ayrılığın hayatınızın farklı alanlarını nasıl etkilediğini iyi kavramak istiyorum. Geçen hafta uyku ve iştahınız hakkında kısaca konuşmuştuk ama bu konulara tekrar dönmek istiyorum. Son birkaç haftadır uykunuz nasıl?

    SALLIE: Düzensiz. Bazen uykuya dalmakta çok zorlanıyorum ama genel olarak geceleri yaklaşık 8 saat uyuyorum diyebilirim.

    TERAPİST: Peki iştahınız nasıl?

    SALLIE: Kötü. Çoğu zaman yemek yeme isteğim olmuyor.

    TERAPİST: Hiç kilo verdiniz mi?

    SALLIE: Hayır, aslında vermedim. Ne yazık ki… biraz bonus olurdu. Hani, terk edilirsin ve zayıflarsın. (Gülümser.)

    TERAPİST: [Sallie’nin kilosunun boyuna göre normal olduğunu not ederim. Bir yeme bozukluğunu taramak için sonraki soruları sorarım.] Yemekle ilgili herhangi bir endişeniz var mı?

    SALLIE: Belki biraz. En az bir beden daha küçük olmak isterdim.

    TERAPİST: Herkes görünüşünüzün gayet iyi olduğunu söylese de çok katı bir diyete girip ciddi şekilde kilo vermeye çalıştığınız oldu mu?

    SALLIE: Hayır. O kadar disiplinli biri hiç olmadım. Lisede kilosuna takıntılı bir arkadaşım vardı, çok fazla zayıflamıştı, ama ben asla öyle yapamam. Çok acıkırım.

    TERAPİST: Bazı yaşıtlarınız çok üzüldüklerinde aşırı yemek yiyebiliyorlar, ama sonra bundan pişman olup kusarak, aşırı egzersiz yaparak ya da ishal yapan laksatifler kullanarak kilo vermeye çalışıyorlar. Bazıları kusmayı tetiklemek için ipecac adlı tehlikeli bir ilacı bile kullanabiliyor. Hiç tıkınırcasına yeme ya da ardından kusma gibi bir sorun yaşadınız mı

    SALLIE: Hayır, kendimi hiç kusturmadım ve aşırı egzersiz de yapmam. Ama bu tür şeyleri insanlarla konuşmaktan pek hoşlanmıyorum.

    TERAPİT: [Sallie’nin bu konuda konuşmaktan kaçınmasından ötürü daha fazla bilgi edinmek isteği duyarım.] Yemekle ilgili sorun yaşayan insan sayısı sizi şaşırtabilir.

    SALLIE: Şey… Lisedeyken bir süre laksatif kullanmıştım çünkü kendimi davul gibi hissediyordum.

    TERAPİST: O dönemde başka neler oluyordu?

    SALLIE: Pek önemli bir şey yoktu. Üniversiteye gidişle ilgili stresliydim ama esas olarak kendimi şişman hissediyordum ve mezuniyet balosu için dar bir elbiseye sığmak istiyordum.

    TERAPİST: Bazen insanlar bir kez laksatif kullanmaya başladıktan sonra bırakmakta zorlanabiliyor. Sizin için nasıl olmuştu?

    SALLIE: Bence o kadar da büyük bir mesele değildi. Kısa bir süre yaptım-belki birkaç hafta kadar- sonra da bıraktım.

    TERAPİST: Bırakmayı nasıl başardınız?

    SALLIE: Bilmiyorum. Gücüm kalmadı, sonra da bıraktım, tamam mı? (savunmacı bir şekilde)

    TERAPİST: Laksatif kullanıyorduysanız zor bir dönem geçirmiş olabilirsiniz diye tahmin ediyorum. Kilo vermeye yönelik tüm ilaçlar bağımlılık yapabilir, bu yüzden bırakmak için içsel olarak güçlü bir motivasyon gerekir.

    SALLIE: (biraz daha sakin) Evet, öyleydi.

    TERAPİST: Bu tür ürünler kişinin sağlığını etkileyebildiği için onları bilmem gerekiyor. Hiç kilo vermek amacıyla zayıflama hapları ya da diüretik kullandınız mı?

    SALLIE: Diüretik ne?

    TERAPİST: Güzel soru. Bunlar kişiyi çok fazla idrara çıkartan ilaçlardır ve genelde yüksek tansiyonu tedavi etmek için kullanılır, ama bazen insanlar bunları gizlice kilo vermek için kullanır.

    SALLIE: Hayır, hiç öyle bir şey yapmadım.

    TERAPİST: Bu soruları soruyorum çünkü sizin yaşınızdaki pek çok kadın yemekle ilgili bazı zorluklar yaşıyor. Görünüşe göre siz de geçmişte bu türden bazı şeyler yaşamışsınız. Peki ya şimdi?

    SALLIE: Şu an daha iyiyim sanırım. Gerçi son zamanlarda midem bulanıyor çünkü çok üzgünüm, ama kilo vermek için sağlıksız bir şey yapmıyorum.

    TERAPİST: Enerjiniz de etkilendi mi?

    SALLIE: Ah, pek enerjim yok, özellikle de o gün fazla bir şey yememişsem.

    TERAPİST: Son birkaç ay oldukça zor geçmiş gibi görünüyor. Daha önce hiç bu kadar kötü hissetmiş miydiniz?

    SALLIE: Hayır, bu şimdiye kadar hissettiğim en kötü halim.

    TERAPİST: Genel olarak, günlük işlevselliğinizi zorlaştıran bazı belirtiler var gibi görünüyor, ama buna rağmen okulunuzu ve arkadaşlarınızı ihmal etmemeyi başarmışsınız?

    SALLIE: Evet, sanırım öyle.

    TERAPİST: Lütfen beni düzeltin; hangi kısım doğru gelmedi?

    SALLIE: Yani, hala sosyalleşebiliyor ve okulda başarılı olabiliyor olsam da, aslında hiç iyi değilim.

    TERAPİST: Ne kadar zorlandığınızı anlamam çok önemli. Dışarıdan sizi izleyen biri, içinizde ne kadar acı çektiğinizi fark etmeyebilir.

    SALLIE: Evet, bu aslında doğru.

    Yeni bir hasta belirgin bir disfori bildirdiğinde, erken aşamada mevcut belirtilerinin DSM’de tanımlanan majör depresif bozukluk (MDB) tanısıyla örtüşüp örtüşmediğini değerlendiririm. Bu değerlendirmeyi organize etmek için faydalı bir anımsatıcı [mnemonic] vardır: SIGECAPS. (Bu kısaltma, ya kurgusal bir isim olan Sigmund E. Caps olarak ya da E kapsülleri [E capsules] reçetesinin kısaltması olarak düşünülebilir. Dr. Cary Gross tarafından geliştirilmiş olup yıllar içinde psikolojik literatürde yerleşik hale gelmiştir.) Her harf, depresyonla birlikte görülebilecek nörovejetatif bir belirtiyi temsil eder:

    • S (Sleep) – Uyku değişiklikleri
    • I (Interest) – İlgi ve zevk almada azalma
    • G (Guilt) – Suçluluk ya da değersizlik duygularında artış
    • E (Energy) – Enerji kaybı
    • C (Concentration) – Konsantrasyonda azalma
    • A (Appetite) – İştah değişiklikleri
    • P (Psychomotor) – Psikomotor yavaşlama veya ajitasyon
    • S (Suicide) – İntiharla ilgili düşünceler, niyetler, planlar veya girişimler

    Bu yapı, klinik görüşmede depresif semptomları sistematik olarak taramak için oldukça kullanışlı bir kılavuz sunar.

    Bir kişi, eğer iki haftadan uzun bir süre boyunca depresif duygudurum yaşıyor ya da ilgi ya da zevk alma kapasitesinde belirgin bir kayıp yaşıyorsa ve buna ek olarak beş nörovejetatif belirti mevcutsa majör depresif bozukluğa sahiptir. Sallie’nin bazı depresyon belirtileri vardır, ancak ilgisi, dikkati ve uykusu temelde sağlamdır.

    Sallie için, ilaçsız bir psikoterapi denemesi makuldür; ancak tedavi sürecinde belirtileri kötüleşirse, bir ilaç değerlendirmesi gerekebilir. Genel olarak, yeni hastamın günlük işlevselliğini önemli ölçüde etkileyen herhangi bir psikiyatrik belirtisi varsa, konsültasyon sürecine psikofarmakolojik bir değerlendirme de dahil ederim. Bu kitap, psikofarmakolojik bir değerlendirmenin nasıl yapılacağını ele almasa da, kitabın sonunda yer alan Ek Okumalar ve Kaynaklar listesinde bu konuda mükemmel kaynaklar bulunmaktadır.

    Örnek 4.2’de, SIGECAPS gözden geçirmeme yeme bozukluklarına ilişkin bir dizi soruyu da dahil ediyorum. Yeme bozuklukları özellikle genç kadınlarda yaygındır; ancak hastalar genellikle gıda kısıtlaması ya da bulimiya hakkında kendiliklerinden bilgi vermezler. Bu bozukluklar, hastayı tıbbi risk altına soktukları için özel bir dikkat gerektirir. Birçok başka komplikasyonun yanı sıra, anoreksiya nervoza osteoporoz ve kemik kırıklarına, bulimiya nervoza ise kardiyak disritmilere yol açabilir. Her iki durum da tedavi edilmediğinde önemli bir mortalite oranına sahiptir. Eğer bir hasta gıda alımını kısıtlıyorsa ve normal vücut ağırlığının oldukça altındaysa ya da aktif şekilde tıkınırcasına yiyip ardından kusuyorsa, en iyi yaklaşım, bir terapist, dahiliye uzmanı ve beslenme uzmanından oluşan bir tedavi ekibinin müdahil olmasıdır. Yeme bozukluğu olan karmaşık hastalarım için, zaman zaman bu alanda deneyimli bir uzmandan tedavi sürecine dair danışmanlık alırım.

    Sonuçta, her klinik duruma hazır olmanın bir yolu yoktur. Zamanla, her şeyi asla bilemeyeceğimi kabul etmeye başladım. Ancak, neyi bilmediğimi ve ne zaman danışmaya ihtiyaç duyduğumu fark edersem, mükemmel ve etik bir bakım sunabilirim.

    Sallie’nin psikiyatrik öyküsüne ilişkin sorular sormaya devam ederken, onun kayıtsız ve bir ölçüde savunmacı tavrına kapılarak, geçmişine dair hatalı ve empati yoksunu varsayımlarda bulunma tuzağına düşebilirim.

    ÖRNEK 4.3

    Terapistin hasta hakkında yanlış varsayımda bulunması

    TERAPİST: Şimdi geçmiş psikiyatrik öykünü gözden geçirelim. Daha önce bir psikiyatriste gitmemişsindir herhalde, değil mi?

    SALLIE: Aslında gittim.

    TERAPİST: Çocukken mi?

    SALLIE: Hayır, aslında sadece birkaç yıl önceydi, ama gitmek istememiştim.

    “Daha önce bir psikiyatriste gitmemişsinizdir herhalde, değil mi?” gibi belirli bir yanıtı ima eden sorularla karşı karşıya kalan mahcup bir hasta, iyi bir izlenim bırakmak için geçmişini olduğundan az gösterebilir ya da değiştirebilir. Hasta, özel ve utanç verici olabilecek bilgileri paylaşma konusunda kendini güvende hissetmelidir; bunun için klinisyenin yargılayıcı olmayan bir atmosfer yaratması ve “tanığı yönlendirmekten” kaçınması gerekir.

    Geniş bir hasta yelpazesiyle edindiğim klinik deneyim, hatalı klinik varsayımlardan kaçınmamı sağladı. Asistanlığıma başladığımda eğilimim, Sallie Gane gibi üniversite öğrencilerinde psikopatolojiyi küçümsemekti. Birkaç yıl içinde klinik değerlendirmelerim daha isabetli hale geldi, ancak bu kez de özel muayenehanemde aynı hataları tekrar etmeye başladım. Hasta biraz bile göz korkutucuysa (örneğin bir avukat, başka bir ruh sağlığı uzmanı ya da varlıklı ve/veya çekici biri), görüşmeyi fazla yönlendirme ya da Örnek 4.3’te olduğu gibi klinik bilgileri varsayma riskim artıyordu. Zamanla kazanılan klinik deneyim ise kaygımı azalttı ve bu da terapötik becerilerimin gelişmesini sağladı.

    İşte Sallie’nin deneyimini paylaşmasını kolaylaştıran yaklaşımla hazırlanmış ikinci deneme (Take 2):

    ÖRNEK 4.4

    Kişisel ve ailesel psikiyatrik öykünün toplanması, Kısım 1

    TERAPİST: Daha önce hiç terapiste gittiniz mi?

    SALLIE: Şey, lise yıllarımda birkaç ay boyunca birine gitmiştim.

    TERAPİST: Tedaviyi nasıl deneyimlediniz?

    SALLIE: Aslında, başta gitmek istememiştim ama sonunda Dr. Mehta’yı sevdim. İyi biriydi ve onunla konuştuktan sonra her zaman daha iyi hissederdim. Güzel bir deneyimdi.

    TERAPİST: Dr. Mehta’yla görüşmeye neden başladığınızı anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Aslında, müshil kullandığım zamanlardı.

    TERAPİST: Neler oluyordu?

    SALLIE: Gerçekten çok stresliydim. Hangi üniversiteye gideceğime karar vermeye çalışıyordum ve ailem kendi mezun oldukları okula gitmem konusunda çok ısrarcıydı. Bilmiyorum. Tüm bu fikir beni bunalttı, bu yüzden mezuniyeti ve devam etmeyi aklımdan çıkarmak için baloya odaklanmaya başladım. Bilirsin, büyüme meselesi. Dr. Mehta bunu anlamama yardımcı oldu.

    Balo için harika siyah bir elbisem vardı ama aldığımda biraz dardı. Sonra arkadaşım Mara bana hızlıca birkaç kilo verebilmem için müshil teklif etti ve itiraf etmekten nefret ediyorum ama bu fırsatı hemen değerlendirdim.

    Bunu söylememem gerektiğini biliyorum ama müshiller harikaydı -en azından başta. Artık hiç şişkin hissetmiyordum ve elbise baloda üzerime mükemmel oturdu. Oldukça hızlı bir şekilde bağımlı oldum diyebilirim. Yatmadan önce bu ilacı alırdım ve sabahları sadece kısa bir süre rahatsız hissederdim. Gün boyunca kendimi harika hissediyordum. Ve tamamen zayıf.

    Birkaç hafta sonra, ailem odamda beş kutu müshil tableti buldu ve çılgına döndü. Önce çocuk doktoruma gitmem gerekti, sonra da o bu adamı -Dr. Mehta’yı- önerdi.

    TERAPİST: Terapi yardımcı oldu mu?

    SALLIE: Genel olarak, fena değildi sanırım. Üniversite ve lisenin son zamanları hakkında çok konuştuk. Konuşacak birinin olması bana kendimi daha iyi hissettirdi.

    TERAPİST: Terapi nasıl sona erdi?

    SALLIE: Bir süre sonra kendimi daha iyi hissetmeye başladım, sonra birkaç kez daha görüştük ve bitirdik. Dr. Mehta, gelecekte konuşmak istersem onu her zaman arayabileceğimi söyledi. O zamana kadar ihtiyacım olmamıştı… şimdiye kadar, sanırım.

    TERAPİST: Charlie ile ayrıldıktan sonra onu aramayı düşündünüz mü?

    SALLIE: Aslında, birkaç hafta önce onu iki kez aradım. Burada bir terapist bulmamı o önerdi. Konuştuktan sonra hâlâ kendimi iyi hissetmediğimi görünce, yerel bir terapist bulmam gerektiğini düşündü. Beni tanıdığı için, yüz yüze terapinin çevrim içi terapiden daha uygun olacağını düşündü. Ayrıca bu eyalette lisansı yok, bu yüzden bu sefer beni tedavi edemez. Konuşurken o kadar çok ağlıyordum ki, sanırım onu biraz korkuttum.

    TERAPİST: Hım, size yerel bir terapist bulmanızı önerdiğinde ne hissettiniz?

    SALLIE: (Gözleri dolar.) Oldukça üzgün hissettim. Yasal kuralları anlıyorum ama beni o kadar kötü durumda gördü ki yeni bir terapiste gitmem gerektiğini düşündüğüne şaşırdım. Yani, beni gerçekten tanıyordu!

    TERAPİST: Onu özlüyor musunuz?

    SALLIE: Gerçekten özlüyorum. Alınma, Dr. Bender, ama sizi hiç tanımıyorum. Size, onun zaten bildiği tüm bu geçmişi anlatmak zorundayım.

    TERAPİST: Alınmadım. Yeni biriyle başlamanızın ve aynı anda Dr. Mehta’yı özlemenizin iki kat zor olduğunu anlıyorum. [Sallie’nin deneyimini geçersiz kılmak yerine onu doğrular.]

    SALLIE: Evet… öyle. Her neyse… başka ne tür sorular sormanız gerekiyor?

    TERAPİST: Bakalım… Hiç psikiyatrik ilaç kullandınız mı?

    SALLIE: Hayır. Sadece konuşmak yeterli olmuştu, en azından lisede. Dediğim gibi, şimdiye kadar gerçekten iyiydim. Yıllardır yeme alışkanlıklarım gerçekten sağlıklı. Laksatif kullanma fikri artık tiksindirici geliyor. En azından bu, bir ilerleme.

    Evden ayrılmak başlangıçta beni korkutmuştu ama başka bir eyalette okula gitmenin faydalı olduğunu düşünüyorum. Ben en büyüğüm, belki de ayrılmak bu yüzden daha zordu ama bağımsızlık bana iyi geldi.

    TERAPİST: Yeme alışkanlıklarınızın düzelmesi ve artık laksatif kullanmamanız önemli bir ilerleme. En büyük çocuk olduğunuzu söylediniz. Kaç kardeşiniz var?

    SALLIE: Sadece bir. Tom benden 6 yaş küçük. Yani 15 yaşında.

    TERAPİST: Onunla ilişkiniz nasıl?

    SALLIE: Ah, iyi sanırım. Gerçekten sorun yok.

    TERAPİST: Tom ve aileniz hakkında kesinlikle daha fazla şey öğrenmek istiyorum, ama önce psikiyatrik ve tıbbi geçmişinizle ilgili birkaç şeyi daha sormak istiyorum. Hiç bir psikiyatri hastanesinde yattınız mı?

    SALLIE: Aslında, evet. Umm, sanırım bunu söylemeyi unuttum.

    TERAPİST: Ne zaman oldu bu?

    SALLIE: Şey… Balodan sonra annemle babam müshilleri bulduklarında, çocuk doktorum laboratuvar verilerimin tehlikeli olduğunu söyledi. Beni acil servise gönderdi, serum falan verdiler, ve hastanedeki psikiyatrist, laksatifleri kendi başıma bırakabileceğime güvenmediği için beni bir psikiyatri hastanesine gönderdi. Belki de haklıydı ama onu asla affetmeyeceğim. Gitmek istemediğim bir programa yerleştirilmek çok küçük düşürücüydü.

    Belki biraz işe yaramıştır çünkü çıktıktan sonra bir daha hiç laksatif kullanmadım, ama lisede yaklaşık bir hafta boyunca “tımarhaneye” kapatılmak tamamen aşağılayıcıydı. Pek kimseye söylemem.

    TERAPİST: Kendinizi küçük düşmüş hissetmeniz anlaşılır, ama benim aklıma gelen kelime bu değil. Psikiyatrik bakım hâlâ bazı insanlar tarafından damgalanıyor olabilir, ama ben bunu, bir kişinin acısını azaltmak için ihtiyaç duyduğu herhangi bir başka klinik bakım türünden farklı görmüyorum. O dönemde gerçekten zorlanmış gibi görünüyorsunuz. Hastanenin adı neydi?

    SALLIE:Something-or-other Lodge mıydı adı?

    TERAPİST: Başka bir zaman hastaneye yattınız mı?

    SALLIE: Hayır, sadece o sefer. O kadar da deli değilim yani.

    TERAPİST: Bu hassas dönem hakkında konuşmak sizi rahatsız mı ediyor?

    SALLIE: Biraz. Yani bununla gurur duyduğum söylenemez.

    TERAPİST: Bu konuda benimle konuşabildiğiniz için memnunum. Zor bir dönem gibi görünüyor ama hem hastaneden hem de Dr. Mehta’dan gelen yardımlardan faydalanabilmişsiniz. Lisede yaşadığınız krizin üstesinden gelmişsiniz. O dönemde gösterdiğiniz dayanıklılık ve psikoterapiyi kullanarak kendinizi daha iyi hissetme beceriniz, şu an yaşadığınız bu zor dönemde de size yardımcı olabilir. [Gerçekçi bir umut sunmak, güven verir ve terapötik ittifakı güçlendirir.]

    Bu bilgileri benimle paylaştığınız için teşekkür ederim; bu, size yardımcı olmamı kolaylaştıracak. Lisede yaşadığınız o dönemde, hiç ölmek isteme ya da kendinize zarar verme düşünceleriniz oldu mu?

    SALLIE: Ara sıra oluyordu…

    TERAPİST: Neler düşündüğünüzü benimle paylaşabilir misiniz?

    SALLIE: Bazen kendi cenazemin nasıl olacağını düşünürdüm, kaç kişi gelir diye. Aslında bunu düşündükçe daha da depresif hissederdim çünkü lisede arkadaşlarımın bile cenazeme gelmeyeceğini düşünürdüm. Ama hiçbir zaman bir şey yapmayacağımı biliyordum. Annemle babam çok yıkılırdı.

    TERAPİST: Kendinize nasıl zarar vereceğinizi hiç düşündünüz mü?

    SALLIE: Hayır, belirli bir şekilde düşünmedim.

    TERAPİST: Hayatınızda başka bir zaman intiharı düşündüğünüz oldu mu? Son zamanlarda böyle bir düşünceniz oldu mu?

    SALLIE: Hayır, intihar benim için pek mesele olmadı. Bugünlerde bazen birçok şey umurumda değilmiş gibi hissediyorum ama bu kadar ileri gideceğimi sanmıyorum.

    TERAPİST: Bazı insanlar, stresli dönemlerde duygusal acıyı hafifletmek için kendilerini keser ya da yakar. Bunu hiç yaptınız mı?

    SALLIE: Ah, bununla ilgili bir makale okumuştum psikoloji dersinde. Yok, asla yapmam. Gerçi dürüst olmak gerekirse, geçen hafta gerçekten çok öfkeliyken biraz merak edip makasla kendimi bir kere hafifçe dürttüm. Ama kanamadı bile. Acıdı, sonra bıraktım.

    TERAPİST: Sizi durduran ne oldu?

    SALLIE: Ailem çıldırır diye düşündüm. Ayrıca canımın yanmasını sevmem. Sanırım sadece merak ettim. Bir daha yapmayı düşünmüyorum.

    TERAPİST: Bunları konuşmak size nasıl hissettiriyor?

    SALLIE: Tamam, sanırım. Açıkçası beklediğimden biraz daha kolay oldu.

    TERAPİST: Dürüstlüğünüzü takdir ediyorum. Bana ayrıntılı bir geçmiş anlatımı sunma konusunda gerçekten iyi bir iş çıkarıyorsunuz. Ailenizde daha önce bir psikiyatri hastanesinde yatan başka biri oldu mu?

    SALLIE: Hayır.

    TERAPİST: Ailenizde psikiyatrik zorluklar yaşayan, örneğin anksiyete, depresyon, alkol veya madde kullanımı bozukluğu olan biri var mı? Yeme bozukluğu olan?

    SALLIE: Dayımın bir dönem alkolle ilgili bir sorunu vardı, ama artık iyi. Yıllardır ayık. Annem bazen benim doğumumdan sonra “lohusalık hüznü [baby blues]” yaşadığını söyler ama bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyorum. Hiçbir zaman terapiste gitmedi.

    TERAPİST: Ailenizde kendine zarar vermeye çalışan biri oldu mu?

    SALLIE: Hayır, bildiğim kadarıyla olmadı.

    İkinci oturumda geçmiş tıbbi ve psikiyatrik öyküyü toplarken rotadan sapmak oldukça kolaydır. Örnek 4.4’te Sallie, ilgimi çeken birçok yeni konu ortaya atar (üniversite için evden ayrılması, erkek kardeşi Tom), ancak ben odaklanmayı sürdürürüyorum; Sallie’nin geçmişteki ayaktan ve yatarak tedavi deneyimlerine, psikofarmakolojik ilaç denemelerine, önceki intihar davranışlarına ve ailesinin psikiyatrik öyküsüne yoğunlaşıyorum. Diğer konuları ise zihnimde “daha sonra ele alınacaklar” olarak işaretliyorum.

    Daha önce terapi almış hastalarda, önceki tedavinin ne kadar sürdüğünü ve hastanın bu deneyimle ilgili duygularını öğrenirim. Özellikle yeni hastamın önceki terapistiyle terapiyi nasıl sonlandırdığına dikkat etmeye çalışırım. Planlanmış bir vedaya katlanabildiler mi, yoksa aniden ve uyarı vermeden mi ilişkiyi kestiler? İnsanlar geçmişlerini yeniden sahnelerler. Hastamın önceki terapistiyle kurduğu ilişkiyi nasıl sonlandırdığı, bizim birlikte geçireceğimiz sürece dair ipuçları sağlayabilir.

    Eğer önceki terapi olumlu bir deneyim olmuşsa, yeni biriyle başlamanın ne kadar zor olabileceğini kabul ederim. Nazik hastalar bunu doğrudan dile getirmezler, ancak terapist değiştirmenin zor bir süreç olabileceğini söylediğimde kendilerini rahatlamış ve anlaşılmış hissedebilirler.

    Bir psikiyatrist olarak, konsültasyon sürecinin bu bölümünde psikofarmakolojik öyküyü toplarım. Daha önce hangi ilaçların denendiğini öğrenmenin yanı sıra, her bir ilacın ne kadar süreyle kullanıldığını, ulaşılan maksimum dozu, ilacın etkililiğini ve yan etkilerini de sorarım.

    İlaç yazma yetkisi olmayan terapistler için bile, hastanın daha önce herhangi bir psikiyatrik ilaç (antidepresanlar, duygudurum düzenleyiciler, anksiyolitikler vb.) kullanıp kullanmadığını bilmek önemlidir. Hangi ilaçların denendiğini ve hangilerinin etkili olduğunu öğrenin. Şu anda herhangi bir ilaç kullanıyorlar mı? Bu ilaçları kim reçete ediyor? Hasta bir psikiyatriste gitmiyor olsa bile psikiyatrik ilaç kullanmadığını varsaymayın. Birçok birinci basamak hekimi fluoksetin ya da sertralin gibi antidepresanları reçete etmektedir.

    Geçmişteki psikiyatrik hastane yatışlarına dair temel bilgileri öğrenirim: ne zaman ve nerede gerçekleştiği, ne kadar sürdüğü, yatış sırasında herhangi bir ilaç tedavisi uygulanıp uygulanmadığı ve taburculuk sonrası süreçle ilgili ayrıntılar. Bu aşamada, Sallie lise yıllarındaki psikiyatrik yatışıyla ilgili detaylar konusunda belirsiz kalmaktadır. Birlikte çalışmaya devam ettikçe ve Sallie bana güvenmeye başladıkça, bu stresli dönem hakkında daha fazla bilgi edinebileceğimi umuyorum. Sallie’nin imzalayacağı bir izin formu ile, dosyama eklemek üzere hastane yatışına ait psikiyatrik kayıtları da temin edebilirim. Konsültasyonun bu erken aşamasında, hastanın geçmişine dair elimizde yalnızca bir taslak olması normaldir; tıpkı henüz boyanmamış bir boyama kitabı gibi.

    Geçmişteki intihar davranışları ve kendine zarar verme eylemleri, gelecekteki intihar girişimlerinin en güçlü öngörücülerinden bazıları olduğundan, kişinin yaşamı boyunca sahip olduğu düşünce ve eylemlere özel bir dikkatle, kendine zarar verme geçmişini netleştirmek esastır. Herhangi bir intihar düşüncesi durumunda, gerçekleşen eylemlerle ilgili ayrıntılı bir anlatım isterim. Örneğin, bir hasta ergenlik döneminde doz aşımı yapma planını aklından geçirmişse, bu sadece bir düşünce olarak mı kaldı, yoksa ilaçları topladı mı, saydı mı ya da eline alıp bir süre tuttu mu?

    Kendine zarar verme davranışlarına ilişkin sorular, intihar hakkındaki soruları takip edebilir. Eğer tekrar eden bir kendine zarar verme davranışı söz konusuysa, bu belirtinin ayrıntılarını ortaya çıkarmak önemlidir. Örneğin, kesme davranışı söz konusuysa, hastaya nereyi ve ne kadar derin kestiğini, bunu ne sıklıkla yaptığını ve bu davranışı tetikleyen durumları sorarım. Tıbbi açıdan, hangi aleti kullandığını ve bu davranış nedeniyle daha önce tıbbi müdahaleye ihtiyaç duyup duymadığını bilmek yararlıdır. Eğer hasta hijyenik olmayan aletler kullanıyorsa, son tetanoz aşısının ne zaman yapıldığını da sorarım; bu aşının her 10 yılda bir yenilenmesi gerekir. (Kendine zarar verici davranışlara ve aktif intihar riski taşıyan bir hastaya nasıl yanıt verileceğine ilişkin daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 9.)

    İkinci seansta ayrıca tıbbi öykü, kullanılan ilaçlar ve alerjiler hakkında da bilgi toplarım.

    ÖRNEK 4.5

    Kişisel ve ailevi tıbbi öykünün toplanması, Kısım II

    TERAPİST: Tıbbi geçmişinizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Bilmem gereken herhangi bir ciddi tıbbi rahatsızlığınız var mı?

    SALLIE: Hayır.

    TERAPİST: Herhangi bir nedenle geceyi bir hastanede geçirdiğiniz oldu mu?

    SALLIE: Evet, 10 yaşındayken elimde bir enfeksiyon vardı ve damar yoluyla antibiyotik almak için hastaneye yatırılmam gerekti.

    TERAPİST: Bu kadar küçük yaşta geceyi hastanede geçirmek nasıl hissettirdi?

    SALLIE: Korkutucuydu ama sadece birkaç gün sürdü, bu yüzden çok da kötü değildi.

    TERAPİST: Elinizle ilgili bir sorun kaldı mı?

    SALLIE: Hayır, şanslıyım ki bir sorun yok.

    TERAPİST: Bunu duyduğuma sevindim. Çocukken başka tıbbi problemler yaşadınız mı? Başka ciddi enfeksiyonlar, ameliyatlar, kırıklar?

    SALLIE: Düşüneyim… Başka enfeksiyon yok. Ameliyat da yok. Sadece bir kez bileğim kırılmıştı. Ah evet, bebekken kulaklarıma tüp takılmıştı çünkü çok fazla kulak enfeksiyonu geçiriyordum, ama açıkçası bunu pek hatırlamıyorum. Annemin doktor randevularım sırasında hiç şikâyet etmediğimi ve çok dayanıklı olduğumu söylediğini hatırlıyorum. [Sallie artık yalnızca olguları belirtmekle kalmayıp, yaşanan olayın kendisini nasıl etkilediğini hatırlamaya da çalışarak terapistin yönlendirmesini izlemeye başlıyor.]

    TERAPİST: Vücudunuzun herhangi bir bölgesinde başka tekrarlayan kronik tıbbi bir sorun oldu mu? Astım probleminiz? Mide sorunlarınız?

    SALLIE: Hayır. Hayır.

    TERAPİST: Bilinç kaybı ile sonuçlanan beyin sarsıntısı ya da kafa travması yaşadınız mı?

    SALLIE: Sanmıyorum, ama bir keresinde gerçekten çok yorgundum ve çok sıcak bir günde uzun süre ayakta kaldığım için bayılmıştım.

    TERAPİST: Başınızı çarptınız mı?

    SALLIE: Hayır. Yere düşerken babam yakaladı. Refleksleri çok iyidir.

    TERAPİST: İyi refleksler gerçekten işe yarar. Hiç epilepsi nöbeti geçirdiniz mi?

    SALLIE: Umm, sanmıyorum. Öyle bir şey yaşasam anlardım herhalde, değil mi?

    TERAPİST: (Başını sallar.) En son ne zaman genel bir sağlık taramasından geçtiniz? Şu anda sizi rahatsız eden herhangi bir fiziksel belirtiniz var mı?

    SALLIE: Ah, yaklaşık 6 ay önce sağlık taramasından geçmiştim. Her şey yolundaydı.

    TERAPİST: Birinci basamak hekiminiz kim?

    SALLIE: Sağlık taramasını okulda öğrenci sağlık merkezindeki bir doktordan aldım, adı Dr. Newman’dı. Ama evdeki doktorum Dr. Rodriguez.

    TERAPİST: Şu anda sizi rahatsız eden herhangi bir fiziksel belirtiniz var mı? [Sallie bu soruyu ilk seferinde yanıtlamadığı için tekrar soruluyor.]

    SALLIE: Son zamanlarda çok yorgun hissediyorum. Ama bunun tamamen Charlie meselesi yüzünden bunalmış olmamdan kaynaklandığını düşündüm.

    TERAPİST: Bu yorgunluk, 6 ay önceki sağlık taramasından önce mi başladı, sonra mı?

    SALLIE: Ah, bu oldukça yeni bir şey; yaklaşık 2 aydır böyle hissediyorum.

    TERAPİST: Bu yorgunluk Charlie’yle yaşadığınız ayrılıkla ilişkili olabilir ama yorgunluğa neden olabilecek birçok tıbbi durum da var. Bu kadar yorgun hissetmenizin başka bir tıbbi nedeni olmadığından emin olmak için Dr. Newman’dan bir randevu almak faydalı olabilir.

    SALLIE: Tamam.

    TERAPİST:Reçeteli ya da reçetesiz herhangi bir ilaç kullanıyor musunuz?

    SALLIE: Regl dönemlerimde ibuprofen alıyorum ve vitamin kullanıyorum, hepsi bu.

    TERAPİST: Hangi vitaminleri kullanıyorsunuz?

    SALLIE: Umm, D vitamini takviyesi ve bir multivitamin alıyorum.

    TERAPİST: Herhangi bir ilaca karşı alerjiniz var mı?

    SALLIE: Belki penisiline. Sanırım ondan döküntü oluyor bende.

    TERAPİST: Şu anda cinsel olarak aktif misiniz?

    SALLIE: Umm, evet… en azından Charlie’yle ayrılmadan önce öyleydim.

    TERAPİST: Doğum kontrolü için ne kullanıyordunuz?

    SALLIE: Ah evet, aynı zamanda doğum kontrol hapı kullanıyorum.

    TERAPİST: Anladım. Charlie’nin HIV durumu ya da başka bir cinsel yolla bulaşan hastalığı olup olmadığını biliyor muydunuz?

    SALLIE: Umm, hayır. Ama eminim iyidir.

    TERAPİST: Hmmm… Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan, yani CYBH’lerden, nasıl korunduğunuzu sormasam işimi tam yapmış olmam. Doğum kontrol hapı hamileliği önleyebilir ama CYBH’lere karşı koruma sağlamaz.

    SALLIE: Oh, bence Charlie güvenilirdi. Çok fazla kişiyle yatmadı.

    TERAPİST: Güvenli cinsel ilişki önlemleri kolay değil, ama bir şeye maruz kalmaktan korunmanın en iyi yolu bu. HIV ya da başka cinsel yolla bulaşan hastalıklar için tıbbi kontrol yaptırma fikrine nasıl bakarsınız?

    SALLIE: Ah, bence bu gerekli değil. Charlie’nin çok fazla cinsel partneri olmadı. Temiz biridir.

    TERAPİST: Bunu düşündüğünüze sevindim. Kendimi biraz ikilemde hissediyorum çünkü sağlığın gerçekten çok önemli, ama aynı zamanda terapist olarak görevimin “cinsellik polisi” gibi davranmak olmadığını da biliyorum. [Bu konuya daha sonra, örneğin Sallie yeni bir ilişkiye başlarsa, tekrar dönmeyi aklıma not ediyorum.]

    SALLIE: Evet, ne demek istediğinizi anlıyorum, ama burada yeterince güvende olduğumu düşünüyorum.

    TERAPİST: Ailenizde herhangi bir sağlık sorunu olan var mı?

    SALLIE: Hayır. Genel olarak oldukça sağlıklılar. Babamın bazı eski spor yaralanmalarından kalan bir artriti var ama onun dışında gayet iyiler. Birlikte çok fazla açık hava etkinliği yapıyorlar.

    TERAPİST: Peki ya kardeşiniz?

    SALLIE: Hımm, mide sorunları geçmişi var ama şimdi daha iyi.

    TERAPİST: Ne tür mide sorunları?

    SALLIE: Uzun süre kronik mide ağrısı ve ishal sorunu yaşadı ama şu anda daha iyi.

    TERAPİST: İyileşmesine sevindim. Bugün size birçok soru sordum ve yavaş yavaş genel bir tablo oluşmaya başladı. Sizin için nasıl geçti bu görüşme?

    SALLIE: Lisede geçirdiğim psikiyatri hastanesi sürecini düşünmek garip geliyor. Genellikle o konudan bahsetmem ama geri kalan kısmı fena değildi.

    TERAPİST: Deneyimlerinizi benimle bu kadar açık paylaştığınız için teşekkür ederim. Gelecek hafta, bazı sorularımı daha yanıtlayacağız ve bir tedavi planına biraz daha yaklaşmış olacağız.

    SALLIE: Oh, iyi. Ben gerçekten yeniden Charlie hakkında konuşmak istiyorum.

    TERAPİST: Hâlâ biraz zamanımız var. Ben de Charlie hakkında konuşmak istiyorum. Bana biraz anlatır mısınız? Neyi paylaşmak istersiniz?

    Sallie’nin mevcut fiziksel sağlığının yanı sıra, kişisel ve ailesel tıbbi öyküsünü de kapsayan ayrıntılı bir tıbbi öykü alınmalıdır. Konsültasyonun bu bölümünde, her zaman bilinç kaybına yol açan ciddi ya da tekrarlayan kafa travması öyküsünü özellikle sorarım. Ciddi bir kafa travması durumunda, hasta bilişsel bozulma, nöbet geçirme ve duygusal dalgalanma riski taşır. Tekrarlayan beyin sarsıntıları, yaşam boyu depresyon gelişme riskini artırır. Böyle bir olay öyküsünün mevcut herhangi bir nörolojik sorunla birlikte görülmesi durumunda, hastanın bir nörolog ya da beyin hasarının davranışsal belirtilerine aşina bir psikiyatrist tarafından daha ileri değerlendirmeye alınması gerekebilir.

    Cinsel öykü almak çoğu zaman kolay değildir. Tedavinin başında, hastamın cinsel yönelimini bilmeyebilirim; ancak etkili bir terapist olabilmem için bu bilgiyi nihayetinde öğrenmem gerekir. Kaliforniya Üniversitesi, San Francisco’daki tıp fakültesinde, cinsellik hakkında soru sormanın iki aşamalı bir yöntemle yapılması gerektiği öğretilmişti: “Cinsel olarak aktif misiniz?” sorusunun ardından “Erkeklerle mi, kadınlarla mı, yoksa her ikisiyle mi?” sorusu gelir. Bu yaklaşım, daha genç ve açık fikirli bazı hastalar için beklendik ve rahat hissettirebilirken, daha yaşlı ve muhafazakâr hastalar için utandırıcı olabilir. Tedavinin başında açık konuşmaktan rahatsızlık duymayan hastalarla daha doğrudan bir yaklaşımı tercih edebilirim; diğerleriyle ise konunun zamanlamasını onların yönlendirmesine bırakır, daha kapsamlı bir cinsel öyküyü güven geliştikten sonra alırım. Her iki grup için de, açıkça ifade edilene kadar hastanın partnerinin karşı cinsten olduğunu varsaymam.

    Bölüm 5, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimle ilgili soruların kültürel kimlik hakkındaki bir sorunun içine nasıl yerleştirilebileceğini ele alır: “Kültürel kimliğiniz ya da geçmişiniz hakkında bilmem gerektiğini düşündüğünüz herhangi bir şey var mı? Her birey kendi kültürel kimliğini kendisi belirler ve bu genellikle kişinin kendini ait hissettiği ya da parçası saydığı gruplardan oluşur. Bu gruplar çok çeşitli olabilir -etnik köken, din, konuştuğunuz diller, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği, kendinizi yakın hissettiğiniz bölgeler ya da özel ilgi alanı grupları. Bir gruba aidiyet hissediyorsanız, bu onun sizin kültürel kimliğinizin bir parçası olduğu anlamına gelir.” Eğer hasta cinsel yönelimini paylaşmak konusunda kendini rahat hissediyorsa, kültürel kimlikle ilgili bu soru kolay bir giriş sağlar. Ancak eğer bu konuyu ele almak istemiyorsa, bu soruya geçmişinin diğer yönlerine odaklanarak da yanıt verebilir.

    Bir terapist, çoğu zaman hastasının fiziksel ya da duygusal açıdan kendisini riske atan kötü yargılarını dinlemek gibi imrenilmeyecek bir konumda olur. Sallie’nin durumunda, Charlie ile korunmasız cinsel ilişkiye girmiş olması, onu cinsel yolla bulaşan bir hastalığa maruz bırakmış olabilir. Bir sağlık uzmanı olarak, hastamın riskli davranışlarını görmezden gelmem sorumlu bir tutum olmaz; ancak, ahlaki bir doğruculukla yönlendirici bir tavır takınmak da değişimi teşvik etme olasılığı düşük bir yaklaşımdır. Psikoterapistliğe ilk başladığım aylarda, bu hassas konulara terapötik bir biçimde nasıl yaklaşacağımı bilmiyordum. Hastalar, prezervatif kullanmadan girdikleri çok sayıda cinsel ilişkiyi, çeşitli yasadışı maddelerle deneyimlerini ya da emniyet kemeri takmadan bir yan sokakta saatte 100 kilometre hızla araba kullandıklarını anlatırken, içimden defalarca “DUR!” diye bağırdığım rahatsız edici seanslar yaşadım.

    Eğer vaaz vermek işe yarasaydı, ben de bunu kullanırdım; ama herhangi bir hastanın hayatında ihtiyaç duyduğu son şey, bir başka yönlendirici ve empatik olmayan kişidir. Hastalarımın güvenliği konusunda endişelenmek ürkütücü olabilir, ancak onların davranışlarını nihayetinde değiştirmelerini sağlayacak tek şey, kendilerini korumaya yönelik içsel dirençlerini aşmalarıdır. Bu süreç genellikle zaman alır ve terapi yavaş yavaş ilerledikçe gelişir. Bu arada benim görevim, davranışın tehlikeli olduğunu kabul etmek ama dırdırcı biri olmaktan kaçınmaktır. Örnek 4.5’te açıklanan strateji dengelidir; çünkü baskıcı bir tavır takınmadan hem eğitim hem de anlayış sunar. Terapist olarak hedefimiz, ustaca rehberlik etmektir; ama kontrol bizdeymiş gibi davranmak değildir.

    Hasta, seansın büyük bölümünü tıbbi ve psikiyatrik öyküsünü anlatmakla geçirmeye itiraz etmese bile, seansın sonunda mutlaka en az 10–15 dakikayı onu tedaviye getiren asıl zorluğa odaklanmak için ayırırım. Hastanın esas meselelerini unutmadığımı fark etmesi, onun açısından takdir edilen bir durum olur. Aynı zamanda bu süre, üçüncü seansı planlamak için de bir fırsattır.

    ÖRNEK 4.6

    İkinci seansı sonlandırmak

    TERAPİST: Deneyimleriniz konusunda bu kadar açık olmanızı gerçekten takdir ediyorum. Gelecek hafta biraz daha öykünüzü alacağım, ardından bir tedavi planına daha da yaklaşmış olacağız.

    SALLIE: Ah, iyi. Gerçekten Charlie hakkında konuşmaya geri dönmek istiyorum.

    TERAPİST: Bugün hâlâ yaklaşık 15 dakikamız var. Beni biraz bilgilendirebilir misiniz? Bana ne anlatmak istersiniz?

    SALLIE: Hımm, bilmiyorum. Bu ayrılık size mantıklı geliyor mu? Ne olduğunu gerçekten anlayamıyorum.

    TERAPİST: İlişkiyi ve ne olduğunu anlamamın benim için de zaman alacağını düşünüyorum. Görüşmelerimiz sırasında bahsettiğiniz birkaç fikri gelecekteki seanslarda daha derinlemesine ele almayı umuyorum. Charlie’nin bazı önerilerinizi ve fikirlerinizi sizin tarafınızdan yönlendirilmek gibi algıladığını, ancak bu etkileşimleri sizin sorunlu görmediğinizi söylediğinizi hatırlıyorum. Bu doğru mu? [Sallie’nin konsültasyon süresince paylaştığı bilgileri derinlemesine düşünerek [reflection]]

    SALLIE: Evet, doğru. İnsanların bana geri bildirimde bulunmasını takdir ederim. Annem bana hep yön verir ve bence bu çok faydalı. Gerçekten anlamıyorum.

    TERAPİST: Zamanla bunu daha ayrıntılı konuşarak birlikte daha çok şey anlayacağımızı düşünüyorum. Keşke acınızı bir anda ortadan kaldırabilecek sihirli sözler söyleyebilsem ama ne yazık ki bu kadar basit değil. Eğer çözümü kolay olsaydı, zaten beni görmenize gerek kalmazdı; çoktan kendi başınıza üstesinden gelmiş olurdunuz. Bunun üzerinde birlikte çalışmaya devam edeceğiz ve daha iyi anlayışla zamanla kendinizi daha iyi hissedeceğinize dair oldukça umutluyum.

    SALLIE: Ah, tamam. Keşke bu daha hızlı olabilseydi, ama eğer böyle olması gerekiyorsa, elimden geldiğince idare edeceğim. Kendimi oyalamaya devam ederim; moralim bozukken en iyi o işe yarıyor.

    TERAPİST: Hangi oyalayıcılar en iyi işe yarıyor?

    SALLIE: Filmler, koşmak -bazen ders çalışmak bile. (Gülerek.)

    TERAPİST: Kulağa iyi geliyor. Gelecek haftaya kadar…

    SALLIE: Evet, o zaman görüşürüz.

    Konsültasyon süreci artık yoluna girmiş durumda. Sallie bana güvenmeye başlıyor ve ben de yavaş yavaş onun hikâyesinin hem bugüne hem de geçmişe dair ana hatlarını ediniyorum.

    TERAPİST ARACI 4.1

    Örnek Hasta Konsültasyon Anketi

    Devam edecek…

  • İttifaka Öncülük Etme ve Güvenliği Değerlendirme (3. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?‘ın [Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum?] 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bir konsültasyon/istişare [consultation] sürecinde terapist yalnızca tanı koyma ve tedavi planlaması için gerekli bilgileri toplamakla kalmaz. Süreç boyunca, hastanın sıkıntısına empatik bir şekilde yanıt verir, terapötik bir ittifakı [therapeutic alliance] başlatır, hastanın güvenliğini değerlendirir ve konsültasyon sürecinin işleyişini açıklar. Bu bölümde, çalışma ittifakının kurulmasına ve hastanın güvenliğinin ele alınmasına odaklanıyorum.

    KONSÜLTASYONUN AMACI VE İŞLEYİŞİ

    Sallie, ilk seansa erkek arkadaşı Charlie ile yaşadığı son ayrılığı anlatarak başladı. Sonra bir an durakladı. “Hayatımda hiç bu kadar kötü hissetmemiştim. Sizce ne yapmalıyım?” dedi.

    Hastalarım bana ne yapmaları gerektiğini sorduklarında bundan hiç hoşlanmam. Bu tür sorular, insanı kolayca yanıt vermeye teşvik eder: “Şey, Sallie, bence kendini meşgul tutmalı ve kendine nazik davranmalısın.” Bu kötü bir yanıt değil. Kesinlikle iyi niyetli. Ama büyük olasılıkla işe yaramayacak.

    Bir hasta sizin ofisinize gelene kadar muhtemelen sayısız öneri duymuştur. Zaten bu öneriler işe yaramadığı için sizin ofisinizdedir. Psikodinamik psikoterapi farklıdır; çünkü bu çalışma kişiye dıştan içe değil, içten dışa doğru yardımcı olmayı hedefler. Bu süreç doğası gereği yavaştır ve bu anlaşılır bir durumdur. Bu yüzden artık yeni bir hasta benden hızlı bir çözüm istediğinde, bunu bir fırsat olarak görür ve önümüzdeki üç-dört seansın nasıl ilerleyeceğini açıklamak için kullanırım.

    Yeni bir hastayla yaptığım ilk birkaç seansı, temel sorununu daha iyi anlamak, geçmişine dair bazı bilgiler toplamak ve ön hazırlık niteliğinde bir formülasyon ile tedavi planı geliştirmek için kullanırım. Yeni bir hasta için hangi tür psikolojik tedavinin uygun olduğunu bilmediğimden, bu erken seansları psikoterapinin başlangıcı olarak değil, “konsültasyon/istişare [consultation]” görüşmeleri olarak görüyorum. Bu görüşmeleri tanımlarken değerlendirme [evaluation] yerine konsültasyon kelimesini tercih ediyorum; çünkü konsültasyon daha az yargılayıcı bir çağrışım taşır ve aynı zamanda bu etkileşimin süre-sınırlı olduğunu ima eder.

    ÖRNEK 3.1

    İlk üç görüşmenin çerçevelenmesi

    SALLIE: Hayatımda hiç bu kadar kötü hissetmedim. Peki sizce ne yapmalıyım?

    TERAPİST: Sıkıntılı hissettiğinizin farkındayım, ancak size makul bir öneride bulunabilmem için şu aşamada çok daha fazla bilgiye ihtiyacım var. Örneğin, bu zor dönemde kendinizi daha iyi hissetmek için şimdiye kadar neleri denediniz?

    SALLIE: Bilmiyorum. Pek çok şeyi denedim ama işe yaramadılar ki zaten burada bulunuyorum! Sizin beni daha iyi hissettirecek yolu biliyor olacağınızı düşünmüştüm.

    TERAPİST: Belki de, size yardımcı olabilecek bir yol belirlemeden önce daha fazla bilgiye ihtiyacım olduğunu duymak sizi hayal kırıklığına uğrattı. Derinlemesine bir iyileşme zaman alır; ama bugünkü görüşmemizin sonunda kısa vadede faydalı olabilecek bazı stresle başa çıkma tekniklerini birlikte gözden geçireceğiz.

    SALLIE: Tamam, bazı stres yönetimi tekniklerini öğrenmek isterim, ama burada hızlı bir çözümün olmaması beni gerçekten hayal kırıklığına uğrattı. Bu kadar kötü hissetmekten çok yoruldum. Ne bilmek istiyorsunuz?

    TERAPİST: Uzun süredir kendinizi bu kadar kötü hissetmeniz gerçekten çok sarsıcı olmalı. Şu noktada, size en çok yardımcı olabileceğim şeyin Charlie ile yaşadığınız deneyimi daha ayrıntılı dinlemek ve geçmişiniz hakkında biraz daha fazla bilgi edinmek olduğunu düşünüyorum.

    SALLIE: Peki sonra ne olacak?

    TERAPİST: Bu ilk birkaç görüşmeyi genellikle bir istişare süreci olarak değerlendiriyorum. Bu benim sizi daha iyi tanımam ve size yardımcı olup olamayacağımı görmem için bir fırsat. Aynı zamanda siz de benimle çalışmanın sizin için uygun olup olmadığını değerlendirebilirsiniz. Bu üç-dört görüşmenin sonunda, birlikte bu zor durumla ilgili ön bir tedavi planı oluşturabilmiş olmalıyız. Bu size nasıl geliyor?

    SALLIE: Sanırım olur.

    TERAPİST: Konuşurken birkaç not almam sizin için uygun olur mu?

    SALLIE: Tabii. Son birkaç ay hayatımın en kötü dönemiydi.

    TERAPİST: Eğer konuşmak çok acı verici olmayacaksa, bu dönemin hayatınızın en kötü zamanı olmasına neyin neden olduğunu biraz daha anlatabilir misiniz? (Sallie’nin kendi kelimelerini kullanarak çağrışımlarını kolaylaştırır)

    SALLIE: Yani, pek iyi uyuyamıyorum ya da düzgün beslenemiyorum. Sürekli keyifsizim. Üniversitede ekonomi okuyorum; üçüncü sınıftayım. Normalde çok iyi odaklanabilirim ama haftalardır dikkatimi toplayamıyorum.

    İlk birkaç seans konsültasyon olarak adlandırıldığında, bu görüşmeler belirli bir yapı ve amaca kavuşur. Hastalar ayrıca, bir terapi görüşmesine katılmanın onları uzun soluklu bir tedavi sürecine mecbur bırakmadığını öğrendiklerinde rahatlama hissedebilirler. Üç-dört görüşmeden oluşan konsültasyon formatı ideal olsa da, birçok klinikte terapistlerin yeni bir konsültasyonu tek bir 90 dakikalık seansta tamamlamaları beklenir. Çok seanslı yöntemin sunduğu esneklik olmasa bile, burada açıklanan birçok terapötik yaklaşım yine de etkili bir şekilde kullanılabilir.

    Devam etmekte olan bir psikoterapi sırasında not tutmasam da, konsültasyon sürecinde mevcut başvuruya ve hastanın geçmiş öyküsüne ilişkin önemli bilgileri, ayrıca isim ve tarih gibi ayrıntıları (hastanın söylediklerini kelimesi kelimesine yazmak yerine) not alırım. Bu bilgiler, hastanın öyküsünü tutarlı bir yazılı özet hâline getirmemde bana yardımcı olur. Bu özetin bir kopyasını kendi kayıtlarım için saklarım ve eğer Sallie’yi başka bir uzmana yönlendirirsem, ondan izin alarak bu özetin bir kopyasını ilgili kişiye iletirim.

    Konsültasyon formatı, terapist ile hasta arasında uyumsuzluk olması durumunda her iki taraf için de bir çıkış yolu sunar. (Hasta–terapist uyumu hakkında daha ayrıntılı tartışma için bkz. Bölüm 1.) Eğer hasta terapistle ilişkisinde ciddi biçimde rahatsızlık duyuyorsa, başka bir terapist aramaya teşvik edilir ve bu, terapistin onayıyla gerçekleşir. Bir uzman/konsültan olarak benim sorumluluğum, üç ila dört görüşme sonunda bir tedavi önerisi ve gerekli yönlendirmeleri sunmaktır; ancak konsültasyon süreci tamamlandıktan sonra hastanın terapisti olarak devam etmek zorunda değilim.

    Daha önce de belirttiğim gibi, çoğu hasta konsültasyon formatına iş birliğiyle yaklaşsa da, Sallie Gane gibi pek çok hasta psikoterapinin vaat edebileceğinden daha hızlı bir rahatlama talep eder. Bu tür anlarda terapist adeta bir ipte yürür -hastanın yoğun sıkıntısını kabul eder, kendini bunalmış ve yönsüz hisseden hastaya yardımcı olacak bazı başa çıkma stratejileri sunar (ayrıntılar için bkz. Örnek 3.5), ama aynı zamanda hastaya daha derin bir anlayış ve tatmin duygusunun aceleye getirilemeyeceğini de öğretir. Hastaların sabırsızlığına yanıt olarak, “Bu sorunu ele almaya devam etmek ve beklemeye tahammül etmek zor olabilir, ama karmaşık meseleleri gerçekten anlamak zaman alır. İçgörümüz arttıkça, birlikte makul bir yol haritası oluşturabiliriz,” demenin sayısız yolunu öğrendim.

    Yeni başladığımda, kendi çalışmama güvenmek ve terapinin etkinliğine hastaları ikna etmek benim için zordu; çünkü bu alana henüz adım atmıştım. Kendi psikoterapi sürecimde yaşadığım olumlu deneyim, başkalarını iyileştirme becerime duyduğum güvene doğrudan dönüşmedi. Bu alandaki kuşkuculuğumu süpervizyon sürecinde öğrenimimi yönlendirmek için kullandım. Zamanla, hastalarımda ilerlemeler gördükçe, klinik becerilerime olan güvenim de arttı. Klinik araştırmalar ve deneyimler, terapi doğru bir şekilde uygulandığında hastaların iyileştiğini açıkça göstermektedir. Nasıl ki hastalar terapi sürecinde kendi sorunlarıyla çalışırken sabra ihtiyaç duyuyorsa, aynı şekilde bu zor ama ödüllendirici mesleği öğrenmeye çalışan terapist adaylarının da kendilerine karşı sabırlı olması büyük önem taşır.

    İLK GÖRÜŞMEYİ YÖNLENDİRMEK

    Konsültasyon sürecini yeni bir hastaya açıkladıktan sonra, ilk görüşmeyi yönlendirmek terapistin sorumluluğudur. Pek çok yaklaşımı denedikten sonra, ilk görüşmenin en iyi şekilde; terapötik bir ittifak kurmaya odaklanarak ve gerekliyse intihar riskini değerlendirme sürecini tamamlayarak yürütüldüğüne inanıyorum. Deneyimli süpervizörler sıklıkla, ilk seansın en önemli amaçlarından birinin ikinci seansa zemin hazırlamak olduğunu söyler. Hastam, ilk görüşmede kendini anlaşılmış ve duyulmuş hissetmezse, bir daha geri dönmeyebilir. Terapistin, bir klinikte çalışıyor olması ve uzun bir ilk görüşmede hastanın geçmişine ve mevcut durumuna dair gerekli bilgileri toplaması bekleniyor olsa bile (bkz. Bölüm 4 ve 5), ilk seansın temel hedefleri değişmez: hasta ile bağ kurmak ve onun güvende olduğundan emin olmak.

    Bir psikoterapinin başlangıcında terapötik bir ittifak kurmanın ne kadar önemli olduğunu söylemek kolaydır ancak yeni başladığımda bu tür ifadeler beni rahatsız ederdi çünkü kulağa fazlasıyla belirsiz ve kuramsal gelirdi. Bu hataya düşmemek için, bu bölümün ilerleyen kısımlarında terapötik ittifak oluşturmak için kullanabileceğiniz bazı somut stratejileri ayrıntılı şekilde sunacağım. Öncelikle, bu sürecin nasıl yanlış gidebileceğine dair bazı örneklerle başlayacağım.

    Terapötik bir ittifakı teşvik edebilmek için terapistin duyarlı olması gerekir, ancak bu duyarlılık baskıcı olmamalıdır -ki bunu söylemek, uygulamaktan her zaman daha kolaydır. Yeni başlayan biri olarak, ilk seansı ya fazla pasif bir şekilde yönetmek ya da aşırı yönlendirmek oldukça kolaydır. Şimdi her iki duruma dair birer örnek sunacağım.

    ÖRNEK 3.2

    Terapistin ilk görüşmede aşırı pasif bir tutum sergilemesi

    SALLIE: Yani, pek iyi uyuyamıyorum ya da düzgün beslenemiyorum… Konsantrasyonum da tamamen bozuldu.

    TERAPİST: Yani, pek iyi beslenemiyorsunuz?

    SALLIE: Evet. Hiç iştahım yok. Kendimi yemek yemeye zorluyorum ama tüm yiyecekler bana talaş gibi geliyor. Çoğu zaman midem bulanıyor. Tek güzel gelen şey dondurma.

    TERAPİST: Hımm…

    SALLIE: Dün akşam üç saat boyunca televizyon izledim ve akşam yemeği olarak bir kutu çikolata parça kurabiyeli dondurma yedim. İğrenç, değil mi? Günün çoğunda kendimi berbat hissediyorum.

    TERAPİST: Evet…

    SALLIE: Geçen hafta tüm gün evde oturup ağladım. Ara ara böyle oluyor. Artık bir şey yapmam gerektiğini fark ettim ve bu yüzden bu randevuyu aldım.

    Örnek 3.2, ilk seansa ilişkin geleneksel psikanalitik yaklaşımı örneklemektedir. Terapist olarak, Sallie’nin çağrışımlarını dinlerken görüşmeyi herhangi bir şekilde yönlendirmekten kaçınırım. Yıllar önce, birçok ilk seans bu yaklaşımla yürütülürdü. Psikoterapist hastaya birkaç soru sorabilir, ancak genel olarak müdahaleyi en aza indirmeye çalışırdı. Hasta ise aklına gelen her şeyi serbestçe ifade ederdi. Kuramsal olarak, terapist hastanın düşünce akışına ne kadar az engel olursa, hastanın bastırılmış önemli materyallere ulaşması da o kadar olası olurdu.

    Bu geleneksel bakış açısına göre, psikanalitik psikoterapistin soru sorması faydalı değil, terapötik süreci bozacak istenmeyen bir etki olarak görülürdü. Terapistin amacı mümkün olduğunca nötr kalmaktı ve bu nedenle boş bir levha [blank slate] metaforu ortaya atılmıştı. Bunun sonucu olarak, en kötü örneklerde bir terapist hastayı yıllarca tedavi edebilir ve eğer hasta kendiliğinden paylaşmadıysa, onun kendine zarar verme dürtüleri yaşayıp yaşamadığını, ciddi bir kafa travması geçirip geçirmediğini ya da çocukken lösemiden iyileşip iyileşmediğini bile bilmeyebilirdi.

    Spontan çağrışım, terapistler için hâlâ son derece değerli bir bilgi kaynağıdır ve özellikle konsültasyon süreci tamamlandıktan sonra ve psikodinamik psikoterapi başladığında kullanılmalıdır (bkz. Bölüm 6 ve 15). Ancak, tanı amaçlı seanslarda tamamen yönlendirmesiz bir yaklaşımı önermiyorum. Ayrıca, serbest çağrışım stratejisi eskiden düşünüldüğü kadar nötr de değildir. Gerçek anlamda bir boş levha olmak imkânsızdır. Aslında, hastasına soru sormayan ya da insani bir biçimde yanıt vermeyen bir terapist, çoğu zaman nötr bir dinleyici gibi değil, tuhaf ya da mesafeli biri olarak algılanır.

    Boş levha yaklaşımından kaçınmaya çalışan bir acemi, ilk seansı önceden belirlenmiş sorular listesini temel alarak fazla yapılandırabilir. Bu strateji anlaşılır bir şekilde fazla yönlendirici olma riskini taşır ve çoğu zaman gerekenden daha fazla kontrolcü bir tutuma yol açabilir.

    ÖRNEK 3.3

    İlk görüşmede aşırı yapılandırılmış bir yaklaşım

    SALLIE: Yani, pek iyi uyuyamıyorum ya da düzgün beslenemiyorum… Konsantrasyonum da tamamen bozuldu.

    TERAPİST: Yani, beslenme, uyku ve konsantrasyonunuzun hepsi etkilenmiş? Motivasyon sağlamak da bazen zor oluyor mu?

    SALLIE: Evet.

    TERAPİST: Görünüşe göre bu dönem sizin için oldukça zor geçmiş. Hiç umutsuz hissettiniz mi?

    SALLIE: Bazen.

    TERAPİST: Hımm (sempatik bir şekilde). Umutsuz hisseden bazı insanlar sık sık ölümü düşünmeye ya da artık yaşamak istememeye başlar. Bu sizin deneyiminizin bir parçası oldu mu?

    SALLIE: Ah, hayır. Ben Katoliğim. Kendime asla zarar veremem.

    TERAPİST: Yani, hiç kendinize zarar vermeyi düşünmediniz?

    SALLIE: Hayır.

    TERAPİST: Daha önce hiç bu kadar kötü hissetmiş miydiniz?

    Örnek 3.3’teki yaklaşım, bir psikoterapi görüşmesinden ziyade bir dahiliye uzmanı ya da aile hekiminin yaptığı ilk hasta değerlendirmesini andırmaktadır. Belirtiler tanımlanır, şiddetleri netleştirilir ve tanı koymak amacıyla veri toplanır. Soruların çoğu yalnızca kısa, tek kelimelik yanıtlar gerektirir. Terapist, beş nörovejetatif [otonom sinir sistemiyle ilgili] semptomu beş dakikadan kısa sürede tespit ederek olası bir majör depresyon tanısı koyabilecek duruma gelir.

    Bu yaklaşım, görece stabil hastalar için bazı dezavantajlar taşısa da, bazı bireyler için bu görüşme tarzı en uygun yapıyı sunar. Eğer hasta psikotik bir bozukluk, mani, madde kullanımı ya da benzeri bir durum nedeniyle içsel yapısal bütünlükten yoksunsa, yapılandırılmış bir görüşme bu eksikliği dengeleyebilir. Artan yapılandırma, kendini kontrol edemeyen hasta için bir rahatlık kaynağı olabilir. Terapist, bir tanı koyucu gibi davranarak sorunu etkin biçimde netleştirmeye başlayabilir ve acil bir tedavi stratejisi planlayabilir. Bu görüşme tarzı, bir acil servis psikiyatrik değerlendirmesi ya da psikofarmakolojik konsültasyon formatını andırır. (Psikiyatrik bir acil duruma nasıl müdahale edileceği hakkında daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 9.)

    Daha yapılandırılmış bir görüşme tarzı, yeni hastam ilk görüşmede dili tutulmuş gibi kaldığında da işe yarayabilir. “Belki de konuşacak bir şey bulmakta zorlanıyorsunuz çünkü bu konu gerçekten rahatsız edici ve karmaşık olabilir. Biraz soluklanalım, bu arada benim ihtiyaç duyduğum bazı bilgileri birlikte tamamlayalım,” gibi empatik bir ifadeyle süreci yumuşatabilir ve ilk seansı hastanın öyküsünü mümkün olduğunca ayrıntılı şekilde toplamak için kullanabilirim.

    Bölüm 4’ün sonuna, edinmek istediğim klinik bilgileri toplamaya yardımcı olabilecek örnek bir anket ekledim. Bu anketi iki farklı şekilde kullandım. Eğer konsültasyon sırasında hastam ne söyleyeceğini bilemez haldeyse, görüşmeyi yönlendirmek için bu anketten yararlanabilirim. Ayrıca, ilk seansın sonunda hastaya bu anketin bir kopyasını verip, ikinci görüşmede ya da öncesinde doldurarak bana geri getirmesini de isteyebilirim.

    Yapılandırılmış görüşmeyi, özellikle dağınık düşünce yapısına sahip hastalar ya da ilk seansta kendiliğinden konuşmakta zorlanan bireyler için nasıl kullanacağınızı bilmek önemlidir. Bununla birlikte, özellikle psikoterapi bağlamında, yoğun bir öykü alma süreci terapötik ittifakın gelişimini engelleyebilir. İdeal olan yaklaşım; dinleme becerisini, hastanın çağrışımlarını takip etme yetisini ve intihar riskini değerlendirme öngörüsünü dengeleyen ilgili ve dikkatli bir tutumdur. Bu denge, hem hastanın güvenliğini korur hem de terapötik ittifakın gelişimini destekler.

    ÖRNEK 3.4

    İlk konsültasyon seansında bilgi toplama ihtiyacı ile terapötik ittifak kurma ihtiyacını dengelemek

    SALLIE: Yani, pek iyi uyuyamıyorum ya da düzgün beslenemiyorum… Konsantrasyonum da tamamen bozuldu.

    TERAPİST: Bu dönemde neler olduğunu biraz daha anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Normalde çok enerjik olurum. Ama artık hiçbir şeyi umursamıyorum. Mesela cumartesi günü odamdan çıkmadım, sadece müzik dinledim. Son zamanlarda tam bir ezik oldum. Hava o kadar güzeldi ki, ben aşk şarkıları dinleyip hüngür hüngür ağladım. Ne hâle geldim!

    TERAPİST: Yoğun bir üzüntü ve sıkıntı hissediyorsunuz. Sizce bu durumu bu kadar zorlaştıran ne oldu?

    SALLIE: En başta, Charlie’nin beni terk etmiş olmasına hâlâ inanamıyorum. PAT! Her şey bir anda oldu. Hiç beklemiyordum. Bana doğru düzgün bir neden de söylemedi. Aslında onu rahatsız eden bir şeyden bahsetmişti…

    TERAPİST: Neydi o?

    SALLIE: Bilmiyorum -belki ses tonumla ilgili bir şeydi. Bazen ona sadece fikrimi söylüyordum ama bana bağırıyormuşum gibi hissettiğini söylüyordu. Bu bana hiç mantıklı gelmiyor. Ben çok hassas biriyim, Charlie ile hep en iyi hâlimdeydim. Ve bu, gerçekten birini bu kadar sevdiğim ilk seferdi. Normalde ilişkileri bitiren hep ben olurum. (Mendile uzanır.)

    TERAPİST: Bu ayrılık sizin için gerçekten çok acı verici olmuş. Bu ne zaman oldu?

    SALLIE: Yaklaşık altı ay önce.

    TERAPİST: Altı aydır süren bir yas… Görüyorum ki Charlie sizin için çok şey ifade ediyormuş. İlişkiyi ve ayrılığı biraz daha anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Onun “o kişi” olduğunu sanmıştım. İlk gördüğüm anda mükemmel gelmişti. İlk dört haftamız harikaydı. Her şeyi vardı -yakışıklı, zeki, komik, nazik. Ama birkaç haftadan sonra eskisi gibi olmadı. Müzik okuyordu ve bu alanın bir geleceği olmadığını düşündüğüm için onu ekonomi bölümüne geçmeye ikna etmeye çalıştım, tıpkı benim gibi. İlk başta ilgileniyor gibiydi ama sonra uzaklaşmaya başladı, mesajlarıma cevap vermemeye başladı. Anlamıyorum çünkü ben sadece ona yardımcı olmaya çalışıyordum ve bunu biliyordu. Belki de sonun başlangıcı buydu. Önerilerime neden bu kadar duyarlı davrandığını anlayamıyorum. Birkaç ay birlikteydik, sonra artık ilgilenmediğini söyledi. Bu çok acımasızcaydı çünkü haftalar önce bana âşık olduğunu söylemişti. Ne yaptım da böyle oldu bilmiyorum, ama kesinlikle her şeyi mahvettim.

    TERAPİST: Bu gerçekten sert bir durum gibi görünüyor. Gelecek vaat eden bir ilişki yürümediğinde bu çok acı verici olabilir. Sanki bu ayrılıktan dolayı kendinizi tamamen suçluyormuşsunuz gibi geliyor. Bunu biraz açar mısınız?

    SALLIE: Eğer gerçekten yetkin biri olsaydım, bu ilişkiyi sürdürebilirdim. Reddedilen kişi olmak çok garip geliyor. Gördüğünüz gibi, normalde ilişkileri bitiren kişi hep ben olurum. Charlie’den önce iki ciddi ilişkim oldu. İyi çocuklardı ama belki fazla iyiydiler. Ne istersem yapıyorlardı ve ben de sıkılıp bitiriyordum. Charlie farklıydı; bağımsızdı. Kendi fikirleri vardı. Ve ben bunu mahvettim, nasıl yaptım bilmiyorum. Ona kariyer tavsiyesi verirken sadece yardımcı olmaya çalışıyordum. Ama artık hiçbir şeyi doğru yapamıyormuşum gibi hissediyorum. Nasıl oldu da bu kadar iyi bir şeyi berbat ettim?

    TERAPİST: Sanki her şeyin sizin hatanız olduğunu düşünüyorsunuz?

    SALLIE: Evet, tamamen. Bazen bütün gün büzülüp yatmak ve acıdan kaçmak istiyorum.

    TERAPİST: Anladığım kadarıyla çok fazla acı çekiyorsunuz. Bazen bir insan kendini bu kadar umutsuz hissettiğinde, ölümü düşünmeye ya da artık yaşamak istememeye başlayabilir. Bu sizin deneyiminizin bir parçası oldu mu?

    SALLIE: Ah, ben Katoliğim. Kendime asla zarar veremem.

    TERAPİST: Aklınızdan geçti mi peki?

    SALLIE: Birkaç kez. Yani tam olarak değil. Mesela, tatilden dönerken bindiğim uçağın düşmesi ya da sabah uyanamamak pek umurumda olmazdı. Ama kendime asla bilerek zarar vermem.

    TERAPİST: Tam bir değerlendirme yapabilmek için, kendinize zarar verme davranışlarınızı da sormam gerekiyor. Şimdiye kadar çok sıkıntılı olduğunuzda kendinizi kesme ya da kendinize bilerek zarar verme gibi bir davranışta bulundunuz mu?

    SALLIE: Hayır, öyle bir şey yapmadım ve yapmayı da düşünmüyorum. Ama üniversitede böyle yapan bazı insanlar tanıyorum, gerçekten çok kötü hissedince.

    TERAPİST: Yani doğru anlıyorsam, fiziksel olarak güvendesiniz ama yaşadığınız acı çok yoğun. Bu doğru mu?

    SALLIE: Evet, tam olarak öyle.

    Örnek 3.4’te dengeli bir yaklaşım benimsiyorum: Sallie’nin anlatısını takip ediyor, durumuna empatiyle yaklaşıyor ve onun umutsuzluğuna yanıt olarak intihar değerlendirmesini araya yerleştiriyorum. Örnek 3.4, hastanın izinden giderken, Örnek 3.3 bunun tersine hastayı yönlendiren bir yaklaşım sergiler. İntiharla ilgili soru, depresyonun nörovejetatif belirti ve semptomlarının önceden belirlenmiş bir taraması içinde değil de, konuşmanın doğal akışı içinde kolaylıkla yer bulur. Örnek 3.4’te kullanılan bu yaklaşımla, ilk görüşmede psikiyatrik sistem taramasının tamamını gerçekleştiremeyebilirim; ancak Sallie’nin yaşantısını anlatmasına yardımcı olarak onun en acil kaygılarına empatik bir şekilde yaklaşabilirim.

    NASIL DİNLENİR VE TERAPÖTİK BİR İTTİFAK NASIL GELİŞTİRİLİR

    Zamanla, terapötik ittifakı geliştirmeye yardımcı olan bazı özel teknikler öğrendim. İlk olarak, hastanın temel sıkıntısıyla ilgili ayrıntılı sorular sorarım. Eğer hasta bana birkaç bilgi verdikten sonra sözünü yarıda keserse (örneğin: “Erkek arkadaşımla ayrılmamdan dolayı üzgünüm”), öyküyü derinleştirmek için şu tür sorular sorarım: “Bana biraz daha anlatabilir misiniz?” ya da şu tür ifadeler kullanırım: “Lütfen devam edin.”

    İkinci olarak, her hastaya neden tam da bu zaman diliminde terapiye başvurmaya karar verdiğini sorarım. Sallie’nin durumunda, altı aydır acı çekiyor. Peki, onu geçen hafta ya da gelecek hafta değil de, şimdi terapiye gelmeye iten şey neydi? Bu tür bir sorgulamayla, hastanın mevcut içsel çatışmaları ve kaygıları hakkında daha fazla şey öğrenmem neredeyse kesindir.

    Üçüncü olarak, hastanın duygusal bir ifadesini bir soruyla takip etmek uygun gelmiyorsa, onun paylaştığını küçümsemeden, duygunun yoğunluğunu azaltmadan yeniden çerçeveleyen onaylayıcı bir yorumla yanıt veririm. Örneğin, Sallie “Ne yaptığımı bilmiyorum… Tam bir başarısızım!” dediğinde, onun duygusal durumuna odaklanarak bunu adlandırırım: “Bu kendinize karşı oldukça sert bir ifade gibi geliyor. Umut vadeden bir ilişkinin yürümediğini görmek gerçekten çok acı verici. Bu ayrılık sizi bir başarısız gibi mi hissettirdi? Ne demek istiyorsunuz?”

    Empatik bir şekilde dinleyebilme becerisi, etkili bir terapistin sahip olduğu en güçlü araçlardan biridir. Buna rağmen, eğitim yıllarım boyunca empatik müdahale fırsatlarını kaçırdım ve içimdeki “çözüm üretme” dürtüsüne karşı koymakta zorlandım. Defalarca, ağzımdan iyi niyetli tavsiyeler ve moral verici cümlelerle dolu paragraflar döküldü: “İlişkinin yürümemesi sizin suçunuz değildi. Zaten Charlie çok da hoş biri gibi görünmüyordu. Eminim dışarıda birlikte olabileceğiniz daha birçok insan vardır.”

    Eğer “çözüm üretmeye yönelik” ifadeler gerçekten işe yarasaydı, kısa sürede usta bir terapist olabilirdim. Ama bu ifadeler işe yaramaz. Duygusal acıyı küçümsemek ya da kişileri rahatsızlıklarından uzaklaştırmaya çalışmak, aksine duygusal sıkıntıyı daha da artırabilir. Bir terapist olarak, hastamın kendine özgü yaşantısına dikkat kesildiğimde ve onun krizini nasıl çözeceğimi bildiğimi varsaymadığımda en faydalı konumda olurum. Artık, duygusal acıyı küçümsemekten kaçınan empatik dinlemeyi, sıkıntıyı gerçekten hafifletmenin bir yolu olarak görüyorum. Bu araçla, hastam anlaşılmış hisseder -ve bu, iyileştirici güce sahip güçlü bir deneyimdir.

    Terapötik ittifak, hastaya terapistle birlikte ortak bir hedef doğrultusunda çalıştıklarını hatırlatarak da güçlendirilir: Bu hedef, hastanın iyileşmesi, sağlığına kavuşması ya da sorunlarının çözülmesidir. Bu ise, terapi sürecindeki çalışmalara, görev ya da hedeflere atıfta bulunurken biz, bize, bizim gibi birinci çoğul şahıs zamirlerinin kullanılmasıyla sağlanır. (Örnek: “Birlikte yapacağımız çalışma, sizin için en uygun hareket yolunun ne olduğunu bulmak olacak.”)

    Bu strateji, hastaya sorularımı neden sorduğumu açıklayarak daha da pekiştirilir. Örneğin: “Ailenizle ilgili bu soruları sormamın nedeni, şu anda yaşadığınız zorlukları bağlamına oturtmama yardımcı olması ve ayrıca depresyona yatkınlığın kuşaktan kuşağa devam edebilecek bir özellik taşımasıdır.”

    Son olarak, Sallie “burada ve şimdi” bunalmış hissettiğiyle ilgili yardım istediğinde, kısa vadede başa çıkmasına yardımcı olabilecek bazı stres yönetimi teknikleri sunmam faydalı olur. Örnek 3.5’te, bu stratejileri nasıl tanıtabileceğimi gösteriyorum; aynı zamanda daha derin bir anlayış ve iyileşmenin zaman alacağını da kabul ediyorum.

    Bu araçları elimde bulundurarak -hastanın önem verdiği konular hakkında sorular sormak; “neden şimdi?” diye sormak; duygulanımı onaylamak; görüşmeyi “birlikte yürüttüğümüz bir çalışma” olarak çerçevelemek; görüşme sürecini ilerledikçe açıklamak ve Sallie’nin krizle başa çıkmaya yönelik bazı strateji taleplerine yanıt vermek- ilk birkaç seansta terapötik ittifakı geliştirebilirim.

    İNTİHAR EĞİLİMİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

    Konsültasyon sırasında hangi tarzı benimserseniz benimseyin, eğer hastanızın kendine zarar verme riski olduğuna dair herhangi bir belirti varsa, ilk görüşmede mutlaka bir intihar değerlendirmesi yapmalısınız. Sallie’nin durumunda, depresyon belirtileri oldukça yoğun olduğu için intihar riskini erken aşamada tarıyorum. Kendine zarar verme riskini artıran diğer etmenler arasında madde kullanımı, psikotik belirtiler, yas süreci, HIV pozitiflik ya da başka bir hastalık, travma, iş kaybı, borderline kişilik bozukluğu, mani, agorafobili panik bozukluk, terk edilme algısı veya boşanma gibi durumlar yer alır.

    Eğer yeni bir hastada kendine zarar verme açısından herhangi bir risk faktörü yoksa ve gelecek odaklı, net bir yönelimi varsa, intiharla ilgili soru sormak, hastanın ihtiyaçlarından çok klinisyenin kendi kaygılarına yanıt niteliğinde olabilir. Ancak, hastanın kendine yönelik yıkıcı dürtüleri konusunda en ufak bir kuşkum varsa, mutlaka sorarım. Birçok intihar riski taşıyan hasta, doğrudan sorulduğunda bu tür yıkıcı dürtüleri dürüstçe paylaşır; ancak çok azı bu bilgiyi kendiliğinden dile getirir. (Hâlihazırda risk altında olan bir hastaya yönelik intihar değerlendirmesinin nasıl yapılacağına dair daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 9.)

    Eğer hastada herhangi bir risk faktörü varsa, intihar değerlendirmesi, psikiyatrik görüşmenin gelecekteki seanslarına ertelenebilecek bir bölüm değildir. Gerçekleşen intiharların büyük bir kısmı, öncesinde bir sağlık uzmanıyla kurulmuş temaslarla birlikte seyreder. Sessiz yardım çağrıları çoğu zaman duyulmaz. Ayrıca, intihara zemin hazırlayan en önemli etkenlerden biri olan depresyon tanısı, ruh sağlığı taramaları konusunda eğitim almamış birçok sağlık çalışanı tarafından sıklıkla gözden kaçırılır. Tüm bu nedenler, ilk görüşmede intihar değerlendirmesinin yapılmasını desteklemektedir. Ancak buna rağmen, terapistlerin bu değerlendirme bölümünü “unutmaları” kolaydır; çünkü bu konu hakkında soru sormak, anlaşılabilir şekilde, rahatsız edici olabilir. Ne var ki, bu kısmı görmezden gelmek ölümcül sonuçlar doğurabilir.

    İLK SEANSIN SONUNDA TEMEL BİLGİLERİN TOPLANMASI

    Sallie ile yaptığım ilk görüşmenin bitmesine yaklaşık 20 dakika kala, bazı stres yönetimi tekniklerini gözden geçiriyor, idari nitelikte bazı temel bilgileri toplar ve ardından seans bitmeden önce konuyu yeniden Sallie’nin temel sorununa getiriyorum.

    Örnek 3.5

    İlk seansın sonunda başa çıkma stratejileri sunmak ve bazı temel bilgileri toplamak

    TERAPİST: Charlie ile yaşadığınız durumun gerçekten zorlayıcı olduğu çok açık.

    SALLIE: Berbat bir dönemdi. Bir dahaki görüşmemize kadar kendimi biraz daha iyi hissetmeme yardımcı olabilecek bazı önerileriniz olduğunu söylemiştiniz?

    TERAPİST: Hatırlattığınız iyi oldu. Bu başa çıkma stratejilerini sizinle gözden geçirmek istiyorum ama aynı zamanda şunu da netleştirmeliyim: Bu öneriler tüm acınızı ortadan kaldıracak güce sahip değiller. Eğer kendinizi kolayca daha iyi hissedebilseydiniz, şu anda burada, benim ofisimde olmazdınız. Kaygılarınızı daha derinlemesine anlamak -ve bu da daha derin bir iyileşmeyle bağlantılıdır- biraz zaman alacak.

    Şunu da eklemek isterim ki, bu önerileri COVID-19 pandemisi sırasında, yani küresel bir durumsal kriz döneminde tavsiye etmiştim; bu önerileri günlük yaşam rutinlerine dahil eden kişiler bunların faydasını gördüklerini söylediler.

    İlk olarak, pek çok insan büyük stres dönemlerinde meditasyonu faydalı buluyor. Bu konuda yardımcı olabilecek birçok meditasyon uygulaması var; isterseniz size bazı somut önerilerde de bulunabilirim. YouTube’da da ücretsiz birçok meditasyon seçeneği bulunuyor.

    SALLIE: Meditasyon hakkında pek bir şey bilmiyorum.

    TERAPİST: Meditasyonu, beyniniz için bir tür yeniden başlatma işlevi gören rehberli bir gevşeme süreci olarak düşünebilirsiniz. Rehberli meditasyonlar size ne yapmanız gerektiğini adım adım anlatır -yani fayda görmek için önceden bir deneyime sahip olmanız gerekmez. Eğer günde 15 dakikanızı ayırmayı taahhüt ederseniz, bu uygulama, bunalmış ve kontrolü kaybetmiş hissettiğiniz anlarda durumu yönetmenize yardımcı olabilir.

    Evde yoga yapmak, günde sadece 15 dakikanızı ayırsanız bile, başka bir seçenek olabilir. Yeni başlayanlara yönelik yoga içerikleri, birçok mobil uygulamada ve YouTube’da mevcut. Bazı okullarda öğrencilere yönelik yoga dersleri de veriliyor.

    SALLIE: Peki ya dersteyken bunalmış hissedersem? YouTube videosunu açıp meditasyon ya da yoga yapamam ki.

    TERAPİST: O zaman, eğer kendinizi savrulmuş ya da kontrolü kaybetmiş hissediyorsanız, sinir sisteminiiz yeniden dengelemek için kutu nefesi [box breathing] yöntemini öneririm. Olağanüstü stres altında kalan birçok kişi -hatta ABD Deniz Kuvvetleri komandoları bile- bu tekniği kullanıyor.

    SALLIE: Kutu nefesi ne demek

    TERAPİST: Kutu nefesinde, önce dört yavaş ve derin nefes alırsınız, sonra o nefesi dört saniye tutarsınız, ardından dört saniyede nefes verirsiniz ve tekrar dört saniye tutarsınız. Bu döngüyü gün boyunca uygulayabilirsiniz ya da sadece gerçekten zor anlarda kullanabilirsiniz. İsterseniz birlikte pratik yapabiliriz

    SALLIE: Hayır, gerek yok. Bu önerilerin bazılarını denemeyi düşüneceğim ama size katılıyorum, bunlar beni eski mutlu halime geri döndürmeyecek.

    TERAPİST: Katılıyorum. Bu stratejiler, son derece zorlayıcı bir dönemde ihtiyaç duyulan bazı başa çıkma desteğini sağlayabilir ama altı aydır süren yoğun bir duygusal sıkıntıyı anlamak ve hafifletmek zaman alır. Zamanla, kendinizi daha derin düzeyde iyi hissetmenize yardımcı olabilecek şeyleri birlikte keşfedeceğiz.

    Şimdi, bugünkü görüşmemizi bitirmeden önce kayıtlarım için bazı bilgileri toplamam gerekiyor.

    SALLIE: Tamam. Bilmeniz gerekenler neler?

    TERAPİST: Öncelikle, adresiniz nedir? [Bu bilgi önceki telefon görüşmelerinde alınmadıysa, ilk seansta mutlaka kaydedilmesi gerekir.]

    SALLIE: Boston’da, 1111 Central Street’te yaşıyorum.

    TERAPİST: Posta kodu nedir?

    SALLIE: Ah, 02114.

    TERAPİST: Eğer size görüşme saatleriyle ilgili bir değişiklik için ulaşmam gerekirse, geçen hafta ofis hattıma bıraktığınız numarayı mı aramalıyım?

    SALLIE: Aslında bana ulaşmanızın en iyi yolu cep telefonum. 617-555-6666.

    TERAPİST: Bu cep telefonunu aramam ya da mesaj bırakmam gerekirse, kendimi doktor olarak tanıtmamam daha mı iyi olur?

    SALLIE: Hayır, sorun değil. Cep mesajlarımı benden başka kimse dinlemez. Ama diğer numaradan aramanız gerekirse, kendinizi doktor olarak tanıtmamanız daha iyi olur. Uygun mu bu?

    TERAPİST: Elbette, hiç sorun değil. Pek çok kişi böyle hissediyor, bu yüzden özellikle soruyorum. Ayrıca, acil bir durumda ulaşabileceğim bir kişinin telefon numarasını da almayı tercih ederim.

    SALLIE: Ne demek istiyorsunuz?

    TERAPİST: Genel olarak, hastalarımın mahremiyetine çok önem veririm. Biri beni arayıp sizin benimle görüşüp görüşmediğinizi sorsa, yazılı izniniz olmadan bu bilgiyi açıklamam. Ancak öngörülemeyen acil bir durum olasılığına karşı, acil bir durumda ulaşabileceğim bir kişiye ait iletişim bilgisine sahip olmak isterim.

    SALLIE: Bence hiç kimseyi aramanız gerekmez ama size ailemin numarasını verebilirim. İsimleri Jane ve Anthony Gane. Rhode Island, Providence’da yaşıyorlar.

    TERAPİST: Ben de acil bir durum olmasını beklemiyorum, ama böyle bir durumda ne tür bir prosedür izlediğimi bilmenizi isterim. Ayrıca eğitimim ve süpervizyonum hakkında da bilgi vermek istiyorum.
    Bildiğiniz gibi burası bir eğitim hastanesi ve ben burada önümüzdeki iki yıl boyunca eğitim alacağım. Burada hizmet almanın avantajlarından biri de, benim gibi eğitiminin bir aşamasında olan terapistlerin deneyimli ve tam yetkin klinisyenlerden düzenli olarak süpervizyon almasıdır. Bu rehberliği alabilmem için süpervizörümle sizinle ilgili bazı bilgileri paylaşmam gerekecek. Bu süreç hakkında bazı sorularınız olması gayet doğal. Bu size nasıl geliyor?

    SALLIE: Bilmiyorum. Konuştuğumuz şeyleri başka birisinin bilmesini istemiyorum.

    TERAPİST: Neyden endişelendiğinizi anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Benim hakkımda ne düşünecekler? Kimsenin özel hayatımı bilmesini istemiyorum.

    TERAPİST: Mahremiyet arzunu anlıyorum. Şunu bilmeniz önemli: Süpervizörlerim, hasta bilgilerini tamamen gizli tutmakla yasal olarak yükümlüdürler.

    Onların sürece dahil olması ikimiz için de faydalı olacak. Onların desteğiyle size en kapsamlı tedaviyi sunabileceğim.

    SALLIE: Başka kimseye anlatmıyorlar mı?

    TERAPİST: Hayır, anlatmıyorlar. Süpervizörümle yaptığım görüşmeler gizlidir ve korunur.

    SALLIE: Daha önce böyle bir şey duymamıştım ama düşününce mantıklı geliyor. Her neyse. Hoşuma gitmedi ama sanırım sorun değil.

    TERAPİST: Bu konuda başka sorularınız olursa, lütfen bana sormaktan çekinmeyin.

    Şöyle diyelim, seanslar arasında benimle iletişime geçmeniz gerekirse nasıl ulaşabileceğinizi de bilmenizi isterim. Sesli mesaj sistemim var ve ayrıca e-posta yoluyla da ulaşabilirsiniz. E-posta ile iletişim kurarsak, yazışmalarımız için ek bir güvenlik katmanı sağlayan güvenli bir portal üzerinden şifreli bir e-posta sistemi kullanıyorum. Bununla birlikte, konuşulacak konu karmaşıksa, e-posta yerine telefonda konuşmak için bir zaman ayarlamanın genellikle daha iyi çalıştığını gördüm.

    Bazen hastalar, güvenli portal üzerinden mesajlara erişimi zorlaştırdığı için şifreli e-posta sistemini kullanmamamı rica ediyorlar. Genel e-posta ise erişim açısından çok daha kolay, ancak o kadar korunaklı değil çünkü hacklenebilir ve sunucular tüm yazışmaların kopyalarını saklar. Size göre hangi e-posta sistemi daha uygun olur?

    SALLIE: Aslında şifreli e-posta iyi bir fikir gibi geliyor, ama fikrimi değiştirirsem size haber veririm.

    TERAPİST: Kulağa iyi geliyor. Hafta içi mesajlarımı ve e-postalarımı günde birçok kez kontrol ederim. Hafta içinde gönderilen mesajlara her zaman 24 saat içinde yanıt vermeye çalışırım. Acil olmayan hafta sonu mesajlarına ise pazartesi günü yanıt veriyorum; bu yüzden en uygun zaman, pazartesi sabahı mesaj göndermek, böylece sıranın önüne geçiyorlar. Hafta sonu acil bir durum olursa, bana mesaj atmak yerine çağrı cihazımdan ulaşmanızı isterim.

    Tüm yeni hastalarla, acil bir durumda bana nasıl ulaşılacağını da gözden geçiririm. Acil bir durumda, lütfen e-posta veya sesli mesaj yerine çağrı cihazımı kullan. Çağrı cihazım 24 saat açık. Her zaman anında cevap veremeyebilirim; bir saat ya da iki saatlik bir gecikme olabilir, ama sessiz ve özel bir yerde olur olmaz size geri dönerim. Eğer acil durum benim dönüşümü beklemeyecek kadar ciddiyse, en yakın acil servise gitmeniz önemli olur.

    SALLIE: Tamam, ama dediğim gibi, gerçek bir acil durum beklemiyorum.

    TERAPİST: Bunu duymak güzel, ama yine de her yeni hastayla bu bilgileri paylaşıyorum, her ihtimale karşı. Şimdi önümüzdeki birkaç hafta için görüşebileceğimiz bir zaman bulalım. Çarşamba günleri saat 16:00 sizin için uygun mu?

    SALLIE: Takvimime bir bakayım. Evet, sanırım bu zaman bana uyar.

    TERAPİST: Muhtemelen bunu biliyorsunuzdur ama, terapi diğer tıbbi randevulardan farklıdır çünkü tam saatinde başlar ve biter. Her seans 50 dakika sürer.

    Sallie: (Başını sallar.) Tamam.

    TERAPİST: Tamam. Sanırım aktarmam gereken idari bilgilerin hepsini konuştuk. Birkaç dakika içinde bitirmemiz gerekecek, ama sana şunu sormak istiyorum: Bu görüşme sizin için nasıl geçti? Bu konuları benimle konuşmak nasıl hissettirdi?

    SALLİE: Bilmiyorum açıkçası. Garip geliyor. Genelde ben daha çok dinleyen tarafım, konuşan değil, ve 50 dakika biraz uzun gelebiliyor.

    TERAPİST: O zaman terapinin alışılmadık gelmesi çok normal. Görüşme boyunca kendinizi rahatsız hissettiniz mi?

    SALLIE: Biraz.

    TERAPİST: Bir yabancıya özel meseleleri anlatmak rahatsız hissettirebilir ve bunu yapmak cesaret gerektirir. Bu rahatsızlık, sizi tekrar gelmekten alıkoyacak kadar mıydı?

    SALLIE: Sanmam. Gerçekten bu konuda yardıma ihtiyacım var ve kendi kendine geçmiyor.

    TERAPİST: Bunları benimle paylaşabildiğinize sevindim. Konsültasyon seansları, ilgili bir arkadaşla ya da akrabayla yapılan bir konuşmadan farklıdır çünkü burada tüm dikkatimizi zini endişelerinize veriyoruz. Bu başta farklı hissettirebilir. Bir sonraki seansımıza kadar bu görüşmeyle ilgili başka duygularınız olabilir ve ben bunları duymayı çok isterim.

    SALLIE: Tamam.

    TERAPİST: Gitmeden önce size, bilgileri daha hızlı toplamamıza yardımcı olacak bir form vereceğim. Dilerseniz doldurup bana posta yoluyla gönderebilir ya da bir sonraki randevuna getirirsiniz. Bu sizin için uygun olur mu?

    SALLIE: Olur.

    TERAPİST: Charlie’yle olanlar, geçmişe dair diğer konulardan daha çok aklınızı kurcalıyor, bunun farkındayım. Kalan zamanı onun hakkında konuşmak için kullanalım.

    Bu bölümde, Sallie’yi bir klinik hastası olarak sunuyorum; bunun amacı, bir hastayla süpervizyon hakkında nasıl konuşulacağını göstermek. Klinik mali konuları yürüttüğü için ücret ve ödeme konularını konuşmam gerekmiyor. Sekizinci bölümde ise Sallie benim özel hastam olarak yer alıyor ve tedavinin başında maddi konuların nasıl ele alınacağını örnekliyorum.

    Bu görüşme sırasında destekleyici bir müdahale [supportive intervention] sunmak faydalı olur. Sallie, gözden geçirilen başa çıkma stratejilerini (meditasyon, yoga ve kutu nefesi egzersizi) takip eden hafta boyunca hemen uygulayabilir. Bu öneriler, yaşadığı acıyı tamamen ortadan kaldırmasa da, mevcut disfori ve anksiyetesini yönetmesine yardımcı olabilir. (Şiddetli sıkıntıyı hafifletmeye yardımcı olabilecek uyumlu başa çıkma becerilerine odaklanan kaynaklar için lütfen “Ek Okumalar ve Kaynaklar” bölümüne bakınız.)

    Örnek 3.5’te gösterildiği gibi, bu seansı Sallie’yi 50 dakikalık seans süresi hakkında bilgilendirmek için kullanıyorum. Bazı terapistler 45 dakikalık bloklar halinde çalışır; bu da kabul edilebilir bir alternatiftir. Seans süresini sürecin başında belirtmenin en kolay yol olduğunu gördüm. Bu açıklama yapılmadığı takdirde, Sallie neden saatin tam bitiminden 10 dakika önce seansı sonlandırdığımı anlayamayabilir.

    İlk konsültasyon görüşmesi, seanslar arasında terapiste nasıl ulaşılabileceğine dair bir bilgilendirmeyi de içermelidir (sesli mesaj, e-posta ve acil durum iletişim bilgileri). Günümüzde birçok terapist, acil durum iletişim numarası olarak görev amaçlı kullandıkları cep telefonu numarasını kullanmakta ve Örnek 3.5’te çağrı cihazı için belirtilen güvenlik kurallarını bu numara için de uygulamaktadır.

    Bu ilk görüşme sırasında, eğer Sallie konuyu açarsa, psikoterapi sürecinde mesajlaşma (texting) hakkında bir konuşma da yapabilirim (psikoterapide mesajlaşma hakkında daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 1). E-posta konusunda ise, Sallie’nin tercihlerini hasta dosyasına kaydedebilir ve ilk e-posta alışverişimiz sırasında bu tercihleri onaylayabilirim. Ayrıca, e-posta kullanımına dair riskleri gözden geçiren ve hastanın tercihlerini belirten bir tedavi sözleşmesini de imzalatabilirim. (Bölüm 1, hastalarla e-posta kullanımı hakkında daha kapsamlı bir tartışma içermekte; Terapist Araçları 1.1 ve 1.2, ilk görüşmeden önce hastayla e-posta yoluyla iletişim kuruluyorsa, ilk e-postaya nasıl yaklaşılacağına dair şablonlar sunmaktadır.) Terapist Araçları 3.1 ve 3.2 ise biraz farklıdır; bu araçlar, e-posta kullanımına dair bir tedavi sözleşme şablonu olup, ilk konsültasyon görüşmesinde hastaya sunulabilir.

    Seansın sonlarına doğru, Sallie’nin bu görüşmeyi nasıl deneyimlediğini de soruyorum. Bazen yeni bir hasta bu fırsatı, terapiye dair ambivalansını (ikircikli duygularını) dile getirmek için kullanır; Sallie de böyle yapmıştır. İlginçtir ki, bir hasta belirsizliğini açıkça ifade ettikten sonra ikinci seansa gelme olasılığı aslında artabilir. Sallie’nin etkileşimimiz hakkında açıkça konuşabilme becerisini takdir ederek, bu konuyu gelecekte de konuşabileceğimiz bir zemin yaratmaya çalışırım. Bu ilk görüşmeye dair daha fazla duygusu olabilir ve artık bunları benimle paylaşmak konusunda kendini daha rahat hissedebilir.

    Özetle, başarılı bir ilk seans için dört temel hedefi gerçekleştirmeye çalışırım. Hastanın yaşadığı sıkıntıya empatik bir şekilde yanıt verirsem, konsültasyon sürecini açıklar ve gerekliyse intihar riskini değerlendirir, ayrıca hastayla bir terapötik ittifak kurmaya odaklanırsam, konsültasyon süreci sağlıklı bir şekilde başlamış olur.

    TERAPİST ARACI 3.1

    Şifreli E-Posta Portalı Kullanımına Erişimi Olan Terapist İçin E-Posta ile Tedavi Sözleşmesi


    İnternet üzerinden gönderilen e-postalar, her iki taraf da portal üzerinden şifreleme teknolojisi kullanmadığı sürece güvenli değildir. Şifreleme olmadan gönderilen e-postalara, yalnızca alıcı değil, başka kişiler de erişebilir ve bu durum, bilgilerinizin yetkisiz şekilde kullanılması veya ifşa edilmesiyle sonuçlanabilir. Şifreleme kullanılsa bile güvenli bir portal olmadan, e-posta hizmeti sağlayıcıları bu iletişimleri görüntüleyebilir, kopyalarını saklayabilir ve bu iletiler üzerinde denetim sahibi olabilir. Bu nedenle, güvenli olmayan e-posta ile yapılan yazışmalar, yalnızca randevu ayarlamaları gibi basit konularla sınırlandırılmalı; önemli ve gizli bilgiler bu yolla paylaşılmamalıdır.

    Kliniğimde hasta hasta bilgilerini korumak için bir portal aracılığıyla çalışan bir şifreleme sistemi bulunmaktadır. Bu güvenli sistemi kullanırken, hastaların e-posta yanıtlarımı okuyabilmek için sisteme giriş yapmaları gerekecektir. Portal tabanlı şifrelenmiş e-postalar, temel e-postalara kıyasla biraz daha zahmetli erişim gerektirse de, bu sistem üzerinden alınan ve gönderilen tüm iletişimler güvenli ve koruma altındadır.

    Şifrelenmemiş e-posta da bir seçenektir ancak yukarıda belirtildiği üzere bazı riskler içermektedir.

    Eğer başta şifrelenmemiş e-posta ile başlanırsa, ileride daha şifreli bir formata geçme seçeneği her zaman vardır; bunun tersi de mümkündür.

    E-postalar Pazartesi’den Cuma’ya kadar yanıtlanacaktır. Hafta sonu gönderilen e-postalar Pazartesi günü (ya da Pazartesi bir tatil gününe denk geliyorsa Salı günü) incelenecek ve yanıtlanacaktır.

    E-postalar acil bilgileri paylaşmak için kullanılmamalıdır. Acil klinik ihtiyaçlar için lütfen benimle şu numaradan iletişime geçin: …………………

    …… Yukarıda adı geçen terapistin uygulamasında e-posta yoluyla iletişim kurma konusunda sorular sorma fırsatım oldu.

    ……. Yukarıda belirtilen riskleri ve diğer bilgileri anladım ve terapistimle e-posta yoluyla iletişim kurmak istiyorum.

    Şifrelenmemiş e-postayı tercih edin: İmza / Tarih

    YA DA

    Şifresiz e-posta tercih ediyorum: İmza / Tarih

    Adı Soyadı [printed name]: ………… E-posta:………………………………………..

    Bu formu hastaya verdim ve tüm sorularını yanıtladım.

    Terapistin adı-soyadı ve imzası:


    Bu materyal, Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why? (İkinci Baskı) adlı kitaptan alınmıştır. Yazarları Suzanne Bender ve Edward Messner’dır. Telif hakkı © 2022 The Guilford Press’e aittir. Bu metni paylaşma amacınız kişisel kullanım veya danışanlarla kullanım içinse, kitapta belirtilen telif hakkı koşulları dahilinde bunu yapma hakkınız bulunmaktadır.

    TERAPİST ARACI 3.2

    Terapistin Şifreli E-posta Portalı Olmadığı Durumlar için E-posta İletişim Sözleşmesi


    İnternet üzerinden gönderilen e-postalar, her iki taraf da bir portal aracılığıyla şifreleme teknolojisi kullanmadığı sürece güvenli değildir. Şifreleme olmadan, e-posta gönderilen kişi dışında başka bireyler de bu e-postalara erişebilir ve içeriği okuyabilir; bu da bilgilerin izinsiz kullanımı ya da ifşasıyla sonuçlanabilir. Portal kullanılmaksızın yapılan şifrelemelerde dahi, e-posta sağlayıcıları bu yazışmalara erişebilir, bunları saklayabilir ve üzerinde kontrol sahibi olabilir. Bu nedenlerle, güvenli olmayan (şifrelenmemiş) e-postalar, yalnızca randevu planlama gibi basit konularla sınırlandırılmalı ve önemli ya da gizli bilgilerin paylaşımı için kullanılmamalıdır.

    Ne yazık ki, şu anda özel bir portal üzerinden çalışan şifreli bir e-posta sistemine erişimim bulunmamaktadır.

    Benim uygulamamda e-postalar Pazartesi’den Cuma’ya kadar yanıtlanır. Hafta sonu gönderilen e-postalar Pazartesi günü (veya Pazartesi bir tatil gününe denk geliyorsa Salı günü) gözden geçirilir ve yanıtlanır.

    E-postalar acil bilgileri paylaşmak için kullanılmamalıdır. Acil klinik ihtiyaçlar için lütfen benimle şu numaralı telefondan iletişime geçin: ……..

    Eğer herhangi bir noktada portal kullanan bir şifreleme seçeneği olmaksızın e-posta yoluyla iletişim kurmaktan kendinizi rahat hissetmezseniz, seanslar arasında iletişim kurmak için telefon kullanırız.

    …… Yukarıda belirtilen terapist/uygulama ile e-posta yoluyla iletişim kurma konusunda soru sorma fırsatım oldu.

    …… Yukarıda belirtilen riskleri ve diğer bilgileri anlıyorum ve terapistimle e-posta yoluyla iletişim kurmak istiyorum.

    Fikrimi değiştirebilir ve dilediğim zaman e-posta yoluyla iletişimden vazgeçebilirim.

    İmza/Tarih

    Adı Soyadı [printed name]: ………… E-posta:………………………………………..

    Bu formu hastaya sundum ve tüm sorularını yanıtladım.

    Terapistin adı-soyadı ve imzası:


    Bu metin, Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why? (Second Edition) adlı kitaptan alınmıştır (Yazarlar: Suzanne Bender & Edward Messner, © 2022 The Guilford Press). Kitabın satın alanlara özel olarak, kişisel kullanım veya hastalarıyla kullanmak üzere çoğaltma izni verdiğini belirten telif hakkı açıklaması yapılmış. Ayrıca, kitabın içindekiler tablosunun sonundaki kutucuktan materyallerin büyütülmüş versiyonlarının indirilebileceği de belirtilmiş.

  • İlk Anlar (2. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?‘ın [Bir Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum?] 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikoterapi konsültasyonunun/değerlendirmesinin [consultation] ilk görüşmesindeki ilk izlenimler önemlidir. Terapist, yeni hastayı, mahremiyetini/gizliliğini [privacy] koruyacak şekilde karşılamalıdır. Seans, konuşmayı kolaylaştıracak açık uçlu bir soruyla başlatılır.

    GİRİŞ

    Sallie Gane kliniğe girişini yaptırır ve ortak bekleme alanına oturur. Randevusundan 20 dakika erken gelmiştir. Gergin bir şekilde bir haber dergisi alır ve hızlıca sayfalarını karıştırır. Ben ise içimden geri saymaya başlarım: Saat 14.00’e 10 dakika, 14.00’e 5 dakika…

    İlk hastalarımla çalışırken kendimi bir klinisyenden çok bir sahtekâr gibi hissediyordum. İlk görüşmelere önceden hazırlanamıyor oluşum beni çok rahatsız ediyordu. Selamlaşma kısmını planlayabiliyordum, ama hastanın ne söyleyeceğini duymadan seansın geri kalanını kurgulamak imkânsızdı. Yeni bir terapist olarak, ilk seans planımı Dr. Messner ile gözden geçiriyordum.

    Açıkçası, onunla bu konuyu bu kadar uzun süre tartışacağımı beklememiştim. “Dr. Messner,” diye başlamıştım, “Bekleme odasında hastamın adını çağıracağım ve birlikte ofise yürüyeceğiz, ama sonra ne yapacağım?” Soruma hemen cevap vermedi, duraksadı. Bunun yerine, mevcut eylem planımın hastamın gizliliğini yeterince koruyup korumadığını tartıştık. Hastanın daha ofise girmeden önce gizliliğin terapötik bir mesele olabileceğini hiç düşünmemiştim.

    Dr. Messner’ın açıkladığı gibi, bir hastanın gizliliğini korumak her şeyden önce bir öncelik olmalıdır. Ortak bir bekleme alanında hastamın adını yüksek sesle çağırmak, kimliğini koruma görevimi yerine getirmemiş olacağım anlamına gelirdi. Psikoterapinin başarılı olabilmesi için, terapistin tedavinin başladığı andan itibaren hastanın gizliliğine saygı duyarak onu koruması ve böylece hastanın güvenini kazanması gerekir.

    Dr. Messner, bekârlık yeminini sorgulamakta olan ve kilisedeki gelecekteki rolünü netleştirmek için psikoterapiye gelen bir rahibi tanıyordu. Rahip, sivil kıyafetler giymişti ve randevusunu beklerken bir kadınla el ele tutuşuyordu. Psikoterapisti ortak bekleme alanına girip ona “Merhaba, Peder” diye seslendi. Bekleme salonundaki düşük düzeyli uğultu kesildi; insanlar bakakaldı ve fısıldaşmaya başladılar. Terapistin görünüşte masum olan bu selamı, en hafif ifadeyle utanç vericiydi; en kötü ihtimalle küçük düşürücüydü: Yeni kurulan bir ilişkiye güven aşılamak için pek de iyi bir başlangıç değildi.

    Benzer bir hataya düşmemek için, Dr. Messner hastamla buluşurken adını yüksek sesle söylemeden kendimi tanıtmamı önerdi. Bu strateji sayesinde, bekleme alanındaki biriyle dolaylı bir bağlantısı olabilecek hastanın kimliğini koruyabilirdim. Böylece, Sallie’nin psikiyatrik görüşme arayışı da gizli kalırdı. (Gizlilik konusunun daha ayrıntılı tartışması için bkz. Bölüm 11.)

    ÖRNEK 2. 1

    Hastanın gizliliğini koruyan bir tanışma yöntemi

    Sallie Gane şu anda bekleme odasında, beklenti içinde oturmaktadır. Diğer dört kişi başka klinisyenleri beklemektedir.

    Sallie’nin kaydını yapan sekreterden bana onu göstermesini istiyorum. Henüz onun yeni hastam olduğunu doğrulamadığım için temkinli bir şekilde yaklaşıyorum.

    TERAPİST: Affedersiniz, kimi bekliyorsunuz?

    SALLIE: Dr. Bender?

    TERAPİST: Merhaba, ben Dr. Bender. Sizi ofisime götüreyim.

    SALLIE: Teşekkürler. Ben Sallie.

    Eğer Sallie, ben kendimi tanıttıktan sonra, kendini kendiliğinden tanıtmasaydı, ofise geçtikten sonra kimliğini şu şekilde doğrulayabilirdim: “Adınız neydi?” ya da “Affedersiniz, isminizi alamadım…”

    İlk izlenimde, Örnek 2.1 bana adeta bir tanışma jimnastiği gibi gelmişti. Dr. Messner’ın açık ve duyarlı açıklaması için kendimi minnettar hissetmedim. Aksine, fazlasıyla karmaşık ve kısıtlayıcı gelen bu öneriye karşı bir direnç geliştirdim. Diğer birkaç süpervizöre de bu yaklaşıma katılıp katılmadıklarını sordum. İlginç bir şekilde, bu konuda hepsi tamamen hemfikirdi. Önce gizlilik… ve daima gizlilik, dediler.

    Yine de kendimi huzursuz hissediyordum. Bu yeni kurallarla birlikte adeta sosyal bir sıkı disiplin içine sokulmuş gibiydim. Sallie’nin bu özel olarak kurguladığım tanışma biçimini son derece garip bulacağından emindim. Ayrıca, dolu bir bekleme odasında ayakta durup “Beni görmek için gelen var mı?” diye sorduğumda kimsenin cevap vermemesiyle oluşacak o garip anları da kafamda canlandırıyordum. Bu kadar törensel davranmak bana doğal gelmiyordu. Bir başka endişem daha vardı: Eğer selamlaşmayı bile süpervizyon olmadan nasıl yapacağımı bilemiyorsam, tüm bir seansta ne gibi zararlar verebilirdim? Bu yabancı yaklaşıma alışmam için birkaç derin nefes ve bazı katartik dertleşmeler eşliğinde stajyer arkadaşlarımla yapılan yakınma seansları gerekti.

    Psikoterapi öğrenmeyi yeni bir spor öğrenmeye benzetmek faydalı oldu. Basketbol gibi yeni bir oyuna başladığınızda, topu sektirmek ve potaya atmak başlangıçta çok garip gelir. Hareketler doğal hissettirmez, çünkü gerçekten doğal değildirler; ama oyunu iyi oynayabilmek için gereklidirler. Psikoterapideki hareketler -örneğin bir hastayla tanışma şekli- gündelik dili farklı bir biçimde kullanmayı içerir. Başlangıçta bu tür uygulamalar kısıtlayıcı, hatta biraz garip gelebilir ancak psikoterapi bağlamında bunlar yerindedir ve gereklidir.

    Dr. Messner’ın tavsiyesine uydum ve gerçek hastalarımın yeni selamlaşma biçimime şaşkın bakışlarla ya da “Siz kimsiniz?” ifadeleriyle tepki vermemesine şaşırdım. Aslında, bazı tedavilerin, eğer en başından itibaren hastanın gizliliğini dikkatle korumasaydım, ciddi sorunlarla karşılaşabileceğine dair net bir farkındalığım oluştu. Başlangıçta garip bir selamlaşma ritüeli gibi gelen şey zamanla doğal ve olağan hissettirmeye başladı. Psikoterapideki pek çok müdahale buna benzer: İlk başta rahatsız edici ve yapay gelir, ama zamanla hem işe yarar hem de kolaylaşır.

    HASTAMA NASIL HİTAP ETMELİYİM?

    Bekleme odasında hastamın adını yüksek sesle çağırmadığım için, hastama ismiyle mi yoksa soyadıyla mı hitap edeceğim sorusu psikoterapide ilk anda doğrudan gündeme gelmez. Yine de, bu konu hakkında daha ilk “merhaba”dan itibaren bilinçli bir şekilde düşünmek faydalıdır.

    Kendi yaşımda olan Bay Jim Smith’e ismiyle mi yoksa soyadıyla mı hitap etmeliyim? Benden on yaş büyük olan ve kendisi de bir hekim olan hastama Dr. Powell mı demeliyim, yoksa Julie mi? Benden oldukça genç bir yetişkin olan Sallie’ye nasıl hitap etmeliyim? Her yaklaşımın artıları ve eksileri nelerdir? Bu soru basit gibi görünse de, cevabı şaşırtıcı derecede çok yönlüdür. Kesin doğru bir yanıt olmasa da, hangi hitap biçimi seçilirse seçilsin, bu karar bilinçli ve düşünülmüş olmalıdır.

    Bir psikoterapist olarak, bir hastanın en mahrem sırlarına vakıf olurum; ancak ne bir aile üyesiyimdir ne de yakın bir arkadaşı. Hastayla etkileşimlerim bütünüyle profesyonel olsa da, onun yaşadığı zorluklara dair ayrıntılı özel bilgilere ulaşırım. Terapinin işlevsel olabilmesi için, bu sınır ve yakınlık ikiliği arasında dikkatle manevra yapmam gerekir.

    Bir hastaya nasıl hitap ettiğim, klinik açıdan önemli sonuçlar doğurabilir. Adıyla hitap etmek, psikoterapi sürecindeki önemli sınırları bulanıklaştırabilir. Soyadıyla hitap etmek ise hastada mesafeli ve kopuk bir his yaratabileceği gibi, bunun aksine, ilişkinin özel niteliğini olumlu biçimde de vurgulayabilir. (Hastanın terapiste nasıl hitap edeceği ise doğal olarak bundan sonra gelir ve bu durum eğitim, unvan ve kişisel tercihlere göre değişir.) Terapistler olarak nihai amacımız, sınırların korunduğu, açık ve güvenli bir terapötik ortamı en çok destekleyen şekilde hastaya hitap etmektir.

    Bir terapist olarak tercihlerim yıllar içinde değişti. Örneğin, daha genç bir kadınken, hastaların çoğuna soyadıyla hitap etmek benim için önemliydi. Bu resmiyet, tedavi ilişkisi içindeki profesyonel sınırı pekiştiriyor ve özellikle erkek hastalarla bu sınırın korunması bana daha da önemli geliyordu. Yaş aldıkça, daha genç hastalara isimleriyle hitap etme konusunda kendimi daha rahat hissediyorum; artık 50’li yaşlarımda, 30’lu yaşlarımda sahip olmadığım bir yaş ve deneyim zırhını terapi çerçevesine taşıyorum.

    Bazı terapistler, ilk görüşmede hastalarına nasıl hitap edilmeyi tercih ettiklerini sorabilirler. Bu yaklaşım, açık ve doğrudan olması açısından avantaj sağlar; ancak aynı zamanda hastanın sınırlarının sağlıklı olduğunu varsayar ve terapistin ileride daha resmi bir etkileşim tarzı isteyebileceğini göz ardı eder. Örneğin, “Tom Baker” adlı erkek bir hasta, kadın terapistine karşı yoğun bir erotik aktarım geliştirebilir; böyle bir durumda terapist ona “Tom” yerine “Bay Baker” şeklinde hitap ederek ilişkiye daha profesyonel bir çerçeve kazandırmayı dileyebilir.

    Bir başka seçenek olarak terapist, tedavinin başında daha mesafeli bir duruş benimseyebilir ve ilişki geliştikçe daha rahat bir yaklaşıma geçme seçeneğini elinde tutabilir. Ben bu uygulamayı tercih ediyorum; çünkü resmiyetten daha samimi bir tarza geçiş yapmak, kaybedilmiş bir resmiyeti sonradan yeniden tesis etmekten daha kolay geliyor.

    Her hastaya nasıl hitap edeceğime karar vermek için acele etmeme gerek yok; çünkü hastanın adını kullanmamı gerektiren çok fazla an yok. Hastayı telefonla aradığımda, genellikle adını ve soyadını birlikte kullanırım ve tercih ettikleri zamirleri bilene kadar Bay, Bayan ya da Mx. gibi unvanlardan kaçınırım. E-postalar ise daha zorlayıcıdır. Bazı meslektaşlarım, hastanın adını belirtmeden yalnızca basit bir “Merhaba” ile e-postaya başlayarak bu konudan kaçınırlar. Ben de hastaya nasıl hitap edeceğim konusunda gerçekten kararsızsam, bazen bu yolu tercih edebilirim. Ancak genelde içgüdülerime güvenirim: Genç hastalara isimleriyle, daha yaşlı hastalara ise daha resmi bir biçimde hitap ederim. Bazı yaşlı hastalar, bu şekilde kendilerine gösterilen saygıyı takdir edebilir. Genç hastalar ise genellikle daha az resmi bir tutuma sahiptir; bu nedenle fazla mesafeli bir yaklaşım, terapi sürecinde onları rahatsız edebilir.

    Her bölgenin kendine özgü kültürel normları da vardır. Daha muhafazakâr bir toplulukta, hastaya daha resmi bir şekilde hitap etmek en doğal yaklaşım olabilir. Buna karşılık, daha ilerici bir bölgede soyadıyla hitap etmek garip ve mesafeli hissedilebilir; bu durumda hastaya adıyla hitap etmek daha uygun ve rahatlatıcı bir tercih olabilir.

    Eğer bir hasta özellikle adıyla hitap etmemi isterse, büyük çoğunlukla bu talebe memnuniyetle uyarım. (Not: Bu yalnızca benim bakış açım. Çok saygı duyduğum bir meslektaşım yakın zamanda tüm yaş gruplarından hastalarına soyadıyla hitap ettiğini ve yeni hastalara bunun tedaviye en çok saygı gösteren yaklaşım olduğunu düşündüğünü açıkladığını paylaştı.) Hasta kendisinden bir takma adla söz ediyorsa (“Samantha” yerine “Sam” gibi), hangi ismi tercih ettiğini netleştiririm. Genellikle benim görüşüm, bir kişinin nasıl hitap edilmek istiyorsa o şekilde çağrılma hakkı olduğudur -nadir istisnalar dışında. Erotik aktarım yaşayan ya da sınırları çok zayıf olan hastalarda, isimle hitap etmeyi kibarca reddedebilir ve şöyle açıklayabilirim: “Terapi, daha resmi bir yaklaşımla daha sağlıklı işler.”

    Şimdi, bekleme odasındaki Sallie’ye geri dönelim…

    Sallie Gane ayağa kalkar. Ben gülümserim, o da karşılık verir. Elini uzatır. Peki, tokalaşmalı mıyım?

    Bazı geleneksel psikoterapistler, terapist ile hasta arasında tanışma amacıyla yapılan basit bir tokalaşmanın bile uygun olup olmadığını sorgularlar. Ancak tokalaşma, Amerikan kültüründe oldukça kabul görmüş bir selamlaşma biçimi olduğundan, bundan kaçınmak hasta tarafından reddedilme gibi algılanabilir. Üstelik tokalaşma, size sözsüz bazı bilgiler de sunar: Hasta elini rahatça mı uzatıyor, yoksa temkinli mi? Tutuşu sıkı mı, gevşek mi? İlginç bir not: Psikoterapide her tür fiziksel teması en aza indirmeye çalışıldığı için, bu tokalaşma belki de hasta ile kurduğunuz ilk ve son fiziksel temas olabilir -tedavi bitiminde el sıkışarak veda etmediğiniz sürece.

    İlk olarak ben mi elimi uzatmalıyım? Bu sorunun kesin bir doğru cevabı olduğunu düşünmüyorum, ancak şahsen tokalaşmayı başlatmamaya karar verdim. Bu ilk anlarda yeni hastam hakkında hiçbir şey bilmiyorum ve belki de tokalaşmaktan kaçınmayı tercih ediyor olabilir -bu tercih, COVID-19 pandemisinden bu yana daha yaygın hale geldi. Gelecekteki terapi etkileşimlerine zemin hazırlamak adına, en temel “merhaba”da bile hastanın öncülüğünü takip etmeyi tercih ediyorum.

    Sallie’yi ofisime yönlendiriyorum. Genellikle benim oturduğum koltuğa doğru ilerliyor; koltuğun ayağının yanında açıkça görünen sırt çantam duruyor. Peki, ne yapmalıyım?

    Tanışmaları nasıl kurgulayacağıma dair beklenmedik ve ayrıntılı öneriler aldıktan sonra, başka hangi öngörülmemiş klinik durumlarla karşılaşabileceğimi düşünmeye başladım. Belki de hastanın, terapistin önceki planlarından bağımsız olarak, ofiste istediği sandalyeye oturmasına dair özel bir kural vardı. Neyse ki, gizlilikle ilgili olmayan klinik durumlara genellikle sağduyu ile yaklaşmak en iyisidir. Bu durumda sizin için terapist olarak koltuğunuzda rahat hissetmeniz ve masanıza, telefonunuza, not defterinize, bilgisayarınıza veya diğer eşyalara kolayca erişebilmenizdir. Eğer kendimi yukarıda tarif edilen durumda bulsaydım, uygun olan sandalyeyi işaret edip Sallie’yi nazikçe yönlendirerek şöyle diyebilirdim: “Şu koltuğa geçebilir misiniz lütfen?” ya da “Lütfen şuraya oturun.”

    OFİSİ DÜZENLEMEK

    Psikoterapistlerin genel giderleri oldukça azdır. Bu tür bir terapi uygulamak için gerçekten ihtiyacım olan tek şey dört duvar, birkaç sandalye ve bir telefon.

    Terapistler, kendi kültürlerine ve tarzlarına bağlı olarak ofislerindeki sandalyeleri farklı mesafelerde düzenlerler. Eğer hasta ve ben yanlışlıkla birbirimizin ayaklarına çarpabilecek kadar yakınsak, bu mesafe fazla dar demektir. Çalıştığım hasta grubuna bağlı olarak, odayı kapıya daha yakın oturabileceğim şekilde düzenleyebilirim; bu da fiziksel olarak tehditkâr hale gelebilecek bir durumda hızlı bir çıkış olanağı sağlar. Umarım ofisimden hiç kaçmak zorunda kalmam, ancak acil bir durumda bu yerleşim kolay bir çıkışı mümkün kılar.

    Bir masanın üzerinden konuşmak fazla resmi olabilir ve samimi bir konuşmayı kolaylaştırmaz; hasta, amirine rapor veren bir çalışan gibi hissedebilir. Ancak hasta masanın ucuna oturur ve ben de masanın köşesinden onunla konuşursam, bu düzeni kendi lehime kullanabilirim. Bu yerleşim daha rahat bir atmosfer sunar ve bazı hastalar için açık alanda doğrudan yüz yüze oturmaktan daha az tehdit edici hissedilebilir.

    Pek çok sağlık profesyonelinin masa başında aile fotoğraflarını sergilemesinin aksine, psikoterapistler genellikle kişisel fotoğrafları açık alanda bulundurmaktan kaçınırlar. Kişisel hatıralar, hastanın mahrem sorunlarından dikkati uzaklaştırır ve hastanın kendi deneyimlerine odaklanmasını, utanç verici ya da acı verici konuları dile getirmesini zorlaştırabilir. Aile fotoğrafları ayrıca hastanın merakını cezbederek, terapistin daha fazla kişisel bilgi paylaşmaktan kaçındığı bir ilişkide tutarsız bir mesaj iletebilir.

    Pek çok psikoterapist, psikoterapiyi ev ofisinde [home office] yürütür; ancak profesyonel alanı kişisel eşyalarla dekore etmez. Buna rağmen, meraklı hastalar ev ortamına dikkatle odaklanır; araba yolundaki araçların türünü, diğer odalardan gelen sesleri ve mutfaktan gelen kokuları fark ederler. Ev ofisi, kolaylık ve vergi avantajları sağlasa da, özellikle yeni başlayan bir terapist için önemli bir zorluk teşkil eder.

    Ofisinizi nasıl dekore edeceğiniz tamamen size bağlıdır. Ancak açık nedenlerle, şiddet içeren, cinsel ya da rahatsız edici temalara sahip görsellerden kaçınmak tercih edilir. Daha nötr sanat eserleri dikkat dağıtmaz ve ortamı daha dengeli kılar. Terapist ofisleri birbirinden oldukça farklıdır; dekorasyon tarzı, terapistin ilgi alanlarına ve geçmişine göre büyük çeşitlilik gösterir. Avrupa’daki tarihi yapıların çizimlerinin sergilendiği, yerel yaban hayatı koruma alanlarının büyük boy kişisel fotoğraflarının asıldığı ya da halk ve etnik sanat koleksiyonlarının bulunduğu ofisler gördüm -bunlar sadece birkaç örnek. Bir başka terapist ise hastanın oturduğu sandalyenin karşısındaki duvarı özellikle boş bırakıyor; dikkat dağılmasını en aza indirmek için. Açıkça görülüyor ki ofis oluşturmanın tek bir doğru yolu yok; önemli olan, sizin kendinizi rahat hissedeceğiniz bir alan yaratmanızdır.

    İLK SEANSIN İLK BİRKAÇ ANI

    Sallie Gane sandalyesine yerleşir ve hapşırır. Bana beklentiyle bakar; başlamamı beklemektedir.

    Terapi ilerledikçe hasta aklından geçenleri kendiliğinden anlatmaya başlayacaktır; ancak ilk seansta nasıl başlayacağını bilemeyen bir hastayla süreci başlatmak benim sorumluluğumdadır. Seansa başladığım ilk soru, bu ilk görüşmenin tonunu belirleyecektir. Aşağıda yer alan başlangıçların hiçbiri “kötü” değildir ancak bazıları konuşmayı diğerlerine göre daha kolay ve verimli biçimde başlatır.

    ÖRNEK 2. 2

    Seansa, iş birliğinden çok ataerkil [paternalistic] bir ilişki kurabilecek bir ifadeyle başlamak

    TERAPİST: Size nasıl yardımcı olabilirim?

    SALLIE: Aslında bilmiyorum. Bir arkadaşım terapiye gitmem gerektiğini söyledi, ama sanırım pek bir sorunum yok.

    TERAPİST: Öyleyse neden buradasınız?

    “Size nasıl yardımcı olabilirim?” sorusu ilk bakışta nötr ve sade bir açılış gibi görünebilir; ancak bu soru, terapistin sağlayamayabileceği uzun süreli semptomlara yönelik hızlı bir rahatlama vaadini örtük biçimde içerebilir. Bu tür bir giriş, bağımlılığa ya da ataerkil bir ilişkiye zemin hazırlayabilir -hasta, gerçekte yürütülecek olan süreçten farklı bir terapi beklentisine girerse, bu durum istenmeyen bir regresyona (gerilemeye) yol açabilir.

    Psikoterapi, terapistin pasif bir hastaya iyileştirici bir iksir sunmasıyla etkili hale gelmez. Aksine, tedavinin gücü, terapist ile hasta arasındaki iş birliğinde yatar; burada hasta, ele alınan konuya dair kendi deneyiminin uzmanı olarak aktif bir rol üstlenir.

    Pek çok tıbbi tedavinin aksine, psikoterapi genellikle yavaş ilerleyen bir süreçtir ve “İki tane al, sabah beni ara” modeliyle işlemez. Duygusal acıyı hızla dindirecek, istikrarlı bir romantik ilişki sağlayacak ya da kariyer motivasyonu kazandıracak sihirli bir iksir yoktur. Gerekli durumlarda reçete edilen psikiyatrik ilaçların bile çoğu hemen etkili olmaz. Elbette, hastaların çoğu hızlı bir çözüm umar; ancak bu genellikle mümkün olmadığından, daha nötr bir başlangıç sorusu genellikle daha uygundur.

    İşte sorun yaratabilecek başka bir açılış örneği:

    ÖRNEK 2. 3

    Seansa, hastayı savunmaya geçirebilecek bir ifadeyle başlamak

    TERAPİST: Sizi rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Yani, bilmiyorum. Fena hissetmiyorum. Aslında o kadar da kötü değilim. Son zamanlarda okulda biraz sorun yaşadım ama belki de bu çok sıra dışı bir şey değildir.

    “Size ne rahatsızlık veriyor?” ya da bunun bir benzeri olan “Sorununuz nedir?” gibi sorulara, hastalar genellikle sıkıntılarını küçümseyerek yanıt verme eğilimindedir. Ruh sağlığı tedavisine dair damgalanmaya karşı hassas olan hastalar için, bu masum görünen soru bile incitici ve utandırıcı bir etki yaratabilir. Bu nedenle, duygusal bir yönlendirme içermeyen bir açış sorusu tercih edilmelidir.

    ÖRNEK 2. 4

    Seansa, konuşmayı kolaylaştırabilecek bir ifadeyle başlamak

    TERAPİST: Sizi buraya getiren şeyin ne olduğunu anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Annem! Sürekli profesyonel yardım almam gerektiğini söylüyor.

    TERAPİST: Bu rahatsız edici olabilir. (Annesiz) Sizi neden rahatsız etmeye devam ediyor?

    Her ne kadar pek çok hasta “Sizi buraya getiren şey nedir?” sorusuna olumlu yanıt verse de, Örnek 2.4’teki Sallie gibi bazıları bu soruyu dışsallaştırma fırsatı olarak kullanabilir. Örneğin: “Benim bir sorunum yok. Annem terapiye gelmemi istediği için buradayım.” Diğer hastalar içinse bu tür bir açış tehdidkâr hissedebilir; çünkü terapistin daha “merhaba” demeden doğrudan konuya girmek istediğini ima ediyor olabilir.
    Örnek 2.4’te Sallie’nin ifadesine empatik bir şekilde yanıt verir ve onun yönlendirdiği biçimde devam ederim. Eğer Sallie için kendi sorunlarından çok annesinin kaygılarından bahsetmek daha kolay ise, başlangıçta odak noktam da bu olur.

    İşte savunmaya yol açmaktan kaçınan, denenmiş ve güvenilir bir açış sorusu:

    ÖRNEK 2. 5

    Seansa, savunmayı tetiklememesi muhtemel bir ifadeyle başlamak

    TERAPİST: Nasıl başlamak istersiniz?

    SALLIE: Umm, yani… neden burada olduğumu mu kastediyorsunuz?

    TERAPİST: Evet, olabilir. Bana ne anlatmak istersiniz?

    SALLIE: Yani, bilmiyorum… Sanırım hayatım son zamanlarda biraz darmadağın.

    TERAPİST: (endişeli bir bakışla) Nasıl yani?

    SALLIE: Altı ay önce biri benden ayrıldı ve zamanla daha iyi hissetmem gerekirken, aksine, gittikçe daha kötü hissediyorum. Onu düşünmeden duramıyorum. İlişkinin çok iyi gittiğini düşünüyordum ama bir anda bitirdi. Hâlâ ne olduğunu anlayabilmiş değilim.

    TERAPİST: Ayrılık beklenmedik miydi?

    SALLIE: Tamamen! Hiçbir uyarı yoktu.

    Örnek 2.5’teki açış sorusu, sunulan seçenekler arasında en az yönlendirici olanıdır; ancak yeni başlayan bir terapist için aynı zamanda en garip hissedilebilecek olanıdır. Psikoterapiye özgü diğer “hamleler” gibi, bu da biraz pratikle birlikte daha doğal ve rahat gelecektir. Ayrıca, “Sizi buraya getiren şey nedir?” gibi daha doğrudan bir sorunun savunmacı bir tepkiyle karşılandığı durumlarda, etkili bir yedek seçenek olarak da kullanılabilir.

    Tebrikler! Artık ilk hastanızla tanışmaya ve konsültasyon sürecini başlatmaya hazırsınız. Önümüzdeki üç bölümün odak noktası, ilk üç seansta dört temel amacı dengelemektir: empatik yanıtlar vermek, hasta ile bir terapötik ittifak kurmak, hastanın güvenliğini değerlendirmek ve temel geçmiş bilgilerini edinmek.