Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 12. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.
Giriş
Psikiyatrist ve eğitimci Paul Hoch önemli bir soru ortaya atar: depresyonda olan farklı kişiler “klinik olarak aynı mıdır, aynı psikodinamiklere mi sahiptirler ve terapiye aynı şekilde mi yanıt verirler?” Bu soruya yanıt olarak, depresyonun dinamiklerinin çeşitli olduğunu öne sürüyoruz – yani, depresif olmanın birçok yolu vardır – ve günümüzde yaşanan depresyon deneyimlerinin, erken dönem ilişkilerde hissedilen çeşitli zorluklardan kaynaklanabileceğini düşünüyoruz. Depresif durumlar yaşayan kişiler arasında ortak gelişimsel temalara ve terapötik durumlara dikkat çekeceğiz. Özellikle iki yaygın klinik örüntü üzerinde ayrıntılı duracağız: ilki, kayıp ve terk edilme dinamikleriyle ilgili bir örüntü; ikincisi ise, kişinin kendine yönelik sert eleştirilerde bulunduğu ve bunun hem kendisini hem de başkalarını değersizleştirmeye yol açtığı bir eğilimdir.
“Depresif/depresyon yaratan” durumlar ifadesini kullanmamızın nedeni, depresyonu kişinin yalnızca “öyle olduğu” pasif bir hâl olarak kavramsallaştırmak yerine, onun dinamik doğasını vurgulamaktır. Psikodinamik bakış açısından bu, kişinin iç dünyasının bir yönünün o kişi için depresif bir biçimde işlediği ve onu depresif hissettiren aktif ve dinamik bir durumdur. Bu bölüm, depresif/depresyon yaratan durumların dışa vurumlarını ayrı bir “bozukluk” olarak değil, daha çok bir kişinin dünyasında ters giden bir şeyler olduğuna işaret eden ve ilgi gösterilip ele alınması gereken “temel bir duygusal tepki” olarak ele almaktadır.[2]
Başlangıçta, bu geniş ve genel ilkelerin, faydalı bir çerçeve sunmalarına rağmen, her hastanın kendine özgü olana odaklanma ve onlarla birlikte kendi nesne ilişkileri ve psikolojik savunmalarını keşfetme temel psikodinamik amacıyla çeliştiği söylenmelidir.[3] Psikodinamik faktörlerle etkileşime giren bir bireyin kendine özgü sosyal koşulları ve yapısal faktörleri, kişiye özgü bir depresif/depresyon yaratan duruma yol açar.
Depresif ilişkisel dinamiklere sahip kişilerin terapiye nasıl yanıt verdikleri açısından bakıldığında, genel bir psikodinamik yaklaşımda ortak noktalar bulunabilse de, terapötik çalışmanın özü önceden belirlenemez, her kişi için farklılık gösterir ve süreç boyunca ortaya çıkıp keşfedilmesi gerekir. Sorunu bir hastalık olarak ele alan “bozukluk merkezli” yaklaşımların aksine, psikodinamik yaklaşım, depresif/depresyon yaratan durumların semptomlarının ardında yatan anlamları ve ilişkileri anlamaya imkân tanır; duyguları ise etkin bir içsel dünyanın parçası olarak konumlandırır.
Bu bölümde ele alınan ilişkisel dinamikler genellikle depresyon belirtileri gösteren kişilerde gözlemlenir, ancak sadece onlara özgü değildir. Bir bireyin temel ilişkisel dinamiklerini nasıl ortaya koyduğu ve yönettiği, yaşamının her aşamasında kendisi için en uygun olan savunma mekanizmaları kümesi ve nevrotik, borderline veya psikotik düzeyde mi işlev gördüğü gibi birçok faktörden etkilenir (bkz. Bölüm 9, “İçsel Dünyanın Örgütlenmesi” bölümü). Nitekim, bir kişi hayatının bir noktasında depresyona girebilir, başka bir noktasında ise yemeğini kısıtlayabilir; ancak her iki durumda da altta yatan nesne ilişkilerinin benzer olması beklenir. Bu nedenle, bu bölümde ele alınan temaların çoğu, sadece depresyonu olanlar için değil, geniş bir yelpazedeki insanlar için de geçerli olacaktır.
Depresyon Yaratan / Depresif Durumların Teorisi
Belirli sosyal durumlar — zorluklar, yoksulluk ve eşitsizlik gibi — bir kişinin depresyona girme olasılığını artırır. Bu sadece strese daha fazla maruz kalındığı için değil, aynı zamanda bu koşulların erken ve sonraki ilişkilere ek yük bindirmesinden dolayıdır.[4] Biyolojik, özellikle genetik faktörler de önemli bir rol oynayabilir.[3]
Psikodinamik kurama geçecek olursak Fonagy, depresyona dair çağdaş bir psikodinamik anlayışı şu şekilde özetler: Depresyon, “hastanın gelişiminin erken dönemlerinde, kendisi için en büyük duygusal öneme sahip olan kişilere karşı ilk kez hissedilen acı verici ve süregelen ambivalanstan (ikirciklilikten) kaynaklanan mevcut yaşam zorluklarının bir sonucudur [5].”
Terapötik alan sunulduğunda, birçok hasta, belirgin depresyondan çok önce başlayarak, “günlük” ilişkisel stres ve hayal kırıklıklarını nasıl incitici olarak deneyimlediklerini ve bunun da günlerce, hatta çok daha uzun süre süren bir üzülme, kırgınlık, öfke ya da gücenme duygusuna yol açtığını anlatır. Bu olgu bazen “narsisistik kırılganlık” olarak adlandırılır.[6] Terapinin erken aşamalarında, bir danışanın anlatısı açıldıkça, algılanan hayal kırıklıkları, eleştiriler ya da adaletsizliklerin, içsel terk edilme ya da eleştirilme dinamikleriyle nasıl ilişkili olduğu görülebilir; bu da kişinin savunmasız yönlerini açığa çıkarır. Bu içsel dinamikler, bir biçimde, erken gelişim döneminden beri varlığını sürdürüyor olabilir.[7] Bu süreçte, belki de kişinin kırılgan benlik saygısına “biriken yaralanmalar” nedeniyle depresyonun nasıl ortaya çıktığına dair bir anlayışa ulaşılabilir. (Bu genel açıklamanın sadece depresyonun gelişimiyle sınırlı olmadığını, yeme bozuklukları, madde kullanımı, obsesif düşünceler gibi zihinsel sıkıntının farklı dışavurumlarında da yaygın olduğunu belirtmek isteriz.)
Depresif durumda başvuran kişilerde, erken gelişimsel zorluklar birçok biçimde ortaya çıkabilir; ancak iki yaygın tema, kayıp ve terk edilme deneyimleri ve/veya eleştirilmiş ve değersizleştirilmiş hissetme etrafında yoğunlaşır.[8] Bu temalar bu bölümün ilerleyen kısımlarında ayrıntılı biçimde ele alınacaktır. Klinik tabloda bu temalardan biri baskın olabilir, ancak ikisi bir arada da bulunabilir. Gerçekten de, “duygusal ya da fiili bir terk edilmenin ebeveyn eleştirisiyle birleşmesi, depresif dinamiklerin oluşması açısından özellikle olasıdır.”[9]
Bu tür erken dönem gelişimsel yaşantılar —özellikle uzun süreli olduklarında ve güven duyulan birine açılma imkânı da yoksa— ilişkisel zorlukların dile getirilip ifade edilmesindense birey tarafından içselleştirilmesine yol açabilir. Başka bir deyişle, kişinin iç dünyası, deneyimlenen acı verici kişilerarası dinamiklerle şekillenmeye başlar. Örneğin bir çocuk, başkalarının temsilini, benlik ve değer duygusunu zedeleyen figürler olarak geliştirebilir. Bu tür içsel nesne ilişkileri, ortaya çıktıkları anda deneyimleri öngörülebilir kılarak ya da bir kontrol duygusu vererek uyum sağlayıcı olabilir (bkz. Kutu 12.1). Ancak, içsel dinamikler yetişkinliğe dek sürebilir ve dış koşullar değişse bile güncellenmeleri zor olabilir. Bu durum, bireyin dış dünyadaki mevcut ve gelecekteki ilişkilerini etkilediği gibi, içsel nesnenin içsel özneyle kurduğu ilişki biçiminde de —bir benlik parçasının diğerini bastırması/depresyona sokması yoluyla— içsel olarak da işlerlik kazanır.
Kutu 12.1: Olumsuz çocukluk deneyimleri ve içsel dünya
Fairburn’un tanımladığı üzere, kötü muameleye maruz kalmış bazı bireylerde, rahatsızlığın kaynağı olan kişi ya da durum idealleştirilebilir ve tüm “kötü” özellikler bireyin kendisine yansıtılabilir.[10] “Mutlu bir çocukluk geçirdim” ya da erken anılara dair hiçbir hatırlamanın olmaması, aslında çocukluk dönemleri oldukça sarsıcı geçmiş kişilerde sıkça görülen bir anlatıdır. Bu tür savunma manevraları, çocuğu ezici sıkıntıdan koruyabilir; çünkü bu savunma, sıkıntının kaynağını, çocuğun bağımlı olduğu dışsal bir kişiden alıp içe taşır ve böylece durum daha denetlenebilir ve daha az korkutucu hale gelir. Başka bir deyişle, “Benden nefret eden birine bağımlıyım” duygusu, “Ben insanları tüketiyorum, kötüyüm” ya da “Onu ben uzaklaştırdım” şeklinde daha katlanılabilir bir algıya dönüştürülür. Ferenczi, çocuk istismarında benzer dinamikleri tarif eder: çocuk, “saldırganla özdeşleşerek” kötü ve sorumlu hissedebilir; bu da aslında çok daha sarsıcı bir gerçeği – çocuğun neredeyse hiçbir yanlış yapmadığı, ama hem sevdiği hem de hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu bir yetişkinin ilişkiyi suistimal ettiği – kabul etmeye karşı bir savunmadır.
Suçun sahiplenilmesi, o anda daha katlanılabilir hissettirebilir; ancak bu uyumlanma kalıcı hale gelirse, çocuğun kendilik saygısını nasıl taşıdığı üzerinde etkileri olur ve ileriki yaşamda depresif bir tepkiye (ya da başka sorunlara) yatkınlık yaratabilir.
Okuyucular bu dinamiği, daha küçük ölçekte de olsa, yaşamlarında kontrol edemedikleri ciddi bir sorun meydana geldiğinde tanıdık bulabilirler. Böyle bir durumda, “Benim hatam, yanlış bir şey yaptım” düşüncesine ve buna eşlik eden suçluluk duygusuna hemen atlayabiliriz – bu da aslında, “Bu talihsiz durumu engellemek için elimden gelen hiçbir şey olmayabilirdi” düşüncesinin yarattığı daha rahatsız edici olasılığa karşı bir korunmadır. McWilliams’ın da belirttiği gibi, insanlar “en irrasyonel suçluluğu bile, güçsüz olduklarını kabul etmeye tercih edebilirler.”[9]
McWilliams’a göre : “İçselleştirilmiş nesnenin, gerçekte düşmanca, eleştirel ya da ihmal edici biri olması gerekmez (gerçi bu sık rastlanan bir durumdur ); hastanın bu nesneyi o şekilde deneyimlemiş ve bu tür imgeleri içselleştirmiş olması yeterlidir.”
Çocuğun bakış açısı, birçok açıdan sezgisel olsa da, başkalarının nasıl deneyimlendiğine ve onlara nasıl karşılık verildiğine dair kişisel tonlar ve hassasiyetler katan kendi iç dünyasıyla yoğrulmuş olabilir. Aynı şekilde, bazı durumlarda, bir kişinin içsel nesne ilişkilerinin niteliği gerçek yaşantılar ve travmalar tarafından da güçlü biçimde şekillenmiş olabilir. Bu ikinci durumda bile, terapide temel görevlerden biri, kişinin geçmiş deneyimlerle bugünkü zorluklar arasındaki bağlantıları anlamasını sağlayarak, onun güncel işleyişine dair ilgisini ve etki sahibi olma duygusunu canlı tutmaktır.
Psikodinamik kuramcılar, depresyonun dinamiklerine dair birbiriyle örtüşen kuramlar geliştirmişlerdir (Bkz. Kutu 12.2).
Kutu 12.2 Depresyonun Dinamiklerine Dair Seçilmiş Psikodinamik Kuramlar
- Öfkenin içe yöneltilmesi (Abraham, 1911) [11]
- Erken dönem kayıpların çözümlenememesi ve yas tutamama (Freud, 1917) [12]
- Erken dönemde güvensiz bağlanma nedeniyle, günümüzdeki kayıpların sevilmeye layık olmama ve başkalarının yokluğu duygularını yeniden harekete geçirmesi (Bkz. Bölüm 2, Kutu 2.4, “Bowlby ve Bağlanma Kuramı”)
- Yaşamın, yaşamaya dair başka yolların görülmesini engelleyen baskın bir başkası uğruna sürdürülmesi (Arieti, 1977) [13]
- Bağımlı olunan birine karşı uzun süreli çaresizlik yaşanması sonucunda depresyonun “temel bir duygusal yanıt” olarak ortaya çıkması (Sandler, 1987) [14]
- Narsisistik incinme (Busch, 2009) [6]
- Başkalarını arzulama ama terk edilmeyi bekleme (“anaklitik” dinamik, Blatt 2012) [2]
- Eleştiren ve talepkâr bir nesne temsilinin, idealleştirilmiş ama yetersiz hisseden bir benlik temsiliyle kurduğu içsel ilişkiler (“introjektif” dinamik, Blatt 2012) [2]
Yukarıda bahsedilen kuramları birbirleriyle rekabet hâlinde teoriler olarak görmektense, klinik açıdan bunları birbirini tamamlayan ve örtüşen yaklaşımlar olarak anlamak daha faydalı olabilir. Herkes için geçerli tek bir dinamik olmadığı gibi, mutlaka tek bir “depresyon” da yoktur. Kuramlar arasında örtüşme bulunduğu görülmektedir; bazı kuramlar oldukça benzer alanlara odaklanmakta, ancak bunu biraz farklı kuramsal bakış açıları ve terminolojiyle yapmaktadır. Örneğin, işlenmemiş kayıp ve başkalarının yokluğu hissiyle ilgili bir tema, Freud’un yas tutamama anlayışında, Bowlby’nin erken dönem güvensiz bağlanmasında ve Blatt’in başkalarını arzulayıp terk edilmeyi bekleme dinamiğinde kendine yer bulur. Bu bölümün geri kalanında, Kutu 12.2’deki birbirini tamamlayıcı boyutları yakalayan daha güncel üç kuramsal yaklaşıma odaklanılacaktır: Sandler’ın depresyonu bir “temel duygusal yanıt” olarak ele alışı ile Blatt’in iki klinik tablosu. Bu süreçte, diğer bazı kuramlara da kısaca değinilecek ve bütüncül bir şekilde ele alınacaktır.
Temel Duygusal Yanıt” Olarak Depresyon (Kutu 12.2’deki 5 numara)
Kayıp, kötü muamele ya da tekrar eden eleştiriler gibi sıkıntı verici bir deneyimle karşılaşıldığında, bireyin ilk tepkisi genellikle bir “protesto” ya da “savaşma” davranışı olabilir.[14] Örneğin bir çocuk öfkelenip bağırarak dikkat çekmeye çalışabilir. Ya da iş yerinde bir yetişkin, kendisinden faydalanıldığını hissederse, öfke duyabilir ve bu duygusu sorunu çözmek için onu harekete geçirebilir.
Peki ya çocuk, bağımlı olduğu biriyle olan ilişkisinde kayıp, terk edilme, değersizleştirilme ya da eleştirilme gibi sorunları çözemiyorsa? Üstelik bu ilişkiyi sonlandıramıyor, uzaklaşamıyor ve duygularını paylaşabileceği, destek ve güven sunacak kimse de yoksa? Yani çocuk sıkıntılarıyla baş başa ve çaresiz hissediyorsa? Bu durum “acı veren ambivalanstır” – ilişki hem ihtiyaç duyulan hem de aynı zamanda uzun süreli acı verici bir deneyimle ilişkilidir.[14]
Depresif ilişkisel dinamikleri olan bir kişide çok çeşitli duygular ve tepkiler ortaya çıkabilir, ancak bunlar sıklıkla şu örüntüyü içerir: depresif duygulanımlar (örneğin düşük ruh hali, üzüntü); dürtülerin geri çekilmesi (hareketsizlik, iştah kaybı); ve mevcut duruma boyun eğme. Bu örüntü, bireye ya da bireyin dünyasında bir şeylerin ters gittiğini fark edecek ve müdahale edecek bir başkasına– yani dinleyecek birine– bir sinyal olarak hizmet eden “temel bir duygusal yanıt” olarak anlaşılabilir.[2,14]
Luyten ve Blatt’a göre bu depresif tepki, bireyin duygusal ve fiziksel güvenlik gibi temel ihtiyaçları ile bu ihtiyaçların karşılanmadığı mevcut yaşam durumu arasında önemli bir uyumsuzluk olduğunu gösteren bir işarettir.
Bu temel duygusal yanıt, bir iletişim girişimi olmasının yanı sıra, bazı diğer hayvan türlerinde de belirli ölçülerde görülebilen bir tepkidir ve kişinin kendini bunaltıcı kaygılar karşısında çaresiz hissettiği durumlarda göreli bir psikolojik ve fiziksel koruma sağladığı varsayılmaktadır.[4] Ancak Sandler, bu düşünce hattının aşırıya kaçabileceği konusunda uyarır ve depresyonun yüceltilmesi ya da sorgusuzca “yararlı” bir şey olarak görülmesine karşı temkinli olunması gerektiğini belirtir.[14]
Kayıp ve Terk Edilme Dinamikleri (Anaklitik Bir Dinamik – Kutu 12.2’de 7 numara)
Freud, erken yaşamdaki kayıpların, bir kişinin ileriki yaşamında depresyona yatkınlık kazanmasında önemli bir rol oynadığını belirtmiştir. Bu düşünce hattı, onu izleyen klinisyenler tarafından geliştirilmiş ve çağdaş bir ilişkisel çerçeveye oturtulmuştur.[2,7]
Ebeveynin ölüm yoluyla ya da yabancılaşma gibi nedenlerle kaybı gibi erken dönem kayıplar, çocuğun, ulaşılmaz ya da terk eden bir nesne temsiliyle ilişkili olarak terk edilmiş bir benlik (abandoned self [3]) yönünde bir benlik temsili geliştirmesine zemin hazırlayabilir.
Bu benlik temsilinden kaynaklanan olası deneyimler arasında üzüntü, yalnızlık ve ulaşılmaz ya da mevcut olmayan bir başkası için duyulan özlem sayılabilir.
Bu betimleme bazen anaklitik depresyon olarak adlandırılır.[8] “Anaklitik” kelimesi “dayanmak” anlamına gelir – burada da birine yaslanma arzusu taşıyan, ancak karşısındaki kişinin yok ya da ulaşılmaz olacağı beklentisini barındıran dinamiğe gönderme yapılmaktadır.
Her erken kayıp yaşayan çocuk, içsel nesne ilişkilerinde anaklitik bir örüntü geliştirmez. Burada sadece kaybın kendisi değil, bu kayıpla nasıl başa çıkıldığı da önemlidir. Başka bir ebeveyn ya da bakım verenle yeterince iyi bir ilişkinin varlığı koruyucu bir etkendir. Eğer çocuk kaybını ifade edebiliyor ve bir başkası tarafından anlaşıldığını hissedebiliyorsa, yas süreci başlayabilir. “Depresyon, yasın karşıtıdır” [9] – teorik açıdan bakıldığında, bir kişi yas tutabiliyorsa, yaşadığı kayıp nedeniyle depresyona girme olasılığı daha düşüktür.
Tersine, “yasın bastırıldığı bir aile atmosferi” ya da kederin açıkça inkâr edildiği bir ortam, çocuğun “teselli arayışının ve yasın yıkıcı olduğuna” dair inançlar geliştirmesine yol açabilir [9]. Bu da depresif bir içsel dinamiğe giden yolu daha olası kılar. Çocuk yaşadıklarını işleyebilmek yerine, sıkıntının kaynağıyla özdeşim kurarak bu deneyimi içselleştirme eğilimi gösterebilir. Ölüm ya da kopuşla (örneğin ayrılık, terk edilme) gerçekleşen kayıpların dışında, bir kişinin ulaşılmazlık ya da yoksunlukla karakterize edilen bir ilişkisel dünya geliştirmesinin başka yolları da vardır. Örneğin, birincil bakım verenler çocuk tarafından belirgin biçimde geri çekilmiş (örneğin madde kullanımı ya da kendi psikolojik sıkıntıları nedeniyle) olarak deneyimlenmişse, bu durum çocuğun sonraki ilişkilerinde kendisini güvensiz hissetmesine neden olabilir. Bu da diğerlerinin de aynı şekilde uzak ya da ilgisiz olacağı yönünde beklentiler geliştirmesine yol açabilir [15] (bu doğrultuda klinik vakalar için bkz. Bölüm 13).
Terk edilmekten ve yalnız kalmaktan korkan bir kişi, başkalarının ilgisiz kalacağından ya da uzaklaşacağından endişe ederek içsel duygularını gizleyebilir. Memnuniyetsizlik bastırılabilir. Ne yazık ki bu ilişki kurma tarzı, aslında duygusal olarak erişilebilir olan kişilerin, depresyondaki bireyin içsel durumlarının ve duygularının farkında olmamasına yol açar.
Bu da istemeden, kişinin ihtiyaçlarının başkaları tarafından karşılanmamasına neden olur.
Akılcı olarak bakıldığında, geçmişte ilişkilerinde kayıp ve terk edilme yaşamış birinin, önceki figürlerden farklı olan partnerlere yönelmesi beklenecektir. Ancak bu, geçmişteki kayıpların ne ölçüde işlendiği ve anlamlandırıldığına bağlıdır. Freud, hatırlanamayan şeyin tekrarlandığını söyler. Yani, rahatsız edici bir geçmiş deneyim işlenmemişse, şimdiki zamanda tekrarlanabilir. Eğer terk edilme ya da duygusal erişilemezlik, birinin erken dönem ilişkilerinin tanımlayıcı deneyimi olmuşsa, bu kişi bilinçdışı bir şekilde, tanıdık gelmesi ve “normal” hissettirmesi nedeniyle, bu kalıpları yetişkinlikteki ilişkilerinde yeniden yaşama eğiliminde olabilir. Tanıdık olanın cazibesi son derece güçlüdür – çünkü kişi için sıradan görünür (dışarıdan bakanlar için yıkıcı görünse bile).
Bu gibi durumlarda, kişinin varsayılan “nesne seçimi”, gerçekte güvenilir bir bağ kurmaya hazır olmayan insanlarla ilişki kurmak olabilir. Bu tür güvenilmez bir ilişkinin içinde kişi, kendini yalnız ve istenmeyen hissedebilir. Ancak, ötekine duyulan özlemle birlikte, başkalarının erişilemez olacağı beklentisi (ya da buna dair bir kabulleniş) nedeniyle, kişi dışarıdan bakanlara umursamaz, kaba ya da reddedici görünen partnerlerin, işverenlerin ya da diğer kişilerin davranışlarına katlanmak zorundaymış gibi hissedebilir.
Bu içsel dinamikler, kişiyi depresif durumlara karşı savunmasız bırakabilir. Güncel hayal kırıklıkları, kişinin içsel dünyasındaki terk eden/terk edilmiş ilişkiyle bağlantılıdır ve henüz işlenmemiş olan önceki kayıpları harekete geçirir. Belirtiler – ya da daha doğru bir ifadeyle, sinyaller – bu şekilde ortaya çıkabilir. Terapi sürecinde, dikkatli ve empatik bir keşif yoluyla, danışan, ilişkilerde tekrar tekrar yaşadığı kayıp ve terk edilme deneyimlerinin ardındaki süreçleri fark etmesi ve anlaması için desteklenebilir (bkz. Klinik Vaka 1).
Klinik Vaka 1 – Bay White
Bay White, ellili yaşlarında, düşük ruh hali, yorgunluk ve hayata karşı ilgi kaybı şikayetleriyle terapiye gelen bir adamdı.
Yedi yaşındayken, kız kardeşi (o sırada beş yaşındaydı) menenjitten hayatını kaybetmişti. Bay White’ın anlatımına göre, bu ölüm hakkında pek konuşulmamış ve anne babası depresyona girerek içine kapanmış gibiydi. Bay White büyürken, genel olarak başkalarını ulaşılmaz ve kendisiyle ilgilenmiyor olarak deneyimlemiş, buna tepki olarak da “hayatına devam etmişti”.Yetişkin yaşamında, tekrar tekrar evli kadınlarla ilişkiler kurmaya yönelmişti. Sonuçta bu kadınların hiçbiri onunla bağ kurmaya uygun bir konumda değildi. Bir ilişkiye girdiğinde, genellikle arkadaşlarının mantıksız bulduğu şekilde, ilişkinin sonuna kadar kalırdı; ilişkiler genellikle karşı tarafın bitirmesiyle sonlanırdı.
Bay White, terapiye geldiğinde bu ilişki örüntüsünü tarif edebiliyordu; ancak bunu ne dikkat çekici buluyordu ne de depresyonuyla bir ilgisi olduğunu düşünüyordu.
Bay White, haftalık psikodinamik yönelimli terapiye altı ay boyunca devam etti. Terapistin desteğiyle, terapide ortaya çıkan art arda “görevler” şunlardı:
– Bu ilişki örüntüsünün etkilerini ve anlamlarını fark etmek
– Bu tür bağlanmaları tetikleyen dinamikleri anlamak
– Tam anlamıyla yas tutulmamış erken kayıplara dair duyguları dile getirmek
– Farklı türde ilişkiler kurmayı düşünmenin nasıl bir şey olacağını keşfetmek
Terapinin orta aşamasında, Bay White kendisini beklenmedik şekilde korkutan bir soruyla yüzleşti. Terapist ona şöyle sordu:
“Seninle gerçekten bağ kurmaya hazır biriyle birlikte olmayı düşünmek nasıl olurdu?”
Terapinin geri kalan süresi, bu sorunun üzerine çalışarak geçti; çünkü bu, geçmişte yaşadığı reddedilme deneyimleriyle bağlantılı olarak, bağımlılık korkusunu harekete geçirmişti.
İçsel Eleştiri Dinamikleri (Bir ‘İntrojektif’ Dinamik, Kutu 12.2’de Numara 8)
Bu bölüm, depresif durumlarda sıkça gözlemlenen içsel eleştiriyle ilgili bir dinamiği ele almaktadır. Bu dinamik, az önce anlatılandan farklı bir nitelik taşır. İçsel eleştiride, kendinin diğer yönlerini yargılayan ya da onlara düşmanca yaklaşan eleştirel bir içsel nesne ile bir ilişki söz konusudur. Eleştirel nesneyle kurulan bu ilişkide, benlik temsili kendini yetersiz, “kötü”, suçlu hissedebilir ya da utanç deneyimleyebilir. İçsel eleştirel nesne, aynı zamanda dış dünyadaki diğer kişileri algılamada bir mercek işlevi görür. Bu nedenle kişi, çevresindeki insanlardan —terapistler dâhil— eleştiri ve onaylamama bekleyebilir ve başkalarının ilgi ya da onay ifadelerine güvenmeyebilir. Bu klinik tablo yalnızca bir “depresif” durum olarak özetlenmekle kalmaz; aynı zamanda “depresifleştirici /depresyon yaratan (depressing)” bir durumdur; çünkü kişinin zihnindeki bir parça, diğer parçaları baskılamakta ve aşağı çekmektedir.
Gelişimsel açıdan bakıldığında, bu dinamik; çocuğa yönelik, kendisiyle ve duygusal tepkileriyle ilgili tekrar eden ve uzun süreli yoğun eleştiriler, azarlamalar ve kabul eksikliği içeren erken ilişkisel deneyimlerle bağlantılı olabilir (örneğin, “mızmızlanmayı kes” gibi).\[9] Blatt, bu klinik tabloyu “içselleştirilmiş depresyon” (introjective depression) olarak adlandırır ve bu terim, eleştirel bir nesnenin içselleştirilmesi (introjection) sürecine gönderme yapar.\[8] Yani kişi, kendine yönelik sert ve eleştirel bir ilişki kurma biçimini içe alır ve benimser. Kendisini kötü ve yetersiz hisseden kişi, içsel nesne temsilinin (eleştirel sesin) belirlediği talepleri ve standartları karşılamaya çalışır. Kişi, yalnızca en yüksek başarıya ulaştığında —örneğin tartışmasız bir şekilde bir alanda mükemmel olduğunda— kısa süreli bir rahatlama yaşayabilir. Ancak bu hedefler genellikle yaşanabilir değil, ulaşılması imkânsız ideallerdir. Mükemmeliyet seviyesinden en ufak bir sapma bile, içsel eleştirel nesneden gelen değersizleştirici bir tepkiyi tetikleyebilir.
Bu tür içsel dinamiklere sahip bazı kişiler “iyi”, “mükemmel” olma çabasıyla meşgul olur ve son derece hırslıdır; ancak diğerleri bu ideal uğruna verilen mücadeleden vazgeçmiştir ve kendi kusurluluklarına ve başarısızlıklarına hem kendilerini hem de çevrelerini ikna etmişlerdir. Depresyonun dışa yansıyan belirtileri —örneğin “vazgeçme”, hareketsizlik ve bir şeyleri denemeye yönelik isteksizlik— uzun süredir devam eden, mantıksız ve kazanılması mümkün olmayan taleplere karşı bir tür korunma işlevi görebilir. Daha uç durumlarda ise, manik savunmalar ortaya çıkabilir ve kişinin hiçbir zaman tatmin olmayan içsel eleştirel nesnesine karşı daha aşırı bir koruma sunabilir. Manik çarpıtmalar kişiye insanüstü önem, yetenek ve başarı duyguları verir; bu duyguların büyüklüğü, aslında derinlerde yatan yetersizlik ve kusurluluk duygularının büyüklüğünü yansıtır. Bu fenomen, bazı insanlarda, depresif belirtilerin geçici olarak hafiflemesini; eleştirel benlik yönünün (nesne temsilinin) tatmin olmasıyla, fakat bu kırılgan pozisyon sürdürülemediğinde belirtilerin yeniden ortaya çıkmasını açıklayabilir.
Bazen kişilerarası roller tersine döner; danışan, içsel nesne temsiline ait rolü benimseyerek dışsal başkalarını eleştirir. Bu yapılandırmada, danışan kendi benlik temsilini başkalarına yansıtır ve onlara, içsel dünyasında kendine uyguladığı aynı muamele ve ölçütleri uygular. Başkalarının eleştirisi dolaylı olabilir ve kişi, hoşnutsuzluk göstermenin “iyi” bir şey olmadığını düşündüğünden bunu inkâr edebilir; ya da açık bir şekilde gerçekleşebilir (“Bunca zamandır bekledim, sonunda sadece bir asistan terapistle mi görüşeceğim?” gibi). Terapist, karşı-aktarım yoluyla başarı gösterme ya da etkileme baskısı hissedebilir ve “başarısızlık” konusunda kaygılanabilir. Ne yazık ki, bu tür bir değersizleştirme eğilimi, danışanın tekrar tekrar hayal kırıklığına uğradığını hissetmesine ve başkalarının yetersizliklerine karşı öfke duymasına yol açabilir. Bu durum, terapist ya da diğer bakım sağlayıcı figürlerle kurulan ilişkilerden fayda sağlamayı güçleştirebilir; çünkü bu kişiler, kaçınılmaz olarak idealleştirilmiş bir ölçüte ulaşamadıklarında yetersiz olarak deneyimlenirler.
Kendine ya da başkalarına karşı son derece eleştirel ve değersizleştirici bir tarzda davranan biri, “bilinçdışı ve istemsiz bir şekilde başkalarının eleştirisini ve hoşnutsuzluğunu alarak”, kendi dünya görüşünü doğrulayan ve tekrar eden bir durumu yaratabilir (bu, yansıtmalı özdeşim \[projective identification] örneğidir).\[2] Bu durumda, terapistin karşıaktarım duygularının farkında olması ve bunları süpervizyon ya da başka yansıtıcı alanlarda anlamlandırmaya çalışması önemlidir. Bu duyguların işlenmesi, terapistin danışana yönelik açık eleştiri yapma ya da danışanın kabul edilemez olduğu izlenimini verme olasılığını azaltır.
Danışanın mevcut yansıtma ve içgörü kapasitesine bağlı olarak, aktarım ve karşı-aktarım durumu (yani eleştiri ve değersizleştirme dinamiklerinin danışanın terapistle kurduğu ilişkide nasıl ortaya çıktığı), ilişkilerde nelerin ters gittiğini anlamak için bir geçit işlevi görebilir. Bu durum, eski ilişki kalıplarının yeniden işlenmesi için bir potansiyel taşır.
Depresif (depressed) ve Depresyon Yaratan (depressing) Durumlarda Düşük Mod ve Hüzün Dışı Diğer Duygular
Depresyona özgü dinamiklere sahip kişilerde, yalnızca düşük mod ve hüzün değil, çok çeşitli duygular yaşanabilir—umarız bu artık daha net hale gelmiştir. Bu çeşitliliği gözlemlemek, bir kişiyi terapi sürecinde sıkça görmekle ya da depresyondaki biriyle (veya kişinin kendisiyle) yaşamak yoluyla daha kolay hale gelir. Kişinin duyguları, mevcut kişilerarası durumlar, toplumsal zorluklar, içsel nesne ilişkileri ve o anda baskın olan nesne ilişkisi konfigürasyonu tarafından etkilenir (bkz. Bölüm 8, Şekil 8.2, “Aynı nesne ilişkisinin farklı biçimlerde tezahürü”).
Duygusal durumlar, kişinin benlik temsilinin ya da nesne temsilinin etkisiyle bağlantılı olabilir. Örneğin bir kişi, daha çok çalışmaya zorlandığını hissedebilir ve yaptığı hatalar nedeniyle kendine öfkelenebilir (bu, baskılayan/eleştirel bir nesne temsilinden kaynaklıdır); aynı anda ya da ardından, yetersizlik hissiyle ağlamak isteyebilir ve çabalamaktan vazgeçme isteği duyabilir (bu ise depresif bir benlik temsiliyle ilişkilidir). Bu benlik ve nesne deneyimleri bazen sırayla, bazen de eşzamanlı olarak yaşanabilir. Bazı kişilerde ise, içsel nesne ilişkisinin her iki kutbunu birleştiren baskın bir duygulanım olabilir.
Öfke[6] ve kaygı[2] depresyonla yakından ilişkilidir. Daha önce de tartışıldığı gibi, depresyon bunaltıcı kaygılar veya acı verici deneyimlerden kaynaklanabilir. Bazı hastalar, başlangıçta depresyonla doğrudan ilişkili olmayan sorunlar için terapiye başlarlar. Ancak farkındalık geliştirdikçe ve zorluklarda veya başkalarına verdikleri zararda kendi rollerini fark ettikçe depresyona girebilirler. Bu süreç, daha iyi bir bütünleşme ve farkındalığa doğru bir yolculuk olarak görülebilir. Aynı şekilde, bazı hastalarda terapi sırasında depresyon duyguları azalırken, önceden bastırılan kaygı, üzüntü ya da öfke gibi yeni duygular ortaya çıkabilir.
Zaman zaman, depresif duygular aniden hafifleyebilir (bkz. Klinik Vaka 2). Bu her zaman bir sorunun çözüldüğü anlamına gelmeyebilir, bazen de başka savunma mekanizmalarının devreye girmesi nedeniyle olur.[14] Bu duruma ‘sağlığa kaçış’ ( flight into health) denir (ayrıca 7. Bölümdeki ‘Dirençle Çalışma’ bölümüne bakınız); altta yatan durum ele alınmadığı için depresyon kolayca yeniden ortaya çıkabilir.
Klinik Vaka 2 Bayan McLean: sağlığa kaçış
Psikiyatri servisine yatan Bayan McLean, aylarca yoğun bir depresyon yaşamıştı. Bir gün aniden “kendini daha iyi” hissetti. Yapılan incelemede, bir gün önce eski işvereni aleyhine şikayette bulunduğu ortaya çıktı. Bu, ona geçici olarak üstünlük duygusu ve kendi suçluluk ile yetersizlik duygularını (yani eski işverene) yansıtacağı bir alan sağlamıştı. Ancak altında yatan depresif dinamikler tamamen dokunulmamış ve bir anlamda ulaşılması daha zordu. Bu “mutlu” hali birkaç hafta sürdü ve hastaneden taburcu edildi; ancak şikayet sonuçsuz kalır kalmaz tekrar depresif hissetmeye başladı.
Depresyon Yaratan/ Depresif Durumdaki Kişilerle Terapötik Çalışma
Genel İlkeler
Temel psikodinamik yaklaşım ve tutum (bkz. Bölüm 7), depresif ilişki dinamiklerine sahip kişiler için oldukça uygundur — özellikle de “kabul, saygı ve anlama çabasının olduğu bir atmosfer” önem taşır. [9] Genel bir rehber olarak, “introjektif” temsili olan kişilerde yorumlama ve içgörü terapötik ilerleme için daha önemliyken, “anaklitik” temsili olanlarda ise “güvenilir bir ilişki deneyimi” gelişim için daha merkezi görünmektedir. [16,17] Bu bölümün geri kalanında depresyon dinamiklerine sahip biriyle terapiye dair genel açıklamalar yapılacak; sonraki bölümlerde ise mevcut dinamik örüntüsüne (yani introjektif ya da anaklitik) bağlı olarak farklı terapötik yaklaşımlar ele alınacaktır.
Bir terapötik sürecin kilit etkinliklerinden biri, depresyon yaratan dinamiklerin ve tepkilerin ne işe yaradığını çözmeye çalışmak olabilir—yani, neyin baskılandığını ve neden baskılandığını anlamak. Bölüm 4’te tartışıldığı gibi, duyguları keşfetmek, belirtilerin ardındaki anlamları ve ilişkileri anlamanın önemli bir yoludur. Bu, başlangıçta kişiye anlamsız bir belirti gibi görünen durumların dinamiklerini ve anlamlarını ortaya çıkarabilir.
Örneğin, terapinin erken aşamalarında yorgunluk duygularıyla boğuşan ve depresif olan bir kişi düşünelim; bu kişi bu duyguları biraz pasif bir şekilde anlatır ve neyin onu yorduğuna dair henüz bir fikri yoktur. Terapist şöyle sorabilir: “Neden yoruldun?” ya da “Seni ne yoruyor acaba?” Bu merak ve hastanın duygularına gösterilen ilgi ile belirtilerin aktif ve anlamlı bir dinamikten kaynaklandığı varsayımı, yorgunluk deneyiminin içsel ve kişilerarası ilişkilerinden bir anlayışa götürebilir.
Örneğin, kişinin yıpranmış ve tükenmiş benliğiyle ilgili amansız bir içsel eleştiri yaşadığı ortaya çıkabilir. Terapist empatik bir şekilde şöyle yansıtabilir: “Sürekli bu kadar yorgun hissetmene şaşmamalı.” Ardından odak, içsel eleştirel otoritenin farkındalığını ve anlaşılmasını geliştirmeye kayabilir: “Hadi, sürekli devam eden bu eleştiriyi birlikte bakalım.” Böylece, zamanla hasta, depresif içsel nesne ilişkilerinin çeşitli boyutlarını ve işleyiş biçimini tanımaya başlayabilir.
Terapide, hastanın terapiste sözde “negatif” duyguları itiraf etmesinin her iki tarafa da zarar vermediğini keşfetmesi büyük bir aydınlanma olabilir. Hasta, çeşitli duyguları kabul etmenin aslında yakınlık ve bağ kurma duygusunu artırabileceğini öğrenebilir. McWilliams’ın da açıkladığı gibi, öfke, endişe ya da başarısızlık gibi normal duyguların ifadesi, “ancak bağımlı olunan kişi bu duygulara patolojik tepkiler veriyorsa normal bağımlılığı engeller—bu durum birçok depresif danışanın çocukluk deneyimini tanımlasa da, yetişkin ilişkileri için geçerli değildir.”
Bunu söyledikten sonra, bazen duyguların kaçınılarak bastırılması ve ardından zorlayıcı bir şekilde dışa vurulması, terapide hassas ama kararlı bir şekilde ele alınması gerekebilir. Öfke örneğini ele alırsak, bu duygu depresyonla gelen bazı yetişkinler için oldukça önemli olabilir—bazı kişiler, terk edilme veya eleştirilme beklentisiyle mevcut ilişkilerinde öfkelerini veya memnuniyetsizliklerini ifade etmekten kaçınabilirler. Ancak öfke bastırıldığı için kişi içinde giderek daha fazla hayal kırıklığı ve depresyon yaşayabilir. Hayal kırıklıklarını ifade etme pratiği olmadığından, öfkeli duygular ortaya çıktığında bunlar ‘pasif ya da aşırı agresif bir biçimde’ ifade edilebilir ki bu da başkalarının ilişkiden çekilmesine veya karşılık olarak agresifleşmesine neden olabilir. Öfkeyi ve kişinin bu duygu ile ilişkisini anlamak, bazı kişiler için terapide önemli bir tema olabilir. Gabbard’ın bir klinik örneğinde dediği gibi, hastayla gündeme getirilebilecek temel sorulardan biri şu olabilir: “Öfke patlamasıyla içinize atmak arasında, çok geniş bir yol yok mu?”
Terapi ve terapistle ilgili sınırlılık ve kayıp konuları ortaya çıkabilir. Kayıp ve yokluk dinamikleri taşıyan bir hastada, bu durumlar genellikle terapide planlı ya da plansız ara verme süreçleriyle tetiklenen kusurlu bakım deneyimi etrafında yoğunlaşabilir. Daha eleştirel ve değersizleştirici ilişki dinamiklerine sahip bir hastada ise, temel tema terapistin yeteneklerinin yargılanması olabilir. Her iki dinamik için de, mümkün olanın sınırları, kişinin kendisindeki ve başkalarındaki kusurlarla ya da algılanan eksikliklerle yüzleşmesi için bir fırsat sunabilir.
Depresyonda olan kişilerin bir kısmı, daha kısa süreli psikodinamik terapilerle (örneğin altı ay boyunca haftalık seanslar) olumlu değişimler yaşar ve bu kazanımlar kalıcı olabilir. Ancak bazı kişilerde, terapötik ilerleme sürdürülemez. Bu ikinci grup için, ilk iyileşmelerin pekişmesi ve kişinin kontrolü dışında, kurduğu bir bağın erken sona erdiği bir durumu yeniden yaratmaktan kaçınmak adına, terapide daha fazla zamana ihtiyaç olabilir.[9] Daha uzun süreli bir terapi süreci, hastanın patojenik kişisel deneyimlere, anılara, duygulara, inançlara ve ilişkilere hem yansıtıcı hem de daha etkin bir şekilde yaklaşma kapasitesini içselleştirmesi için yeterli zamanı sağlayabilir.[5] Örneğin, Tavistock Yetişkin Depresyon Çalışması[5] 18 aya yayılan 60 seanslık bir terapi süreci kullanmıştır. Uzun süreli psikodinamik terapiden sonra, terapinin tam etkilerinin ortaya çıkması için bir süreye daha ihtiyaç duyulabilir (bkz. Bölüm 8, “Terapi Sonrası Dönem” bölümü). Mümkünse, bazı hastalar süresiz (open-ended) terapiden fayda görebilir (süresiz terapi tanımı için bkz. Bölüm 4).
Kayıp ve Terk Edilme Dinamikleriyle Terapötik Çalışma (Bir “Anaklitik” Desen)
Bu bölüm, daha önce tartışılan “anaklitik” dinamikler kuramının devamı niteliğindedir; ilk kez 12.2 Kutusu’ndaki 7. maddede anılmıştır.
Anaklitik depresyon desenine sahip birçok kişi, terapiye yönlendirildiklerinde bilinçli olarak düzenli terapi seanslarını arzulayabilir; bir düzeyde bunun, eksikliğini hissettikleri şeyi sağlayabileceğini umarlar. Bu kişiler, terapistler tarafından da “iyi adaylar” olarak değerlendirilebilir.\[9] Terapinin erken evrelerinde, çalışma ittifakı aracılığıyla terapistte istikrarlı ve ulaşılabilir bir figür bulunması sayesinde semptomlarda bir rahatlama yaşanabilir. Ancak bu ilk yatışma döneminin ardından, kişinin kendisiyle, başkalarıyla ve terapistle kurduğu ilişkilerde kayıp ve ilişki güçlüklerine dair altta yatan meseleler su yüzüne çıkabilir. Bu durum, terapötik bir fırsat sunar.
Terapide temel görevlerden biri, henüz çalışılmamış kayıpları dile getirmek ve daha önce tıkanmış olan bir yas sürecinin gelişmesine imkân tanıyacak koşulları sağlamaktır. Yasın dinamikleri ve terapi sürecinde yasın nasıl desteklenebileceği 8. Bölümde ele alınmaktadır. Bu bölümde ise, yas süreciyle ilgili olarak, duygusal tutunma/terkedilme (anaklitik) dinamiklere sahip bir kişide terapötik ilişkiye dair bazı ilgili yönler değerlendirilecektir. Danışanın terapistle kurduğu ilişki, başlı başına bir kayıp ve terk edilme hissiyle şekillenmiş olabilir—örneğin, danışan terapistin onu terk edeceğinden, kendisini yeterince vermediğinden ya da ilgisiz olduğundan endişe duyabilir. Bu durumda terapistin yaklaşımı, danışanın bu anlık aktarım dinamiklerine dikkatini yöneltmesine yardımcı olmak olabilir; böylece bu dinamikler dışavurulmaktan ziyade, anlaşılabilir ve söze dökülebilir hâle gelir. Örneğin: “Beni habersizce terk edebileceğime dair kaygınız sık sık gündeme geliyor—belli ki sizin için önemli bir mesele bu. Acaba bunun neyle ilgili olduğunu, nereden kaynaklandığını birlikte düşünebilir miyiz?” şeklinde bir ifade, terapistin aktarım kaygılarını araştırma ve içerme çabası olabilir. Terapistin çekilme ya da kaybolmaya dair beklentilere gösterdiği bu duyarlılık, onarıcı bir süreci başlatabilir ve danışanın geçmişteki kayıplarını yas tutabilecek kadar kendini güvende hissetmesini sağlayabilir.
Bu temaların bazıları Klinik Vaka 3’te incelenmektedir.
Klinik Vaka 3 – Kısım 1
Barbara: terapinin erken evresi
Barbara, 40 yaşında bir kadındı ve bir yıl önce beklenmedik şekilde işini kaybetmesinin ardından psikoterapiye yönlendirilmişti. Haftada bir yapılan seanslarla Dr. Marshall ile 12 ay boyunca terapi aldı. Terapinin erken döneminde, başka bir programıyla çakıştığı için Dr. Marshall, Barbara’ya seans saatinin değiştirilip değiştirilemeyeceğini sordu. Barbara, buna bir itirazı olmadığını belirterek şöyle dedi: “Zaten yapacak başka hiçbir şeyim yok!”
Terapinin başlangıç evresinde şu hikaye ortaya çıktı: Barbara, büyük bir sigorta şirketinde 15 yıl boyunca memur olarak çalışmıştı.
İşini sevmiyor, kurumu büyük, anonim ve ilgisiz olarak tanımlıyordu; ancak buna rağmen işi sürdürmüş, başka bir olasılığı hiç düşünmemişti. Yaklaşık 20–30 yıldır dönemsel olarak depresyon belirtileri yaşıyordu. Daha önce aldığı kısa süreli terapiler başlangıçta bir rahatlama sağlasa da, her tedavinin bitiminden birkaç ay sonra tekrar depresyona giriyordu. İşini kaybettikten sonra “zihinsel olarak çöktüğünü” söylüyor, düşük ruh hali, yaşamına son verme düşünceleri, belirgin bir enerji ve heves kaybı yaşıyordu. O zamandan beri de işsizdi.
Barbara, destekleyici olarak tanımladığı partneri Sumeet ile uzun süreli bir ilişki içindeydi. Ancak Barbara, Sumeet’e karşı kişisel duygularını –örneğin üzüntüsünü– nadiren ifade ediyordu; çünkü onun “şikayetlerini” duymak istemeyeceğinden endişe ediyordu. Barbara, “Onun neden benimle olduğunu gerçekten anlayamıyorum” diyordu ve yakın zamanda Sumeet’e “Muhtemelen beni terk edeceksin” demişti.
Barbara, yalnız bir çocukluk dönemi geçirdiğini aktarmıştı. Babası uzun süreler yurt dışında çalışmış, annesi ise Barbara ve iki kardeşine bakmıştı. Büyürken, Barbara annesini duygularını ve yaşadığı zorlukları paylaşmayan, oldukça mesafeli bir figür olarak hatırlıyordu. Ailesinin birçok açıdan sevgi dolu olduğunu düşünse de, geriye dönüp baktığında duyguların ifade edilmesine çok az fırsat tanındığını fark ediyordu.
Barbara, güncel yaşam koşullarını– işsizliğini de kapsayacak şekilde– sanki değiştirilemez bir kader gibi pasif biçimde kabulleniyor gibiydi. Hayatının bu şekilde süregitmesinde bir kaçınılmazlık hissi vardı. Zaman zaman Dr. Marshall, Barbara’nın bu pasifliğinden ötürü hafif bir tedirgin hissediyordu; görünüşe göre Barbara’nın arkadaşları ve partneri de bu konuda zaman zaman benzer bir hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Bununla birlikte Dr. Marshall, Barbara’ya karşı bir yakınlık da hissediyordu– Barbara’nın nazik, düşünceli oluşu ve zamanına ve çabalarına duyduğu minnettarlık dikkat çekiciydi.
Terapiye başlanmasının üzerinden dört ay geçmişti ki Barbara, dış görünüşüne karşı giderek daha ihmalkâr davranmaya başladı; zaman zaman kötü kokuyordu. Ara sıra alkol koksa da, Barbara alkol kullandığını kesin bir dille inkâr ediyordu. Partneri Sumeet’in kendisinden ayrılmayı düşünüyor olabileceğinden endişe ediyordu. Barbara’nın anlatımına göre, Sumeet onun yinelenen depresyon dönemlerini taşımakta zorlanıyordu. Terapist, Barbara’yla yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak, birinin Barbara’yla birlikte kalmasının neden zor olabileceğini anlayabiliyordu; zira kötü kokuya ve karşı-aktarımdaki tedirgin edici duygulara bağlı olarak kendisi de zaman zaman uzaklaşmabyss dürtüsü hissediyordu. Barbara’nın durumunun kötüleşmesiyle birlikte, Dr. Marshall da giderek daha fazla kaygılanmaya başladı. Seans sırasında zaman zaman Dr. Marshall’ın zihninde uçsuz bucaksız bir uçurum (abyss) imgesi beliriyor ve Barbara’nın sıkıntısı dipsiz gibi hissediliyordu; bu noktada Dr. Marshall, kendisini neyin içine sürüklediğini sorgulamaya başlamıştı.
Bu bölümde daha önce de bahsedildiği gibi, kişinin bir yönü başkalarının ona yakın ve ilgili olmasını isterken, diğer yandan başkalarını terk eden ya da ulaşılmaz olarak temsil edebilir. Bu dinamiklere sahip bir kişi, farkında olmadan—terapist de dahil olmak üzere—başkalarını bu içsel dramın senaryosunda rol almaya davet edebilir. Bu bilinçdışı, kişilerarası “dürtmeler” hem sözlü (örneğin, “Muhtemelen beni terk edeceksin.”) hem de davranışsal olarak (örneğin, kendine özen göstermeyerek itici bir hale gelmek) ortaya çıkabilir. Bu durumda, çevresindekiler kişiyle ilgili öfke duyabilir ya da geri çekilme isteği yaşayabilir ve böylece kendilerine atfedilen terk eden rolüne düşebilirler.
Klinik Vaka 3 – Kısım 2: Barbara – Terapinin Orta Aşaması
Deneyimli süpervizyon görüşmeleri sırasında Dr. Marshall, Barbara’nın iç dünyasındaki reddeden ve terk eden yönlerle özdeşleşip özdeşleşmediğini sorgulamaya başladı. Barbara uyumlu, minnettar, seans zamanlarındaki değişikliklere uyum sağlayan ve övgüde bulunan biri olabilse de, Dr. Marshall Barbara’nın gerçekte ne hissettiğini düşünmeye başladı. Süpervizyonda, Dr. Marshall, “uçurum” imajını ve bu imajın yansıtılan hangi duyguları ortaya çıkarabileceğini tartıştı.
Barbara oldukça konuşkan görünse de, Dr. Marshall Barbara’nın duygularını genellikle ifade etmediğini fark etti.
Dr. Marshall, Barbara’nın içsel duygularını ifade etmekten kaçındığı bir örüntünün tekrarlandığını düşündü; bunun nedeni, Dr. Marshall’ın onun “şikayetlerini” ya da derin duygularını duymak istemeyeceği korkusu olabilirdi. Terapide bu düşünceyi Barbara’ya açtı—Barbara bunu fikren kabul etti ve duygularından daha fazla bahsetmeye çalıştı. Ancak fikren kabul etmesine rağmen Barbara içki içmeye devam ediyordu ve ifade etmekte zorlandığı içsel huzursuzluğu sürüyordu.
Terapinin sekizinci ayında Barbara, psikoterapi kliniğine geldiği bir rüyayı anlattı. Rüyasında klinik gri renkteydi, kapıda korkutucu heykeller vardı. Saatlerce bekleme odasında bekletildi, ardından şüpheli görünen biri geldi ve Barbara’yı geri çevirdi.
Rüyanın hissi, içerdiği temalar ve Barbara’nın rüyadaki sahnelere ilişkin çağrışımları üzerinde konuştukça, Barbara terapiste yönelik çeşitli hoşnutsuzluklarını ifade etmeye başladı. Örneğin, Barbara, aylar önce seans saatini değiştirmek istemediğini ama Dr. Marshall’ın talebine uyarak bunu kabul ettiğini söyledi; oysa bu değişiklik, düzenli olarak eski iş arkadaşlarıyla buluştuğu toplantılara katılamaması anlamına geliyordu. Dr. Marshall’ın teşvikiyle Barbara devam etti ve bu arkadaş buluşmasının hayatında biraz keyif aldığı “tek şey” olduğunu açıkladı. Kendini giderek daha ihmal edilmiş ve önemsenmemiş hissediyordu. Bu açıklama ile Dr. Marshall, Barbara ile temasın derinleştiğini hissetti—işlerin bir şekilde daha gerçek ve doğrudan olduğunu fark etti ve şöyle dedi: “Görünüşe göre, gerçekten ne hissettiğinle ilgili benimle konuşma riskini göze alıyorsun.”
Sonraki bir dizi seansta ana tema, Barbara’nın kendi deyimiyle, “içinde gücenmiş/kindar bir tümör büyütmek” yerine onun içsel ihtiyaçlarını doğrudan ifade etme “riskini” denemenin nasıl hissettirdiği üzerine odaklandı. Barbara, daha açık davrandığında terapisti uzaklaştırma korkusunu dile getirebildi. Dr. Marshall ve terapi, Barbara’ya bu temel ikilemi farklı bir sonuçla, ilişki içinde yeni bir varoluş biçimi deneyerek
keşfetme şansı sunuyordu.
Bu güvenilir ilişkinin sunulması — ve bu ilişki içindeki doğal güvensizliklere rağmen bağlı kalınması — daha önce bahsedilen ‘güvenilir bir ilişki deneyimi’ne güzel bir örnektir. Bu deneyimin, bu tür dinamiklere sahip biri için terapötik değişim açısından önemli olduğu öne sürülmüştür.
Klinik Vaka 3 – Kısım 3 Barbara: Terapinin son aşaması
Terapi sona yaklaşırken Barbara’nın sıkıntılarında geçici bir artış oldu. Dr Marshall ile vedalaşma ihtimali, derin kökleri olan kayıp ve yalnızlık duygularını tetikledi. Barbara, çocukluk dönemindeki kayıplara yeniden döndü ve bu kayıplarla ilişkili öfke ve üzüntü duygularını keşfetti. Dr Marshall açısından bu süreç, birkaç ay önce yaşadığı “bir şeyin dibi yokmuş gibi” gelen karşı aktarım deneyimiyle bağlantılıydı. Bu dönem Barbara için üzücü olsa da, daha önce hiç dile getirilmemiş bazı duygularını ifade edebilmiş olmaktan ötürü bir rahatlama yaşadı. Bu süreç sayesinde Barbara, anne babasının durumu ve motivasyonlarına karşı daha yumuşak bir merak geliştirdi ve ailesinde nadiren konuşulan erken dönem travmalar ve kayıplar da dâhil olmak üzere kuşaklar arası örüntüleri daha açık şekilde görebilmeye başladı.
Terapinin sonuna doğru, Barbara’nın terapi dışındaki ilişkilerinde değişiklikler görülmeye başladı. Barbara, partnerine duygularını daha iyi ifade edebildiğini fark etti. Ayrıca, terk edilme kaygısına daha az odaklanmaya başladıkça, şu tür soruları düşünmeye alan buldu: “İş hayatından gerçekten ne istiyorum?”, “Hayatta gerçekten neye ilgi duyuyorum?” Terapi, bu merak ve iyi huylu ilginin kıpırtılarının fark edilmesiyle sona erdi. Bu kıpırtılar, Barbara’nın iç dünyasında ‘yapısal değişim’in (bkz. Bölüm 6) başlangıcına işaret ediyor olabilirdi.
İçsel Eleştiri Dinamikleriyle Terapötik Çalışma (‘İntrojektif’ Bir Desen)
Bu son bölüm, daha önce tartışılan ‘introjektif’ dinamikler kuramının devamı niteliğindedir ve ilk kez Kutu 12.2’deki 8. maddede anılmıştır. İçsel eleştiri dinamiklerine yeniden dönerek, klinikte sıkça karşılaşılan bir duruma odaklanacağız: Eleştirel içsel nesneyle tanışma süreci. Aşağıda, yıllardır depresyon yaşayan bir danışan olan Ralph ile yapılan bir seansın açılış cümlesi yer almaktadır:
“Korkarım hiçbir zaman hiçbir şeyde iyi olmadım; kimsenin bana yaklaşmamasını anlayabiliyorum… siz de kesin benim umutsuz bir vaka olduğumu düşünüyorsunuzdur…”
(Ralph, 8. Bölümde de ele alınan danışandır. 8. Bölümdeki klinik materyal, daha çok terapinin ileri aşamalarına ve aktarımda çalışmaya odaklanmaktadır.)
Bir danışanın, kendisini “depresyona sokan” içsel nesneyi fark etmesi ve bunu bilinçli şekilde ele alabilmesi, terapi sürecinde zaman ve emek gerektirebilir. Çünkü bu içsel yapının işleyişi ve kişiyi baltalaması öyle eskiye dayanır ve yerleşiktir ki fark edilmesi güç olabilir. Ya da fark edilse bile, olağan ve dikkat çekmeyen bir şey gibi görünebilir (yani ‘ego-sintonik’ olabilir).
Terapinin erken safhalarında terapist, danışanın kendine nasıl davrandığını fark etmeye ve bu konuda ilgi geliştirmesine destek olabilir. Bu, danışanın söylediklerini dikkatle dinleyip zihinsel durumda gözlemlenen değişikliklere dair sorular sorarak yapılabilir. Örneğin:
“Az önce söylediklerinizi birden kestiniz, sanki kendinizi susturdunuz gibi… bunu fark ettiniz mi?”
Ya da danışanın henüz doğrudan farkında olmadığı ama varlığı sezilen içsel depresif nesneye yönelik doğrudan bir soru yöneltilerek:
“Bu kadar ezilmiş ve depresif hissettiğinizi anlıyorum… Merak ediyorum, acaba sizi bu kadar depresyona sokan ne olabilir?”Aşağıda yer alan oturum kesitinde, Ralph ile çalışan bir terapist adayı, danışanın dikkatini bu depresif içsel nesneye yönlendirmeye çalışmaktadır.
Klinik Vaka 4 – Ralph: 2. Ayın Ortalarından Bir Seans Kesiti
[Ralph işsiz olmasıyla ilgili duygularından bahsetmiştir.]
RALPH: Evet, zor… İnsan olmak zor.
[Bu anda Ralph’ın kendisine karşı biraz şefkatli olduğu hissediliyordu.]
[Kısa bir sessizlik olur, Ralph hafifçe başını sallar.]
RALPH: Özür dilerim, tam bir aptalım.
DR THOMAS: Bir durabilir miyiz; burada bir şey oluyor. Kendine aptal demek… bu nereden geliyor?
RALPH:Bu hep benimle birlikte.
DR THOMAS: Bunu biraz daha açabilir misin?
RALPH: … Aman Tanrım, bu çok zavallıca, sürekli dırdır edip duruyorum.
DR THOMAS: Kendini bu şekilde aşağılamak sana kötü hissettiriyor olmalı.
RALPH: [Dr. Thomas’a doğrudan bakar, yüzünde şaşkın ve biraz öfkeli bir ifade vardır.] Ama bunu hak ediyorum, siz de bunu görüyorsunuzdur.
DR THOMAS: [Kısa bir düşünme arası verir.] Sanki senin bir parçanın, duygulardan konuşmaya, sadece konuşmaya, kusurlu olmaya dair bir meselesi var gibi… Merak ediyorum, bu parça insan olmaya dair nelerden rahatsız?
RALPH: [Sanki bir anda duraklar.] Hmm… sanırım hep şöyle bir ses vardı kafamda: “İnsanlar güçlü olmalı, saçmalamamalı. Sen güçsüzsün, sürekli dırdır ediyorsun, kes artık.” Bu sadece… beni utandırıyor… bu duygu ne… bu zorluklarımla ilgili devamlı söylendiğim dırdır ettiğim için nerdeyse kendimden tiksiniyorum
DR THOMAS: Ah, tamam – bu senin bir yönün hakkında önemli bir bilgi ve bunu fark etmeye başlamamız önemli. Sanırım bu konuya tekrar tekrar dönmemiz gerekecek. İçinde ne kadar sık oluyor bu ses – “dırdır etme, zayıfsın” diyen bu yön?
RALPH: Sanırım neredeyse sürekli oluyor.
DR THOMAS: Bu yüzden depresif hissetmen ve az önce bahsettiğin gibi neredeyse kendinden tiksinmen hiç şaşırtıcı değil…
Bunun hakkında daha fazla şey söyleyebilir misin?
[Seans devam eder.]
Bu alıntıda, Dr. Thomas depresif benlik temsiline destek olmaya çalıştığında (“Kendini bu şekilde aşağılaman korkunç olmalı…”), hasta, sanki Dr. Thomas onun ne kadar yetersiz olduğunu göremeyecek kadar aptalmış gibi tepki verir. Depresif taraflara destek sunmak makul ve insani bir ilk adım olsa da, bazı kişilerde bu yalnızca eleştirel iç nesneyi kışkırtabilir. Bunun yerine, terapinin daha serbest ve akışkan hale gelmesi, terapistin aynı zamanda eleştiren nesneye de seslenmesiyle mümkün olabilir. Dr. Thomas da tam olarak bunu yapmaya çalışır; Ralph’ın duygular hakkında konuşmasına karşı çıkan bu içsel kısmına doğrudan seslenerek, onun ne gibi endişeleri olduğunu araştırır (“Bu yönünü rahatsız eden şey ne olabilir…?”).
Yukarıdaki alıntının devamında, seans terapistin eleştirel iç nesneye dair farkındalık kazandırmaya çalışmasıyla sürer. Bu süreç, terapistin bu içsel nesneye dair Ralph’ın aklına gelenlerle, bu nesneyle birlikte ortaya çıkan duygularla ve Ralph’ın kendini “söyleniyor” diye azarladığında diğer parçalarının nasıl hissettiğiyle ilgilenmesini içerir. Zamanla Ralph, kendisiyle kurduğu ilişki biçiminin daha fazla farkına varmaya ve buna ilgi göstermeye başlar.
Kişinin içsel yapılarının ne kadar köklü olduğuna bağlı olarak, terapinin her aşamasında hastanın kendine yönelik itirazları ilerlemeyi durdurabilir. Her yeni içgörüde ya da değişim olasılığında, eleştiren iç nesne ve yerleşik savunmalar öne çıkabilir; bunun sonucunda ilgili benlik parçaları depresif, kötü, utanç dolu hissedebilir ve bu duygulara sahip olmamaları gerektiğini düşünebilir. Bu nedenle, eleştirel iç nesnenin bir zamanlar ne işlev gördüğünü ve hâlâ ne işlev görmeye çalıştığını anlamak ve bu nesneyle empati kurmak önemli olabilir. Ancak aynı zamanda bu varoluş biçiminin bedellerine ve değişime dair kaygı ile korkulara da dikkat etmek gerekir (bkz. Bölüm 8, “Çalışma Süreci” kısmı).
Terapist ayrıca hastanın anlatı ve iletişimlerindeki hareketleri veya diğer sesleri, özellikle de halihazırda var olan veya gelişmekte olan daha ılımlı veya şefkatli nesne ilişkilerini dinler. Bu daha ılımlı nesne ilişkileri, daha köklü “eski yollar” ile birlikte aktif duruma gelebilirse, sorunlu dinamiğin yoğunluğunu sağaltabilir.
Son Sözler
Psikodinamik yaklaşım, depresif/depresyon yaratan durumların semptomlarının arkasında yatan anlamları ve ilişkileri anlama potansiyeli sunar; duyguları canlı ve etkin bir içsel dünyanın parçası olarak konumlandırır. Bu bölüm, depresyonla başvuran kişilerde gözlenen yaygın gelişimsel temalara ve terapötik durumlara dayanarak konuya geniş bir perspektiften yaklaşmıştır.