“Kendine, zihninin en derinliklerine kadar, dürüstçe ve korkusuzca bak.”
Yazarın Notu
Bu üzerinde çalışılan metin, çağdaş psikodinamik düşünceye jargondan arındırılmış bir giriş sunmaktadır. Hem eğitimdeki bireyler hem de diğer terapi yaklaşımlarında eğitim almış uygulayıcılar için tasarlanmıştır. Bu metni yazmamın sebebi, mevcut kitapların öğrencilerimin ihtiyaçlarını karşılamıyor olmasıdır. Birçok klasik psikanalitik terapi tanıtımı güncelliğini yitirmiştir. Onlar, bugünün değil, onlarca yıl öncesinin psikanalitik düşüncelerini tasvir etmektedir. Diğer bazı kitaplar ise aşırı derecede jargon içermekte veya çoğu çağdaş okuyucunun sahip olmadığı bir ön bilgiye sahip olduğunu varsaymaktadır. Bazı kitaplar ise belirli bir psikanalitik ekolü diğerlerine üstün kılmaya çalışan yanlı bir gündeme sahiptir, ancak öğrencilerin bu tür içsel teorik tartışmalara çekilmesi onlara yardımcı olmaz. Son olarak, bazı başarılı kitaplar bile ilgi duyan ve anlayışlı bir okuyucuyu hedef alarak yazılmıştır, ki bu genellikle doğru bir varsayım değildir. Birçok öğrenci, psikanalitik düşünce hakkında oldukça fazla dezenformasyona maruz kalmış ve bu yaklaşıma hatalı ve olumsuz önyargılarla yaklaşmaktadır.
Başlık, tevriyedir (double entendre /iki anlamlı söz) . “O zaman öyleydi, şimdi böyle” ifadesi, psikanalitik terapinin temel bir amacına; insanların geçmiş deneyimlerinin bağlarından kurtulmasına ve bugünü daha dolu bir şekilde yaşamasına yardımcı olmaya işaret eder. İnsanlar genellikle “olan”a değil, “olmuş olana” tepki verirler ve psikanalitik terapi bu konuda yardım etmeyi hedefler. Başlık ayrıca, son yıllarda psikanalitik düşüncede meydana gelen köklü değişimlere de atıfta bulunmaktadır. Birçok kişi için “psikanaliz” terimi, günümüz uygulayıcılarının düşündükleri ve yaptıklarıyla pek az ilgisi olan, yüzyıl öncesine ait klişeleri çağrıştırmaktadır.
Bu bölümler, bir kitabın başlangıcı olarak tasarlandı. Belki birgün tamamlarım, ancak bu proje şu an için ikinci planda. Şimdilik elimizde olan bu kadar. Jonathan Shedler, Nisan, 2010
Bölüm 1
Yanlış Anlamaların Kökenleri
Psikanalitik psikoterapi, tüm terapi türleri arasında en yanlış anlaşılanı olabilir. Klinik psikoloji doktora öğrencileri için psikanalitik terapi üzerine bir ders veriyorum ve bu öğrencilerin birçoğu, zorunlu olmasa derse katılmazdı. Derse, öğrencilerden psikanalitik terapi hakkındaki inançlarını yazmalarını isteyerek başlıyorum. Çoğu, son derece yanlış önyargılar ifade ediyor. Bu önyargılar, psikanalitik uygulayıcılarla birebir karşılaşmalardan değil, medyadaki tasvirlerden, psikanalitik kavramlara derslerinde değinen ancak bunları pek anlamayan lisans düzeyi psikoloji profesörlerinden ve yarım yüzyıl öncesinde güncelliğini yitirmiş psikanalitik teorilerin karikatürlerini sunan ders kitaplarından kaynaklanıyor.
Daha akılda kalıcı yanlış anlamalardan bazıları şunlardır: Psikanalitik kavramların yalnızca ayrıcalıklı ve zengin insanlara uygulandığı; psikanalitik kavramların ve tedavilerin ampirik desteğe sahip olmadığı (ampirik kanıtların kapsamlı bir incelemesi için bkz. Shedler, 2010); psikanalistlerin her şeyi seks ve saldırganlığa “indirgediği”; hastaları yalnızca maddi kazanç için uzun süreli tedavide tuttukları; psikanalitik teorilerin cinsiyetçi, ırkçı veya sınıfçı olduğu (tercihinize göre başka bir politik olarak yanlış sıfat da ekleyebilirsiniz); psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un kokain bağımlısı olduğu ve teorilerini bu maddenin etkisi altında geliştirdiği; çocuk tacizcisi olduğu [ Ivy League (ABD’nin kuzeydoğusunda akademik ve sosyal alanda prestijleriyle tanınan fakülte ve üniversitelerden oluşan bir grup) mezunu bir öğrenci, bu garip fikri bir profesöründen öğrenmişti) ]; ve sanki psikanalitik bilgi 1900’lerin başından bu yana hiç ilerlememiş gibi “psikanalitik” ve “Freudyen” terimlerinin eş anlamlı olduğu.
Çoğu psikanalitik terapistin, (kokteyl partilerinde fazlasıyla sık karşılaşılan) “Siz bir ‘Freudyen’ misiniz?” sorusuna nasıl yanıt vereceğini bilmediği bir gerçektir. Bu sorunun anlamlı bir yanıtı yoktur ve şahsen, verdiğim herhangi bir cevabın yanlış anlaşılmaya yol açacağından korkarım. Temel bir açıdan bakıldığında, aslında tüm ruh sağlığı profesyonelleri bir anlamda “Freudyen”dir; çünkü Freud’un kavramlarının birçoğu, psikoterapinin genel kültürüne adeta asimile olmuştur. Pek çok Freudyen fikir bugün o kadar sıradan, sağduyulu ve kabul edilmiş görünmektedir ki, bunların aslında Freud’dan kaynaklandığını ve ortaya çıktığı dönemde radikal olduğunu insanlar fark etmez.
Örneğin, çoğu insan travmanın duygusal ve fiziksel semptomlara yol açabileceğini, erken yıllardaki bakımın yetişkin yaşamımızı derinden etkilediğini, insanların karmaşık ve sıklıkla çelişkili motivasyonlara sahip olduğunu, çocukların cinsel istismarının yaşandığını ve bunun yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini, duygusal zorlukların konuşarak tedavi edilebileceğini, bazen kendimizde görmek istemediğimiz şeyler için başkalarını suçladığımızı, terapistlerin danışanlarla cinsel ilişkiye girmesinin istismarcı ve yıkıcı olduğunu varsayar. Bunlar ve psikoterapi kültüründe sıradan hale gelmiş daha birçok fikir aslında “Freudyen”dir. Bu anlamda, her çağdaş psikoterapist, kabul etse de etmese de (eyvah eyvah) bir Freudyen’dir. Hatta danışanlarla düzenli olarak planlanan randevularla görüşme pratiği bile Freud ile başlamıştır.
Bir başka açıdan bakıldığında, “Freudyen misiniz?” sorusu yanıtlanamaz bir sorudur çünkü hiçbir çağdaş psikanalitik terapist bir “Freudyen” değildir. Demek istediğim, psikanalitik düşüncenin Freud’un zamanından bu yana köklü bir şekilde evrimleştiğidir—ki bunu çoğu ders kitabını okuyarak öğrenmeniz pek mümkün değildir. Son yıllarda, teori ve pratikte büyük değişimler yaşanmıştır. Alan, Freud’un tarihsel yazılarından çok daha farklı ve çeşitli yönlerde gelişmiştir. Bu anlamda, kimse Freudyen değildir. Psikanaliz sürekli olarak yeni modeller ve paradigmalar geliştirmeye devam etmektedir. Psikanalitik düşüncenin gelişimi, fizik biliminin Newton ile sona ermediği ya da psikolojide davranışsal geleneğin Watson ile sona ermediği gibi, Freud ile sona ermemiştir.
Psikanaliz içinde farklı ve bazen sert bir şekilde bölücü görüşlere sahip birden fazla düşünce okulu vardır ve birinin size bir konu hakkında “psikanalitik görüşü” söyleyebileceği fikri hem eski moda hem de oldukça naiftir. Psikanaliz içinde, yalnızca terapilerin en eski geleneği olduğu için, diğer herhangi bir terapi okulundan daha fazla çeşitlilik bulunabilir. Bir psikanaliste “psikanalitik bakış açısını” sormak, bir felsefe profesörüne bir sorunun “felsefi cevabını” sormak kadar anlamlı olabilir. Zavallı profesörün yalnızca kafasını hayretle sallayıp nereden başlayacağını merak ettiğini hayal ediyorum. Psikanaliz için de durum aynıdır. Psikanaliz tek bir teori değil, insan işleyişinin bir veya başka bir yönünü aydınlatmayı amaçlayan bir dizi farklı teoriler bütünüdür.
Ne değildir?
Psikanalizin ne olmadığına açıklık getirmek, ne olduğunu açıklamaktan daha kolay olabilir. Başlangıç olarak, çağdaş psikanaliz bir “id, ego ve süperego” teorisi değildir (bu terimler, bu arada, Freud tarafından kullanılmamıştır; bir çevirmen tarafından kullanılmıştır). Ayrıca, bir “fiksasyon” teorisi ya da cinsel ve saldırgan dürtüler, bastırılmış anılar, Oedipus kompleksi, penis kıskançlığı/hasedi (penis envy) veya hadım edilme/kastrasyon kaygısı hakkında bir teori de değildir. Bu fikirlerin her birinden vazgeçilebilse de, psikanalitik düşünce ve terapinin özü bozulmaz. (Şaşırdınız mı?) Bazı psikanalistler bu kavramların bazen faydalı olduğunu düşünebilir, ancak birçok psikanalist bunların tamamını reddeder.
Üniversitede psikanalizin id, ego ve süperego hakkında bir teori olduğunu öğrendiyseniz, hocalarınız size yanlış bilgi vermiştir. Psikanalitik düşünceyi anlamak için psikoloji dersi hiç almadığınızda daha iyi hazırlanmış olabileceğinizi söylemekten dolayı üzgünüm. Zihnin bu belirli modeli (buna “yapısal teori” denir) uzun zaman önce yerini başka teorilere ve modellere bırakmıştır (örneğin Person, Cooper, & Gabbard, 2005). Bu konu, çağdaş psikanalitik yazında, tarihi bağlamlar dışında neredeyse hiç ele alınmamaktadır.
20. yüzyılın sonlarına doğru, teorinin en güçlü savunucusu, sonunda bunun psikanalizle ilgisi olmadığını savunmuştur (Brenner, 1994). Psikoloji ders kitapları, id, ego ve süperego’nun yapısal teorisini sanki bu psikanalizle özdeşmiş gibi sunduğunda, buna gülmek mi, yoksa ağlamak mı gerektiğini bilemiyorum.
Bu kadar çok ders kitabının neden bu kadar demode ve tamamen yanlış olduğu sorusu haklı bir sorudur. Öğrencilerin ders kitaplarının doğru ve güvenilir olmasını beklemeleri için her türlü hakları vardır. Kısa cevap olarak, psikanaliz akademik dünyadan bağımsız olarak gelişmiştir ve çoğunlukla bağımsız enstitülerde yerleşmiştir. Karmaşık tarihsel sebeplerle, bu enstitüler genellikle oldukça kapalıydı ve yıllarca psikanalistler, fikirlerini kendi kapalı çevrelerinin dışındaki insanlara erişilebilir kılmak için pek bir şey yapmadılar. Bazı psikanalitik enstitüler aynı zamanda en kötü anlamda kibirli ve dışlayıcıydı ve diğer ruh sağlığı profesyonellerini yabancılaştırma konusunda takdire şayan bir iş çıkardılar. Bu durum, Amerikan psikanalitik enstitülerinin, bir tıp hiyerarşisi tarafından domine edildiği bir dönemde gerçekleşti (tarihi bir bakış için bkz. McWilliams, 2004). Psikanalitik enstitüler değişti, ancak diğer ruh sağlığı profesyonellerinde yarattıkları düşmanlık, muhtemelen uzun yıllar boyunca devam edecektir. Bu düşmanlık, birçok kuşak boyunca yetiştirilenler arasında aktarılmış ve her kuşak, hocalarının tutumlarını modellemiştir.
Akademik psikoloji, psikanalitik psikoterapinin yaygın yanlış anlaşılmasını sürdürmede de rol oynamıştır. Akademik psikolojide, psikanalitik fikirleri küçümseyen bir kültür gelişmişti—daha doğrusu, psikanalitik fikirler yerine bu fikirlerin yanlış anlaşılmış stereotipleri ve karikatürleri—ve psikanalitik terapistlerin gerçekten ne düşündüklerini ve ne yaptıklarını öğrenmeye pek de çaba harcamadılar. Birçok akademik psikolog, psikanalizi bir rakip ya da savunmasız bir figür olarak kullanmakla yetinmişti. Ölü teorisyenlerle yapılan tartışmalarda düzenli olarak “kazandılar”, çünkü söz konusu teorisyenler orada değildi ve görüşlerini açıklayamayacaklardı (ölü insanlarla tartışmak oldukça kolaydır). Birçok akademik psikolog hala psikanalitik kavramların karikatürlerini ve psikanalizin çoktan geride bıraktığı eski teorileri eleştirmektedir (bkz. Bornstein, 1988, 1995; Hansell, 2005). Maalesef, çoğu akademik psikolog yüzyıldan fazla bir süredir psikanalizdeki gelişmeler hakkında hiçbir fikre sahip değildi.
Aynı durum, son yıllarda psikanalitik yönelimli öğretim üyelerinin toptan tasfiye edildiği ve farmakolojik yönelimli hale gelen psikiyatri bölümlerinde de mevcuttur; öyle ki, birçok psikiyatrist artık hastalara reçete yazmayı gerektirmeyen durumlarda herhangi bir şekilde, nasıl yardım edeceğini bilmemektedir. İlginçtir ki, etkili bir psikofarmakolog olmak, psikanalitik terapinin gerektirdiği becerilerin çoğunu içerir – örneğin, yakınlık kurma, çalışma ittifakı oluşturma, hastaların doğrudan ifade edemeyeceği şeyler hakkında sağlam çıkarımlar yapma ve psikotropik ilaç alma konusunda neredeyse değişmez bir şekilde ortaya çıkan fantezileri ve dirençleri anlama becerisi. Psikiyatri stajyerleri arasında hastaları anlamanın daha kapsamlı yollarına ve biyolojik indirgemeci tedavi yaklaşımlarına alternatiflere yönelik bir açlık var gibi görünüyor.
Hocalarınızın sizi yanıltmış olduğunu keşfetmek, özellikle bu hocalara hayranlık duyduysanız, hayal kırıklığı yaratabilir. Şu anda bilişsel çelişki yaşıyor olabilirsiniz (ve bilişsel çelişki kuramı, burada sağlanan bilgiyi çelişkiyi çözmenize yardımcı olabileceği için göz ardı etme isteği duyabileceğinizi öngörür). Kendi deneyimimi hatırlıyorum; hayran olduğum hocaların beni yanlış yönlendirdiğini kabul etmekle ilgili yaşadığım mücadeleyi. Bu hocalara saygı duymak, onların görüşlerini paylaşmak, onlardan biri olmak istiyordum.
Aynı zamanda, onlar gibi düşünmek ve onların inandığı şeylere inanmak, kendimi daha büyük ve önemli hissetmeme neden oluyordu, ve gözlerimde onlar küçüldüğünde, ben de kişisel olarak küçülmüş hissediyordum. Bu tepkinin yalnızca bana özgü olmadığını düşünüyorum. Bazen, “psikanalitik” etiketli fikirlere kulak tıkayan başka düşünceli ve açık fikirli öğrencilerin bu nedenle olduğunu merak etmişimdir.
Terminoloji üzerine bazı yorumlar
Bu kitapta “psikanalitik” ve “psikodinamik” terimlerini birbirinin yerine kullanıyor olacağım. Psikodinamik terimi, II. Dünya Savaşı sonrasında tıp eğitimi üzerine bir konferansta ortaya atılmış ve psikanalitik ile eşanlamlı olarak kullanılmıştı. Bu terimi benimseyenlerin amacının, psikanalitik eğitimin psikiyatri ihtisası müfredatında yer bulmasını sağlamak olduğu söyleniyor, “psikanaliz” teriminin bazı psikiyatri eğitim yöneticileri tarafından endişeyle karşılanabileceği düşünülerek bu adım atılmıştı (R. Wallerstein, kişisel iletişim; Whitehorn ve ark., 1953). Kısacası, psikodinamik terimi bir nevi bir hiledir. Zaman içinde, psikanalitik kavramlar ve yöntemlere dayanan ancak haftada beş gün süren terapi seanslarını içermeyen veya bir kanepeye uzanmayı gerektirmeyen çeşitli tedavi yaklaşımlarına atıfta bulunmak için evrimleşmiştir.
Bazı psikanalistleri rahatsız etme riskini göze alarak, psikanaliz ile psikanalitik psikoterapi arasındaki farklar hakkında birkaç kelime de söylemek gerekir. Psikanalizde seanslar haftada üç ila beş gün yapılır ve hasta bir kanepeye yatar. Psikanalitik psikoterapide ise seanslar genellikle haftada bir veya iki kez yapılır ve hasta bir sandalyeye oturur. Bunun ötesinde, farklar belirsizdir. Psikanaliz, bir anatomi pozisyonu değil, kişilerarası bir süreçtir. Bu, hasta ile terapist arasındaki özel bir etkileşimi ifade eder. Hasta sıkça gelir ve yatarak seans yaparsa, bu etkileşimi kolaylaştırabilir, ancak bu ne gerekli ne de yeterlidir. Sık yapılan görüşmeler, kısmen, hasta sık geldiğinde terapiste karşı daha yoğun duygular geliştirdiği için faydalıdır ve bu duygular, anlam ve değişim sağlama amacıyla yapıcı bir şekilde kullanılabilir. Yatmak da bazı hastalar için faydalı olabilir çünkü yatmak (başka birine bakmak yerine) daha serbest bir şekilde düşüncelerin dolaşmasına imkan tanıyan bir hayal kurma hali yaratır. Bu konuları bir sonraki bölümde ele alacağım.
Ancak, uzanmak ve sık sık bir araya gelmek psikanalizin özü değil, sadece aksesuarlarıdır (bkz. Gill, 1983). Kanepeyle ilgili olarak, psikanalistler artık uzanmanın psikanalitik çalışmayı kolaylaştırdığı kadar engelleyebileceğini de kabul etmektedir (örneğin, Goldberger, 1995). Görüşme sıklığına gelince, haftada dört randevuya giden birinin “psikanalizde” olduğunu, ancak üç randevuya giden birinin olamayacağını iddia etmek saçmadır. Genel olarak, bir hasta ne kadar sık gelirse, deneyimi o kadar zengin olur. Ancak haftada beş seansa katılan ve bir kanepeye uzanan hastalar vardır ve psikanalitik sürece uzaktan yakından benzeyen hiçbir şey olmaz. Diğerleri haftada bir veya iki seansa katılır ve bir sandalyede oturur ve psikanalitik bir sürecin gerçekleştiğine dair hiçbir şüphe yoktur. Bu gerçekten terapistin kim olduğu, hastanın kim olduğu ve aralarında ne olduğu ile ilgilidir.
Son olarak, genellikle “danışan” yerine “hasta” terimini kullanacağım. Gerçekte, her iki kelime de problematik olsa da, “hasta” bana daha az olumsuz gibi görünüyor. “Hasta” kelimesinin orijinal anlamı “acı çeken kişi”dir. Ancak bazıları için bu kelime, hiyerarşik bir güç ilişkisini ima etmekte veya otoriter doktorların, güçsüz alıcılar üzerinde işlemler yaptığı görüntüleri çağrıştırmaktadır. Bu çağrışımlar rahatsız edicidir çünkü psikanalitik terapi, iki insan arasında, hiçbiri gerçeğe ayrıcalıklı erişime sahip olmayan, ortak ve işbirliğine dayalı bir çabadır. Diğer taraftan, “danışan” terimi, psikoterapinin ciddiyetini veya terapistlerin üstlendiği büyük sorumluluğu hakkıyla yansıtmaz. Kuaförüm, muhasebecim ve yoga öğretmenim “danışan”lara sahiptir, ancak bildiğim kadarıyla hiçbiri intihar eğiliminde birini hastaneye kaldırmamış, bir psikozla boğuşan birinin korkmuş aile bireyinden acil bir gece telefonu almamış veya babası tarafından tecavüze uğramış birinin deneyimini anlamaya çalışırken zorlanmamıştır.
Her iki kelime de ideal değildir ve saygı duyduğum bazı meslektaşlarım bir kelimeyi, bazıları ise diğerini tercih etmektedir. Ben kendi tercihimin nedenlerini açıklamaya çalıştım. Hasta kelimesinden hoşlanmayan okuyucular diledikleri yerde danışan kelimesini kullanabilirler. Terminoloji seçimi, seçimimizin anlamları ve sonuçları üzerinde düşünmekten daha az önemlidir.( Nancy McWilliams (kişisel iletişim) birçok kişinin tıbbi değil, ticari metaforu daha fazla şefkat ve insanlıkla ilişkilendirmesinin ironik olduğunu belirtiyor. Danışan diye çevirdiğimiz aslında client yani müşteri olarak da çevirilebilir)
Bölüm 2
Temeller
Eğer psikanaliz id, ego ve süperego, fiksasyonlar ya da bastırılmış anılar hakkında bir teori değilse, o zaman ne hakkındadır? Aşağıdaki fikirler çoğu psikanalitik uygulayıcının düşüncesinde merkezi bir rol oynar. Bu fikirler iç içe geçmiş ve birbiriyle örtüşmektedir; bunları yalnızca didaktik bir kolaylık sağlamak amacıyla ayrı ayrı sunuyorum.
Bilinçdışı Zihinsel Yaşam
Kendi kalbimizi ve zihnimizi tam olarak bilemeyiz ve birçok önemli şey farkındalık dışında gerçekleşir. Bu gözlem artık, en katı gerçekçi empiristler için bile tartışmalı değildir. Bilişsel bilim araştırmaları, düşünme ve hissetme süreçlerinin büyük bir kısmının bilinçli farkındalık dışında gerçekleştiğini tekrar tekrar göstermiştir (örneğin, Bargh & Barndollar, 1996; Kahneman, 2011; Nisbett & Wilson, 1977; Westen, 1998; Wilson, Lindsey, & Schooler, 2000). Genelde bilişsel bilimciler “bilinçdışı” kelimesini kullanmaz, bunun yerine “örtük” zihinsel süreçler, “prosedürel/işlemsel” bellek gibi terimlere başvururlar. Terimlerin ne olduğu önemli değildir. Önemli olan, hafıza, algı, yargı, duygu ve motivasyon süreçlerinin bir kısmının bilinçli bir şekilde erişilemez olduğu kavramıdır.
Bununla birlikte, psikanalitik tartışmalar bilinçdışı zihinsel yaşam hakkında bilişsel bilimcilerin genellikle vurgulamadığı bir şeye dikkat çeker: Sadece zihnimizi tam olarak bilmediğimiz değil, aynı zamanda bilmek istemediğimiz şeylerin de var olduğudur. Bazı şeyler tehdit edici, çelişkili ya da bizi bir şekilde savunmasız hissettirebilir; bu nedenle, onlardan kaçınma eğilimi gösteririz.
Kariyerimin başlarında dokunaklı bir örnekle karşılaşmıştım. Bir kişilik gelişimi araştırma projesinde katılımcılarla görüşmeler yapıyordum ve görevim, her bir katılımcının kişisel geçmişi hakkında olabildiğince fazla bilgi edinmekti. Genel olarak bu görüşmeler kolaydı. Çoğu insan, kendilerine saygılı, anlayışlı, söylediklerine gerçekten ilgi duyan ve gizlilik yemini etmiş biriyle konuşmaktan, biraz cesaretlendirme ile keyif alır. Ancak, bir görüşme garip bir şekilde sıkıcıydı. Görüşmeciye, ona “Jill” diyelim, sorularıma neşeli ve iş birliği içinde yanıt veriyor gibi görünmesine, çekici ve zeki bir kişi olmasına rağmen Jill’e hiç bağlanmış hissetmedim.
Yavaş yavaş fark ettim ki, Jill’in sorularıma verdiği yanıtlar bir dizi soyutlama, klişe ve basmakalıp ifadelerden ibaretti. Jill ya da onun için önemli olan insanlar hakkında fikir edinemiyordum.
Konuşmamız aşağı yukarı şu şekildeydi:
“Bana kız kardeşinizden biraz daha bahsedebilir misiniz? Nasıl biri ve nasıl bir ilişkiniz var?”
“Nevrotik biri.”
“Ne şekilde nevrotik?”
“Bilirsiniz, her zamanki gibi nevrotik.”
“Her zamanki gibi “nin ne olduğundan emin değilim. Nasıl nevrotik olduğunu anlamama yardımcı olabilir misiniz?”
“Siz bir psikologsunuz, ‘nevrotik’in ne anlama geldiğini biliyorsunuz. Onu tanımlamak için en iyi kelime bu. Eminim onun gibi pek çok insan görmüşsünüzdür.”
Bir çok soruların sonucunda, Jill nihayet kız kardeşinin kindar olduğunu ve babaları hakkında onu utandırmak amacıyla kötü şeyler söylediğini anlattı. Jill, babasını nazik, şefkatli ve bu kadar düşmanca ve nankör bir davranışı hak etmeyen biri olarak tarif etti. Jill’den kız kardeşinin şikayet ettiği şeylerin somut bir örneğini defalarca istedim . Sonunda, Jill bir olay anlattı: O beş, kız kardeşi ise yedi yaşındayken gerçekleşmişti. Aile sahildeydi ve kız kardeşi “huysuz ve kışkırtıcı” davranıyordu. Jill’in nazik ve şefkatli babası sinirlenmiş ve yedi yaşındaki kızını suyun altında o kadar uzun süre tutmuştu ki, neredeyse boğuluyordu. Jill bu hikayeyi anlatırken, tamamen kız kardeşinin ne kadar kışkırtıcı olduğuna odaklanmıştı. Az önce bir çocuk istismarı örneği anlatmış olduğunun tamamen farkında görünmüyordu. Jill, kız kardeşinin “nevrotik” olduğunu düşündüğü başka örnekler de verdi ve bunların hepsi babasının dehşet içinde kontrolünü kaybetmesiyle sonuçlanıyordu.
Jill’in beni yanıltmaya ya da gerçeği saklamaya çalıştığı hissine kapılmadım. Çarpıcı olan, Jill’in bu olaylardan kız kardeşinin nevrotik olduğu dışında çıkarılabilecek başka sonuçlar olduğunun farkında değil gibi görünmesiydi. Bu, bilmek istemediğimiz şeyler olduğunu söylerken kastettiğim türden oldukça dramatik bir örnektir.
Lütfen bu hikayenin psikanalizin lisans ders kitaplarında ve medya tasvirlerinde çok fazla ilgi gören ve çağdaş psikanalitik terapi ile neredeyse hiçbir ilgisi olmayan bir kavramı olan “bastırılmış anılar” ile hiçbir ilgisi olmadığını unutmayın.
Psikanalitik tedavinin amacı bastırılmış anıları ortaya çıkarmak değildir, 1900’lerin başından beri de olmamıştır. İnsanların şimdi ve buradaki deneyimlerinin daha fazla farkında olmalarına yardımcı olarak özgürlük ve seçimi genişletmektir. Bildiğim kadarıyla, “sahte anılar” hakkındaki yaygın tartışmalarda yer alan terapistlerin hiçbiri psikanalist değildi.
Jill’in sorunu, hatırlamaması değildi. Aksine, anıları son derece netti. Sorun, Jill’in olaylara tek bir yorumla saplanıp kalması ve deneyimlerine alternatif bakış açıları geliştirmeyi kendisine hiç izin vermemiş olmasıydı. Bu katı tutum, kuşkusuz bir zamanlar Jill için bir amaç hizmet etmiş olabilir. Örneğin, küçük bir çocukken, korkutucu derecede güvensiz bir ortamda, çaresizce ihtiyaç duyduğu bir güvenlik ve emniyet duygusunu korumasını sağlamış olabilir.
Bu durum, psikanalitik psikoterapide önemli bir kavramla örtüşüyor: Çoğu psikolojik zorluk, bir zamanlar yaşamın zorluklarına uyum sağlayan çözümlerdi. Bu çözümler maliyetli olsa da, sonuçta çözüm olarak işlev görmüşlerdi. Sorunlar, koşullar değiştiğinde ve eski çözümler artık işe yaramadığında ya da kişinin kendisine zarar verici hale geldiğinde, fakat yine de onları uygulamaya devam ettiğimizde ortaya çıkar.
Çatışma halindeki zihin
Bir diğer temel kabul de insanların bazı şeyler hakkında iki (veya daha fazla) fikir sahibi olabileceğidir. Aynı kişiye karşı hem sevgi dolu hem de nefret dolu duygular besleyebiliriz, bir şeyi arzularken aynı zamanda ondan korkabiliriz ve birbiriyle çelişen şeyleri arzulayabiliriz. İnsanların karmaşık ve çoğu zaman çelişkili duygu ve güdülere sahip olduğunun kabul edilmesinde gizemli hiçbir şey yoktur. Şairler, yazarlar ve genel olarak düşünen insanlar bunu her zaman bilmiştir. Psikanaliz, içsel çelişkiler hakkında konuşmak için bir kelime dağarcığı ve acıları hafifletmeye yardımcı olabilecek şekillerde çelişkilerle çalışma teknikleri sağlamıştır. George Bernard Shaw bir keresinde şöyle yazmıştı: “Bilgelik, iki çelişkili fikri aynı anda aklında tutabilme ve yine de işlevini sürdürebilme yeteneğidir.” Psikanalitik psikoterapi bu tür bir bilgelik biçimini geliştirmeyi amaçlar.
Ambivalans ve çatışma terimleri, içsel çelişkilere atıfta bulunur. Bu bağlamda çatışma, insanlar arasındaki bir karşıtlığa değil, zihinlerimizin içindeki çelişki veya uyumsuzluğa işaret eder. Çelişkiyi çözme çabası içinde, duygularımızın bir yönünü inkâr ederek—yani bilinçli farkındalığın dışında bırakarak—hareket edebiliriz. Ancak, inkâr edilen duygular her halükarda “sızmanın” bir yolunu bulur.
Sonuç olarak, kendi kendimizle çelişen şekilde hareket edebiliriz. Hastalarıma bazen kullandığım bir benzetme, bir ayağınız gazda, diğer ayağınız frenin üzerindeyken araba kullanmak gibidir. Sonunda bir yere varabiliriz, ancak bu, fazlasıyla gereksiz sürtünme, yıpranma ve yorgunluk yaşamadan olmaz.
Pek çok insan, yakınlık konusunda çatışma yaşar. Hepimiz, yakın bir ilişki arzuladığı hâlde sürekli olarak erişilemez insanlara romantik bir ilgi geliştiren birini tanıyor gibiyizdir. Bu tür eğilimler, yakınlık isteği ile bağımlılık korkusu arasında bilinçdışı bir uzlaşmayı temsil edebilir.
Bir arkadaşım, her zaman birden fazla kişiye aynı anda romantik ilgi duyuyor gibiydi. Hangi kişinin kendisi için “doğru” olduğuna karar verememekten büyük bir sıkıntı yaşardı. Ancak aynı anda iki kişiyle bir şeyler yaşaması, her ikisiyle de daha derin bir ilişki geliştirmesini engelliyordu.
İlk hastalarımdan biri, bakım ve ilgiye olan arzusunu tanımak veya kabul etmekte zorlanıyordu. Bu arzuları zayıflıkla eşdeğer tutuyor ve soğuk, uzak ve hatta düşmanca olan kadınları tercih ediyordu. Bu kadınlar, onun ilgi ve şefkat ihtiyacını uyandırmadıkları için, rahatsız edici arzularını tetiklemiyorlardı. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, samimi ilişkilerinden tatmin olamıyordu. Terapisi sırasında, duygusal sıcaklığa olan arzusunu fark etti ve ancak o zaman sevgi dolu ve şefkatli bir partner seçebildi.
Bir çiftin her iki üyesi de yakınlık konusunda çatışma yaşadığında, genellikle bir döngü içinde birbirlerine yaklaşır ve tekrar uzaklaşırlar. Bir partner diğerini kovalar, diğeri ise geri çekilir, ve bu döngü sürekli devam eder. Deborah Luepnitz (2002) psikanalitik terapi üzerine tam da bu ikilemi vurgulayan Schopenhauer’in Kirpileri başlıklı etkileyici bir kitap yazmıştır. Kitap, Schopenhauer’in soğuk bir geceyi ısıtarak geçirmeye çalışan kirpi hikâyesine atıfta bulunur. Kirpiler birbirlerine yakınlaşarak ısınmaya çalışırlar, ancak dikenlerini birbirlerine batırırlar. Bu yüzden birbirlerinden uzaklaşmak zorunda kalırlar ama kısa süre sonra tekrar soğur ve ısınma ihtiyacı duyarlar. Yeniden yakınlaşırlar, yeniden birbirlerine dikenlerini batırırlar ve döngü başa döner.
Öfke ile ilgili çatışmalar da oldukça yaygındır. Özellikle belirli bir tür depresif kişilik özelliğine sahip olan bazı insanlar, başkalarına karşı öfkelerini kabul etmekte veya ifade etmekte zorlanır; bunun yerine, kendilerine cezalandırıcı ve yıkıcı bir şekilde davranırlar. William Styron, depresyonun birinci ağızdan anlatıldığı “Karanlık Gözükünce: Bir Delilik Güncesi” (Darkness Visible: A Memoir of Madness) adlı eserinde, 25.000 dolarlık bir edebiyat ödülünü kazandıktan sonra ödül çekinin kaybolduğunu anlatır. Sonrasında, çeki kaybetmesinin tesadüfi bir durum olmadığını; bunun, derin bir öz-eleştiri ve değersizlik duygusunun yansıması olduğunu keşfeder.
Öfke duygularını inkar etmenin birçok nedeni vardır. Bu duyguların intikam veya misilleme ile sonuçlanacağından korkabiliriz, öfkemizin sevdiğimiz birine zarar vereceğinden endişe edebiliriz, reddedilme veya terk edilme korkusuyla hareket edebiliriz, öfke duyguları kendimizi sevgi dolu biri olarak tanımladığımız kimliğimizle çelişebilir, bizden bakım gören birine karşı düşmanca duygular beslemenin suçluluk veya utanç hissettirebileceğini düşünebiliriz. Bir keresinde, ailesi Holokost’tan sağ kurtulmuş ve oğullarının daha iyi bir yaşam sürebilmesi için büyük fedakârlıklar yapmış bir adam tedavi etmiştim. Ailesi, onun tıp fakültesine gitmesi ve başarılı bir kişi olabilmesi için uzun saatler boyunca düşük ücretli işlerde çalışmıştı. Bu şartlar altında, ebeveynlerden birine öfke duymak, ezici bir suçluluk duygusu uyandırırdı. Hastam, ne ebeveynlerine karşı ne de başkalarına öfke duygularını kabul edebiliyordu; ancak arkadaşlarına, meslektaşlarına ve kendisine oldukça kötü davranıyordu. Uzun bir çaba sonucu, öfkesini kabul edebilmeyi, sevgi ve minnettarlığın öfke ve kırgınlıkla bir arada var olabileceğini fark edebilmeyi başardı. Ebeveynlerine duyduğu öfkenin, onlara olan sevgisini, onların yaşadığı acı için duyduğu üzüntüyü veya onların fedakârlıklarına duyduğu takdiri azaltmadığını anlamaya başladı.
Bazı insanlar, reddedilen öfkeyi pasif-agresif davranışlarla ifade ederler (bu da, psikanalitik terimler arasında, terapinin daha geniş kelime dağarcığına dahil olmuş bir terimdir). Örneğin, aile akşam yemeğini düzenli olarak mahvetmek, aynı anda hem aileye olan bağlılıklarını hem de içerdikleri öfkeyi ifade ediyor olabilir. Yemeği hazırlamak sevgi ve bağlılık gösterir; ama yenilemez hale getirmek öfkeyi ifade eder. Annem de sık sık öfkesini pasif-agresif bir şekilde ifade ederdi, örneğin insanları bekleterek. Havaalanına beni almaya gelmeyi kabul ederdi ama genellikle iki saat geç gelirdi. Zihninde, beni havaalanında karşılamak, kendisini sevgi dolu ve özverili bir anne olarak görmesiyle tutarlı bir bağlılık eylemiydi. Geç kalmak ise koşullara bağlıydı. Ne yazık ki, aynı “koşullar” tekrar tekrar ortaya çıkardı. Annemin öfkesinin kaynağı şüphesiz pek çoktu, ancak öfkenin bir kaynağının, aslında ilk etapta benim evden ayrılmış olmamdı.
Bu bölümü düzenlerken, bir kafede dizüstü bilgisayarımda çalışırken karşılaştığım cazip bir ambivalans örneği vardı. Yaklaşık on beş aylık bir kız çocuğu, bitişikteki masadan gelip yerdeki güzel bir dalı aldı ve büyük bir gülümsemeyle bana uzattı. “Teşekkür ederim” dedikten hemen sonra onu almak için uzandım, ancak o, belirgin bir keyifle dalı hemen çekip geri aldı. Benzer davranışları yetişkinlerde de sıkça karşılıyorum, fakat genellikle bu kadar sevimli olmuyor.
Son olarak, daha açıkça “klinik” bir örnek olarak bulimia hastalarında görülen çatışmayı ele alabiliriz. Bir yandan, aşırı yeme, her şeyi yeme isteğini ve belki de içsel bir boşluğu doldurmayı ifade ediyor olabilir. Bu belirti, “O kadar ihtiyaç içindeyim ve umutsuzum ki asla doyamam” gibi bir mesaj veriyor gibidir. Kusma, çatışmanın diğer yüzünü temsil eder ve “Hiçbir ihtiyacım yok. Kontrol bende ve hiçbir şeye ihtiyacım yok” gibi bir mesaj taşır. Tabii ki, işler genellikle bundan daha karmaşıktır ve içsel (ya da psikolojik) çatışmalar genellikle sadece iki yüzeyle sınırlı değildir. Bu örnek, aşırı yeme ve kusma davranışlarının ardında yatan birçok olası anlamdan yalnızca ikisini gösteriyor. Psikolojik semptomlar genellikle birden çok nedene sahip olur ve birden çok amaca hizmet eder. Biz, bu çok anlamlılık durumunu “aşırı belirleme” ve “çoklu işlev” terimleriyle tanımlarız. Bu terimleri yakında tekrar ele alacağız.
Psikolojik zorlukların yaratılmasında içsel çatışma veya çelişkinin rolünü açıkça ele alan ilk kişiler psikanalitik terapistlerdir, ancak her terapi geleneğinin çatışmayı şu veya bu şekilde ele alması dikkat çekicidir. Bilişsel terapistler çelişkili inançlardan veya şemalardan, davranışçılar yaklaşma/kaçınma çatışmasından veya kısa vadeli ve uzun vadeli pekiştiricilere yanıt vermekten, hümanist terapistler rakip değer sistemlerinden ve sistem odaklı teorisyenler rol çatışmasından bahsedebilir. İçsel çatışmanın insanlık durumunun bir parçası olduğuna dair evrensel bir kabul vardır.
Bilişsel bilimci Daniel Kahneman, “Sistem 1” ve “Sistem 2” adını verdiği, birbirine rakip bilişsel karar verme süreçlerini tanımlayan ampirik araştırmalarıyla Nobel Ödülü kazanmıştır (Kahneman, 2003, 2011). Sistem 1, sezgisel ve otomatik çalışır ve yeni bilgilere veya değişen koşullara karşı nispeten duyarsızdır. Bu sistemin işlemleri genellikle hızlı, otomatik, çaba gerektirmeyen, çağrışımcı, örtük (iç gözleme kapalı) ve sıklıkla duygusal olarak yüklüdür (vurgu eklenmiştir). Buna karşılık, “Sistem 2’nin işlemleri daha yavaş, sıralı, çaba gerektiren, daha fazla bilinçli olarak izlenen ve kasıtlı bir şekilde kontrol edilen” işlemlerdir (Kahneman, 2003, s. 697). Bu bilişsel sistemler birlikte çalışır ve sıklıkla çelişkili sonuçlar üretir. Bu tür çelişkiler, beynin yapısında köklenmiş olabilir; farklı karar verme sistemleri sırasıyla bazal gangliya ve prefrontal korteksin faaliyetlerini yansıtabilir.
Bilişsel bilimden, titizlikle kontrol edilen deneylere dayanan bu bulgular, Freud’un onlarca yıl önce bilinçli ve bilinçdışı zihinsel süreçlere dair tanımlamalarıyla çarpıcı paralellikler taşımaktadır. Temel psikanalitik varsayımları çürütmek bir yana, bilişsel bilim ve sinirbilimdeki araştırmalar, bu varsayımların birçoğuna ampirik bir temel sağlamıştır. Ayrıca, psikanalitik düşünürlerin zihinsel süreçler ve etkili müdahale konusundaki anlayışlarını daha da geliştirmelerine yardımcı olmaktadır (ör. Gabbard & Westen, 2003; Westen & Gabbard, 2002a, 2002b).
Geçmiş, günümüzde yaşamaya devam eder.
En erken deneyimlerimiz aracılığıyla, dünyanın nasıl işlediğine dair belirli şablonlar veya senaryolar öğreniriz (bir bilişsel terapist bunlara şemalar diyebilir). Örneğin, başkalarından ne bekleyeceğimizi, ilişkilerde nasıl davranacağımızı, ilgi ve şefkati nasıl çekeceğimizi, biri bize kızdığında nasıl hareket edeceğimizi, biz kızgın olduğumuzda kendimizi nasıl ifade edeceğimizi, insanları nasıl gururlandıracağımızı, başarmanın ve başarısızlığın nasıl hissettirdiğini, sevmenin ne anlama geldiğini ve daha fazlasını öğreniriz. Hayatımız boyunca bu şablonları veya senaryoları yeni durumlara uygulamaya devam ederiz, genellikle artık geçerli olmadıklarında bile. Bunun başka bir şekilde ifade edilişi, şimdiyi geçmiş deneyimlerin merceğinden görmemiz ve bu nedenle geçmişin belirli yönlerini tekrar etme ve yeniden yaratma eğiliminde olmamızdır. William Wordsworth’un sözleriyle, “çocuk, adamın babasıdır.”
Geçmişi yeniden yaratmamıza dair örnekler bolca bulunabilir. Örneğin; küçük bir kız çocuğunun babası duygusal olarak mesafelidir. Bu nedenle, onun sevgiye dair erken deneyimleri, ince bir duygusal mahrumiyet hissiyle birlikte gelir. Yetişkinlikte, kendisini duygusal olarak tepkisiz erkeklere çekilirken bulur; duygusal olarak erişilebilir erkekler ise onu ilgilendirmez ya da heyecanlandırmaz. Bu modeli terapide de yeniden yaratabilir. Erkek terapisti dikkati dağılmış ya da sıkılmış gibi göründüğünde, onu güçlü ve önemli olarak algılarken, terapist şefkatli ve ilgili göründüğünde, onu sıkıcı, sıradan ve kendisi için faydasız biri olarak görebilir.
Annesinin tüm ilgisini sadece fiziksel olarak hasta olduğunda gören bir çocuk düşünün. Bu zamanlarda annesi onun üzerine titrer ve onu rahatlatır. Yetişkinlikte, kocası tarafından ihmal edildiğini hissettiğinde fiziksel semptomlar geliştirebilir, bu kocasının sevgi dolu ilgisini ortaya çıkarmak için bilinçsiz bir çabadır. (Ne yazık ki kocası ona sevgi dolu bir ilgiyle karşılık vermiyor ve bu da onu kelimelere dökemeyeceği şekilde kafasının karışmasına ve ihanete uğramış hissetmesine yol açar). Terapide fiziksel semptomlarından bahsediyor ve duygularını dile getiremiyor gibi görünüyor. Terapistinin öncelikle ağrı ve sızılarıyla ilgilendiğini varsayıyor ve duyguları hakkında konuşmaya davet edilmesinden dolayı kafası karışmış görünüyor.
Başka bir kişi çocuklukta fiziksel ve cinsel istismar mağduru olmuştur. Hayatındaki rollerde istismarcılar, kurbanlar ve kurtarıcılar yer alır. Yetişkinlikte, bu rol kalıplarını yeniden oluşturarak kendini ihanete uğramış ve mağdur hissettiği durumlara girer, kendisini kurtaracak birini arar ve sonra bu kişiyle kurban ve istismarcı rollerini yeniden canlandırır. Terapide, başlangıçta terapistini idealize eder ve onu bir kurtarıcı olarak görür. Terapist, onun idealizasyonuna ve yoğun ihtiyacına yanıt olarak ekstra seanslar planlar, seansların süresini uzatır, geç saatlerde gelen telefon aramalarını kabul eder ve seansların sonunda sarılma taleplerine isteksizce boyun eğer.
Zamanla, terapist kendini tükenmiş hisseder ve sınırları yeniden tesis etmeye çalışır. Bu noktada danışan, terk edilmiş, ihanete uğramış ve öfkeli hisseder. Terapistine karşı etik şikayette bulunur, profesyonel sınır eksikliğini özellikle vurgular (böylece kendisi istismarcı, terapist ise kurban haline gelir) ve ilk terapistten aldığı zarar için kendisini kurtaracak başka bir deneyimsiz terapist bulur. Bu senaryo aşırı görünebilir, ancak deneyimli bir terapist bu kalıbı tanıyacaktır (ör. Davies & Frawley, 1992; Gabbard, 1992). Bu, borderline kişilik organizasyonu gösteren bazı danışanlar için karakteristik bir örüntüdür.
Geçmiş deneyimlerin merceğinden olayları algılamak ve yorumlamak kaçınılmazdır. Başka bir şekilde işlev göstermek mümkün değildir. Geçmiş deneyimler, güncel deneyimleri bağlamsallaştırır ve algılarımızı, yorumlarımızı ve tepkilerimizi şekillendirir. Çocukluğunda sevildiğini, değer verildiğini ve desteklendiğini hisseden bir kişi, eşinin ölümü ile bir süre derin bir üzüntü duyar, yas sürecinden geçer, ancak sonunda yeniden sevebilme kapasitesine ulaşır.
Buna karşın, çocukluğunu bir dizi başarısızlık, reddedilme ve kayıp olarak deneyimleyen bir kişi de eşinin ölümünü yaşar. Bu kayıp, onun için önceki kayıplarının bir tekrarı ve yaşam çabalarının yalnızca hayal kırıklığıyla sonuçlanacağının bir kanıtı haline gelir. Bu kişi acı dolu, öfkeli bir depresyona girer ve toparlanamaz. Her iki durumda da dışsal “nesnel” kayıp deneyimi aynı olsa da, olayın psikolojik anlamları oldukça farklıdır.
Her terapi ekolü, geçmişin şimdinin üzerindeki etkisini ele alır. Bilişsel terapistler, yeni deneyimlerin mevcut şemalara nasıl entegre edildiğini tartışabilir; sistem odaklı terapistler, aile dinamiklerinin kuşaklar boyunca tekrarlanmasına dikkat çekebilir; davranışçılar ise koşullanma geçmişi ve uyaran genellemesinden bahsedebilir. Psikanalitik psikoterapinin hedefi, geçmiş deneyimlerin bağlarını gevşetmek ve yeni yaşam olasılıkları yaratmaktır.
Aktarım
Terapinin başlangıcında, birey yeni bir durum ve ilişki içine girer ve bu yeni kişiyi—terapisti—ve yeni durumu anlamlandırmak için daha önce geliştirdiği şablonları, senaryoları veya şemaları doğal olarak kullanır. Başka bir seçenek yoktur; bu yeni ilişkiyi geçmiş ilişkilerinin merceğinden görmek bir tercih değil, kaçınılmaz bir durumdur. Bu nedenle, aynı terapiste gelen farklı hastalar, tamamen farklı tepkiler gösterebilir.
Terapinin başında tüm hastalarıma benzer şekilde yaklaşırım. Onları selamlar, bir koltuğa oturmalarını önerir ve neden geldiklerini anlatmalarını isterim. Ancak, hastaların gözünde aynı kişi olmam. Bazıları beni tavsiye ve rahatlık sunacak bir otorite figürü olarak görür, bazıları ise içsel sırlarını hemen anlayacak her şeyi bilen biri olarak. Kimileri beni etkileyip yenmek istedikleri bir rakip, kimileri beceriksiz bir başarısız, kimileri tehlikeli bir düşman, kimileri memnun etmek istedikleri eleştirel bir ebeveyn, kimileri ise çekici ve cazip bir figür olarak görebilir. Kimileri ise soğuk ve tepkisiz biri olarak algılar.
Terapinin ilerlemesiyle bu ve daha binlerce farklı yapı ortaya çıkar. Uzun süre terapi yapmış herhangi bir terapist, hastalarımızın bizden ne kadar farklı tepkiler aldığını, kendimizi algılayışımızla ya da başkalarının bizi farklı bağlamlarda algılayışıyla hastaların algılarının nasıl çeliştiğini fark etmeden edemez.
Tersine durumlar da geçerlidir ve genellikle çok daha rahatsız edici olabilir. Bazı danışanlar, terapistin gerçek sınırlılıklarını, kırılganlıklarını ve güvensizliklerini şaşırtıcı bir hassasiyetle fark eder ve neredeyse lazer gibi bir kesinlikle bunların üzerine giderler. (Ancak bu, ileriki bir bölümde ele alınacak bir konudur.)
Lisansüstü eğitimdeyken bir arkadaşım, soyadı “Hiller” gibi bir şeye benzeyen bir terapist ile terapiye başlamıştı. Çoğu kişinin gözünde Dr. Hiller, nazik, şefkatli, hatta biraz çekingen ve alçakgönüllü bir insandı. Ancak arkadaşım, terapi sürecinin bir döneminde onu agresif bir eziyetçi olarak algıladı ve yarı şaka yollu ona “Hitler” adını taktı. Arkadaşımın bu algısı zamanla değişti, ancak bu aşamadan geçmesinin önemli olduğunu ve terapistinin bu algıya tahammül edebilmesinin hayati olduğunu düşünüyorum. Dr. Hiller, arkadaşımı aksi yönde ikna etmeye çalışmak yerine, onun bu algısını kabul etti ve sabırla bu algının ardındaki düşünceleri, duyguları ve anıları keşfetti.
Aktarım terimi, terapötik ilişki bağlamında mevcut beklentilerin, şemaların, senaryoların, korkuların ve arzuların aktive olmasına özel olarak atıfta bulunur. Hasta, terapisti erken dönemdeki önemli ilişkilerinin merceğinden görür. Psikoanalitik terapide, hastalarımızın bizi algılayış biçimleri tedaviyle ilgili rastlantısal veya bu algılar, çalışmanın engelleri ya da dikkat dağıtıcı unsurları değildir. Aksine, terapinin kalbinde yer alır. Eski kalıplar, senaryolar, beklentiler, arzular, şemalar (ne derseniz deyin) terapötik seansta “canlanıp” aktif hale geldikleri için, biz de hastalara bunları incelemelerine, anlamalarına ve yeniden şekillendirmelerine yardımcı olabiliyoruz.
Yakın zaman önce, alkolik (ve muhtemelen bipolar) babası tarafından duygusal ve fiziksel olarak kötü muameleye uğramış bir hastayla terapi yaptım. Babası, onu küçücük bir öfkelendirmesi ile azarlamış, utandırmış ve dövmüştü. Hastanın insanlara güvensizlik ve şüpheyle yaklaşmasına rağmen, bana anlatması önemli bir şeydi. Bir diğer önemli nokta, bu ilişki biçimi terapide hayat bulduğunda ve bana, sanki ben öngörülemez, öfkeli bir düşmanmışım gibi tepki vermeye başladığında, durum çok daha farklı hale geldi. Bilinçli olarak, beni, onun çıkarlarını gözeten bir müttefik olarak görüyordu (ve bana yardımım için iyi para ödüyordu). Aynı zamanda, bana her söylediğini, onu incitmek için bir silah olarak kullanacağımdan korkarak, kendini benden “korumak” için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu şekilde tepki vermesi otomatikti ve refleksifti; tepkileri o kadar yerleşmişti ki, bunların olağan dışı olduğunu fark etmiyordu.
Hastamın bana karşı olan tutumunu terapinin önündeki bir engel olarak görmedim. Aksine, bu ilişki modelinin yeniden yaşanması ve üzerinde çalışılması, onun iyileşmesinin merkezindeydi. Defalarca, olabildiğince nazik bir şekilde, bana tepkilerini sanki ben tehlikeli bir düşmanmışım gibi gösterdiğini belirtirdim. “Babandan yardım istediğinde seni küçümsemişti. Yaşadıkların göz önüne alındığında, şimdi benim de sana aynı şekilde davranmamı beklemen anlaşılabilir,” derdim. Veya, “Bana şunu söylüyorsun: İşimiz senin için hiçbir anlam ifade etmiyor, bir daha beni hiç görmemenin senin için önemi yok. Belki de beni hayal kırıklığına uğratıp, sana zarar vereceğimi düşünüp, kendini korumak için beni reddediyorsun,” diye eklerdim.
Zaman içinde bana (ve hayatındaki diğer önemli insanlara) olan ilişkilerinde, başka bir kişiyle, başka bir zaman ve başka bir yerde yaşanan bir duruma göre davrandığını entelektüel bir şekilde değil, anında ve duygusal olarak etkileyici bir şekilde anlamaya başladı. Yavaşça, olaylara dair beklentilerini, tepkilerini ve yorumlarını sorgulamaya başladı. Ayrıca, şüphelerini, suçlamalarını ve öfke patlamalarını karşılık vermeden ve geri çekilmeden (en azından çoğu zaman) göğüsledim. Bu nedenle, ilişkimiz yeni ve farklı bir tür ilişki için bir örnek oluşturdu. Zamanla, ilişkileri farklı bir perspektiften görmeye başladı. Dünya daha az tehlikeli hissetmeye başladı ve ilişkileri daha tatmin edici hale geldi.
Psikoanalitik terapide, hastalarımızın beklentilerinin, şemalarının veya kalıplarının tedavi sürecinde belirginleşmesini sağlayacak şekilde her şeyi bilinçli olarak düzenleriz. Başka bir deyişle, aktarımların açığa çıkmasına ve somut hale gelmesine olanak tanımaya çalışırız. Psikoanalitik terapinin temel özelliği, aktarımı (ve ayrıca karşı aktarımı—yani, bizim hastalarımıza karşı duyduğumuz duygusal tepkileri) kullanarak hastayı anlamak ve değişim sağlamak için bir araç olarak kullanmamızdır. Psikoanalitik psikoterapinin temel ilkelerinden biri, sorunlu ilişki desenlerinin terapist ile olan ilişkide yeniden ortaya çıkmasıdır. Bu, hastalarımızı tanıma ve müdahalelerimizi hedefleme şeklimizdir.
Ampirik araştırmalar, en etkili terapistlerin, hangi tür terapiyi uyguladıklarını düşünseler de aktarımı tanıyıp bunu terapötik olarak kullananlar olduğunu göstermektedir. Enrico Jones ve meslektaşları (Ablon & Jones, 1998; Jones & Pulos, 1993), Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü Depresyon Tedavisi İşbirliği Araştırma Programı’ndan psikoterapi seanslarının kayıtlarını inceleyerek, terapistlerin kullandığı müdahale türlerini değerlendiren 100 değişken üzerinden seansları puanladılar. En iyi sonuçları elde eden terapistler, hastalarının terapi seanslarındaki duygusal tepkilerini sürekli olarak fark eden ve bu tepkileri hastalarının hayatlarındaki diğer önemli kişilerle olan tepkileriyle ilişkilendiren terapistlerdi. Bu durum, aktarımın değişim mekanizması olarak “resmi” olarak tanınmadığı manuelize edilmiş bilişsel-davranışçı terapi (BDT) uygulayan terapistler için de geçerliydi. Terapistler etkili oldular çünkü çalışma protokolü tarafından belirtilen manuelize müdahalelerden sapmışlardı.
Şöyle bir soru adil olacaktır. Terapinin kendine özgü bir yanı, güçlü aktarım tepkilerini tetikler mi, yoksa aktarım her ilişkide yaygın mıdır? Cevap her ikisi de doğrudur. Tüm ilişkileri erken dönemdeki önemli ilişkilerimizin merceklerinden görürüz. Aynı zamanda, terapi özellikle olgunlaşmamış ve güçlü duyguları tetikleyebilir. Bunun nedeni, terapinin sadece başka herhangi bir ilişki olmamasıdır. Terapi, çaresiz yardıma ihtiyacı olan bir kişiyle yardım sunmaya çalışan bir kişi arasındaki sürekli bir ilişkidir. Bu durum, güçlü özlemleri ve bağımlılığı doğrudan harekete geçirir. Aslında, terapi durumu, erken dönemdeki bakım verenlerimizle olan ilişkilerimizi psikolojik olarak yeniden yaratır ve dolayısıyla özel bir regresif bir çekim yaratır. Terapist, çözülmemiş isteklerin ve korkuların mıknatısı haline gelir. Terapi, ilk bakım verenlerimize karşı bir zamanlar deneyimlediğimiz tüm bozulmamış duyguları uyandırabilir, bunlar arasında omnipotens beklentileri, güçlü özlemler, sevgi ve nefret de bulunur. Terapist, terapistin rolündeki gücü tanımadığı takdirde, başı dertte demektir.
Terapinin diğer yönleri de regresif bir çekim uygular. Daha sık yapılan görüşmeler, aktarım duygularını yoğunlaştırır. (Bu, psikanalitik terapinin haftada birkaç kez yapılan görüşmelerle daha fazla şey başarabilmesinin bir nedenidir. Aynı şekilde, daha fazla zorluk yaşayan bazı hastalar, bu yoğunluğu tolere edemez ve haftada bir veya iki kez yapılan tedavilerde daha iyi sonuç alırlar.) Terapideki iletişimin büyük ölçüde tek yönlü olması da regresif fantezileri teşvik eder. Olağan sosyal etkileşimde, insanlar sırayla bilgi paylaşır, ancak terapide hasta çoğunlukla konuşur. Terapist, hastanın yaşamı hakkında çok şey öğrenirken, hasta terapistin yaşamı hakkında pek bir şey bilmez. Bilgi eksikliğinde, insanlar boşlukları kendi arzuları, korkuları ve beklentileriyle doldurmaya eğilimlidirler (tıpkı Rorschach kartlarında gördüğümüz şekillerin, gerçek mürekkep lekeleri kadar bizimle ilgili şeyler ortaya koyması gibi).
Birçok terapi okulu, artık insanların terapistleriyle olan ilişkilerinde sorunlu ilişki kalıplarını yeniden yarattıklarını ve bunun terapötik amaçlar için kullanılabileceğini kabul etmeye başlamıştır. Bilişsel terapistler, hastalarının terapiste karşı duygusal tepkilerine, bu tepkileri terapötik işten sapmalar olarak görmek yerine, giderek daha fazla odaklanmaktadırlar (Safran, 1998; Safran & Segal, 1990). “Radikal davranışçı” olarak kendilerini tanımlayan öğrencilerimin, bir “Klinik olarak İlgili Davranış” kısaca KİD kavramını tartıştıklarını duyduğumda ise biraz şaşırmıştım. KİD, terapistle terapi seansında sergilenen semptomatik bir davranış örneği olarak tanımlanır—diğer bir deyişle, aktarım. Radikal davranışçılık perspektifinden bakıldığında, etkili müdahale, hastaların KİD’lerini tanımalarına ve yeni ilişkiler kurma yolları geliştirmelerine yardımcı olmayı içerir (Kohlenberg & Tsai, 1991). Terapinin farklı okulları arasında böyle bir yakınsama şaşırtıcı değildir. Aynı psikolojik ikilemleri anlamaya çalışan düşünceli profesyonellerin, nihayetinde benzer fikirlerde birleşmeleri mantıklıdır. Ancak, itiraf etmeliyim ki, başka terapi geleneklerinin takipçilerinin, psikanalitik uygulayıcıların nesiller boyu fark ettikleri olgulara yeni isimler uydurup, bunları yeni keşifler gibi tartışmaları beni rahatsız etmektedir.
Bu bölümde aktarımı ele alırken, psikanalitik düşüncenin daha yeni, postmodern akımlarını göz ardı etmemek gerekir; bu akımlar, aktarımı yalnızca hasta tarafından yaratılan bir şey olarak gören önceki, mekanistik ve artık çoktan reddedilmiş görüşlere bir düzeltme ekler. Dogmatik, otoriter ve kendini sorgulamayan bir terapistin elinde (ki bu tutumların hiçbir terapötik yaklaşımda yeri yoktur), aktarım kavramı yanlış kullanılabilir. En kötü senaryoda, bu kavram, hastanın bizim sınırlamalarımızı ve başarısızlıklarımızı suçlamak için bir yol haline gelebilir. Örneğin, bir terapist bir hastaya umursamaz bir şekilde davrandığında, ortaya çıkan kırgınlık ve öfkenin, patolojik bir “aktarım” bozulması olarak yorumlanması, psikanalitik tekniğin bir suiistimali olurdu. İlişkisel ve intersubjektif yaklaşımları savunan postmodern psikanalistler (daha önce bahsettiğim psikanalitik teorilerin çeşitliliğini hatırlayın) bize, hastanın tepkilerinin bir boşlukta meydana gelmediğini ve hasta ile terapistin birbirlerini karmaşık bir şekilde karşılıklı olarak etkilediklerini hatırlatır. Aslında, her etkileşimi birlikte inşa ediyorlar veya birlikte yaratıyorlar.
Psikanalitik literatürde bu konu etrafında fırtınalar kopmuştur, ancak burada bunları ele almamız gerekmez. Gözlemlenen gerçektir ki, hastalar kişisel geçmişlerini terapötik etkileşime getirir, erken ilişki kalıpları yeniden aktive olur ve oynatılır, çözülmemiş kırgınlıklar ve özlemler terapiste yönlendirilir. Aynı şekilde, terapistin etkileşime girme ve tepki verme şekli, terapötik etkileşimi şekillendirir ve hangi kalıpların, nasıl devreye gireceğini etkiler. Bu sadece hastalar için değil, terapistler için de geçerlidir; terapistler de geçmişlerini danışma odasına getirir.
Savunma
Bir şeyleri bilmemeyi tercih ettiğimizi fark ettiğimizde, bunun nasıl gerçekleştiğini düşünmeye başlarız. Bir kişinin dikkatini rahatsız edici veya uyumsuz bir şeyden uzaklaştırmaya yönelik her türlü davranışın, bir savunma işlevine hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Savunma süreçlerinde gizemli bir şey yoktur. Savunma, bir şeyi fark etmiyor olmak, bir şeyi düşünmemek, iki artı ikiyi birleştirmemek ya da basitçe başka bir şeyle kendimizi oyalamak kadar basittir. Psikanalist Herbert Schlesinger (2004), savunmayı sistemler teorisi bağlamında tanımlamıştır. Sistemler (biyolojik ve psikolojik), dengeyi veya homeostazı korumak için kendilerini düzenler (örneğin, biyolojik düzenleyici süreçler, dış sıcaklıkta önemli değişikliklere rağmen vücut sıcaklığımızı 37 derece santigrat civarında tutmaya çalışır). Bir şey, düşünme, hissetme ve algılama şekillerimizle o kadar uyumsuz hale gelir ki, psikolojik dengeyi bozacaksa, bu tür şeyleri genellikle reddeder, yok sayar, göz ardı eder, küçümser ya da başka bir şekilde inkâr ederiz. Aile sistemleri terapistleri, işlevsiz aile kalıplarını sürdüren homeostatik süreçleri bozarak sistemin daha uyumlu bir şekilde yeniden organize olmasını beklerler. Benzer şekilde, psikanalitik terapistler, yaşamda sorunları sürdüren homeostatik süreçleri bozmaya çalışırlar.
Eski psikanalitik yazılarda düşüncelerin ve duyguların baskılanmasından bahsedilir, ancak artık bu terimi özellikle faydalı bulmuyorum ve benim izlenimime göre çağdaş psikanalitik yazarlar da daha uygun kelimeler aramaktadır. Bu kelimenin basit, sıradan ve yaygın bir şeyi gizlemek için kullanıldığını düşünüyorum. Bruno Bettelheim (1982), “baskılamak” kelimesinin Freud’un kullandığı Almanca kelimenin kötü bir çevirisi olabileceğini savunmuş ve bunun yerine “disavow/inkar” kelimesinin daha yardımcı bir çeviri olacağını önermiştir. Sözlüğümde “inkar (disavow)” kelimesinin tanımı, “bilgi sahibi olmamak, sorumluluk taşımamak veya ilişkilendirilmemek; reddetmek” olarak verilmektedir.
Deneyimlerin inkârı (disavowal of experience) oldukça yaygındır. “Bilinçdışı zihinsel yaşam” başlığında örnek olarak kullandığım Jill, babasının istismarcı olduğunu kabul etmeyi inkâr etti. Ailesi hakkında düşündüğü şeyleri genel ifadelerde tutarak ve detaylara odaklanmayarak bu farkındalığa karşı direnç gösterdi. İnsanlar, el üstünde tuttukları inançlarını sorgulamak gerekliliği doğuracak detaylara dikkat etmek yerine genellemeler yapar ve konuşurlar. Jill, genellemeleri bilinçli olarak yapmıyordu. Bunu alışkanlıkla ve otomatik olarak yapıyordu, ne yaptığının farkında değildi. Bu, kişiliğinin bir parçası haline gelmişti. Görüşmemizin ilerleyen kısımlarında, Jill babasının şiddetle kontrolden çıkmış olduğunu fark etmeye başladı. Çirkin gerçeği gözler önüne serdikten sonra bile, Jill psikolojik dengeyi korumak amacıyla bunun önemini küçümsemeye çalıştı. Babasının kız kardeşini neredeyse boğarak öldürebileceği hikâyesini benim ciddiyetle ele aldığımı fark ettiğinde, Jill hızla kendini ve beni teselli etmeye çalışarak, olayın özel bir anlamı olmadığını belirtti. Yine kız kardeşinin ne kadar kötü davrandığını vurgulayarak, “Herkesin babası bunu yapmaz mıydı?” diye ekledi.
Daha önce, ilgi ve şefkate duyduğu arzuyu fark etmekte ve kabul etmekte zorlanan, sürekli soğuk ve mesafeli kadınları seçen bir hastadan bahsetmiştim. Bu partner seçimleri, nazik ve sevgi dolu kadınların kendisinde uyandırdığı zorlu duygulardan kaçınmasına yardımcı olduğu için savunmacı bir işlev görüyordu. Kendini güçlü, dayanıklı ve bağımsız biri olarak görmeye çalışıyordu ve daha nazik, daha hassas yanını inkâr ediyordu. Beni terapist olarak sevmesinin sebebi; daha önce gördüğü ve hızla uzaklaştığı “yumuşak” ve “fazla duygusal” terapistin aksine, beni mantıklı ve kararlı biri olarak algılamasıydı.
Herhangi bir düşünce ya da duygu, bir diğerini savunma mekanizması olarak kullanılabilir. Öfke duyguları, terk edilme ya da reddedilme hislerine karşı bir savunma işlevi görebilir; depresyon, öfkeye karşı bir savunma olabilir; kibir, kendinden tiksinme duygusuna karşı bir kalkan olabilir; kafa karışıklığı, acı veren gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmamıza yardımcı olabilir; mantığa sıkı sıkıya sarılmak (örneğin, Star Trek’teki Spock karakteri gibi), öfke ya da aşağılanma duygularını görmezden gelmemize olanak tanıyabilir.
İstenmeyen bir özelliğimizi kendimizde fark etmeyip hızla başkalarına atfedebiliriz (yansıtma/projection). Bir tutumu, onun zıttını vurgulayarak gizleyebiliriz; örneğin, pornografi karşıtı kampanya yürüten bir kişinin, protesto edip kınamak amacıyla pornografik materyaller arayarak aslında kendi pornografi merakını açığa vurması gibi (karşıt tepki geliştirme/ reaction formation). Gözümüzün önündeki bilgileri dikkate almamayı seçebiliriz; anoreksik kızının açlıktan ölmekte olduğunu fark etmeyen bir ebeveyn ya da hastasının intihar planına dair göndermelerini duymayan bir terapist gibi (inkâr/denial). Duygusal açıdan yüklü konulara soğukkanlı ve soyut bir şekilde yaklaşabiliriz; örneğin, âşık olup olmadığına bir maliyet-fayda analizi yaparak karar vermeye çalışan bir hastam gibi (entellektüelleştirme). Korkularımız olmadığını kendimize kanıtlamak için korktuğumuz duruma düşüncesizce atılabiliriz (karşıt-fobik davranış/couentrphobic behavior). Duygularımızı yanlış kişiye yönlendirebiliriz; kocasının sadakatsizliğini fark etmeyen ama onun bir arkadaşının bir ilişki yaşadığını öğrenince öfkelenen kadın gibi (yer değiştirme/displacement). Dayanamadığımız duyguları başka birine yükleyebilir ve sonra bu duyguları o kişide yönetmeye çalışabiliriz (yansıtmalı özdeşim/projective identification). Davranışlarımızdan sorumluluğu reddedip kontrolümüz dışındaki koşullara bağlayabiliriz (dışsallaştırma/externalization). Rahatsız edici olanı engellemek ya da inkâr etmek için sonsuz derecede yaratıcı yollar bulabiliriz.
Son yıllarda psikoterapiyi oldukça zorlaştırabilen, özellikle rahatsız edici bir savunma biçimiyle karşılaştım. Depresyondaki bir hasta, ilk görüşmemizde zorluklarının bir “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını söyleyebilir. Bu genellikle, algılarının, beklentilerinin, seçimlerinin, çatışmalarının, ilişki kalıplarının ya da anlaması ve değiştirmesi kendi gücü dahilinde olan herhangi bir şeyin acısını yaratabileceği, sürdürebileceği ya da kötüleştirebileceği olasılığını göz önünde bulundurmak istemediği anlamına gelir.
Zorluklarının tamamen bir “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını ısrarla dile getiren bu tür danışanlar, genellikle kendilerini incelemek istemediklerini bize belirtmektedirler. Bu, özellikle tehlikeli bir savunma mekanizmasıdır çünkü ilaç şirketlerinden (duygusal acıyı biyolojik bir hastalık olarak sunma konusunda açık bir ekonomik teşvikleri olan) ve genellikle güvendikleri doktorlardan (ki bu doktorlar da bilgilerini çoğunlukla aynı ilaç şirketlerinden alır) gelen mesajlarla desteklenmektedir.
Bu tür danışanlar, acılarında psikolojik bir bileşenin varlığını kabul etmeyi, dayanılmaz bir zayıflık veya kişisel başarısızlık itirafı olarak görebilirler. Bu tutumun altında yatan sert öz-yargı ve kendini kınama, depresyonu sürdüren tam da bu şey olabilir, ancak kendilerini inceleme konusundaki isteksizlikleri, değişime yol açacak türde bir terapinin önünde engel oluşturabilir.
Bu gibi durumlarda, danışanların inançlarına doğrudan meydan okumak yerine, meraklarını ve kendilerini sorgulama kapasitelerini başka yollarla harekete geçirmeyi daha etkili buluyorum. (Bu noktada, biyolojik faktörleri göz ardı etmemiz ya da farmakolojik tedavi seçeneklerinden yararlanmamamız gerektiğini öne sürmediğimi belirtmeliyim. Ancak biyolojiye yönelik bir takdirin, psikolojik fenomenlere karşı sağır ve kör olmamıza yol açmaması gerektiğini savunuyorum.)
Lisans düzeyindeki psikoloji ders kitapları genellikle savunma mekanizmalarını sıralar, ancak bu sunumlar nadiren psikanalitik terapinin daha derin bir anlayışını teşvik eder. “Savunma mekanizması” terimiyle ilgili bir zorluk, kulağa mekanik gelmesi ve zihinsel yaşamın mekanik olmaktan son derece uzak olmasıdır. Ayrıca, “mekanizma” terimi bir isim olduğu için, savunmanın bir şey olduğu izlenimi verir. Oysa savunmayı, bir fiil olarak, insanların yaptığı bir şey olarak düşünmek daha faydalıdır.
Bir diğer sorun, savunma mekanizması teriminin ayrık bir süreç ya da olay izlenimi vermesidir ki bu da tam olarak doğru değildir. Ayrık olaylar olmaktan ziyade, savunma yolları yaşamlarımızın dokusuna işlenmiş olup, düşünme, hissetme, davranma, başa çıkma ve ilişki kurma biçimlerimizde yansır. Savunma biçimlerimiz, kalıcı kişiliğimizin ya da karakterimizin bir parçası haline gelir.
Örneğin, bazı insanlar karakteristik olarak detaylara dalar ve bütünü gözden kaçırır. Somut detaylara odaklanmak, zorlayıcı duygulara odaklanmayı engeller. Diğer insanlar ise detaylara hiç odaklanamaz. Kendilerine ve başkalarına dair algıları yüzeysel ve kaygısız görünür. Bu savunmacı tarz, rahatsız edici gerçeklerden dikkati uzaklaştırabilir. Bazı insanlar, kendilerini üstün hissederek ve kibirli davranarak, farkındalıktan uzak tutmaya çalıştıkları boşluk veya yetersizlik duygularını bastırabilir. Bazı insanlar ise kendi ihtiyaçlarına kronik olarak ilgisiz kalır, ancak bunun yerine başkalarına özen gösterir (bu, ruh sağlığı uzmanları arasında yaygın bir örüntüdür). Savunma ve kişilik ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir.
Psikanalitik psikoterapi, deneyimlerimizin belirli yönlerini nasıl reddettiğimizi fark etmemize yardımcı olur ve amacı, bize ait olanı sahiplenmemize veya yeniden sahiplenmemize yardımcı olmaktır. Bu süreç, özgürlük ve seçim alanını genişletir. Daha önce otomatik ya da zorunlu gibi görünen şeyler, bilinçli tercihler haline gelir ve yaşam seçenekleri çoğalır. Ancak, özgürlük ve seçim kendi ikilemlerini de beraberinde getirir. Seçimle birlikte sorumluluk gelir ve bu sorumluluk bazen korkutucu olabilir. Bu nedenle, sorumluluğu reddetme arzusu, değişime karşı önemli bir direnç kaynağı olabilir.
Erica Jong’un bu ikilemi aklında bulundurarak yazdığına inanıyorum:
“Suçlayacak kimse yok! … İşte bu yüzden çoğu insan, nefret ettiği insanlarla birlikte nefret ettiği hayatlar yaşar… Suçlayacak birine sahip olmak ne harika bir şey! Kendi düşmanınla yaşamak ne harika bir şey! Mutsuz olabilirsiniz ama her zaman haklı olduğunuzu hissedersiniz. Parçalanmış olabilirsiniz ama bunun için tüm suçlardan kendinizi arınmış hissedersiniz. Hayatınızı kendi ellerinize alın, peki ne olur? Korkunç bir şey: Suçlayacak kimse kalmaz.”
Aktarımla ilgili bölümde, en etkili terapistlerin psikoterapide aktarımı ele aldığını gösteren araştırmalardan (Ablon & Jones, 1998; Jones & Pulos, 1993) bahsetmiştim. Aynı araştırma, en etkili terapistlerin ayrıca savunma mekanizmalarını tanımaları ve bunlara ortaya çıktıkları anda dikkat çekmeleriyle hastalarına yardımcı olduklarını ortaya koymuştur. Bu iki tür müdahalenin de başarılı bir tedavi sonucuyla bağlantılı olduğu, ampirik olarak kanıtlanmıştır.
Savunmayı sistemik bir çerçevede, dengeyi ve homeostazı koruma çabası olarak ele alırsak, psikoterapinin bir paradoksu ortaya çıkar. İnsanlar terapiye değişmek için gelirler, ancak değişim, kaçınılmaz olarak denge ve homeostaz için bir tehdit oluşturur. Bu nedenle, her hasta terapiye karşı ambivalent bir tutum sergiler; değişme arzusu ile mevcut durumu koruma arzusu arasında gidip gelir.
Bu ambivalans terapinin başında oldukça hissedilebilir. Üniversite kliniğimize randevu alan hastaların yaklaşık yarısı ilk randevularına gelmiyor. Bunun birçok klinik için tipik olduğunu düşünüyorum. Hastalar kliniği aradıklarında, içsel çatışmalarının değişimi arzulayan tarafını ifade ediyorlar. Ancak randevularına gitmediklerinde, homeostazı koruma arzusu taşıyan diğer taraflarını ifade ediyorlar.
Kendi psikanalizime başladığım zamanı hatırlıyorum. İlk randevumu bir hafta öncesinden ayarlamıştım. O hafta boyunca yaklaşan randevuyu gece gündüz düşündüm. Ancak, randevu günü geldiğinde, tamamen aklımdan çıkmıştı. Analist ve ben nihayet buluşmayı başardığımızda, bana genelde randevuları unutup unutmadığımı sordu. Utançla, bunun bana pek uyan bir durum olmadığını söyledim. Omuz silkti ve “Demek ki senin de bir bilinçdışın var,” dedi.
Psikoterapi, değişimi arzulayan yanımızla, ne kadar acı verici olursa olsun tanıdık ve bilindik olanı korumaya çalışan yanımız arasında süregelen bir çekişmedir. Terapistler olarak, büyüme ve gelişimi arzulayan güçlerin yanında yer alırız.
Freud’un (1912) bu paradoksu aklında bulundurduğunu düşünüyorum; o, “Direnç tedaviyi adım adım takip eder. Tedavi gören kişinin her bir çağrışımı, her bir davranışı dirençle hesaplaşmak zorundadır ve iyileşmeye yönelik güçlerle bu güçlere karşı çıkanlar arasında bir uzlaşmayı temsil eder,” diye yazmıştı.
Direnç ve savunma terimleri yakından ilişkilidir. İkisi de düşünceleri, duyguları ya da sorumluluğu reddetme ya da inkar etme çabalarını ifade eder. Daha teknik olarak, direnç, terapinin kendisinde ortaya çıkan ve keşif ve sorgulama gibi ortak görevleri engelleyen savunma süreçlerini ifade eder. Direnci, terapist ve hasta arasında bir çatışma ya da karşıtlık olarak görmek pek yardımcı olmaz. Aksine, direnç, danışanın kendi içindeki çatışma ya da uyumsuzluktan kaynaklanır.
Bu durumu akılda tutmak, direnç terapistler için rahatsız edici biçimler aldığında zor olabilir; örneğin hastalar geç kaldığında, randevuları kaçırdığında, sessiz kaldığında, seansları önemsiz konuşmalarla doldurduğunda ya da terapistin yorumlarını görmezden geldiğinde. Terapistler için ne kadar hayal kırıklığı yaratıcı olursa olsun, bu tür davranışlar danışanın dengeyi koruma çabalarını yansıtır.
Terapistin en iyi yaklaşımı, hastanın büyüme ve değişim arayışındaki yönleriyle ittifak kurmaktır. İdeal olarak, hasta ve terapist, savunma süreçlerine karşı yargısız bir merak hissi geliştirir, bunları sadece incelemek ve anlamak arzusuyla ele alır. Bu konuyu ilerleyen bölümlerde yeniden ele alacağız.
Savunma, çatışma ve bilinçdışı zihinsel yaşam kavramları birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bilinçdışı kelimesi, aslında, reddettiğimiz, sahiplenmekten kaçındığımız ya da savunduğumuz düşünceler, duygular ve davranışlar için bir tür kısaltma işlevi görür. Çoğu zaman, savunma süreçleri ile bu süreçlerin savunduğu düşünce ve duygular arasında aktif bir itme ve çekme dinamiği gözlemleriz. Onları ne kadar uzaklaştırmaya çalışırsak, aynı şekilde bir çıkış ya da ifade bulmaya çalışır gibi geri itiyor görünürler.
Bu nedenle, reddeden yanlarımız ile reddedilen yanlarımız arasında bir çatışma ya da dinamik bir gerilim oluşur. Psikanalitik kuramcılar, dinamik bilinçdışı terimini kullanarak, bilinçdışı düşünce ve duyguların hareketsiz ya da etkisiz olmadığını, aksine aktif olarak ifade arayışında olduklarını vurgular. Bu düşünce ve duygular, dolaylı yollarla düşüncelerimizi, duygularımızı ve eylemlerimizi etkiler.
(Psikanalitik teoride bilinçdışı teriminin belirli ve özel bir anlamı olduğunu not etmek önemlidir. Pek çok zihinsel süreç farkındalığımız dışında gerçekleşir, ancak bilinçdışı terimi genellikle, aktif olarak reddettiğimiz ve aynı zamanda ifade arayışında olan düşünceler, duygular ve davranışlar için kullanılır. Bu bağlamda, bilinçdışı aslında dinamik bilinçdışı anlamına gelir.
Psikanalitik kuramcılar, farkındalık dışındaki zihinsel süreçleri ifade etmek için, ancak çatışmalı ya da aktif bir şekilde savunulan süreçleri içermeyen durumlarda, genellikle bilinçsiz (non-conscious) gibi diğer terimleri tercih ederler. Bu ayrım, savunma mekanizmaları ve çatışmaların işleyişini anlamada kritik bir rol oynar.)
Psikolojik Nedensellik
Psikolojik belirtiler genellikle anlamsız gibi görünür. Görünürde hiçbir amacı yoktur ve bu belirtileri yaşayan kişi için yabancı hissedilebilirler. Birçok depresif hasta, umutsuzluk ve üzüntü duygularının “birdenbire” geldiğini söylemiştir. Anksiyete veya hatta panik duyguları da beklenmedik bir şekilde ortaya çıkabilir. Aslında, DSM tanı ölçütleri, panik bozukluğu için panik ataklarının “beklenmedik” bir şekilde, yani belirgin bir neden olmadan başladığını belirtir.
Belirtiler ne kadar rastlantısal veya anlamsız gibi görünse de, bizim çalışma varsayımımız, bu belirtilerin bir anlamı olduğu, psikolojik işlevler gördüğü ve bir psikolojik bağlamda meydana geldiğidir. Çünkü bir belirtinin bağlamını oluşturan psikolojik durumlar bilinçli olarak erişilebilir olmayabilir, bu nedenle belirti anlamsız veya rastglantısal görünebilir. Bir kişinin farkındalık alanı genişledikçe ve daha geniş bir deneyim yelpazesi tanıyıp dile getirme yeteneği arttıkça, belirtinin anlamı ve işlevi belirginleşebilir. Genel olarak bu süreç gerçekleştikçe, hasta eski sorunlara yeni çözümler bulabilir ve belirti azalır.
Kendimize ne kadar yabancılaşırsak, deneyimlerimiz o kadar rastlantısal, tesadüfi ve parçalanmış gibi görünebilir. Psikanalitik terapi, düşünceler, duygular, eylemler ve olaylar arasındaki bağlantıları tanımamıza yardımcı olur. Örneğin, bir hasta bana “Bunu neden yaptığımı bilmiyorum” dediğinde, ben de şöyle cevap verebilirim: “’Bilmiyorum’un ötesine bakabiliyor muyuz görelim? Hadi, bundan önce ne olduğunu inceleyelim.” Öncesinde olan şey, dışsal bir olay ya da bir olayla ilgili düşünceler ve duygular olabilir.
Bir kalp krizi geçiren bir hasta, ilaçlarını sürekli “unutuyordu.” Burada “unutmak” kelimesini tırnak içinde kullanıyorum çünkü hasta, adını Steve koyduğum kişi, zeki bir insandı ve diğer şeyleri hatırlama konusunda hiçbir sorunu yoktu. Steve’in doktorları, ilaçların neden gerekli olduğunu açıklayarak ona “hasta eğitimi” verdiler. Steve sağlığını önemseyen biriydi ve doktorlarının tedavi planına uymaya çalışıyordu. Yine de, ilaçlarını sürekli unutuyordu.
Steve’e, unuttuğu şeyin görünenden daha fazlası olabileceğini söyledim ve bu konuda bir fikri olup olmadığını sordum. Steve, ilaç almanın ona kötü bir his verdiğini, ancak bunun nedenini söyleyemeyeceğini belirtti. Gerçekten de bilmiyordu. Ona, aklına gelen her türlü düşünce veya duyguyu, bunların ne kadar anlamlı veya alakasız görünse de, bana anlatmasını istedim. Steve, o anda aklına neden geldiğini bilmediğini ama küçük kardeşini düşündüğünü söyledi. Çocukken Steve popüler, atletik ve başarılı bir öğrenciydi. Buna karşın, kardeşi zayıf ve hasta biriydi. Sürekli olarak bir şeyler için ilaç alıyordu. Okulda başarısızdı ve sporla da ilgisi yoktu. Ailesi için bir hayal kırıklığıydı.
Steve’in düşüncelerinin sırasına dikkat edin. İlk düşüncesi ilaç almakla ilgiliydi. Sonra, küçük hasta kardeşine dair çağrışımlar yaptı. Bu düşüncelere “çağrışımlar” diyoruz çünkü bunların bir şekilde, önceki düşüncelerle bağlantılı veya ilişkilendirilmiş olduğunu varsayıyoruz. İlk bakışta iki konu birbirine alakasız görünebilir, ancak çalışma varsayımımız, bunların bir şekilde bağlantılı olduğu yönündedir. Bu durumda, düşünce sırasının bize sunduğu hipotez şudur: Steve’in zihninde ilaç almak, küçük kardeşi gibi olmakla özdeşleşiyor—yani, zayıf, hasta ve daha az sevilen biri olmakla. Eğer bu hipotez doğruysa, doktorunun tüm çabalarına rağmen hiçbir “hasta eğitimi” fayda etmezdi. Aslında, Steve ilaçlarını almamayı ancak zayıf ve başarısız olma korkusunu, ve bu korkuya bağlı olarak kendisine değer veren insanların sevgisini kaybetme korkusunu tartışabildikten sonra bırakabildi. Daha spesifik olarak, Steve, ilaç almanın onu kardeşi gibi yapmayacağını fark etti. Bu, irrasyonel bir fanteziden ibaretti. Fantezi, farkındalık dışında işlemişti ama Steve’in davranışlarını etkilemişti ve bu, hayatını riske atabilirdi.
Bir başka danışan, hafif kilolu bir kadındı ve dönemsel olarak yemek yeme krizleri yaşıyordu. McDonald’s’ın arabaya servis eden şubesine gizlice gider ve cheeseburgerler ve milkshakeler sipariş ederdi. Sonrasında, bu davranışından nefret ederdi. Yıllardır yemek krizlerini kontrol etmeye çalışmış ancak pek başarılı olamamıştı. Bir yemek krizi sonrasında, kendisine bu krizle ilgili olup olmadığını düşünmeden aklına gelen herhangi bir düşünceye dikkat etmesini söyledim. Düşünceleri kocasına yöneldi. Onun bencil, kontrolcü olduğunu ve ihtiyaçlarını dikkate almadığını söyledi. Kendisini bir insan olarak değil, sergilenecek bir ödül gibi gördüğünü ifade etti. Ek olarak, kocasının kendisi zayıf olduğunda mutlu olduğunu çünkü o zaman daha iyi bir “ödül” gibi göründüğünü, duygusal olarak yoksun ve sevilmemiş hissettiğini ve kocasına bağımlı olduğunu ve kapana kısılmış gibi hissettiğini belirtti.
“Yemek kriziniz, kocanızdan intikam almanın bir yolu olabilir mi?” diye düşündüğümü yüksek sesle dile getirdim. Bu yorumum, şimdiye kadar örtük veya bilinçdışı kalmış olabilecek düşünceler, duygular ve eylemler arasındaki olası bağlantıyı açık veya bilinçli hale getirmeyi amaçlıyordu. Danışanım, kocasına yönelik öfkesini kabul etmekte büyük zorluk yaşıyordu, bu durum sürekli ondan şikâyet etmesine rağmen böyleydi. Yorumu ciddiye almak onun için bir oldukça zorlayıcı oldu. Ancak zamanla, öfkesini, intikam fantezilerini ve kocasının “o kadar berbat bir herif ki zayıf bir eşi hak etmiyor” düşüncesini kelimelere dökmeye başladı.
Danışanımın yemek krizleri, karmaşık bir çağrışım ve anlam ağına gömülüydü. Sonuç olarak, bu davranışı aynı anda birkaç amaca hizmet ediyordu: Kocasını cezalandırmak, duygusal yoksunluğunu telafi etmek (çünkü yemeği sevgiyle ilişkilendiriyordu), kendisini onun kontrolü altında olmadığına dair rahatlatmak, onu terk etme fantezilerini bastırmak (çünkü fazla kilolu olmak diğer erkekler için daha az çekici olmasını sağlayacaktı) ve intikamcı düşünceleri yüzünden kendisini cezalandırmak (çünkü fazla kilolu olmaktan nefret ediyordu).
Bu çoklu nedenler ve anlamlar, daha önce bahsettiğim aşırı belirleme(overdetermination) ve çoklu işlev (multiple function) kavramlarını gözler önüne sermektedir. Zihinsel yaşamda, basit bir neden-sonuç ilişkisi bulmak her zaman mümkün değildir. Bir semptom ya da davranışın birden fazla nedeni olabilir (aşırı belirleme) ve birden fazla amaca hizmet edebilir (çoklu işlev).
Bu nedenle, yetkin tüm psikanalitik terapistler, zihinsel yaşamın karmaşıklığına derin bir takdir duyarlar. Bu sebeple, psikanalitik psikoterapi “standart” bir terapi değildir. Ezbere uygulanabilecek bir teknikler topluluğu ya da adım adım takip edilecek bir kılavuz haline getirilemez. Bunun yerine, iç deneyimin en mahrem, kişisel ve derinlemesine öznel yönlerine empatik bir şekilde odaklanan bir sorgulama sürecine dayanır. Bu anlamda, herhangi iki terapi süreci birbirine tamamen benzemez. (Bazı araştırmacılar, yalnızca adım adım yönergeler içeren “manuelize” terapilerin bilimsel açıdan sağlam ve “kanıta dayalı” olduğunu savunmaktadır. Bu iddialarla ilerleyen bölümlerde ilgileneceğim. Bu tür terapiler—düzenli, süre sınırlı ve görünüşte birbirinin yerine geçebilen—aynı zamanda, hasta yaşamlarını iyileştirmek değil, kârlarını artırmakla ilgilenen sağlık sigortası şirketleri tarafından da tercih edilmektedir.)
Danışanım aniden bir içgörü kazanmadı ya da dramatik bir iyileşme yaşamadı ve terapiye gizlice McDonald’s’a gitmeleri nedeniyle başlamamıştı. Bununla birlikte, zamanla, aşırı yeme krizlerinin ortaya çıkmasına neden olan karmaşık anlam ağına dair bazı bağlantıları keşfetmeyi başardık. Öfkesini kabul etme ve ifade etme konusunda yavaş yavaş daha rahat hale geldi, duygusal ihtiyaçlarının daha fazla farkına vardı ve bu ihtiyaçları kocasına ve başkalarına daha iyi iletebildi. Kocasıyla olan ilişkisi düzeldi ve aşırı yeme krizleri azaldı.
Sonunda, yıllardır ilk kez kilo verebildiğini ve bu kiloyu zorlanmadan koruyabildiğini bildirdi. Ancak bu mücadeleyi tamamen kazanmış sayılmazdı. Takip eden yıllarda, özellikle kocasına çok kızdığı zamanlarda ara sıra tekrar krizler yaşadı.
Bu örnekler, psikolojik semptomların düşünceler, duygular, algılar ve anılardan oluşan organize ağlara nasıl yerleştiğini ve bu bağlamların onlara anlam kattığını göstermek için verilmiştir. Bu durum yalnızca semptomlar için değil, tüm zihinsel olaylar için geçerlidir. Psikanalizin temel varsayımı, zihinsel yaşamda hiçbir şeyin rastlantısal olmadığıdır. Zihin, zihinsel olayların birbiriyle anlamlı, ancak karmaşık yollarla bağlantılı olduğu ayrıntılı bir çağrışım ağıdır. Belirli geniş parametreler içinde, bağlantıların açık ya da bilinçli olup olmaması fark etmeksizin tüm zihinsel aktiviteler bu çağrışım ağının mantığına göre işler. Bu durum yalnızca düşünceler, duygular ve anılar için değil, aynı zamanda rüyalar, gündüz düşleri, hatalar ve dil sürçmeleri (meşhur! “Freudyen sürçme”) için de geçerlidir. Görünüşte rastgele bir zihinsel olayla başlayıp onunla bağlantılı çok sayıda çağrışımı izlemek mümkündür. Genellikle, bu olay, daha geniş çağrışım ağı açığa çıktığında anlam kazanır.
Çağrışım ağına bir benzetme olarak Dünya Çapında Ağ (World Wide Web) düşünülebilir; burada web sayfaları karmaşık bir şekilde birbirine bağlıdır. Bir web sayfasını açabilir, oradan başka bir sayfaya, sonra bir başkasına bağlantı yapabilirsiniz. Birkaç tıklama içinde başlangıç noktanızdan oldukça uzak bir yere ulaşabilirsiniz. Örneğin, küresel ısınma hakkında bir sayfadan başlayarak, birkaç tıklama sonra Shakespeare’in sonelerine dair bir sayfaya varabilirsiniz.
Biri o anda bilgisayar ekranınıza baksa, nasıl bu noktaya geldiğinizi tahmin edemez. Ancak isterseniz, başladığınız yerden bitirdiğiniz yere sizi getiren bağlantı dizisini geri izleyebilir ve neden bu bağlantıları takip ettiğinizi açıklayabilirsiniz.
Elbette bu internet analojisinde eksik olan bir şey var: duygular. İnternette bağlantılar genelde içerik temelli iken, zihinsel çağrışım ağları duygusal temellere dayalı olarak organize olur. Yani, benzer duyguları çağrıştıran şeyler birbiriyle bağlantılıdır. Çağrışım yolları genellikle duygusal olarak yüklü ya da sorunlu olana yönelir. Bu durumun terapötik teknikler için önemli etkileri vardır: Eğer düşüncelerimizi sansürlemeden ya da düzenlemeden gözlemlememize izin verir ve onları nereye götürdüğüne bakarsak, genellikle rahatsızlık verici olana ulaşırız.
Çağdaş bilişsel bilim ve sinirbilim araştırmaları, zihni çağrışım ağı olarak kavramlaştırma temeline dayanır ve bilişsel araştırmacılar çağrışım bağlantılarını incelemek için birçok deneysel yöntem geliştirmiştir (örneğin, ön hazırlama deneyleri/priming experiments ve tepki zamanı deneyleri/ reaction time experiments). İlginçtir ki, çağrışım yolları kavramı her zaman psikanalitik teori ve pratiğin merkezi bir unsuru olmuştur. Freud, psikolojik anlamları keşfetmek için çağrışım bağlantılarını izlemekte, bir dedektifin hassasiyetiyle bu bağlantıları çözmekte ustaydı. Freud’un bu düşünce tarzı, en anlaşılır ve etkileyici şekilde 1904 tarihli “Gündlük Yaşamın Psikopatolojisi” adlı monografında görülür. Psikanalitik terapiyi öğrenen tüm öğrenciler için bu eseri öneririm. Elbette Freud’un zaman zaman kendi zekâsına kapılıp, hastalarının çağrışımlarına şüpheli anlamlar yüklemekle suçlanabileceği durumlar olmuştur. Freud’u eleştirme amacı güdenler onun yazılarında bolca malzeme bulacaktır, ancak bu tür eleştiriler meselenin özünü kaçırır.
Çağrışım bağlantılarını izlemeye yardımcı olmak için, hastalarımızdan akıllarına gelen her şeyi düzenlemeden veya sansürlemeden söylemelerini isteriz. Bu süreçte düşüncelerini yargılamadan (bunun belirli Budist meditasyon biçimlerinde olduğu gibi) gözlemlemelerini teşvik ederiz; düşüncelerin mantıklı olup olmadığına veya toplumsal açıdan uygun görünüp görünmediğine aldırmadan bunu yapmalarını isteriz. Teknik olarak bu yönteme *serbest çağrışım* denir. Amacı, genellikle örtük olan çağrışım bağlantılarını açık hale getirmektir.
Her psikanalitik terapistin, düşünce ve iletişimin serbest akışını teşvik etmeye yönelik bir dizi ifadesi vardır. Sürekli olarak şu tür şeyler söyleriz:
– “Bunun hakkında biraz daha konuşabilir misiniz?”
– “Aklınıza başka neler geliyor?”
– “Başka ne düşünüyor veya hissediyorsunuz?”
– “Düşünceleriniz oradan nereye gidiyor?”
Bazen de sadece “devam edin” veya “hı hı” diyerek hastanın ifade sürecini destekleriz.
Günlük sosyal dialoglarda, düşüncelerimizi otomatik olarak düzenler ve sansürleriz. Konuda kalmaya çalışır, düşüncelerimizi anlamlı cümleler haline getirecek şekilde yapılandırır ve utandırıcı ya da rahatsız edici olabilecek şeyleri dışarıda bırakırız. Ancak “serbest çağrışım”, bu alışıldık düzenleme ve sansürleme süreçlerini askıya almak anlamına gelir ve bizi genellikle öngöremediğimiz yerlere götürür. Bu nedenle, serbest çağrışım özellikle sakin, toplu ve kontrol altında hissetmeyi seven insanlar için oldukça zordur.
Hastalar terapiyi “içini dökmek” olarak tanımladığında veya bir arkadaşla sohbet etmeye benzettiğinde (bu tür tanımlamalar her zaman psikoterapiyi son derece değersizleştirici olarak görünüyor bana), bu onların anlamlı bir terapötik sürece dahil olmadığının kesin bir işaretidir. Gerçek bir serbest çağrışım sürecine dahil olan hiç kimse terapiyi sıradan bir sohbete benzetmez. Psikanalitik terapi, bilinçli olan ile bilinçdışı arasındaki sınırda, uçurumun kenarında gerçekleşir. Bu süreçte hiçbir şey sıradan değildir.
Gay olan bir erkek hastam dil sürçmesi yaparak bana başka birinin adını söyledi—diyelim ki James. Bu hatanın ne anlama geldiğini sordum ve o da bunun rastlantısal bir durum olduğunu, hiçbir anlamı olmadığını belirten klasik itirazlarda bulundu. Ben de bunun ne anlama geldiğini bulmamız gerektiğini, “James” isminin ona ne düşündürdüğünü görmek için düşüncelerini izlememizi önerdim. O da, James adında bir arkadaşının arkadaşı olduğunu hatırladı ve hemen bu kişinin kendisi için hiçbir anlam ifade etmediğini belirtti. “Tamam,” dedim. “Belki de hiçbir anlamı yok. Yine de, düşüncelerin nerelere gideceğini görelim.” Hastam bir süre sessiz kaldı, sonra utandı. James’in ona ilgi duyduğunu ve onu baştan çıkarmak istediğini söyledi. Ben de sordum: “Bunu neden utanç verici buluyorsun?”
Hastamı utandıran şey, James’in baştan çıkarma girişimi değildi. Aslında hastam, kafasından bir şeyi zorla atmak için çok çaba harcıyordu. O şey, benim gay olmam ve onu baştan çıkarmak istememdi. Gerçekten de bununla ilgili çok canlı bir hayal kurmuştu ve bu konuda partneriyle konuşmuştu; partneri ise bu olasılığı ilginç bulmuştu. Hastam, bir daha bunu düşünmemeye ve bahsetmemeye karar vermişti, ancak işte tam o anda, bir “rastlantı” sonucu ortaya çıktı. Dil sürçmesine dair yaptığı “rastlantısal” çağrışımlar, tam da o an için en duygusal olarak yüklü olan şeyle, yani bu düşünceyle bağlantılıydı—ki bu çoğu zaman böyle olur.
Bu örneğin imkansız, yapmacık veya teorik önyargılarla şekillendirilmiş olduğunu düşünen birine şunu söylerim: Deneyin. Bir sonraki hatanızı yaparken, dil sürçmesi ya da bir kelimeyi ya da ismi unuttuğunuzda, serbest çağrışım yapmayı deneyin ve düşüncelerinizin sizi nereye götürdüğünü takip edin. Düşüncelerinizi yazmak faydalı olabilir. Tam olarak “bu kadar” dediğiniz ve durmak istediğiniz noktada, kendinize bundan sonra ne geliyor diye sorun. Ve sonrasında bir sonraki ne diye tekrar sorun. Karşınıza çıkacak iç dirençleri aşmaya zorlayın (örneğin “bu alıştırma saçma,” “bu sıkıcı,” “düşüncelerim hiçbir yere gitmiyor”) ve çağrışımlar zinciri nereye götürürse takip edin. Gerekirse bana gülün, ama deneyin. Deney yapmazsanız veriye asla ulaşamazsınız.
Resmi olarak, zihinsel süreçlerin bu rastlantısal olmama durumu ruhsal determinizm olarak adlandırılır. Bu terim, düşüncelerin, duyguların, davranışların ve semptomların rastlantısal ya da tesadüfi olmadığı, önceki zihinsel olaylar tarafından etkilendiği veya belirlendiği gerçeğine işaret eder. Ben, “ruhsal süreklilik” terimini “ruhsal determinizm” yerine tercih ediyorum. Bu, bir düşünceden diğerine sürekliliği hatırlatır ve düşünceler ve duyguların, ilişkiliymiş gibi görünmese de anlamlı çağrışım dizilerinde zincirleme bir şekilde bağlı olduklarını ifade eder. “Determinizm” terimi, 19. yüzyılın mekanistik, materyalist bilimsel ruhunun köklerine dayanır ve onun çağrışımlarının günümüzde faydalı olup olmadığından emin değilim.
Psikooanalitik yaklaşımları reddeden bazı öğrencilerle karşılaştım çünkü yanlış bir şekilde, psikanalizin özgür iradeyi reddettiğini ve tüm davranışları bizim kontrolümüz dışındaki güçlerin belirlediğini düşünüyorlardı. Aslında, bunun tersi daha yakın bir gerçek olabilir. Psikanalitik terapistler, davranışlarımızın anlamlarını ve nedenlerini anlayışımızı genişletmenin özgürlük, seçim ve daha özgür bir irade yarattığına inanırlar. İnsanlar değişebilir, insanlar değişir ve psikanalitik terapi, bazen derinlemesine bir şekilde, insanların değişmesine yardımcı olur. Her psikoterapist, derinlerde, insanların büyüme, değişim ve hayatın kaçınılmaz zorlukları karşısında daha büyük bir özgürlük ve denge hissi deneyimleme kapasitesine inanır. Eğer davranışlar kaçınılmaz bir şekilde belirlenmiş olsaydı, psikanalitik terapi yapmak ya da başka herhangi bir terapi türünü uygulamak için bir ihtiyaç olmazdı. (Bir hastam, hayatında tekrarlayan bir örüntüyü işaret ettiğimde derinden etkilenmişti. Ruhunu sarsan bir an içinde, hayatında aynı hatayı defalarca tekrar ettiğini fark etti. Son derece zeki ama psikolojik olarak pek gelişmemişti. Tanıma şokuyla, “Gerçekten, gerçekten! Tam olarak söylediğin gibi yapıyorum, görüyorum!” diye bağırdı. Sonra, endişeyle ekledi: “Bunu neden yapıyorum? Neden hep bunu yapıyorum? Bu, ben miyim?” Ben de cevap verdim, “Bu, sendin.” Bu, terapideki en sevdiğim anlardan biriydi.)
Senin için iyi olan (what’s good for the goose)
( what’s good for the goose is good for the gander bir atasözüdür ve senin için iyi olan benim için de iyidir anlamına gelmektedir.)
Okuyucu, bu bölümün çoğunu “biz” zamiriyle yazdığımı fark etmiş olabilir. Bu bir tesadüf veya edebi bir kolaylık değil. Bu, hastalarımıza uyguladığımız kavram ve içgörülerin, aynı şekilde kendimize de uygulanabileceğini iletmek için kasıtlı olarak yapılmıştır. Psikanalitik duyarlılık, hastalara ve terapistlere uygulanan psikolojik ilkeler arasında herhangi bir ayrım yapmaz. Psikanalist Harry Stack Sullivan’ın (1954) yıllar önce belirttiği gibi, “Diğer taraftan hepimiz, basit bir şekilde başka herşeyden çok insanız.” Hem hasta hem de terapist, kendini ve diğerlerini geçmiş deneyimlerin merceklerinden görür, bilinç dışı zihinsel yaşamlara sahiptir, tehditkar olanı reddeder (disavow), aktarımlar oluşturur ve geçmiş ilişki rollerini yeniden canlandırır.
Bazı öğrencilerim, psikanalizin, duygusal olarak uzak, otoriter bir doktor ile ona tâbi hasta arasında hiyerarşik bir “üstten alta” ilişki olduğunu maalesef yanlış bir şekilde düşünmüşlerdir. Vicdanen bunun hiç yaşanmadığını söyleyemem; bir zamanlar birçok psikanalist hastalarına karşı mesafeli, tutuk bir tavır sergiliyordu( En iyi psikanalistlerin hiçbir zaman bu şekilde çalışmadığını düşünme eğilimindeyim, ancak kesinlikle birçok vasat psikanalist çalışmıştır. Son yıllarda psikanalitik teori ve uygulamada büyük değişiklikler oldu ve şükürler olsun ki mesleğin gelişimindeki bu aşama büyük ölçüde geride kaldı).Ancak yine vicdanen şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu durum psikanalizin ruhundan daha uzak veya daha zıt olamaz. Psikanalitik terapi, bir başkasına yapılan ya da bir başkası üzerinde uygulanan bir şey değildir. Bu, iki kişi arasında ortaklaşa yapılan bir şeydir. Bu, terapinin eşit ya da simetrik bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Bir kişinin yardım almak, diğerinin ise sunmak için geldiği, bir kişinin diğerine ücret ödediği ve koşulların doğal olarak bir güç dengesizliğini içerebileceği gerçeğini inkar etmek anlamsızdır. Ancak bu, terapinin, iki kişinin birlikte anlamaya çalışarak mücadele ettiği, ortak bir çaba olduğu anlamına gelir (Buirski & Haglund, 2001).
Tanıdığım ve saygı duyduğum psikanalitik terapistler, başkalarının içsel, özel hayatına bu kadar yakın bir şekilde katılmayı derin bir ayrıcalık olarak görürler ve çalışmalarında, bizim neyi bilip bilemeyeceğimize ve yardım etme kapasitemize dair derin bir alçakgönüllülük duygusu geliştirmişlerdir. Kişisel olarak, doğam gereği alçakgönüllülük veya tevazuya yatkın biri değilim. Yine de içtenlikle söyleyebilirim ki, ne kadar uzun süre çalıştıysam ve ne kadar çok şey öğrendiysem, hastalarımla olan çalışmamda o kadar daha alçakgönüllü hissettim ve onlara derinden saygı duymaya başladım. Benimle benzer çatışmaları ve mücadeleleri paylaşan hastalarım var ve onlarda, kendi hayatımda da bildiğim bir acıyı görüyorum. Hiçbir zaman bir hastaya tedavi uygulamadım ki, onda kendimden bir şey görememiş olayım. Gerçekten de, biz hepimiz başka herşeyden çok insanız.
Psikanalitik terapi, terapistten bir zeka seviyesi, belli bir mesleki bilgi ve beceri düzeyi, bir başkasıyla empatik uyumlanma kapasitesi, başka bir kişinin özel ve öznel dünyasına kendimizi daldırma istekliliği, kendimizi sorgulamaya karşı tamamen acımasız bir isteklilik ve kelimenin tam anlamıyla, insanlık gerektirir. Bir terapisti oluşturan tüm nitelikler arasında, belki de nihayetinde her şeyi belirleyen, son derece tarif edilemez olan bu son nitelik olabilir.
Kendimizi sorgulama isteğine gelince, anlamlı psikanalitik bir çalışma yapmak, kendimiz de anlamlı bir terapi deneyimi yaşamadan zor, hatta imkânsızdır. Ayrıca, hastalarımızdan yapmaya istekli olmadığımız bir şeyi yapmalarını istemek, düşüncelerini sansürlemeden nereye giderse oraya takip etmelerini talep ederken, kendimiz bunu yapmamış olmamızda bir tür iki yüzlülük vardır. Hastalarımıza karşı empati geliştirmek ve terapinin güçlü ve çoğu zaman irrasyonel duygularını nasıl tetikleyebileceğini anlamak için hasta olma deneyimi gibisi yoktur. Aktarım veya direnci, bir kitaptan okuyarak ya da başkasında gözlemleyerek gerçekten anlayamayız; bunları bizzat deneyimlememiz gerekir. Ayrıca, terapiye yalnızca “mesleki gelişim” amacıyla girmek yeterli değildir. Tıpkı hastalarımız gibi, acı çeken birer insan olarak terapiye girmeliyiz.
Bunun ötesinde, kendi çatışmalarımızı ve ilişki kalıplarımızı ne kadar iyi anlarsak, bunları hastalarımızla yeniden yaşama riskine o kadar direnebiliriz. Kişisel psikoterapi veya psikanaliz, bu konuda başarılı olacağımızın garantisini vermez, ancak en azından bize mücadele şansı sunar. Çok sık olarak, terapistlerin kişisel patolojilerini hastalarıyla yeniden yarattıklarına tanık oldum. Cinsel istismar geçmişi olan ve kişisel terapisinde bu deneyim üzerinde çalışmamış terapistler, hastalarının deneyimlerini kendilerinin keşfetmesine izin vermek yerine, hastalarının deneyimlerini onlar için tanımlayarak, hastalarını kurban ilan etmekte hızlı davranma eğilimindedirler. Benim izlenimime göre, sahte anılar üzerinden yaygara koparan terapistler (eğer böyle adlandırılmayı hak ediyorlarsa) bu kategoriye girmektedir.Karşı cinsle ilgili çözümlenmemiş sorunları olan terapistler, hastalarının yakınlık ihtiyaçlarını ve bunları gerçekleştirmeye engel olan psikolojik bariyerleri anlamalarına yardımcı olmak yerine, onların “erkek düşmanlığı” ya da “kadın düşmanlığı” söylemlerine hızlıca katılabilirler. Özsaygı sorunlarıyla mücadele eden terapistler, hastalarını örtük bir şekilde küçümseyebilir ya da onlara yüzeysel “onaylama” mesajları sunabilir. Örneğin, Saturday Night Live programındaki Stewart Smalley karakterinin hicvettiği türden sığ ifadeler kullanabilirler. Ancak bu, hastalarına kişisel tarihleri ve deneyimleriyle uyumlu bir şekilde tutumlarını keşfetme ve yeniden yapılandırma fırsatı sunmanın yerini tutmaz.
Bunlar görece bariz örneklerdir. Çoğu zaman, terapistler çatışmalarını ve ilişki kalıplarını hemen göze çarpmayan yollarla yeniden sahnelerler.
Son olarak, anlamlı bir kişisel terapi deneyimi, terapötik sürece yönelik bir inanç geliştirir ve bu inanç, terapötik denizlerde yolumuzu bulmaya çalışırken büyük bir gereklilik haline gelir. Nancy McWilliams’ın (2004) etkileyici bir şekilde ifade ettiği gibi:
“Etkin bir kişisel terapi veya analiz deneyimi, sürecin gücüne ve tedavinin etkinliğine dair derin bir saygı bırakır. Psikoterapinin işe yaradığını biliriz. Disipline olan sessiz takdirimiz, duygusal acılarından kurtulmalarında umut hissinin kritik bir rol oynadığı danışanlara bu inancı iletebilir.” Umutsuz bir durumda terapi mümkün değildir; umut olmadan terapi de var olamaz.
Sonsöz:
Bir Akademik Psikoloğun Çöküşü
(Bu makaleyi kariyerimin başında yazdım. Bu nedenle, tamamlanmamış bir kitaba uygun bir sonsöz gibi görünüyor. İlk akademik görevime, yardımcı doçent olarak başlamadan önce, yurtdışında seyahat ettiğim bir yıl boyunca kişisel bir günlük kaydı olarak yazılmıştı. Büyük bir üzüntü ve kişisel hayal kırıklığı dönemi geçirmiştim. O dönemde alanla ilgili bazı yargılarım şimdi bana sert ve yersiz görünüyor. Diğerleri ise belki fazla hoşgörülü olabilir. Yazıyı büyük ölçüde düzenlemeden bıraktım. Gerçeğe sadık kalmak, sonradan düzeltme yapmaktan daha iyi göründü.)
“Bu hikayeler, anlatacak kimseniz olmadığında hiçbir şey ifade etmez.” Brandi Carlile
Geriye dönüp baktığımda, psikolog olmaya karar vermemde belirleyici olan bir olayın öne çıktığını görüyorum. Bu, kişisel ve anlatması utanç verici bir hikaye; ama nihayetinde hayatlarımızı şekillendiren hayati seçimler, duygusuz ya da nesnel olanlar değildir. Hikâyeyi olduğu gibi anlatmalıyım, yoksa bu makale bir başka boş akademik egzersizden öteye geçemez.
Üniversitedeki ikinci yılımdaydım ve sanırım yaşıma göre oldukça etkilenebilir ve olgunduktan uzaktım. Güney aksanıyla konuşan, hayatın içinden kopup gelmiş gibi görünen, etkileyici bir psikoloji profesörüyle arkadaş olmuştum. Onun bir zihin okuyucu olduğunu düşünüyordum. Hep onun peşindeydim, sunduğu ufak tefek içgörü kırıntılarını hevesle bekliyordum.
Ayrıca âşıktım, hem de ilk aşkımdı. Sevgilimle doğum kontrolü için prezervatif kullanıyorduk ve bir gün, sevişirken prezervatif yırtıldı. Ardından sevgilim regl olmadı ve hamile olduğuna ikimiz de emindik. O zamanlar evde yapılan hamilelik testleri yoktu, bu yüzden doktora gitmek ve test sonuçlarını öğrenmek için birkaç gün beklemek zorundaydı. Test sonuçlarını alacağı gecenin öncesinde bir rüya gördü.
İkimiz bir arabadaydık ve köprülerin üzerinden geçiyorduk, gölleri, nehirleri ve dereleri geçiyorduk. Sonra sahne değişti, bir dükkandaydık ve ben birbiri ardına şapkalar deniyordum. Sonra bazı insanlar permasının ne kadar iyi durduğu konusunda yorum yapıyordu. Gerçekten de saçlarını perma yaptırmıştı.
Rüyayı güneyli profesörüme anlattım çünkü rüyalara ilgi duyuyordum. Bunun kız arkadaşımın rüyası olduğunu ya da bir kadına ait olduğunu bilmiyordu. Elbette yırtılan prezervatif ve hamilelik korkularımız hakkında da hiçbir fikri yoktu. Şapkaları değiştirme kısmına geldiğimde sözümü kesti. Güney aksanıyla, “Bay Shedler,” dedi. “Su doğumu temsil eder. Suyu geçmek doğumdan, yani hamilelikten kaçınma arzusunu temsil eder. Başın bir şapka ile kaplanması ise penisin ucunun prezervatif ile kaplanmasını ifade eder. Bu rüya, kız arkadaşınızın hamileliği önlemek için prezervatifin düzgün kullanılmasını istemesini dile getiriyor.” Daha sonra beni ayak parmaklarıma kadar utandırarak prezervatif kullanımı üzerine babacan bir şekilde ders vermeye devam etti.
Profesörün sözlerinin etkisi, meleklerin trompetleriyle müjdelenmiş olsaydı daha büyük olamazdı. O anda, bu Freudyen şeylerin—en azından önemli bir kısmının—gerçek ve doğru olduğunu anladım. Doğal olarak, profesörün bir zihin okuyucu olduğu görüşüm de sonsuza dek doğrulanmış oldu. Ve kendi adıma, eğer dünyada bu tür şeyleri anlayan insanlar varsa, onlardan biri olmam gerektiğine karar verdim.
Bir daha asla rüyaların anlamsız olduğuna, rastgele sinirsel dürtülerden ibaret olduğuna ya da sonrasında karşılaştığım birçok anti-psikolojik teoriye inanmayacaktım; hepsi kendilerini “bilim” kisvesiyle süslenmiş bir güvenle sunuyordu. Şairler haklı, “bilim insanları” ise yanlıştı: Kadınların ve erkeklerin hem uyanık olduklarındaki hem de uykudaki rüyaları, anlamlarla örülmüş zengin bir dokuydu. Bu dokular keşfedilebilir ve anlaşılabilirdi.
Birkaç yıl sonra doktora öğrencisiydim ve bir üniversite dersi veriyordum. Bir öğrenci bana bir rüya anlattı. O ve erkek arkadaşı bir şelalenin altındaymışlar. Su her yerden üzerlerine akıyormuş ama ikisi de ıslanmıyormuş. İçten bir gülümsemeyle, tereddütsüz şekilde şunu söyledim: “Hamile olabileceğinden korkuyorsun.” Çenesinin neredeyse yere düştüğünü gördüm. Onun da bir gün psikolog olup olmadığını asla öğrenemedim.
Bu hikâyenin son kısmını her anlattığımda aklıma bir söz gelir: “Hayatta sadece iki trajedi vardır: İstediğin şeye ulaşamamak ve istediğin şeye ulaşmak.” Bu makale, ikinci tür trajedi hakkındadır.
Psikolog olma yolunda geleneksel bir rota izlemedim. Psikolojiye her zaman ilgi duymuştum ve çocukken birçok “pop psikoloji” kitabı okumuştum. On iki yaşındayken arkadaşlarımı hipnotize etmeye çalıştım (başarısız oldum), rüyaları yorumlamayı denedim ve dergilerde bulduğum “pop psikoloji” testlerini uyguladım. Ancak üniversitede psikoloji üzerine yoğunlaşmadım ve psikolog olmayı hiçbir zaman ciddi şekilde düşünmedim. Çoğu insan gibi, psikologlar, psikiyatrlar ve psikanalistler arasındaki farkı anlamıyordum. Psikologların bir tür “ikinci sınıf psikiyatr” olduğunu düşünüyordum ve ikinci sınıf bir şey olmayı kesinlikle istemiyordum. Tıbba ilgim yoktu (ve kan midemi bulandırır), bu yüzden psikiyatriyi de eledim. Psikanalistin ne olduğunu ise hiç bilmiyordum. Böylece tüm bu konuları bir kenara bırakıp ekonomi okumaya karar verdim.
Üniversiteyi bitirdikten sonra, lisansüstü okula başvurmak için gerekli psikoloji derslerini almak üzere Columbia Üniversitesi’ne gittim. Ne yaptığımı bilmiyordum. Hangi dersleri almam gerektiğini bilmiyordum. Psikolojide neden bu kadar çok farklı alt alan olduğunu (deneysel, sosyal, kişilik, klinik, biyolojik, gelişimsel, bilişsel, örgütsel vb.) anlamıyordum. Sadece ne yaptığımı bilmiyordum.
Bu yüzden, bulunduğum yere dolambaçlı bir yoldan geldim. Bunu, California’dan Broadway’e gitmeye çalışmaya benzetiyorum; yalnızca doğuya gitmek gerektiğini bilmek dışında hiçbir yönergem yoktu.
* * *
Columbia’da, tesadüfen bir profesörle tanıştım—bir derse kaydolabilmem için imzasına ihtiyacım vardı—ve bana kendisinin araştırma asistanı olarak çalışmamı önerdi. Durumumu açıklamış ve lisansüstü okula başvurmadan önce hangi dersleri almam gerektiği konusunda tavsiye istemiştim.
“İstatistik alman lazım.”
“Zaten iyi bir istatistik altyapım var.”
“İyi derken ne demek istiyorsun ?”
“Hipotez testi ve regresyon çalıştım. Ayrıca bilgisayar konusunda da iyiyim.”
Profesör, sanki ilk kez bana bakıyormuş gibi bir ifade takındı.
“Zeki misin?”
“Sanırım öyleyim.”
“Bak, bu derslerin hepsi saçmalık. Gel, benim araştırma asistanım olarak çalış. Bu, senin en iyi şansın.”
Artık yolda olduğumu ve hayatımın istediğim gibi gidebileceğini düşünerek sevinçle kaydoldum. Haftanın geri kalanında kafamda “İşte bu, bu senin mucizen!” sözleriyle popüler bir şarkı dönüp durdu.
Kısa süre sonra kendimi, istatistiksel veri analizi yapmak için bilgisayar programları yazarken ve tepki süresi deneylerini çalıştırmak için programlar geliştirirken buldum. İş, satranç oynamak ya da bir yapboz birleştirmek gibi ilginçti ama bunun psikoloji ile ne ilgisi olduğunu bilmiyordum. Yetersiz bir geçmişim olduğunu düşündüm, bu yüzden işin önemini takdir edemediğimi varsaydım ve ağzımı kapalı tutmaya karar verdim (konuşup tüm şüpheleri ortadan kaldırmaktansa susup aptal yerine konmak daha iyidir).
Ayrıca profesörün giriş seviyesindeki psikoloji dersine de katıldım; burada insan kulağının baziler membranı hakkında, Ebbinghaus’un anlamsız heceleri hafızasında tutma deneylerinden, at nalı yengecinin retina yapısından ve benzeri şeylerden öğrendim. Bir gün başka bir öğrenci profesöre yaklaşıp şöyle bir şey söyledi: “Bunlar hepsi iyi güzel ama psikolojiyle ne ilgisi var?” Profesörün cevabının detaylarını hatırlamıyorum ama özü, bu öğrencinin gerçekten Columbia gibi bir üniversiteye ait olup olmadığını düşünmesi gerektiğiydi. O günden sonra, ağzımı kesinlikle kapalı tutmaya karar verdim.
Sanırım Kaliforniya’daysanız Broadway doğudadır. Ama New York’a gittiğinizde Broadway doğu, kuzey, güneybatı ya da her neyse, nereye gittiğinize bağlı olarak değişebilir. Broadway’i hedeflemiştim ve nerede olduğunu bilmiyordum, belki Brooklyn’de. Ama bunu henüz fark etmemiştim.
Gittiğimi sandığım yere varmadığıma dair yeterince ipucu vardı. İlk başlarda, profesörümün tepki süresi deneylerinden biri için “denek” olarak çalışıyordum. “Denekler” büyük bir odada bir video ekranının önünde tek başlarına oturuyorlardı ve ekranda belirli bir ışık yanıp söndüğünde bir düğmeye basmaları gerekiyordu. Ben de onları kendi video ekranımdan izleyebileceğim bitişik bir odada oturuyordum. Ben kendi video ekranımı, onlar da kendi video ekranlarını izliyordu.
Sonunda çok tuhaf bir şey fark ettim. Tüm bu insanlar odaya aynı şekilde girdiler ve hepsi aynı şekilde oturdular, omuzları çökmüş ve elleri kucaklarında sıkıca kavuşturulmuştu. Hepsinin yüzünde geniş gözlü, sıkı dudaklı ifadeler vardı. Burada büyüleyici bir şeyler oluyordu; odada, deneyde, deneyi yapan kişide ya da başka bir şeyde, davranışları güçlü bir şekilde kontrol eden ve bu insanların her birinin aynı şekilde oturmasını, hareket etmesini ve kendilerini aynı şekilde tutmasını sağlayan bir şeyler vardı (şimdi korktuklarını anlıyorum). Profesörüme “bakın burada neler oluyor, tüm bu insanlar tıpatıp aynı şekilde oturuyor” dedim – onu bu konudaki gözlemlerini ve içgörülerini paylaşmaya, buna neyin sebep olabileceğini açıklamaya, varsayılan psikolojik bilgeliğini bana aktarmasını bekledim. “İyi” dedi ve işine devam etti.
Bu yanıt beni şaşırtmıştı, ama şimdi anlıyorum. Bu bir aşağılama değildi. Sadece, bu insanların duygusal (bana kalırsa psikolojik?) tepkilerine zerre kadar ilgi duymuyordu. Onları fark etmedi, hatta ne sormaya çalıştığımı bile kavrayamadı. Bu, bilişsel psikolojiye dair bir deneydi ve bu insanlar bir veri dosyasındaki sayılardan ibaretti. Hepsi aynı şekilde davranıyorsa, bu harika bir şeydi: istatistiksel veri analizlerinde çok daha az hata varyansı vardı.
Başka işaretler de vardı ki, doğuya gitmiş, ama Broadway’e hiç yaklaşmamıştım. Columbia’daki hiçbir profesörüm gerçekten bir hasta görmemişti ve hiçbiri rüyalarla, insan tutkularıyla, hayati yaşam seçimleriyle, aşk, nefret, duygusal acı, delilik veya psikolojik çatışmalarla… kısacası, çoğu insanın psikolojik olarak ilginç sayacağı hiçbir şeyle profesyonel bir ilgisi yoktu. Bir şekilde, bu şeylere karşı ince bir küçümseme taşıyorlardı. Bu küçümseme, dolaylı ve örtük yollarla ifade edildiğinden, sorgulamak, hele ki yüzleşmek oldukça zordu. Ben de kendi hevesimle, coşkumla, bu “mentorlarla” özdeşleşme arzumla, onların tutumlarını taklit etmeye başladım. Kendime ihanet etmeye başlamıştım.
Sonunda kişilik üzerine bir dersi aldım ve Freud’u “işledik.” Hatta Freud’un bazı metinlerini orijinalinden okuduk. Profesör, tabii ki, hiç psikanaliz yapmamıştı, psikanalizden geçmemişti, çağdaş psikanalitik yazıları okumamıştı ve (eminim) bir psikanalistik bir uygulayıcı ile anlamlı bir konuşma yapmamıştı. Çoğunu yanlış anlamıştı ve hepsini absürd göstermek için elinden geleni yapıyordu. Bundan etkilenmemem nasıl mümkün olabilirdi ki? O profesördü ve ben öğrenciydim. O bilgi, akademi ve otorite sembollerini taşıyordu. O, Columbia Üniversitesi’nin onayını taşıyordu. Hatalarına, eksik ve yanlışlarına rağmen, bu profesör, eski güneyli profesörümün bildiği psikolojiye yakın olan tek kişiydi. Bu profesör kendisini “deneysel bilişsel sosyal psikolog” olarak tanıtıyordu ve ben de bu kelimeleri söylemeyi öğrenip, ben de bundan olmak istediğimi söylemeye başladım.
Her gün beni şaşırtan olaylar oluyordu. Bir lisansüstü öğrenci bana yürüttüğü bir araştırmadan bahsetti, ne hakkında olduğunu hatırlamıyorum, sadece çok sayıda kişiyi telefonda arayıp onlardan bir şey yapmalarını istemekle ilgiliydi. Her halükarda, sonuç ne olursa olsun çalışmanın nasıl özel bir içgörü veya bilgelik sağlayacağını göremedim. (Bir kez daha) bir şeyleri kaçırdığımı, çalışmanın alaka ve önemini takdir edecek geçmişe veya bilgiye sahip olmadığımı varsaydım. Ona neden bu araştırmayı yürüttüğünü sordum ve o, “bir yayın almak için” dedi. Bunu, basit ve sıradan bir şekilde, sanki apaçık bir şeymiş gibi söyledi.
Çalışmaların akademinin para birimi olduğunu ve bir yayının içeriğinden ya da içerdiği bilgelikten ya da herhangi birinin gerçekten önemsediği bir soruyu yanıtlayıp yanıtlamadığından ya da insan ruhunun daha derin bir şekilde anlaşılmasına yol açıp açmadığından değil, yalnızca varlığından dolayı bir şekilde değerli kabul edildiğini henüz kavramamıştım. Çalışmanın bilgelik getirip getirmediği ya da sadece yarım yüzyılı aşkın bir süredir büyüyen, büyüyen ve büyüyen ve gerçek bir öneme sahip çok az şeye yol açan bütünleştirilmemiş ve bütünleştirilemez “bulgular” bolluğuna katkıda bulunup bulunmadığı önemli değildi. Sadece yayınlama eylemi bir şekilde içsel bir iyilikti.
Bu tema, lisansüstü okula gittiğimde daha sonra tekrar yankılandı, burada “scoring pubs” (yayın yapma) terimini duydum, tıpkı basketbol maçında sayı yapmaya benzer bir şekilde. Söylenenlere göre, iyi bir akademik iş şansı elde edebilmek için mezuniyet öncesi üç yayın yapılması gerektiği söyleniyordu. Ayrıca “LPU” ( Least Publishable Unit) kısaltmasını duydum, yani “En Az Yayınlanabilir Birim.” Bu fikir, araştırma bulgularının, hala yayınlanabilecek en küçük parçalara bölünmesi gerektiği üzerindeydi. Böylece bir araştırma projesi, en fazla sayıda “pub” (yayın) üreterek işe alım ve terfi komiteleri tarafından genellikle sadece yayın sayısını dikkate alarak daha fazla öneme sahip olurdu. Adil olmak gerekirse, LPU kavramı yalnızca bir şakaydı. Yine de, mizah tuhaf bir şeydir.
* * *
Bilgisayar programları yazmam, derslere girmem, profesörün çocuklarına şoförlük yapmam ve tüm bunların psikolojiyle ne ilgisi olduğu gibi aptalca sorular sormamam karşılığında Columbia profesörüm sözünü tuttu ve yüksek lisans okuluna girmeme yardımcı oldu. O olmasaydı giremeyebilirdim, çünkü kabul komiteleri beni ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ekonomi okudum, sonra deneysel bilişsel psikoloji alanında araştırma yaptım ve şimdi de kişilik alanında yüksek lisans programlarına başvuruyordum (hala doğuya gidiyorum…). “Niyet Mektubum” muhtemelen belirsiz ve dağınıktı. Ancak profesör, Michigan Üniversitesi’nde psikoloji bölümünün kişilik bölümü başkanı olan eski bir meslektaşını aradı ve ona kişilik, motivasyon ve “bunun gibi şeylerle” gerçekten ilgilendiğimi söyledi. Bu telefon görüşmesine dayanarak, başvuru dosyam “ret” yığınından “kabul” yığınına taşındı. Mucizelerle ilgili şarkı artık aklımdan geçmiyordu. Onun yerine ruhunu şeytana satan bir kişi hakkında okuduğum bir hikayeyi düşünüyordum.
El yordamıyla doğuya doğru ilerlemeye devam ettim.
* * *
Michigan’daki hocalarım araştırmaya büyük önem verirlerdi. İtiraf etmeliyim ki, tüm bu araştırmaların hangi amaca hizmet ettiği konusunda kendi saflığıma biraz şaşkındım. Psikoterapi uygulamasıyla hiç ama hiç ilgisi yokmuş gibi görünüyordu. Tüm bunların amacı neydi? Burada, pratikte hiçbir önemi olmayan koca bir meslek vardı. Daha da kötüsü, diğer akademik psikologlar dışında kimseyi ilgilendirmeyen şeylerin (ve yıllarca ilgilenilmeleri için sosyalleştirildikten sonra) incelenmesine adanmış bir meslekti. Herkesin birbirinin makalelerini incelediği, birbirinin dergilerinde yayın yaptığı, birbirinin fon taleplerini onayladığı, birbirinin öğrencilerini işe aldığı, birbirine kadro verdiği, birbirinin yayınlarına yanıt verdiği, karşı yanıt verdiği ve karşı-karşı yanıt verdiği, kendi kendine yeten bir sistemdi. Ve tüm bunlar olurken alan, çoğu insanın psikolojik olarak anlamlı bulacağı şeylerden gittikçe uzaklaştı. Psikolojimizin neden bir uygulaması olmasın? Bana öyle geliyordu ki, sadece sonsuza kadar çalışmak yerine bir şeyler yapabilmeliydik.
O zamanlar bu kaygılar bu kadar ayrıntılı değildi, ancak profesörlerimden birinin yanında, kolektif araştırma çabalarımızın pratik öneme sahip sorulara daha iyi yönlendirilip yönlendirilemeyeceğini merak ettiğimi söyledim. Profesör John Atkinson’dı ve verdiği yanıt harikaydı. Ne yazık ki, zamanla bunun yanlış olduğuna inanmaya başladım. Dedi ki, “Neden bilimsel araştırmanın bir uygulaması olması gerektiğini düşünüyorsunuz? Galileo yıllarını çelik bilyeleri eğik düzlemlerden aşağı yuvarlayarak geçirdi. Bu çalışmanın hiçbir uygulaması yoktu ama önemliydi ve şimdi hepimiz Galileo’yu biliyoruz. O yıl Alpler’de çığ önleme üzerine çalışan adamı? Onu hiç duymadık.”
Atkinson’ın argümanı itiraz edilemez görünüyordu. İkna olmuştum ve bir süre için hem kendi araştırmam hem de meslektaşlarımın araştırmaları hakkında kendimi daha iyi hissettim. Bizler “salt araştırma,” “temel araştırma” ile meşguldük ve bu, oldukça değerli bir uğraştı. Biz “Bilim İnsanlarıydık”. Ancak içten içe ikna olmamıştım. Günün sonunda, psikolojide yayımlanan araştırmaların çoğu hâlâ anlamsız görünüyordu.
“Galileo” argümanına nasıl yanıt vereceğimi anlamam epey zaman aldı. O zamandan beri, psikologların kendi başarısızlıklarını haklı çıkarmaya çalışırken fizik bilimlerine sıkça atıfta bulunduğunu gördüm. (Bir parantez: Lisans öğrencileri için yazılmış bir sosyal psikoloji ders kitabını hatırlıyorum. Kitapta, bir bulguyu açıklamak için birbiriyle çelişen teorilerin utanç verici bir şekilde çoğalması sergileniyordu. Kitap ise bu durumu arsız bir şekilde fizik bilimine bir gönderme yaparak haklı çıkarmaya çalışıyordu; fizikçilerin ışığı hem bir parçacık hem de bir dalga olarak ele aldığını not düşmüştü. Bu analoji konuyla ilgisizdi ama fizik bilimine yapılan gönderme, psikoloji teorilerinin kaotik durumunu bir şekilde meşru göstermeliydi.) Bugün bu argümana verdiğim yanıt, Galileo’yu örnek göstermenin kibir ve kendini beğenmişlik olduğunu söylemek olurdu. Evet, Galileo “temel araştırma” ile uğraşıyordu. Ancak tarih, fizik bilimlerindeki temel araştırmaların gerçekten de uygulamalara yol açtığını göstermiştir ve bu durum, orijinal araştırmacılar bu uygulamaları öngöremese bile böyle olmuştur. Fizik bilimleri, tarihsel kanıtlar bu değeri doğruladığı ve bu hakkı kazandıkları için “salt araştırma”nın değerine sahip çıkabilir. Buna karşılık, akademik psikolojide yarım yüzyıldan fazla süredir süren “temel araştırmalar,” görece çok az sonuç üretmiştir. Galileo, kendi zamanının entelektüel dünyasını dönüştürdü. Akademik psikoloji ise buna uzaktan bile yaklaşan bir katkı sunmamıştır.
* * *
Eğer acımasız görünüyorsam, bunun nedeni budur. Kimse, dürüst bir şekilde, psikolojiye yalnızca “bilgiyi ilerletmek” ya da “insanlığa yardım etmek” gibi yüce amaçlarla girmez. Bu alana gireriz çünkü kendimizi tanımak isteriz. Ancak bu oldukça karmaşık bir meseledir. Hepimiz daha fazla özbilgi, duygusal büyüme ve bir psikoterapistin “çözümleme süreci” dediği şeye dair bir arzu taşırız. Ama bu süreç acı verir; kendimiz hakkında rahatsız edici bulabileceğimiz şeyleri keşfetmeyi gerektirir. Bilme isteğinin karşısında ise bilmemeyi isteme, öğrenmekten kaçınma, konforlu ve tanıdık olanın güvenliğine özlem duyma vardır.Bu iki karşıt güç—çözümleme süreci ve direnç—psikoterapide ve hayatın kendisinde birbiriyle çarpışır. Genç insanlar psikoloji alanına girerken, bu çözümleme sürecini utangaçça ve tereddütle ilerletmeyi, insan duygularının yelpazesini genişletmeyi, daha fazlasını anlamayı, daha fazlasını deneyimlemeyi, daha özgür ve daha özerk olmayı arzu ederler. Kendilerini tanımayı isterler. Ama aynı zamanda tanımamayı da isterler.
Ne yazık ki, akademik psikoloji açıkça direncin tarafını tutar. Bu genç insanlara, onları ilk başta psikolojiye çeken sorulardan uzaklaştıracak, kendilerini oyalayacak sonsuz bir uğraş kaynağı sunar. Ruhlarından gelen ve derin gerçeklerin fısıltıları olan çağrıları önemsizleştirir, hatta var olmadığını bile ima eder. Onlara, önemli olanın aslında önemli olmadığını, önemsiz olanın ise önemli olduğunu garanti eden karmaşık rasyonalizasyonlar (bunlara “teoriler,” “modeller” veya “paradigmalar” denir) sunar.
Karanlığın güçlerini aydınlığa tercih ettik. Kendimize ihanet ettik.
Kaynak
Yazı şuradaki metnin çevirisidir.