Anksiyeteye Psikodinamik Yaklaşımlar (11. Bölüm)

Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 11. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

Giriş

Hepimiz anksiyöz/kaygılı olmanın [anxious]  nasıl bir şey olduğunu biliriz. Bu, bir iş görüşmesine hazırlanırken, yeni insanlarla tanışırken, neredeyse boşalmış bir benzin deposuyla eve dönerken ya da küresel bir pandemiden geçerken olsun zaman zaman yaşadığımız yaygın bir zihin (ve beden) hâlidir. Tüm bu durumlar anksiyeteye yol açabilir ve bu durum fiziksel, duygusal, düşünsel ve davranışsal düzeyde kendini gösterebilir. Fizyolojik anlamda, bedenimiz otonom sinir sisteminin devreye girmesiyle tepki verir. Bu da yalnızca birkaçını saymak gerekirse çarpıntı, nefes darlığı, mide bulantısı ve terleme gibi belirtiler yaşamamıza neden olabilir. Anksiyetenin fiziksel belirtilerine ek olarak, kendimizi korkmuş, keyifsiz, sinirli ya da belki de heyecanlı ve umutlu bile hissedebiliriz. Bilişsel açıdan, zihnimiz bir şeye takılı kalabilir, felaketleştirme eğiliminde olabiliriz ve odaklanmakta zorlanabiliriz. İlişkisel açıdan bakıldığında ise, bazı durumlarda insanlardan uzaklaşabilir ya da tam tersine, başkalarına fazlaca bağlanabiliriz. Bazı yazarlar, temel duygusal ihtiyaçlar modelinden yola çıkarak, panik anksiyetesini [panic anxiety] korkudan [fear] ayırır.[1] Bu iki kavramı biraz daha açmak gerekirse: klasik korku tepkisi -savaş, kaç ya da don- fiziksel ya da psikolojik hayatta kalmamız için tehdit oluşturan durumlara verilen bir tepki olarak anlaşılır (2. Bölüm, Kutu 2.1’e ve ayrıca 16. Bölüm’deki korku ve öfke ilişkisine bakınız). Öte yandan, panik anksiyetesi daha çok sevdiğimiz kişilerden ayrılma ya da bu ayrılığın gerçekleşeceği kaygısıyla ilgilidir. Evrimsel açıdan bakıldığında, anksiyete yararlı olabilir. Sadece kendimizi korumamız için değil, aynı zamanda sorunları çözmek, yaratmak, gelişmek ve bize sürekli potansiyel tehlikeler sunan bir dünyada ilerlemek için bizi motive edebilir.

Yukarda bahsettiğimiz durumlar çoğunlukla geçicidir. Arabamıza benzin doldurduğumuzda ya da iş görüşmesi sona erdiğinde anksiyetemizin hafiflediğini hissederiz. Anksiyetenin kaynağı ortadan kalktığında, kalp atışımız yavaşlar, kaygımız yatışır, ruh hâlimiz düzelir, zihnimiz başka şeyleri düşünebilir hâle gelir ve yakınlarımızla olan olağan ilişkisel temas biçimlerimize geri döneriz. Ancak bu her zaman böyle olmaz. Anksiyete durumları için psikodinamik psikoterapiye başvuran hastalarda bu zihin ve beden durumu daha kroniktir. Geçip gitmek yerine kalıcılaşabilir ve işlevselliği sekteye uğratabilir. Bu da sorun haline gelir ve işlevsellikte güçlükler doğurabilir. Bu hastalar için anksiyete, ilişki kurmalarını ve sürdürmelerini, yaratıcı potansiyellerini gerçekleştirmelerini ve dünyanın sunduğu deneyimleri yaşamalarını engelliyor olabilir.

Psikodinamik terapi arayışında olan bazı hastalar için anksiyete, öne çıkan zorluk olabilir. Bazıları için ise temel endişe, kendilik ve ötekiler ile olan ilişkilerle ilgili olabilir ve ardından görüşme sırasında altta yatan bir korku, kaygı, endişe ve tedirginlik hissinden söz ederler. Bazı hastalar şu tür sorular sorabilirler: Bu panik ataklar nereden geliyor? Sosyal ortamlarda bulunmakla ilgili beni geri çekilmek istemeye iten şey nedir? Bazıları için ise bu sorular henüz netleşmemiştir, ancak terapistin umudu, terapötik sürecin anksiyetenin doğasına ve kökenine dair bir merak uyandırmasıdır.

Çoğunlukla anksiyetenin niteliğiyle ilgili bilinmeyen, ifade edilemeyen bir şeyler vardır. Bu belirsizliğe rağmen, ilk seanslarda genellikle bakımverenlerle ilgili erken deneyimlerde yaşanan zorluklara dair anlatımlar olur -güvensiz hissedilen ortam deneyimleri; önemli ötekilerin [significant others] erişilemez veya terk etme eğiliminde olduğu deneyimler; endişeli, depresif ya da duygusal olarak düzensiz ebeveyn hissi. Bilinen bir şey vardır, ancak bilinen ile bilinmeyen arasındaki bağlantı gömülüdür.[2]

Perelberg’e göre ‘Freud, egonun tehlike deneyimiyle tehdit edilmesi sonucu verdiği bir sinyal kavramını vurgular. Bu, travmatik bir duruma verilen bir tepkidir… Sinyal, geçmişte zaten yaşanmış bir tehlikeye işaret eder.’[3] Bu nedenle anksiyete, hem şu anda bilinçli olarak algılanan dışsal bir tehdide (örneğin, neredeyse boşalmakta olan benzin deposu nedeniyle yolda kalmak) hem de erken dönemde yaşanmış tehdit edici deneyimlerle ilişkili bilinçdışı bir şeye dikkat çekiyor olabilir -boş bir benzin deposu içsel bir şeyin temsili midir?[2] Belki de hasta, kendini eksik ve boş hissedeceği tekrarlayan durumların içinde bulur.

İşlevselliği bozan ve bunaltıcı hissedilen anksiyeteyi yaşayan hastalar için, bunun çeşitli şekillerde ifade edileceğini not etmek önemlidir. Psikodinamik yaklaşım, anksiyeteye özgü bir bozukluğa odaklanmaz; anksiyete, psikodinamik psikoterapiye gelen tüm hastalarda genellikle bulunur ancak farklı seviyelerdedir. Aynı şekilde, bir kişinin semptomları klinik bir ‘bozukluk [disorder]’ eşiğine ulaşmamış olabilir, ancak bu, yaşadığı sıkıntıyı geçersiz kılmaz.

Freud Ketlenmeler, Belirtiler ve Anksiyete [Inhibitions, Symptoms and Anxiety] adlı eserinde şöyle der: ‘Anksiyetenin gerçekte ne olduğunu bize söyleyecek bir şey, onunla ilgili doğru ifadeleri yanlış olanlardan ayırt etmemizi sağlayacak bir kriter bulmak istiyoruz. Ama bunu elde etmek o kadar da kolay değil. Anksiyete öyle basit bir mesele değil.’[4] Freud’un ima ettiği gibi, anksiyetenin dağınık ve karmaşık görünümüne bağlı olarak, psikodinamik literatürde anksiyeteye dair çok geniş bir yazın bulunmaktadır. Bu karmaşıklık, kısmen hastaların anksiyeteyi birden fazla gelişimsel evrede deneyimleyebilmelerinden kaynaklanır (Bkz. Kutu 11.1); bu durum özellikle dış çevrede süregelen travma ya da yoksunluk yaşantıları varsa daha olasıdır.

Kutu 11.1 Anksiyetenin gelişimsel hiyerarşisi (Gabbard’dan uyarlanmıştır)[5]

Anksiyete, gelişimsel evre bağlamında kavramsallaştırılabilir. Arkaik anksiyeteler -dağılma/parçalanma [disintegration] anksiyetesi ve eziyet edilme/zarar görme [persecutory] anksiyetesi- gelişmemiş bir benlikte erken gelişimsel sıkıntılarla ilişkilidir. Bir bebek geliştikçe, farklı anksiyeteler deneyimlenebilir. Aşağıdaki listede, gelişimin daha ileri evrelerinde ortaya çıkan anksiyeteler üst sıralarda, daha arkaik olanlarsa alt sıralarda yer alır:

  • İçsel eleştirel nesneden kaynaklanan anksiyete
  • Nesnenin sevgisini yitirme korkusu
  • Nesnenin kaybı korkusu (ayrılık anksiyetesi) (depresif anksiyete)
  • Zulmedilme/eziyet görme anksiyetesi
  • Dağılma/parçalanma anksiyetesi

Her gelişimsel evrede ortaya çıkan anksiyeteler, o dönemi atlattıktan sonra tamamen geride bırakılmış olmayabilir; yaşamın herhangi bir evresinde yeniden tetiklenebilir.[5] Bu bölümün ilerleyen kısımlarında, yukarıdaki listede yer alan anksiyete biçimleri ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Psikodinamik düşüncenin çeşitli ekolleri, anksiyetenin anlaşılmasına her biri kendi derinliği ve bakış açısıyla katkıda bulunur. Bu bölüm, anksiyeteleri anlamaya yönelik bazı psikodinamik yaklaşımları klinik materyallerle örneklendirerek özetleyecektir. Temel kavram olan kapsama [containment] ile başlayacak, ardından gelişimsel olarak daha arkaik (bazen ‘ilkel [primitive]’ olarak da adlandırılan) olanlardan daha sonraki gelişim evrelerinde ortaya çıkanlara doğru çeşitli anksiyete türlerini ele alacağız.

Benlik Duygusu ve Anksiyete: Kapsamanın Önemi

Klinik Örnek 1 – Alex: Nedenini bilmeden korku hissetmek

Alex, huzursuzluk [restlessness] ve duyarlılık [irritability] gibi uzun süredir devam eden yaygın anksiyete belirtileri nedeniyle psikodinamik psikoterapiye yönlendirildi. Sabahları korku/dehşet duygusuyla uyandığını ancak bunun ne ileilgili olduğunu anlayamadığını ifade etti. Değerlendirme sırasında, çocukluğu boyunca annesinin bir ‘kişilik bozukluğu’ tanısı aldığının farkında olduğunu, hem kendi duygularını hem de onun duygularını anlamakta ve düzenlemekte zorlandığını anlattı. Büyürken, annesini nasıl memnun edeceğini, onu neyin rahatsız edeceğini ve neyin sakinleştireceğini öğrenmişti. Ancak kendini anlamak için çok küçük bir alana sahip olduğunu hissediyordu.

Bion, Bir Düşünme Teorisi [A Theory of Thinking] adlı eserinde (bu kavram, 2. Bölüm’de yer alan ‘Bion ve Kapsama’ kutusunda tanıtılmıştı) ‘isimsiz dehşet [nameless dread]’ kavramını ortaya koyar. Kısaca, Bion’a göre bu, bebeğin birincil bakımverenini sürekli olarak kendi deneyimlerini içine alamayan, anlayamayan ve anlamlandıramayan biri olarak deneyimlemesi durumunda ortaya çıkan bir dehşet hâlidir. Sonuç olarak duygular [feelings] ve deneyimler [experiences] anlamdan yoksun kalır ve bebek, kafa karıştırıcı, bilinmezlik dolu, anksiyete yüklü bir durumda bırakılır.[6] Killick şunu belirtir:

Parçalanma korkusu [fear of disintegrating], simbiyotik çevreden kapsanma arayışı içinde olan normal bir bebeklik çağı anksiyetesidir. Bu kapsanmadığında, anksiyete ve kapsanmamış olma deneyimi birlikte yeniden içselleştirilir [reintrojected]. İç dünyada [inner world] deneyimin sahip olduğu anlamdan yoksun bırakan, ‘kasten yanlış anlayan bir nesne [wilfully misunderstanding object]’, bir ‘memesiz [no-breast]’ oluşur.[7]

Winnicott da benzer şekilde anksiyetenin, bakım veren ile bebek arasındaki uyumlanma dinamiklerinde tekrar eden başarısızlıklar ve genel olarak bir ‘tutma ortamı’nın [holding environment] eksikliği sonucu ortaya çıktığını ifade eder. Şöyle der:

‘Annesinden aldığı bakımla’ her bebek kişisel bir varoluşa sahip olabilir ve böylece varoluşun sürekliliği diyebileceğimiz şeyi inşa etmeye başlar. Bu varoluş sürekliliği temelinde, kalıtsal potansiyel yavaş yavaş bireysel bir bebeğe dönüşür. Eğer annelik bakımı yeterince iyi [good enough] değilse, bebek aslında gerçekten var olamaz, çünkü bir varoluş sürekliliği yoktur; bunun yerine kişilik, çevresel müdahalelere verilen tepkiler üzerine kurulur.[8]

Bu kavramları Klinik Örnek 1 ile ilişkilendirdiğimizde, Alex’in bireysel bir öz-anlayış [understanding of himself] geliştirmeye çalıştığı çıkarımında bulunabiliriz. Dünyadaki kendilik algısı [sense of himself], annesinin duygusal durumlarına tepki verme ve onları öngörme çabası üzerinden şekillenmiş görünmektedir. Bu hasta, terapide öngörülebilir, güvenilir ve kapsayıcı bir çerçeveye olumlu yanıt vermiştir. Terapi alanını düşünce ve duygularını açmak ve konuşmak için kullanabilmiştir. Özellikle yakın olduğu teyzesiyle kurduğu ilişkiyi tarif etmiş; bu teyze ona sıklıkla bakım vermiştir. Alex içe kapandığında [withdrawn] bunu fark etmiş, onunla zaman geçirmiş, onu kanatları altına almış ve ‘sadece var olmasına’ izin vermiştir. Çocuklukta içselleştirilmiş iyi bir kapsayıcı nesnenin varlığı, onun terapisti ve kapsayıcı çerçeveyi oldukça doğrudan bir biçimde kullanabilmesini sağlamıştır.

Arkaik Anksiyetelerle Karşılaşmak

Örselenmiş ve travmatik erken deneyimler, ‘yeterince iyi [good enough]’ bir kapsayıcılığın yokluğuyla birleştiğinde, anksiyeteler daha ilkel biçimlerde ortaya çıkabilir. Psikanalitik ve psikodinamik literatürde bunlara zulmedici/eziyet eden/persekütör anksiyetesi [persecutory anxiety] ve parçalanma anksiyetesi [disintegration anxiety] olarak rastlanır. Gabbard, zulmedici anksiyetesinin, Klein’ın paranoid–şizoid konum gözlemine dayandığını belirtir. Bu konumda ‘dışarıdan gelen persekütör/zulmedici nesnelerin içeri girerek hastayı içeriden yok edeceği’ korkusu söz konusudur.[5] (Bu paranoid-şizoid konum kavramına, 2. Bölümdeki ‘Savunmacı ‘Bölme’ ile Daha Bütünleşik Bir Konum Arasındaki Hareket’ başlığı altında değinilmişti.) Klein, bu pozisyonu -ki bazılarına göre bu görüş tartışmalıdır- bebeğin doğuştan gelen agresyonu [aggression] ile ilişkilendirir. Klein’ın agresyona ve anksiyeteye dair görüşleri, Kutu 11.2’de özetlenmiştir. Buna karşılık, parçalanma kaygısı, ‘benlik algısının ya da sınırlarının, bir nesneyle birleşme yoluyla ya da çevredeki başkalarından gelen aynalayıcı [mirroring] ya da idealleştirici [idealising] tepkilerin yokluğunda parçalanma ve bütünlüğünü yitirme korkusu’ olarak tanımlanır.[5]

Her ne kadar çağdaş bir psikodinamik yaklaşım Klein’ın kavramlarını birebir benimsemese de, onun yok olma, zulmedilme ve dağılma deneyimlerinin dinamiklerini ve duygusal tonunu dile getirişi, ilkel gelişimsel anksiyeteler taşıyan hastaları dinlerken terapist için yönlendirici olabilir.

Kutu 11.2 Melanie Klein’in saldırganlık ve anksiyeteye dair kuramsal görüşleri:

Klein’e göre, doğumdan itibaren ‘anksiyete yok olma korkusundan kaynaklanır.’ Ona göre bu yok olma korkusu, bebeğin içinde var olan doğuştan gelen agresif dürtülerden [aggressive impulses] (yani bir ‘ölüm itkisi [death instinct]’ kavramından) türemektedir. Kleinci bebek, yaşamı istemeye dönük (sevgi dolu itkiler) bir çekim ile, yok etmeye ve ölüme dönük (saldırganlık ve yıkıcılık) bir çekim arasında çatışmalı duygular yaşar. Bu gerilim dayanılmaz hissedilir ve bu nedenle hisler [feelings] (hem iyi hem kötü) ayrıştırılır [splitting] ve dış nesnelere yansıtılır -önce ‘iyi’ ve ‘kötü’ meme, ardından anne. Böylece bebek, Klein’ın zulmedilme anksiyetesi olarak adlandırdığı bir deneyime maruz kalır: yansıtılmış saldırganlık, dış nesneden geliyormuş gibi yaşanır. Örneğin, açlığını hemen gidermeyen meme, henüz gelişmemiş olan ego tarafından tehditkâr olarak deneyimlenir.

Daha sonra, bebek ‘iyi’ ve ‘kötü’ memenin (annenin) aslında aynı nesne olduğunu fark ettiğinde, anksiyete depresif anksiyeteye dönüşür -bebek, hayalindeki yıkıcı saldırılar yoluyla sevdiği bu ‘öteki’ne zarar vermiş olma korkusu yaşar. Zamanla, ebeveyn figürleri bebeğe yeterince uyum sağlayabiliyorsa, bebeğin yansıttığı duyguları işlenmiş ve kapsayıcı bir biçimde yeterli sıklıkla geri verebiliyorsa, bebek ebeveynin bu saldırılara yalnızca dayanmakla kalmayıp, aynı zamanda zorlayıcı duyguları yönetme ve anlama konusunda kendisine yardımcı olabileceğini de öğrenebilir. Ancak, bakımveren ile bebek arasında uyum eksikliği varsa, bebek sürekli anksiyeteler yaşayabilir ve özellikle travma ya da başka türden örselenmelere maruz kalması durumunda çeşitli psikopatolojilere yatkın hale gelebilir.[9,10]

Aşağıdaki örnek, çok erken bir gelişimsel evreyle ilişkili anksiyetenin nasıl ortaya çıkabileceğini göstermek amacıyla sadeleştirilmiştir (Bkz. Klinik Vaka 2). Gerçekte (diğer tüm hastalarda olduğu gibi) bu sunum çok katmanlıydı ve hasta birden fazla gelişimsel evrede zorluk yaşıyordu. Bu hasta ile ilgili dikkat çeken şey, anksiyetenin büyük ölçüde hasta tarafından değil, onunla temas edenler (nörolog ve terapist) tarafından hissedilmesiydi. Terapistin anksiyeteye verdiği tepkiler ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Klinik Vaka 2 – Brendan: Açıklanamayan bayılmaları olan genç bir adam

Brendan, kimya okuyan 20’li yaşlarının sonlarında yetişkin bir öğrenciydi. Ergenliğinden beri ani bayılmalar yaşamaktaydı ve bu görünürde bilinç kaybı gibi olan dönemlerin fiziksel bir nedeni bulunamamıştı. Aile hekimi onu bir psikoterapiste yönlendirdi.

Annesi, Brendan birkaç aylıkken, ciddi şekilde depresif ve intihar eğilimli hale geldiği için birkaç ay hastanede yattı. Bu durum çocukluğu boyunca defalarca tekrar etti. Annesi hastaneye yattığında, Brendan anneannesinde kalıyordu. Anneannesini ‘katı ve ciddi’ biri olarak tanımlıyordu.

Bir nörolog uzun süre Brendan’la ilgilenmişti. Nörolojik bir neden bulunmamasına rağmen takibi sürdürmesinin nedeni sorulduğunda, ‘Oğlumu hatırlatıyordu, onun iyi olacağından emin olmak istedim.’ demişti. Ancak hastayı taburcu etmeyi düşündüğü zamanlarda Brendan’ın bayılmalarının arttığını da fark etmişti.

Psikoterapistle yaptığı görüşmelerde Brendan anskiyöz görünmüyordu. Ancak sürekli olarak kendisini, terk edilmiş, ıssız manzaralarda kaybolmuş halde gördüğü kâbuslardan bahsediyordu. Bu rüyalar onu büyük bir adrenalin patlamasıyla uyandırıyor ve tekrar uykuya dönmesini zorlaştırıyordu. Bayılmalarda yorgunluğun etkili olup olmadığını merak etti.

Zamanla terapist bir örüntü fark etti: Brendan yaşadıklarını sakin ve tepkisiz bir biçimde anlatırken, terapist seans dışında bile yoğun bir anksiyete hissediyordu. Bu, nörologun hissettikleriyle benzerdi -hastayı ‘bırakmak istememe’ hissi. Terapist kendi süpervizyon sürecinde, Brendan’ın taşıyamadığı yoğun anksiyetelerini ve dayanılmaz duygularını başkalarının taşımasını bekliyor olabileceğini düşündü. Bu dinamikler ve gelişimsel geçmişi üzerine düşünülerek, Brendan’ın çok erken bir gelişimsel aşamada yetersiz şekilde tutulmuş ve tutarsız bir bakım ortamı yaşamış olabileceği, bu nedenle de bir parçalanma hissi taşıdığı varsayıldı.

Brendan, duygularını ve yaşantılarını anlamasına ve işlemesine yardımcı olacak kapsayıcı bir terapötik ilişki kurabilmesi için daha uzun süreli bir çalışmanın gerekebileceği fark edildiğinden, iki yıl boyunca terapi aldı. Terapi süreci boyunca, deneyimlerine ve rüyalarına karşı daha meraklı hale gelmeye başladı. Rüyalarında sık sık hayatta kalmak için savaşma ve yoğun korku duyma temasını fark etti. Çocukluğuna dönüp baktığında, sürekli bir gerginlik hali içinde olduğunu ve annesinin ölebileceğinden endişe ettiğini ifade etti.

Terapide duygularını daha çok ifade etmeye başladıkça bayılmaları azaldı. Terapinin sonuna yaklaşıldığında bir süreliğine bu bayılmalar tekrar arttı. Ancak bu kez, ayrılıkla ilgili korkularını ve tek başına ‘hayatta kalıp kalamayacağını’ açıkça tartışabildi.

Ayrılık ve Kayıp Korkusuyla İlişkili Anksiyete

Psikanalist ve nöropsikolog Mark Solms, anksiyete ve depresyonun beyindeki aynı ayrılık sıkıntısı tepkisinden kaynaklandığını belirtir. Bir bakımverenden ayrılmanın akut evresinde panik ve anksiyete tepkisi oluşur. Eğer ayrılık devam eder ve bakımveren kaybedilirse, bu durum umutsuzluğa dönüşür; Solms, bunun depresyonun fenotipi [gözlemlenen biçimi] olduğunu gözlemler.[11] Bu, Bowlby’nin ayrılık anksiyetesi üzerine yazdığı öncü makalesinde yer alan daha önceki çalışmalarıyla örtüşmektedir. Bowlby, hastaneye yatırılan küçük çocuklar üzerine yaptığı gözlemlerinde, ebeveynlerinden ayrılmaya verdikleri tepkilerde üç aşama tanımlar: protesto [protest], umutsuzluk [despair] ve nihayetinde kopma [detachment]. Protesto evresini ayrılık anksiyetesiyle, umutsuzluk evresini ise yas ve matemle ilişkilendirir.[12] Her iki yazar da, anksiyetenin nesneden (yani dışsal birincil bakımverenden) ayrılma veya onu kaybetme tehdidine verilen yanıt olduğunu kabul eder; buna karşın depresyon (umutsuzluk), nesnenin geri döneceğine dair umudun kalmadığı, sürekli kayıp deneyiminden kaynaklanabilir. Bu konu, 12. bölümde depresyon başlığı altında daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Klein’in, bebeğin doğuştan gelen saldırganlığına ilişkin görüşünün (Bkz. Kutu 11.2) aksine, Fairbairn’in görüşü, bebekteki saldırganlığın erken dönem ilişkilerde yaşanan hayal kırıklığı [frustration] veya yoksunluktan [deprivation] kaynaklandığı ve doğuştan gelmediği yönündedir. Freud, içgüdüsel dürtülerimizi haz arayışı olarak tanımlarken, Fairbairn insanları her şeyden önce nesne [object] (ilişki [relationship]) arayışında olan varlıklar olarak tanımlar.[13] Fairbairn, bakımverenlerle kurulan ilişkinin doğasının bebeklik gelişimi sürecinde değiştiğini belirtir; bu süreç, bakım verenin ayrı bir varlık olarak hissedilmediği infantil bağımlılıkla başlar ve ‘sevilen ve seven ayrı ve farklılaşmış nesneler’le kurulan olgun bir bağımlılığa doğru ilerler.[14] Fairbairn’e göre ayrılık anksiyetesi [separation anxiety], benlik [self] ile nesne [object] (yani bakımveren) arasındaki bu farklılaşma sürecinde ortaya çıkar.[14] Bu, normal bir süreçtir ve bebek ‘yeterince iyi’ nesneleri içselleştirmişse ve destekleyici bir dış çevresi varsa, bu anksiyete işlenebilir. Ancak, erken dönem ilişkiler güvenilmez ya da anksiyete dolu bir biçimde yaşanmışsa, bu farklılaşma ve ayrılma süreci zorlaşabilir. Fairbairn üzerine yorum yapan Celani şöyle der:

Çocuğun yaptığı her tercih, umutsuzca ihtiyaç duyduğu nesnelerine olan bağını maksimize etme çabasıdır. Elinde nesnesini reddetmek ya da kabul etmekten başka bir seçenek yoktur -bu seçenek ona yaşamla ölüm arasında bir tercih gibi görünebilir.[15]

Fairbairn’in bağlanma fikri, yukarıda tartışılan Bowlby’nin protesto evresiyle örtüşüyor gibi görünmektedir -bebek ‘duygusal yoksunlukla [emotional deprivation]’ karşılaştığında, nesneden bir uzaklaşma değil (en azından başlangıçta) ‘artmış bir bağlanma [increased attachment]’ söz konusu olur.[16] Klinik Örnek 3 bunu göstermektedir. (Bağlanma Kuramı hakkında daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 2, Kutu 2.5.)

Klinik Örnek 3 – Amir: Başkalarının mutluluğundan anksiyöz bir şekilde sorumlu hissetmek

Amir, yirmili yaşlarından beri yaşadığı kaygı semptomlarından dolayı terapiye başladı. Şimdi kırklı yaşlarının başında, çeşitli terapi türlerini ve ilaç tedavilerini denemişti; bunların hepsi bir dereceye kadar fayda sağlamıştı. Ancak hâlâ her sabah kaygılı bir şekilde uyanıyor ve bu duygulardan kurtulamadığını söylüyordu. Başvurmasının bir diğer nedeni ise çocuk sahibi olma arzusuna bağlı süregelen anksiyetesiydi. Kendisi ve eşi birkaç yıldır çocuk sahibi olmaya çalışıyorlardı ve şu anda doğurganlıkla ilgili danışmanlık alma sürecindeydiler. Eşinin çeşitli test ve ilaçlara maruz kalmak zorunda olmasından ötürü üzülüyordu. Bu anksiyeteyle bağlantılı olarak, sık sık başkalarının mutluluğunu sağlama sorumluluğunu üzerinde hissediyor ve birileri ondan hayal kırıklığına uğradığında büyük bir yıkım yaşıyordu. Sosyal hizmet uzmanı olarak yaptığı işinden tutkuyla bahsediyor, danışanları için durumları düzeltmeye çalışırken sık sık uzun saatler çalıştığını anlatıyordu.

Amir, erken dönem deneyimlerini öngörülemez bir babayla ve kaygılı bir anneyle birlikte yaşamak şeklinde tarif etti. Amir’in anlatımına göre, babası makul derecede sevecen olsa da, stres altındayken kaotik ve şiddet eğilimli birine dönüşebiliyordu. Babası, Amir altı yaşındayken (küçük kardeşleri ise dört, iki ve bir yaşındaydı) evi terk etti ve bir daha onlarla iletişim kurmadı. Annesinin bu duruma tepkisi ise “yola devam etmek, kötü bir durumu en iyi şekilde değerlendirmek” şeklinde oldu; kendisini ve aileyi meşgul ederek bu süreci geçirmeye çalıştı. Amir, bu meşguliyeti aşırı olarak nitelendirdi ve bu durumun annesinin giderek daha fazla ulaşılmaz hale gelmesine yol açtığını söyledi. Annesi daha ulaşılmaz hale geldikçe, Amir onu memnun etmek ve ona yardım etmek için daha çok çaba gösterdi. Kendini ailenin biraz da eğlendiricisi olarak tanımlıyor, küçük kardeşlerini neşelendirmek için komik taklitler ve sihirbazlık numaraları yaptığını hatırlıyordu.

Terapide Amir oldukça sempatikti. Sıcakkanlı, açık sözlü ve komikti; anlattığı eğlenceli anekdotlara terapist de sık sık gülerdi ve bir şekilde orada ne yapmaları gerektiğini, Amir’in gerçekten neden geldiğini unutuverirlerdi. Terapist, kendi süpervizyonunda, Amir seanstan ayrıldıktan sonra hissettiği boşluk ve rol kaybı duygusu üzerine düşündü. Süpervizörü, bunun Amir’in ailesi için ‘eğlendirici’ olma rolünü nasıl hatırlattığı üzerinde durdu. Terapist, Amir’in seansta eğlenceli oluşunun, her ikisinin de onun neşesinin altında yatanı görmesini engelleyen bir şey olup olmadığını merak etti.

Aylar içinde Amir, babasının gitmesine bir şekilde kendisinin sebep olduğuna dair taşıdığı korkuyu ve annesinin de kendisi ile ilgili hayal kırıklığına uğradığını düşündüğünü açabildi. Annesinin de onu terk edeceğinden sık sık endişelenmişti ve bu yüzden onu (ve kardeşlerini) yeniden mutlu etme sorumluluğunu hissetmişti. Baba olma süreciyle ilgili içinde bir çatışma olduğunu da fark edebildi. Eşi hamile kalmazsa onu terk edebileceğinden korkuyordu ama aynı zamanda (tıpkı annesi gibi) bebek doğarsa ona karşı daha az erişilebilir olabileceğinden de endişeleniyordu. Derinlerde, kendisinin ‘yeterli olmadığına’ dair bir korku vardı; insanlar onu olduğu gibi görürse hayal kırıklığına uğrayabilirler ya da onu terk edebilirlerdi. Bu yüzden, telafi etmek adına, hep komik ve cazibeli biri olmalı, diğerlerinin ihtiyaçlarını karşılamalıydı. Bu tema aktarım çalışmasında da ele alındı; terapisti yanında tutmak için onu eğlendirmesi gerektiğine dair kaygıları incelendi. Terapi sürecinde, Amir’in eğlendirmek ya da desteklemek zorunda olmadığı, kendisini terk etmeyen bir ‘öteki’ deneyimi yaşaması mümkün oldu. Bu da, kendisine dair alternatif bakış açılarını düşünmesine alan ve güvenlik sağladı.

İçsel Çatışmanın Sinyali Olarak Anksiyete

Giriş bölümünde de belirtildiği gibi, anksiyeteye giden birçok yol vardır. Bu bölümde, anksiyetenin bir tür içsel çatışmanın sinyali olduğu düşüncesi ele alınmaktadır. Freud’un anksiyeteye dair görüşü zaman içinde gelişmiştir. Erken dönem düşüncelerinde, anksiyeteden genellikle doyurulmamış içgüdüsel (çoğunlukla cinsel) dürtülerle ilişkili bir semptom olarak söz eder.\[14] Ancak düşüncesi ve çalışmaları geliştikçe, zihnin topoğrafik modeliyle birlikte bu görüşü değişir. Kabul edilemez dürtüler ortaya çıktığında, bunların toplumsal olarak kabul gören normları korumak amacıyla bilinç dışına itildiği ve bu dürtülerin bastırılmasından dolayı anksiyete semptomlarının ortaya çıktığı şeklinde açıklar.

Freud, bu fikirleri yapısal modeli ortaya koyarak daha da geliştirir; anksiyete artık sadece bir semptom değil, aynı zamanda bir sinyal haline gelir (bkz. ayrıca Bölüm 2, “İçsel Çatışma” bölümü). İd, ego ve süperego kavramlarının gelişimiyle birlikte bizi, benliğin farklı parçaları arasında çatışmaların yaşanabileceği içsel bir dünyayla tanıştırır. Freud, haz ilkesine göre hareket eden id’den söz eder; bu parça, her ne pahasına olursa olsun anlık tatmin peşindedir.\[17] Süperego ise, ahlaki değerler, toplumsal normlar ve ebeveyn değerlerine dayanan içselleştirilmiş kural ve beklentilerin birikimidir. Son olarak, ego hem id hem de süperegonun taleplerini dengelemeye çalışırken, aynı zamanda haz almayı ve acıdan kaçınmayı amaçlar.

Freud bize anksiyetenin, bilinçdışı bir tehdit ya da tehlikenin sinyali olarak işlev görebileceğini öne sürer. Rycroft, sinyal anksiyetesini şu şekilde açıklar: “kişinin içsel dengesini bozabilecek içsel değişikliklere karşı bir tür uyarı niteliğindeki kaygı hali”.\[18] Bu sinyal, egonun “benliğin çatışmalı yönleri ya da ambivalan zihin durumu tarafından tehdit edilmesini engellemek için bir tür eyleme geçmesine” neden olur. “Çözüm”, tehdidin bilinçli olarak kabul edilmesinden kaçınmaktır.\[17] İçsel dengeyi korumak ve bu içsel gerilimi azaltmak adına ego, çatışmanın bilince ulaşmasını önlemek için savunma mekanizmaları kullanır. Günlük klinik dilde id ve süperego terimlerine sıkça başvurmasak da Freud’un bu fikirleri kaygıyı anlamakta temel oluşturur – ki bu, bizlerin benliğimizin farklı yönleriyle çatışan arzulara, duygulara ve isteklere sahip olabileceğimizi kabul eder. Bu içgüdüleri kendimize ya da başkalarına –özellikle de anlamlı ilişkiler içinde olduğumuz kişilere– itiraf edersek, bunun felaketle sonuçlanacağı yönünde bir korku olabilir. Bu durum, Klinik Örnek 4’te de gösterilmiştir.

Genellikle Freud’un klinik kuramları evrildikçe, önceki kuramın versiyonunu tamamen terk etmediği görülür; belki de bu hem eski hem de yeni versiyonların yaşam dinamiklerine (her zaman düzenli ve yalın olmayan) dair bir şeyi yakaladığını düşündüğü içindir. Anksiyeteyi anlamaya yönelik katkılarında da durum böyledir. Hem anksiyetenin bastırılan ihtiyaçlar ya da benliğimizin diğer yönlerinden kaynaklanan bir belirti olduğu fikrine, hem de anksiyetenin bir çatışmanın bastırılma gerekliliğini bildiren (sinyal veren) bir iletişim olduğu fikrine sahibiz. Bizim klinik deneyimimizde, her iki kuramın da pratik değeri bulunmaktadır.

Klinik Örnek 4 Bir üniversite öğrencisi: Artık ‘işe yaramayan’ savunmalarla ilişkili anksiyeteye bir örnek

Bir öğrenci, üniversitede tamamladığı yakın tarihli bir stajla ilgili olarak hocası tarafından eleştirildi. Elinden gelenin en iyisini yaptığını ve çok çalıştığını düşündüğü için bu eleştiri onu şaşırttı; ancak öğretmeninin kendisinden daha deneyimli olduğunu düşünerek ona eleştirisi için teşekkür etti. Arkadaşları bu eleştirinin sert olduğunu ve öğretmeninin daha önce de zorbalık eğilimleri gösterdiğini düşündüklerini söylediler. Fakat öğrenci, hocasının kendi iyiliği için hareket ettiğinden emindi. Aynı akşam, sebepsiz yere içini bir korku kapladı ve aniden bir panik atak geçirdi. Arkadaşları onu akşam yemeğine davet etmişti, ancak panik atağın ardından bu daveti iptal etti.

Peki bunu nasıl anlayabiliriz? Hocasına karşı öfke ya da nefretle tepki verme arzusu olabilir. Ancak aynı zamanda, başarısız olmak istemiyorsa daha çok çalışması ve daha iyisini yapması gerektiğini düşünen bir parçası da olabilir. İçsel dengeyi koruyabilmek ve bu çelişkili parçaları susturmak için, saldırganlık duyguları “olumlu” duygulara dönüştürülerek tepkisel biçimlendirme (reaction formation) yoluyla düşmanlık gizlenmiş olabilir.

Geçmiş deneyimlerine odaklanırsak, öğrencinin babasını cezalandırıcı ve talepkâr bir figür olarak deneyimlediğini, iyi davranış ve yüksek akademik başarı beklentisi içinde olduğunu ; aksi takdirde “kendi başının çaresine bakması” gerektiğini söylediğini görebiliriz. Öğrenci, babasının cezalarını hiçbir itiraz göstermeden kabul edip daha çok çalışacağına dair sözler verme rolünü benimsemişti. Bu, sevgi dolu ama kaygılı annesinden öğrendiği bir davranıştı. Bu durumda, aile içinde güvenliğini ve yerini koruyabilmek için öfkeli duygularını bastırmak zorunda kalmanın yarattığı çatışmayı ve kaygıyı tasavvur edebiliriz.

Eğer Freud’un öne sürdüğü gibi savunmalar bilinçdışı düzeyde işliyorsa, o zaman bu örnekteki öğrenci gibi birinin anksiyete semptomlarını nasıl gösterdiğini merak edebiliriz. Anksiyeteyi, savunmalarımız artık işe yaramadığında ortaya çıkan bir sinyal olarak düşünebiliriz. Bu durumda, arkadaşlarının yorumları öğrencinin bilinçdışında bastırdığı bir durumu —zorba bir baba figürüyle yaşadığı çatışmayı ve buna yönelik öfkesini— bilincine yaklaşacak şekilde harekete geçirmiş gibidir.

Sonuç olarak, öğrenci bir anksiyete hissi yaşamış ve bu durumu ona tekrar hatırlatabilecek olan arkadaşlarından uzaklaşmıştır. Bu öğrenci, zamanla daha sık panik ataklar ve sosyal anksiyete yaşamaya başlamış, bu da hem üniversiteye gitme kapasitesini hem de arkadaşlarıyla zaman geçirme isteğini etkilemiştir. Ardından, altta yatan kaygıların işlenebilmesi amacıyla psikanalitik yönelimli psikoterapiye yönlendirilmiştir.

9. Bölümde tartışıldığı üzere, savunma mekanizmaları gelişimsel evreye bağlı olarak farklılık gösterebilir. Temel olarak borderline düzeyde işlev gören bir birey için, bölme (splitting) ve yansıtmalı özdeşim (projective identification) gibi mekanizmalar, anksiyeteyi yönetmenin başlıca yolları olabilir. Ancak, işlevselliği daha çok nevrotik düzeyde olan bir bireyde (Klinik Örnek 4’te olduğu gibi), anksiyeteyi yatıştırmak için yer değiştirme (displacement), tepki oluşturma (reaction formation) ya da entelektüelleştirme (intellectualisation) gibi daha olgun savunma mekanizmaları devreye girebilir. Bununla birlikte, genel olarak nevrotik düzeyde işlev gören bir kişinin zaman zaman daha ilkel savunmalara başvurması da ihtimal dışı değildir.

Eleştirel İçsel Objeden Kaynaklanan Anksiyete

Bir hastanın getirdiği deneyimlerin çoğunlukla suçluluk duygusu, “kötü” hissetme, utanç, “yeterince iyi olmama” endişeleri içerdiğini görebiliriz. Kişinin hata yapma ya da başarısız olma korkusundan kaynaklanan ilişkiler kurma ve dünyayla etkileşime girme konusunda tereddütlü ve temkinli bir tutum sergilemesi olasıdır. Bu kişiler kendilerini sıkışmış hissedebilir, oyun oynamakta ya da yaratıcı olmakta zorlanabilirler.\[20]

Kuramsal bakış açısına bağlı olarak, bu durumu, bireyin özellikle cezalandırıcı bir süperego’ya (Freudyen yaklaşım) sahip olması ya da kaygının bir “iç sabotajcı”dan, yani eleştirel bir içsel objeden (nesne ilişkileri kuramı) kaynaklanması şeklinde tanımlayabiliriz.

Her ne kadar bu iki kuramsal açıklama birebir örtüşmese de, birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Bu yaklaşımlar, bireyin benlik algısının, aşırı sert, talepkâr ve cezalandırıcı bir içsel objenin baskısı altına girebileceğini öne sürer. Böyle bir durumda, hastanın benlik duygusu bu içsel baskıcının etkisiyle bastırılmış ve zayıflatılmış hale gelebilir (bkz. Klinik Örnek 5).

Klinik Örnek 5 Ella: Anksiyete ve somatik belirtiler yaşayan bir kadın

Ella, aile hekiminden yapılan yönlendirme üzerine psikodinamik bir değerlendirme için görüşmeye alındı. Yirmili yaşlarının sonlarında olan Ella, sağlığıyla ilgili kaygılar yaşıyordu ve çoğu zaman, organik bir nedeni bulunamayan çeşitli bedensel şikâyetlerle başvuruyordu.

Görüşme sırasında Ella, annesinin de hatırladığı kadarıyla uzun süredir kronik fiziksel sağlık sorunları yaşadığını anlattı. Annesi büyük ölçüde yatağa bağımlıydı ve yıkanma, giyinme gibi günlük ihtiyaçlarında yardıma ihtiyaç duyuyordu. Ella, üçü de erkek olan dört kardeşin en küçüğüydü. Küçük yaşlardan itibaren evdeki tek “kadın” olması sebebiyle annesinin asıl bakımını üstlenen kişi haline gelmişti. Bu durum zamanla onun için bir yaşam biçimine dönüşmüştü.

Ağabeyleri birer birer evi terk etmişti – seyahat etmiş, partnerleriyle yaşamaya başlamış ya da dünyayı keşfe çıkmışlardı. Ella ise anne ve babasıyla birlikte yaşamaya devam etmiş ve annesinin bakımını sürdürmüştü. Görüşmede, onun “yardımsever”, “ilgili” ve “iyi” bir kız olması yönünde örtük bir beklenti olduğu izlenimi edinildi.

Terapinin başlangıç seanslarında uzun sessizlikler yaşanıyor ve Ella oldukça kontrollü görünüyordu; yaşantılarını duygusuz ve ifadesiz, kesik cümlelerle anlatıyor, ardından yeniden sessizliğe gömülüyordu. Terapist, bu kadar çok alanın ve özgürlüğün Ella için rahatsız edici olabileceğini ifade etti ve annesine bu kadar çok zaman ve alan vermenin nasıl hissettirdiğini merak ettiğini dile getirdi. Bu yorum, ortamda bir miktar gerilimi azalttı ve Ella’nın annesine bakım verme deneyimini biraz daha serbestçe konuşmasına olanak tanıdı. Ella içinde bulunduğu ikilemi anlatıyordu. Bir yandan evde yardımcı olmanın kendi görevi olduğunu düşünüyor, diğer yandan da kendi hayatını yaşamanın nasıl bir şey olabileceğini temkinli bir şekilde merak ediyordu.

Terapist tatil nedeniyle seanslara ara verdiğinde, Ella genellikle kendini ne kadar yalnız hissettiğini ve seansların yokluğunun ne denli zorlayıcı olduğunu dile getiriyordu. Terapistin karşı aktarımında, hastası mutsuzken kendisinin eğleniyor ve özgürlük yaşıyor olmasından kaynaklı bir suçluluk hissi oluşuyordu; aynı zamanda hastaya karşı bir sıkışmışlık ve öfke de hissediyordu. Terapist, bu karşı aktarımın kendisine hastanın içsel dünyasını deneyimleme fırsatı sunduğunu fark etti. Ella, hayatını yaşamak, eğlenmek istiyor; annesine karşı öfke duyuyor ama aynı zamanda bu hislerinden dolayı suçluluk hissediyordu. İçsel olarak, kendi arzularını “bencil” ve öfkesini “haksız” bulan sert bir iç nesne vardı. (Bu öfke kabul edilemez bir duygu olarak bedensel semptomlara dönüşüyordu.)

Terapist, bu karşı aktarımı, hastanın terapistin yokluğuna dair hislerini ve bu durumun Ella’nın evdeki kişilerarası dinamikleriyle olan bağlarını araştırmak için bir araç olarak kullanabildi. Bir yıl süren terapötik süreç boyunca Ella, terapistin ona, öfkesini de içeren duygularını konuşabileceği bir alan sunduğuna güvenmeye başladı. Bu duyguları, “bencil” ya da “mantıksız” hissetmeden ifade edebileceği bir özgürlükle keşfetmeye başladı.

İçsel eleştirinin yumuşaması ve kendisiyle daha şefkatli bir ilişki kurma biçimini içselleştirmesiyle birlikte, Ella zamanla yaşamdan ne istediğini suçluluk duygusuna kapılmadan düşünebilir hale geldi. Bu da onun, özverili bakım veren rolünden bir ölçüde ayrışmasına ve kendi isteklerini ve arzularını daha fazla keşfetmesine olanak sağladı.

Böylelikle farklı gelişim evrelerine ait anksiyete türlerinin nasıl bir arada bulunabildiğini ve etkileşim içinde olabildiğini görebiliriz; yani hem eleştirel bir iç nesneyle hem de ayrılmayla bağlantılı anksiyete mevcuttur. Bu örnekte daha çok Ella’nın eleştirel iç nesneyle ilişkili anksiyetesi üzerinde durulmuştur.

Terapistin Terapi Odasında Anksiyete Deneyimi

Bu kitabın başka bölümlerinde de (Bölüm 2 ve 7) ele alındığı üzere, bir danışanla birlikteyken karşıaktarım (countertransference) tepkilerimizi fark etmek son derece önemlidir. Aktarım ve karşıaktarıma dair bir anlayış geliştirmek, hem anksieyetnin doğasını hem de gelişimsel evresini kavramamıza yardımcı olabilir.

Bu bölümde çeşitli anksiyete türlerini ele aldık ve klinik örnekler, her danışanda karşıaktarım yanıtlarının nasıl farklılık gösterdiğini ortaya koydu. Kaygıların, kabaca, gelişimsel evrelere tekabül ettiğini düşünebiliriz. Bölümün başında, daha ilkel bir benlikle ilişkili olan (örneğin, zulüm görme ya da parçalanma korkusu gibi) arkaik kaygıları ele almıştık; oysa daha eleştirel bir iç nesneden kaynaklanan anksiyete, daha olgun bir benlik düzeyiyle ilişkili olabilir. Betty Joseph bu durumu şu şekilde açıklayıcı biçimde tanımlar:

 “…danışanlarımız daha bütünleşmiş olduklarında ve anksiyete genellikle başkalarını gerçek insanlar olarak algılamakla ilgiliyse — kayıp korkusu, ilgi, suçluluk, telafi etme arzusu ve kendini düzeltme isteği gibi duygular içeriyorsa — bu tür danışanlar Klein’ın depresif konum (depressive position) olarak tanımladığı yapıya daha yakındırlar… Aktarımda, bu nedenle, kendimizi daha az istila edilmiş hissederiz ve danışanın bir bütün olarak içselleştirilmesine ve anlaşılmasına yönelik daha fazla iletişim olanağı vardır; terapistin aktarımda eyleme geçmesi yönünde baskı daha azdır.”

Brendan (Klinik Örnek 2’de açıklanamayan bayılmaları olan genç adam) örneğinde olduğu gibi, anksiyetesi ilkel nitelikte olan bir danışanda, bunu tolere etme kapasitesi sınırlıdır. Kaygı verici duyguları yaşamak ve bunlara katlanmak yerine, bu duygular farkında olmadan çevresindekilere yansıtılır. Eğer bu yansıtmaları “tutabilecek” bir kişiyle temas kuramazsa, bu yoğun duygular o denli katlanılmaz hâle gelir ki, tam anlamıyla çöküş yaşar. Nörologu ve terapistinin karşıaktarım tepkileri, danışanın kaygısını onlar adına taşıdıklarını göstermektedir. Bu durumda belki de en terapötik unsur, uzun süreli bir terapötik ilişki boyunca terapistin sunduğu güvenilir ve kapsayıcı yapıdır. Gabbard, değişimin ilişki yoluyla gerçekleşebileceğini, bu süreci şu şekilde açıklar:

“…bir işlevin içselleştirilmesi yoluyla; yani, danışan daha önce dışsallaştırılmış bir işlevi yerine getirme kapasitesi geliştirir — örneğin, terapist tarafından defalarca yatıştırılma deneyimi yoluyla, kendi kendini yatıştırmayı öğrenmesi gibi.” [22] —

Daha önce de belirttiğim gibi, bazı hastalar anksiyetelerinin farkında olabilir ve bunların kökenini anlamaya yönelik bilinçli bir arzuları olabilir. Bununla birlikte, Joseph aynı zamanda şu noktaya da dikkat çeker: “Danışanlarımızın, anksiyeteyi anlamaya çalışmaktan ziyade, bir ölçüde ondan kaçınmak için bizi kullanacaklarını beklememiz gerekir.”\[21] Amir (Klinik Örnek 3) ile çalışan terapist, onun eğlenceli şakalarına birlikte gülmeye başladığını ve böylece kaygının derinlemesine keşfinden kaçınılan örtük bir işbirliği içine sürüklendiğini fark etmiştir. Edna O’Shaughnassey’nin ifadesiyle, bu durum bir tür “kaçamak gezinti” (excursion) halini almıştır. O’Shaughnassey, bu kavramı duygusal temastan bir kaçış olarak tanımlar.\[23] Bu örnekte terapist, danışanla olan ayrımlılığını geçici olarak kaybettiğini ve bir gözlemleme ve düşünme kapasitesi yitimine uğradığını karşıaktarım yoluyla fark etmiştir. Ardından, Amir’in seanslarda nasıl tanıdık bir role kaydığını ve bunun terapistin (danışanın algısına göre) onun hakkında kötü düşünmesini engellemek amacıyla yapılan bir savunma olduğunu yorum yoluyla danışana göstermiştir.

Ella (Klinik Örnek 5) için, yaşamını sürdürme yetisini kısıtlayan içsel bir eleştirel nesnenin varlığı söz konusuydu. Terapide bu durum, başlangıçta terapötik alanda “oynamadaki” güçlük olarak kendini gösterdi. Gabbard, aşırı eleştirel bir içsel nesneye sahip hastalarla ilişkili olarak terapötik ilişkinin faydalı olabilecek bir yönünün, hastanın daha önce utanç verici ya da “kötü” olarak deneyimlenen materyale karşı terapistin ilgiyle ve keşifçi tutumunu içselleştirmeye başlaması ya da dürtülerine ve davranışlarına karşı daha açıkça ılımlı bir tutum benimsemesi potansiyeli olduğunu belirtir.\[22] Terapist, ilgilenen ve araştırıcı bir tutum sergileyerek, hastaya arzu, duygu ve isteklerin bastırılıp gizlenmek yerine düşünülebilir olduğu mesajını dolaylı olarak iletmiştir (eleştirel içsel nesne ile çalışan başka terapötik yaklaşımlar için bkz. Bölüm 12).

Sonuç Notları

Bölümün başında Freud’un “…kaygı öyle basit bir mesele değildir”[4] sözüne dönmek istiyorum; bu ifade, anksiyetenin yaygın ve karmaşık doğasına bir yansıma olarak ele alınabilir. Bu bölümün amacı anksiyeteye dair kapsamlı bir analiz sunmak değil, onlar üzerine psikanalitik yaklaşımlara ışık tutmaktır. Erken bebeklik döneminde bakımveren ile bebek arasındaki süreci düzenlemedeki zorlukların, arkaik anksiyetelerin devamlılığına nasıl zemin hazırlayabileceği üzerine düşündük. Anksiyeteyle ilişkili olarak ayrılık ve kayıp doğasını inceledik ve nihayetinde içsel çatışmalar ile eleştirel içsel nesnenin anksiyeteyi nasıl tetikleyebileceğini ele aldık. Klinik örnekler, anksiyetenin terapi sürecinde nasıl geniş bir yelpazede kendini gösterebileceğini ortaya koydu; son bölüm ise terapistin bu farklı anksiyete türlerini nasıl deneyimleyip yanıtlayabileceğine odaklandı.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir