Blog

  • Göçmenler ve Mültecilerle Psikodinamik Psikoterapide Çalışmak (19. Bölüm)

    Göçmenler ve Mültecilerle Psikodinamik Psikoterapide Çalışmak (19. Bölüm)

    Pratyusha Tummala-Narra

    2015 yılında, Filistinli mülteciler hariç yaklaşık 244 milyon uluslararası göçmen ve 16 milyon mülteci olduğu tahmin edilmekteydi (Migration Policy Institute, 2017; Pew Research Center, 2017). Ruh sağlığı profesyonelleri giderek artan bir şekilde göçmenler ve mültecilerin özgün ihtiyaçlarını ele almaya çağrılıyordu. Psikanalizde, intrapsişik ve kişilerarası deneyimlerin sosyokültürel boyutları uzun bir süre ihmal edilmiş olmasına rağmen, çağdaş araştırmacılar, göçmenler ve mültecilerin çeşitli deneyimlerini ve kültür, dil, ırk, cinsiyet, etnik köken, sosyal sınıf ve kesişimselliğin psikoterapi sürecindeki rolünü incelemenin önemini fark etmektedirler (Ainslie, Tummala-Narra, Harlem, Barbanel ve Ruth, 2013). Göç ve sürgün bağlamında psikanaliz konusu geniş bir kapsam taşısa da bu bölüm, kültürel açıdan bilinçli psikanalitik pratiğe yönelik kritik olan bazı ortak örüntüleri ve deneyimleri sunmayı amaçlamaktadır. Bu bölüm, göç öncesi ve sonrası bağlamlar, kültürel olarak uyum/entegrasyon sağlama ve bu süreçle ilgili stresler ile travmayı ele almaktadır. Bu faktörlerin, ayrılık ve kaybın ele alınması ile terapötik ilişkinin dinamikleri üzerindeki etkileri tartışılmaktadır.

    Göç Bağlamı

    Göçün bireyler ve topluluklar üzerindeki etkisinin psikanalitik anlayışları, göçmenler ve mültecilerin belirgin göç öncesi ve sonrası bağlamlarını dikkate alır. Özellikle, mülteciler savaş; siyasi, dini ya da etnik zulüm; ve/veya çevresel afetler nedeniyle evlerinden zorla ayrıldıkları için göç ederler. Pek çok mülteci, nihai yerleşim yerlerine ulaşmadan önce birden fazla kez yerinden edilmiş ve yeniden yerleştirilmiştir (APA, 2012). Bu kişiler, ciddi fiziksel, cinsel ve duygusal travma ve zaman zaman işkence riski altındadırlar ve varacakları ülkelerine gelmeden önce çeşitli mülteci kamplarında yaşamış olabilirler (APA, 2010; Robjant, Hassan ve Katona, 2009). Mültecilerin aksine, özellikle yetişkin olan göçmenler, genellikle doğdukları ülkelerden ayrılma konusunda bir tercihe sahiptirler. Yeni bir ülkeye göç etme nedenleri yoksulluktan ve siyasi ya da sosyal huzursuzluktan kaçma, eğitim ve istihdam olanakları arama ve aile üyeleriyle yeniden bir araya gelme gibi çeşitlilik gösterebilir (APA, 2012). Göçmenlerin göç öncesi bağlamı da, mültecilerde olduğu gibi, kişilerarası, sosyal ve politik travma deneyimlerini içerebilir ve bu deneyimler göç etme kararını tetikleyen bir faktör haline gelebilir (Ainslie ve diğerleri, 2013).

    Göç sürecine dair psikanalitik bakış açıları, karmaşık duygusal durumları içeren tüm intrapsişik, kişilerarası ve sosyal deneyim yelpazesini vurgular. Birçok göçmen ve mülteci, ayrılık kaygısı, belirsizlik kaygısıve depresif kaygı gibi çeşitli kaygı türleri deneyimlemektedir (Akhtar, 2011; Grinberg ve Grinberg, 1989). Akhtar (2011), çevresel değişikliklerin ve tanıdık nesnelerin kaybının bireyin egosu üzerindeki olumsuz etkilerini ayrıntılı bir şekilde tanımlamış; bireyin, yeni ve tanıdık olmayan bir fiziksel ve kültürel ortamla karşılaştığında, başlangıçtaki heyecan duygusunun yerini yön kaybı ve pişmanlık duygularının alabileceğini ve kaygı, üzüntü, kafa karışıklığı ve yas duygularının umut ve iyimserlik hisleriyle bir arada bulunabileceğini belirtmiştir. Dahası, bu bireyler ve topluluklar arasında psikolojik sıkıntı deneyimleri, bireysel ve kolektif dayanıklılıkla birlikte var olur ve zaman ve bağlama bağlı olarak değişim gösterebilir (APA, 2012).

    Göç sonrası bağlam, yalnızca göçmenin veya mültecinin yeni ve tanıdık olmayan bir çevreye dair deneyimleriyle değil, aynı zamanda barınma, gıda, sağlık hizmetleri ve eğitim gibi temel ihtiyaçları karşılama durumu ve diğer insanların göçmenler ve mültecilere yönelik algılarıyla da şekillenen ikilemler sunar. Göçmenlerin ve mültecilerin yeni ülkelerindeki kabulleri de bu bağlamın bir parçasıdır. Egemen toplumlarda göçmenlere yönelik olumsuz tutumlar, özellikle ırksal ve dini azınlıklara mensup göçmenler için artan bir kaygıya neden olur ve onların yeni kültürel bağlama uyum sağlama çabalarını zedeler.

    Uyum Süreci (Acculturation)

    Uyum sağlamanın “doğru” ya da “en iyi” bir yolu olmamakla birlikte, bu sürecin belirli yönlerinin göçmenler ve mülteciler için riskler oluşturabileceği belirtilmelidir. Araştırmalar, özellikle ABD’deki baskın kültüre uyum sağlamanın yüksek riskli davranışlarla ilişkilendirilebileceğini göstermektedir (APA, 2012). ABD’deki ırki kökeni farklı olan azınlık göçmenleri üzerine yapılan çalışmaların çoğu, göçmenlerin ABD doğumlu çocuklarının, sağlık, zihinsel sağlık ve eğitim sonuçları açısından, yurt dışında doğmuş akranlarına göre daha kötü durumda olduğunu göstermektedir. Bu durum, göçmen paradoksu olarak adlandırılmıştır (Alegria et al., 2008; García-Coll ve Marks, 2012). Bu bulgular, birinci nesil (ABD’ye yetişkin olarak gelenler) ve ikinci nesil (ABD’de doğup büyüyenler) göçmenlerin uyum süreçlerini ve beraberinde gelen stresi nasıl deneyimledikleri konusunda sorular ortaya koymaktadır. Psikanalitik alandaki araştırmacılar, göç ve kültürel uyum stresi ile ilgili olarak kaygı, depresyon ve kafa karışıklığından oluşan etkileri geniş bir şekilde ele almışlardır. (Akhtar, 2011). Aşağıdaki bölümlerde, uyum sürecinin iki özel yönüne, aile yaşamına ve toplumsal konuma odaklanılacaktır.

    Aile Yaşamı

    Göçmen aileler, aile yapısı ve farklı aile üyelerinin rollerinin bazen dramatik bir şekilde değişebileceği için yeni zorluklarla sıkça karşılaşırlar. Bazı ailelerde cinsiyet rolleri, ebeveynlerin, çocukların ve büyükanne ve büyükbaba gibi geniş aile üyelerinin günlük yaşamlarını etkileyen biçimlerde dönüşebilir. Genellikle, göçmen ebeveynler, çocuklarının ABD kültürel bağlamında yön bulmalarına yardımcı olmak ve  gözlemlemek ile kendi kültürel, dini ve dil miraslarını koruma arasında mücadele ederler. Göçmen ebeveynler, yeni ülkede ebeveynlik yaparken genellikle benzer etnik kökene sahip diğer göçmenlere güvenme eğilimindedirler, çünkü dil, kültür, yemek ve din gibi ortaklıklar güven duygusu ve “duygusal yenilenme/destek” sağlar. (Akhtar, 2011). Birçok göçmen ve mülteci, kültürü sürdürmek ve eski ülkelerinden ayrı kaldıkları insanlarla bağlantıyı korumak için kültürel mirası aktarma isteği taşır. Bu, bir hastanın oğlunun ABD’ye uyum sağlaması konusundaki endişesini anlatmasında açıkça görülmektedir: “Ona nereden geldiğimizi hatırlatmaya devam etmezsem tamamen unutabilir, fazla Amerikanlaşabilir. O zaman biz nasıl yaşayacağız? Neden buraya geldik?”

    Ebeveynlerin göçle ilgili bilinçli ve bilinçdışı duygusal deneyimleri, baskıya maruz kalmaları, kültürel bağları ve göç ile ayrılığa eşlik eden arzuları ve korkuları, kuşaklararası olarak aktarılır ve çocuklar tarafından içselleştirilir (Eisold, 2012; Saketopoulou, 2015; White, 2015). Önemle belirtmek gerekir ki, kültürel perspektifler hem ebeveynler hem de çocuklar için yaşam boyunca dönüşüm geçirir ve eski içsel (intrapsişik) ve kişilerarası çatışmaları yeniden gündeme getirirken yenilerini ortaya çıkarır. Göçmen ve mülteci çocukları, ebeveynlerinin yeni ülkeye ulaşmak için karşılaştıkları engelleri aşmadaki direncini ve/veya tanıdık olmayan bir bağlamla başa çıkma yetilerini fark ederken, ebeveynlerinin hayalleri ve beklentileriyle mücadele ederler. Bir yandan, ikinci kuşak, ebeveynlerinin erişemediği şeyleri elde etmeye yönelir; diğer yandan, ebeveynlerinin kısıtlamalarının ötesinde, baskın kültürde yer almak isterler. Ebeveynlerin ve çocukların farklı uyum süreçleri kuşaklar arası çatışmalara yol açabilir ve bu durum aile yaşamı ve bireylerin ruh sağlığını etkileyen bir stres kaynağı olabilir (Sherry ve Ornstein, 2014). Ne yazık ki, bu tür çatışmalar ve uyum sürecinin dışsal talepleri (örneğin, iş yerine veya okula uyum sağlama, ırkçılığa maruz kalma deneyimi) genellikle ev içinde konuşulmaz ve ev dışında kalan kişiler tarafından fark edilmez.

    Toplumsal Konum (Social Location)

    Göçmenler ve mülteciler, toplumsal konumlarında önemli değişiklikler yaşarlar. Cinsiyet, ırk, etnik köken, din, dil, sosyal sınıf, fiziksel engellilik ve göçmenlik statüsü gibi kimlik unsurları, kabul edildikleri ülkede farklı psikolojik anlamlar ve toplumsal sonuçlar taşır. Bireyin miras kültürüne dayalı toplumsal kimliği, yeni kültürel bağlama taşınır; ancak bu süreçte toplumsal konuma dair yeni normlar oluşur (Ainslie, 2011). Örneğin, şiddetten kaçıp ülkesinden göç eden bir genç, ten renginden dolayı ABD’de Afrikalı Amerikalı olarak tanımlanabilir. Ancak bu etiket onun için yabancı olup, kültürel kimliğini yansıtmaz. Bu tür durumlarda toplumsal konumun çeşitli yönleri birey üzerinde intrapsişik, kişilerarası ve toplumsal sonuçlar doğurur.

    Toplumsal konumun etkileri,toplumsal aynalama (social mirroring) (Suarez-Orozco, 2000) kavramıyla değerlendirilebilir. Bu kavram, Winnicott’un (1971) aynalama konseptini genişleterek, göçmenlerin evleri dışındaki ortamda, özellikle baskın kültürde aldıkları mesajları tanımlamak için kullanılır. Göçmenler ve mülteciler, göç sonrası bağlamda etnik, dilsel ve dini miraslarının kabul gördüğünü deneyimlediklerinde, uyum ve kimlik gelişimi açısından daha geniş bir seçenek yelpazesine erişebilirler. Ancak, toplumsal konumlarına (örneğin, ırk, kültür, cinsiyet, din, sosyal sınıf, engellilik, ulusal köken, göçmenlik statüsü) dair olumsuz mesajlar bu seçenekleri kısıtlar ve baskın kültüre karşı izolasyon, görünmezlik ve kızgınlık gibi savunma mekanizmalarını tetikler. Bazı durumlarda, bireyin köken ülkesindeki toplumsal/sosyal konum algıları ve anlamları, göç edilen ülkedekilerle çelişebilir. Örneğin, 43 yaşındaki Bangladeşli bir göçmen olan hastam Shruti, Bangladeş’te kast sistemi nedeniyle marjinalleşmiş hissettiğini ve ABD’de de düşük gelir ve ırkı yüzünden dışlandığını ifade etti. Şöyle dedi: “Bangladeş’te kast yüzünden çok sorun var; insanlar sana tepeden bakıyor, tıpkı eşimin ailesinin yaptığı gibi. Onlar daha yüksek bir kasttan geliyorlar ve evliliğe tamamen karşılardı. Burada da çok çalışıyoruz ama eğer zengin değilsen ve bizim gibi esmer tenliysen insanlar yine sana tepeden bakıyor. Nerede olursan ol kazanamıyorsun.” Shruti’nin deneyimleri, göç öncesi ve sonrası bağlamlarda olumsuz aynalamayı gösteriyor. Ayrıca bu deneyimlerin kendilik algısını nasıl şekillendirdiğini şu şekilde paylaştı: “Bunu kafama takmamaya çalışıyorum ama bazen kötü hissettiriyor, sanki nereye gidersem gideyim yeterince iyi değilim.”

    Çift Kültürlü ve Çift Dilli Kimlik

    Göçmenler ve mülteciler arasında kimlik gelişimi, köken ülkesi ile yerleşilen, göç edilen ülke arasındaki fiziksel ve psikolojik mesafenin müzakeresini içerir (Akhtar, 2011). Bu müzakere, çeşitli savunma mekanizmalarının kullanımını içerir: bölme (köken ülkesini ve/veya kabul edilen ülkeyi idealize etme veya değersizleştirme), geri çekilme (sadece kendi kültürel grubu ile ilişki kurma) ve karşı fobik asimilasyon (“-mış gibi” bir kimlik geliştirerek hızlıca ev sahibi kültürle özdeşleşme) (Akhtar, 2011; Lijtmaer, 2001). Bu savunmalar, göçmen ve mültecilerin psikolojik ev algısının merkezindedir ve bu algı yaşam boyunca değişebilir (Tummala-Narra, 2009).

    Bazı psikolojik teoriler, kültürel kimlik ve uyum süreçlerini doğrusal bir gelişim süreci olarak ele alırken, psikanalitik teorisyenler, kültürel kimliği dinamik ve akışkan bir süreç olarak görürler (Tummala-Narra, 2016; Yi, 2014). Göçmenler ve mülteciler için kültürel kimlik; aile, kültürel gruplar, dil ve fiziksel çevre (ör. köken ülkesi, baskın toplum) ile psikolojik bağların; içsel ve kişilerarası çatışmaların; bilinçdışı arzular ve korkuların; ve çelişkili kültürel, dilsel ve fiziksel alanlar ile inanç sistemlerini yönetmek için benimsenen savunma mekanizmalarının bir birleşimidir. Kültürel kimlik, yaşam boyu bireyin ruhunu ve kişilerarası ilişkilerini dönüştürücü yollarla şekillendiren dinamik bir süreç olarak da kabul edilir. Kültürel inançlar ve uygulamalar bağlama ve zamana göre değişerek bireyin kendilik ve öteki algısını yeniden şekillendirir.

    Ayrıca, yeni bir kültürel ortama uyum sağlama ve bu ortamda yaşama sürecinde dilin anlamları ve kullanımı da zamanla değişebilir. Hastam Monica, ergenlik döneminde önce İspanya’dan İskoçya’ya, ardından ise Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş  ve İngilizce konuşulan ülkelerdeki yaşamına uyum sağlamanın bir yolu olarak giderek ana dilinden “vazgeçmişti”. Monica, İngilizceye daha akıcı bir şekilde hakim oldukça, ebeveynleriyle İspanyolca konuşmayı daha az tercih etmiş ve bu durum ebeveynlerini hayal kırıklığına uğratmıştır. Yetişkin olduğunda, hem İngilizce hem İspanyolca konuşan bir partner ilişkisi olana kadar ailesi ve arkadaşlarıyla yalnızca İngilizce iletişim kurmaya karar vermiştir. Monica, bu ilişkide yalnızca İspanyolca konuşmakla değil, aynı zamanda İspanyolca işlenmiş ve daha sonra İngilizce konuşma becerilerini geliştirme çabası sırasında bilincinden bastırılmış olan çocukluk anıları ve duygusal deneyimlerle de bağlantı kurabildiğini fark etti.

    Göçmenler ve mülteciler arasında iki dillilik ve çok dilliliğin intrapsişik ve kişilerarası yönleri, bireylerin, ailelerin ve toplulukların anadilin kimlik oluşumu ve ilişkisel yaşamdaki rolünü nasıl tanımladıklarına dair önemli etkiler taşır. (Ainslie ve ark., 2013; Akhtar, 2011). Bireyin ana dili ve/veya kabul edilen dille olan bağlantısı, hem etnik topluluk içinde hem de baskın toplumda bir aidiyet ya da özgünlük duygusunu gösterebilir. Kültür dile yerleştiği için, kültürel inançların, tutumların ve deneyimlerin ifadesi, herhangi bir belirli dilin kullanımıyla bağlantılıdır. Çift dilli ve çok dilli bireyler, anıları ve duyguları her ayrı dilde benzersiz şekillerde deneyimleyebilir ve bu durum, yaşam deneyimlerinin terapi içinde ve dışında nasıl ifade edildiği üzerinde etkiler yaratabilir (Ainslie ve ark., 2013; APA, 2012; Foster, 1996).

    Kesişimsellik Deneyimi

    Psikanalitik araştırmacılar, kiişilik gelişiminde kesişimselliğin rolü hakkında giderek daha fazla yazmaktadır. (Crenshaw, 1989; Ruth, 2012; Suchet, 2004). Kesişimsellik terimi, bir bireyin kendilik duygusunun birden fazla kültürel ve grup kimliğiyle nasıl şekillendiğini ifade eder (Mahalingam, Balan ve Haritatos, 2008). Kesişimsellik temelli kültürel bir alanın yaratılması, kişinin köken ülkesinde mümkün olmayabilecek şekillerde yaratıcılığı ve özgürlüğü harekete geçirebilir. Aynı zamanda, kesişimsel kimliğin gelişimi, kimliğin her bir boyutunda bilinçli ve bilinçdışı çatışmaları içerir (Ruth, 2012). Bu süreçte birey, başkalarının kendi kültürel grubuna dair algıları da dahil olmak üzere, önemli ilişkilerin bazı yönlerini içselleştirir. Bu çatışmalar, farklı zamanlarda hem uyum sağlayıcı hem de zarar verici olabilecek şekillerde ele alınır (Tummala-Narra, 2016).

    Lobban (2016), göçmenlere, kabul edilen kültürel bağlamda farklılıklarına yönelik verilen tepkilerin, göçmenlerin “çifte bilinç” (Du Bois, 1994) duygusunu ve aradaki boşluklarda durma (Bromberg, 2006) vekendi çoklu kimliklerini özgürce deneyimleme ve ifade etmebecerilerini şekillendirdiğini belirtmiştir. Kimliğin bazı yönleri daha geniş baskın kültürde görünmez olduğunda veya değersizleştirildiğinde bu yönler ayrışabilir ve zamanla bağlamsal süreklilik kaybına yol açabilir (Boulanger, 2015; Ipp, 2010). Ayrıca, birçok göçmen ve mülteci, miras kültürlerinin ve benimsenen kültürün, başkaları tarafından tanınmayan yönleriyle özdeşleştiğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu durum, ABD’de yerel doğmuş bir Beyaz Amerikalı olarak algılanan Kanadalı bir göçmen, baskın olmayan bir aksanla İngilizce konuştuğu için İngilizceyi akıcı konuşamadığı varsayılan bir mülteci veya üçüncü nesil bir Meksika kökenli Amerikalı’nın yabancı olarak algılandığı örneklerde açıkça görülür. Bu örneklerde, kimliğin görünmezliği deneyimi, bir kişinin kendi sosyal konumu ve miras ve benimsenmiş kültürel bağlamlarda aidiyet duygusu hakkında aldığı mesajları nasıl içselleştirdiğini etkiler.

    Travmatik Stres

    Psikanalitik perspektifler, kişilerarası şiddet ile politik zulüm ve şiddet deneyimleri arasındaki örtüşmeleri ve farklılıkları ele alır. Tüm bu deneyimler, bireysel ve grup yok olma korkusunu, saldırganla özdeşleşmeyi ve travmatik olayların bireysel ve kolektif hafızalarda yer edinişini içerebilir (Ainslie ve ark., 2013; Luci, 2017). Günümüz psikodinamik teorisinde, göçmenler ve mültecilerin yaşamlarındaki sosyal ve politik bağlamların rolüne yönelik artan bir ilgi bulunmaktadır. Bu bağlam, savaş, işkence, terörizm, soykırım, iç savaş, sömürgecilik, sınır dışı edilme ve cinsiyet temelli veya ırk temelli şiddet gibi konuları içermektedir. Kompleks travma kavramsallaştırması (Herman, 1992), daha geniş sistemik adaletsizlik ve şiddet bağlamında travmatik stresin psikodinamik anlayışlarında merkezi bir yer tutmuştur. Bu tür vahşetlerden sağ kalanların intrapsişik yaşamlarını terör deneyiminin etkilediği düşünülmüştür. Bu durum, dissosiyasyon, düzensizleşmiş duygu durumu ve kendilik algısı ile bedensel anılarda kendini gösterir (Boulanger, 2008; Herman, 1992; Luci, 2017; Rothe, 2008).

    Harlem (2010), dissosiyasyonu sürgün edilme psikolojisinin temel bir durumu olarak ele almıştır. Şöyle yazmıştır: “Sürgün, sadece (fiziksel olarak) geri dönemeyen birini ifade etmez; o, kendisinin diğer versiyonlarını ‘hatırlayamayan’, farklı zamanlara, fiziksel mekanlara ve ilişkilere kök salmış kendilik versiyonları arasındaki boşlukları köprüleyemeyen, kendilik durumları arasındaki ‘boşluklarda duramayan’ birisidir.” (Harlem, 2010, s. 460). Burada odak noktası, köken ülkesinden kaçış ile yeni bir ülkeye varış arasındaki fiziksel ve psikolojik boşluktur; bu süreçte özellikle sürgün, köken ülkesini terk etme seçimini içermediğinden kendiliğin bazı parçaları kaybolur. Mültecilerde şiddetli travmatizasyonun, kişinin düşünme ve düşünceler ile kavramlar arasında bağlantı kurma özgürlüğünü ifade eden “içsel hareket özgürlüğünün kaybına” yol açtığı da düşünülmektedir; buna “geçmiş ve gelecek hakkında düşünme ve fantezi kurma” da dahildir (Harnischfeger, 2013, s. 24). Bu tür kısıtlamalar, bireyin kendiliğin çeşitli yönlerini keşfetme ve travmatik deneyimlerini başkalarına özgürce ifade etme becerisini zorlaştırır.

    Birçok göçmen ve mülteci, baskın kültürel bağlamdaki baskılara ek olarak, etnik ve dini topluluklarında kişilerarası şiddet ve/veya ayrımcılık deneyimleyerek birden fazla dışlanma biçimiyle başa çıkmaktadır. (Tummala-Narra, 2016; Yi, 2014). Örneğin, hastam Patrick, 50’lerinin sonlarında, Güney Afrika’dan gelen eşcinsel bir Siyah göçmen, apartheid döneminde büyüme deneyimini ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmesini anlattı; burada ırkçı ayrımcılık yeni bir biçim almıştı: “Gençken, Güney Afrika’da Beyaz insanlardan korkarak yaşardım. Hâlâ burada (ABD’de) bir Siyah adam olarak kendimi kontrol etmem gerekiyor. Beni vurabilirler, durdurabilirler.” Bir eşcinsel Güney Afrikalı Amerikan olmanın nasıl bir his olduğunu açıklarken, şunları söyledi: “Ailemde ya da kilisemizde gerçek bir kabul yok. Uzak durmam ve birçok kişiye fazla bir şey söylememem gerekiyor. Aksi takdirde, ailem incinir ya da utanır.” Patrick, çocukken bir akrabası tarafından cinsel istismara uğramış ve Güney Afrikalı kültürel mirası ile topluluğuyla bağını sürdürmekte zorlanmıştır: “Ailemdeki ve kilisedeki insanların çocuklara yönelik şiddet hakkında konuşmak istemediklerini görmek zor. Hiçbir sorun açığa çıkmasın diye sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Onlarla birlikte olmak zor.” Patrick’in hem etnik ve dini toplulukları içinde hem de dışında yaşadığı marjinalleşme deneyimleri, farklı bağlamlarda birden fazla türde travmanın karmaşık doğasını ve kimlik üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır.

    Psikodinamik Psikoterapi için Değerlendirmeler

    Göçmenler ve mültecilerle psikodinamik psikoterapi, göç öncesi, göç sırası ve göç sonrası bağlamda ve yaşam süreci boyunca ortaya çıkan karmaşıklığın tüm yönlerini ele almalıdır. Kültürel açıdan bilgilendirilmiş bir psikanalitik yaklaşım için bazı önemli noktalar bulunmaktadır. Daha önceki çalışmalarımda, psikodinamik psikoterapide sosyokültürel bağlamı ele alan beş temel alanı şu şekilde sıraladım: (1) danışanların ve terapistlerin yerel kültürel anlatılarını ve bunlarla ilgili bilinçli ve bilinçdışı anlam ve motivasyonları tanımak, (2) psikoterapide dil kullanımını ve duyguların ifade edilmesini bağlam içinde ele almak, (3) sosyal baskı ve stereotiplerin, terapisti, danışanı, terapötik süreci ve sonucu nasıl etkilediğine dikkat etmek, (4) kültürün dinamik olduğunu ve bireylerin karmaşık, kesişen kültürel kimlikleri yaratıcı, uyum sağlayıcı ya da kendine zarar verici yollarla müzakere ettiğini tanımak; ve (5) psikanalizde tarihsel travmalar ve sosyokültürel meselelerin ihmalini inceleyerek öz eleştiriyi genişletmek (Tummala-Narra, 2016). Bu çerçeveye göre kültürel yeterlilik, “sosyokültürel bağlamı anlama ve bunun intrapsişik ve kişilerarası süreçler üzerindeki etkisini, terapötik ilişki de dahil olmak üzere, tanıma, anlama ve bunlarla etkileşim kurma sürecidir” (Tummala-Narra, 2016, s. 77). Yakın zamanda yapılan bir niteliksel çalışmada, deneyimli psikanalitik psikologlarla yapılan görüşmelerde, psikanalitik psikoterapide kültürel yeterlilik kavramları, kimlik gelişimi, ilişkisel yaşam ve terapötik süreçte bilinçdışı süreçlerin (örneğin, duygu, çatışma, savunmalar) rolünü vurgulayarak, pratikte bu alanlardaki önemleri desteklemektedir (Tummala-Narra et al., 2018). Bu çerçeveyi göz önünde bulundurarak, aşağıda göçmenler ve mültecilerle psikanalitik veya psikodinamik psikoterapi çalışırken odaklanılması gereken belirli alanları detaylandırıyorum; özellikle yas tutma ve yasa tanıklık etme, ayrıca aktarım ve karşı-aktarım ile ilgilenme.

    Yas Tutma ve Tanıklık Etme

    Göçmenler ve mültecilerle psikoterapi, ayrılık, kayıp ve travmanın yaşam boyu nasıl deneyimlendiğini dikkate almalıdır. Psikoterapide bu konuları konuşmak uzun süre dissosiye olmuş duygusal ve bedensel deneyimleri tetikleyebilir. Kayıp ve travma deneyimleri dissosiye oldukça, hastalar genellikle bu deneyimler hakkında aktif bir şekilde konuşma başlatmazlar. Kültürel ve dilsel bağlamların, erken söz öncesi deneyimlerle bakım verenlerle içselleştirildiğini ve travmatik deneyimlerin, sözel dilde sembolize edilmek yerine fiziksel bedende kodlanabileceğini göz önünde bulundurmak önemlidir (Ainslie ve diğ., 2013; Harnischfeger, 2016; Luci, 2017; Winnicott, 1971). Ainslie (1998), bir kişinin miras kültüründen kaybı ve/veya ayrılmasının onarılmasında yer alan süreçleri ve stratejileri (savunmalar da dahil olmak üzere) tanımlamak için kültürel yas tutma (cultural mourning) terimini kullanmıştır. Psikoterapide yas tutma, özellikle göçmenlerle yapılan psikodinamik psikoterapinin temel bir yönü olarak düşünülmüştür. Bu, bireyin “üçüncü bireyselleşmesi”ni (Akhtar, 1999) etkilediği için önemlidir; bu süreç, kimlik oluşumu için kritik olan kültürel kayıp ve değişimi birleştirip güçlendirme çabalarıyla karakterizedir. Birçok göçmen ve mülteci için yas tutmanın bir başka önemli yönü, göçün itici gücü olmuş olabilecek, “Amerikan rüyası” gibi daha iyi bir yaşam arayışı için umut kaybıdır (Eng ve Han, 2000).Göçmenler ve mülteciler, travmatik ve travmatik olmayan durumlarda psikoterapide geniş aile ağlarının kaybı, aile yapısındaki değişiklikler, ana dilin kaybı ve ibadet yerlerine erişim kaybı gibi farklı kayıpları yansıtabilirler.

    Psikoterapi, bireylerin miras kültürüne ve egemen topluma karşı duyduğu karmaşık duyguları özgürce keşfetmelerine olanak tanıyan önemli bir fiziksel ve psikolojik alan sunar; bu şekilde kendilik, kimlik ve ilişkilerdeki sınırlamalardan sıyrılmalarına imkan verir. Terapistler, kültürel alanları birleştirirken ayrılık ve kaybı tanıyarak, hastaların miras kültürü, aile, etnik ve dini topluluklar ile egemen kültürdeki göç, uyum, kayıp ve umut deneyimleri hakkında diyalog başlatabilirler. Örneğin, bir mülteci hasta, doğduğu ülkeyi bir daha asla ziyaret edemeyeceğini fark edebilir, ve bir göçmen hasta, çocuklarının kendi doğduğu ülkedeki fiziksel ve psikolojik deneyimini asla anlayamayacaklarını fark edebilir. Her iki durumda da, hastanın kendilik algısı, egemen kültürle ve miras kültürüyle olan ilişkisi doğrultusunda değişmeye devam eder. Diğer durumlarda, yeni kültürel bağlama uyum sağlamak için gereken içsel değişiklikler, miras kültürüne veya sevdiklere bağın kaybedilme korkusu ile zorlanabilir. Burada, psikoterapi, bölünmüş ve kesintili kültürel deneyimleri ve kimlikleri keşfetme fırsatı sunar ve hasta ile terapistin daha önce düşünülmemiş kendilik olasılıklarını keşfedeceği geçişsel bir alan yaratır (Oguz, 2012; White, 2015; Winnicott, 1971). Psikoterapi, her iki dilin de iki dilli bir psikoterapi bağlamında mevcut olabileceği durumlarda, miras dili ve yeni dili de birleştirebilir. Hasta, iki veya daha fazla dil arasında geçiş yaparak deneyimlere erişebilir ve bu deneyimleri ifade edebilir.

    Hastanın travmatik deneyimler yaşadığı durumlarda, psikoterapi, terapistin, hastanın korku ve yabancılaşma deneyimlerine dair bir tanık ve bu deneyimlerin bir konteyneri olarak aktif bir şekilde katılımını içerir (Boulanger, 2008, s. 650). Tanıklık etme, sosyal, kültürel ve politik bağlamların ve toplumsal baskıların gerçekliklerine, ayrıca hastanın travmatik olaylar ve koşullar içinde hayatta kalma becerisine kulak verme ve yanıt verme sürecidir. Bu süreç, terapistin geleneksel olmayan roller üstlenmesini de gerektirebilir, örneğin hastanın temel haklarını bir mahkemede, işyerinde, sağlık kurumunda veya okulda savunmak gibi (Rothe, 2008; Tummala-Narra, 2016). Psikoterapide tanıklık ederek hastanın anlatısını dinlemek, çeşitli ayrışmış kendilik durumları “arasındaki boşluklarda durabilme” kapasitesinin gelişmesini sağlar (Bromberg, 2006; Yi, 2014). Yi (2014, s. 43), “kültürel düzeltici deneyim”i, terapistin, hastanın travmalarına, aile geçmişine ve yaşam deneyimlerine dikkatlice uyum sağladığı, bu uyumun hastanın kültür, etnik köken ve kimliğin diğer yönlerine ilişkin algılarını dönüştürme olasılığını açtığı psikoterapi için kritik bir süreç olarak tanımlamıştır. Terapistin, hastanın kayıp ve travmayı nasıl deneyimlediğine, ayrıca hastanın zamanla terapiste duygusal deneyimlerini nasıl ifade ettiğine açık kalma becerisi, hastanın yas tutma olasılığını daraltan savunmaları inceleme ve bunlarla başa çıkma kapasitesinde önemli bir rol oynar (Tummala-Narra, 2016).

    Aktarım ve Karşı Aktarım

    Göçmen ve mülteci hastalarla psikoterapide çalışmak, kültürel kimliklerin müzakere edilmesi gibi karmaşıklıkları içerir. Göç süreci dinamik olduğu için, terapistin sosyokültürel kimliğin bir yönüne odaklanırken diğer yönleri göz ardı etme eğiliminde olabileceğini akılda tutmak önemlidir. Terapistler ve hastalar, etkileşimlerine kendi yaşam deneyimlerini, sosyokültürel geçmişlerini ve kimliklerini taşırlar. Roland (2005), kültürel deneyimlerimizin “karşılaştırmalı deneyimler” aracılığıyla kolayca erişilebilir olduğunu belirtmiştir. Başka bir deyişle, kültürel olarak farklı olduğunu algıladığımız bir hastayla karşılaştığımızda, kendi kültürel bakış açılarımızı bilinçli olarak tanıma eğilimindeyiz. Kültürel farklar karşısında kaygı, rahatsızlık, merak ve heyecan gibi çeşitli duygular ortaya çıkar. Bu duygusal deneyimler, terapötik ilişki içinde farklı davranışsal tepkilere katkıda bulunur. Örneğin, Asyalı Amerikalıların otorite figürleriyle daha yönlendirici bir etkileşim biçimini tercih ettiğini okuyan bir terapist, Asyalı Amerikalı bir danışanla, kültürel olarak duyarlı olacağına inandığı bir şekilde iletişim kurmaya çalışabilir. Ancak bu danışan, bu tür bir etkileşimi tercih etmeyebilir ve daha az yönlendirici bir terapist arıyor olabilir. Bu durumda, terapistin yaklaşımı iyi niyetli olmasına rağmen, Asyalı Amerikalılar arasındaki sosyokültürel deneyimlerin ve kimliklerin çeşitliliğini hesaba katmamaktadır. Psikodinamik psikoterapi, sosyokültürel deneyimlerin benzersiz doğasını ele almak için özellikle uygundur. Terapistler, hastaların kültürel deneyimlerini dinlerken, bu deneyimlerin kendilerine çelişkili ya da beklenmedik görünebileceğini kabul ederek açık fikirli kalmalıdır. Terapist ve danışanın kültürel kimliklerinin birbirine daha az görünür olduğu durumlarda (örneğin, dini azınlık, cinsel azınlık, politik zulüm ve savaş mağduru gibi) bu konu daha da önemli hale gelir (Tummala-Narra, 2016).

    Ayrıca, kültürel deneyimlere ve kültürel önyargılara dayalı aktarım ve karşı-aktarım dinamiklerini incelemek de kritiktir. Çağdaş psikanalitik akademisyenler, terapötik ilişkide karşılıklı etkileşimin önemini, terapist ve danışanın aktarım süreçlerinde birbirlerini karşılıklı olarak nasıl etkilediğini ve sosyo-kültürel bağlamın psikoterapideki yansımalarını vurgulamaktadır (Altman, 2010; Harlem, 2010; Yi, 2014) Hastaların ve terapistlerin birbirlerine karşı olan bilinçdışı deneyimleri ve tepkileri, yaşam deneyimleriyle şekillenir; bu deneyimlerin temel bir bileşeni de sosyo-kültürel geçmişleridir. Daha geniş sosyal, politik, ekonomik ve ırksal dinamikler, terapötik ilişkide sıklıkla yansıtılır ve yeniden üretilir (Tummala-Narra, 2016). Örneğin, bir hasta, genellikle baskın kültüre ait olmayan bir isme sahip olan bir terapistin göçmen ya da mülteci olduğunu ve aksanlı konuştuğunu varsayabilir. Benzer şekilde, bir terapist, ekonomik kaynakları sınırlı bir göçmen hastanın yasal olarak ülkede bulunma hakkı olmadığını varsayabilir. Olumlu aktarım da daha geniş sosyal dinamiklerin ve kişisel ilişkilerin bir yansıması olarak gelişebilir. Örneğin, kültürler arası bir terapötik ilişkide, terapist, hastanın etnik kökenine benzeyen bir arkadaş ya da aile üyesiyle olan deneyimlerine dayanarak yeni bir hastaya karşı olumlu duygular geliştirebilir.

    Aktarım- karşı-aktarım dinamiklerine dikkat etmek, terapistin, hastanın kültürel veya yerli anlatısını dikkatle dinleme becerisini içerir; terapistin kendi sosyo-kültürel deneyimlerinin, hastanın sözlerinde duyduğu şeyler üzerindeki olası etkisinin farkında olarak bunu yapması gerekir (Seeley, 2005; Tummala-Narra, 2016). Terapistin, hastanın dünya görüşlerine ve terapistin kendi görüşleriyle çelişen varsayımlarına tepkileri, terapistin hasta ile hayal kırıklığı yaşamasına ve psikoterapide çatışmalı sosyokültürel ve travmatik konulara girmekten kaçınmasına sebep olabilir. Hasta da terapistin bu alanlarda rahatsızlık duyduğunu algılayarak belirli konuları tartışmaktan kaçınabilir. Benzer şekilde, ortak bir sosyokültürel geçmişe sahip bir terapist ve danışan, birbirlerine karşı olumsuz duygular yaşamaktan kaçınmak amacıyla belirli kimlik yönlerini incelememeyi tercih edebilir.

    Akhtar (2011), göçmen analistlerin ve terapistlerin karşılaştığı birkaç ikilemi vurgulamıştır. Bunlar arasında kültürel tarafsızlığı sürdürme, hastanın etno kültürel olarak farklı veya benzer bir terapist seçme motivasyonunu dikkate alma, kültürel aktarım ile ilgili çağrışımlarını inceleme, terapinin veya analizin miras kültürüne ait olmayan bir dilde yapılması ve paylaşılan yansıtmalar, kültürel uyum farkları ve nostaljiyle karakterize edilen işbirliği durumlarından kaçınma yer almaktadır. Göçmen terapistler, ayrılık, kayıp, travma ve süreksizlik deneyimlerinin hastalarıyla çalışmalarına etkilerini de yazmışlardır (Akhtar, 2006; Ipp, 2010; Khouri, 2012; Lobban, 2013). Bu yazarlar, hastalarla olan etkileşimlerinin, hem hastalarının onlara yönelik algılarından (fiziksel özellikleri, aksanları ve iki dilli olmalarından kaynaklanan) hem de kendi göç, kültürel uyum, sosyal konum ve klinik eğitim deneyimlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir.

    Psikanalitik araştırmacılar, benzer etnik ve çapraz etnik ikililerde kültürel deneyimle ilgili benzerlik ve farklar konusunda varsayımlarda bulunmaktan kaçınılması gerektiğini belirtmişlerdir (Akhtar, 2011; Lobban, 2013). Bu, kültürel deneyimin karmaşıklığını ve kesişimselliği dikkate almanın önemini vurgular. Örneğin, benimle aynı yaşta olan bir ikinci kuşak Hint Amerikalı hastam, “Hintli ebeveynlerle nasıl olduğunu bilirsiniz. Eminim onların ne kadar katı olduklarıyla uğraşmak zorunda kaldınız. Burada doğdunuz, yani bilirsiniz,” dedi. Bu hastanın, benim ABD’de doğmuş olduğumu ve katı ve geleneksel ebeveynler tarafından büyütüldüğümü hayal etmesi, sadece kısmen ilişki kurabileceğim bir durumdu. Onun benzersiz deneyimini öğrenmek ve Hint Amerikalı olarak deneyimlerimizi farklılaştırmak amacıyla, “Hintli ebeveynlerim var ama büyürken senin Hintli ebeveynlerinin nasıl olduğunu bilmiyorum. Bana onlardan ve onlarla olan deneyimlerinden bahset,” diye yanıt verdim. Hasta, daha sonra ebeveynleriyle ilgili benim yaşam deneyimlerimden önemli ölçüde farklı bir deneyimi anlattı.

    Sonuç

    Göçmenler ve mültecilerle psikodinamik psikoterapi çalışmak, kimlik, ilişki yaşamı ve psikolojik iyilik hali üzerinde şekillenen içsel, kişilerarası ve sosyo-kültürel deneyimlerin çok katmanlı bir şekilde ele alınmasını içerir. Göçmenler ve mülteciler arasındaki deneyimlerin çeşitliliği, ayrılık, kayıp ve travma gibi ortak deneyimlerle bir arada var olur. Kültürel değişim, kimlik ve ilişkiler, büyük ölçüde bilinçdışında, yaşam boyu uyumlu ve uyumsuz şekillerde düzenlenir. Psikodinamik psikoterapi, göçmenler ve mülteciler için ayrılık, kayıp, travma ve süreksizliği yas tutma, kültürel deneyimleri birleştirme ve kimlik dönüşümü sağlama açısından kritik bir alan sunar. Terapist, çoklu kültürel anlatıları ve kimliğin çeşitli yönlerini uyumlu bir şekilde dinleme, acı veren anılara tanıklık etme ve hastaların kültürel uyum ve değişim içinde kendilerini tanımlamak için yeni olasılıkları keşfetmelerine yardımcı olmak için benzersiz bir pozisyondadır.

  • Psikodinamik Psikoterapinin Tarihsel Bir Genel Değerlendirmesi (1. Bölüm)

    Psikodinamik Psikoterapinin Tarihsel Bir Genel Değerlendirmesi (1. Bölüm)

    Bu yazı Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi‘nin 1. Bölümüdür.

    Giriş

    Psikiyatrinin evrimine ilişkin açıklamalarda, tarihçiler psikoterapinin oynadığı rol konusunda karşıt görüşler sunmuşlardır. Gregory Zilboorg, Tıbbi Psikolojinin Tarihi (A History of Medical Psychology) adlı kitabında psikiyatriyi, fiziksel ve zorlayıcı tedavinin karanlık ve acımasız geçmişinden, Freudyen esinli terapilerin başlattığı yeni ve aydınlanmış bir döneme doğru yükselen bir akım olarak tasvir eder.1 Buna karşılık, Akıl Hastanesi Döneminden Prozac’a (From the Era of Asylum to Prozac) adlı kitabında Edward Shorter, Freudcu psikanalizin biyolojik psikiyatrinin açtığı yoldan felaket bir şekilde sapma olduğunu savunur.2 Psikanalizin gerçek bir yardım sağlamadığını, hatta hastaları daha da kötüleştirdiğini, ancak biyolojik bilimlerdeki ilerlemelerin psikiyatrik hastalığın daha iyi anlaşılmasına ve etkili tedaviye yol açtığını iddia eder. Üçüncü bir anlatı, psikiyatrinin tarihini ruhsal hastalıkların biyolojik ve psikolojik açıklamaları arasında tekrar tekrar savrulma olarak gören Fulford ve diğerleri tarafından sağlanmıştır.3 Birçok klinisyen için görev, bu görünüşte kutuplaşmış yaklaşımları uzlaştırmak olmuştur. Örneğin, Jeremy Holmes biyolojik araştırmaların psikoterapinin teorisi ve pratiğine önemli bir katkı sağladığını vurgulamıştır.4 Gerçekten de, Freud Bilimsel Psikoloji Projesi‘nde (Project for a Scientific Psychology) bilimin nihayetinde psikanalizin biyolojik temellerini ortaya çıkaracağı umudunu dile getirmiştir.

    Psikiyatride psikolojik terapilerin tarihine ve özellikle psikodinamik psikoterapiye yoğunlaşılırsa, ne zaman ve nereden başlanır? Her şey fin de siècle Viyana’sında psikanaliz ve Freud ile mi başlar? Yoksa 19. yüzyıl Fransa’sında hipnoz ve Jean-Martin Charcot ile mi? Yoksa, 18. yüzyılın sonlarında Paris’te ‘ahlaki tedavi’ ve Pinel ile ve York’ta William Tuke ile mi? Yoksa, 1775’te Münih’te Franz Anton Mesmer tarafından hayvan manyetizmasının gösterilmesi ile mi? Veya Henri Ellenberger’in Bilinçdışının Keşfi (The Discovery of the Unconscious) adlı kitabında öne sürdüğü gibi, psikoterapinin köklerini dini ve büyülü ritüelleriyle antik ve klasik medeniyetlere kadar takip edebilir miyiz?5 Tarihçiler, bu tür antik köken iddialarının, günümüz psikoterapisine otorite kazandırmanın bir yolu olduğunu gözlemlemişlerdir: Bu, böylesi bir tarihsel okumanın ima ettiği gibi, asırlık bilgeliğin damıtılmasıdır.6 Psikolog Frank Tallis, modern çağa ilişkin bir araştırmasında, Freud ve sonraki psikoterapistlerin, yalnızca insan acısını hafifletmekle kalmayıp aynı zamanda hayatlarımızı nasıl sürdüreceğimize dair bir rehber görevi görebilecek, zihnin işleyişi hakkında önemli ancak çoğu zaman ihmal edilen bir bilgi birikimi oluşturduklarını ileri sürmektedir.7 Bazı akademisyenler, psikoterapistler tarafından insan durumuna ilişkin sunulan içgörülerin çoğunun Shakespeare, Pascal, Schopenhauer, Nietzsche ve Dostoyevski gibi büyük yazar ve düşünürlerin çalışmalarında bulunabileceğini iddia etmiştir.8 Bu tür argümanları derinlemesine okumuş ve farkında olan Freud, psikanalistlerin sanatçıların sezgilerine “bilimsel” bir açıklama sağladığını iddia ederdi; hiçbir şekilde evrensel olarak kabul görmemiş bir iddia.

    Bu bölüm önce psikodinamik psikoterapinin kökenlerini ve Freud’un çalışmalarını ele alacak ve ardından sonraki gelişmelere bakacaktır. Bunlar arasında Birinci Dünya Savaşı’ndaki savaş sonrası nevrozun (shell-shock) ardından İngiltere’de Freudyen düşüncenin giderek daha fazla kabul görmesi, Tavistock Kliniğinin kurulması, nesne ilişkileri kuramının formüle edilmesi ve John Bowlby ve Donald Winnicott’un İkinci Dünya Savaşı sırasında tahliye edilen çocukların deneyimlerine yanıt olarak çocuk merkezli bir bakış açısına yönelmeleri yer almaktadır. Psikodinamik psikoterapinin tarihi kapsamlıdır ve her şeyi kısa bir bölümde ele almak mümkün değildir. ABD, Güney Amerika, Almanya veya Paris okulundaki önemli gelişmeleri ele alacak yerimiz olmayacak. ABD merkezli psikanalistler Heinz Kohut ve Heinz Hartmann’ın rolü 4. Bölüm’de belirtiliyor; çağdaş ABD klinisyenlerinin ve eğitimcilerinin, özellikle Glen Gabbard ve Nancy McWilliams’ın çalışmalarının etkisi bu kitapta açıkça görülüyor.

    Modern Psikoterapinin Başları

    Modern psikoterapinin doğuşu on sekizinci yüzyıla ve iki ayrı gelişmeye kadar uzanabilir: akıl hastanesine “ahlaki tedavi”nin (moral treatment) getirilmesi ve hipnozun geliştirilmesi.9 Muhtemelen psikolojik tedavi olarak daha iyi anlaşılan “ahlaki tedavi”, zincirler ve fiziksel ceza içeren zorlayıcı akıl hastanesi tedavisine karşı bir tepkiydi. Bunun yerine, hastaya saygı ve nezaketle davranılmalı ve zapt edilemez dürtülerini kontrol altına alması için teşvik edilmeliydi. Sözde ahlaki tedavi, Fransa’ya Philippe Pinel tarafından Paris’teki Bicetre ve Salpetriere Hastanelerinde ve Britanya’ya William Tuke tarafından York Retreat’te tanıtıldı. Bu gelişmeler, Michel Foucault tarafından ünlü bir şekilde Delilik ve Uygarlık (Madness and Civilization) adlı kitabında analiz edildi; Foucault, ahlaki tedaviyi yalnızca dış zincirleri içsel, “zihinsel zincirlerle” değiştirmek olarak tasvir etti: Mahkum, rahatsız edici düşünceler veya niyetler için kendisini izleyerek kendi hapishane gardiyanı oldu.10 Foucault’nun yorumunu kabul edip etmememize bakılmaksızın, bu dönem, akıl hastalarının nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda fizikselden psikolojik anlayışlara doğru büyük bir değişimi temsil ediyordu. 18. yüzyılın sonlarına doğru, Alman doktor Franz Anton Mesmer, güçlü telkine ve doktorun kişiliğinin gücüne dayanan, hipnozun erken bir versiyonu olan hayvan manyetizmasını veya “mesmerizm”i geliştirdi. Mesmerizm olgusu, zihnin bilinçli kontrolün dışında olan unsurlar içerdiğini öne sürüyordu. Mesmerizm ve yaratıcısı itibarını yitirdi, ancak hipnozun kullanımı, 19. yüzyılın ikinci yarısında histeriden muzdarip hastaları tedavi etmek için kullanan seçkin nörolog Jean-Martin Charcot tarafından Salpetriere Hastanesi’nde yeniden canlandırıldı. Charcot, fikirlerin zihinde yerleşebileceğini ve bedensel semptomlara dönüştürülebileceğini savundu. Genç Sigmund Freud, Charcot’nun sunumlarına katıldı ve “nevrozların Napolyon’u” lakaplı Fransız hekimin fikirlerine maruz kalmasından büyük ölçüde etkilendi.

    “Psikoterapi” (psycho-therapeutics) terimi, William Tuke’nin torununun torunu olan İngiliz doktor Daniel Hack Tuke tarafından, Hayal Gücünün Faaliyetini Açıklamak için Tasarlanmış, Sağlık ve Hastalıkta Zihnin Beden Üzerindeki Etkisinin İllüstrasyonları (Illustrations of the Influence of the Mind upon the Body in Health and Disease, designed to elucidate the Action of the Imagination) adlı çalışmasında 1872’de ortaya atılmıştır.11 Terim, 1886’da Fransız klinisyen Hippolyte Bernheim tarafından hipnoz tartışmalarında ele alındı. 19. yüzyılın sonuna doğru terim her yerde mevcuttu ve yazarlar ve sanatçılar tarafından yaygın olarak benimsendi.

    Ellenberger’e göre, kronolojik olarak konuşursak, mesleki hayatı 1885’ten 1935’e kadar süren Fransız doktor Pierre Janet, 19. yüzyıldaki sistemleri değiştirmeyi amaçlayan yeni bir dinamik psikiyatri sistemi kuran ilk kişiydi ve bu nedenle çalışmaları, Charcot tarafından örneklendirilen önceki dinamik psikoterapi ile Freud ve diğerlerinin daha yeni sistemleri arasında bir bağlantıdır.12 Paul Brown, modern dinamik psikiyatrinin 1892’de Janet’in “histeride organı veya işlevini temsil eden fikrin bilinçten kaybolduğu” şeklindeki devrimci öneriyi yaptığı Salpetriere’de başladığını savunur.13 Çalışmaları ayrıca Freud, Adler ve Jung için de ana kaynaklardan biriydi. Freud, başlangıçta histeri hakkındaki teorilerini formüle ederken Janet’e olan borcunu kabul etse de, 30 yıl sonra psikanalizin bu araştırmaya dayandığını reddetti.

    Sigmund Freud

    Freud, George Makari’nin de titizlikle vurguladığı gibi, fikirleri bölmeye devam ediyor:

    Sigmund Freud bir dahiydi. Sigmund Freud bir sahtekârdı. Sigmund Freud aslında bir edebiyatçıydı, belki bir filozof ya da bir kripto-biyologdu. Sigmund Freud kendi rüyalarının derinliklerine dalarak ve hastalarının gizemlerine nüfuz ederek psikanalizi keşfetti. Sigmund Freud iyi fikirlerinin çoğunu başkalarından çaldı ve geri kalanını kendi tuhaf hayal gücünden uydurdu. Freud, yirminci yüzyılın büyük bölümünde Batı’ya hakim olan yeni bir zihin biliminin yaratıcısıydı. Freud, kitlesel bir sanrı yaratan bilim dışı bir sihirbazdı.14

    Sigmund Freud 1856’da Avusturya-Macaristan’ın Freiburg kentinde doğdu ve Viyana’da tıp okudu.15,16 Charcot’un Paris’teki sunumlarına katıldıktan sonra Freud, meslektaşı Josef Breuer ile birlikte 1895’te Histeri Üzerine Çalışmalar‘ı (Studies on Hysteria) yayınladı. Yazarlar, “histeriklerin” bilinçsiz olarak bastırılmış acı verici, nahoş travmatik anılardan muzdarip olduğunu ileri sürdüler. Bu bastırılmış anılar, histerinin fiziksel semptomlarına dönüştürülüyordu.

    Freud, “histerik” hastalarla yaşadığı bu erken klinik deneyimler üzerine inşa ederek, 1896’da “psikanaliz” adını vereceği bir terapi yöntemi geliştirdi. Charcot’un önerdiği hipnoz terk edildi ve bunun yerine hastadan aklına gelen her şeyi söylemesi veya “serbest çağrışım yapması” (free associate) istendi. Bunu yaparak, bilinçdışında gizli ve “bastırılmış” olduğu düşünülen nevrozları hakkında ipuçlarını ortaya çıkaracaklardı. 1899’da Freud, rüyaların genellikle rahatsız edici ve cinsel nitelikte olan isteklerin bilinçdışında gerçekleşmesini temsil ettiğini iddia ettiği Rüyaların Yorumu‘nu (The Interpretation of Dreams) yayımladı. Sonuç olarak, gizlenmeleri gerekiyordu. Freud bu tür gizlenmelere rüyanın “açık içeriği” (manifest content) adını verdi. Bu materyal daha sonra psikanalist tarafından “gizli içerik” (latent content) olarak “yorumlandı” veya tercüme edildi: rüyanın “gerçek” anlamı. Rüyaların Yorumu‘nda Freud, bilinçdışı (unconscious), bilinç öncesi (subconscious) ve bilinçli (conscious) sistemleri içeren bir zihin modeli de çizdi. Bilinç öncesi materyal ve süreçler yüzeye daha yakındı ve bilinçdışı süreçlerden daha kolay bilinçli hale getirilebiliyordu. Freud buna “topografik model” adını verdi, benzetme zihnin şematik bir haritasına (yani topografyasına) dayanıyordu. Günlük Yaşamın Psikopatolojisi‘nde (The Psychopathology of Everyday Life) Freud, yorumlama yöntemini genel olarak insan davranışına genişletti. Dil sürçmesi ve kelimeleri unutma gibi sözde kazara gerçekleşen fenomenlerin aslında anlamlı olduğunu ve konuşmacının bilinçdışı istek ve arzularını ortaya çıkardığını iddia etti.

    Rüyaların Yorumu‘nda Freud, hikayesi Sofokles’in Yunan trajedisi Oedipus Rex’te anlatılan Oedipus’u inceledi. Freud, Oedipus’un çocuklukta evrensel olan bir dileği gerçekleştirdiğini ileri sürdü: oğul annesine aşık olur ve babasından kurtulmak ister. Freud daha sonra bu fenomene “Oedipus kompleksi” adını verecekti. Freud, 1905 tarihli Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme (Three Essays on the Theory of Sexuality) adlı çalışmasında psikoseksüel gelişimin aşamalarını özetlemiştir: Bebek başlangıçtaki “oral” aşamadan “anal” aşamaya ve “fallik” aşamaya doğru ilerler. Bu süreç yaklaşık beş yaşına kadar tamamlanır. Çocuk daha sonra “Oedipus kompleksi” geliştirir; bu, eğer erkekse annesini arzulamasına ve kendisini hadım edeceğinden korktuğu babasından nefret etmesine yol açar; eğer çocuk kızsa babasını arzular ve zaten hadım edildiği sonucuna varır. Yaklaşık altı yaşında, Oedipus kompleksi nihayet bastırılır ve çocuğun cinsel dürtüsü kaybolur, ancak ergenlikte tekrar ortaya çıkar. Bebek bu aşamaları aşmayı başaramazsa ve belirli bir aşamada kesintiye uğrarsa veya “fikse olursa”, daha sonraki yaşamında nevrotik semptomlar ortaya çıkar. (“Ödipal” dinamikler ve ikili ilişkiden üç kişilik ilişkileri yönetmeye geçiş hakkında çağdaş bir klinik bakış açısı için Bölüm 2, Kutu 6’ya bakın.) Yetişkinlikte nevroz, bu erken fikse olunan seviyeye bir dönüşü veya “gerilemeyi” temsil ediyordu. Freud 1923’te ego, id ve süperegoyu kapsayan yeni bir üçlü zihin modeli önerdi. İd, ruhun ilkel, bilinçsiz temelini temsil ediyordu ve temel dürtüler tarafından yönetiliyordu. Ego, gerçekliğe giden yol göstericiydi ve engelleyici bir etki gücü olarak hareket ediyordu. Süperego, içselleştirilmiş ebeveyn otoritesini temsil ediyordu.

    Freud, son yıllarında giderek daha geniş toplum ve insan durumu hakkında yorumlarda bulundu. 1920’de, insanların “haz ilkesine” doğru çekilme eğiliminde olduğunu, ancak “gerçeklik ilkesinin” riskler varsa hazzı geciktirmeye yaradığını savunduğu Haz İlkesinin Ötesinde‘yi (Beyond the Pleasure Principle) yayımladı. 1928’deki Bir İllüzyonun Geleceği‘nde (The Future of an Illusion), dine “evrensel bir takıntılı nevroz” olarak saldırdı. 1930 tarihli Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları (Civilization and Its Discontents) kitabında Freud, içgüdüsel özgürlüğü arayan birey ile uyumu ve arzunun bastırılmasını arayan toplum arasında uzlaşmaz bir gerilim olduğunu gözlemledi. Sonucunda, bireyler hoşnutsuzluk hissetmeye mahkûm edilmişti. Freud, 1938’de karısı ve kızı Anna ile Nazi Avrupa’sından kaçmak zorunda kaldı.17 Londra’ya sığındılar ve Freud 1939’da burada öldü.

    Klinik Uygulama

    Freud, analiz için en uygun örneğin iyi zekaya sahip, makul derecede eğitimli, iyi motive olmuş ve güvenilir karakterli genç bir yetişkin olduğunu ileri sürmüştür. Psikoz veya organik beyin rahatsızlığı olan hastalar uygun değildi. Freud hastaları haftada altı kez görüyordu. Divanda yatan hastanın arkasına oturuyordu. Analistin sadece ara sıra yorum yapması ve hekimin hastaya karşı “opak” olması gerektiğini tavsiye etti. Analist, acı çeken hastalarına duyduğu acımanın kendisini bunaltmasına izin vermemelidir. Nevrozu yerinde tutacağına dair güvence vermemelidir.18 Gay, Freud’un oldukça katı bir terapötik teknik taslağı çizmesine rağmen pratikte her zaman kendi reçetelerini takip etmediğini gözlemlemiştir.19 Sohbet edebilir, tavsiye verebilir ve hatta hastalarından bazılarıyla arkadaş olabilirdi. Yazılarının başka bir yerinde, analistin hastaya karşı duygusal alıcılığını vurgulamıştır. Analistin “kendi bilinçdışını, hastanın gönderici bilinçdışını alıcı bir organ gibi çevirmesi gerektiğini, bir telefon alıcısının gönderici mikrofona ayarlandığı gibi kendini hastaya ayarlaması gerektiğini” yazmıştır.20

    Freud, analizde “aktarım” adını verdiği bir fenomenle karşılaştı. Bu, hastanın hayatındaki önceki önemli figürlerden türeyen hisleri ve fikirleri analistine aktardığı ve ardından analistle sanki analist o önemli figürmüş gibi ilişki kurduğu süreçti.21 Başlangıçta aktarım iyileşmeyi engelleyen bir sorun olarak görülüyordu. Ancak 1912’de Freud bunu terapötik sürecin temel bir parçası olarak görmeye başladı.

    Anthony Clare, Freud’un yayınlanmış vaka geçmişlerini inceledi ve bunların ne kadar az olduğunu görünce şaşırdı.22 Freud’un psikanalizden geçen hastalara dair yalnızca altı tane genişletilmiş açıklaması olduğunu buldu: Schreber vakası, Küçük Hans vakası, Dora, Sıçan Adam, Kurt Adam ve isimsiz bir kadın hasta. Bunlardan ikisi Freud tarafından ilk elden tedavi edilmedi. Schreber vakasında Freud analizini hastanın anılarına dayandırdı ve Küçük Hans vakasında babayla konuştu ama küçük çocukla konuşmadı. Clare, Kurt Adam’ın daha iyi olmadığına ve Sıçan Adam’ın Freud’un tek terapötik başarısı olduğuna karar verdi, ancak tedavi sonrası takibin ayrıntıları yetersizdi ve bu da kesin bir yargıya varmayı zorlaştırıyordu. Clare’in oldukça kasvetli yargısına karşın, diğer yorumcular Freud’un klinik becerilerini övdüler. Örneğin, Gay biyografisinde Freud’un klinik tarzı hakkında çok kapsamlı bir açıklama yapar ve bunun insancıl, düşünceli ve zaman zaman cüretkar olduğuna hükmeder.23 Ve sadece altı tam vaka geçmişi yayımlamasına rağmen, Freud mesleki hayatı boyunca çok sayıda hasta gördü, bunların çoğunu yayımlamak üzere yazmadı, ancak makaleleri birçok kısa klinik alıntı içeriyor.

    Freud’un Mirası

    Freud’un mirası hala tartışmalıdır. Ellenberger, Freud’un özgünlüğünün dört yenilikte yattığına inanıyor: birincisi, rüyanın açık ve gizli içeriğini birbirinden ayırdığı modeli; ikincisi, açık içeriğin gizli içeriğin bir çarpıtılması olduğu gözlemi; üçüncüsü, rüyayı analiz etme yöntemi olarak serbest çağrışım tekniği; ve son olarak, psikoterapi aracı olarak sistematik rüya yorumlama uygulaması.24

    Ancak psikanalizin kurucusu hakkında çoğunluğu eleştirel olan geniş bir literatür bulunmaktadır.25,26,27,28 Eleştirmenler, Freudcu teorinin ruhsal determinizmi olarak gördükleri şeye itiraz etmişlerdir. Bu determinizm kendini birkaç şekilde göstermektedir: birincisi, 19. yüzyıl fiziğinin kapalı, deterministik dünya görüşüne dayanan, modası geçmiş mekanik bir zihin modeline dayanmaktadır; ikincisi, etik bir boyuttan yoksundur – eğer insanların davranışları tamamen zihinsel mekanizmaların sonucuysa, o zaman etik seçimler yapma özgürlüğüne sahip değillerdir; üçüncüsü, kişilerarası ve toplumsal bağlamı ihmal etmektedir. Bu tür sınırlamalar daha sonraki psikoterapistler tarafından ele alınacaktır. Örneğin, Rycroft ve diğerleri, psikanalizin doğa bilimlerinin bir parçası olmaktan ziyade hermeneutik bir etkinlik olarak anlaşılmasının daha iyi olduğunu savunmuşlardır.

    Rycroft şöyle yazar:

    Psikanaliz genellikle psikolojik fenomenleri önceki olayların sonuçları olarak açıklayan nedensel bir teori olarak sunulsa da, bazı analistler… bunun aslında bir anlam teorisi olduğunu ve Freud’un histerik semptomların psikojenik olduğuna dair önemli gözleminin aslında bunların bir anlamı olduğunu, yani jestler ve iletişimler olarak yorumlanabileceğini keşfetmesi olduğunu savundular. Bu görüşün savunucuları, nedensellik teorilerinin yalnızca cansız nesneler dünyasına uygulanabileceğini ve Freud’un fen bilimlerinden türetilen deterministik ilkeleri insan davranışına uygulama girişiminin, insanın karar verme, seçim yapma ve yaratıcı olma yetisine sahip yaşayan bir etken olduğu gerçeğini hesaba katmadığını savunuyorlar.29 (Ayrıca 7. Bölüm’deki Klinik Örnek 1: Her şey bir şey ifade edebilir’e bakınız.)

    Önemli bir eski eleştiri Ellenberger tarafından ileri sürüldü. Freud’a hayran olmasına rağmen, ‘Freud Efsanesi’ adını verdiği şeyi tanımladı ve iki esas özelliğini özetledi:

    Birincisi, bir sürü düşmana karşı mücadele eden, ‘aşırı talihin sapan ve oklarına’ maruz kalan ama sonunda zafer kazanan yalnız kahramanın temasıdır. Efsane, antisemitizmin kapsamını ve rolünü, akademik dünyanın düşmanlığını ve iddia edilen Viktorya dönemi önyargılarını önemli ölçüde abartır. İkinci özellik… psikanalizin geliştiği bilimsel ve kültürel bağlamın en büyük bölümünün silinmesidir, dolayısıyla kahramanın seleflerinin, arkadaşlarının, öğrencilerinin, rakiplerinin ve çağdaşlarının sahibi olduğu düşünülen başarıların mutlak özgünlüğü temasıdır.30

    Ellenberger, psikanalizin ortaya çıkışına dair geleneksel açıklamayı olduğu gibi kabul etme konusunda uyarıyor; bu açıklama büyük ölçüde Freud tarafından yayımlanmış ve ilk takipçilerinden bazıları tarafından sadakatle anlatılmıştır. Paul Roazen’in öne sürdüğü gibi, Freud takipçilerinden gelen eleştirileri veya teorilerinden sapmaları tolere etme konusunda çok az yeteneğe sahipti. Kendi fikirlerini geliştiren analist arkadaşları “kâfir” olarak reddediliyordu.31 Bu, diğerlerinin yanı sıra Carl Jung, Alfred Adler ve bir dereceye kadar da Sandor Ferenczi’nin kaderiydi. Ancak, Freud’un başlangıçta ve birkaç yıl boyunca bu insanlarla, özellikle Ferenczi ve Jung ile iyi ilişkiler içinde olduğu ve ikincisini “Veliaht Prens” olarak gördüğü ve Freud’un ölümünden sonra çalışmalarını sürdürmekle görevlendirildiği belirtilmelidir.

    J. A. C. Brown, Adler ve Jung’un ayrılışlarından sonra şunları kaydeder:

    . . . ortodoks Freudcular eleştiriye karşı tuhaf bir hoşgörüsüzlük göstermeye başladılar. . . ve, bazı dini ve siyasi organlarda olduğu gibi, ancak genellikle bilimsel prosedür olarak kabul edilenin tam tersine, grup içindekilerin grubun temel inançlarını eleştirmemeleri bekleniyordu ve grup dışındakilere bunu yapma yetkilerinin olmadığı söyleniyordu.32

    Roazen yorumluyor: “İster kabul etsin ister etmesin, Freud bir tarikatın başı olmuştu… Eğer psikanalizi kısmen dini bir fenomen olarak görüyorsak, takipçilerinin Freud’a ve bilinçdışına tapınma konusunda birleşmiş olmaları şaşırtıcı değildir.”33

    Jung, birçok kişi gibi, Freud’un cinsel dürtünün insan davranışının tek belirleyicisi olduğuna dair vurgusuna karşı çıktı ve ruhsal faktörler gibi diğer faktörlerin de önemli olduğunu savundu. Ayrıca Freud’un yaşamın ilk beş yılının gelecekteki gelişimi belirlediği fikrine de karşı çıktı. Jung için, yaşamın tüm aşamaları önemliydi ve bunu bir “bireyleşme” süreci olarak görüyordu. Adler de benzer şekilde, Freud’un cinselliğe yaptığı vurguya karşı çıktı ve bireylerin fiziksel ve zihinsel yetersizlik duygularına karşı koymaya çalıştıkları aşağılık kompleksi kavramını ortaya attı. Ferenczi, analistin uzak ve tepkisiz olması gerektiği fikrini eleştirerek hasta ile etkileşime girmeleri gerektiğini savundu. Ferenczi, hastalara sevgi göstermeyi ve ilişkiye karşılıklılık unsuru sokmayı içeren “aktif terapi” ve “karşılıklı analiz” adını verdiği şeyi geliştirdi. Brown’a göre, Ferenczi analizin kişilerarası yönünün önemini ilk fark eden kişiydi.34 Ancak, Ferenczi’nin deneylerinden bazıları çok ileri gitti ve hasta ile terapist arasındaki sınırı her ikisine de yardımcı olmayacak şekilde karıştırmaya hizmet etti. Yine de, cinsel tacize uğramış çocukların belirli psikolojik hasarlar yaşadıklarını erken fark ettiği için Ferenczi’ye hakkı verilmelidir. 1940’larda, tacize uğramış çocuğun travmatik deneyimiyle bunaldığında nasıl çözülebileceğini anlattı. Çocuk, suçluluk duygularıyla ve tacizdeki rolüyle ilgili kafa karışıklığıyla başa çıkmak zorundaydı: Suçlu onlar mıydı yoksa yetişkin fail miydi?

    Eric Fromm ve Karen Horney gibi daha sonraki analistler, toplumun bir bireyin zorluklarında oynadığı rolün dikkate alınmasının önemli olduğunu ve bunun sadece zihnin iç işleyişiyle ilgili bir konu olmadığını savundular.35,36 Freudcu kuram feministlerden de eleştiri aldı (bkz. Bölüm 2, Kutu 6).

    Bu bölümün başında, psikanalizin kurucusunun fikirleri bölmeye devam ettiğini kabul eden Makari’den alıntı yapmıştık. Ancak, Zihinde Devrim (Revolution in Mind) kitabının sonucunda şu yargıda bulunmuştur:

    Psikanaliz, savaş sonrası Avrupa’nın enkazından zihnin önde gelen modern teorisi olarak ortaya çıktı. Bilinçdışı tutkular modeli, savunma ve iç çatışma kavramı ve kendini aldatmayı çözme yöntemi, din gibi geleneksel öz-anlama kaynaklarına zarar verdi. ABD’de psikanaliz mahkemelere, okullara ve hastanelere girdi ve edebiyat, sinema, televizyon, gazetecilik, tiyatro ve sanata şekil verdi. Fikirleri; atasözleri, klişeler ve şakalar olarak popüler söyleme yayıldı.37

    Gerçekten de birçok çağdaş psikoterapist, Freud’un terapötik uygulamaya biçimlendirici katkılarda bulunduğunu, bunların arasında aktarım, içsel çatışma, bastırma ve süperego kavramlarının da bulunduğunu ve bunların hepsinin bugün zihinsel yaşamın anlaşılmasında hala yararlı olduğunu savunuyor.

    Birinci Dünya Savaşı ve Savaş Sonrası Nevroz

    Birinci Dünya Savaşı ve özellikle de savaş sonrası nevroz (shell shock) fenomeni, psikoterapinin Britanya’daki konumu üzerinde büyük bir etki yaratacaktı.38 Savaş sonrası nevroz terimi, deneysel psikolog Dr. Charles Myers tarafından 1915’te cephede savaşan birçok askeri etkileyen zihinsel dağılmayı tanımlamak için ortaya atıldı. Ruhsal bozukluğun beyin hastalığı ve kalıtsal dejenerasyonun sonucu olduğu fikrine dayanan geleneksel psikiyatrik yaklaşımların etkisiz ve yanlış yönlendirilmiş olduğu kanıtlandı. Başlangıç ​​için, durum subay sınıfını orantısızca etkiliyor gibi görünüyordu, bunların çoğu daha önce dejenerasyon belirtisi göstermemişti. İkinci olarak, fiziksel tedavi yöntemleri pek işe yaramıyordu. Buna karşılık, psikoterapötik yaklaşımların daha verimli olduğu kanıtlandı. Psikoterapötik yaklaşımları teşvik etmede üç klinisyen öne çıktı: William McDougall, William Brown ve en ünlüsü, 1917’de The Lancet’te yayınlanan “Freud’un Bilinçdışının Psikolojisi” (Freud’s Psychology of the Unconscious) adlı makalesi çok etkili olan ve Freud’un fikirlerinin tıp çevrelerinde kabul görmesini sağlayan W. H. Rivers. Bu klinisyenler Freud’dan etkilenmiş olsalar da cinsel faktörlerin nevrozun nedeninde önemli bir rol oynadığı yönündeki temel ilkesine katılmıyorlardı. Bunun yerine, askerin görevini yapmakla hayatta kalmaya çalışmak arasında bir çatışma yaşadığını ileri sürdüler. Birçoğu için bu imkansız bir seçimdi ve bu da sonunda ruhsal rahatsızlığa veya daha spesifik olarak savaş sonrası nevroza yol açtı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz doktorlar arasında, savaş sonrası nevrozun Freud’un nevroz etiyolojisinde cinsel faktörlerin önceliği teorisini etkili bir şekilde “çürüttüğü” yönünde yaygın bir his vardı.

    Savaş sırasında Rivers, Edinburgh’daki Craiglockhart Hastanesi’nde görevliydi ve Freudcu psikoterapinin değiştirilmiş bir biçimini kullandı. Şair Siegfried Sassoon’u tedavi etmeyi de içeren klinik çalışmaları, daha sonra Pat Barker’ın romanları ve eşlik eden film nedeniyle daha geniş bir kamuoyunun dikkatini çekti. Ben Shephard39, Rivers’ın görüşlerinin İngiliz tıbbı üzerinde önemli bir etkisi olduğunu savunurken Malcolm Pines40 şu yargıda bulunmuştur: “Muhtemelen herkesten daha fazla, psikanalitik düşünceyi etkili kişilerden oluşan geniş bir çevre için kabul edilebilir kılan Rivers’dı – psikiyatristler, psikologlar ve antropologlar.”

    1914’ten önce sinirsel bozuklukları tedavi etmek için psikolojik yöntemler kullanan çok az sayıda doktor vardı ve bunların çoğu Londra ve çevresinde özel muayenehanelerde çalışıyordu.41 İskoçya’da durum biraz farklıydı ve örneğin Royal Edinburgh Akıl Hastanesindeki ilk kadın psikiyatrist olan Isobel Hutton, akıl hastanesi şefi Dr. George Robertson’ın Freudcu fikirleri nasıl memnuniyetle karşıladığını ve bunun o dönemde İskoç psikiyatrisinde psikanalize karşı nispeten olumlu bir tutum oluşmasına nasıl katkıda bulunduğunu anlattı.42 Ancak, İngiliz nörologların ve akıl hastanesi doktorlarının büyük çoğunluğu psikoterapiye pratik bir ilgi göstermedi. Savaşın sonuna doğru bu durum önemli ölçüde değişti. Psikoterapi uygulayan ve bu alanda eğitim alan doktorların sayısında büyük bir artış oldu. Dr. Maurice Craig ve Dr. Henry Head, Londra’da sivil nüfusa psikoterapi sağlamakla görevli Cassel Hastanesini kurdular. Tavistock Kliniği de bu dönemde kuruldu ve o da halka psikoterapi sağladı. Ruhsal bozukluk kavramı genişledi ve sadece “kirli soydan gelenleri” değil, herkesi etkileyebilecek bir şey olarak görülmeye başlandı. 1920’lerin başından itibaren psikoterapi üzerine çok sayıda kitap yayımlandı. Bu değişiklikler, savaş zamanı yaşanan savaş sonrası nevroz deneyimiyle ortaya çıkmıştı.

    Erken 20. Yüzyıl Gelişmeleri

    Tavistock Kliniği, özel ücretleri karşılayamayan hastalara sistematik psikodinamik psikoterapi sağlamak için Britanya’daki ilk ayakta tedavi kliniklerinden biri olarak 1920’de kuruldu.43 Kurucu tıbbi direktörü, Birinci Dünya Savaşı’nda savaş sonrası nevroz mağdurlarıyla çalışmış olan Hugh Crichton-Miller’dı. Freudcu kuramı sivil nüfusa ve özellikle nevroz ve kişilik bozukluğu çekenlere ulaştırmak istiyordu. Kliniğe diğer terapileri de kapsayan eklektik bir yaklaşım getirdi, ancak İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda ortodoks psikanaliz kuruma hakim olmaya başladı. 1930’dan 1960’a kadar olan dönemde Britanya’da psikanalize olan ilgide bir artış görüldü, bu büyük ölçüde Nazi Avrupa’sından kaçan ve Britanya’ya yerleşen birçok mülteci sebebiyle hızlandı. Gördüğümüz gibi, buna 1938’de Freud ve kızı Anna, ayrıca Hannah Segal ve Michael Balint de dahildi. Bu dönemde, öğretim ve araştırmadan sorumlu olan Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü ortaya çıktı.

    Anna Freud

    1936’da Anna Freud, babasının ego kavramını ve savunma mekanizmalarının rolünü geliştiren Ego ve Savunma Mekanizması’nı (The Ego and the Mechanism of Defence) yayımladı. Çalışmaları Amerika’da Heinz Hartmann gibi ego psikologları olarak adlandırılan kişiler tarafından olumlu karşılandı. Anna Freud, Melanie Klein ile birlikte çocuklara yönelik psikanalitik psikoterapinin kurulmasında öncüydü. Ne yazık ki, birbirlerinin teorik pozisyonları ve klinik yaklaşımları konusunda güçlü bir şekilde fikir ayrılığına düştüler. Likierman’ın gözlemlediği gibi, çocuk analizi tekniği anlaşmazlıklar ve çatışmalar yoluyla gelişti ve sonunda “çekişmeli tartışmalar” olarak tanımlanan açık bir yüzleşmeye yol açtı.44 Bunlar 1941 ile 1945 yılları arasında her iki kadının da göç ettiği Londra’da gerçekleşti. Bir fikir birliğine varılamadı. Anna, babasının pozisyonunu, Oedipus kompleksinin Freud’un tahmin ettiğinden daha erken bir dönemde meydana geldiği görüşünü savunan Klein’a karşı savundu. Klein’ın aksine Anna, çocukların yetişkinlerin yapabileceği şekilde aktarımlar geliştiremeyeceğini düşünüyordu. Analizde bir çocukla destekleyici bir bağ kurmanın önemini vurguladı. Çocuklar hala ebeveynlerinin etkisi altında oldukları için, zihinlerinin iç yapısının henüz tam olarak oluşmadığını ve bir terapistle aktarım ilişkisi geliştirme kapasitesine sahip olmadığını savundu.45 Anna Freud, bir çocuğun gelişiminde çevrenin önemini vurguladı; bu çevre, ilk etapta analistin yerini almaması, aksine birlikte çalışması gereken anneyi içeriyordu.46

    Melanie Klein ve Nesne İlişkileri Kuramı

    Melanie Klein, nesne ilişkileri kuramı olarak bilinen psikanalize bir yaklaşımdan sorumluydu.47,48 Nesne ilişkileri kuramı, Freud’un dürtü kuramını, başkalarıyla ilişkilerin önceliğini vurgulayan tamamen farklı bir modelle değiştirmeyi amaçlıyordu. Dış dünyadaki gerçek insanlar ile bunların bireylerin oluşturdukları içsel imgeleri arasındaki ilişkiyi keşfetmekle ilgileniyordu. Bu iki varlığın, dışsal ve içsel “nesnelerin” nasıl etkileşime girdiğini incelemeyi amaçlıyordu.

    Klein, 1920’lerde Freud’un İngiliz meslektaşı ve ilk önemli biyografi yazarı Ernest Jones’un davetiyle Londra’ya taşınan Avusturyalı bir analistti.49 Klein, çocuğun ve yetişkinin zihinsel yaşamını, hem dış dünyada hem de içsel “nesnelerin” iç dünyasında, kendilik ve diğerleri arasındaki fantaziye dayalı ilişkilerinin karmaşık bir ağı olarak tasvir etti. Duygular veya imgeler gibi iç dünyanın bazı yönlerinin dışarıya “yansıtılabileceğini”, dış dünyanın bazı yönlerinin ise iç dünyaya “içselleştirilebileceğini” savundu. Klein hem çocuklarla hem de yetişkinlerle çalıştı ve çocuklarla kullandığı teknik, oyun ve sanat malzemeleri kullanmayı içeriyordu (Şekil 1.1).

    Şekil 1.1 Klein’ın hastalarından biri olan “Richard”ın 1941’deki çizimi. Klein, 1961’de “Bir Çocuk Analizinin Anlatısı”nda (Narrative of a Child Analysis) “Richard”la yaptığı bu çalışmayı ayrıntılı olarak açıklamıştır.50 Klein, çocuğun kendiliğinden oyununu yetişkindeki serbest çağrışımla eşdeğer görmüştür. Diğer erken dönem çocuk psikoterapistleriyle birlikte onun çalışmaları, oyun terapisi disiplininin sonraki gelişimini etkilemiştir.51 Melanie Klein Vakfı’nın nazik izniyle yeniden üretilmiştir.

    Klein, hayattaki kritik dönemin, bebeğin sevgi ve nefret arasında dayanılmaz bir çatışma yaşadığı bebeklik dönemi olduğunu ileri sürmüştür. Bebek, bu çatışmayı, kendisinin saldırgan tarafını dış dünyaya yansıtarak çözmeye çalışmıştır. Bebek, “nesneleri” kısmi olarak algılamıştır: nesneler, besleyici “iyi meme” tarafından temsil edilen tamamen iyi veya tatmin edici olmayan “kötü meme” tarafından temsil edilen tamamen kötü olmak üzere ikiye bölünmüştür. Daha sonraki bir dönemde, bebeğin anneyle daha dengeli bir ilişki geliştirdiği ve onu iyi ve kötü niteliklerden oluşan bütün bir insan olarak gördüğü söylendi. Ancak, bebek aynı zamanda anne hakkında şiddetli duygular beslediğini fark ettiğinde suçluluk, pişmanlık ve depresyon da hissetti. Bu, Klein’ın “paranoid pozisyon” ve “depresif pozisyon” olarak adlandırdığı şeye yol açtı; ilki, çocuğu ikincisinin “depresif” duygularına (yani daha karışık ve gerçekçi duygulara) karşı savunuyordu. Lisa Appignanesi’nin gözlemlediği gibi, Klein’ın karmaşık kuramı giderek daha geniş bir topluma nüfuz etti ve annenin hem tamamen pasif hem de çocuğundan sonsuz derecede sorumlu olduğuna dair imkansız bir çıkarıma yol açtı.52

    İskoç Katkısı: Ian Suttie ve Ronald Fairbairn

    Klein ve Freud’a yönelik erken dönem eleştirilerin bir kısmı İskoçya’dan geldi. Glasgow psikiyatristi ve Aşk ve Nefretin Kökenleri (The Origins of Love and Hate) kitabının yazarı Ian Suttie, bebeğin paranoyak ve saldırgan olduğu yönündeki Kleinian resmine itiraz etti.53 Bunun yerine Suttie, bebeğin başkalarıyla doğuştan iyi huylu ve sosyal bir ilişkiye sahip olduğunu ve olumsuz niteliklerin ancak sorunlu bir yetiştirme tarzıyla normal gelişimin engellenmesi durumunda ortaya çıktığını savundu. Suttie, Ferenczi’nin terapistin “sevgisinin” hastayı iyileştirdiği iddiasını onaylayarak alıntıladı. Freud ve Post-Freudyenler’de (Freud and the Post-Freudians) Brown, Suttie’nin sevgiye dayalı demokratik ve anaerkil bir bakış açısı sunduğunu savunduğu Aşk ve Nefretin Kökenleri‘ni, cinsel dürtüye dayalı Freud’un otoriter ve ataerkil bakış açısıyla karşılaştırdı.54

    Edinburgh analisti Ronald Fairbairn, Freud’un teorisinin mekanik, atomistik olduğunu ve kişiliksizleştirilmiş bir dille ifade edildiğini ileri sürdü.55 Kendi teorisi, Freud’un dürtü modelinden ilişkisel bir modele kaydı. Freud, bebeğin başkalarıyla ilişkisi olmayan bir dünyaya doğduğunu ve yalnızca ona haz sağladıkları için ikincil olarak ilişki kurduğunu öne sürerken, Fairbairn bebeklerin en başından itibaren başkalarına yöneldiğini savundu. Sonraki duygusal ve zihinsel zorlukların haz arayan dürtüler üzerindeki çatışmalardan değil, başkalarıyla ilişkilerdeki bozukluklardan kaynaklandığı görüldü. Fairburn ayrıca Melanie Klein’ı, özellikle de tüm eylemin çocuğun kafasının içinde gerçekleştiği fikrini eleştirdi ve bunun yerine çocuğun ebeveynlerini fantezi nesneleri olarak değil, gerçek insanlar olarak görmenin önemini savundu.

    Kariyerinin sonuna doğru Fairbairn, standart analitik yöntemi eleştirmeye başladı. “Hasta ve analist arasındaki mevcut ilişki, tekniğin ayrıntılarından daha önemlidir.” diye savundu.56 Gomez57, Fairbairn’in çalışmasının psikoterapinin nasıl uygulandığı üzerinde geniş kapsamlı bir etkiye sahip olduğunu düşündü. Analistler, hastaların sadece yorumlama almaktan ziyade terapistleri ile gerçek bir ilişkiye ihtiyaç duyduklarını kabul etmeye başladılar. Gavin Miller58, Suttie ve Fairbairn’in, Freudcu kuramın temellerini ilk prensiplerden itibaren sorgulayan bir felsefe ve klasik analizin izole edilmiş ve bencil egosundan ziyade akrabalık ve topluluğa vurgu yapan, psikanaliz üzerine özellikle İskoç bir bakış açısı sağladığını gördü. Daha sonraki yıllarda, 1947’den 1968’e kadar Tavistock Kliniği’nin Tıbbi Direktörü olan Dr. Jock Sutherland, memleketi Edinburgh’a döndü ve 1972’de Tavistock’un İskoç karşılığı olarak kabul edilen İskoç İnsan İlişkileri Enstitüsü’nün kurulmasında etkili oldu.

    “Orta Grup”: Michael Balint, John Bowlby ve Donald Winnicott

    Savaş sonrası dönemde Tavistock’taki eğitim programında kalıcı bir bölünme ortaya çıktı: bir grup Melanie Klein’ı, diğeri ise Anna Freud’u takip etti.59 Klein’cıların ve Freud’cuların dogmatizminden ürkenler, Michael Balint, Jock Sutherland, John Bowlby, Donald Winnicott, Charles Rycroft ve Marion Milner’ın da aralarında bulunduğu Orta Grup olarak adlandırılan gruba katıldı.

    Michael Balint

    Michael Balint, Ferenczi tarafından analiz edilen bir Macar psikanalistti. “Balint grupları”nı oluşturmasıyla hatırlanır.60 Balint, pratik bir bakış açısından, psikanalizin yüksek maliyeti ve zaman alıcı doğasının genel nüfus üzerinde büyük bir etki yaratmasına engel olduğunu fark etti. Bunun yerine, ruh sağlığı alanındaki ön saf çalışanlarının psikodinamik düşünme konusunda eğitilmesi gerektiğini önerdi. Katılımcıların getirdiği vaka materyalini tartışmak için klinisyenlerin psikanalitik olarak eğitilmiş bir kolaylaştırıcı ile düzenli olarak bir araya geldiği gruplar kurdu. Bu tür gruplar çok başarılı oldu ve bunların versiyonları bugün hala devam ediyor (bkz. Bölüm 18).

    John Bowlby

    John Bowlby, Donald Winnicott ile birlikte, savaş sonrası kurumun ebeveynlik konusundaki fikir birliğini şekillendirmede önemli bir rol oynadı.61 Bowlby, hem İngiliz psikanalizinde hem de savaştan sonra USS’nin kurulmasında etkili bir rol oynayan birkaç klinisyenden biriydi. Bowlby, oldukça soğuk, üst sınıf ailesi tarafından erken yaşta yatılı okula gönderilmişti ve küçük çocukların ayrılmasının (separation) önemi konusunda son derece hassastı.62 İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, çatışma sırasında tahliye edilen veya yerlerinden edilen çocukların hayatları hakkında çığır açan araştırmalar üstlendi. Bowlby, Kırk Dört Genç Hırsız: Karakterleri ve Yaşamları (Forty-Four Thieves: Their Characters and Home Life) adlı eserinde, küçük çocukların evlerinden ve annelerinden uzun süre ayrı kalmalarının birçok durumda kriminal bir karakterin gelişmesine yol açtığını savunmuştur. 1951 DSÖ Raporu, Anne Bakımı ve Ruh Sağlığı‘nda (Maternal Care and Mental Health) Bowlby, bir bebeğin veya küçük çocuğun annesi veya annesinin daimi ikamesi ile sıcak, samimi ve sürekli bir ilişki yaşamasının ruh sağlığı için elzem olduğu sonucuna vardı. Aksi takdirde, çocuk daha sonra depresyon veya aşırı sevgi veya intikam ihtiyacı ile kendini gösteren yoksunluk belirtileri gösterecekti. Bebeğin bu konudaki fantezilerinden ziyade bu gerçek ilişkinin niteliğinin önemini vurguladı. Appignanesi’nin de belirttiği gibi Bowlby’nin çalışması, annelerin bebeklerine olabildiğince yakın olmaları gerektiği, babaların ise eve para sağlamak için işe gitmeleri gerektiği teorisini pekiştirdi.63

    Davranış bilimleri ve psikanalizdeki araştırmalardan yararlanan Bowlby, etkili üçlemesinde “bağlanma” kuramını tam olarak geliştirdi: Bağlanma (Attachment) (1969), Ayrılık (Separation) (1973) ve Kayıp, Keder ve Yas (Loss, Grief and Mourning)  (1980). Annenin veya “bağlanma figürünün” bebeğin rahatlık ve korunma ihtiyaçlarını kabul etmesi ve aynı zamanda özerklik ihtiyaçlarına saygı duyması gerektiğini savundu. Bu “güvenli bağlanma” başarıyla sağlanırsa, çocuk kendiliğin içsel bir modelini değerli ve emniyetli olarak geliştirirdi. Başarısız olursa, sonuç “güvensiz bağlanma” ve değersiz ve yetersiz bir kendiliğin yaratılmasıydı. Bowlby, terapiyi “onarıcı”, duygusal bir süreç olarak gördü ve bunun sadece entelektüel içgörüler elde etmekle ilgili olmadığını savundu. Ancak, Bowlby’nin ilk teorilerini ortaya koymasından bu yana bağlanma anlayışı evrimleşmiştir ve artık güvensiz bağlanmanın yaygın olduğu ve kaçınılmaz olarak büyük duygusal sorunlara yol açmadığı, ancak bir bireyin psikolojik olarak nasıl geliştiğini etkilediği kabul edilmektedir (bkz. Bölüm 2).

    Donald Winnicott

    Donald Winnicott, eğitimli bir çocuk doktoruydu ve Bowlby gibi, İkinci Dünya Savaşı sırasında evlerinden tahliye edilen küçük çocukların üzerindeki etkileri incelemişti.64,65 Appignanesi onu, “yeterince iyi bir anne” ile ilişki yaşayan bir bebeğin gerçek ve yaratıcı bir kendilik geliştireceğine inanan bir romantik olarak görür.66 Winnicott, kendiliğin başkalarıyla olan ilişkilerinden nasıl ortaya çıktığını açıklamak için bir teori oluşturdu. Başkalarıyla temas eksikliğinin veya alternatif olarak, başkalarının dünyasına dalmanın tehlikeler yarattığını savundu. Çocuğun kendisini diğerlerinden ayrı görmesini sağlayan koşullara odaklandı. Anne, bebeğin kendiliğinin ortaya çıkmasına yardımcı olmada önemli bir rol oynadı. Anne tarafından sağlanan destek yetersizse, bebek kendiliği parçalanabilirdi. Bebek başkalarının talepleri karşısında bunalıma girer ve kendi içinden gelen ihtiyaçlarıyla bağını kaybederdi. Bu, “gerçek kendilik” ile “sahte kendilik” arasında bir bölünmeye yol açacaktı. “Gerçek kendilik” saklanacak, anne beklentileri tarafından şekillendirilen “sahte kendilik” ise dış dünyayla ilgilenecekti. “Sahte kendilik”, “gerçek kendiliğin” bütünlüğünü korumaya hizmet ediyordu. Yetişkin yaşamda bu strateji başarısız olursa, kendilik birkaç parçaya bölünebilir ve psikoz gelişebilirdi. Winnicott’un çalışmaları, psikoza ait içsel dünyayı tasvir ederken radikal İskoç psikiyatrist R. D. Laing’i etkilemişti.67

    Winnicott, Klein’ın bebeği, içinde geliştiği gerçek karşılıklı birincil ilişkiden izole bir şekilde tanımladığına inanıyordu. Freud ve Klein’ın, büyümenin bir yas süreci olarak tasvir edildiği insan gelişiminde hayal kırıklığının rolünü vurguladığını belirtti; ancak aksine, gelişimin anne ve çocuk arasındaki yaratıcı bir işbirliği süreci olarak görülmesinin daha iyi olduğunu ileri sürdü. Adam Phillips, Winnicott’un terapiye yaptığı en büyük katkılardan birinin, analistin hastanın kendi yorumlarını da mümkün kılan bir ortam yarattığı gerçek anlamda işbirlikçi bir psikanalitik tedavi modeli geliştirmek olduğunu ileri sürmüştür.68 Terapistin rolü aşırı yorumlayıcı olmak değil, hastanın kendini keşfetme yolculuğuna çıkacağı uyumlu bir ortam sağlamaktı.

    Çocuğa Dönüş

    Yorumcular, psikanalitik düşüncedeki odak noktasının cinsel içgüdüden anne ve çocuk ilişkisine nasıl kaydığını belirtmişlerdir. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndaki savaş sonrası nevroz deneyiminin psikanalitik teorinin gelişimi ve kabulünde etkili olduğu gibi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Britanya’dan tahliye edilen çocukların sorunları da çocukluk hakkındaki psikanalitik düşünceyi değiştirdi.69

    Appignanesi’nin gözlemlediği gibi:

    Anneler, hem çocukluğu hem de iç yaşamı domine eden önemli otorite olarak hadım eden babaların yerini aldılar: gelecekteki tüm sevgi ve güç, bağlanma ve bağımlılık ilişkileri, baba ilişkisine değil, bu en eski ve temel ilişkiye dayanacaktı.70

    Phillips, çocuk gelişimine ilişkin bu yeni anlayışın özellikle kadınlar açısından toplumsal sonuçları olduğuna dikkat çekti:

    Kadınların savaş sırasındaki kritik çalışmalarının ardından tekrar evde kalmaya teşvik edildiği sırada, çocuklar için sürekli annelik yapılmasının önemi ve ayrılığın potansiyel tehlikeleri hakkında zorlayıcı ve ikna edici teoriler yayınlanmaya başlandı ve bunlar onları evde kalmaya ikna etmek için kolaylıkla kullanılabiliyordu.71

    İkinci Dünya Savaşı’nın bir diğer sonucu da hem grup psikoterapisinin hem de “tedavi topluluğu”nun gelişmesiydi. 1940’larda Birmingham yakınlarındaki Northfield Askeri Hastanesi’nde iki klinisyen, John Rickman ve Wilfred Bion, “ilk Northfield deneyi” olarak bilinen şeyi kurdular.72,73 Bu, bu kez grup psikoterapisini içeren ikinci bir deney için Michael Foulkes tarafından devralındı. Öğrenilen dersler, savaş sonrası dönemde sivil nüfusla grup psikoterapisinin gelecekteki kullanımını şekillendirdi. Northfield Hastanesi’nde ayrıca “tedavi topluluğu” terimini ortaya atan Tom Main de çalışıyordu. Main, hastaları karar alma sürecine dahil eden ve “nevrotik bireyin yeniden sosyalleşmesini” amaçlayan daha demokratik bir yapıyı hastaneye getirdi.74 Sivil hayatta, bu çalışmayı Cassel Hastanesi’nde sürdürdü, Maxwell Jones da Henderson Hastanesi’nde aynısını yaptı. Avrupa’da, Nazi toplama kamplarından sağ kurtulan Victor Frankl Viyana’ya döndü ve burada insanların öncelikle hayatlarına bir anlam bulmakla ilgilendikleri inancına dayanan varoluşçu esinli “Logoterapi”sini tanıttı.75

    Psikoz

    Freud, psikotik hastalıkları olan kişilerin psikanalizle tedavi edilebileceğini genel olarak düşünmese de “nevrozlarda derinliklerden zahmetle çıkarılması gereken birçok şeyin psikozlarda yüzeyde, her gözle görülebilecek şekilde bulunduğunu” gözlemlemiştir.76

    Psikoterapiyi psikozlu hastaları tedavi etmek için kullanma girişimi, Britanya’dan çok daha fazla Amerika’da uygulandı. Bir istisna, 1950’lerin sonlarında Tavistock’ta eğitim almış olan R. D. Laing’di. Holmes, Laing’in İngiliz okuyucuları Harry Stack Sullivan, Harold Searles ve Fromm-Reichmann gibi terapistlerle ve psikozun psikanalitik modelleriyle tanıştırdığını söylüyor. Holmes şöyle yazıyor:

    Laing’in uzun vadeli etkisi hafife alınmamalı… Ciddi derecede ruh hastası olanların iç dünyasını ve deneyimlerini doğruladı, psikotik fenomenleri işlevsiz bir beynin anlamsız tezahürleri yerine genellikle travmatik veya acı verici deneyimlerle ilgili gizli iletişimler olarak gördü. Psikozun aile bağlamını vurguladı.77

    Son Sözler

    Bu kısa tarihçe, sosyal ve kültürel faktörlerin psikodinamik psikoterapinin hem teorisini hem de uygulamasını nasıl etkilediğini göstermiştir. İki dünya savaşının psikoterapinin gelişimi üzerinde nasıl önemli bir etkisi olduğunu gördük. Ayrıca Freud’un orijinal teorilerinin nasıl sorgulandığını ve bunun psikoterapinin nasıl yürütüldüğü ve düşünüldüğü konusunda iyileştirmelere yol açtığını gördük. Terapist hastaya karşı daha aktif ve duyarlı olmuştur. Tedavi süreleri kısalmıştır. Ataerkil varsayımlar açığa çıkarılmıştır ve psikoterapi hakkında teoriler oluştururken annenin rolüne ve çocuğuyla etkileşimine daha fazla dikkat edilmektedir.

    Bazı yorumcular, modern zamanlarda psikoterapinin ortaya çıkışını ve kavramlarının günlük yaşamın her alanına görünür şekilde yayılmasını endişe verici bir durum olarak gördüler. Sosyolog Frank Furedi, insanların hayatın kaçınılmaz zorlukları karşısında stoacı ve kabul edici olma becerilerini kaybetmelerini kınamak için “terapi kültürü” terimini kullandı.78 Bunun yerine, insanlar kendilerini giderek daha fazla terapiye ihtiyaç duyan pasif kurbanlar olarak görüyorlar. Furedi’nin iddiasında şüphesiz bir miktar doğruluk payı olsa da insan acısını küçümsediği ve zihinsel acıya karşı eski moda, dişini sıkma yaklaşımını savunduğu için eleştirildi.

    Bu bölümün başında, ruhsal hastalıkların tedavisinde psikoterapötik ve biyolojik yaklaşımlar arasında sıklıkla bir çatışma olduğunu ancak birçok klinisyenin iki taraf arasında bir uzlaşma görmek istediğini gözlemledik. Bu hayati önem taşıyor gibi görünüyor. Biyolojik psikiyatride ne kadar ilerleme kaydedilirse kaydedilsin, hasta benzersiz bir deneyimler dizisine ve kişisel geçmişe sahip benzersiz bir birey olarak kalır. Çağdaş nörobilim, insanları hatalı işleyen mekanizmalar olarak görme eğilimindedir. Psikodinamik psikoterapi, bireyin yaşam öyküsüne ayrıntılı bir şekilde odaklanmayı vurgulayarak hastanın bir kişi olarak gözden kaybolmamasını sağlamak için özel olarak konumlandırılmıştır.

  • Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi (Kitap)

    Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi (Kitap)

    Ön Söz

    Nancy McWilliams, PhD, Seçkin Emekli Profesör

    Rutgers Uygulamalı & Profesyonel Psikoloji Lisansüstü Okulu

    Katkı verenlerinin çağdaş psikodinamik teori ve uygulamasının net, anlaşılabilir bir derlemesini ortaya koyduğu Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi için bazı giriş yorumları yapmak benim için bir zevk. Psikodinamik gelenekteki yazarlardan anlaşılması zor jargon ve kanıtlanmamış görüşlere alışan okuyucular mutlulukla şaşıracaklardır: Bu ciltteki katkılar okunabilir, tarafsız, kanıta dayalı ve klinik çalışma ve genel mesleki deneyim açısından oldukça alakalıdır.

    Yazıları, esasen kapsamlı analitik eğitim almış meslektaşlarına yönelik olan psikanalitik yazarların aksine bu katkıda bulunanlar, bölümlerinin psikanalitik bir referans çerçevesine yeni olan, şüpheci veya kafası karışık olabilecek kitlelere ulaşmasını amaçlıyorlar. Bir şekilde, deneyimli psikanalitik okuyucular için kitabı ilgi çekici ve klinik olarak bağıntılı yapmışlardır. Heterojen geçmişlere sahip hastalarla, sosyoekonomik spektrumda, kısa ve uzun süreli terapilerde ve hem yatan hasta hem de ayakta tedavi ortamlarında çalışan klinisyenlere, süpervizörlere, yöneticilere ve diğer profesyonellere hitap ediyorlar. Bu çeşitli kitleyi akılda tutarak, güncel psikodinamik düşüncenin ilgili kavramsal alanını ele aldılar ve geniş bir kapsamdaki mesleki uygulama üzerinde faydalı uygulamalarını gösterdiler.

    Başarıları, Batı entelektüel yönelimli alt kültürlerdeki psikanalitik fikirlerin uzun tarihi bağlamında en iyi şekilde takdir edilir. Psikanalizin “en son şey” olduğu dönemde, Freud’un yeni “zihin bilimi”ne saf bir coşkuyla ve ruh sağlığı ve sosyal refahta bir devrim beklentisiyle bakmak yaygındı. Psikiyatrinin birçok bölümünde, psikanalitik eğitim programından mezun olan doktorlar kendilerini kişisel statüye ve kurumsal güce giden hızlı bir yolda buldular. Orta sınıf insanlar “Freudyen sürçmeler” hakkında birbirleriyle dalga geçtiler, kendi ve başkalarının “kompleksleri” hakkında fikir belirttiler ve kitleler halinde bir analistin divanına yöneldiler. Psikoterapi eğitim programları, müfredatlarının çekirdeği olarak psikanalitik kavramları öğretti. Eleştirilmeden benimsenen herhangi bir toplumsal hareketten beklenebileceği gibi (Marksizm buna benzer bir olgu olarak akla geliyor), psikanaliz sonunda mucizeler bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı.

    Şu anda psikodinamik bakış açısı, ilk günlerinde uyandırdığı kadar aşırı olabilecek çarpıtmalara maruz kalmaktadır, ancak bu sefer idealleştirmeden ziyade değersizleştirme yönündedir. Örneğin, psikanalitik temelli tedavileri modası geçmiş, ampirik olarak desteklenmeyen, Sigmund Freud’un kişisel başarısızlıklarıyla kirlenmiş ve çağdaş klinik zorluklara uygulanamaz olarak görmek yaygın hale gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, hastaları psikodinamik olarak tedavi eden meslektaşlarımın bir kısmı “etik olmayan” bir şekilde uygulama yapmakla nitelendirildi. Bu tür iddialar, psikanalitik yaklaşımlar için bilimsel kanıt bulunmadığına dair inançlar, psikodinamik tedavilerin önemli değişiklikler elde etmek için yıllarca devam etmesi gerektiği veya bilim insanlarının zihinsel acıyı anlama ve tedavi etmede rekabet eden diğer yöntemlerin üstünlüğünü gösterdiği gibi yaygın yanlış anlamaları yansıtmaktadır.

    Psikanalitik hareketin uzun tarihi boyunca analistlerin bazı büyük yanlış anlamalar ve hatalardan sorumlu olduğu doğru olsa da, Freud’un başlattığı hareketin ölümcül şekilde kusurlu olduğu veya güncel klinik uygulamayla alakasız olduğu doğru değildir. Aslında, psikolojik sorunları anlamak ve iyileştirmek için on yıllardır süren çabalar sonucunda psikanalitik topluluk, klinik olarak türetilmiş bilgeliğin ve deneysel olarak türetilmiş bilginin büyük bir miktarını biriktirdi ve bu da daha önceki hatalarının çoğunu düzeltti. Cambridge Rehberi’nin temel bir başarısı olan, ne idealleştiren ne de değersizleştiren çağdaş psikodinamik manzaranın akademik bir turu bu nedenle çoktan gecikti.

    Bu ciltte yazarlar, diğer bakış açılarına karşı polemikçi veya küçümseyici olmadan psikodinamik gelenekle ilgileniyorlar. Yazarlar özellikle hareketin altın çağında bazı psikanalistleri nitelendiren dar görüşlülük ve kibirden, psikanalizin bir alan olarak itibarı ve profesyonellerin zihinsel süreçleri anlama ve kişisel ve kişilerarası sorunları çözmek için psikodinamik fikirlere danışmaya hazır olmaları üzerinde yıkıcı bir etkiye sahip olan tutumlardan uzaktırlar. Okuyucularına tepeden bakmak yerine, kaçınılmaz olarak insan psikolojik sıkıntısıyla zorlu ve sıklıkla şaşırtıcı karşılaşmalarla yüzleşen çalışan profesyonellere en pratik değeri neyin sağladığını iletmişlerdir.

    Psikanalitik düşüncenin klinik olarak yararlı unsurlarını aktarmaya kendini adamış olan çoğumuz için, kolayca takdir edilen psikanalitik kavramlar kamuoyunda ilgi gördüğünde “sağduyu” olarak kabul edilmeleri, yanlış veya aşırı genelleştirilmiş analitik fikirlerin ise “saçmalık” olarak alay konusu edilmesi ve hatalı bir şekilde tüm psikanalitik girişimin entelektüel iflasının kanıtı olarak görülmesi can sıkıcı olabilir. Bu “sağduyu” kategorisi, diğer birçok psikanalitik kavramın yanı sıra, Freud’un “savunmalar” kavramı, Adler’in “aşağılık kompleksi”, Erikson’un “kimlik krizi”, Bowlby’nin “bağlanma” veya Winnicott’un “yeterince iyi anne”si gibi terimleri içerir. “Saçmalık” alanı, örneğin, Freud’un tüm kadınların penis hasetinden temel olarak muzdarip olduğu varsayımlarını veya Oidipal evrenin 19. yüzyıl Viyana orta sınıf versiyonunun evrensel olduğunu veya tüm erkeklerin bilinçsiz eşcinsel özlemleri olduğunu varsaymasını içerir. Bu toplumsal yeniden tanımlama süreci devam ederken, psikanalitik olmayan yönelimlerin uygulayıcıları, psikanalizin merkezinde yer alan fikirleri yeniden keşfeder, bunlara yeni isimler verir (örneğin, “bilinçdışı”, “örtük” olur; “bastırma”, “bilişsel kaçınma” olur; “nesne temsili”, “çekirdek şema” olur) ve bunları benzeri görülmemiş keşifler olarak selamlar.

    Uygulayıcı terapistler, formülasyonu sağlayan teorisyenin bağlılığından bağımsız olarak, zor işimizi kolaylaştıran herhangi bir kavram için minnettar olma, bütünleştirici olma eğilimindedirler. Bazen “bilinçsiz intihal” olarak adlandırılan şeye bakmanın bir yolu, hepimizin aynı acı çeken insan hayvanını anlamaya ve ona yardım etmeye çalıştığımız gerçeğinin bir yansımasıdır. Farklı teorik yönelimlere sahip klinisyenlerin benzer klinik zorluklarla karşılaşmaması ve her terapistin eğitim geçmişine nüfuz eden herhangi bir dilde ifade edilen benzer etkileşim yolları geliştirmemesi gerçekten garip olurdu. Yine de bu fenomen, ruh sağlığı alanında, klinik bilimin ilerlemesine katkıda bulunmak yerine tekerleği yeniden icat etmeye devam ettiğimizi de gösteriyor. Cambridge Rehberi, yanlış izlenimleri düzeltmede, psikodinamik fikirlerin neler sunduğunu açıklığa kavuşturmada ve hepimizi, belirli tedavi felsefelerinin taraftarları tarafından nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, klinik uygulamanın hangi unsurlarının elde tutmaya değer olduğunu anlamaya doğru ilerletmede kritik bir rol oynayabilir.

    Bu kitap, psikanalitik teorilerin ve psikodinamik yönelimin ana ampirik temellerinin tarihsel bir özetiyle başlar. Daha sonra klinik uygulamaya geçer, tedaviyi çerçevelemeye, hedefleri formüle etmeye ve belirli müdahaleleri kullanmaya odaklanır ve psikanalitik tedavinin ve süpervizyonun genel yapısı hakkında yorumlarla sonlanır. Üçüncü bölümde, anksiyete, depresyon, borderline durumlar ve sorunlu narsisizm gibi belirli sorunlara yönelik uygulamalar incelenir. Son bölüm okuyucuyu klinik ofisin dışına ve özellikle öfke, saldırganlık ve şiddet sorunlarına odaklanarak organizasyonlara ve klinik ekiplere yönelik uygulamalara taşır. Son olarak, yazarlar evsiz bireylerle ilgili terapiyi, telefon veya bilgisayar aracılığıyla tedaviyi ve grup analizini ele alır. Kitabın ilk bölümleri psikanalitik teorilerin ana akım klinik uygulamalarını anlamaya çalışan herkes için temel bir okuma oluştururken, sonraki bölümler doğrudan klinik hizmet dışındaki rollerdeki profesyoneller için oldukça yararlı olacaktır. Tüm bu materyal, erişilebilir bir şekilde yazılmış, onu destekleyen deneysel kanıtlar bağlamında sunulmuş ve ilgili kavramları canlandıran kısa öykülerle açıklanmıştır. Deneyimlerimden biliyorum ki, son hali genel bir süreklilik ve bütünleşmeyi barındıran çok yazarlı bir derleme üretmek kolay değildir ve bu nedenle bu cildin yazarlarının bunu başarmış olmasından etkilendim. Tüm ruh sağlığı disiplinlerinden, profesyonel katılımlardan ve teorik yönelimlerden okuyucuları bu değerli ve önemli kitapla vakit geçirmeye davet ediyorum. Bence siz de benim kadar ilgi çekici ve klinik olarak yararlı bulacaksınız.

    Giriş

    Bu kitap için temel amaçlarımızdan biri, psikodinamik psikoterapiye dair okunabilir ve davetkar bir rehber sunmaktır. Psikodinamik yaklaşımın hem kendimiz hem de birlikte çalıştığımız önemli sayıda insan için faydalı bir ‘yaşam rehberi’ sunduğunu gördük. Bu nedenle, bu yaklaşıma dair anlayışımızı paylaşma konusunda hevesliyiz ve bu fırsat için minnettarız. Yazma sürecine yardımcı olmak için, bu kitabın kapsamlı bir anlatım olmaktan ziyade bir “rehber” olarak tasarlandığını hatırlamanın temellendirici olduğunu gördük. Çağrışımlarımız bizi, insanların bir yer hakkında yollarını bulmalarına yardımcı olan ve ziyaretçilere ilgi çekici alanları gösteren bir seyahat rehberine götürdü. Bu kitabın, hem psikodinamik psikoterapi alanına yeni seyahat eden hem de daha önce burada bulunmuş ve daha fazla keşif arayan okuyuculara buna benzer bir amaç için hizmet etmesini umuyoruz.

    Psikodinamik alan geniştir. Çakışmalar ve farklılıklarla birlikte birden fazla “ekol” vardır. Klinik yaklaşımımız, psikodinamik terapideki çeşitli eğilimlerden yaklaşımları kullanmak ve zaman zaman bütünleştirmek, klinik uygulamada özellikle yararlı bulduğumuz yönlere odaklanmaktır. Bu kitabın tekrar eden bir teması, terapistin psikodinamik teori ve uygulamanın temel ilkelerini korurken yaklaşımını her hastaya uyarlamasıdır. İnsan ilişkileri ve işleyişine dair psikodinamik bir anlayış, sosyal koşullarla (yoksulluk, eşitsizlik ve diğer olumsuzluklar dahil) ve biyolojik ve tıbbi olanla iç içedir. Bu kitap, psikodinamik bir şekilde çalışan bir uygulayıcının geçmişte bu genel bakışı sağlayan ilgili bir meslekte deneyime sahip olduğunu varsayar. Bu, uygulayıcının yararlanabileceği terapötik çalışmaya güvenlik ve temel sağlar ve terapi öncesinde veya terapiyle paralel olarak ele alınması gerekebilecek önemli sosyal veya tıbbi konular hakkında daha geniş bir bakış açısı sağlar.

    Bu kitabın 1. Kısmı, psikodinamik yaklaşımın genel bir görünümünü sunarak, sonraki bölümlerde yer alan kavramların ve klinik uygulamanın temellerini sağlar. Bölüm 1, psikiyatri tarihçisi ve psikiyatrist Allan Beveridge tarafından yazılan, psikodinamik psikoterapinin gelişimine dair tarihi bir bakış açısıdır. Beveridge, psikodinamik teorinin gelişiminin idealize edilmiş bir tasvirini eleştirir: yanlış anlaşılan kahramanın (Sigmund Freud) kör muhaliflerine karşı mücadelesi. Bunun yerine Beveridge, psikodinamik terapiyi daha geniş etkiler arasına yerleştiren ve uygulayıcıların hataları ve yanlış dönüşleri gibi içgörüleri ve faydalı klinik keşifleri de tanımlayan daha ayrıntılı ve bütünleşik bir açıklama sunar. Kendimizi başkalarının bizi gördüğü gibi görmek her zaman rahat bir okuma sağlamaz, ancak yine de, kitabın ilerleyen kısımlarında açıkladığımız gibi, derin öğrenme veya terapötik değişimin hiçbir süreci birey için biraz rahatsızlık yaratmadan gerçekleşmez. İlerlemek isteyen hiçbir disiplin olduğu yerde kalmaz. Erken dönem psikodinamik teorisyenlerinin çalışmalarının çoğunu büyük bir değere sahip bulsak da, psikodinamik psikoterapinin daha sonraki klinisyenlerin erken dönem çalışmalarını geliştirmesi veya daha radikal bir şekilde inşa etmesiyle evrimleştiği de bir gerçektir. Psikodinamik teorideki bu gelişmeler ve çağdaş bir bakış açısı Bölüm 2’de tartışılmaktadır. Bölüm 3, psikodinamik psikoterapinin deneysel temellerini ve Bölüm 4, modelin genel bir bakışını ana hatlarıyla açıklamaktadır. Bölüm 4; tarih, teori, araştırma ve klinik uygulamanın temel yönlerini bir araya getirir ve bu nedenle, bir okuyucu psikodinamik yaklaşımdan faydalanmak için tek bir bölüm okumak isterse, bu bölüm uygun bir seçim olabilir. 2. Kısım psikodinamik modeli daha derli toplu bir şekilde pratiğe döküyor. Psikodinamik bir alanın nasıl çerçeveleneceğini açıklayarak başlıyoruz (Bölüm 5), ardından psikodinamik terapinin hedeflerini tartışıyoruz (Bölüm 6). Bölüm 7 psikodinamik tekniği ve Bölüm 8 terapinin genel yapısını ele alıyor. Bölüm 8, Bölüm 1’de bahsedilen önemli değişim süreçlerini, formülasyonla çalışma, terapi ilişkisini kullanma ve yas tutmayı da kapsayacak şekilde genişletiyor. Bölüm 7 ve 8 bir çift olarak okunabilir.

    Bölüm 9, hasta ve terapist arasındaki ilk karşılaşmaya ve psikodinamik danışmanlık uygulamasına odaklanıyor. David Bell, Bölüm 2’yi, süpervizyon süreci ve bilgi ve uygulamanın bir nesil uygulayıcıdan diğerine, iyi veya kötü, nasıl aktarılabileceği konusundaki önemi üzerine bazı düşüncelerle sonlandırıyor (Bölüm 10). Bell, psikodinamik çalışmada “düşünmeye sevk eden fikirler (keşifler)” potansiyelinin farkındalığını arttırıyor, ancak, düşünmeden, bunların nasıl “ritüelleştirilmiş uygulamalara indirgenebildiğini” de vurguluyor.

    3. Kısım’da, vaka çalışması açıklamalarıyla gösterilen bir dizi yaygın sunuma psikodinamik bir yaklaşım uyguluyoruz. Kaygıya (Bölüm 11), depresif/çökkün durumlara (Bölüm 12) ve borderline durumlara (Bölüm 13) yönelik psikodinamik bir yaklaşımı inceliyoruz. Susan Mizen’in 14. Bölümü daha çok yatan hasta ortamına giriyor. Mizen, personel ve hastaların görünüşte hiçbir çıkış yolu olmayan, kemikleşmiş pozisyonlarda sıkışıp kaldığı karşılaşmaları incelemek için narsisistik zorluklar merceğini kullanır ve bu alanda çalışmak için pratik ve ilişkisel bir yaklaşım önerir. Bölüm 3’teki ortak bir konu, psikodinamik bir yaklaşımın çeşitli “semptomların” ardında yatan anlamları ve dinamikleri nasıl ele aldığı, duyguları canlı ve aktif bir iç dünyanın parçası olarak konumlandırmasıdır.

    4. Kısım, psikodinamik psikoterapiyi farklı popülasyonlara ve ortamlara uygular ve iki ana parçaya ayrılır. 4. Kısım’daki ilk parça, “1:1 Terapinin Ötesinde – Klinisyenler, Ekipler ve Organizasyonlarla Psikodinamik Olarak Çalışmak” başlıklı bir bölüm grubudur. Bu, psikodinamik fikirleri, işleyişinde ilişkilerin merkezi bir rol oynadığı ortamlarda (tüm sağlık hizmetleri, güvenli tesisler, eğitim, sosyal hizmet ve diğer bakım hizmetleri gibi) çalışmaya uygular. Bu parça, psikoterapist olmayan personelin bu alanda sindirilebilir yazılı materyal talepleri üzerine ortaya çıkmıştır; personel ekipleriyle çalışan psikoterapistler için de uygundur. Bölüm 15, uygulamalı psikodinamik çalışmaya bir giriş niteliğindedir. Hinshelwood ve diğerlerinin çalışmalarından yararlanarak esas tezi, günlük bakım sürecinin bir parçası olarak hastalar ve hizmet kullanıcılarıyla çalışırken tepkilerimizi fark etmenin ve bunlar hakkında düşünmenin önemi ve bunun ilişkilerin ‘görünmezliği’ nedeniyle çalışma gerektirdiğidir. Bölüm 16, öfke, saldırganlık ve şiddetin dinamiklerini inceler. Bölüm 17, “psikolojik temelli” bir hizmetin ilkelerini ana hatlarıyla belirtir; yani, bakımla daha karmaşık ilişkileri olan hizmet kullanıcıları için iyi bakım ve buna erişim sunmak üzere bir hizmeti pratik olarak nasıl organize edip yapılandıracağınızı açıklar. Psikolojik temelli bir yaklaşım, personel için reflektif uygulama alanları ile desteklenir; bu, Bölüm 18’in konusunu oluşturur. Bölüm 19, klinik ekipler için psikodinamik danışmanlık sürecini açıklayarak Bölüm 15-18’de tartışılan temaların çoğundan yararlanır.

    4. Kısım’ın ikinci parçası psikodinamik çalışmanın diğer biçimlerine ve ortamlarına bakıyor. Bölüm 20, çoklu dışlanma evsizliği yaşayan insanlarla çalışmaya yönelik psikodinamik bir yaklaşım ortaya koyuyor. Bölüm 21, Covid-19 nedeniyle acilen dikkatimizi çeken bir konu olan çevrimiçi ve telefonla psikodinamik olarak çalışmayı ele alıyor. Bölüm 22, grup analizi ve uygulamalarına bir giriş sağlıyor.

    Vaka materyali ile ilgili olarak, yazarlar bunların ya kurgu eserler olduğunu ya da Genel Tıp Konseyi’nin gizlilik konusundaki yönergelerinin izlendiğini teyit etmektedir. Zamirler hakkında bir not. Genellikle, insanlardan bahsederken ‘onlar’ ifadesini kullanırız. Ancak, psikodinamik bir yaklaşım genellikle kişilerarası etkileşimlerin ayrıntılarıyla ilgilenir ve bazı durumlarda hem hasta hem de terapist için ‘onlar’ ifadesini kullanmak, kime atıfta bulunulduğu konusunda belirsizliğe yol açabilir. Bu nedenle, bazen açıklık sağlamak için hasta ve terapist için farklı zamirler kullanırız, çoğunlukla hasta için “erkek” (he) ve terapist için “kız” (she).

    Serinin Editöründen Bir Not

    Cambridge Üniversitesi Yayınlarında Editör olan Sarah Marsh ile ilk tanıştığım zamanı hatırlıyorum – şimdi sanki bir ömür önceymiş gibi geliyor. Haziran 2017’de Edinburgh’un merkezindeki bir kafede, kanıta dayalı psikolojik terapilere odaklanan bir dizi kitap oluşturması gerektiği fikrini tartışmak için buluştuk. Fikir basitti – kitaplar bir stajyer ve aynı zamanda uzman bir klinisyen için çekici olacaktı. Okuyucuların farklı teorik anlayış modelleri kullanarak psikolojik bir zorluğu kavramsallaştırmalarını sağlamak, ancak bilgi hacmiyle bunalmamalarını istedik. Kolayca okunabilen ve yine de karmaşık kavramları yönetilebilir bir şekilde inceleyen bir dizi kitaba ihtiyaç olduğunu gördük.

    Böylece Sarah bana Dizi Editörü olup olmayacağımı sorduğunda hayır diyemedim. Dizi için erken planlar yaparken asla tahmin edemediğimiz şey, yakında küresel bir pandemiyle karşı karşıya kalacağımızdı. Evimizden çıkıp çıkamayacağımızı veya çocuklarımızın okula gidip gidemeyeceğini bile bilmediğimiz günler oldu – dünya etkili bir şekilde durdu. Yine de tüm bu kaos, belirsizlik ve korku içinde, etrafımdakilerin kararlılığını ve başarılarını gördüm. Ergenliğini “karantina” altında geçiren oğlum Patrick’in dayanıklılığına hayran kaldım. Şimdi onu ve dönüştüğü genç adamı izliyorum – sessiz bir özgüvenle dik yürüyor. O ve arkadaşları birlikte gülerken ve artık çoğumuzun daha önce hafife aldığı bir şeyin tadını çıkarırken çok gurur duyuyorum: üniversitedeki özgürlükleri. Benzer şekilde, çoğu meşgul ve yorgun klinisyen olan bu kitapların birçok yazarının, bu girişim için değerli zamanlarını adamaya devam ettiğini gördüm – çok zorlu bir zamanda inanılmaz bir başarı. Her biri beni dünyanın dört bir yanından akademik, klinik ve teorik dünyalarına davet etti. Hepsiyle çalışmak bir onurdu. Bu serinin her bir katılımcısına ve yazarına, en karanlık günlerde bile gösterdikleri sıkı çalışma, kararlılık ve mizah anlayışları için kişisel olarak teşekkür etmek istiyorum. Tüm bilinmezliklere ve kaosa rağmen devam ettiler ve harika bir şey başardılar.

    Sarah ve Cambridge’deki Kim Ingram’a bana Seri Editörü olma fırsatı verdikleri için teşekkür etmek istiyorum. Her anını çok sevdim; tahmin ettiğimizden daha uzun ama muhteşem bir yolculuktu ve bunun için inanılmaz derecede minnettarım. Sarah ve Kim artık arkadaşlarım – kelimenin tam anlamıyla küresel bir salgını birlikte yaşadık. Cambridge Üniversitesi Yayınları ile birlikte ve işbirliği içinde çalışmak benim için mükemmel bir zevkti.

    Patricia Graham, Seri Editörü Danışman Klinik Psikolog, USS Lanarkshire, Birleşik Krallık

    Teşekkür

    Yol boyunca öğrendiğimiz tüm hastalara ve personele çok minnettarız. Bu kitabın bölümlerini eleştirel bir şekilde okuyan ve yapıcı geri bildirimleri paha biçilmez olan tüm klinisyenlere teşekkür ederiz: Carine Minne, Aileen Ogilvie-Riley, Allan Beveridge, Angela Drinnan, Emma Lewington, Katy Lewis, Katharine Logan, Flora Michalopoulou, Siobhan Murphy, Jane Naismith, Jon Patrick ve John Shemilt. Görselleri oluştururken bizimle birlikte çalışırken gösterdiği sabır için Robert Bangham’a teşekkür ederiz. Cambridge Üniversitesi Yayınlarından Kim Ingram ve Sarah Marsh’a ve bu kitapta bizi cesaretlendiren ve yardımsever yönlendirmesi için Patricia Graham’a minnettarız. Bu kitap Dr. Patricia Graham (seri editörü) ve Cambridge Üniversitesi Yayınları tarafından talep edilmiştir. Adam Polnay ve Rhiannon Pugh cildi düzenledi ve tüm ortak yazarlara teşekkür etmek istiyor.

    A.P. ve R.P., yazma süreci boyunca birbirlerine verdikleri destek ve cesaretlendirme için minnettardır.

    A.P.: Jon Patrick’e ve geçmişteki ve şimdiki tüm süpervizörlerime birçok bölümdeki etkilerinden dolayı teşekkür etmek istiyorum. Devlet Hastanesi (Carstairs), USS Lothian ve Edinburgh Üniversitesine destekleri için minnettarım. En önemlisi, aileme, bu proje boyunca birçok yönden verdiğiniz destek ve bunun gerektirdiği zamana gösterdiğiniz hoşgörü için hepinize teşekkür ederim.

    R.P.: Geçmişteki ve şimdiki tüm süpervizörlerime ve aileme teşekkür etmek istiyorum

    Kısım 1: Modelin Genel Değerlendirmesi

  • Bebekler ve Ebeveynlerle Psikodinamik Terapi (15. Bölüm)

    Bebekler ve Ebeveynlerle Psikodinamik Terapi (15. Bölüm)

    Björn Salomonsson

    Psikanalistler, klasik teknikleri psikotik ve borderline hastalar, gruplar, çiftler ve son zamanlarda anne-bebek ikilisi üzerinde çalışmak için değiştirmiştir. Bebekler ve ebeveynlerle yapılan psikodinamik terapi (BEPT), Fraiberg (1980) ve Dolto (1982, 1985) tarafından tanıtılmış ve terapistler arasında giderek daha fazla ilgi görmeye başlamıştır. BEPT, annenin egosunu desteklemeye ve bebeğiyle olan davranışını değiştirmeye teşvik eden yöntemlerden (örn. gelişimsel rehberlik; Lojkasek, Cohen ve Muir, 1994; bebek masajı; Field, 2000; etkileşim rehberliği; McDonough, 2004; Aarts, 2000) farklıdır. BEPT, bebek ve ebeveynin iç dünyalarına ve aralarındaki etkileşime odaklanır.  Bu bölümün odak noktası BEPT olacaktır. Avrupa’daki klinisyenler, Latince *in-fans* (“konuşamayan”) kelimesine uygun olarak, “bebek” terimini genellikle konuşma öncesi çocuklarla sınırlandırır; bu nedenle bu bölüm, 18 ayın altındaki bebeklerle yapılan terapilere odaklanacaktır. Ancak, bir *in-fans* terapide yer almadan bu terapiden etkilenebilir mi? Bu derlemede ortaya konacağı gibi, bu soruya herkesin üzerinde uzlaştığı net bir yanıt yoktur.  Psikodinamik teori, insanların karakterlerini, ilişkilerini, ilgi alanlarını, tutkularını ve bilişsel kapasitelerini etkileyen bilinçdışı dürtülerle mücadele ettiğini öne sürer. BEPT annelerin çocuklarına, partnerlerine veya annelik rollerine karşı bilinçdışı ambivalanslarını (ikircikliliklerini) fark etmelerine yardımcı olur; ancak bu tür bir ambivalans bebeği de kapsar mı? Tüm BEPT yöntemleri, ebeveynin çocukla bağ kurma çabasının, bilinçdışı ve çelişkili dürtülerle harmanlandığı konusunda hemfikirdir. Buna karşılık, bu yöntemlerden çok azı bebeğin benzer faktörler taşıdığını ifade eder. Bu, bu derleme boyunca incelenecek bir konu olacaktır; çünkü bu konuya ilişkin farklı görüşler, terapötik tekniği doğrudan etkileyebilir.

    BEPT yöntemleri, bazen klasik psikanalitik teori ile uyum gösterirken bazen bu teoriden sapar. Geleneksel olarak, anne, bebeğin fantezilerinde beden parçaları ya da işlevleriyle yer alan birincil obje (primary object) olarak görülür. Bu anneye atfedilen öncelik, PBT’nin (Psikodinamik Bebek Terapisi) anne-bebek vaka sunumlarının ağırlıkta olmasıyla kendini gösterir; ancak babanın katkıları da giderek daha fazla kabul görmektedir (Baradon, 2019).  Vaka raporları sıklıkla “bebek kaygıları” üzerine odaklanır. Bunlar arasında emzirme sorunları, bebek uyku problemleri ve bağlanma ile ilgili sıkıntılar; ayrıca annelerin suçluluk, kaygı veya bebeği sevememe hisleri yer alır. 

    Freudyen Bebek

    Freud, anne-bebek etkileşimlerini gözlemlemiş ve bebeklerin zihinlerinde neler olup bittiği üzerine düşünmüştür. Tatmin duygusunu—ağırlıklı olarak psikolojik bir olay—fizyolojik terimlerle, örneğin nöronal boşalma olarak ifade etmiştir (Freud, 1895/1950). Ancak, bu sürece etkileşimsel bir boyut da eklemiştir; bebeğin tatmin duygusu, “deneyimli bir kişinin” çocuğun durumuna yönelerek dış dünyada değişiklikler yapmasını (örn. beslenme sağlanması, cinsel objenin yakınlığı) gerektirir (s. 318). Daha basit bir ifadeyle, Freud’un fikri şudur: Bebek, anne onu dinleyip teselli edene kadar ağlamaya devam eder. 

    Freud’un nörofizyolojik terminolojisi, bir bebeğin anneye dair temsil oluşturduğu fikrini bulanıklaştırabilir. Bebek sıkıntı yaşadığında, anneyi “düşmanca bir obje” (hostile object) olarak algılar (s. 320). Önemli bir nokta ise, bebeğin bu hatırayı reddetmesidir ki Freud bunu birincil savunma (primary defense) olarak adlandırır (s. 322).

    Freudyen bebek, sadece biyolojik olarak rahatsız edici olayları kaydetmekle kalmaz, aynı zamanda öznel bir şekilde bunları deneyimler. Bebek, bu tür olaylarla başa çıkmak için anneyle etkileşime girer ve bu etkileşimler bebeğin zihninde izler bırakır. Başka bir deyişle, anneyle olan etkileşimler—rahatsız edici deneyimler bağlamında—bebeğin zihninde temsil (representation) olarak içselleştirilir.  Freud, bebeği hem biyolojik güçler hem de psikolojik güdüler tarafından yönetilen bir varlık olarak tanımlamakta tereddüt etmesine rağmen onun memnuniyet sağlayan bir anneye dair olumlu temsiller ve acı çektiğinde olumsuz temsiller yarattığına inanır. Freud bu nedenle bebeklerin “akıl sahibi” (minded) olduğunu düşünür.  Bebeklerin konuşamayan varlıklar (“in-fans”) olmaları nedeniyle, temsilleri yalnızca “ses-imaj” ya da yetişkinlerin iletişimlerinden türeyen bilinçten yoksun “işitsel, görsel ve kinestetik unsurların” bir araya geldiği bir nitelikte olabilir (1915b, s. 210). Freud’un bebeğin zihni hakkındaki varsayımlarından doğan diğer kavramlar arasında bebeklik cinselliği (1905), bilinçdışı (1900, 1915b), ilk bastırma (primal repression) (1915a) ve kaygı (1925-1926) yer alır.  Ayrıca Freud, “yetişkin karakterimizin, izlenimlerin bellek izleri üzerine inşa edildiğini” vurgular. “Üzerimizde en büyük etkiyi bırakan izlenimler, yani erken çocukluğumuzda edindiğimiz izlenimler, tam da “neredeyse hiç bilinçli hale gelmeyenlerdir” (1900, s. 539). Bu bağlamda, Freud’a göre bebeklik dönemi, bireyin gelecekteki yaşamı için temel bir öneme sahiptir.

    Bebekler ve Ebeveynlerle Psikodinamik Terapiler

    Freud’un bebek zihninin yetişkinliğe uzanan sürekliliği hakkındaki teorileri, psikanalistlerin neden bebeklerle terapi uygulama konusunda yavaş davrandığını açıklamaya yardımcı olabilir. Bebekle terapi yapmak oldukça zorlayıcı olabilir. Terapist, “çocukla yoğun bir özdeşleşme” yaşayabilir ve bu da bebeğin olumlu ya da olumsuz kışkırtıcı davranışlarına karşı kendi tepkilerini kontrol etmeyi zorlaştırabilir (Watillon, 1993, s. 1045).  BEPT’nin geç ortaya çıkmasının bir diğer nedeni, psikanalizin bir “konuşma tedavisi” olarak görülmesi fikridir. Bu, birincil klinik verilerimizin sözcükler olduğu ve süreçle ilgili herhangi bir “temsili ya da işaret edeni” içermediği yanılgısına yol açmıştır (Olinick, 1985, s. 500). Bu durum, bebeği iletişim kurulabilecek bir hasta olarak görmemizi engellemiş olabilir. Kleinyen analistler, bebek zihni üzerine geniş spekülasyonlarda bulunmuşlardır; ancak bu çalışmaların odak noktası genellikle daha yaşlı hastaların kişiliklerindeki bebeksi yanları anlamaktır (Joseph, 1985; Meltzer, 1992; O’Shaughnessy, 1988). Buna karşın, ego psikolojisi analistleri, bebeğe gelişim düzeyinin ötesinde zihinsel kapasite atfetme ve “bebeği yetişkinleştirme” (adultomorphizing) konusunda uyarılarda bulunmuşlardır (Fonagy, 1996; Peterfreund, 1978; Stern, 1985).  Bu perspektif, bebeklerin zihinsel işleyişine dair daha gerçekçi ve gelişimsel olarak uygun bir anlayış geliştirmeye katkı sağlamıştır.

    BEPT’nin görece yavaş gelişiminde muhtemelen örgütsel faktörler de etkili olmuştur. Analistler genellikle özel muayenehanelerde çalışır ve acı çeken bireyler tarafından aranır. Buna karşılık, “bebekle ilgili endişeler” genellikle annelerin bebeğin mide ağrısı, uyku düzeni veya emzirme sorunlarıyla ilgili şikayetlerde bulunduğu çocuk sağlığı merkezlerinde ortaya çıkar—bu anneler terapiden ziyade yalnızca bir çözüm arayışında olabilir. Alternatif olarak, anneler üzgün ya da kaygılı hisseder ve bireysel terapi veya ilaç tedavisi için bir pratisyen hekime ya da psikiyatriste yönlendirilir. Günümüzdeki zorluk, nitelikli perinatal psikolojik bakımı günlük sağlık hizmetleriyle entegre edebilmektir. Aşağıda, en bilinen BEPT yöntemlerinin kısa bir açıklaması yer almaktadır.

    Bebek-Ebeveyn Psikoterapisi (Fraiberg)

    Fraiberg, kısa süreli kriz müdahaleleri, etkileşim rehberliği-destekleyici tedaviler ve bebek-ebeveyn psikoterapisini geliştirmiştir. İlk yöntem, “belirli bir dış olaylar dizisinden kaynaklanan sorunlar ve ebeveynlerin psikolojik kapasitelerinin kısa ve odaklanmış bir müdahaleden faydalanabileceklerini gösterdiği durumlar” (1989, s. 60) üzerine odaklanmıştır. Örneğin, önceki bebeklerinin ölümünden kaynaklanan çözümlenmemiş yas nedeniyle yenidoğanlarıyla ilgili kaygı yaşayan bir çiftin durumu bu yöntemle ele alınabilir. İkinci yöntem olan etkileşim rehberliği ise, psikolojik farkındalığı sınırlı olan ebeveynleri hedef alır ve onların psikodinamiklerini kökten değiştirmeyi amaçlamaz.

    Fraiberg’in bebek-ebeveyn psikoterapisi ise, açıkça BEPT yöntemi olarak kabul edilmektedir. Bu yöntem, bebeklerin ebeveynlere “reddedilen ya da inkâr edilen bir ebeveynlik yanını” (1989, s. 60) hatırlattığı durumlarda uygulanır. Bu “bebek odasındaki hayalet,” ebeveynin bebekle etkileşimlerini gölgeler ve bebeğin ebeveynin nevrozuna hapsolmasına neden olur.  Örneğin, bir anne, 5 aylık kız bebeğinin kendisine bağlanmadığını hisseder. Kendi annesinin doğum sonrası psikozu sırasında terk edilmiş olan bu anne, şimdi de bir evlilik dışı ilişki nedeniyle suçluluk duygusu yaşamaktadır; bu suçluluk, annelikten herhangi bir neşe duymasını engellemektedir. Bir hipotez geliştirilir: “Bu annenin kendi ağlayışları [terapist tarafından] duyulduğunda, çocuğunun ağlayışlarını da duyacaktır” (1980, s. 109). Bu şekilde, “bebeği de içine alarak yayılan patoloji” (s. 111) geri çekilebilir.

    Fraiberg, Freud’a kıyasla bir bebeğin savunma mekanizmalarının varlığı konusunda daha kararsızdı. Klinik olarak, bebeği “duygusal iklimi yoğunlaştıran bir ‘katalizör’” (1989, s. 53) ve bazen yetişkinlerle “diyalog” kuran bir varlık olarak değerlendiriyordu. Fraiberg’in bu tür diyaloglar aracılığıyla ulaşmayı hedeflediği amaç, annenin bebeğini algılayış biçimini aşmaktı. Onun takipçileri, ebeveynlerin çocuğa yansıttığı “olumsuz atıflar” üzerine çalışmalar yapmaya devam etmiştir (Lieberman ve Van Horn, 2008; Silverman ve Lieberman, 1999). Fraiberg’in bebek-ebeveyn psikoterapisi; Etkileşim Rehberliği (Robert-Tissot ve ark., 1996), İzle, Bekle ve Merak Et (Cohen ve ark., 1999) ve müdahalesizlik (Lieberman, Weston ve Pawl, 1991) ile karşılaştırıldığı randomize sonuç çalışmaları ile incelenmiştir. Cohen ve ark. (1999) çalışması, etkilerinin daha bebek odaklı bir teknikten daha uzun sürede ortaya çıktığını göstermiştir. Lieberman, Weston ve Pawl (1991) çalışması ise, güvensiz bağlanma gösteren bebekler ve ebeveynleri ile iyi sonuçlar elde edildiğini ortaya koymuştur. Önemli bir nokta, bu bebek ve ebeveyn psikoterapilerinin diğer çalışmalardaki yöntemlere kıyasla daha uzun süreli olmasıdır.

    Bebek-ebeveyn psikoterapisi (Cramer ve Palacio Espasa) 

    Cramer ve Palacio Espasa’nın (Cramer ve Palacio Espasa, 1993; Cramer, 1997; Espasa ve Alcorn, 2004; Manzano, Palacio Espasa ve Zilkha, 1999; Zlot, 2007) Cenevre merkezli çalışmaları, daha az dezavantajlı ailelere odaklanmıştır. Onların yaklaşımı ile Fraiberg’in yaklaşımı arasındaki farklar ince nüanslarla ayrılır. Cramer ve Palacio Espasa, annenin mazohistik ve narsisistik sorunları gibi psikopatolojisine daha fazla odaklanırken, aynı zamanda bebeğin semptomlarının “ebeveynin bastırılmış bir eğilimini ifade edebileceğini” (Cramer ve Palacio Espasa, 1993, s. 85) kabul ederler. Sonuç olarak, bebek ile ebeveynin bastırılmış zihinsel süreçleri arasında bir “çekirdek çatışmalı ilişki” (core conflictual relationship) ortaya çıkar. Bu, Fraiberg’in “hayalet” kavramına oldukça yakındır; ancak bu yazarlar bunun yerine annenin bebeği kendi başına bir birey olarak görmesini engelleyen “narsisistik senaryolarından” (Manzano ve diğerleri, 1999) söz ederler. Onlara göre çocuk, bebeğin anlayamayacağı bir ilişkiye dahil olur. Bebeğin terapideki rolüne gelince, Cramer ve Palacio Espasa bebeği Fraiberg’e göre daha az aktif bir varlık olarak görürler. Bu nedenle, bilinçdışı kavramının bebeklere uygulanması konusunda bu yazarlar daha çekimser bir tutum sergilemektedir.

    Bebeklerle Terapötik Danışmalar (Lebovici) 

    Serge Lebovici’nin Paris’teki Centre Alfred Binet’de geliştirdiği müdahaleler, Winnicott’un (1971) terapötik danışmaları ve Fraiberg’in (1989) kısa süreli kriz müdahalelerine benzerlik gösterir. Fraiberg’in düşünce yapısını, “annenin içsel gerçekliği, bilinçdışı, bebeğe sunulan ilk dünyayı oluşturur” (Lebovici ve Stoléru, 2003, s. 289) ifadesinde görmek mümkündür. Fraiberg annenin travmasına odaklanırken, Lebovici annenin bebekle ilişkisini etkileyen çocukluk cinselliğine ve bunun uykusuzluk ve emzirme güçlükleri gibi semptomlara nasıl katkıda bulunduğuna dikkat çekmiştir.

    Lebovici (2000) ayrıca bebek ve ebeveyn psikoterapistinin zihinsel süreçlerine odaklanmıştır. Daha önce Emde (1990), terapistin empatisinin erken anne-çocuk ilişkisinde deneyimlenen “karşılıklı etkileşim” deneyimlerine dayandığını ve onlara benzediğini öne sürmüştür (s. 884). Lebovici ise empatiyi yaratıcılıkla ilişkilendirmiştir; terapist sadece “hastanın duygularına girmekle” kalmaz, aynı zamanda “kendisini unutup” (2000, s. 227) kendi çağrışımlarını hastanınkilerle etkileşime sokar. Bu süreç, annenin bebeğiyle konuşmasına benzetilebilir. Lebovici’nin sahneleme (enactment) terimi, terapistin beden duyumları ve jestlerinin, anne ya da çocukta kabul edilmeyen bir duyguyu gösterebileceğini ifade eder. Örneğin, terapist bir oturum sırasında spontane bir metafor kullanabilir. Bu metafor, geriye dönük olarak analiz edildiğinde, karşı aktarımda yer alan direnişleri gösterebilir ve böylece terapistin, çiftle ilgili düşüncelerinde belirsiz olan noktaları netleştirmesine yardımcı olabilir.

    Lebovici, bebeği seansa dahil ederek, ebeveynin spontane davranışlarının veya yorumlarının bilinçdışı anlamlarını araştırmaya olanak tanımıştır. Bebeğin varlığı, onun metafor kullanımını da teşvik etmiştir. Ancak Lebovici, bebeğe doğrudan müdahalede bulunma eğiliminde olmamıştır. Muhtemelen, bebeğin bilinçdışının erken dönemde var olduğu fikrine katılırdı; fakat meslektaşı Dolto’nun, bebeğin sözel içeriği anlayabileceği görüşüne katılmadığı söylenebilir.

    Doğrudan, kısa anne-bebek terapisi (Dolto) 

    Françoise Dolto, İngilizce dilinde yakın zamanda tanıtılan (Hall, Hivernel ve Morgan, 2009) Parisli bir psikanalisttir. Dolto, küçük bebeklerin bakımverenleriyle iletişim kurma becerisine sahip olduğuna ve bebeklerin bakımverenlerinin söylediklerinin bazı kelime anlamlarını anlayabileceklerine inanmıştır. Ancak nörogelişimsel araştırmalara göre bu, açıkça yanlış bir yaklaşımdır (Karmiloff ve Karmiloff-Smith, 2001). Yine de, Dolto’nun yöntemi hatalı olarak nitelendirilmeden önce teorik temelleri incelenmelidir.  Bir bebek emzirmeyi reddetmiştir ve Dolto (1985) ona şu şekilde hitap etmiştir:  “Annenin karnındayken her şey yolundaydı. Sonra doğdun… Annenin sütü vardı ve sen de onu istiyordun… Bir gün, annenle birlikte evde işlerin yolunda gitmediğini duydun. Belki de kendine şöyle dedin: ‘Zavallı annem, en iyisi onun karnına geri döneyim, çünkü oradayken her şey yolundaydı.” (s. 211). Dolto, bebeğin emme isteksizliğinin, annenin artık hayatta olmayan annesinin yasını tutması ve evdeki durumla ilgili kaygılarının bir yansıması olduğuna inanmıştır. Ayrıca Dolto, bebeğin bu terapötik müdahaleyi sözel olarak anladığını da iddia etmiştir. Bu iddiayı reddetmek, Dolto’nun “annenin bebeği korumak amacıyla utanç verici gerçekleri gizlemesinin bebeği kafa karışıklığına sürükleyebileceği ve gelişimini engelleyebileceği” düşüncesinden daha kolaydır.

    Bebek ve ebeveyn psikoterapistleri, ebeveynlerin samimiyetsiz olduğu durumlarda bebeğin sezgisel olarak “bir şeylerin yanlış olduğunu” hissedebileceğini kabul eder. Bu durum, bebeği kafa karışıklığına sürükleyen ve “bebek odasında hayalet” yaratan bir etki oluşturabilir. Ancak, bu gibi durumlarda çoğu terapist, çocuk yerine ebeveynlerle konuşmayı tercih eder.  Dolto’nun, bir bebeğe dil anlayışı atfetmesinin yanlışlığı bir kenara bırakıldığında, bebeğe doğrudan hitap etmesinin başka bir nedeni ortaya çıkar: Bebek, dil aracılığıyla biçimlenir ve bu dilden etkilenir. Dolto’ya göre, olgunlaşma ancak bebeğin kendi arzularını toplumsal olarak kabul edilebilir taleplerle değiştirmeyi başardığı ölçüde gerçekleşir. Bu nedenle yetişkinlerin çocuğu, her şeyden önce dili içeren sembolik düzene tanıtması gerekir (Salomonsson, 2017).  Dolto, “konuşma öncesi yaşta bile, annenin bebeğiyle konuşmasının, bebeğe sunduğu sütten daha değerli bir besin” olduğunu ifade etmiştir (Dolto, 1994, s. 605). Bu süreç, çocuğun “dürtüsünü başka bir nesneye yönlendirmesine” yardımcı olur (Dolto, 1982, s. 48). Örneğin, süt kendisine sunulduğu ve ona ait olduğu halde, göğsün anneye ait olduğunu kabul ettiğinde çocuk sütten kesilmeye hazır hale gelir, konuşmayı öğrenir ve ne istediğini ifade etmeye başlar.

    Ebeveynler bebeklerine, kaşlarını çatar, başlarını sallar, iç çeker, gülümser, kıkırdar ve benzeri tepkiler verirler—ve genellikle onlarla konuşurlar. Bebekler, kelimeleri duygusal niteliklerine göre, rahatlatıcı, korkutucu veya büyüleyici bir ses olarak deneyimliyormuş gibi görünür (Markova ve Legerstee, 2006). Araştırmalar, küçük bebeklerin konuşmayı özel bir iletişim biçimi olarak gördüğünü göstermektedir (Ferry, Hespos ve Waxman, 2010; Gervain ve Mehler, 2010). Adeta bebek şöyle düşünüyormuş gibidir: “Bu özel bir şey. Annemin yüz hareketleri ve benim çıkaramadığım sesler bir arada. Sanırım bir şey ifade ediyor ama tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum.”

    Terapi sürecinde anne, bebeğiyle karmaşık bir bağ içindeyken, terapist Dolto’nun deyimiyle hem bebeğe hem de anneye *parler vrai* (doğruyu söylemek) konusunda daha uygun bir konumda bulunur. Bu yaklaşımı iki temel soruya verdiği yanıtla özetlemek gerekirse, Dolto şunları savunur: İlk olarak bebeklerin bilinçdışı, içgüdüsel dürtüleri tatmin edici ve açık bir şekilde ifade edilmediğinde patolojiye katkıda bulunur. İkincisi ise bebek, duygusal karmaşası dikkate alınarak ele alınmalı ve bu süreçte sembolik düzene tanıtılmalıdır. 

    Anne-Bebek Psikanalitik Tedavisi (Norman) 

    İsveçli analist Norman (2001, s. 85), “(1) Bebek ile analist arasında bir ilişki kurulabilir (2) Bebek, öznelerarasılığı ve kontrol arayışını temel alan ilkel bir öznellik ve benlik duygusuna sahiptir (3) Bebek, ego geliştikçe azalan, kendilik ve ötekilere dair temsilleri değiştirme konusunda benzersiz bir esnekliğe sahiptir, ve (4) Bebek, dilin belirli yönlerini işleme kapasitesine sahiptir” iddialarını öne sürmüştür.

    Norman’ın anne-bebek psikanalitik tedavisi, bebeğin “yetersizliği” ya da ego olgunlaşmamışlığına odaklanmıştır. Bu durum, bebeği anneyle bir duygusal rahatsızlığa dahil olmaya yatkın hale getirir ve kontrol arayışında olan bebeğin bunu sunan herhangi bir kişiye yönelmesine neden olur. Bu da travmanın etkilerini tersine çevirmek için bir fırsat penceresi açar.  Terapide Norman, Dolto’dan farklı olarak, bebeklere ebeveynlerden daha fazla odaklanmış ve bebeklerin kelimelerin sözlük anlamını anladığı görüşüne katılmamıştır. Ayrıca, Dolto’nun kısa süreli danışmanlık yönteminin aksine Norman, uzun süreli tedavi süreçleriyle çalışmıştır.

    Norman (2001), doğum sonrası depresyona giren bir annenin bebeği Lisa’yı anlatır. Lisa, annesini hastaneden döndüğünde tanımamış ve annesinin gözlerine bakmaktan kaçınmıştır. Norman, ona şunları söylemiştir: “Birbirimizle konuştuğumuzda benden korkmuyormuşsun gibi görünüyor, ama annene bakmaktan kaçındığını görüyorum” (s. 89). Ardından Lisa’ya olayları ve bunların duygusal etkilerini açıklamıştır. Sonuç olarak, annesinin ruh halinin iyileşmesinin başlıca nedeni, Lisa’nın annesini uyandırmayı başarması olmuştur; bu da onun ayrılık acısını ve reddedilme korkusunu kontrol ederek Lisa’yı desteklemesinden kaynaklanmıştır. Norman, şu şekilde bir etkileşimsel kısır döngüyü tanımlamıştır: “Lisa’nın annesinin katlanamadığı bir psikolojik acısı vardı. Lisa’nın sıkıntısı ve reddedilme hissi arttıkça annesinin sıkıntısı ve acısı da arttı, anne duygusal bağları açmakta isteksizdi… Her ikisi de birbirlerinin acısından ve reddedilmesinden tehdit altında hissediyorlardı. Karşılıklı kaçınmaya hapsolmuşlardı” (s. 90). Bu formülasyon, Fraiberg ve Cramer’ın bakış açılarıyla örtüşmektedir. Cramer, çocuğun reddiyle annenin narsistik hakaretine daha fazla odaklanabilirken, Fraiberg, Lisa’nın kaçınmasını fark etmiş ancak annenin bebekle olan bağını gölgeleyen “hayaletleri” anlamasına yardımcı olmaya odaklanmıştır.

    Norman, diğer bebek ve ebeveyn psikoterapistlerinin çoğunun aksine, nadiren bağlanma ya da gelişimsel araştırma kavramlarını kullanmış, bunun yerine Bion’un kap/kapsayan (container/contained) ve düşlem (reverie) (Bion, 1962) gibi terimlerini tercih etmiştir. Ayrıca, Freud’un ilkel baskılama (primal repression) (Freud, 1915a, 1915b) terimini, bebeğin başlangıçtaki psikopatolojisini açıklamak için kullanmıştır. Lisa gibi vakalarda, erken bir bebek ve ebeveyn psikoterapisi uygulanmazsa, kötüye giden etkileşimler bu tür baskılamalara dönüşebilir (Salomonsson, 2014) ve dirençli karakter özellikleri yaratabilir.

    Özne olarak bebek

    Melbourne’de bebek ve ebeveyn psikoterapistleri Kraliyet Çocuk Hastanesi’nde çalışmaktadır (Thomson Salo, 2007). Genellikle hasta bebeklerle yaptıkları çalışmalar, bebekle diyalogları gibi Norman’ın tekniğine benzemektedir. “Tedaviye öncelikle ebeveynlerin temsillerinden ziyade bebeğin dünyası aracılığıyla girerler” (s. 965) ve bebeği bir özne olarak kabul ederler. Bununla birlikte, Norman’ınki ile karşılaştırıldığında onların bebek odağında farklılıklar vardır. Bebekle doğrudan çalışmaları, bebeğin fırtınalı duygularının hem anne hem de terapist karşısında gelişmesini teşvik etmeyi amaçlamaz. Daha ziyade, ebeveynlerin “bebeğe tamamen zarar verme veya bebeği öldürme fantezilerinin gerçek olmadığını” görmelerini sağlamayı amaçlamaktadır (Thomson Salo ve diğerleri, 1999, s. 59). Bu, Fraiberg ve Cramer’in tekniklerine daha yakındır. Ayrıca Norman’ın yaptığından daha az bebeğin olumsuz aktarımına odaklanıyor gibi görünmektedirler.

    İzle, bekle ve merak et (watch, wait and wonder)

    WWW tekniği (Lojkasek ve ark., 1994), çoğu bebek ve ebeveyn psikoterapi tekniğinin annenin davranışını veya bebeğinin temsillerini değiştirmeye odaklanmasını eleştiren Toronto’lu klinisyenler arasında ortaya çıkmıştır. Buna karşın, bebek liderliğindeki yöntemleri, bakımverenin bebekle birlikte fiziksel varlığını vurgulayan bağlanma teorisine dayanmaktadır. Diğer BEPT yöntemlerinde olduğu gibi annenin katılımı teşvik edilir, ancak bu yazarlar BEPT yöntemlerini terapide bebeği göz ardı ettikleri için eleştirmektedir. WWW’de anne yere yatar, bebeği gözlemler ve “bebeğin iç dünyası ve ilişkisel ihtiyaçları hakkında içgörü” kazanmak için neredeyse oyun terapisi gibi bebeğin inisiyatifiyle onunla etkileşime girer (Cohen ve ark., 1999, s.433). Bebek “annesiyle olan ilişkisini düzenler ve böylece çevresine hakim olmaya başlar” (1999, s.433). Terapist, anneyi bebeğini nasıl deneyimlediğini tanımlaması için güçlendirir, bu da annenin “bebeğiyle olan ilişkisine dair içsel çalışma modellerini incelemesine ve bunları yeni deneyimleriyle daha uyumlu olacak şekilde değiştirmesine veya revize etmesine” olanak tanır (Lojkasek ve ark., 1994, s.214). WWW Norman’ın yaklaşımına benzese de…. daha çok “güvenli ve destekleyici bir ortam….” sağlamayı amaçlamaktadır. Anne ve terapist, annenin bebeğinin aktivitesine ilişkin gözlemlerini tartışır” (Cohen ve ark., 1999, s. 434). Norman’ın yaklaşımından farklı olarak, terapist bebeğe hitap etmiyor ya da bebeğin aktivitesinin ardındaki anlamı yorumlamıyor gibi görünmektedir.

    Anna Freud Merkezi ebeveyn bebek psikoterapi ekibi

    Bu Londralı klinisyenler (Baradon, Biseo, Broughton, James ve Joyce, 2016) aynı zamanda Freudyen metapsikoloji, bebek araştırmaları ve gelişim psikolojisiyle bütünleştirdikleri bağlanma teorisinden de etkilenmişlerdir. Klasik psikanalitik çerçeveleri, “bilinçdışı materyalin anlaşılması ve uygun olduğunda ele alınması gerektiğine, çünkü hem sağlıkta hem de patolojide bir kişinin işlev görme şeklini şekillendirdiğine” işaret eder (s.52). “Terapi; çatışma, fantezi, olumsuz duygulanım ve uyumsuz savunmaları ele alacaktır” (s.52). Bir diğer psikanalitik etki de D.W. Winnicott’a aittir; Winnicott’un yeterince iyi anne ve gerçek benlik gibi kavramlarını vurgulamaktadırlar. Tekniklerinde bebeğe de hitap ederler, ancak bu Norman ve Dolto’nun yöntemlerine göre daha az ısrarla gerçekleşiyor gibi görünmektedir. Bu kesinlikle bebeğin terapistle temasını gözlemlemelerini ve bebeği anlamak için karşı aktarımı kullanmalarını engellemez.

    Tekrarlayan bir terim olan yönlendirici destek (scaffolding) , “ebeveynin bebeğin motor, zihinsel ve duygusal deneyimlerini, bebeğin bunu kendi başına yapabilme kapasitesinden önce tanıması, etiketlemesi ve yapılandırmasıdır” (Baradon ve ark., 2016, s. xxiii). Bu görev de terapiste düşmektedir. Baradon ve arkadaşları “bu kadar farklı teorileri bir araya getirmenin kaçınılmaz olarak çelişkileri ve boşlukları ortaya çıkardığını” kabul etmektedir (s.3). Buldukları çözüm “gelenekler arasında dolaşmak ve her bir teoriyi uygun olduğu şekilde kullanmaktır” (s.3). Bu yöntem yakın zamanda bir randomize kontrollü çalışmaya tabii tutulmuştur (Fonagy, Sleed ve Baradon, 2016). Örneklem, ruh sağlığı sorunları olan annelerin bebeklerinden oluşuyordu. Aktif terapi ve rutin bakım arasında bebek gelişimi, bağlanma veya ikili etkileşim üzerinde herhangi bir etki bulunmamıştır. Buna karşılık, terapi gören anneler çocuklarına yönelik daha az düşmanca ve çaresiz temsiller geliştirmiş, daha az stres ve depresyon ile çocuğa karşı daha fazla sıcaklık bildirmişlerdir.

    Ortamın ve klinik örneklemin etkisi

    Yukarıda incelenen yazarların neredeyse tamamı halk sağlığı kliniklerinde çalışmıştır. Fraiberg, Ann Arbor, Michigan’da bir program kurmuş ve daha sonra bu program San Francisco’ya taşınmıştır. Cramer de Cenevre’de benzer bir merkez kurmuştur. Dolto’nun halen faaliyette olan Maisons Vertes’i, kısa ve doğaçlama psikoterapötik müdahaleler için ayaktan hizmet veren tesislerdir. Norman, Stockholm’deki bir Çocuk Sağlığı Merkezi’nde danışman olarak çalışmaya başladı, ancak yayınladığı vakalar çoğunlukla özel uygulamalardan elde edildi. Bu, şiddetle tavsiye ettiği uzun ve yüksek frekanslı tedavileri mümkün kılmıştır. Sunulan yöntemler bu nedenle farklı koşullardaki aileler için geliştirilmiştir. Norman ve Cramer’in ebeveynleri oldukça iyi motive olmuş ve psikolojik olarak bilinçli görünüyorlardı.Buna karşın Fraiberg, Londra ebeveyn bebek psikoterapi ekibi tarafından tedavi edilen popülasyona benzer şekilde, genellikle düşük eğitim ve ekonomik statüye sahip ergen veya göçmen anneleri tedavi etmiştir (Dowling, 1982). Melbourne terapistleri hasta çocukları olan aileleri tedavi etmektedir. Ortamlar ve popülasyonlardaki bu tür farklılıklar, ebeveynlerin klinisyene olan güvenine, terapötik çalışma için motivasyonlarına ve terapiye katılma araçlarına katkıda bulunabilir. Bu durum, bebek ve ebeveyn psikoterapisinin bu çeşitli yaklaşımlarını karşılaştırma girişiminde bir başka engel teşkil etmektedir. Bununla birlikte, farklı teorik perspektiflere ve teknik önerilere genel bir bakış, klinisyenlerin bebek ve ebeveyn psikoterapisine yönelik herhangi bir yaklaşımın yüzleşmesi gereken temel soruları kavramalarına yardımcı olabilir.

    Sonuçlar

    İki soru öne sürülmüştür: (1) bebek ve ebeveyn psikoterapi modu terapide bebeğe hangi rolü atfetmektedir? (2) Ebeveynlerin bebeğe yönelik bilinçdışı tutumlarıyla başa çıkmalarına yardımcı olarak çalıştığını iddia ediyorsa, bebekteki bilinçdışı çatışmalardan da söz ediyor mu? Tüm bebek ebeveyn psikoterapistleri bebeğin terapötik süreçten etkilenmesini ister ve sürecin gelişmesine yardımcı olmak için bebeğin sözel olmayan iletişimini (Salomonsson, 2007) kavramaya çalışırlar. Ana ayrım çizgisi, terapistlerin bebeği annedeki terapötik süreci besleyen bir katalizör olarak mı yoksa terapistle iletişim kurmak isteyen ve buna ihtiyaç duyan biri olarak mı gördükleridir. İlk modelde, terapist anneyle bebeği hakkında konuşacaktır. İkinci modelde ise terapist bebekle bebeğin acıları hakkında konuşacaktır.

    İkinci soruya gelince, hiçbir yazar bebeğe sistematik anlamda bir bilinçdışı atfetme konusunda tamamen rahat görünmemektedir. Ancak Norman (2004), bebeğin “kelimenin dinamik anlamında bir bilinçdışına sahip olduğunu” varsaymıştır (s. 1107). Bu iki soru aslında birbiriyle ilişkilidir. Bir terapist bir bebekte işleyen bilinçdışı güçleri ne kadar çok vurgularsa, bebeğe o kadar çok doğrudan müdahale edecektir. Eğer terapist bebeğin anneye karşı çelişkili duygular beslediğini düşünüyorsa, o zaman her iki tarafa da hitap etmek mantıklı görünmektedir.

    Norman’ın Lisa’nın depresyondaki annesinin gözlerinden kaçınması vakasında da görüldüğü üzere, her bebek ebeveyn psikoterapisti annenin çocuğuyla bilinçsiz bir çatışma içinde olduğunu kabul edecektir. Ancak pek çok kişi bebeğin benzer bir çatışmaya giremeyeceğini iddia edecektir. Örneğin Stern, erken uyku veya beslenme sorunlarının “bebeğin içindeki herhangi bir intrapsişik çatışmanın işaretleri veya semptomları olmadığını” öne sürmektedir. Bunlar süregelen etkileşimli bir gerçekliğin doğru bir yansıması, sorunlu bir kişilerarası alışverişin tezahürleridir, psikodinamik nitelikte bir psikopatoloji değildir” (Stern, 1985, s. 202, vurgu eklenmiştir). Bu Norman’ın savına ters düşmektedir. İkinci soruyu tartışırken, bir hastanın semptomlarının ardındaki bilinçdışı anlamların doğrudan ortaya çıkarılamayacağını hatırlamalıyız; bunları yorumlamak için bir ortama ihtiyacımız vardır. Bu nedenle bebeklere ilişkin sıradan gözlemler bilinçdışı çatışmaların varlığı lehinde ya da aleyhinde hiçbir şey söylemez. Ağlayan bir bebeği gözlemleyebilir ve onun aç olduğu sonucuna varabiliriz; anne de öyle yapar ve bebeği emzirir. Bebek sakinleşirse, bu bebeğin ağlamasının açlıktan mı yoksa bilinçdışı bir çatışmada sıkışıp kaldığından mı kaynaklandığını asla bilemeyiz. Başka bir bebek, annesinin gözlerinden kaçıyorsa, bu durum onun utangaç olduğu şeklinde yorumlanabilir. Başka bir yorumda, bebeğin kaçınması annesiyle bilinçdışı bir çatışmayı yansıtır, bu durumda bir bebek ebeveyn psikoterapisti anne-bebek ilişkisindeki ilgili duygulanımları ve fantezileri çözebilir. Bazen bebek, terapistin müdahalesinin ya da daha ihtiyatlı bir ifadeyle kontrol altına almanın bebeği iyi yönde etkilediğini gösterecektir; bu durum bebeğin gülümsemesinden, oynamasından ya da gülmesinden ve yeni bedensel hareketlerinden anlaşılabilir. Diğer durumlarda terapist yoğun bir psişik acı noktasını tanımlamış ve uygun bir şekilde formüle etmiş olabilir. Bu, bir etki atılımını serbest bırakabilir. Bebek ağlayıp çığlık atabilir ve anne derinden etkilenebilir. Bunun ardından daha fazla kontrol altına alma, yani şefkat ve gerçek müdahaleler gelirse, bunun hem bebek hem de anne üzerinde dramatik bir etkisi olabilir. Bebek ne konuşur ne de kelimeleri anlar, ancak hoşnutsuzluktan kaçınmak, zevk almak ve bu hedeflere ulaşmasına yardımcı olacak ilişkiler kurmak isteyen bir zihne sahiptir. Argümanları ve teknikleri farklı olsa da, sunulan tüm bebek ebeveyn psikoterapi yöntemlerinin amacı bu tür hedeflere ulaşmaktır.

  • Somatik Semptom Bozukluğu Olan Hastalarda Psikodinamik Terapi (13. Bölüm)

    Somatik Semptom Bozukluğu Olan Hastalarda Psikodinamik Terapi (13. Bölüm)

    Patrick Luyten, Celine De Meulemeester ve Peter Fonagy

    Kalıcı somatik şikayetleri olan kişiler, sağlık hizmetlerinin farklı basamaklarındaki hastaların büyük bir kısmını oluşturmaktadır. 24 ülkede 32 çalışmaya dayanan yakın tarihli bir meta-analiz (toplam N = 70,085 hasta), birinci basamak sağlık hizmetlerinde hastaların %50’sine kadar olan bir kısmının, tıbbi nedenlerle kolayca açıklanamayan en az bir somatik şikayetle başvurduğunu ve yaklaşık %30’unun somatik semptom bozukluğu kriterlerini karşıladığını tahmin etmiştir (Haller, Cramer, Lauche ve Dobos, 2015). Üçüncü basamak sağlık hizmetlerinde, hastaların %9’una kadar olan bir kısmı, birden fazla türde somatik semptom bozukluğu ile başvurmaktadır (Bass ve May, 2002).

    Farklı vücut sistemlerini etkileyen çok çeşitli işlevsel somatik semptomlar bulunmaktadır. Neredeyse her tıbbi uzmanlık dalı, belirli bir semptom setiyle başvuran hastalar için sendromlar tanımlamıştır (Bkz. Tablo 13.1) (Wessely ve White, 2004).

    Kanıtlar, işlevsel somatik bozuklukların (İSB) ortak genetik, patofizyolojik ve psikolojik mekanizmalarla bir spektrumun parçası olduğuna işaret etmektedir. Çalışmalar, bu sendromlar arasında yüksek düzeyde komorbidite (eş zamanlı hastalık durumu) ve ailevi bir arada görülme olduğunu öne sürmüştür (Aggarwal, McBeth, Zakrzewska, Lunt ve Macfarlane, 2006). Ayrıca, bu bozuklukların depresyon ve anksiyete ile yüksek komorbiditeye sahip olmaları ve stres yanıtları açısından benzerlikleri, bunların duygudurum bozuklukları spektrumunun bir parçası olduğu varsayımına yol açmıştır (Hudson ve diğerleri, 2003).

    Bu bölüm, öncelikle İSB’leri olan hastaları anlamak için çağdaş bir bağlanma perspektifi ve bu perspektifi destekleyen ampirik kanıtları sunmaktadır. Ardından, bu anlayışın sistematik bir tedavi yaklaşımına nasıl dönüştürülebileceğini tartışmaktadır. Sistematik tedavi yaklaşımına bir klinik örnek sunuyor ve son olarak, gelecekteki araştırma ve klinik uygulama alanlarını tartışarak bitiriyoruz.

    Tablo 13.1 Farklı Tıbbi Uzmanlık Alanlarında İşlevsel Somatik Semptomlara Örnekler

    İşlevsel Somatik Bozukluklara (İSB) Yönelik Bağlanma ve Zihinselleştirme Yaklaşımı

    İSB’lerin Değerlendirilmesi ve Heterojenliği

    İSB’li hastalar, semptomlarında psikolojik ve biyolojik faktörlerin rolü açısından oldukça heterojendir. Bu nedenle, bu hastalarda biyolojik ve psikolojik faktörlerin rolüne dair yapılan herhangi bir genelleme klinik olarak verimsizdir. Her zaman grup araştırmalarına dayanan bu tür cevaplar verme konusunda kaçınmayı öğrendik. Gerçekten de, herhangi bir vakada, özellikle tedavinin başında klinisyenin hasta ve durumu hakkındaki bilgisi genellikle sınırlı olduğundan, bu faktörlerin göreceli rolünü değerlendirmek çoğu zaman oldukça zor, hatta imkansız olabilir. Tedavi ilerledikçe tablo genellikle netleşir ve bu soru tekrar ele alınabilir ve genellikle ele alınır.

    Bu bağlamda, hastanın kapsamlı bir tıbbi taramadan geçtiğinden emin olmak her zaman akıllıca bir yaklaşımdır. Benzer şekilde, çoğu hasta için ayrıntılı bir psikolojik değerlendirme önerilir. Bu değerlendirme, bağlanma sorunlarıyla ilgili olası problemler; (bedenleşmiş (embodied)) zihinselleştirme, yani kişinin kendi (bedenleşmiş) kendiliği ve ötekiler üzerine düşünme kapasitesi; ve epistemik güven, yani başkalarını bilgi kaynağı olarak güvenme kapasitesi (bunun içinde, klinisyenin hastanın mevcut sorunlarına ilişkin sunduğu bilgi de dahil) gibi konulara odaklanmalıdır. Bu değerlendirme, büyük ölçüde hastanın tedavi seçeneklerini ve tedavinin sonraki odak noktalarını belirler.

    İSB’lerde Bağlanma ve Duygu Düzenleme

    Stres ve duygu düzenlemesindeki bozukluklar, genellikle biyolojik ve çevresel faktörlerin karmaşık etkileşimlerinden kaynaklanan, İSB’lerin önemli bir özelliğidir (Tak ve Rosmalen, 2010). İSB’li birçok hasta, fiziksel ve/veya psikolojik stres ve çatışmanın sonucu olarak stres sisteminin kronik aşırı yüklenmesi yaşamıştır, bu da stres düzenleme sistemi ve stres yanıtı ile ilişkilendirilen nörobiyolojik sistemlerdeki dinamik dengeyi (allostasis) bozan bir allostatik yük durumuna yol açar (McEwen, 2007). Bu sistemler, esas olarak bağışıklık ve ağrı düzenleyici sistemleri ve bunlarla ilişkili biyomediyatörleri içerir.

    Fiziksel ve psikolojik stresörler genellikle iç içe geçmiş durumdadır, bu da İSB’li birçok hastanın stres sistemini kronik olarak aşırı yükleyen bir aşırı aktivite örüntüsü gösterdiği bulguyla kanıtlanmaktadır (Luyten, Van Houdenhove, Lemma, Target ve Fonagy, 2013; Van Houdenhove ve Luyten, 2008). Ağrı ve yorgunlukla ilişkili şikayetlerin ortaya çıkması, bu hastalar genellikle başkalarından geçersizleştirici yanıtlarla karşılaştıkları için ek stres ve çatışmaya yol açar. Bu da hastaların kendilerini aşağılık ve başarısızlık duyguları içinde hissetmelerine yol açar. Artan duygusal sıkıntı ve çatışmayla karakterize edilen kötü bir döngü başlar; birey sürekli bir savaş ya da kaçma durumunda işlev görmeye başlar.

    Bu nedenle, İSB’lerin kökenlerini anlamaya yönelik bir yaklaşım, bağlanma sisteminin rol ve işlevlerini dikkate almazsa bizim görüşümüze göre sorunludur. Bağlanma sistemi, sıkıntıya yanıt olarak aktive olan biyolojik-davranışsal bir sistemdir ve bu nedenle biyolojik işlevi tanımlayan dinamik dengeyi (allostasis) yeniden sağlamada anahtar bir rol oynar (McEwen, 2007). Normatif gelişimde, bağlanma sisteminin aktive olması, bireyin bağlanma figürlerine yakınlık aramasına yol açar. Bağlanma figürleri mevcut ve yanıt verici olduğunda, bu genellikle sıkıntının etkili bir şekilde düzenlenmesine yol açar (bkz. Şekil 13.1). Bu deneyim, giderek genelleştirilir ve zorluklar karşısında, başkalarının ihtiyaç anında destek, bakım ve doğrulama sağlamak için orada olacağına dair temel bir inanca dayanan bir etkinlik ve verimlilik duygularına yol açar. Normatif stres düzenlemesi, bu nedenle her zaman bağlanma figürleriyle ilişki içinde bir eş düzenleme (ko-regülasyon) süreci içerir (Diamond, Stovall-McClough, Clarkin ve Levy, 2003; Sbarra ve Hazan, 2008). Eş Düzenleme  sürecinin nörobiyolojisi giderek daha iyi anlaşılmaktadır; bu süreç, esas olarak bağlanma sisteminin altında yatan mezokortikolimbik dopaminerjik ödül sistemi ile ilgilidir. Bu alt gruba giren hastalar için mevcut bağlanma sorunları İSB deneyimiyle daha da kötüleşebilir. Bunun, bu hastaların tedavisi için önemli sonuçları vardır (Luyten, Mayes, Target ve Fonagy, 2012; Luyten ve Van Houdenhove, 2013).

    Figür 13.1 Bağlanma ve stres düzenleme sistemleri arasındaki ilişki

    Bu sistem yalnızca bağlanma ilişkilerinin ödüllendirici doğasından değil, aynı zamanda hipotalamus-hipofiz-adrenal ekseni ve sempatik sinir sistemi dahil olmak üzere nöroendokrin stres düzenleme sistemlerinin aşağı regülasyonundan da sorumludur (Luyten ve Fonagy, 2018).

    Kalıcı somatik şikayetler, bu durumların neredeyse hiç (veya çok az) rahatlama sağlaması nedeniyle, stresin normatif şekilde aşağı regülasyonunu etkili bir şekilde imkansız hale getirir. Bu durum, şikayetlerin başlamasından önce güvenli bağlanmaya sahip olan bireylerde bile normatif stres düzenleme sürecinin çökmesine yol açar. Hasta, birincil ya da normatif stres düzenleme stratejisi başarısız olduğunda kullanılan duygu düzenleme stratejileri olan ikincil bağlanma stratejilerini kullanmaya zorlanır (Mikulincer ve Shaver, 2007).

    İki ana ikincil bağlanma stratejisi vardır. İlki, bağlanma sisteminin hiperaktivasyonunu içerir. Bu strateji, anlayış, destek ve rahatlama bulma konusunda endişeli çabalar ile kendini gösterir ve giderek artan talepkar, yapışkan ve sahiplenici davranışlarla ifade edilir (Waller ve Scheidt, 2006). İkinci strateji ise bağlanma sisteminin devre dışı bırakılmasını içerir; bağlanma ihtiyaçları reddedilir ve hasta özerklik, bağımsızlık ve güç vurgusu yapan bir duruş benimser (Cassidy ve Kobak, 1988; Mikulincer ve Shaver, 2007). Bu strateji genellikle yüksek düzeyde öz-eleştirel mükemmeliyetçilik, azim, aşırı aktivite ve “ya hep ya hiç” davranışı ile ifade edilir (Luyten et al., 2011).

    İkincil bağlanma stratejileri geçici bir rahatlama sağlayabilse de, yüksek düzeyde kişilerarası ve metabolik maliyetlerle ilişkilidir. Daha talepkar hale gelmek genellikle başkalarıyla yaşanan hayal kırıklığına ve çoğu zaman reddedilmeye yol açar, bu da hastanın başkalarının onu terk edeceği veya reddedeceği korkusunu doğrular. Bu kendini gerçekleştiren kehanet, hem hastanın yakın ilişkileri hem de sağlık profesyonelleriyle ilişkileri üzerinde yıkıcı bir etki yaratabilir. Sonuç olarak, allostatik yük daha da artar ve bu da bu hastaların başkalarına daha fazla yapışarak destek, rahatlama ve anlayış bulma eğilimlerini artırır (Maunder ve Hunter, 2008). Bu süreç, bağlanma sisteminin hiperaktivasyonuna yol açar.

    Kendini tamamen bağımsız ve savunmasız olarak sunmak, bağlanmayı devre dışı bırakan stratejileri aşırı kullanan hastalar için tipik olarak, giderek artan izolasyon ve yalnızlık duygularına yol açar (Mikulincer ve Shaver, 2007). Duygusal sıkıntının bastırılması, artan allostatik yüke yol açar ve bu da kronik stresin neden olduğu “yıpranma ve aşınma” sonucunda stres sisteminin tam bir “biyopsikososyal çöküşüne” neden olabilir. Bu noktada, bağlanmayı devre dışı bırakan stratejiler genellikle başarısız olur ve hasta yüksek düzeyde kaygılı, muhtaç ve/veya depresif hale gelir (Mikulincer, Dolev ve Shaver, 2004).

    Birçok İSB hastası için bağlanma sorunlarının durumun başlamasından önce mevcut olmadığı, ancak kalıcı somatik şikayetler ve devam eden allostatik yük sonucunda ortaya çıkabileceğini anlamak önemlidir. Bu durum, stresin normatif ortak düzenlemesinin çökmesine ve yukarıda belirtilen ikincil bağlanma stratejilerine aşırı bağımlılığa yol açar (bkz. Şekil 13.2). Elbette bazı hastalar, şikayetlerinin başlamasından önce bozulan bağlanma geçmişine sahiptir. Hayvanlar ve insanlar üzerinde yapılan çalışmalar, erken dönemdeki olumsuzluklar ile strese bağlı semptomlara karşı hassasiyet arasında bir ilişki olduğunu göstermiştir. Bu alt gruba giren hastalar için mevcut bağlanma sorunları, İSB deneyimiyle daha da kötüleşebilir. Bu durum, bu hastaların tedavisi için önemli çıkarımlara sahiptir (Luyten, Mayes, Target ve Fonagy, 2012; Luyten ve Van Houdenhove, 2013).

    Figür 13.2 İşlevsel somatik bozukluklara sahip bireylerin çağdaş psikodinamik anlayışı

    İSB’lerde Zihinselleştirme

    Stres düzenlemelerindeki bozulmalar ve ikincil bağlanma stratejilerinin aşırı kullanımı genellikle zihinselleştirme kapasitesinde ciddi bir bozulmaya yol açar. Zihinselleştirme, kendiliği ve ötekileri niyet içeren zihinsel durumlar (duygular, istekler, arzular, hedefler, vb.) açısından yorumlama kapasitesidir ve özellikle bedenleşmiş (embodied) zihinselleştirme kapasitesinde etkilenir. Bedenleşmiş mentalizasyon, bedeni duygusal yaşamın merkezi olarak ve bireyin kendi öz tanımı ve öz imajının ayrılmaz bir parçası olarak yorumlama becerisini ifade eder. Kronik somatik şikayetler genellikle bu kapasiteyi bozarak ve çarpıtarak etkiler; somatik semptomlar çoğu zaman hastanın yansıtma kapasitesine içeriden bir “saldırı” olarak deneyimlenir. Kronik hastalığı olan hastalar, hastalıklarını sürekli tehdit eden ve müzakere edilmesi ve yatıştırılması gereken bir “içsel nesne” (internal object) olarak deneyimlediklerini ifade etmişlerdir (Schattner, Shahar ve Abu-Shakra, 2008).

    İSB hastalarının reflektif kapasitelerine ilişkin olarak önceki İSB formülasyonları, duygusal farkındalığın genel bir eksikliği ve duygusal durumları tanımlama yetersizliği anlamına gelen aleksitimiye odaklanmıştır. Ancak, İSB hastalarının sadece bir alt grubu (%15-22) klinik düzeyde aleksitimiye sahip bulunmuştur (Pedrosa Gil, Scheidt, Hoeger ve Nickel, 2008; Pedrosa Gil, Weigl, et al., 2008; Waller ve Scheidt, 2006). Aleksitimi, İSB’ye özgü olmayıp diğer bozukluklarda da görülür ve çocukluk travmasının genel etkilerini yansıtır; İSB hastalarının yalnızca bir alt grubu böyle bir geçmişe sahiptir.

    Dahası, kanıtlar, İSB hastalarının küresel bir duygusal farkındalık eksikliği sergilemekten çok, bedenleşmiş zihinselleştirmede daha spesifik zorluklar yaşadığını göstermektedir. Örneğin, bu hastaların çoğu, duygusal durumlarını kendi bedenleriyle ilişkilendiremez. Ayrıca, kendi fiziksel duyumlarını tanımlamada daha az isabetlidirler (Bogaerts et al., 2010). Dahası, İSB hastaları genellikle kendi duygularını ifade etmekle ilgili olumsuz inançlara sahiptir (Hambrook et al., 2011).

    İSB hastalarının zihinselleştirmedeki bozuklukları genellikle aşırı zihinselleştirme (hypermentalizing) ile az zihinselleştirme (hypomentalizing) arasında bir salınım olarak görülür. Aşırı zihinselleştirme, subjektif deneyime dayanmayan, görünüşte oldukça sofistike zihinsel durum anlatımlarıyla ifade edilirken, az zihinselleştirme, içsel zihinsel durumların öneminin neredeyse tamamen reddedilmesini ifade eder. Yaygın ve kalıcı somatik şikayetler karşısında, erken gelişimsel aşamalara özgü üç “mentalizasyon dışı” mod yeniden ortaya çıkabilir ve bu durum hastanın semptomlarını ve ilişki zorluklarını sürdürebilir (bkz. Kutu 13.1).

    Epistemik Güvensizlik ve İSB’ler
    İSB hastaları genellikle tedavi edilmesi zor olarak kabul edilir (Fischhoff ve Wessely, 2003), ancak bu kavram ne doğru ne de yardımcıdır. Somatik semptomlarının sürekli sıkıntısından bunalan İSB hastaları, ayrıca başkalarının inanmazlık ve şüpheciliğiyle karşı karşıya kalırlar. Dahası, sağlık profesyonelleri genellikle yararsız tanısal etiketler ve eski İSB modelleri kullanır, karamsar prognozlar sunar ve hastaların doğrulama ihtiyaçlarını sıklıkla hafife alırlar. Bunun bir sonucu olarak, birçok İSB hastası ciddi şekilde yanlış anlaşıldığını, geçersiz kılındığını ve kırgın hissetmektedir (Blom et al., 2012).

    Bu bağlamda epistemik güven kavramı faydalıdır. Epistemik güven, özü itibariyle, başkalarını dünya (ve bireyin durumu) hakkında güvenilir bir bilgi kaynağı olarak görme kapasitesi ve başkalarının kişisel olarak anlamlı ve genellenebilir bilgi iletebileceğini görme kapasitesidir. Bu kapasite, ilk olarak erken bağlanma ilişkileri bağlamında gelişir ve bu ilişkilerin kalitesine bağlıdır. Epistemik güvensizlik, özellikle İSB hastalarında yaygın olarak bulunan reddedici ve dağınık bağlanma stillerine sahip bireyler arasında yaygındır (Waller ve Scheidt, 2006). Epistemik güven ile ilgili ciddi zorlukları olan bireyler, başkalarına aşırı güvenme ile aşırı güvensizlik arasında, yani sözde epistemik hipervijilans arasında salınabilir. Birey sürekli olarak tetikte olup, başkalarının tavsiye ve görüşlerinin arkasındaki motivasyonları sorgular.

    Epistemik güven sorunları, hastaların başkalarından, özellikle de sağlık profesyonellerinden yardım kabul etmelerini zorlaştırabilir ve bu durum, sağlık profesyonellerinin hastaya yardım etmeye yönelik girişimlerinin iatrojenik etkilere yol açmasına neden olabilir (Luyten ve Abbass, 2013). Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu hastaların sağlık profesyonelleriyle ilişkileri genellikle çalkantılıdır; örneğin, idealizasyon ve değersizleştirme döngüleri ile karakterize edilir. Hasta, bir sağlık profesyoneline “son çare” olarak sarılabilir, ancak kısa süre sonra semptomlar devam ettiğinde hayal kırıklığı ve sitem izler; bu da genellikle sağlık profesyonelinin reddine yol açar. İSB’si olan birçok hastanın epistemik güvenle ilgili premorbid sorunları olmasına rağmen, geçersiz kılınma deneyimleri (ör. “Senin bir şeyin yok, hepsi kafanda”) epistemik güveni daha da zayıflatabilir.

    Kutu 13.1: Fonksiyonel Somatik Bozukluğu Olan Hastalarda Üç Zihinselleştirmeme (Nonmentalizing) Modu Psişik Eşdeğerlik Modu (Psychic equivalence mode) –Hastalar, içsel (zihinsel) durumları dış gerçeklik ile eşdeğer kabul eder; içsel olanın dışsal olanla aynı güce sahip olduğunu düşünürler.
    – Alternatif perspektiflere tahammülsüzlük, somut bir anlayışa yol açar. – Terapide, terapist, nonmentalizing (mentalize etmeme) söylemlerine dahil olmaktan kaçınarak bu durumu yönetir. Terapist, hastanın düşüncelerini ve duygularını onaylar ancak alternatif perspektifler önerir. Teleolojik Mod (Teleological mode)
    Aşırı dışa odaklanma.
    – Hastalar, bir kişinin niyetlerinin gerçek göstergesi olarak yalnızca belirgin, gözlemlenebilir bir değişim veya eylemi kabul edemezler.
    – Terapide, doğrulama ile başlanır, ardından bu durumun hastayı nasıl hissettirdiği ve bu duyguların mevcut (kişilerarası) problemlerle nasıl bağlantılı olduğu üzerine odaklanılır. Sahte Mod (Pretend mode)
    Fikirler, içsel ve dışsal gerçeklik arasında bir köprü kurmaz; hastanın düşünceleri ve duyguları dış dünyadan ayrıdır.
    – Aşırı durumlarda, düşünce dissosiyasyonu (aşırı zihinselleştirme veya sahte zihinselleştirme) olarak kendini gösterebilir.
    – Terapide, zihinselleştirmeme süreçlerini keserek ve hasta hala zihinselleştirebiliyorken “geri sararak” bu durum yönetilir.

    Tedavi Yaklaşımı

    Son birkaç on yıl içinde İSB hastaları için çeşitli psikodinamik tedavi yaklaşımları geliştirilmiş ve ampirik olarak doğrulanmıştır (Abbass, 2015; Guthrie ve Moghavemi, 2013; Koelen ve diğerleri, 2014; Luyten, van Houdenhove, Lemma, Target ve Fonagy, 2012; Sattel ve diğerleri, 2012). Bu yaklaşımlar, hem bireysel kısa hem de uzun süreli ayakta tedavi yöntemlerini ve en ağır durumdaki hastalar için multidisipliner, çok bileşenli, psikodinamik olarak yönlendirilmiş tedavi programlarını içerir. Ayrıca, İSB hastalarına yönelik psikodinamik tedavilerin, stres, ödül ve zihinselleştirme  sistemleri gibi İSB’de merkezi rol oynadığı düşünülen nörobiyolojik devreleri etkilediğine dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır (Abbass, Nowoweiski, Bernier, Tarzwell ve Beutel, 2014).

    Yukarıda belirtilen teorik yaklaşımımız doğrultusunda, kendi tedavi yaklaşımımız olan İSB için dinamik kişilerarası terapi (DKT-İSB), İSB hastalarının temel özelliklerine odaklanır: ikincil bağlanma stratejilerine aşırı bağımlılık, (bedenleşmiş) zihinselleştirme problemleri ve epistemik güven sorunları. DKT-İSB, genel dinamik kişilerarası terapi (DKT) ilkelerine dayanmaktadır. DKT, kılavuzlanmış, bütünleştirici bir psikodinamik tedavi yaklaşımıdır (Lemma, Target ve Fonagy, 2010) ve hem kontrollü çalışmalarla (Fonagy ve diğerleri, 2018; Lemma, Target ve Fonagy, 2011) hem de rutin klinik uygulamalarda (Sağlık Bakanlığı, 2012) ampirik olarak doğrulanmıştır.

    Bütünleştirici doğası nedeniyle, DKT-İSB’nin, İSB hastalarına yönelik diğer çağdaş psikodinamik tedavi yaklaşımlarıyla birçok ortak yönü bulunmaktadır. DKT’nin tedavide iki ana odak noktası vardır. Bir yandan zihinselleştirme sürecini teşvik etmeye sürekli bir vurgu yapılır. Öte yandan, hastanın dinamikleri üzerinde odaklanılır ve terapist ile hasta arasında birlikte oluşturulan, kişilerarası duygusal odak (KDO) olarak adlandırılan bir tedavi formülasyonu geliştirilir. KDO, şikayetlerin başlangıcı ve devamında etkili olan, genellikle bilinçdışı, tekrar eden bir kendilik ve ötekilerle ilişki biçimini ifade eder. Zihinselleştirme  sürecine ve mevcut sorunlara odaklanılması (özellikle tedavinin erken aşamalarında ve daha ciddi şekilde etkilenmiş hastalarda) bilinçli bir tercihtir. Çünkü sunulan semptomlar ile kişilerarası sorunlar arasındaki bağlantılar üzerine düşünmek (özellikle karmaşık travma geçmişi durumlarında), genellikle hastaların zihinselleştirme kapasitesini aşar. Elbette, DKT’de hastanın geçmişi ele alınır ancak esas olarak bu geçmişin mevcut sorunlar ve kişilerarası problemler üzerindeki etkisi bağlamında ele alınır ve yalnızca hasta bu tür bağlantılar üzerine düşünebilecek zihinselleştirme becerilerini geliştirdiğinde tartışılır. DKT, 16 seanslık bir formatta sunulabilir; ancak bazı hastaların çok daha az sayıda seansa ihtiyacı olabilir. Daha ağır vakalarda, 28 seanslık bir format uygulanabilir. Burada 16 seanslık formatın temel aşamaları ve ilkeleri açıklanacaktır.

     

    İlk aşama (1-4. seans) genellikle hastayı tedaviye katmak ve bir tedavi odak noktası (TON) formüle etmekle ilgilidir. İlk aşamada, tedaviye katılımı sağlamak ana odak noktasıdır. Daha önce belirtildiği gibi, bu hastaların çoğu, durumlarının psikolojik açıklamalarına direnç gösterir ve sağlık profesyonelleri ile olumsuz deneyimler yaşamış bir geçmişe sahiptir. Bu nedenle, birçok (ancak tüm değil) İSB hastası ciddi epistemik güvensizlikle gelir. Terapistin bu duygularla başa çıkmasının tek yolu, hastanın duygularını güçlü bir şekilde ve empatiyle doğrulamaktır. Aynı zamanda, bu kişilerin acılarının gerçekliğini tanımak da önemlidir. Terapinin başlangıcı, birçok hastanın temel kaygılarını harekete geçirir. Bu kaygılar, bağlanma geçmişleriyle ilgili olabilir. Reddedilme, terk edilme veya eleştirilme korkuları genellikle aktif hale gelir çünkü herhangi bir terapötik ilişki bağlanma sistemini ve dolayısıyla bu konularla ilgili “eski” şablonları harekete geçirir. Bu konuların ve terapist ve terapiyle ilgili olarak neyin “yanlış gidebileceği”nin açıkça tartışılması ve araştırılması, erken aşamalarda bırakma ve diğer kaçınma davranışlarını önleyebilir. DKT-İSB’de terapötik müdahalelerin iatrojenik olma potansiyeline her zaman odaklanılır; bu hastalara belirli bir hastalık modelini aktarmaya yönelik erken yorumlar veya daha genel ama eşit derecede erken girişimler, bırakmaya veya zor ve fırtınalı aktarım-karşı aktarım sorunlarına (örn. idealleştirme, aşağılama döngüleri, gerileyen bağımlılık, sadomazoşist aktarımlar) yol açabilir (Luyten ve Abbass, 2013). Hastanın öznel deneyimini ve İSB’lerin karmaşıklığını tanıyan ortak bir (örtük veya açık) hastalık teorisine çatışmadan ziyade fikir birliği yoluyla varmaya çalışmak tercih edilir.

    DKT-İSB’de bu, kısmen terapist ve hastanın ilk dört seansta birlikte bir TON’a karar vermesiyle elde edilir. TON’u hastayla birlikte formüle etmek, DKT-İSB’nin ilk aşamasının ikinci temel odak noktasıdır. TON, hastanın semptomlarının başlangıcı ve devamı ile ilişkili olan tekrarlayan bir bilişsel duygusal ilişkisel veya bağlanma örüntüsünü ifade eder. TON dört unsurdan oluşur: kendiliğin belirli, genellikle bilinçsiz bir temsili; ötekiler için aynı; ikisini birbirine bağlayan duygulanımlar; ve bu takımyıldızın savunma işlevi. Savunma işlevi, TON’un, bir bağlanma stratejisi gibi, hayatta bir denge bulma amacıyla kullanılan, ne kadar çarpıtılmış olursa olsun, uyarlanabilir bir strateji olarak görülmesi gerçeğine atıfta bulunur. Örneğin, İSB’li hastalarda kendilik genellikle başkalarına karşı şefkatli ve ilgili olarak tasvir edilir (yani, “zorlayıcı bakım verme” (compulsive caregiving), diğerleri ise mesafeli, kayıtsız ve ilgisiz olarak deneyimlenir. Üzüntü, çaresizlik ve umutsuzluk duyguları sıklıkla bu kendilik-öteki örüntüsüyle ilişkilendirilir. Ancak, bu hastaların başkalarına karşı beslediği hayal kırıklığı ve saldırganlık savunulur, çünkü diğerleri hastalara asla başkalarına baktıkları şekilde bakmamışlardır. TON, hastanın kişilerarası anlatıları ve terapötik seansın şimdi ve burada anında ortaya çıkan materyal temelinde formüle edilir. Dolayısıyla, hasta ile işbirliği içinde, seansta ortaya çıkan materyale dayalı olarak (terapistin hastada “yanlış” olduğuna inandığı ve önerdiği şeye dayanmaktan ziyade) tedavi için net ve açık bir odak formüle edilmesi, epistemik güvensizliğe karşı koymada önemli bir rol oynar ve zihinselleştirmeyi teşvik eder. Gerçekten de, TON’un formüle edilmesi, hastanın seanslar arasında günlük yaşamında bu örüntüyü kendisi tanımaya başlamasını sağlar. Bu tanıma genellikle ikinci aşamanın başlangıcını işaret eder.

    DKT’nin ikinci aşaması (5-12. seans) TON üzerinde çalışmaktan ve terapötik ilerlemeyi sağlamlaştırmaktan oluşur. Bu amaçlara, hastanın günlük yaşamdaki tipik kişilerarası bağlanma örüntüsünü tanımasına yardımcı olunan ve hastanın bu örüntünün bedenlenmiş kendilik, ötekiler ve ötekilerle olan ilişkisi üzerindeki etkisini düşünme kapasitesine odaklanılan ortak bir süreçle ulaşılır. Hasta bu örüntüyü tanıma ve gelişimsel kökenlerini ve avantajlarını ve dezavantajlarını (yani duygusal maliyeti) anlama konusunda giderek daha becerikli hale gelir. Bu, terapistin hastanın örüntüsünü bağlam göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir olarak kabul edip doğrulaması ve ardından bu örüntüyle ilişkili duygusal ve fiziksel maliyetleri belirtmesi ile sağlanır. Örneğin, bağlanma figürlerinin bulunmaması nedeniyle öncelikle bağlanmayı devre dışı bırakan stratejilere güvenen hastalar, zorlayıcı özerklikle işaretlenen bir duruş benimsemeyi öğrenmişlerdir: Herhangi bir zorlukla veya engelle kendi başlarına yüzleşebilmeli ve yardım istememeli veya sıkıntılarını ifade etmemelidirler. Genellikle aşırı rasyonalize edilmiş bir modda çalışırlar ve kendi bedenlerini büyük ölçüde bedensiz bir “makine” olarak düşünürler. Bu hastaların tedavisindeki önemli bir odak noktası, bedenleşmiş zihinselleştirmeyi teşvik etmektir, böylece örneğin, “gergin” veya “sinirli” hissetmenin aslında üzgün ve öfkeli hissetmeleri anlamına gelebileceğini fark etmeye başlayabilirler çünkü kimsenin onları gerçekten umursamadığını veya başarmaya çalıştıkları şeyi umursamadığını düşünürler. Bu, bedensel durumları duyguları yansıtan şeyler olarak tanımlamayı (duygulanımı tanıma) ve muhtemelen farklılaştırılmamış bir bedensel durumun (örneğin, “Gergin hissediyorum”) aslında birbirleriyle ve TON ile bağlantılı olan birkaç duygusal durumu içerebileceğini fark etmeyi gerektirir (örneğin, “Bunu söylediğinde aslında çok üzgün ve reddedilmiş hissettim ve sonra gerçekten öfkeli hissetmeye başladım, aynı zamanda utandım ve suçlu hissettim, bu yüzden ona bundan bahsetmedim ve sadece devam ettim”). Hastalar giderek artan bir şekilde, kendileriyle ve başkalarıyla olan tekrarlayan ilişkilenme örüntülerinin yüksek kişisel, kişilerarası ve (genellikle) metabolik maliyetlerini fark etmeye başlarlar. Bu, değişim motivasyonunun arkasındaki itici güçtür. DKT’de terapist aktif olarak değişimi teşvik eder ve destekler. Orta aşamada terapist psikodinamik müdahalelerin tüm yelpazesini kullanır: (1) destekleyici müdahaleler (güvence, destek ve empati); (2) zihinselleştirmeyi teşvik eden müdahaleler; (3) uygun olduğunda (örneğin, terapötik ilişkide olanlarla TON arasındaki bağlantının oldukça belirgin olduğunda ve bu bağlantıyı açıklığa kavuşturmak için çok az yorumlama çabası gerektiğinde) veya gerektiğinde (örneğin, aktarım ilişkisi aşırı derecede olumsuz hale geldiğinde) aktarım ilişkisine sınırlı bir odaklanma içeren yorumlama gibi açıklayıcı müdahaleler; ve (4) yönlendirici teknikler (örneğin, hastayı başkalarıyla etkileşim kurma biçimini değiştirmeye teşvik etme).

    Son aşama (13-16. Oturumlar) hastanın terapötik değişim sürecine kendi başına devam edebilmesi için güçlendirilmesine odaklanır. Bu, terapist tarafından yazılmış bir taslak “elveda” mektubunun paylaşılmasıyla başlatılır. Bu mektup, (1) getirilen sorunlara, (2) TON’a, (3) değişim açısından nelerin başarıldığına ve (4) henüz nelerin başarılmadığına dair bir genel bakış sunar. Bu mektup hastada sıklıkla çok güçlü duygusal tepkilere neden olur. Deneyimimize göre, TON’un bu mektuba yanıt olarak ne ölçüde yeniden aktive olduğu ve hastanın bunu ne ölçüde fark ettiği, terapötik değişimin doğasının iyi göstergeleridir. Bu nedenle son seanslar genellikle hastanın terapi sırasında başlayan süreci sürdürmesi için güçlendirilmesine odaklanır. Bu, özellikle birçoğu uzun bir somatik, psikolojik ve/veya ilişkisel sorun geçmişine sahip olan İSB’li hastaların tedavisi bağlamında önemlidir.

    Klinik Örnek

    Michelle, yıllarca çeşitli somatik şikayetlerle (örneğin, yorgunluk, baş ağrısı, sırt ağrısı ve belirgin bir biyolojik nedeni olmayan nörolojik semptomlar, örneğin parmaklarda uyuşma, görme zorlukları) mücadele ettikten sonra genel bir tükenmişlik hali nedeniyle bana (PL) yönlendirildi. Michelle, kırklı yaşlarında ve 10 yılı aşkın süredir büyük bir üniversite hastanesinde hemşire olarak çalışıyor. Evli ve iki kız çocuğu annesi. İlk seansta, genel olarak kocasını kendisine destekleyici bulsa ve kızlarıyla ilişkisini genel olarak iyi olarak tanımlasa da, kocası ve çocuklarının aslında onu gerçekten sevmediği hissine kapıldığını dile getiriyor. Bu hissin nedenini sorduğumda, kendisini hayatında hiçbir önemli şey başaramamış biri olarak gördüklerini düşündüğünü söylüyor. Michelle, kendisini, diğer kadınlarla rekabet edemeyen bir “gri fare” olarak tanımlıyor. “Diğer kadınlar,” diyor, “her şeyi yapabiliyorlar: Çocukları var, kariyerleri var, hobileri var. Ama ben hiçbir şeyim. Eve yorgun geliyorum, elimden gelenin en iyisini yaparak kocama ve çocuklarıma bakmaya çalışıyorum, ama asla takdir görmüyorum.” Michelle, psikolojik bir sorunu olmadığını ancak çocukken utangaç ve çekingen bir yapıya sahip olduğunu belirtiyor. Ebeveynlerini “iyi ebeveynler… bana ihtiyacım olan her şeyi verdiler” şeklinde tanımlıyor. Ancak “iyi ebeveynler”ile ilgili bir örnek vermesi istendiğinde farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Ebeveynlerinin ellerinden geleni yaptığını söylese de hayatında önemli bir şey başarması ya da yaşam hedeflerini desteklemesi konusunda kendisine hiçbir zaman cesaret verdikleri hissini taşımamış. Onlar, onu her zaman “küçük utangaç bir kız” olarak görmüşler ve bir hemşire olarak iş bulup mezun olduktan hemen sonra bir aile kurmayı başardığı için mutlu olmuşlar. Ancak Michelle, “elde edebileceğim ilk düzgün adamla evlendim. Hep birine ihtiyacım vardı ve bir an önce çocuk sahibi olmak istiyordum; anne olarak her şeyi farklı yapardım” diyor. Ancak şu anda, kocası ve çocuklarından giderek uzaklaştığını hissediyor; “Kendi hayatlarını yaşıyor gibiler. Bu durumda benim yerim neresi?” Çok az arkadaşı olduğunu ve onlara karşı da aynı hissi taşıdığını, sanki hepsinin kendi hayatlarını yaşadığını ve kendisiyle ilgilenmediğini söylüyor. Bu durum onu üzgün, çaresiz ve dünyada yalnızmış gibi hissettiriyor.

    Somatik sorunları, ikinci kızının doğumundan hemen sonra işe dönmesiyle başladı. İşte uzun ve değişken vardiyalarda çalışıyor, giderek kendini daha fazla tükenmiş hissediyordu. Şiddetli sırt ağrıları ve diğer somatik semptomlar (örneğin, parmaklarında uyuşma) geliştirdi ve bir akşam, hastanedeki bilgisayar ekranına bakarken ekrandaki yazılar bulanıklaştı—o zamandan beri tekrarlayan bir durum. O dönemde yaşamında ve ilişkilerinde neler olduğunu sorduğumda ifadeleri birdenbire değişti. O ana kadar, çekingen, yorgun ve depresif bir şekilde konuşmuştu (neredeyse utangaç küçük bir kız gibi); ancak sesi yükseldi, bana doğru eğildi, kollarını uzatarak ve çaresiz ama güçlü bir ses tonuyla, o dönemde yalnız bırakılma ve önemsiz olma hissinin çok güçlendiğini söyledi. Kocası ona giderek daha az ilgi göstermeye başlamış, kızları (örneğin, kreşte) onsuz gayet iyi görünüyormuş ve hatta hastalar bile artık ona ihtiyaç duymuyormuş gibi hissetmiş. Daha önce hastalara bakmak onun için büyük bir tatmin kaynağıyken, artık hastaların kendisinden hoşlanmadığını ve diğer hemşireleri tercih ettiğini hissetmeye başlamış (psişik eşdeğerlilik örneği). “Bu nasıl mümkün olabilir? Neden herkes beni reddediyor?” diye haykırdı. Bu sözleri söylediği anda neredeyse fiziksel olarak çöktü ve ağlamaya başladı: “Çok yorgunum, çok yalnızım.” Bu, fiziksel semptomlarının yaşamında olup bitenlerle bağlantılı olabileceği hissini ilk kez yaşadığı andı. Bu, DKT-İSB’nin temel bir özelliğidir, çünkü epistemik güveni karakterize eden sözde epistemik otoyolu açar. Bu bağlantı, başkaları tarafından önerilmez; hasta, oturumun şimdi-ve-burada’sında bu bağlantıyı kendisi deneyimler, bu da tedavide başka nelerin ortaya çıkabileceğine ve terapistin zihninde başka neler olabileceğine dair artan bir merak uyandırır.

    Üçüncü seansta, tedavi için odak noktası olarak TON üzerinde birlikte çalıştık. Michelle’in kendilik temsili, kendisini değersiz, “bir gri fare” ve hatta “hiçbir şey” gibi aşırı olumsuz bir şekilde görmesini içeriyordu. Diğerleri onun gözünde kendisiyle ilgilenmeyen, destekleyici olmayan ve ulaşılmaz kişilerdi. Bu durum onu yalnız, üzgün, terk edilmiş, çaresiz ve yorgun hissettiriyordu. Bu proto-duygular, diğer tüm duyguları (aşağıda açıklanacağı üzere), özellikle de kocasına, çocuklarına, ebeveynlerine, meslektaşlarına ve hatta hastalarına karşı duyduğu hayal kırıklığı ve öfkeyi bastırıyordu. Ancak bu duygular, çaresizlik, yorgunluk ve hatta fiziksel felç ve suçluluk hisleriyle şiddetle savunuluyordu. Başlangıçta, bu duygulara karşı bağlanma sisteminin aşırı aktivasyonu ile yanıt veriyor ve (teleolojik modda) başkalarına bakmanın, bu kişilerin ona sevgi ve destek sağlayacağına yol açacağını umuyordu. Ancak bu strateji, başkalarına karşı zorunlu bakım gösterme modelinin onun fiziksel ve duygusal kapasitesini giderek daha fazla zorlaması nedeniyle başarısız olmaya başladı. Bir “biyopsikososyal çöküş” yaşandı ve bir akşam hastanede bayıldı. Acil servise kaldırıldı ve ardından uzman psikiyatrik tedaviye yönlendirildi.

    Tedavinin ikinci aşamasında Michelle, bu zorlayıcı bakım verme örüntüsünün hayatını nasıl tamamen kontrol ettiğini yavaş yavaş fark etti. Sevgi, destek ve tanınma için çaresizce sürekli olarak “başkaları için orada olmaya” odaklandığını fark etti; bu neredeyse bir saplantı haline gelmişti, başkalarına bakmak zorundaydım, artık bırakamazdım.” Seanslarda ve seanslar arasında bu örüntünün fiziksel şikayetleriyle nasıl ilişkili olduğunu giderek daha fazla fark etmeye başladı: “Bir kez buna dikkat etmeye başladığınızda, sürekli başkalarıyla ilgilenmek istemenin, sürekli olarak başkalarının sizin hakkınızda ne düşüneceğini düşünmenin ne kadar yorucu olduğunu aniden fark ediyorsunuz.” Ayrıca bunun onu ne kadar öfkelendirdiğini ve üzüntüsünün ve öfkesinin onu nasıl bitkin hissettirdiğini fark etmeye başladı. Dolayısıyla (somutlaştırılmış) zihinselleştirme kapasitesi geliştikçe, hayat boyu süren örüntüsünün yüksek fiziksel ve duygusal maliyetlerinin de farkına vardı. Bu, tedavide önemli bir dönüm noktasıydı çünkü işleri farklı şekilde nasıl yapması gerektiğini merak etmeye başladı. Bu istikrarlı örüntü büyük ihtimalle bir gecede değişmeyeceği için, önce küçük adımlar atmayı birlikte düşünmeye başladık. Michelle’in kocası ve çocuklarıyla olan ilişkisi dramatik bir şekilde değişmeye başladı; onların neye ihtiyaç duyduğunu düşündüğüne odaklanmak yerine, onların nasıl hissettikleriyle çok ilgilenmeye başladı. Her zaman onun için aşırı endişelenmiş olmalarına ve özellikle hastanede bayıldığında onu kaybetmekten ne kadar korktuklarına şaşırmıştı. İlk kez kocasının ve çocuklarının onu gerçekten sevdiğini hissetti. İş yerinde fiziksel ve duygusal olarak daha az zorlayıcı bir birime transfer edilmesini istedi ve ruh hali düzeldikçe, somatik sorunları da yavaş yavaş iyileşmeye başladı, özellikle de içinde her zaman ne kadar öfke olduğunu fark etmeye başladığında.

    Michelle’e 13. Seans’ta veda mektubunu verdiğimde aşırı gergindi. Mektubu okumaya başladığında terlemeye başladı ve neredeyse bayılacaktı. Sonuç olarak mektubu okuması uzun sürdü ve neredeyse içindeki her şeye katılmasına rağmen, oldukça utanarak “Ama ben hala hiçbir şeyim” diye ekledi. Bu nedenle veda mektubuna yanıt olarak TON’da güçlü bir yeniden canlanma oldu ve ben ona bu olasılığı önerdiğimde bunu hemen fark etti. Ancak, seansın büyük bir bölümünde zihinselleştirme kapasiteleri güçlü bir şekilde dalgalandı ve değersiz olduğu yönündeki “eski” kendilik temsili (ve benim onunla ilgilenmediğime olan inancı) ile kendisinin “yeni” ve daha güçlü imajı arasında kalmıştı. Bir sonraki seansta “eski” örüntüsünün yeniden canlanmasına geri dönüp bakabildik ve bunu önünde hala duran birçok zorlukla ilişkilendirebildik. Gerçekten de, bu eski kalıp tedavi sırasında bu kadar kolay yeniden etkinleştirilebiliyorsa, danışma odasının dışında da kolayca yeniden etkinleştirilebilirdi. Bu nedenle, seansların geri kalanı, değişiklikleri pekiştirmeye ve geçmişte olan ve şu anda olan ve gelecekte olabilecekler açısından kendisi ve başkaları hakkında yeni düşünme ve hissetme yolları bulmasında ona daha fazla destek olmaya odaklandı. Bu zamana kadar somatik semptomları neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı.

    Sonuçlar

    Bu bölüm, kalıcı somatik şikayetleri olan hastaların kavramsallaştırılması ve tedavisinde geniş kapsamlı, kanıta dayalı bir psikodinamik yaklaşım sunmuştur. Bu yaklaşım, hastanın sunduğu sorunlar, bu sorunlara karşı öznel tepkileri ve gelişimsel geçmişi arasındaki bağlantıları anlamamıza yardımcı olur. Bu formülasyonlar, kullanılan belirli tedavi yönteminden bağımsız olarak bu hastaların tedavisi için açık çıkarımlar sunar. Bu bölümde, bu hastaların bağlanma, zihinselleştirme ve epistemik güven konularındaki bozulmalarını anlamanın önemine dikkat çekilmiştir. Bu problemler, terapötik ittifakın kurulmasını zorlaştırabilir ve iatrojenik etkiler yaratma potansiyeline sahiptir. Özellikle psikodinamik terapistler olmak üzere sağlık profesyonelleri, bu dinamiklerin farkında olmalı ve hastanın kalıcı somatik şikayetlere karşı tepkisini, premorbid kırılganlıklarından ayırt etmelidir.

  • Kişilik Bozuklukları ile Birlikte Görülen Madde Kullanım Bozukluklarında Dinamik Dekonstrüktif Psikoterapi (11. Bölüm)

    Kişilik Bozuklukları ile Birlikte Görülen Madde Kullanım Bozukluklarında Dinamik Dekonstrüktif Psikoterapi (11. Bölüm)

    Robert J. Gregory

    Madde kullanım bozukluklarına ilişkin geleneksel anlayış genellikle biyomedikal modeli ön plana çıkarır. Bu model, madde kullanım bozukluklarını genetik bir yatkınlığın, kimyasal maddelerin beynin ödül devreleri üzerindeki doğrudan etkileri ile tetiklenmesi sonucu ortaya çıktığını savunur. İnsan motivasyonu üzerindeki kimyasalların etkilerini kabul etmek elbette önemlidir; bu etkiler, tolerans ve yoksunluk aracılığıyla fiziksel bağımlılığa neden olabileceği gibi, beynin opioid ve dopamin ödül sistemlerini aktive edip bu nörotransmitterlerin reseptörlerini baskılayarak artan madde isteği ve disforiye yol açabilir. Biyomedikal model, laboratuvar hayvanlarının belirli kimyasalları ölüm noktasına kadar kendilerine enjekte etmeye devam etmelerini açıklamada yararlıdır. Ancak, bu model fiziksel bağımlılık yapmayan bazı halüsinojen maddelerle veya kumar gibi kimyasal olmayan aktivitelerle ilişkili bağımlılık davranışlarını açıklamakta yetersiz kalır.

    Alternatif veya tamamlayıcı olarak, madde kullanım bozukluklarını anlamaya yönelik bir davranışsal model önerilmiştir. Bu modelde, yüksek derecede haz verici kimyasallar ve aktivitelerin bağımlılık davranışlarını güçlendirdiği düşünülür. Güçlenen davranışlar zamanla daha sık tekrarlanmaya başlar ve ortadan kaldırılması zor hale gelir. Davranışsal model, haz verici aktivitelerin bazı kimyasallar kadar bağımlılık yapabileceğini anlamamıza yardımcı olur. Ayrıca, ödül unsurlarıyla ilişkilendirilmiş çevresel ipuçlarının (Pavlov’un köpeklerinde olduğu gibi) güçlü arzuları/aşermeyi nasıl tetikleyebileceğini açıklar. Bununla birlikte, bu model zihinsel süreçleri, bilinçdışını, ilişkileri, kimlik ya da duyguları hesaba katmaz. Bağımlılık yapıcı davranışın, kimyasalın veya zevkli faaliyetin pekiştirici etkilerine karşı koyması gereken güçlü olumsuz sonuçlara rağmen neden devam edebildiğini açıklamakta güçlük çeker. Ayrıca bağımlılığın derin kişisel ve kişilerarası yönlerini de açıklayamaz (örneğin, terapistler madde kullanım bozukluklarıyla mücadele eden bireyleri tedavi etmekten neden korkabilir ve aşağılayıcı etiketler kullanabilir?) Bu bölümde, bağımlılık, özellikle de kişisel ve kişilerarası yönleri açısından çağdaş bir psikodinamik anlayış çerçevesinde ele alınacaktır. Ayrıca, bu psikodinamik anlayışı bağımlılık hastalıklarını, özellikle de kişilik bozukluklarıyla eşzamanlı olarak ortaya çıkan vakaları etkili bir şekilde tedavi etmek için kullanan bir psikoterapi modeli olan Dinamik Dekonstrüktif Psikoterapi (Dynamic Deconstructive Psychotherapy – DDP) (Gregory ve Remen, 2008), tanıtılacaktır.

    Duygu İşleme (Emotion processing)

    Madde kullanım bozukluklarının kökeninin farklı birey gruplarında farklılık gösterdiğine dair kanıtlar bulunmaktadır. Örneğin, travma geçmişine sahip bireyler genellikle olumsuz duygulara ve stresli durumlara yanıt olarak madde kullanırken, travma geçmişi olmayan bireyler çevresel ipuçlarına yanıt olarak madde kullanma eğilimindedir (Waldrop, Back, Verduin, ve Brady, 2007). Bu bulguların bir yorumu, ikinci gruptaki bireylerin belirli maddelere yönelik biyolojik bir dürtüye sahip olabileceği, bu dürtünün sürekli madde kullanımıyla güçlendiği ve çevresel ipuçlarıyla tetiklendiğidir. Buna karşın, travma geçmişi olan bireyler, rahatsızlıklarını gidermek için kendi kendilerine ilaç verme yöntemi olarak bağımlılıklarını bir başa çıkma mekanizması olarak kullanıyor olabilir. Kişilik bozukluğu olan bireylerden oluşan örtüşen bir grup da maddelere bir başa çıkma mekanizması olarak yönelebilir. Örneğin, borderline kişilik bozukluğu (BKB) olan bireylerin üçte ikisi kadarında eşzamanlı olarak madde kullanım bozuklukları bulunmaktadır (Zanarini, Frankenburg, Hennen, Reich, ve Silk, 2004). Tragesser, Trull, Sher, ve Park (2008), B kümesi kişilik bozukluğu olan bireyler arasında alkol tüketiminin kısmen olumsuz duygularla başa çıkmak amacıyla yapıldığını göstermiştir.

    Kişilik bozukluğu olan bireyler için maddelerin neden önemli bir yatıştırıcı işlev gördüğünü anlamak için duygu işlemenin nörobilimine bakmak faydalıdır. Duyguların normal ve uyumlu şekilde işlenmesi, duyguların tanımlanmasını, deneyimlerin doğru şekilde değerlendirilmesini ve uygun tepkilerin seçilmesini sağlayan prefrontal korteks yoluyla nöral yolların aktivasyonu ile meydana gelir (Ochsner ve ark., 2004). Ancak, kişilik bozukluğu, özellikle BKB, olan bireylerin duygu işleme süreçlerini inceleyen çalışmalar, bireye üzücü fotoğraflara bakmak gibi duygusal bir uyaran sunulduğunda prefrontal alanların nispeten devre dışı kaldığını göstermektedir (New, Perez-Rodriguez, ve Ripoll, 2012). Bireyler duygularını tanımlamak ve deneyimlerini değerlendirmek için prefrontal bölgelerini kullanamadıklarında, duygusal bir uyarana yanıt olarak beynin bazı subkortikal bölgeleri, özellikle de anksiyete ve uyarılmaya aracılık eden amigdala ve dürtüsel zevk arayışına aracılık eden ventral striatum hiperaktive olur. Bu nedenle, bu bireyler reddedilme gibi bir duygusal uyarıcıyla karşılaştıklarında kaygılı ve aşırı uyarılmış hale gelir. Ardından, alışveriş, seks veya madde kullanımı gibi dürtüsel zevk verici faaliyetler ararlar, çünkü bu faaliyetler ventral striatumdan amigdalaya negatif bir geri bildirim döngüsü yoluyla uyarılmalarını azaltır. Dolayısıyla, dürtüsel zevk verici faaliyetlere katılım, bu popülasyonun duygusal strese verdiği tepkinin karakteristiği olan anksiyete ve aşırı uyarılmayı yönetmek için ilkel bir başa çıkma mekanizması olarak hizmet eder.

    Bu modelin tedavi açısından önemi, terapistlerin duygu işlemenin daha üst düzey sinirsel yollarını güçlendirme yolları bulmalarının gerekliliğini vurgular. Sağlıklı bireylerin yalnızca bir uyarana tepki olarak duyguları tanımlamaya çalıştıklarında bile amigdala aktivitesinin ve fizyolojik uyarılmanın azaldığını gösteren dikkat çekici ve tekrar edilen bir nörobilimsel bulgu vardır (Lieberman ve ark., 2007). Hastalara belirli duyguları tanımlamalarında yardımcı olmak, duygu işlemesini alt kortikal bölgelerden prefrontal kortekse yönlendirmeye yardımcı olabilir. Bu, anksiyete ve uyarılmayı azaltır ve bireylerin kendilerini yatıştırmak için maddeleri veya diğer dürtüsel haz verici aktiviteleri kullanma ihtiyaçlarını azaltır.

    Fiziksel tıptaki analoji inme tedavisidir. İlk birkaç saatten sonra tek etkili tedavi fizik tedavi ve ergoterapidir. Bu tedaviler sayesinde hastalar bazen tam ya da tama yakın işlevsellik restorasyonu elde edebilirler. Bu tedavilerin etkili olmasının nedeni, tekrarlanan uygulamalar yoluyla sinirsel işlemeyi ölü sinir hücrelerinden alternatif sinir yollarına yönlendirmeleridir. Eski bir deyiş vardır: Birlikte ateşlenen nöronlar birbirine bağlanır. Bu motor nöron yolları sürekli uygulama yoluyla güçlendikçe, nöromüsküler işleyiş eski haline döner. Benzer şekilde, psikoterapinin önemli bir mekanizması, duygu işleme için daha üst düzey sinir yollarının güçlendirilmesi yoluyla beynin yeniden yapılandırılmasıdır (“Dinamik dekonstrüktif psikoterapi tedavi modelinin özeti” bölümü altındaki “İlişkilendirme” alt bölümüne bakınız).

    İnkar Sistemi ve İlişkiler

    Kendini yatıştırmanın yanı sıra, kişilik bozukluğu olan bireyler arasında madde kullanımının bir diğer önemli işlevi de maddelerin ilişkilerin yerine geçebilmesidir. Hastalar bazen sigarayı bırakmayı en iyi arkadaşlarına veda etmek gibi tanımlarlar. Dolayısıyla bağımlılığın yatıştırıcı ve rahatlatıcı yönlerinin kişilerarası bir yönü vardır. Bu durum şaşırtıcı değildir, çünkü bağlanma sistemi ile madde ödül sistemi aynı beyin bölgesi (ventral striatum) ve aynı reseptör sistemi (μ-opioid reseptörleri) aracılığıyla yönetilmektedir (Moles, Kieffer, ve D’Amato, 2004). Başka bir deyişle, beynin ödül sistemi bir sarılma ile bir uyuşturucuyu birbirinden ayırt edemez. Bir uyuşturucuyu “en iyi arkadaş” olarak görmenin avantajı, bu arkadaşın asla sizi incitmeyeceği veya size ihanet etmeyeceği fantezisidir; bu, kontrolün sizde olduğu bir ilişkidir—en azından fantezi düzeyinde. İnkar sistemi, bu kontrol yanılsamasını sürdürür. Mark Twain’in şu sözleri bu durumu güzel özetler: “Sigaralar bırakması en kolay şeydir! Ben yüzlerce kez bıraktım!” Madde kullanım bozukluğu olan bireyler benzer bir dil kullanır ancak bu ifadenin ironisini anlamazlar.

    Splitting (bölme) fenomeni de inkar sisteminin bir parçasıdır. Bölmede, madde kullanım bozukluğu olan bireyler, madde kullanımlarıyla ilgili olarak ya idealleştirilmiş ya da değersizleştirilmiş atıfları bilinçlerinde tutarlar, ancak her ikisini aynı anda yapmazlar. Örneğin, maddelerini “Bana hiçbir faydası olmayan berbat bir alışkanlık” olarak tanımlayabilirler. Buna karşın, madde kullanımının harika etkilerini tanımladıklarında, bu kullanımın olumsuz sonuçlarını bilinçlerinden uzak tutarlar. Örneğin, “Bu madde rahatlamama ve kendim gibi hissetmeme yardımcı olan tek şey. Bunun bir problem olduğunu düşünmüyorum,” diyebilirler. Madde kullanımının olumlu ve olumsuz yönlerinin psikolojik olarak bütünleştirilmesine karşı olan bu eğilim, bağımlı bireylerin maddeyle olan ilişkileri hakkında etkili bir şekilde düşünmelerini ve bağımlılık davranışlarına ilişkin perspektif kazanmalarını zorlaştırmaktadır. Terapistlerin, hastaların madde kullanımlarının hem olumlu hem olumsuz yönlerini kabul etmelerine ve bu karşıt perspektifleri aynı anda bilinçlerinde tutmalarına yardımcı olması tedavi açısından önemlidir.

    Bağımlılığı bir tür geçiş nesnesi olarak düşünmek bazen faydalı olabilir, çünkü bağımlılık, Winnicott’un (1953) açıkladığı gibi, bu nesnelerin birçok özelliğine sahiptir. Alkol ve uyuşturucu gibi bağımlılıklar yatıştırıcı ve rahatlatıcı niteliklere sahiptir; gerçek ilişkilerden ayrılmayı sağlar, her şeye gücü yeten bir kontrol yanılsaması sağlar ve iç ve dış gerçeklik arasındaki sınırı kapatır.

    Kontrol yanılsaması içeren inkar sistemi, CAGE anketinin alkolizm için neden bu kadar etkili bir tarama olduğunu açıklamaktadır. CAGE’nin “C”si şu soruyu sorar: “Hiç içkinizi azaltmaya çalıştınız mı?” Alkolikler genellikle bu soruya gururla olumlu yanıt verirler, çünkü yüzlerce kez bırakmayı denemişlerdir. İnkar sistemi aynı zamanda Adsız Alkolikler’in (AA) birinci adımının neden bu kadar yararlı ve aynı zamanda bu kadar zor olduğunu da açıklar (Johnson, 1993). Bu adım, “İçme davranışım üzerinde güçsüz olduğumu kabul ediyorum” ifadesini içerir. Bu adım, inkar sisteminin çekirdeğini, yani kontrol yanılsamasını zorlar. Son olarak hem kontrol fantezisini hem de bölmeyi içeren inkar sistemi, motivasyonel görüşme yaklaşımının neden yararlı olabileceğini açıklamaktadır. Motivasyonel görüşmede, terapist hastanın özerk karar verme sürecine saygı duyar, böylece hastanın bağımlılık davranışında yer alan bölünmüş atıfları bir araya getirirken kontrol duygusunu sürdürmesini sağlar.

    Bir diğer önemli tedavi çıkarımı, terapistin hastanın yakın ilişkilerdeki kırılganlık hissine ve kontrol edilme korkusuna duyarlı olması gerektiğidir. Bu nedenle, bu hasta popülasyonunda hastanın özerkliğine saygı göstermek özellikle önemlidir. Teknik olarak bu, müdahaleci sorular sormaktan kaçınmayı, hastaların seans gündemini belirlemelerine izin vermeyi ve onlara önerilerde ya da talimatlarda bulunmaktan kaçınmayı içerir. Ayrıca, terapistin eleştiriyi veya anlaşmazlıkları kabul etmeye açık olması, hastalara tedavi, ayıklık ve hasta-terapist ilişkisi hakkında duydukları ambivalansı/ kararsızlığı ifade etme fırsatları sunması önemlidir. Ambivalans ne kadar çok sözlü hale getirilirse, o kadar az davranışa dökülür.

    Özerkliğe saygı, terapistin maddeler ve kullanımlarının potansiyel zararlı etkileri hakkında bilgi veremeyeceği anlamına gelmez, ancak terapist bunu bir danışman rolünde yapar, hastanın bu bilgilerle ne yapacağına karar vermesine izin verir ve hastanın kendi çıkarlarına en uygun olanı seçme hakkına ve becerisine saygı duyar. Örneğin bir terapist şu şekilde konuşabilir: “Aşırı alkol tüketiminizin büyük ölçüde anksiyete ve depresyon dönemlerine yol açabileceği mümkün görünüyor. İçme davranışınızı bırakmanız gerektiğini söylemiyorum, ancak içki içmenin sağladığı olumlu faydaların risklerden daha ağır basıp basmadığını değerlendirirken tam anlamıyla bilgilendirilmiş olmanızı istiyorum.”

    İnkar sisteminin bir başka klinik uygulaması da, terapistin bağımlı hastalarla yakın zamanda madde kullanımının nüksetmesi konusunda düzenli olarak görüşmesi ve bu olayları araştırmasının önemidir. Terapistlerin yaygın bir hatası, bağımlılığı görmezden gelmek ve bunun yerine hem geçmiş hem de şimdiki stres faktörlerine ve ilişkilere odaklanmak, bunlara destek, tavsiye ve yorum sağlamaktır. Bu hatanın sonuçları hemen ortaya çıkmaz. İlk başta her şey yolunda görünebilir; hasta tedaviye bağlılık gösteriyor gibi görünür ve terapist de kendini faydalı hisseder. Tek zorluk, hastanın mevcut depresyon veya anksiyete semptomlarının iyileşmemesi ve aslında giderek kötüleşiyor gibi görünmesidir. Sonunda bağımlılık davranışının zaman içinde kötüleştiği ve tıbbi, mali, yasal veya ailevi bir krizle sonuçlandığı ortaya çıkar. Terapist kendini aptal gibi, kandırılmış ve ihanete uğramış gibi hisseder ve bir daha asla bağımlı hastaları psikodinamik terapi ile tedavi etmemeye yemin eder. Bu yaygın anekdot, terapistin bilinçsizce hastanın inkar sistemine katılması, bağımlılığın merkezi önemini en aza indirmesi ve karşılıklı olarak bundan bahsetmekten kaçınması olarak anlaşılabilir. Terapi hassas materyallerin keşfine doğru ilerledikçe, hasta terapistin müdahaleci sorularından, tavsiyelerinden ve yorumlarından giderek daha fazla korkar ve bunlara içerler. İlişkiyi sürdürmek için, ilişkiden uzaklaşırken bile, hasta giderek daha fazla bağımlılık yapıcı davranışlara yönelir ve genellikle seanslardan önce madde kullanır.

    Utancın ilişkisel dinamikleri (ya da madde kullanım bozukluğu olan hastalardan neden çekiniyoruz?)

    İnkar sistemi, yalnızca kontrol kaybı korkusuyla değil, aynı zamanda utanç duygusuyla da beslenir. Terapistler, bağımlılık davranışlarının temelinde yatan yoğun ve genellikle bilinçdışı utanç duygusunu fark etmedikçe, hastaların bağımlılıklarını etkili bir şekilde yönetmeleri mümkün olmayacaktır. Utanç, bağımlı hastalarda fark edilmesi zor olabilir, çünkü bu kişiler genellikle büyüklenmeci bir şekilde davranırlar. Bu durumu anlamanın bir yolu, ağır bağımlılığı olan hastaları narsisistik bir kendilik yapısına sahip olarak düşünmektir. Bu yapıda, bilinçte büyüklenmeci bir kendilik bulunurken, utanç dolu ve aşağılayıcı içsel nesneler ya başkalarına yansıtılmış, bastırılmış ya da suçlama ve failin dışsallaştırılması yoluyla savunma mekanizmalarıyla gizlenmiştir (Kernberg, 1975). Örneğin, bu kişiler işlerini kaybetmelerinin nedenini sürekli olarak işe geç gelmelerine ya da sarhoş olarak işe gitmelerine değil, “makul olmayan bir patrona” bağlayabilirler. Başka bir sık karşılaşılan durum, suçlamanın eşlere yöneltilmesidir. Örneğin, “Eşim sürekli üzerime gelmese içmeye ihtiyacım kalmazdı!” diyebilirler.

    Hastaların başarılarından övünmeleri, ancak bağımlılıklarının olumsuz sonuçları için başkalarını suçlamaları, arkadaşlar, aile üyeleri ve sağlık profesyonelleri arasında küçümseyici, yargılayıcı ve aşağılayıcı karşı aktarım tepkileri uyandırır. Terapistin doğal karşı aktarım dürtüsü, hastayı gerçekle yüzleştirmek ve şöyle demek olabilir: “Dikkatimi çeken şey, tüm sorunlarınız için başkalarını suçluyor olmanız. Bağımlılık davranışlarınızın sonuçları için sorumluluk almaya başlamadığınız sürece iyileşmekte bir adım ileri gidemezsiniz.” Terapistin burada anlayamadığı şey, hastanın büyüklenmeciliği ve dışsallaştırmasının utanç duygusuna karşı intrapsişik savunmalar olduğudur. Dolayısıyla, daha fazla utanç uyandıracak herhangi bir müdahale etkisiz olacaktır. Bu tür bir müdahale, büyüklenmeciliği yıkmak yerine, hastanın daha da savunmacı bir hale gelmesine yol açar. Hasta, terapiste “Sen kim oluyorsun ki beni yargılayabiliyorsun?” diyerek düşmanca bir şekilde tepki verebilir ya da terapistten uzaklaşarak daha güvenli ve yatıştırıcı bir ilişkiyi, yani bir maddeyi arayabilir. Bir hasta bir keresinde şöyle demişti: “Doktorum bana içkiyi bırakmam gerektiğini söylediğinde, güçlü bir şekilde içki içme isteği duyuyorum ve doktor ziyaretinden sonra en yakın bara gidiyorum.”

    Daha önce de belirtildiği üzere, kontrol fantezisi inkar sisteminin önemli bir bileşenidir. Bu fantezi, tekrarlanan olumsuz sonuçlara rağmen bağımlılığı kontrol edememe nedeniyle ortaya çıkan utanç, endişe ve çaresizlik duygularına karşı koruma sağlar. Madde kullanım bozukluğu olan bireyler bu duygu ve tepkilerini yansıtmalı özdeşim yoluyla bilinçsizce arkadaşlarına, ailelerine ve hizmet sağlayıcılarına aktarmakta oldukça ustadır. Aile üyeleri genellikle bağımlılık davranışlarını evde madde saklayarak ya da “İçkiyi bırakmazsan seni terk ederim” gibi tehditlerle kontrol etmeye çalışır. Aile üyeleri, bağımlı bireyin bağımlılık davranışının irade gücüyle kontrol edilebileceğine dair fantezisini içselleştirmiştir. AA’nın ana odak noktalarından biri, ailelerin aile üyelerinin bağımlılığını kontrol edemeyeceklerini anlamalarına yardımcı olmaktır.

    Terapistler de yansıtmalı özdeşim yoluyla hastanın kontrol fantezisini içselleştirebilir ve bağımlılığı kontrol etme gücüne sahip olduklarına inanarak, genellikle hastanın madde kullanımını azaltması için önerilerde bulunurlar. Bu fantezinin bir parçası olarak, terapistler bağımlılığı içgörü, eğitim ve öneriler yoluyla kontrol edebileceklerine inanır. Örneğin, bir terapist şöyle diyebilir: “Aşırı içki içmeniz sizi hasta ediyor, kendiniz hakkında daha kötü hissetmenize neden oluyor ve bu da size daha fazla stres yaratıyor. Eğer içkiyi azaltır ve düzenli egzersiz yaparsanız, daha sağlıklı, daha az stresli hisseder ve daha fazla enerjiye sahip olursunuz.” Hasta, bu içgörüyü ve öneriyi minnettarlıkla kabul edebilir, çünkü hasta da kontrol fantezisini terapistle paylaşır. Ancak, dürtüler kontrol edilemez hale gelip davranış yeniden kontrolden çıktığında, hasta bağımlılık davranışını ve bunun ciddiyetini hem kendisinden hem de terapistinden gizlemeye çalışır. Haftalar veya aylar sonra, terapist bağımlılık davranışının kötüleştiğini fark eder ve kendisini kandırılmış, öfkeli ve çaresiz hisseder. Çok sayıda bu tür olaydan sonra, terapist bağımlı hastalara ya da genel olarak bağımlılık sorunları yaşayan bireylere yardım edemeyeceği konusunda umutsuzluğa kapılır ve gelecekte bu hasta grubunu tedavi etmekten kaçınmaya başlar. Terapistler genellikle yeni hastalara şu şekilde yanıt verir: “Önce madde kullanımınızı kontrol altına alın. Sonra terapiye başlayabiliriz.”

    Utanç dinamiklerine dair bir tedavi uygulaması da hastanın büyüklenmeci davranışları bile olsa özsaygısını desteklemek, kontrol mücadelelerinden kaçınmak ve çatışmayı hastanın içinde tutmaktır. Özsaygı, madde kullanım bozukluğunun büyük ölçüde hastanın kontrolü dışında bir hastalık olarak tanımlanması yoluyla desteklenebilir. Terapist, AA’nın birinci adımını (bağımlılığın üzerinde kontrol sahibi olmadığını kabul etme) hatırlatarak, bu mesajı pekiştirebilir. Eğer madde kullanımı hastanın kontrolü dışında bir durumsa, hasta artık bundan dolayı utanmak zorunda değildir. Bu bireyler madde kullanımını kontrol edemeseler bile, tedaviye katılmak ve tedavide kalmak konularında kontrol sahibi olabilir ve sorumluluk alabilirler. Bu, bağımlılıkla mücadele eden bireyler için güçlü bir mesajdır.

    Ayrıca, özsaygı, aynalama (mirroring) yoluyla da desteklenebilir. Aynalama, Kohut’un (1995) narsisistik kişilik bozukluğunun tedavisi için geliştirdiği paradoksal bir tekniktir. Kohut, aynalamayı, “çocuğun sergilediği gösterişçi davranışlara annenin gözlerindeki parıltıyla yanıt vermesi” olarak tanımlar (s. 116). Böylece terapist, büyüklenmeciliğe karşı bir ayna görevi görür ve ona meydan okumak yerine onu hastaya geri yansıtır. Örneğin, bir hasta birçok ders kitabını okuduğunu ve terapistten daha fazla psikoloji bildiğini övünerek anlatmaya başladığında, terapistin karşı aktarım dürtüsü gerçeği sorgulamak ve “Hangi psikoloji yüksek lisans programına katıldınız?” diye sormak olabilir. Bu, yalnızca hastanın utanca karşı savunma olarak büyüklenmeciliğini güçlendiren bir yanıttır. Bunun yerine bir yansıtma yanıtı, “Vay canına! Çok iyi okumuşsunuz ve psikoloji hakkında çok şey biliyorsunuz,” şeklinde olabilir. Deneyimlerime göre, gerçeklik kontrolüne yönelik karşı aktarım dürtüsü ne kadar güçlüyse, yansıtma yanıtı da o kadar etkili olacaktır. Genellikle, hasta madde kötüye kullanımı ile ilgili utancını tanımlamaya ve kabul etmeye ve eylemleri için sorumluluk almaya başladığında sonuçlar anında ve belirgin olabilir.

    Utanç dinamiklerinden kaynaklanan bir diğer tedavi uygulaması, kontrol mücadelelerinden kaçınmak ve çatışmayı hastanın içinde, yani bir kişilerarası olgudan ziyade intrapsişik/ruhsal iç çatışmasal bir olgu olarak tutmaktır. Bunu başarmak oldukça zordur, çünkü bağımlı hastalar, inkar sistemini sürdürmek ve bir içsel çatışmadan kaçınmak için terapisti bir kontrol mücadelesine çekmeye çalışır. Genel bir kural olarak, eğer terapistler kendilerini hastalarıyla bir kontrol mücadelesi içinde buluyorlarsa, muhtemelen bir yeniden canlandırma/sahneleme sürecine dahil olmuşlardır ve seans yanlış bir yöne gitmektedir. Bana başvuran ağır bağımlı bir hastanın şu sözleri aklıma geldi, “Doktor, içkiyle ilgili bir şey yapmanız gerekiyor. Bu beni öldürüyor!” Karşı aktarım tepkim, bağımlılığının ciddiyeti ve daha önceki başarısız rehabilitasyon denemeleri nedeniyle umutsuzluk oldu. Yine de, farklı tedavi seçeneklerini ve rehabilitasyon merkezlerini sıralamaya başladım ve “Önceki rehabilitasyon denemelerinin başarısız olması, gelecekteki denemelerin de başarısız olacağı anlamına gelmez. Kalıcı bir iyileşme elde etmek genellikle birden fazla rehabilitasyon denemesi gerektirir.” dedim. Ancak hasta şu şekilde yanıt verdi: “Ama içkiyi bırakmak istemiyorum!” Böylece, daha görüşmenin ikinci dakikasında bir kontrol mücadelesine girmiş olduk. Hasta, içkiye dair endişelerini yansıtmalı özdeşim yoluyla bana aktarmaya çalışıyordu. Neyse ki, bu durumda savunmayı fark edebildim ve şu şekilde terapötik bir yanıt verdim: “Ama mesele bu, değil mi? Bu içkiyi bırakmak isteyip istemediğiniz. Odaya girdiğinizde, bana içki sorununuza yardımcı olmamı istediniz, ama şimdi bırakmak istediğinizden emin değil gibisiniz. İçki içmek, bu kadar çok olumsuz sonuç yaşamanıza rağmen hâlâ devam etmek istemenize neden olacak kadar sizin için çok iyi şeyler yapıyor olmalı. İsterseniz, içki içmenin iyi ve kötü yönlerini birlikte keşfedebiliriz, böylece bunları tartıp sizin için en uygun kararı verebilirsiniz. Ne yapmanın sizin için en iyisi olduğuna karar verebilecek kişi ben değilim, sadece siz bunu yapabilirsiniz.” Bu müdahale sayesinde, hastanın bilinçsizce yaratmaya çalıştığı kontrol mücadelesinden kaçınabildim ve bunun yerine hastanın içki içip içmemesi konusundaki çatışmayı, çözülebileceği yere, hastaya geri koydum.

    Dinamik Dekonstrüktif Psikoterapi

    DDP, yukarıda açıklanan duygu işleme, inkar sistemi ve utanç dinamiklerini dikkate alan organize ve sistematik bir tedavi yaklaşımı sunar (Gregory ve Remen, 2008). Bu yöntem, nörobilim araştırmalarından ve nesne ilişkileri teorisinden elde edilen bulguları birleştirir ve özellikle Winnicott, Kernberg ve Kohut’un fikirlerine vurgu yapar. Kapsayıcı tedavi felsefesi, yönelim olarak dekonstrüktiftir/yapısökümcüdür. Derrida, dekonstrüksiyon/yapısökümünü “ötekiye açıklık” (opennes to the other) olarak tanımlamıştır (Derrida, 2004, s. 155). Bu felsefe, kesin anlamın ertelenmesini ve farklı bakış açılarına açık olmayı önermektedir. DDP terapistleri, hastalarının eylemlerinin ardındaki anlamlara ya da yaşamlarını en iyi nasıl yaşamaları gerektiğine dair otoriter yorumlar yapmamaya çalışır. Bunun yerine terapistler, hastaların deneyimlerini kelimelere dökmeleri, deneyimleri hakkında yeni bakış açıları keşfetmeleri ve terapistle ilişkilerinde özgünlüğü riske atmaları için güvenli bir alan yaratarak karmaşık ve bütünleşik bir kendiliğin gelişimini kolaylaştırmak için çalışırlar.

    DDP başlangıçta dirençli BKB vakaları, özellikle de eş zamanlı madde kullanım bozukluklarının bulunduğu durumlar için geliştirilmişti. Ancak zamanla, dürtüsel davranışlar ve intihar riski içeren birçok farklı bozukluğun tedavisinde kullanılmaya başlandı. Aşağıda, bu yönteme dair süreç ve sonuç araştırmaları özetlenmiştir.

    DDP Üzerine Deneysel Araştırmalar

    DDP’nin etkinliğini destekleyen deneysel araştırmalar, öncelikle iki klinik deneye dayanmaktadır. İlk çalışma, alkol kullanım bozukluğu ve BKB eş zamanlı görülen bireyler üzerinde yapılan 12 aylık randomize kontrollü bir çalışmadır (Gregory ve ark., 2008) ve bu çalışmanın 30 aylık doğal bir takip çalışması mevcuttur (Gregory, Delucia-Deranja, ve Mogle, 2010). Çalışmaya katılan bireyler oldukça ağır vakalardı; katılımcıların neredeyse yarısı (%43) antisosyal kişilik bozukluğu kriterlerini karşılarken, %83’ü başka madde kullanım bozuklukları kriterlerini de karşılıyordu. Etik kaygılar nedeniyle, kontrol grubundaki katılımcılar sadece minimalist bir tedaviye atanmamış, bunun yerine uygunluğa ve katılımcının bu tür bir tedaviye katılma isteğine bağlı olarak toplumda mevcut olan en iyi alternatif tedaviye yönlendirilmiştir. Optimize edilmiş toplum bakımı (OCC) olarak adlandırılan kontrol grubu tedavileri arasında uyuşturucu ve alkol rehabilitasyon tesisleri, Diyalektik Davranış Terapisi (DDT), vaka yönetimi, farmakoterapi ve BKB tedavisinde uzmanlaşmış eklektik yönelimli terapistler yer almıştır. Hem bireysel hem de grup görüşmeleri bir araya getirildiğinde, OCC katılımcıları aslında DDP alanlara göre daha yoğun bir tedavi almıştır. DDP ise çoğunlukla psikiyatri asistanları tarafından uygulanmıştır; bu kişiler, çalışmaya katılan bireyleri tedavi etmeye başlamadan önce 3 ila 6 ay boyunca haftalık eğitim ve süpervizyon almıştır.

    12 aylık çalışmanın sonunda, DDP uygulanan bireyler, OCC uygulanan bireylere kıyasla BKB, depresyon ve ağır içme belirtilerinde önemli ölçüde daha fazla azalma sağlamışlardır. Bu farklar 30 aylık takipte daha da belirginleşmiştir. DDP uygulanan bireylerin BKB belirtilerine yönelik klinik yanıt oranı %90 iken, OCC alan bireylerde bu oran yalnızca %40’tır. Ayrıca, DDP uygulanan bireylerde yasa dışı madde kullanımı tedavi sürecinde belirgin bir şekilde azalmış ve 12 ay sonunda tamamen sonlanmıştır ve bu iyileşme, 30 aylık takipte de sürdürülmüştür. Buna karşılık, OCC alan bireylerin yasa dışı madde kullanımı, tedavi ve takip sürecinde giderek artmıştır.

    İkinci klinik çalışma, bir tıp üniversitesindeki BKB uzmanlık kliniğinde DDP veya DDT konusunda uzman olan terapistler tarafından tedavi edilen hastaların 12 aylık sonuçlarını inceleyen yarı randomize bir gözlemsel çalışmadır (Gregory ve Sachdeva, 2016). Çalışmaya katılan tüm hastalar BKB kriterlerini karşılamakta ve çoğunun alkol veya madde kullanım bozukluğu da bulunmaktadır. Çalışmada üç farklı tedavi modalitesi karşılaştırılmıştır: DDP, kapsamlı DBT (bireysel ve grup bileşenlerini içeren) ve DBT beceri grubunu içeren ya da içermeyen haftalık eklektik bireysel psikoterapi. Bu çalışmanın sonuçları, önceki çalışmayla dikkate değer ölçüde tutarlıdır. DDP alan hastalar, kontrol tedavisi alan bireylere kıyasla BKB ve depresyon belirtilerinde önemli ölçüde daha büyük azalmalar sağlamışlardır. DDP alan bireylerin %90’ı, 12 ay sonunda klinik bir yanıt elde etmişken, bu oran kontrol grubunda %40 olmuştur. DBT alan bireylerin yanıt oranı ise %67 ile bu iki grubun arasında yer almıştır. Tedavi amaçlı analizlere göre (the intent-to-treat analysis), DDP alan bireyler, DBT alan bireylere kıyasla BKB belirtilerinde, depresyonda ve kendine zarar verme davranışlarında daha büyük azalmalar göstermiştir. Ayrıca, DDP alan bireylerin sosyal ve mesleki işlevselliğinde daha fazla iyileşme gözlenmiştir.

    DDP üzerine yapılan diğer araştırmalar değişim mekanizmalarına odaklanmıştır. DDP seanslarının video kayıtları sonuçları bilemeyen gözlemciler tarafından değerlendirildiğinde, terapistin DDP tedavi modeline bağlılığının sonuçla güçlü bir şekilde ilişkili olduğu bulunmuştur (r = 0.64), bu da DDP’nin terapist sıcaklığı ve dikkati gibi ortak faktörlerden ziyade öncelikle belirli mekanizmalar aracılığıyla çalıştığını göstermektedir (Goldman ve Gregory, 2009). ABD federal kurumu olan Madde Bağımlılığı ve Ruh Sağlığı Hizmetleri İdaresi tarafından etkinliğini destekleyen kanıtların bağımsız olarak incelenmesinin ardından DDP, Ulusal Kanıta Dayalı Programlar ve Uygulamalar Siciline dahil edilmiştir (www.nrepp.samhsa.gov).

    DDP Tedavi Modelinin Özeti

    Kısaca ifade etmek gerekirse, DDP’nin genel amacı, bireylerin kendileriyle ve diğer insanlarla bağ kurmalarına yardımcı olmaktır. Başka bir deyişle, DDP, bireylerin kaçınma manevraları kullanmak yerine kişilerarası deneyimlerini ve duygusal acılarını tanımlamalarına, kabul etmelerine ve bunlara katlanmalarına ve hasta-terapist ilişkisinden başlayarak başkalarıyla daha otantik şekillerde ilişki kurma riskini almalarına yardımcı olmak için güvenli bir alan yaratır. DDP, haftalık bireysel terapi seanslarından oluşur ve her bir seans 45-50 dakika sürer. Tedavi süresi sınırlıdır (12 ay) ve tedavinin bitiş tarihi başlangıçta belirlenir. Tedavi ve iyileşme sürecinde dört aşama vardır. Her bir aşamada belirli bir görev ve tematik bir soru bulunur; bu aşamaların her birinin başarılı bir şekilde tamamlanması, kalıcı bir iyileşme için önemlidir (Gregory, 2004). Her aşamada, DDP üç temel teknik seti kullanır: çağrışım (association), atıf (attribution) ve ötekilik (alterity).

    Çağrışım (Association)

    Çağrışım teknikleri, hastaların deneyimlerini sembolik sözel kapasiteleriyle ilişkilendirmelerine yardımcı olmayı amaçlar. Bu genellikle, hastaların yakın dönemde yaşadıkları duygusal olarak yoğun sosyal etkileşimlerini sözel olarak ifade etmelerine yardımcı olmayı içerir, ancak rüyalar, sanat eserleri ya da şiir gibi yaratıcı faaliyetlerin keşfini de içerebilir. “Duygu işleme” bölümünde açıklandığı üzere, bağımlılık ve kişilik bozukluğu olan bireylerin, belirli kişilerarası etkileşimlerini ve duygusal tepkilerini sözel olarak ifade etmede olağanüstü derecede zorlandıkları gözlemlenmiştir. Diğer insanlarla yaşadıkları deneyimler hakkında genel olarak konuşmak söz konusu olduğunda oldukça akıcı olabilirler, ancak terapist onlardan belirli örnekleri paylaşmalarını, olayları sıraya koymalarını ve duygusal tepkilerini etiketlemelerini istediğinde, deneyimlerini tanımlayacak kelimeleri bulmakta zorlanırlar. DDP bağlamında anksiyete ve uyarılma semptomları, hastaların tanımlayamadığı, kabul edemediği ve katlanamadığı öfke veya utanç gibi altta yatan işlenmemiş duyguların kanıtı olarak görülür ve çerçevelenir. Terapist, hastaların bu tür acı verici duyguları tanımasına, söze dökmesine ve tolere etmesine yardımcı olur.

    Çağrışım teknikleri duygu işleme yollarını yeniden düzenleyerek alt kortikal aktivasyondan ve prefrontal deaktivasyondan kaynaklanan belirtileri iyileştirmeye yardımcı olur. Tedaviye iyi bir şekilde bağlı olan hastalarda anksiyete, tedavinin başlangıcından itibaren 2-3 ay içinde belirgin bir şekilde azalır. Anksiyete ve uyarılma seviyeleri düştükçe, madde kullanma arzusu da azalır. Ayrıca, hastalar duygularını daha iyi tanımlayabilir hale geldikçe, daha güçlü bir benlik duygusu ve daha istikrarlı bir kimlik geliştirirler. DDP, dissosiyatif kimlik bozukluğu (DKB) için de etkili bir tedavi olarak bulunmuştur (Chlebowski ve Gregory, 2012). Özellikle çağrışım teknikleri bu bozukluğun tedavisinde yararlı olmuştur (Goldman ve Gregory, 2010).

    Atıf (Attribution)

    Çağrışım teknikleri hastaların kişilerarası deneyimlerini sözelleştirmelerine yardımcı olurken, atıf teknikleri hastaların bu deneyimleri nasıl anlamlandırdıklarını ele alır. Bağımlılıkları olan bireylerin yanı sıra borderline veya narsisistik özellikleri olan bireylerin atıfları, bölme olarak adlandırılan bir fenomen olan katı ve kutuplaşmış olma eğilimindedir (bkz. “İnkar sistemi ve ilişkiler” bölümü). Literatürde iki tür bölme kaydedilmiştir. En yaygın olarak bölme, kendiliğin ve ötekinin (veya maddelerin) ya idealize edildiği ya da değersizleştirildiği, arada çok az farkın olduğu değer atıflarını ifade eder. Bölmenin ikinci biçimi ise değerden ziyade eylemlilik ile ilgilidir. Eylemlilik (agency) terimini, değişimin failine, yani sonuçlardan sorumlu kişiye atıfta bulunmak için kullanıyorum. Hasta bazen kendini başkalarının eylemlerinin masum bir kurbanı olarak görebilir ve mevcut durumlarından hiç sorumlu olmadığını düşünebilir; bunun tam tersi de görülebilir, birey kendini tüm sorunlarının sebebi olarak algılayabilir.

    DDP’nin bu katı ve kutuplaşmış atıf sistemini dekonstrüksiyona/yapısöküme uğratmayı amaçladığı yollardan biri, kişilerarası anlatılardaki zıt veya alternatif anlamları sormak ve ardından hastaların bölmenin her iki tarafını da aynı anda bilinçlerinde tutmalarına yardımcı olmaktır. Örneğin, bir hasta, kendisi için ne kadar yatıştırıcı ve yardımcı olduğunu düşündüğü esrar kullanımını anlatırken (esrarı idealize ederek), terapist şu soruyu sorabilir: “Faydalı yönlerinin yanı sıra, esrar kullanımınızla ilgili herhangi bir endişeniz var mı?” Bir başka örnekte, bir hasta başkalarının içki içmesini eleştirdiğini ifade ederken (kendini kurban olarak görerek), terapist şunu belirtebilir: “Ama sanırım sizin en sert eleştirmeniniz kim, tahmin edebiliyorum.” Bu durumda hasta genellikle şu yanıtı verir: “Ben” (bu sefer kendini fail olarak konumlandırır).

    Ötekilik (Alterity)

    Bölme, kutuplaşmış bir atıf sisteminden daha fazlasını içerir. Aynı zamanda, hastaların yansıtmalı özdeşim tarafından terapistlerin “düğmelerine basıldığı” ve hastalara onların kutuplaşmış atıflarını pekiştirecek şekilde yanıt vermesine yol açabilen özneler arası bir matrisi de kapsar.  Örneğin, terapistler bağımlı hastalarına utanç verici yorumlar yapma dürtüsü hissedebilir; bu tür yorumlar, hastaların kendilerine yönelik değersizleştirilmiş atıflarını pekiştirir (“Utanç ilişkisel dinamikleri” bölümüne bakınız). Ötekilik (alterity), diğerliğe yani dışsal ve daha nesnel bir perspektife işaret eder. Ötekilik teknikleri, hastaların kendi kendini pekiştiren ve kutuplaşmış atıf sistemini aşarak, terapist-hasta ilişkisinde yeni olasılıkların ortaya çıkmasına olanak tanır (Gregory, 2005).

    Bu kategorideki teknikler, doğası gereği deneyimsel ve ilişkiseldir; hasta-terapist ilişkisinin şimdi ve burada dekonstrüktif/yapısökümcü yönlerini içerir. Madde kullanım bozukluğu olanlar da dahil olmak üzere ciddi kişilik patolojisi olan hastalar ilişkilerde kendilerine yer bulamazlar. İlişkilerini sürdürebilmek için diğer kişinin değerlerine, güdülerine ve fikirlerine tamamen uymaları gerektiğine inanma eğilimindedirler. Beklentileri, aksini yapmanın kaçınılmaz olarak reddedilmek ve ilişkiden atılmakla sonuçlanacağı yönündedir. Bu nedenle hastalar bukalemun gibi davranarak kendilerini ilişkilerde görünmez hale getirirler. Ayrıca, Kernberg’in kimlik dağınıklığı (identity diffusion) olarak adlandırdığı bir fenomen olan, kendi değerlerini, güdülerini ve görüşlerini ilişki içinde oldukları bireylerin değerlerinden ayırt etmekte zorluk yaşayabilirler (Kernberg, 1975, s. 165). Hastanın içinde başkalarına karşı anlaşmazlık veya kızgınlık oluştuğunda, bu ya madde kullanımı yoluyla bastırılır, depresyon, kesip biçme ve intihar düşüncesi şeklinde kendine karşı döner; ya da düşmanlığa dönüşür.

    Ötekilik teknikleri terapist-hasta ilişkisinde güven duygusunu, net sınırları, rolleri ve beklentileri koruyarak sağlar. Ayrıca, hastaların terapistle yakınlık hissetmelerine ve aynı zamanda özgün olmalarına olanak tanır. Bu, bireyselleşmiş ilişkililik (individuated relatedness) olarak adlandırılabilir. Bireyselleşmiş ilişkiyi kolaylaştırmak için terapist, özerk karar vermeyi destekler, hastanın kararları hakkında (olumlu veya olumsuz) yargıda bulunmaktan kaçınır ve hastayı terapistle ilgili eleştirilerini ve anlaşmazlıklarını dile getirmeye teşvik ederken, yatıştırıcı ve sıcak bir varlık olmaya çalışır. Örneğin, hastalar madde kullandıkları için diğer insanların onları yargılamasından şikayet ettiklerinde, ötekilik tekniği hastaya “Burada hiç o şekilde hissettin mi?” diye sormaktır. Cevap hayır olsa bile, müdahale yine de terapötiktir, çünkü hastalara terapistle ilişkilerinde “iyi hastayı” oynamak zorunda olmadıkları mesajını verir, kendileri olmak için alanları vardır. Ayrıca bu soru, terapistin sert ve yargılayıcı olacağına dair hastanın beklentisini dekonstrüktif/yapıbozumcu bir şekilde sorgular ve ilişkide yeni olasılıkların ortaya çıkmasını sağlar, böylece hastanın güven duygusunu güçlendirir. Süreç araştırmalarında, ötekilik tekniklerinin kullanımının sosyal işlevsellikteki iyileşme ile güçlü bir şekilde ilişkili olduğu bulunmuştur (Goldman ve Gregory, 2010).

    Sonuç

    DDP’nin yukarıdaki özetinden de anlaşılacağı üzere, bu tedavi modelinin diğer psikanalitik yönelimli terapilerle hem ortak hem de benzersiz unsurlara sahip olduğu düşünülebilir. DDP’nin genel tedavi felsefesi, çoğu psikodinamik terapiden daha az otoriter ve yorumlayıcıdır, anlam ve yön konusunda nihai yargıyı hastaya bırakır. Hastaların belirli sosyal etkileşimlere dair ayrıntılarını aktarırken duygularını tanımlamaları için desteklenmesine, deneyimlerine kompleks anlamlar yüklemelerine, kendi ve başkalarının sınırlılıklarını kabullenmelerine ve iyileşme sürecinin önemli bileşenleri olarak terapistleri ile yeni ve dekonstrüktif/yapısökümcü bir ilişki deneyimlemelerine yardımcı olmaya güçlü bir vurgu vardır. Üç teknik setinin her biri, yani çağrışım, atıf ve ötekilik, bağımlılık ve kişilik bozukluklarının psikopatolojisi ve dinamik temellerinin farklı yönlerini ele alır. Bu teknikler, bireyin özfarkındalığını ve bütünleşmesini geliştirmek için sinerji içinde çalışır ve uzun süreli bir iyileşme sağlanmasına yardımcı olur. Güncellenmiş DDP tedavi kılavuzu ücretsiz olarak www.upstate.edu/ddp adresinden temin edilebilir. Ayrıca, web sitesinde video kayıtlı dersler ve etkileşimli bir çevrimiçi eğitim modülü gibi diğer eğitim materyalleri de mevcuttur.

  • Psikoz ve Bireysel Psikodinamik Psikoterapi (12. Bölüm)

    Psikoz ve Bireysel Psikodinamik Psikoterapi (12. Bölüm)

    Bent Rosenbaum

    Psikoz hastalarında psikanalitik psikoterapinin ilk vakalarının yayınlanmasından 100 yıldan fazla bir süre sonra (Bertschinger ve Allen, 1916; Bjerre, 1912; Waelder, 1925), psikozlu bireyler için tercih edilen psikodinamik tedavi statüsüne ulaşan tek tip bir tedavi yöntemi henüz yoktur. Ancak, psikanalitik psikoterapinin kişiye bir bütün olarak yönelmesi, her bireyin benzersiz geçmişine, öznelliğine ve psikolojik karmaşıklığına yapılan vurgu nedeniyle böyle bir tekdüzelik beklenmemiş olabilir. I. Dünya Savaşı’ndan II. Dünya Savaşı sonrası on yıla kadar olan dönemde, psikozun (çoğunlukla şizofreni) psikoterapisine ilişkin araştırmalar, vaka tanımları ve terapinin sonlandırılmasından sonra herhangi bir takip yapılmayan küçük grupların retrospektif çalışmaları olarak sunuldu (Beck, 1952; Federn, 1953; Sechehaye, 1950). 1960’lardan itibaren bir dizi sistematik karşılaştırmalı çalışma yürütüldü ve bunlardan bazıları, olağan tedaviye bireysel psikoterapinin eklenmesinin olumlu bir etki yarattığını gösterdi (Frank ve Gunderson, 1990; Karon ve VandenBos, 1981; Sjostrom, 1985). II. Dünya Savaşı’ndan sonra yayımlanan vaka çalışmalarının çoğu kronik psikoz hastaları üzerinde yapılan uzun süreli terapilerdi; ancak başarılı kısa süreli vakalar da ortaya çıktı (Beck, 1952; Donelly, 1966). Çoğu terapist için büyük değer taşıyan ve uzmanların, önerilerini kendi hastalarına uygulayabilecekleri çok sayıda kılavuz ortaya çıktı (ör., Arieti, 1974; Federn, 1953; Fromm-Reichmann, 1959; Gunderson ve Mosher, 1975; Searles, 1965), ancak bu kılavuzlar hiçbir zaman sistemleştirilmedi ve deneysel çalışmalarda test edilmedi. Bu nedenle, özellikle psikoz yelpazesi ve değişen patojenik seyirler açısından bu tür önerilerin genelleştirilebilirliği ne doğrulanmış ne de doğrulanmamıştır.

    Psikozun psikodinamik psikoterapisi terimi, değiştirilmiş psikanalitik psikoterapinin geniş, kapsayıcı ve bütünleştirici bir biçimini ifade etmek üzere düşünülmüştür ve şizofreni psikoterapisinin karşılaştırmalı çalışmalarının (Summers ve Rosenbaum, 2013) veya müdahale etki büyüklüğünün hesaplanabileceği çalışmaların (Gottdiener ve Haslam, 2002) arka planını oluşturmuştur. Psikozun psikodinamik psikoterapisi terimi, değiştirilmiş psikanalitik psikoterapinin geniş, kapsayıcı ve bütünleştirici bir biçimini ifade etmek üzere düşünülmüştür ve şizofreni psikoterapisinin karşılaştırmalı çalışmalarının (Summers ve Rosenbaum, 2013) veya müdahale etki büyüklüğünün hesaplanabileceği çalışmaların (Gottdiener ve Haslam, 2002) arka planını oluşturmuştur. 1990’larda psikoz için psikodinamik psikoterapinin değerini düşüren incelemeler büyük psikiyatri dergilerinde yer aldı (örn. Lehman ve Steinwachs, 1998). Daha sonra, yalnızca bir prospektif karşılaştırmalı çalışma yayınlandı (Harder, Koester, Valbak ve Rosenbaum, 2014; Rosenbaum, Harder ve Knudsen, 2012), bu da olağan tedaviye bireysel psikodinamik psikoterapinin eklenmesinin avantajlarını gösterdi. Daha sonra, yalnızca bir prospektif karşılaştırmalı çalışma yayınlandı (Harder, Koester, Valbak ve Rosenbaum, 2014; Rosenbaum, Harder ve Knudsen, 2012), bu da olağan tedaviye bireysel psikodinamik psikoterapinin eklenmesinin avantajlarını gösterdi.

    Psikodinamik yaklaşımın ortak paydalarından biri, psikozun, psişik gelişimden kaynaklanan ve zihin-beyin diyalektiğine dayanan zihin durumları olarak görülmesidir; bu görüş, 4-10 yıllık anne-bebek gözlem çalışmaları (Stern, 1985, 1994) ve sembolik bütünleşme ve psişik istikrarı ele alan gelişimsel araştırmalarla (Harder ve Rosenbaum, 2015) desteklenmektedir. Psikozun gelişimi çeşitli bilinçdışı yapısal ön koşulları kapsar. Bu, ilginin geri çekilmesi ve acı verici bir şekilde algılanan dünyaya psişik (dürtü) yatırım yapılması anlamına gelen bozulmuş ego işlevlerini içerir; bu durum genellikle travma deneyimleriyle (de Masi, 2009; Kirshner, 2015; Read, Bruce, Moskowitz ve Connolly, 2001; Read ve Ross, 2003), ego parçalanmasını ve bulanık ego sınırlarını içerir (Frosch, 1983; Robbins, 1993). Bu bozukluklar, istikrarlı hedefler ve bakış açıları olmadan narsisistik izolasyona ve tutarsız düşünceye yol açabilir. Bastırma kapasitesinin eksikliği, psişik aygıtı dışarıdan gelen algılardan ve içeriden gelen duyumlardan, düşüncelerden ve duygulardan koruyamama anlamına gelen bir başka ön koşuldur. Bu bastırma eksikliğinin sonucu, güçlü bir kaygı, öfke, umutsuzluk ve aşırı düşüncelilikle boğuşan bir zihin olabilir (Sass, 2014). Üçüncü ön koşul, sembol oluşumunun bozulmasıdır; bu, evrensel veya genel olanı özel veya tikel olandan ayırt etmede ve geçici olarak yanılsamalar oluşturmada zorlukları içerir. Ayrıca, bir şeyin hem “benim” hem de “senin” için bir anlamı olabileceğini ve bu anlamın ikimiz için tam olarak aynı olmayabileceğini anlamakta zorluklar var. Bununla ilişkili olarak, “ben” ve “sen”in hem ayrı hem de yakından bağlantılı özneler olduğunu anlamada, iletişimin içeriğinin rızaya dayalı olarak doğrulanması gerektiğini anlamada ve diğerinin zihnini ve kolektifin zihnini dikkate almada zorluklar vardır. Son ön koşul, özellikle kayıtsız-kaçıngan (dismissive-avoidant) ve düzensiz (disorganized) bağlanma olmak üzere, bozulmuş bağlanma örüntüleriyle ilgilidir. Düzensiz bağlanmanın şiddetli biçimlerinin, psikozla ilişkili çeşitli bozuk gelişim alanlarında yer aldığı varsayılmıştır; örneğin, bozuk duygu düzenlemesi, kişilerarası ilişkilerde zorluklar, öz deneyimin parçalanması ve zihinselleştirme (mentalization) veya üstbilişte (metacognition) ciddi bozukluklar ve ayrıca sanrılar ve halüsinasyonların spesifik psikotik semptomları (Harder ve Rosenbaum, 2015).

    Bu olguların terapistin aklında her zaman bulunması gerekir. Terapistin deneyiminin (umarız) yaratıcı kısmının, müdahalenin belirli anına uygun sözcükler ve sözsüz tutumlarla tercih edilen tekniği oluşturacağı teorik temeli oluştururlar. Aynı zamanda, rutin ve ilham verici müdahaleleri -netleştirmeler, yüzleşmeler veya yorumlar olsun- ayırt edebilen, teorik düşünceden dile getirilen ve dile getirilmeyen göstergelere dönüşümdür.

    Tedavi yaklaşımının tanımı

    Psikoz için destekleyici psikodinamik psikoterapi (DPP), aşağıdakileri içeren birkaç temel ilkeye dayanmaktadır:

    1. İstikrarlı, ancak esnek bir çerçeve

    2. Terapistin karşı aktarıma olan dikkati

    3. Hastanın öznel deneyiminin, duygularının ve kişilerarası dünyasının açıklığa kavuşturulması, psikotik semptomlara içsel ve dışsal nesne ilişkilerinde anlaşılır bir bağlam kazandırma çabaları dahil

    4. Net iletişim ve farklı bakış açılarına dikkat

    5. Terapistin destekleyici tutumu, müdahaleleri açıklığa kavuşturmaya ve anlamaya vurgu yapılması ve genel olarak insan durumu (iletişim, alışkanlıklar, günlük kültürel yaşam deneyimleri, vb.) hakkında anlık psikodinamik psikoeğitimin dahil edilmesi

    Bireysel psikodinamik psikoterapinin çerçevesi ve ortamı (1) istikrarı ve düzenliliği, (2) terapistin empati kapasitesi ve diğer kişinin ruhsal gelişimine yönelik uzun vadeli ilgisi ve (3) terapistin yanlış anlamaları, saldırganlığı ve umutsuzluğu bütünlük, duyarlılık ve yaratıcılıkla sınırlama kapasitesi tarafından tanımlanır. Üstelik, son noktayla ilgili olarak çerçeve, terapistin terapötik seanslarda (geniş anlamda, aktarım) ve terapinin dışında kişilerarası ilişkilerin dinamiklerini kutuplaşma atmosferi yaratmadan netleştirme kapasitesiyle desteklenmektedir.

    Ortam çok katı olmamalıdır, özellikle psikotik kriz zamanlarında. Seansların uzunluğu değişecektir; bazı seanslar daha sohbetvari bir atmosfer içerecektir (ancak terapistin tarafından alakasız ifadeler olmadan), diğer seanslarda ise terapist daha sessiz olabilir ve hastanın yönlendirmesine izin verebilir. Bazı seanslarda hasta hareketsiz oturamaz ve odanın içinde hareket etmek zorunda kalır ve terapist bunun nedenlerini araştırmanın yollarını bulmalı ve aynı zamanda hastayı sakinleştirmelidir. Terapistin tutumu genel olarak hastanın durumuna göre değişmelidir. Terapist, yüz ifadesi, jestler, ses, gayriresmî tavır ve genel tavırla, bir insanın (terapistin) psikozdaki bir kişiyle temas kurmak istemesi gerçeğinin otomatik olarak uyandırdığı korkuyu ortadan kaldırmak için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Bazı terapistler, hastanın izin vermesi halinde, önemli aile üyelerini görmenin bir avantaj olabileceğini de öne sürerler. Bu tür görüşmeler, tüm katılımcıların durum hakkındaki hislerini ve görüşlerini şimdi ve burada açıkça ifade etme şansına sahip olabileceği ve ara sonuçlara hastanın huzurunda ve onayıyla ulaşılabileceği psikoterapötik yönelimli ihtiyaç-uyarlamalı tedavi (Alanen, Rakkölainen, Laakso, Rasimus ve Kaljonen, 1986) biçimini alabilir.

    Karşı aktarım tepkileri riski, psikotik zihin durumlarındaki kişilerin tedavisinde, nevrotik ve borderline zihin durumlarına sahip kişilerin tedavisinden daha fazladır (her ne kadar ikinci kategorideki hastalar sıklıkla terapiyi etkileyen büyük karşı aktarım sorunları yaratsa da). Fromm-Reichmann (1959, s. 215) sorunları şu şekilde formüle eder: “Şiddetli kaygı, içe kapanık yalnızlık, saldırgan nefret ve psikotik hastanın iyileşmemesi terapistlere bulaşıcı olabilir.” Hastanın sembol oluşumunun bozulması (yukarıya bakınız) terapistin karşı aktarım duygularını doğru şekilde kullanmasını zorlaştırır. Birincisi, terapistin bilincinde genellikle uygun şekilde ele alınamayacak kadar geç ortaya çıkarlar (saf bilinçdışı fenomenler olarak başlarlar); ikincisi, kişinin karşı aktarım karmaşasını, öfkesini ve kaygısını dönüştürme yolları, hastanın iletişim zorlukları tarafından engellenir. Terapinin tüm süreci boyunca destekleyici psikodinamik bir tutumun terapistin tarzına yerleştirilmesi gerekir. Bazı ilkeler:

    1. Hastanın ifadeleri, “normal” veya “patolojik” olmalarına bakılmaksızın, düzeltilmesi gereken öznel gerçekler olarak algılanmakta ve açıklığa kavuşturulması ve araştırılması gereken bir şey olarak ele alınmaktadır.

    2. Hastanın sorunu her zaman apaçık, sağduyulu ve basitçe öğrenilmemiş olandan daha fazlası olsa da, terapinin içeriği diyalogda konuşulan konulara mümkün olduğunca odaklanarak ve açık referanslarla yapılmalıdır. Terapist dilin çok anlamlı ve çağrışımsal doğasının farkındadır ancak aynı zamanda çok anlamlılığın ve çok fazla çağrışımın hasta için kafa karıştırıcı olabileceğinin de farkındadır.

    3. Terapist, hastanın somut kişilerarası ilişkilerdeki duygularını, tutumlarını ve öznel niyetlerini anlamlandırmasına ve daha iyi anlamasına yardımcı olmalıdır. Çoğu zaman, etkileşimlerde adım adım netleştirmek, kişilerarası dinamikleri (örneğin, neler olup bittiği ve neyin kaçınılmış olabileceği) anlamakta yardımcı olabilir; ancak diğer zamanlarda, adım adım yöntem çok fazla bilgiye yol açabilir ve o anda hazmedilemez olabilir.

    4. Hasta ile terapist arasındaki farklı bakış açıları asla yerleşik pozisyonlara, saldırgan savunmacı saplantılara veya başka herhangi bir kutuplaşma biçimine dönüşmemelidir.

    5. Terapistin devam eden görevi, hastanın dinlendiğini hissetmesini sağlamak için hastayla görüşmeyi yapılandırmaktır. Bu da, içsel güvenliği artırarak, hastanın yalnızca terapistin bakış açılarını değil, aynı zamanda hastanın kendi bakış açılarını da dinlemeye başlamasına yardımcı olabilir.

    6. Yapıyı güvence altına almanın amacı, dağılma ve çöküşü dengelemek ve hastanın olumsuz ve kendini aşağılayıcı tutumunu dengelemektir.

    7. Son olarak, terapistin tutumu, gerektiğinde ve hastanın acı dolu zihin durumunu kontrol altına almak için, açıklamalar, onaylamalar ve öneriler gibi değiştirilmiş psikanalitik tekniklerin kullanımını; uyarlanabilir stratejileri en üst düzeye çıkarmayı ve hasta aktivitelerini teşvik etmeyi; ve hastanın psikotik mekanizmaların bireyde ve diğerleriyle belirli etkileşimlerde psikolojik olarak nasıl çalıştığını ve diğer insanların nasıl tepki vermesinin beklenebileceğini (sağduyulu tepkilerle) anlamasına yardımcı olmayı kapsamalıdır. Bu tür müdahalelere anlık psikodinamik psikoeğitim adı verilebilir.

    İlk oturumlar

    Başlangıç ​​aşamasının temel hedefleri, hasta ile yapıcı bir çalışma ilişkisi kurmak, hastanın hem travmatik hem de yararlı olaylarla ilgili geçmişine dair bir anlayış geliştirmek ve hastanın semptomlarını öznel deneyimi ve sosyal işleyişi bağlamında konumlandırmaktır. İlk görüşmede, terapistin hastayı bir insan olarak ve hastanın şu anki acı verici durumuyla anlamlı bir şekilde ilişkilendirilebilecek bir geçmişe sahip bir kişi olarak anlamakla ilgilendiğine hastayı ikna etmek önemlidir.

    Bana kendinizden bahsedebilir misiniz, böylece sizi olduğunuz kişi olarak daha iyi tanıyabilirim? Hayatınızın gidişatıyla ilişkili olarak, kendiniz ve hayatınızdaki sorunlar hakkında görme ve düşünme biçiminizin özellikleriyle ilgili ne hissettiğinizi duymakla ilgileniyorum.

    İşbirlikçi bir atmosferde terapist ve hasta, gelişimsel psikopatoloji fikirlerine göre (Cicchetti ve Cohen, 2006) hastanın normal ve patolojik yönlerini de içeren yaşamının anlatısal bir biyografisini geliştirirler. Bunlar hastanın mevcut kişilerarası sorunlarının dinamikleri, ilişkili patolojik yas süreçleri (örneğin arkadaş kaybı, günlük işlevlerin kaybı, güvenliğin kaybı) ve kaygı nedeniyle savunma deneyimleri hakkındaki hipotezleri içerir. Yararlı sorular şunları içerebilir:

    En önemli sorunlarınızın neler olduğunu düşünüyorsunuz?

    Sorunlarınızın nereden kaynaklandığını düşünüyorsunuz?

    Hangi durum(lar) sorunlarınızı veya semptomlarınızı kötüleştirebilir ve bunları ne hafifletebilir? Sorunları çözmeye kimin veya neyin yardımcı olabileceğini düşünüyorsunuz?

    Sizce tanımadığınız profesyonellerden, başka kişilerden yardım almanız gerektiği sonucuna varmanıza yol açan durumun ne olduğunu bana söyleyin. Bu sonuca sizin ulaştığınızı mı hissettiniz yoksa başkalarının vardığı sonuçların size dayatıldığını mı hissettiniz?

    Bir tarafta önemli olayların (nesnel olarak) anlatıldığı (yani, üçüncü şahıs bakış açısından görülen olaylar) ve diğer tarafta (öznel olarak) anlatıldığı bir hayat çizgisi çizmek (örneğin, “Bu anı—o anı gerçekleştiğinde nasıl deneyimlediğinizi düşünüyorsunuz ve bugün nasıl deneyimliyorsunuz? Günlük hayatınızda sizin için ne anlama geliyor?”). Nesnel ve öznel olarak tanımlanan bu olaylar, hastanın günlük yaşamında ve aktarımda neler olduğuna dair anlayışını yapılandıran ve renklendiren içsel nesne ilişkilerinin anlaşılması için kılavuz işlevi görebilir.

    Semptomların hastanın gelişimsel seyri bağlamında da araştırılması ve anlaşılması gerekir. Örneğin, ses halüsinasyonlarını araştırırken terapist aşağıdakilere benzer sorular sorabilir:

    Sesler ne zaman sizinle konuşmaya başladı? Ne dediler? Mesajları sizin için anlamlı mıydı? Sesler başladığında hayatınızda neler oldu? Bu yaşam olayları ile seslerin mesajları arasında bir bağlantı buluyor musunuz? Sesler en başından beri düşmanca mıydı yoksa nazik mesajlarla, hatta belki de sizin için yararlı mesajlarla mı başladı müdahalelerine? Sesler daha düşmanca ve zulüm edici hale geldiğinde hayatınızda neler oluyordu?

    Bu tür sorular hastanın dünyayı halüsinasyon yoluyla algılama biçimini düzeltmek için değildir. Bilakis, halüsinasyonların dinamiklerini (potansiyel olarak içsel ve dışsal nesne ilişkilerinin dinamiklerini yansıtması açısından) anlamak için gerekli açıklamalardır. Bu açıklamalar yalnızca terapistin hayal gücünü bilgilendirmek için değil, aynı zamanda hastanın, halüsinasyonların daha az veya çok travmatik türden daha önce kaydedilmiş deneyimlere gömülü psişik fenomenler olduğu anlayışını yavaş yavaş ilerletmek için de tasarlanmıştır. Dolayısıyla böyle bir araştırmanın amacı sıradan bir psikiyatrik tanı görüşmesinin amacından farklıdır.

    İlk seanslarda terapistin hastaya üzüntü, yalnızlık, saldırganlık, intihar dürtüleri ve diğer kendini yıkıcı ve şiddet içeren düşünce ve eylemlerden oluşan insani duygusal repertuarın yanı sıra aynı zamanda yaratıcı yaşam yönlerine de ilgi duyduğunu ve bu konulara gerçekten ilgi duyduğunu hissettirmek önemlidir (örneğin müzik, dans, resim, spor, tiyatro, film, edebiyat). Terapist, hastanın zihnine, terapistin hastanın günlük hayatına hakim olduğu dönemde hasta için anlamlı olsa bile, hastanın kendini yok edici yönlerin gerçekleştirilmesini önlemeye hazır olduğu fikrini koymak ister. Terapistin, hasta ile birlikte, belirli bir düzeyde istikrara sahip terapötik bir ittifakın yaratılması için olanakları ve engelleri netleştirmesi de aynı derecede önemlidir. Terapist farklı açılışlar kullanabilir, örneğin aşağıdaki gibi sorularla:

    Planlanan toplantılarımıza katılmamanıza ne sebep olabilir? Şu anda sizde çok fazla iğrenme yaratacağını düşündüğünüz ve psikoterapiden uzak durmanıza sebep olabilecek konular var mı? Seanslara gelme konusunda yaşadığınız olumsuz duyguların üstesinden gelmenize yardımcı olmak için ne yapabilirim?

    Elbette, tüm bu soruları tek bir araya sıkıştırılmış cümlede sormak, tedavi edici değildir. Terapist önemli olduğuna inandığı bir soru sorduğunda cevaplar araştırılmalıdır; araştırmanın derinliği hastanın ruh haline ve terapistin becerilerine bağlıdır. Başlangıç ​​aşaması, terapistin hastanın zihin durumuna yanıt vermesini içeren yaratıcı bir çalışma biçiminin geliştirilmesini içerir; örneğin hasta bunu tolere edebiliyorsa daha keşfedici hale gelir. Bu tür keşifler terapistin deneyimine, uzmanlığına ve sezgisine bağlıdır. Hastanın bir yolculuğa başlamak için kendini yeterince güvende hissetmesini sağlamak ve hastanın zihinsel yaşamına umut getirmek için farklı metaforlar çalışma araçları olarak kullanılabilir.

    Terapinin ilk aşamasında, iletişimde söylenenler, kelimelerin ne anlama geldiği ve ifadelerin ne için kullanıldığı konusunda fikir birliği ve fikir ayrılığı temel unsurlardır. Bu aşamada terapistin hasta ile yüzleşmekten ziyade, onunla bir araya gelme fırsatlarını araması gerekir. Özellikle tedavinin erken evrelerinde yaşanan anlaşmazlık, ilişkiyi sonlandırma çağrışımlarına sahip olma eğilimindedir ve sıklıkla tedavinin erken sonlandırılmasıyla sonuçlanır (Robbins, 1993). Dolayısıyla yüzleşmeler terapinin daha çok orta evresine aittir.

    Orta aşama

    Tedavi aşaması olarak semptomlar ve çatışmalar üzerinde daha odaklı çalışmalar yapılması ve kendini anlama, psikodinamik psikoterapinin orta aşaması için psikozlu bireylerde özellikle zor olabilir. Ne kalkış kıyılarının ne de varış kıyılarının görülemediği ve konumlandırılamadığı açık okyanusta yön bulmak, hem terapistler hem de hastalar için büyük bir zorluktur. Semptomların üstesinden gelmek, onları belli bir mesafede tutabilmek anlamına gelir; bu da semptomların güçlendirildiği veya hafifletildiği kişilerarası senaryolardaki işlevlerinin anlaşılması anlamına gelir. Terapistin semptomları her zaman kişilerarası bağlamda (aktarım dahil) netleştirmesi ve analiz etmesi önerilir. Ancak zamanlama çok önemlidir. Bazen hastalar semptomlarını sosyal bir bağlam içinde anlamak istemezler. Travma ve yetersiz bağlanma deneyimleri sonucunda duygusal olarak anlaşılamama duygusuna kapılan hastalar, semptomlarını yabancı ve acı verici, bir an önce kurtulmaları gereken, hakkında konuşmak istemedikleri bir şey olarak görmek isteyebilirler. Semptomlarından kurtulmak istemeleri ancak bunu nasıl yapacaklarını bilmemeleri ve aynı zamanda terapistin güvenilir olmadığını hissetmeleri arasındaki bu paradoks, terapistleri sıklıkla zorlayan ve çıkmazlara yol açan durumlar yaratır. Bu tür evrelerde veya anlarda psikotik deneyimlerin ve kaygı uyandıran çatışmaların araştırılmasını önemsizleştirmek ve bunun yerine hastanın daha iyi bir yeniden sosyalleşme elde etmek için mümkün olduğunca güvenlik hissini güvence altına almaya odaklanmak daha önemli olabilir.

    Bu terapi anlarında karşı-aktarım duyguları merkezi öneme sahip olur. Sonuç olarak, majör psikotik semptomların baskın olduğu durumlarda bile, terapistin, kendiliğin gelişiminin hastaya ilaç etkisinin ötesinde nitelikler sağlayabileceğine güvenmesi gerekir. Terapistlerin hastanın kişiliğinde normal işleyen bazı unsurların varlığına güvenmeleri (Bion, 1957; Freud, 1940; Lotterman, 2015; Summers ve Martindale, 2013) ve bu daha aklı başında unsurları tutarlı ve açık bir şekilde desteklemeleri gerekir. Terapistin amacı hastanın sağlıklı tutum ve düşüncelerini genişletmesine ve psikotik işleyişini azaltmasına yardımcı olmaktır. Kısa bir örnek şöyle açıklanabilir:

    Bir hasta seansa şiddetli halüsinasyonlar görerek geldi, muayene odasında huzursuz ve kaygılı bir şekilde dolaşıyor ve göz teması kurmuyordu. Seansa (Danca) “üzgün hissediyorum”, “Üzerime basıyorlar”, “Beni yiyorlar”, “Uzaklaşıyorlar ve üstümde yürüyorlar” diyerek geldi. Terapist sakin bir şekilde dinledi ve yumuşak bir sesle, “Kulağa korkunç geliyor.” dedi. Sana yardım edeceğim ve seni koruyacağım. Bu odada kendini güvende hissedebilirsin.” Yarım saat sonra hasta sakinleşip sandalyeye oturdu ve terapist hastadan başına gelenleri anlatmasını istedi. Arabasını (Küçük bir Morris Maskotu) büyük bir kamyonun arkasında nasıl sürdüğünü (parça parça da olsa) anlattı. Aniden, kamyonun içinde yüzlerce ölü domuzun cesedinin bulunduğu ve bunların kamyondan düşüp kendisini gömdüğü fantezisi onu ele geçirdi. Arabasını terapistin muayene odasının yakınına park etmeyi başardı ama birkaç yüz metre yürümek zorunda kaldı. Sokakta yürürken büyük siyah bir plastik poşet taşıyan bir adam gördü ve hemen bu poşetin içinde küçük parçalara ayrılmış iki çocuğunun olduğunu düşündü. Bu korkunç deneyimden sonra sokak tabelasına baktığında içinde bir kaos hissetti ve sanki dünya başına yıkılmış gibi hissetti. Terapistin olayı daha detaylı incelemesiyle, gördüğü sokak tabelasındaki ismin parçalı bir şekilde algılandığı ortaya çıktı. Kurduğu cümlelerin hepsi sokağın isminden kaynaklanıyordu ve hasta bu bilgiyle bir nebze daha sakinleşmişti. Terapist bu seansta olaya ilişkin anlayışını daha da ileri götürmedi ve hastanın cümlelerini, bedenini somut bir şekilde işgal ettiğini sık sık hissettiği çocuklarını büyütme konusunda bir önceki seansta gösterdiği korkuyla ilişkilendiren yorumlayıcı bir çağrışım yapmaktan kasıtlı olarak kaçındı.

    Bu kısa öykü, terapistin öncelikle temel bir duygu düzenleme kapasitesinde işlev görmeyle ilişkili duyguları yönetmesinin ve sunulabilecek yorumun kapsamını ve derinliğini izlemesinin ne kadar önemli olabileceğini göstermektedir. (Burada terapistin hastanın cümlelerini veya anlatılarını dinlerken aklında her zaman en azından bazı olası yorumların bulunduğunu varsayıyorum.)

    Psikoterapist için semptomları ilkel savunma mekanizmaları ışığında anlamak ve bu anlayışı sonraki müdahalelerde uygulamaya koymak zorlayıcıdır. Bununla birlikte, çalkantılı dönemlerde dengeyi yeniden sağlayabilecek önemli bir müdahale, hastanın savunma mekanizmalarının somut durumda onu korumak ve ona yardımcı olmak için var olduğunu hissetmesini sağlamaktır. Hastalar daha sonra savunmacı tutumlarının, kendiliğin bütünlüğünü korumada uyarlanabilir ve psikolojik açıdan değerli bir işlevi olduğunu fark edebilirler. Terapinin ilerleyen evrelerinde terapist, hastaya gelecekte başka tutumların, hatta bazı savunma örüntülerinden vazgeçmenin bile bir olasılık olabileceğini aktarabilir. Bu değişikliklerin zamanlaması dikkatle seçilmeli ve gereksiz endişe ve karışıklığa yol açmadan teşvik edilmelidir. Savunma mekanizmalarının olumlu ve olumsuz yanları, hastanın terapinin orta evresinde yavaş yavaş farkına varacağı bir şeydir. Bu, terapistin hastanın kişiliğinin sağlıklı yönlerini harekete geçirmesine yardımcı olmasıyla birlikte gerçekleşebilir. Buna hastanın sosyal iletişimin farklı durumlarında kendi gerçekliğini tanımlamasına yardımcı olmak, hastanın hayatına yönelik perspektifleri geliştirmek ve mevcut olgun savunma mekanizmalarını kademeli olarak desteklemek dahildir. Kısacası, hastanın kişilerarası tutumlarındaki değişiklikler – daha fazla açıklık, daha fazla güven, sosyal bir gelecek için daha kişisel fikirler – hastadan terapiste gelen, savunma mekanizmaları hakkında daha ayrıntılı bir şekilde konuşmanın zamanının geldiğine dair işaretlerdir.

    Yukarıda da belirtildiği gibi, yüzleştirmeler birinci evreden ziyade orta evreye aittir. Yüzleştirme, hastanın kabul etmek istemediği bir şeye değinir veya hastanın kaçınma ya da küçümsemesini (minimization) tespit eder (Gabbard, 2014). İkincisi, psikoz psikoterapisinde önem taşır. Yüzleştirmeler, genellikle hastanın ve terapistin belirli durumlar ve bunların altında yatan dinamikler hakkındaki bakış açıları arasındaki anlaşmazlıkları ortaya çıkarır ve/veya bu anlaşmazlıkların altında yatar, örneğin bir hastaya şunu söyleyerek, ‘’Babanızın cenazesine katılmayarak, korkunuzun egemenliğine boyun eğebilir ve terapimizde sıkı çalışmanız sonucu elde ettiğiniz ilerleme hissini sürdürebilirsiniz. Ailenizin bakışlarının artık sizi rahatsız etmeyeceğini birkaç kez söylediniz ve bunun arkasındaki nedenleri birlikte araştırdık, öyleyse neden kendi sözlerinize karşı geliyorsunuz?’’ hastanın kaçındığı şeyi veya önceki seanslarda aldığı kendi kararlarına nasıl ters düştüğünü gösterir.

    Bazen terapist hastaya destek ve yardım amaçlı ifadelerle müdahale ettiğinde, hasta terapistin sözlerini kafa karıştırıcı ve sakıncalı olarak deneyimleyebilir. Hasta, terapistin kendisine anlamsız görünen veya zararlı ifadeler dayatmasına öfkeyle bile tepki verebilir. Bu gibi durumlar, terapistin, yardım etme niyetiyle söylediği sözlerin hastada istenmeyen bir ruh haline yol açtığını kabul etmesini gerektirir.

    Psikoz için DPP, hastanın çağrışımlarının seansta çalışılacak temalar ve konular için yol açtığının düşünüldüğü serbest çağrışım analitik ilkesini takip eder. Ancak geleneksel psikanalitik terapiden farklı olarak DPP’de seansları yapılandıran terapisttir. Böylece terapist, değerlendirmede ve terapinin ilk evresinde ortaya çıkan bozulmuş dinamikleri seanslara çekme sorumluluğunu üstlenir. Ayrıca, sorunların ne kadar ve hangi ölçüde çözülebileceğine seanslar sırasında karar vermek terapistin sorumluluğundadır. Terapist, hastanın kendini tekrarlamaya başladığını veya daha kaygılı hale geldiğini hissettiğinde, bazen seansın ortasında bile, “Az önce konuştuklarımız son derece önemli ve bugün de buraya kadar geldiğimizi düşünüyorum” şeklinde ifadeler kullanabilir. Elbette, bu yapılandırma müdahalesi hakkında fikir birliğine varmak önemlidir, tıpkı terapistin süreklilik yaratma becerisi gibi: “Bu önemli konuyu konuşmadan önce, ilgilenmemiz gereken başka bir konuya değindiniz…” Burada yine terapistin duyarlılığı ve dinleme kapasitesi söz konusudur: Psikotik ruh halindeki hastalarla psikoterapide olmazsa olmaz olan, doğru zamanda, doğru sözcüklerle, uygun ve sakinleştirici prozodi, beden hareketleri ve yüz mimikleriyle müdahale etmektir.

    Sonlandırma aşaması

    DPP’nin sonlanma aşaması, tedavi süresince yapılan çalışmaların gözden geçirilmesi ve sentezlenmesini içerir. Terapinin bitiminden 3-6 ay önce terapistin, tedavi süresince bugüne kadar yapılanları özetlemesi gerekir. Psikotik deneyimlerin aktarım ve anılarının etkisi altında olan bir kişi için uzun süreli bir terapinin çok sayıda öğesini birbirinden ayırmak ve sentezlemek zordur. Bu nedenle terapist, hastanın terapinin başlangıcındaki genel görünümü ve zihinsel durumuyla ilgili anıları, hastanın ruhsal gelişimi tamamlandıktan sonraki şu anki görünümüyle karşılaştırmaya yardımcı olabilir. Hastanın olumlu gelişiminin yörüngeleri vurgulanmalıdır. Hastanın buna verdiği yanıtlardan sonra terapist, hastanın sonlandırma sonrasında da farklı biçimlerde başa çıkması, düşünmesi ve karşılaşması gereken arda kalan sorunlar olduğunu ekleyebilir. Terapist ve hasta, hastanın kalan semptomlarla nasıl başa çıkabileceği konusunda konuşmak için zaman ayırmalı, hangi stratejilerin kullanılabileceğini ve neden kullanılabileceğini ve hangi önlemlerin neden alınabileceğini göz önünde bulundurmalıdır.

    Terapist ayrıca hastaya terapistin yardımcı olma ve yardımcı olmama tarzı, dinleme biçimleri vb. hakkında yorum yapma olanağı vermelidir. Terapide sonuna kadar devam eden hasta, terapisti eleştirmekten çekinecektir. Terapist, hastayı etkilemiş olabilecek bazı hataların altını çizerek, hastanın bundan bir şeyler öğrendiğini hissettirebilir.

    Psikoz yaşamış ve terapiye devam etmiş kişinin ayrışma-bireyleşme sürecini bunaltıcı ve dayanılmaz bir süreç olarak deneyimleyeceğine inanıyorum. Bunun birçok nedeni var. Birincisi, şizofrenik psikoz durumları, sembolik düzenin işlevinin hayali düzeni geçersiz kılmada başarısız olduğu simbiyotik zihin durumlarındaki bir yaşamı yansıtır (Fink, 1997, s. 87-90). Kişinin düşünceleri ve duyuları, kendi iç dünyasının bir yansımasına yakalanır ve bu yansımada kendilerini zulmedici ve kafa karıştırıcı şekillerde yansıtır ve tanımlar (yansıtmalı özdeşim). Bu simbiyotik hapishaneden (ya da Meltzer’in (1994) adlandırdığı gibi claustrumdan) çıkış yolları, ayrışma-bireyleşmeye doğru, istemli öz-yönetimin, istemli düşünce ve dikkat yönetiminin (Shapiro, 2000) ve otobiyografik benliğin genişletilmiş bilincin işlevlerine katılma kapasitesinin baskınlığının (Damasio, 1999)1 artması anlamına gelir. Gelecekteki sosyal koşullar hastanın hayatında dikkat noktasına (the field of attention) çizildiğinde ayrışma bireyleşme çalışması son derece yardımcı olabilir: iyi bir liderliğe sahip iş yerleri bulmak, cazip kabul edilen bir eğitim kursuna gitmek, normal yaşamda sosyal karşılaşmalar içeren erkek ve kız arkadaşlarla ortamlara katılmak, destekleyici eşler bulmak, kendi ailesinde olumlu değişiklikler yaşamak, vb.

    Destekleyici psikodinamik psikoterapi için deneysel kanıt: Danimarka Şizofreni Projesi

    Psikoz için psikodinamik psikoterapiye yönelik geçmişteki kötümser tutumlara rağmen, birçok klinisyen ve araştırmacı bu konunun kesin olmayan deneysel statüsünün farkında olmaya devam etmiştir. Psikodinamik terapinin psikozdaki rolünü keşfetme çabaları böylece devam etti. Bu tür çabalardan biri, ilk şizofreni spektrum bozukluğu olan hastalarda psikoz için psikodinamik psikoterapiyi standart tedaviyle karşılaştıran Danimarka Şizofreni Projesi’dir (DNS-II) (Rosenbaum ve diğerleri, 2012). Çalışma, seçilmemiş, ardışık olarak sevk edilen hastaların prospektif, karşılaştırmalı, boylamsal, çok merkezli bir araştırması olarak tasarlanmıştır. Hastalar, olağan tedaviye ek olarak DPP (bireysel psikodinamik tedavinin kılavuzlanmış bir biçimi) veya yalnızca olağan tedavi (TaU) ile tedavi edildi. Bu modalitelerden herhangi biri için hastaların önceden seçilmesi söz konusu değildi; tek seçici faktör hastaların ev adresleriydi. Her iki grupta da üniversite/üniversite dışı bölümler ve kırsal/kentsel bölümler yer alıyordu. Semptomlar ve fonksiyonel sonuçlar Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS) ve İşlevselliğin Genel Değerlendirmesi (GAF) ölçeği kullanılarak ölçüldü. Çalışmaya 18-35 yaş aralığında 269 yatan hasta dahil edildi ve bunların %79’u 2 yıl sonra çalışmada kalmaya devam etti. Psikoterapi grubunda (119 hasta) PANSS ve GAF puanlarının her ikisinde de önemli iyileşmeler görüldü ve katılımdan sonraki 2 yıllık takipte büyük etki boyutları elde edildi. Ayrıca, GAF fonksiyonunda (P = .000) ve GAF semptomunda (P = .010) iyileşme, TaU ile kombinasyon halindeki DPP’yi, yalnızca TaU’ya kıyasla önemli ölçüde destekledi. Bu farklı etkiler devam etti; ancak 5 yıllık takipte anlamlı bir düzeyde sürdürülemedi (Harder ve ark. 2014). Bu, diğer karşılaştırmalı, 5 yıllık takip araştırmalarının bulgularıyla tutarlıdır. Bu bulgular DPP’nin psikoz tedavisinde umut vaad ettiğini gösterirken, daha fazla araştırma için önemli soruları da beraberinde getiriyor: 2 yıllık aktif müdahale çok mu az? Bazı hastalara sadece 2 yılda önemli ölçüde yardım edilirken, diğerlerine hiç yardım edilmiyor mu ve böylece grubun homojenliğini varsayarak psikoterapi müdahalesinin farklılaştırılmış etkilerine ilişkin olası bir içgörüyü kaybediyor muyuz?

    1Damasio (1999, s. 230) bu işlevleri güzelce özetler: yararlı eserler yaratma, diğerinin zihnini düşünme, kolektifin zihinlerini hissetme, sadece acıyı hissetmek ve ona tepki vermek yerine acıyla acı çekme, kendinde ve ötekinde ölüm olasılığını hissetme, hayata değer verme, haz ve acıdan ayrı bir iyilik ve kötülük duygusu inşa etme, ötekinin ve kolektifin çıkarlarını hesaba katma, sadece haz hissetmenin aksine güzelliği hissetme, duyguların uyumsuzluğunu ve daha sonra gerçeklik duygusunun kaynağı olan soyut fikirlerin uyumsuzluğunu hissetme. Genişletilmiş bilincin bu işlevleri, Lacancı sembolik düzenin işlevlerine paralel görünüyor (Fink, 1997), bunun önemi sonlandırma aşamasının bir ölçüsü olabilir.

    Özet

    Psikozun ciddi doğası göz önüne alındığında, bu alanda mümkün olduğunca çok sayıda potansiyel olarak yararlı müdahaleye ihtiyaç duyulmaktadır. Psikoz yalnızca düşünme, hissetme ve muhakeme işlevlerine değil, aynı zamanda, hatta daha da önemlisi, kişinin kendilik kavramına saldırır. Psikodinamik yaklaşımda, terapist ve hastanın işbirliği esas olarak kişinin hastanın kendiliğine ilişkin kavrayışı, anlayışı ve hisleriyle, aktarımda göründüğü şekliyle, öznelerarası ilişkiyle (içsel nesne ilişkisi), kişilerarası ilişkiyle (sosyal olarak iletişim kuran kendilik) ve kendiliğin sembolik bütünleşmenin daha fazla baskınlığına doğru gelişimiyle ilgilenir. Sınırlılıklara rağmen DNS-II çalışması, şizofreni birinci epizod psikozlu hastaların tedavisinde psikodinamik psikoterapinin dahil edilmesinin lehinde konuşmaktadır. Çalışma, ayrıca psikodinamik psikoterapinin genel olarak zararlı etkileri hakkındaki tekrarlanan klişeyle de çelişiyor.

    Bilimsel metodolojiye gelince, sonunda kendimize iyi bir terapiyi değerlendirmek için ne tür ölçütler kullanacağımızı sormalıyız. Klinik iyileşmenin özellikleri nelerdir ve bu mutlaka hastanın kişisel yaşamındaki iyileşmeyle örtüşmeyebilir mi? Dahası, bu yaşam değişikliklerine ana katkıda bulunanları belirlemeye devam etmeliyiz: terapistin becerilerinin, aile ve/veya arkadaşlarla olan durumun ve/veya diğer istikrarlı sosyal koşulların hangi kombinasyonu? Psikodinamik yaklaşım ayrıca, psikozdan önceki kişilik gelişimi için 0 ila 16 yaş arasındaki yaşam yıllarının önemini ve psikoz gelişimi üzerindeki etkilerini göz ardı edip etmememiz gerektiğini sorgular.

    Bu tür sorular, geçmişi, bugünü ve geleceği hasta için öznel olarak anlaşılabilir anlatılara bağlayan psikodinamik bir yaklaşım gibi bireysel ve bütünsel bir yaklaşımı destekler. Bazı Avrupa ülkelerinde (Danimarka, Norveç, Almanya) psikoz psikoterapisinde yıllık kurslar halihazırda mevcuttur ve psikoz hastalarına tüm farklı evrelerinde ve fenomenolojik görünümlerinde yardımcı olabilecek psikodinamik yaklaşımlar için daha fazla ampirik kanıt oluşturmak amacıyla girişimlerde bulunulmaktadır.

  • Çocuk Psikodinamik Terapisi: Tedavi Geliştirilmesinde Çağdaş Eğilimler (16. Bölüm)

    Çocuk Psikodinamik Terapisi: Tedavi Geliştirilmesinde Çağdaş Eğilimler (16. Bölüm)

    Geoff Goodman1,2  ve Nick Midgley3

    1Klinik Psikoloji Doktora Programı, Long Island Üniversitesi, Brookville, NY, Amerika Birleşik Devletleri, 2Psikanalitik Eğitim ve Araştırma Enstitüsü, NY, Amerika Birleşik Devletleri, 3Anna Freud Ulusal Çocuk ve Aile Merkezi, University College London, Londra, Birleşik Krallık

    Çocuk psikodinamik terapisi (CPDT), en azından Hug-Hellmuth (1921), Klein (1923) ve Freud (1928) çocukların iç dünyalarına terapötik amaçlarla girmekte çocuk oyununu ilk kullandıkları tarihten bu yana var olmuştur. Neredeyse 100 yıl sonra, bu psikodinamik öncülerinin ilk kez kullandığı tedavi, psikodinamik terapinin (PDT) tüm alanıyla birlikte değişmiştir; ancak çocuk ruh sağlığı alanında çalışan birçok kişi, çağdaş psikodinamik gelişmeleri anlamakta hala görece az bilgiye sahiptir. Şüphesiz, CPDT’nin etkinliğini değerlendiren araştırmalar, yetişkinlerle PDT veya bilişsel-davranışçı terapi (CBT) gibi diğer çocuk tedavi yöntemlerini değerlendiren araştırmalardan çok daha azdır. Bununla birlikte, artık bu alandaki kanıtları inceleyen bir dizi anlatısal inceleme yayımlanmıştır (örneğin, Fonagy ve ark., 2015; Midgley, Ensink, Lindqvist, Malberg ve Muller, 2017; Midgley ve Kennedy, 2011; Midgley, O’Keefe, French ve Kennedy, 2017; Palmer, Nascimento ve Fonagy, 2013). Bu incelemeler topluca, CPDT’nin değerine dair iyi bir ön kanıt sunmaktadır. Şu ana kadar yapılmış tek meta-analizde (Abbass, Rabung, Leichsenring, Refseth ve Midgley, 2013), kısa süreli CPDT’nin anksiyete, başlangıç aşamasındaki borderline kişilik bozukluğu, depresyon, yeme bozuklukları ve karmaşık bozukluklar gibi çok çeşitli psikiyatrik tanılar için etkili olduğu bulunmuştur. Kısa süreli CPDT ayrıca tedavi sonrasında kalıcı değişikliklerle ilişkilendirilmiş, bu da yazarların “kişisel ve psikolojik gelişim için belirli engellerin bu müdahalelerden olumlu bir şekilde etkilendiği” sonucuna varmalarına yol açmıştır (Abbass ve ark., 2013, s. 873).

    Artan sayıda araştırmacı, CPDT sürecini anlamaya ilgi duymaktadır (bu konudaki bir değerlendirme için bkz. Midgley, 2007) ve CPDT’nin nasıl işleyebileceğine dair mekanizmaları araştıran çalışmalar yapılmıştır. Çocuk psikoterapisi süreci Q-Set’in yakın dönemde geliştirilmesi (CPQ; Schneider, 2004; Schneider & Jones, 2004), özellikle ampirik olarak bilgilendirilmiş tek vaka çalışmaları (örneğin, Gastaud, Carvalho, Goodman & Ramires, 2015; Goodman, 2015; Goodman & Athey-Lloyd, 2011; Goodman, Midgley & Schneider, 2016; Goodman, Reed & Athey-Lloyd, 2015; Ramires, Carvalho, Schmidt, Fiorini & Goodman, 2015; Ramires, Godinho, Carvalho, Gastaud & Goodman, 2017; Ramires, Schwan & Midgley, 2012; Schneider, Midgley & Duncan, 2010) aracılığıyla bu araştırma alanının gelişmesine olanak sağlamıştır.

    Vaka çalışması araştırmalarının gelişmesine karşın, CPDT’yi değerlendiren klinik deneylerin görece az olmasının bir nedeni, uygulayıcıların çalışmalarını tedavi kılavuzları şeklinde sistematize etmeye isteksiz olmalarıdır; çoğu yeni gelişme, anlatısal vaka çalışmaları veya klinik raporlar şeklinde tanımlanmaktadır. Bu durum kısmen, tedavi kılavuzlarının psikodinamik yaklaşımın zenginliğini ve inceliğini tam olarak yansıtamayacağı korkusuyla ilgilidir (Wallerstein, 2003), ancak bunun sonucu olarak, CPDT’deki çağdaş gelişmelerin, çocuk ruh sağlığı alanındaki uygulayıcılara açık bir şekilde iletilmesi daha zor hale gelmiş ve CPDT yaklaşımlarını, tedavi spesifikasyonu genellikle gerekli olan rastgele kontrollü deneyler (RCT’ler) kullanarak değerlendirmeyi çok daha zorlaştırmıştır.

    Bununla birlikte, çağdaş CPDT modellerini tedavi kılavuzları şeklinde ifade etme girişimleri giderek artmıştır ve bu, klinik uygulamadaki çağdaş gelişmeleri daha net bir şekilde ortaya koymayı ve gelecekteki değerlendirme araştırmaları için bir temel oluşturmayı mümkün kılmaktadır. Bu bölüm, bu nedenle kılavuz haline getirilmiş beş farklı CPDT’yi sunacaktır: destekleyici-dışavurumcu oyun terapisi (SEPP) (Kernberg & Chazan, 1991), kısa süreli psikanalitik çocuk terapisi (PaCT) (Göttken & von Klitzing, 2014; Göttken, White, Klein & von Klitzing, 2014), çocuk ve ergen anksiyete psikanalitik psikoterapisi (CAPP) (Milrod, Shapiro, Fonagy & Target, 2009; Milrod ve ark., 2013; Silver, Shapiro & Milrod, 2013), çocuklar için düzenleme odaklı psikoterapi (RFP-C) (Hoffman, Rice & Prout, 2016; Prout, Goodman, Hoffman, Rice & Sherman, 2018), ve çocuklar için zaman sınırlı zihinselleştirme temelli tedavi (MBT-C) (Midgley, Ensink ve ark., 2017). Aşağıda, bu CPDT türlerinin her birinin amaçlarını ve yöntemlerini sunacak, tedavi sürecine genel bir bakış sağlayacak ve etkinliğini destekleyen mevcut ampirik kanıtları sunacağız. Son olarak, bu beş CPDT arasındaki bazı benzerlikleri ve farkları tartışacak ve gelecekteki araştırma konularına dair önerilerde bulunacağız.

    Destekleyici-dışavurumcu oyun psikoterapisi

    SEPP (Kernberg & Chazan, 1991) belki de literatürde yayımlanan ilk kılavuzlanmış CPDT’dir. Okul çağındaki davranış bozuklukları olan çocuklar için tasarlanmış olan SEPP, diğer dört kılavuzlanmış CPDT’den farklı olarak zaman sınırlı değildir. Tedavi süresi 3 aydan 3 yıla kadar değişebilir. SEPP, ego psikolojisi ve nesne ilişkileri teorisinin yanı sıra bağlanma teorisi, mizaç teorisi ve sosyal öğrenme teorisinden yararlanır. SEPP, açıkça yetişkinlerle kullanılan destekleyici-dışavurumcu psikoterapi modellerinden türetilmiş olsa da, yaklaşım okul çağındaki çocukların gelişimsel ihtiyaçlarına uyarlanmış ve CPDT’de geleneksel olarak kullanılan tekniklerden, örneğin terapötik oyun kullanımı, savunma analizi ve terapistin “gelişimsel bir nesne” (Freud, 1965) olarak rolü gibi öğelerden faydalanır. Yaklaşım, davranış bozukluğu olan çocukların davranışlarını zihinsel hallerinden ayırmış oldukları psikanalitik formülasyona dayanmaktadır; bu nedenle, davranışları ve zihinsel halleri, terapötik bir oyun ilişkisi bağlamında birleştirmek gerekir. “Pozitif ve negatif durumlar arasındaki entegrasyonun eksikliği” (Kernberg & Chazan, 1991, s. 7) bu gözlemlenen neden-sonuç bağlantısızlığına ve bu çocukların kişilerarası ilişkilerinde sürekliliğin eksikliğine yol açar. SEPP’nin amacı, “çocukların eylemlerini… düşünceleri, fikirleri ve duygularıyla bağdaştırmaktır.” (Kernberg & Chazan, 1991, s. 7).

    SEPP, bu entegrasyonu başarmak ve böylece davranışların zihinsel hallerle bağlantısını kurarak bu davranışlar üzerinde daha fazla kontrol sağlamak için bir dizi müdahale kullanır. Çocuğun, terapistin “izleme, onaylama ve onaylamama” işlevleriyle (Kernberg & Chazan, 1991, s. 27) özdeşimi de ego ve süperego işlevlerini kolaylaştırır, bu da davranış kontrolünü artırır. Bu süreç sayesinde, çocukların dış dünyalarını algılama farkındalıklarını artırabileceği ve bu dünyaya yönelik davranışlarını değiştirebileceği varsayılmaktadır.

    SEPP, hedeflerine ulaşmak için üç müdahale kategorisi kullanır: destekleyici müdahaleler, dışavurumcu müdahaleler ve yorumlayıcı müdahaleler. Destekleyici müdahaleler, terapötik ilişki kurmayı ve çocuğun ego işlevlerini güçlendirmeyi amaçlar. Bu nedenle, terapist materyaller sağlar, önerilerde bulunur ve oyun kurallarını açıklar. Ayrıca, cesaretlendirme ve empatik yorumlar da bu kategoriye dahildir. Örneğin, bir SEPP terapisti, yerinde duramayan bir çocuğa ofiste koşturmaya alternatif bir etkinlik olarak bir yapboz tamamlatabilir. Dışavurumcu müdahaleler, çocuğun kendi algılarını, duygularını ve düşüncelerini gözden geçirmesini sağlamak amacıyla tasarlanmıştır; bu, “Bu olduğunda nasıl hissetin?” veya “Bu yaklaşım nasıl işe yarardı?” gibi yorumlarla yapılabilir. Son olarak, yorumlayıcı müdahaleler, “çocuğun dikkatini olaylara, duygulara, davranışlara ve sorunlara çekmeye ve yeni anlamlar ve bağlantılar olasılığını ima etmeye” (Kernberg & Chazan, 1991, s. 15) yöneliktir. Bu müdahaleler, çocuğun kabul edilemez düşüncelerden veya duygulardan nasıl korunduğunu açıklamayı içerebilir (bu daha geleneksel bir CPDT stratejisidir).

    SEPP, üç aşamalı bir süreçle ilerler. Birinci aşamada terapist, ebeveynlerle terapötik bir ittifak kurmak ve çocuklarının davranışları üzerinde evde sağlam sınırlar koymalarına yardımcı olmak için birlikte çalışır. Aynı zamanda, terapist uyum ve yakınlığın oyuın yoluyla yakalanabileceği, yargılayıcı olmayan, onaylayıcı ve samimi bir ortam oluşturmak için çocukla bireysel olarak çalışır. İkinci aşamada, oyun daha yapılandırılmamış hale gelir, böylece çocuk düşüncelerini ve duygularını ifade edebilir. Bu aşamada, çocuk yavaşça başkalarının duygularını ve niyetlerini anlamaya başlar ve başkalarının düşünce ve davranışlarının kendi düşünce ve davranışlarıyla yalnızca genel hatlarıyla bağlantılı olduğunu fark etmeye başlar. Üçüncü aşamada, çocuk hayali oyundan duygusal yaşamını yansıtmaya geçer. Oyun daha sembolik hale gelir ve yorumlamaya açıktır. Üçüncü aşama ayrıca, yapılan ilerlemenin gözden geçirilmesi ve ebeveynlerin iş birlikleri için takdir edilmesi yoluyla çocuğu ve ebeveynleri tedavinin sonlandırılmasına hazırlamayı da içerir.

    Bu hedeflere ulaşmak için, Kernberg ve meslektaşları (Kernberg & Chazan, 1991), haftada iki kez çocuk seansı ve haftada bir kez paralel ebeveyn seanslarını önermektedir. Aynı terapist, hem çocukla hem de ebeveynlerle çalışır. Ayrıca terapist, çocuğun okul öğretmenleri ve diğer okul personeliyle düzenli temaslar kurarak, çocuğun ev dışında başka ortamlardaki davranışlarına dair daha kapsamlı bir görüş elde eder. Terapist, bu temastan elde edilen önemli bilgileri çocukla tartışabilir.

    SEPP için sınırlı bir destek mevcuttur (Eresund, 2007). Küçük bir ön test-son test çalışmasında, 6-10 yaşları arasındaki dokuz erkek çocuğun sosyal işlevselliklerinde iyileşme gösterdiği, özellikle dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı konmayan çocuklarda bu iyileşmenin daha belirgin olduğu bulunmuştur. Okul öğretmenleriyle yapılan işbirlikçi toplantılar, daha iyi tedavi sonuçlarını öngörmüştür.

    SEPP, bir bakıma zamanının önündeydi ve CPDT’yi kılavuzlaştırma fikrine yönelik hala büyük bir şüphe ve düşmanlık vardı. Şimdilerde, Kernberg ve Chazan’ın (1991) çalışması, okul çağındaki çocuklarla yapılan bir psikanalitik tedavi kılavuzunun yayımlanmasındaki ilk ciddi girişim olarak görülebilir, ancak pratiğe ve araştırmaya olan etkisi, beklenenden daha az olmuştur.

    Kısa süreli psikanalitik çocuk terapisi

    (PaCT) (Göttken & von Klitzing, 2014; Göttken et al., 2014), 4-10 yaş arası içe yönelimli bozukluk yaşayan çocuklar için tasarlanmış yeni, zaman sınırlı bir kılavuzlanmış CPDT’dir. Göttken ve von Klitzing (2014) ve Göttken et al. (2014) ayrıca, terapistlerin PaCT’yi, bu davranışların altında anksiyete veya depresyon yattığı sürece dışa yönelimli davranışları olan çocuklar için de kullanabileceğini vurgulamaktadır. PaCT, Anna Freud’un ego psikolojisi, nesne ilişkileri teorisi ve Fonagy, Gergely, Jurist ve Target (2002) tarafından savunulan zihinselleştirme teorisi gibi psikanalitik teorilerin bir birleşimine dayanır. PaCT’nin amacı, çocuğun semptomlarının ve potansiyel aile işlev bozukluğunun altında yatan, hem içsel zihinsel temsillerde hem de kişilerarası ilişkilerdeki merkezi çatışma temasını tanımlamak ve değiştirmektir. Oyun, çocuğun ve terapistin bu merkezi çatışma temasını birlikte ele alıp çalıştığı araçtır. Yazarlar, Freud’un (1945) önerdiği gibi, bu tedavinin amacının sadece çocuğun semptomlarını azaltmak değil, aynı zamanda çocuğun normal gelişim sürecini yeniden düzenlemek olduğunu da iddia etmektedirler. Bir başka amaç da, ebeveynlerin çocuğun zihinsel durumları konusundaki farkındalıklarını artırmaktır.

    PaCT, bu hedeflere ulaşmak için hem açıklamayı hem de yorumlamayı ana yöntemler olarak kullanır. Terapist, çocuğun kendi ve diğerlerinin zihinsel durumlarını oyunda tanımlamasına yardımcı olur. Tedavinin erken döneminde olumlu transferansın tanımlanıp üzerinde çalışılmasının önemini kabul eden ve olumsuz transferansla çalışma sürecini en aza indiren SEPP’nin aksine, PaCT tedavinin erken döneminde olumsuz transferansla çalışır. Terapistin merkezi çatışma temasını anlamasına rehberlik etmek için, terapist, çocuğun ve ebeveynlerin gönderdiği sözsüz iletişim kanalları olan karşı transferans tepkilerine dikkat etmelidir. Bu anlayış, daha sonra yorumlayıcı stratejinin içeriğini yönlendirir. PaCT, hem ebeveynlerde hem de çocukta zihinselleştirme kapasitesini geliştirdiğini iddia etse de, vurgunun, duygular, düşünceler ve davranışlar arasındaki bağlantıları anlamaktan çok, çatışmanın keşfine kaydığı görülmektedir.

    PaCT, toplam 20-25 seanstan oluşan üç aşamalı bir süreçten geçer. Aşama 1 (Seans 1-5)’de terapist, çocukla olduğu kadar ebeveynlerle de bir işbirliği ilişkisi geliştirmeye çalışır. Aşama 1’deki her seansın belirli bir odağı vardır, örneğin PaCT’ye uygunluk değerlendirmesi (Seans 1); ebeveynler, ilişkileri ve çocukla ilişkileri hakkında bilgi edinmek için ebeveynlerle çalışma (Seans 2 ve 3) ve çocuğun benlik ve nesne temsillerinin değerlendirilmesi (Seans 4 ve 5). Bu seanslarda terapist de, ebeveynlerin çatışmalarına dair anlayışını çocuğun çatışmalarına dair anlayışıyla bütünleştirmeye çalışır. Terapist, ebeveynlerin çocuğu anlamalarını sınırlayan bir nesiller arası çatışmayı formüle etmeye çalışır. Terapist, bu formülasyonu daha sonra ebeveynle yapılan paralel seanslarda kullanabilir.

    Aşama 2’de (Seans 6-19), terapist, Aşama 1’de belirlenen merkezi çatışma temasını çocuğun oyununda bu tema ortaya her çıktığında ona iletmeye başlar. Terapist ve çocuk birlikte, bu merkezi çatışma temasına olası çözümleri test ederler. Ebeveyn seanslarında terapist, ebeveynlerin çocuğun zihinsel durumları ve bu durumların çocuğun davranışlarıyla bağlantısı konusunda farkındalıklarını artırır. Terapist ayrıca ebeveynlerin kendi zihinselleştirme kapasitelerine odaklanır. Son olarak, terapist merkezi çatışma temasına ilişkin yorumunu iletir.

    Aşama 3’te (Seans 20-25), terapist tedavinin sonlandırılma aşamasına girer, çocuğun ve ebeveynlerin üzerinde çalışılan süreçleri özetler. Terapist, çocuğun ve ebeveynlerin terapisti kaybetme korkuları ve terapistsiz yaşamaya dair kaygıları hakkında açıkça konuşur.

    Bu hedeflere ulaşmak için Göttken ve von Klitzing (2014) ve Göttken ve ark., (2014), 20-25 haftalık çocuk seansı ve ebeveynlerle beş ya da altı paralel seans (yani her dört çocuk seansından birine denk gelecek bir sıklık) önerir. Daha önce belirtildiği gibi, ebeveynlerle yapılan bu seanslar, terapiste merkezi çatışma temasını ve bunun çocuğun semptomlarıyla ilişkisini ele alma fırsatı sunar.

    PaCT’ye yönelik sınırlı bir destek bulunmaktadır (Göttken ve ark., 2014). Küçük bir bekleme listesi kontrol çalışmasında, 4-10 yaş arasındaki 27 çocuk, bekleme listesi kontrol grubuna göre içselleştirme ve toplam problemlerinde azalma yaşamıştır; bu azalmalar 6 ay sonra yapılan takipte de gözlemlenmiştir. PaCT uygulanan çocukların üçte ikisi, bekleme listesi kontrol grubundaki hiçbir çocukta görülmeyen bir şekilde, artık anksiyete bozukluğu tanı kriterlerine uymamaktadır.

    Çocuk ve ergen anksiyete psikodinamik psikoterapisi

    CAPP (Milrod ve ark., 2009, 2013; Silver ve ark., 2013), özellikle yaygın anksiyete bozukluğu (GAD), ayrılık anksiyetesi bozukluğu (SAD) veya sosyal fobi (SP) tanısı alan 8-16 yaş arasındaki çocuklar için tasarlanmış yeni, zaman sınırlı bir CPDT’dir. CAPP tedavi kılavuzu (Milrod ve ark., 2009), aynı zamanda zihinselleştirme temelli tedavi (MBT) (Bateman & Fonagy, 2004b) teorisinden önemli ölçüde etkilenmiş olan panik odaklı psikodinamik psikoterapi-genişletilmiş aralık (Busch, Milrod, Singer, & Aronson, 2012; Milrod, Busch, Cooper, & Shapiro, 1997) tedavi kılavuzunun bir modifikasyonudur. Milrod ve arkadaşlarına göre (2013) CAPP’in amaçları, “anksiyeteyi anlamada ayrılık ve bağlanma çatışmalarını net bir şekilde göstermek için transferans yorumlarını kullanmak ve anksiyete semptomlarının duygusal anlamlarını çözümlemektir” (s. 361). Ayrıca, yazarlar, anksiyetenin kökenini anlamak için, egoyu bu isteklerden koruyan savunma mekanizmaları ile kabul edilemez istekler arasında bir uzlaşma olan, “uzlaşma oluşumu” kavramına inanır ve bu kavram da bu anksiyeteyi hafifletmek için bir dizi yorumu ortaya koyar. İncelenen diğer CPDT’lerden farklı olarak, CAPP, oyunu değişim için birincil araç olarak kullanmaz ve ebeveynlerle paralel seanslara vurgu yapmaz. Örneğin, daha küçük çocuklarla terapist, ebeveynlerle ayrı ayrı görüşür çünkü “ebeveynlerle bir iş birliği geliştirmek ve sürdürmek önemlidir”, ancak yazarlar ebeveynlerle yapılan çalışmalar hakkında başka bir şey söylemez (Silver ve ark., 2013, s. 87). Bir başka amaç ise çocuğun zihinselleştirme becerilerini geliştirmektir, “bu, çocuğun kendini düzenleme kapasitesini ve kendi zihinsel durumlarını düşünme yeteneğini ve dolayısıyla empati ve yakınlık kapasitesini geliştirmesini sağlar” (s. 85).

    CAPP, hedeflerine ulaşmak için zihinselleştirici müdahaleler ve geleneksel yorumların (transferans yorumları dahil) bir kombinasyonunu kullanır. Milrod ve ark. (2013, s. 362) kısa bir tabloda, GAD, SAD ve SP’ye eşlik eden muhtemel benzersiz alt çatışmaları ve terapistin bu her bir çatışmayı hedef almak için kullanacağı müdahaleleri sıralarlar. Örneğin, SP, kendini utandırma korkuları ile dikkat odağı olma istekleri arasında bir çatışmayı yansıtan bir semptom olarak anlaşılır. Bu yüzden buradaki terapötik strateji, “öne çıkma isteği ile ilgili çatışmalı arzulara … ve çatışmalı, kabul edilemez saldırganlığa karşı savunmaları keşfetmek” olacaktır (s. 362). Diğer taraftan, SAD, “bağımsızlık için normal çabalar ile duygusal olarak ihtiyaç duyulan ebeveyni kırma veya kızdırma endişeleri arasındaki çatışmalardan” kaynaklanan bir semptom olarak anlaşılır (s. 362). Bu durumda terapötik strateji, “ayrılma korkularını anlamak ve değiştirmek için duygusal olarak canlı bir paradigma olan transferansı keşfetmek” olacaktır (s. 362). İlginç bir şekilde, zihinselleştirme, Milrod ve arkadaşlarının tablosunda (s. 362), listelenen üç tanıdan herhangi biri için terapötik bir strateji olarak belirtilmemektedir.

    SEPP ve PaCT gibi, CAPP de toplamda 20-24 seans süren üç aşamalı bir süreçten geçer. Aşama 1’de terapist, ebeveynlerden ve çocuktan bir geçmiş alır ve çocuğun hayatındaki olaylar bağlamında semptomların hikayesinin açığa çıkmasını kolaylaştırır. Aşama 1’in sonunda terapist, semptomların çocuk için anlamına odaklanarak, psikanalitik formülasyonu çocuğa sunar. Terapist, çocuğun semptomları seans sırasında dile getirip getirmediğine bakmaksızın semptomlara da odaklanır (Silver ve ark., 2013).

    Aşama 2’de terapist, çocuğun dile getirdiği semptomların anlamını yorumlar. Bu aşamada terapist, çocuğun “anksiyete konusunda yansıtıcı ve öz gözlemci olmaya başladığına dair işaretler arar” (Silver ve ark., 2013, s. 86).

    Aşama 3’te yazarlar, tedavi sonlandırma korkusunun genellikle anksiyete semptomlarının yeniden ortaya çıkmasına neden olduğunu belirtmektedir. Bu yeniden ortaya çıkış, terapiste, çocuğun kendisine yönelik alttan alta duyduğu kararsızlık ve öfkeye odaklanarak transferans yorumları yapma fırsatı sunar. Bu süreç, geri çekilme ve anksiyete kaynaklı tekrar eden davranış kalıplarına geri dönme eğilimini azaltır (Silver ve ark., 2013).

    Bu amaçlara ulaşmak için, Milrod ve meslektaşları (Milrod ve ark., 2009, 2013; Silver ve ark., 2013), 12 hafta boyunca haftada iki kez çocukla yapılan seansları önermektedir. CAPP için sınırlı bir destek bulunmaktadır (Milrod ve ark., 2013). Küçük bir öntest-sontest çalışmasında, 8-16 yaşlarındaki dokuz çocuk, anksiyete semptomlarının şiddetinde ve genel işlevsellikte anlamlı ve klinik olarak önemli gelişmeler göstermiştir. Bu çocuklar, 6 aylık takip sonrasında bu gelişmeleri korumuşlardır. Dokuz çocuğun hiçbiri sontest ve takip sonrasında artık anksiyete bozukluğu tanısı almamıştır.

    Çocuklar için regülasyon odaklı psikoterapi

    RFP-C (Hoffman ve ark., 2016; Prout ve ark., 2018) okul çağındaki ve dışavurumcu davranışlar (karşıt olma-karşı gelme bozukluğu, davranış bozukluğu, yıkıcı duygudurum düzenleyememe bozukluğu, DEHB) tanısı almış çocuklar için tasarlanmış, zaman sınırlı ve kılavuzlu bir psikodinamik terapi modelidir. RFP-C, zihinselleştirme teorisinin (Peter Fonagy ve Mary Target) yanı sıra klasik ego psikolojisi (Sigmund ve Anna Freud, Berta Bornstein) ve nesne ilişkileri teorisini (Otto ve Paulina Kernberg) temel alır. RFP-C’nin amacı, çocuğun acı verici duygusal etkilerden kaçınmak için geliştirdiği savunma mekanizmalarını ele alarak, duygusal düzenlemeyi çocuğa yeniden kazandırmaktır. RFP-C, duygusal düzensizliğin davranışsal düzensizliğin arkasındaki itici güç olduğunu ve duygusal düzensizliğin, çocuğun üzüntü, utanç, suçluluk ve endişe gibi acı veren duygusal etkilerden kaçınmaya çalıştığında ortaya çıktığını varsayar. Oyun aracılığıyla duygusal dışavurum, terapistin savunma yorumlarını yaptığı araçtır; bu yorumlar, çocuğun bilinçdışı zihni tarafından gizlenen bu acı verici duygusal etkiler konusundaki farkındalığını artırır. Terapist, aynı zamanda çocukla birlikte, bu rahatsız edici duygusal etkilerle başa çıkmanın alternatif yollarını da keşfeder. RFP-C’nin ikinci amacı, çocuğun davranışının anlamını, davranışın ortaya çıkma bağlamında tanımlamasına yardımcı olmaktır. Üçüncü amaç, ebeveynlere, çocuğun yıkıcı davranışlarının anlamını anlayarak, evde duygusal düzenlemeyi artırmalarına yardımcı olmaktır.

    RFP-C, müdahale stratejisini çocuk ve ebeveynlerle, Malan’ın (1979) McCullough ve ark. (2003) tarafından uyarlanmış şekliyle Çatışma Üçgeni’nden türetilmiş üçlü sorular etrafında organize eder. Bu sorular, çocuğun yaşadığı çatışmanın ne olduğunu, nasıl bir şekilde bu çatışmaya yanıt verdiğini ve neden bu şekilde davrandığını keşfetmeyi hedefler: (1) Kaçınılan etkin duygu nedir? (2) Adaptif duygudan nasıl kaçınılıyor? (3) Bu duygudan neden kaçınılıyor? Bir diğer deyişle, aşırı inhibe edici duygu nedir (Hoffman ve ark., 2016)? Bu soruların ilki, gizli duyguyu ortaya çıkarmak; ikincisi, bu gizli duyguya karşı kullanılan savunma türünü tanımlamak; üçüncüsü ise, ilk başta bu gizli duyguya karşı duyulan (irrasyonel) kaçınma veya savunma ihtiyacını keşfetmek için tasarlanmıştır. İlginç bir şekilde her ne kadar zihinselleştirme becerileri RFP-C çocuk seanslarında geliştirilmiyor olsa da ebeveynlerde zihinselleştirmenin geliştirilmesi onlarla yapılan paralel seanslarda önemli bir husustur (Hoffman ve ark., 2016).

    RFP-C de SEPP, PaCT ve CAPP gibi üç aşamalı bir yapı ile ilerler. Tedavi 16 seans (haftada iki kez) ve ebeveynlerle yapılan dört paralel seansla (yani her dört seansta bir) tamamlanır. Bu paralel seanslar, ebeveynlere, çocuklarının davranışlarını, çocuğun savunduğu kabul edilemez zihinsel durumlardan gelişen davranışlar olarak düşünmeyi öğretir. Aşama 1’de (Seans 1 ve 2) terapist çocukla hem yapılandırılmamış (örneğin oyun hamuru, boya, bebekler ve/veya kuklalar) hem de yapılandırılmış oyunlar (örneğin bir aile, bir kişi resmi çizme ya da sözlü hikaye tamamlama) oynar. Terapist mümkün olduğunca çocuğa seanslarda liderlik etme fırsatı tanır (Hoffman ve ark., 2016).

    Aşama 2’de (Seans 3-11), terapist çocuğun oyunlarına anlam verir, oynadığı temalarla veya terapistle olan etkileşimleriyle tetiklenen acı verici duygulardan nasıl kaçındığını gözlemler. Yazarlar, çocuğun acı veren duygulardan kaçındığında gösterdiği ortak sinyalleri tanımlar. İlk olarak, çocuk terapistle konuşmayı kesebilir ya da oyun ve diğer tür aktivitelerden kaçınabilir. İkinci olarak, terapist, konunun spontan bir şekilde değiştiğini gözlemleyebilir. Üçüncü olarak, terapist, oyun aktivitesinde ani bir değişiklik fark edebilir. Dördüncü olarak, terapist, çocuğun orijinal konuyu keşfetmeye karşı direnç gösterdiğini fark edebilir. Beşinci olarak, terapist, çocuğun acı veren duyguları inkar etmesini veya çocuğun zıt duyguları ifade etmesini (yani, tepki oluşumu) gözlemleyebilir. Altıncı olarak, terapist, çocuğun orijinal konuyu keşfetmekten kaynaklanan kaygıyı azaltmak için kompulsif eylemlerde bulunduğunu fark edebilir (Hoffman ve ark., 2016).

    Aşama 3’te (12-16. Seanslar) terapist, çocuğu sonlandırmaya hazırlarken, terapistin kaybıyla ilgili olarak ortaya çıkan acı verici duyguları doğrudan ele almak için Aşama 2’deki aynı adımları izler. Terapist, çocuğun elde ettiği kazanımları kendisiyle ve ebeveynlerle birlikte gözden geçirir (Hoffman ve ark., 2016)

    Küçük bir pilot çalışmada, RFP-C’nin karşıt olma-karşı gelme semptomları azalttığı gözlemlenmiştir (Prout ve ark., hazırlıkta). Ayrıca şu anda Ferkauf Graduate School of Psychology’de RFP-C’nin etkinliğini test etmek amacıyla bir rastgele kontrollü deney (RCT) yürütülmektedir (Hoffman, kişisel iletişim, 30 Mayıs 2017). CPQ (Prout ve diğerleri, 2018) kullanan prototip tedavi modellerinin incelendiği bir çalışmada, RFP-C hem bir CPDT prototipi (r = 0.55) hem de bir çocuk yansıtıcı işlevsellik prototipi (r = 0.44) ile oldukça anlamlı bir şekilde ilişkilendirilmiştir. RFP-C çocuk seanslarında zihinselleştirmeye açık bir odaklanma olmamasına rağmen, yansıtıcı işlevsellik prototipi ile olan korelasyon, zihinselleştirme geliştirilmesinin RFP-C çocuk seanslarının örtük bir odağı olabileceğini düşündürmektedir.

    Çocuklar için zaman sınırlı zihinselleştirme temelli tedavi

    MBT-C (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017) 5-12 yaş arasındaki “bir dizi duygusal ve davranışsal zorluklara sahip” çocuklar için tasarlanmış, zaman sınırlı ve kılavuzlu bir psikodinamik terapi modelidir (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017, s. 65). MBT-C tedavi kılavuzu, ilk olarak sınırda kişilik bozukluğu tanısı olan yetişkinlerin tedavisi için geliştirilen MBT modelinden (Bateman & Fonagy, 2004b) ve Anna Freud ve meslektaşlarının geliştirdiği gelişimsel terapiden (örneğin, Hurry, 1998) teorik olarak ilham alır. Zaman sınırlı yaklaşım, ayrıca daha önce CPDT geleneği içinde çocuklarla yapılan açık uçlu bazı MBT modellerine dayanmaktadır (Fonagy & Target, 2000; Goodman, 2013a; Perepletchikova & Goodman, 2014; Verheugt-Pleiter, Zevalkink, & Schmeets, 2008; Zevalkink, Verheugt-Pleiter, & Fonagy, 2012). Odağı konusunda kasıtlı olarak tanılararası olan zaman sınırlı MBT-C’nin amacı, “hem çocukta hem de ebeveynlerde zihinselleştirme süreçlerini geliştirmek ve güçlendirmektir; bu da çocuğun duygularını fark etmesine, düzenlemesine ve/veya temel zorlukları yönetmesine yardımcı olabilecek açık zihinselleştirme becerileri geliştirmesine katkı sağlayacaktır” (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017, s. 68). MBT-C’nin ikinci amacı, “duyguları tanıma, onlara katlanma ve onları düzenleme kapasitesini geliştirmektir” (s. 68). Bu kapasite, çocuğun karmaşık sosyal etkileşimlere katılmasını, özdenetimi deneyimlemesini ve tutarlı bir benlik duygusu geliştirmesini mümkün kılar. MBT-C’nin üçüncü amacı, “çocuğun ilişkiler kurma ve sürdürme becerisini güçlendirmektir” (s. 69; orijinalde italik). Dördüncü amacı ise, “[ebeveynlerin] ebeveyn yansımalı işlevselliğini güçlendirmektir” (s. 69; orijinalde italik).

    MBT-C, zihinselleştirmeyi güçlendirmek için çeşitli teknikler kullanır. Terapi çalışması, terapist ve hasta arasındaki ilişkinin gözlemlenmesi yoluyla gerçekleşir. Bu süreç, terapist ve hastanın zihinsel durumlarına odaklanır ve özellikle “zihinselleştirme duruşu” benimsenmesine özel bir vurgu yapılır. Yazarlar, bu zihinselleştirme duruşunu geliştirmeyi amaçlayan bir dizi teknik önerirler, bunlar arasında “duygu durumlarını netleştirme ve adlandırma”, “dur ve geri sar” ve “ilişkiyi zihinselleştirme” yer alır (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017, s. 148, 154, 156). Dur ve geri sar tekniğinde, terapist çocuğu etkileşimi durdurmaya ve aralarındaki etkileşimin ne olduğunu düşünmeye davet eder. Bu, terapist ile çocuğun ne düşündüklerini veya hissettiklerini keşfetmek için bir fırsat sunar. Terapist, etkileşimi bir ölçüde naif bir şekilde inceler ve çocuğun, etkileşimi terapistin öngöremediği bir şekilde algılamış olabileceğini kabul eder. Terapist, çocuğun bakış açısını anlamaya ve ilgi göstermeye çalışır. Terapist, “şimdi ve burada” yaklaşımıyla çalışır ve terapi ilişkisi tarafından tetiklenen duyguları, ardışık zihinsel deneyimler bağlamına yerleştirir. Yazarlar, bu tür bir müdahaleyi aktarım yorumlamasından dikkatle ayırmaktadır çünkü amaç, tekrarlayan ilişki kalıplarına dair bir içgörü sağlamak değil; terapistin zihnini keşfetme, onun çocuğa yönelik özünde iyi niyetli yaklaşımını gözlemleme ve bu süreci diğer kişilerarası ilişkilere genelleme fırsatı sunmaktır. Bu yaklaşım, zihinselleştirme kapasitesi ile kötü muamele ve travmanın bu kapasite üzerindeki etkisine ilişkin gelişimsel araştırmalardan yararlandığı için, dikkat ve duygu düzenleme (Zevalkink ve diğerleri, 2012) gibi zihinselleştirmenin yapı taşlarını desteklemeye büyük özen gösterilir. Ayrıca, gelişmekte olan zihinselleştirme kapasitesinin zayıflayabileceği noktalar da dikkate alınır.

    MBT-C de SEPP, PaCT, CAPP ve RFP-C gibi diğer CPDT modelleriyle benzer şekilde, üç aşamalı bir süreçle ilerler ve toplamda 12 seanstan oluşur. Birinci Aşamada (Seans 1-3) terapist, tedavi için bir odak formülasyonu ile iletişim kurar (örneğin, “şempanzelerin gururlu ve mutlu olabilmesi için neye ihtiyaç duyduğunu bulmak”) (Midgley, Ensink ve ark., 2017; Midgley, O’Keefe ve ark., 2017, s. 129). İkinci Aşamada (Seans 4-8) terapist, hem çocuğun hem de ebeveynlerin zihinselleştirme kapasitesini aktif olarak teşvik eder. Üçüncü Aşamada (Seans 9-12) terapist, çocuğun ve ebeveynlerin tedavi sonrasında kazanımları en iyi şekilde nasıl sürdürebileceğini keşfeder (s. 72).

    Bu hedeflere ulaşmak için Midgley, Ensink ve ark. (2017) ve Midgley, O’Keefe ve ark. (2017), 12 haftalık çocuk oturumları ve 12 haftalık paralel ebeveyn oturumlarını önerirler. Bu oturumlar, ebeveynlerin kendilerinin ve çocuklarının zihinselleştirme becerilerini geliştirmek için çocuk oturumlarıyla paralel olarak yapılır. Diğer CPDT’lerden farklı olarak, MBT-C, tedaviye başlamadan önce üç veya dört değerlendirme toplantısı yapılmasını da önerir. Bu toplantılar, çocuğun ve ebeveynlerin zihinselleştirme profillerini ortaya koyar. Terapist, ardından bu değerlendirmeyi çocuk ve ebeveynlerle paylaşır ve sonuçları MBT-C’ye uygunluğu belirlemek ve uygun bir tedavi odak noktası düşünmek için kullanır. Bu yaklaşım, sekiz seansın ardından bir değerlendirme toplantısını da içermektedir. Bu toplantıda, terapinin toplam süresine bir miktar esneklik kazandırarak, iki adet 12 seanslık ek blok değerlendirme seçeneği sunulmaktadır.

    MBT’nin ailelerle (Keaveny ve ark., 2012) ve okul çağındaki çocuklarla (Thorén, Pertoft Nemirovski ve Lindqvist, hazırlık aşamasında) yapılan küçük bir ön test-son test değerlendirmesinden elde edilen bazı erken bulgular olsa da, bu yaklaşım henüz klinik deneylerde test edilmemiştir; ancak şu anda daha fazla çalışma yapılması planlanmaktadır.

    Tartışma

    Burada incelenen beş CPDT—SEPP, PaCT, CAPP, RFP-C ve MBT-C—ortak bazı özelliklere sahiptir. SEPP hariç, hepsi kısa süreli ve/veya zaman sınırlı olup, tedavinin belirgin “aşamalarını” tanımlar. Bu zaman sınırlı unsur, ister yönlendirilmiş sağlık hizmeti döneminde zorunlu bir kötülük olarak (Salyer, 2002), isterse kısa süreli müdahalelerin etkinliğinin olumlu bir kabulü olarak (McLaughlin, Holliday, Clarke ve Ilie, 2013) görülsün, bu terapilerin bu yönü, CPDT’deki daha açık uçlu, uzun süreli çalışma geleneğiyle tezat oluşturmaktadır. Bununla birlikte, bu CPDT’lerin hepsi, çocukta terapötik değişimi uyarmak için psikodinamik ilkeleri kullanır. Bu ilkeler, çocuğun liderlik yapmasına izin verme, duygulara (özellikle acı veren duygulara) odaklanma, çocuğun kendi ve başkalarının davranışlarının ardındaki motivasyonu anlamasına yardımcı olma, çocuğun terapist ile olan ilişkisini “şimdi ve burada” ilkesiyle çalışma ve ebeveynlerin paralel seanslarda aktif katılımını teşvik etme gibi unsurları içerir.

    Bu yaklaşımların her biri, Anna Freud, Melanie Klein, Donald Winnicott ve diğerlerinin çalışmalarını temel alarak psikodinamik düşüncenin ana geleneklerine atıfta bulunsa da, hepsi daha bütünleştirici bir yaklaşım benimsemektedir; özellikle gelişimsel (ve nörobilimsel) araştırmaların, bağlanma teorisi ve psikanalizle birlikte diğer çocuk terapisi biçimlerinin bulgularını entegre etmektedir. Bu beş CPDT’nin üçü (PaCT, CAPP, MBT-C) tedavi hedeflerini ve değişim teorilerinin temelini oluşturmak için açık bir şekilde zihinselleştirme teorisine dayanmaktadırlar. Bu farklı çağdaş CPDT modellerinin temelinde ne kadar ortak bir değişim mekanizması bulunmaktadır ya da her biri modeline özgü terapötik süreçlere ne dereceye kadar dayanır? Bir hipotez, zihinselleştirmenin—kendi ve başkalarının davranışlarını duygular ve niyetler gibi zihinsel durumlarla bağlantılı olarak yorumlama sürecinin—tüm etkili psikoterapilerde ortak olan etkili terapötik bileşen olduğudur (Bateman & Fonagy, 2004a) ve bu da özellikle anlam yaratma ve bilinçdışı zihinsel durumlar üzerine odaklanıldığı için psikodinamik tedavilerde geçerli olabilir. Bu hipoteze göre, “Tüm tedavilerin potansiyel etkinliği, daha çok çerçevelerine değil, bir hastanın zihinselleştirme kapasitesini artırabilme yeteneklerine bağlıdır” (Bateman & Fonagy, 2004a, s. 46). Bu hipotezle ilgili olarak, CBT’den çocuk merkezli oyun terapisine ve CPDT’ye kadar bir dizi yetişkin ve çocuk tedavi prototiplerinin seans analizleri, zihinselleştirme kapasitesinin operasyonelleştirilmesi olarak yansıtıcı işlevselliği teşvik etmeye odaklanmanın tüm bu prototiplerle anlamlı bir şekilde pozitif bir ilişki içinde olduğunu göstermektedir (Goodman, 2013b; Goodman ve ark., 2016; Prout ve ark., 2018). Bu hipotezin daha rafine bir versiyonu, hem ortak hem de benzersiz faktörleri dengeleyerek, zihinselleştirmenin birçok boyutu kapsayan bir kavram olduğunu öne sürer: (1) örtük/açık, (2) benlik/diğer, (3) bilişsel/duygusal (Choi-Kain & Gunderson, 2008). Goodman ve ark. (2016), farklı tedavi modellerinin zihinselleştirmenin farklı boyutlarını geliştirebileceğini öne sürmüşlerdir.

    Bu iki hipotezi, burada incelenen beş CPDT’ye (üçü açıkça zihinselleştirme teorisinden ilham almıştır) uygulamak isteyebiliriz. Acaba bu beş CPDT’nin “sırrı”, çocuğun zihinselleştirme yeteneklerini artırmadaki etkinlikleri midir? Yoksa bu beş CPDT, zihinselleştirmenin farklı boyutlarını geliştirmek için farklı yollar mı izlemektedir? Goodman ve ark. (2016), CPDT’nin, benlik ve diğer zihinselleştirme ile örtük ve duygusal zihinselleştirmeyi artırabileceğini, CBT’nin ise benlik zihinselleştirmesinin yanı sıra açık ve bilişsel zihinselleştirmeyi hedeflediğini öne sürmüşlerdir. Benzer şekilde, Hoffman (2015), dışavurumlu çocukların iki alanda—olumsuz değer sistemleri ve sosyal süreçler için sistemler— eksiklikler gösterdiğini ve RFP-C’nin öncelikle olumsuz değer sistemlerine, MBT-C’nin ise sosyal süreçler için sistemlere hitap ettiğini öne sürmüştür. Bu düşüncelerle tutarlı olarak, özellikle RFP-C ve CAPP’in, ancak aynı zamanda PaCT ve SEPP’in, öncelikle örtük, duygusal ve diğer zihinselleştirme boyutlarını teşvik ettiğini, MBT-C’nin ise öncelikle zihinselleştirmenin açık, bilişsel ve benlik boyutlarını teşvik ettiğini söylemek mümkün müdür?

    İlgili bir hipotez, çeşitli tanısal profillere sahip çocuklarda (örneğin, dışavurumlu veya içe dönük davranışlar) bu zihinselleştirme süreçlerini artırmak için kullanılan klinik tekniklerle ilgilidir. Örneğin, RFP-C’nin, dışa vurumlu çocuğun kendi duygularını zihinselleştirmesini engelleyen savunma süreçlerini hedef alarak, duygusal düzenlemeyi yeniden sağlamak için tasarlandığı iddia edilmektedir. Bir bakıma, RFP-C, rahatsız edici duygulara kademeli bir maruz kalma biçimi olarak görülebilir; bu duygular zamanla metabolize olur. Aksine, MBT-C, başkalarının (ve çocuğun kendi) duygular ve davranışlarla ilgili düşüncelerini ve bunların birbirleriyle bağlantılarını düşünmeyi engelleyen engelleri hedef alır ve bunun da duygusal düzenlemeyi yeniden sağladığı anlaşılmaktadır. Hangi tekniklerin hangi koşullarda en terapötik olduğu (örneğin, çocuğun tanısal profili, tedavi süresi, çocuğun gelişim düzeyi) henüz cevaplanmamış bir sorudur.

    Psikoterapi araştırmacıları bu hipotezleri ampirik olarak test edebilir, ancak önce Choi-Kain ve Gunderson’ın (2008) zihinselleştirmenin üç boyutunu (ve henüz tanımlanmamış diğer boyutları) çeşitli psikoterapi ortamlarında güvenilir bir şekilde ölçebilen geçerli bir kodlama sistemine ihtiyaç vardır. Terapistler, bu tür araçları kullanarak tedaviye başvuran çocuklardaki belirli zihinselleştirme eksikliklerini vurgulayabilir ve hangi CPDT’lerin hangi çocuklar için en uygun olduğunu belirleyebilir. Son olarak, bu beş CPDT’nin etkinliğini test etmek için ek laboratuvar ve doğal ortam araştırmaları yapılması gerekmektedir. Bu terapiler, güçlü kavramsal temellere dayanmaktadır ve gelişimsel araştırmalarla klinik bilgiyi entegre etmektedir, ancak şu an için yalnızca sınırlı klinik ya da maliyet verimliliği kanıtına sahiptir. Kanıta Dayalı Programlar ve Uygulamalar Ulusal Kayıt Sistemi’ne (t.y.) göre (http://nrepp.samhas.gov), bu CPDT’lerin hiçbiri henüz “etkili” veya “umut verici” sonuçlar veren bir program olarak kabul edilmemektedir. Mevcut CPDT terapistleri ve araştırmacıları, psikodinamik düşüncenin çocuklarla yapılan terapötik çalışmalarda çağdaş bir öneme sahip olduğuna dair bir vaka sunulacaksa, kanıt temellerini oluşturma ve destekleme zorluğunu üstlenmelidir.

    Yazar notu

    Yazarlar, makale hazırlığındaki yardımları için Sarah Angeli ve Jesse Silberstein’a teşekkür ederler. Valeda Dent ise referansların yerleştirilmesine yardımcı olmuştur.

  • Yeme Bozukluklarının Psikodinamik Tedavisi: Bağlanma Temelli Bir Yaklaşım (14. Bölüm)

    Yeme Bozukluklarının Psikodinamik Tedavisi: Bağlanma Temelli Bir Yaklaşım (14. Bölüm)

    Giorgio A. Tasca1 ve Louise Balfour2

    Schoolof Psychology, University of Ottawa, Ottawa, ON, Canada, The Ottawa Hospital, University of Ottawa, Ottawa, ON, Canada

    Yeme bozuklukları, yeme veya yeme ile ilgili davranışlarda bireyin işlevselliğini önemli ölçüde bozan rahatsızlıklarla karakterize edilir (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013). Anoreksiya Nervoza (AN), Bulimiya Nervoza (BN) ve Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu (TYB), Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nın 5. Versiyonu’nda (DSM-5) yer alan en yaygın yeme bozukluğu tanılarındandır (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013).

    Anoreksiya Nervoza’nın (AN) temel tanı kriterleri, aşırı kilo kaybı, kilo alma konusunda yoğun bir korku ve vücut şekline dair öz-eleştirel düşünceleri içerir. Amerika Birleşik Devletleri’nde AN’nin yaşam boyu görülme oranı kadınlar arasında yaklaşık %0,9, erkekler arasında ise %0,3’tür (Treasure, Claudino ve Zucker, 2010). AN, tüm yeme bozukluğu tanıları arasında en düşük prevalans oranına sahip olmasına rağmen, en yüksek ölüm oranlarına sahiptir ve bu oran %1,2 ile %12,82 arasında değişmektedir (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013).

    Bulimiya Nervoza’nın (BN) tanı kriterleri arasında tıkınırcasına yeme (yani, kontrol kaybı hissiyle aşırı yeme) ve ardından telafi edici davranışlar (örneğin, müshil kullanımı, kendini kusturma, aşırı egzersiz) yer alır. Ulusal Eş Tanı Araştırması’na (Hudson, Hiripi, Pope ve Kessler, 2007) göre, BN’nin yaşam boyu prevalans oranı kadınlar arasında %0,9–1,5 ve erkekler arasında %0,1–0,5’tir.

    Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu (TYB) ise daha yüksek bir insidansa sahiptir; yaşam boyu prevalansı kadınlar arasında %3,5, erkekler arasında ise %2’dir (Hudson ve ark., 2007). TYB’nin temel tanı kriterleri, telafi edici davranışların eşlik etmediği, sık tekrarlayan tıkınırcasına yeme atakları ve bu duruma eşlik eden sıkıntı halidir (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013). Tanı için aşırı kilo şart olmamakla birlikte, telafi edici davranışlar olmaksızın tıkınırcasına yeme nedeniyle TYB hastalarının birçoğu fazla kilolu ya da obezdir.

    AN, BN veya TYB tanı kriterlerini karşılamayan ancak klinik düzeyde yeme bozukluğu semptomları yaşayan bireyler, şu anda diğer belirtilen beslenme ve yeme bozukluğu ya da belirtilmeyen beslenme ve yeme bozukluğu kategorisinde tanı almaktadır (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013).

    Yeme bozukluğu olan bireyler sıklıkla diğer psikiyatrik bozukluklarla eş tanı alırlar (Ulusal Ruh Sağlığı İşbirliği Merkezi, 2004); bunlar arasında depresif semptomlar, bipolar semptomlar, madde kullanımı sorunları ve anksiyete semptomları yer alır (Amerikan Psikiyatri Derneği, 2013). Ulusal Eş Tanı Araştırması (Hudson ve ark., 2007) DSM-4 tanı kriterlerine göre, AN olan bireylerin %56,2’sinin, BN olan bireylerin %94,5’inin ve TYB olan bireylerin %78,9’unun başka bir DSM-4 bozukluğunun tam tanı kriterlerini karşıladığını bulmuştur.

    Yeme bozukluğu nedeniyle tedavi arayışında olan birçok birey, travmatik deneyimlerin geçmişte yaşandığını bildirmiştir (Tasca ve ark., 2013) ve semptomlarına bağlı olarak tıbbi komplikasyonlar yaşamıştır (Mitchell ve Crow, 2006).

    Günümüzde yeme bozukluklarının en yaygın teorik kavramsallaştırması, bilişsel-davranışçı terapi (BDT) modeline dayanmaktadır (Fairburn, 2008). Bu modele göre, yeme bozukluğu semptomları kilo ve vücut şeklinin aşırı değerlendirilmesi, tıkınırcasına yeme ile ilgili yeme endişeleri ve diyet kısıtlamaları nedeniyle sürdürülmektedir. Yeme bozukluklarıyla ilgili klinik ve araştırma yazılarında bu modelin yaygınlığına rağmen, yeme bozukluğu hastalarını tedavi eden klinisyenlerin sıklıkla günlük klinik çalışmalarına psikodinamik teori ve uygulamayı entegre ettikleri muhtemeldir (Tobin, Banker, Weisberg & Bowers, 2007).

    Bu psikodinamik teori ve uygulama entegrasyonu, birkaç nedene dayalı olabilir: 

    – Yeme bozuklukları için daha yaygın olan tedavi yaklaşımlarının sınırlı sonuçlar sağlaması (Westen, Novotny & Thompson-Brenner, 2004). 

    – Zaman sınırlı tedavilerin karmaşık eş tanılara sahip hastaları kolayca kapsayamaması. 

    – BDT modelinin, yeme bozukluğu hastalarını tedavi eden klinisyenleri zorlayan karşıt aktarım gibi temel terapötik ilişki boyutlarına değinmemesi (Satir ve ark., 2009). 

    Ayrıca, mevcut BDT tabanlı modeller genellikle etiyolojik bir perspektifi dikkate almaz, büyük ölçüde betimsel kalır ve travmatik deneyimlerin etkisini kavramsallaştırmalarına nadiren entegre eder. Sonuç olarak, hastanın ve sorunlarının kişiselleştirilmiş bir gelişimsel anlatısını ve kavramsallaştırmasını geliştirmek isteyen klinisyenler, mevcut modelleri oldukça sınırlayıcı bulabilirler.

    Bununla birlikte, BDT modeli, yeme bozukluğu semptomlarını öngören bilişsel ve davranışsal faktörlerin yer aldığı kesitsel transdiagnostik örnekler üzerinde yapılan çalışmalardan bir miktar ampirik destek almıştır (Tasca ve Lampard, 2012). Ancak, yeme bozukluğu olan hastaların yalnızca yaklaşık %50’si iyileşme göstermektedir (Grenon ve ark., 2017; Thompson-Brenner, Glass ve Westen, 2003). Anoreksiya Nervoza (AN) için ise sonuçlar daha kötü olup, hastaların yalnızca %25’i iyileşebilmektedir (ör., Zipfel ve ark., 2014).

    Bu düşük iyileşme oranlarına yanıt olarak, BDT modeli geliştirilmiş (CBT-E; Fairburn, 2008) ve yeme bozukluğu olan hastalarda şu faktörlerin semptomları sürdürebileceği dikkate alınmıştır: 

    – Kişilerarası sorunlar, 

    – Duygu düzenleme zorlukları, 

    – Klinik düzeyde mükemmeliyetçilik, 

    – Düşük benlik saygısı. 

    Bu ek faktörlerin yalnızca bazı hastalara uygulanması amaçlanmış olsa da, ampirik bir çalışma, bu ek sürdürücü faktörlerin aslında transdiagnostik olarak işlediğini ve bir tedavi arayışında olan örneklemde yeme bozukluğu semptomlarını öngördüğünü göstermiştir (Tasca, Presniak ve ark., 2011).

    Yeme bozukluğu semptomlarını anlamaya yönelik bir diğer umut vadeden model ise, başlangıçta Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu (TYB) için Kişilerarası Terapi (KAT) kapsamında geliştirilen kişilerarası modeldir (Wilfley ve ark., 1993). Bu modele göre, kişilerarası sorunlar negatif duygu durumlarına yol açar ve bu da artan tıkınırcasına yeme davranışına neden olur. Kişilerarası model, yeme bozukluğu semptomlarının transdiagnostik olarak sürdürülebilirliğini açıklayabilecek bir model olarak ampirik destek de almıştır (Ivanova, Tasca, Proulx ve Bissada, 2015). 

    Geliştirilmiş BDT (CBT-E) ve kişilerarası yeme bozukluğu modellerinin temel unsurları (kişilerarası sorunlar ve duygu düzenleme zorlukları), psikodinamik teorilerin kilit unsurlarını yansıtmaktadır.

    Psikodinamik Modeller

    Erken dönem psikodinamik modellerin yeme bozuklukları için potansiyel faydalarına rağmen, bu modeller geniş bir şekilde kabul görmemiş ve yaygın bir kullanım elde edememiştir. Örneğin, Hilde Bruch (1988), anoreksiya nervozayı (AN) ayrılma-bireyleşme ile ilgili zorluklarla ilişkili bir bozukluk olarak tanımlamada öncüydü. Benzer şekilde, Masterson (1995), ayrılmaya tepki olarak düşmanca ve destekleyici maternal içselleştirmelerden ya da pasif uyumdan bahsetmiştir. 

    Aynı dönemde, eski dürtü teorisi modelleri bulimik semptomları, yer değiştirmiş ve süblimleşmemiş saldırgan dürtüler olarak görmüştür (örneğin, Schwartz, 1988). Ayrıca, bulimik semptomlar, dürtülerin sembolik ifadeleri olarak da tanımlanmıştır (örneğin, Lunn & Poulsen, 2012). Kendilik psikolojisi teorisyenleri, yeme bozukluğu patolojisini, duygu düzenleme ve kendini yatıştırma işlevleri eksik olan bütünlüklü ya da canlı bir kendiliği yeniden tesis etme çabaları olarak anlamaktadır (Goodsitt, 1997). 

    Bu erken dönem modellerin, yeme bozukluğu gelişimi ve psikopatolojisini açıklarken, ilişkisel yönleri tam olarak hesaba katmayan, deneyime uzak kavramlar kullandığına inanıyoruz.

    Güncel bir psikodinamik modele, yeme bozukluklarını ve tedavilerini kavramsallaştırmada sosyal ve kültürel faktörleri, ayrıca biyolojik baskıları hesaba katacak şekilde ihtiyaç olduğunu savunuyoruz (bkz. Tasca & Balfour, 2014). Genel olarak, daha çağdaş psikodinamik modeller, dürtülerden ziyade ilişkisel faktörlerin ve bağlanmanın önceliği ile sosyal ve kültürel bağlamın önemine daha fazla vurgu yapmaktadır (Fonagy, 2001). Bununla birlikte, bu tür çağdaş psikodinamik perspektiflerden yeme bozuklukları üzerine yazılmış metinler ve yapılan araştırmalar oldukça sınırlıdır. 

    Günümüzde bilişsel ve davranışsal modellerin öncelikli olması nedeniyle, psikolojik gelişim veya içsel zihinsel durumlar üzerinde çok az vurgu yapılmakta ya da hiç vurgu yapılmamaktadır. Bu modeller, birey üzerinde etkili olan baskılarla, örneğin bilişsel doğasıyla ön planda olan sürdürücü faktörler, diyet ve moda endüstrileriyle ilişkili sosyo-kültürel faktörler ve vücut ağırlığı için biyolojik “set noktası” gibi unsurlarla ilgilenmektedir. Bu çeşitli faktörler kesinlikle önemli olsa da, bireyin bu baskılara karşı duyarlılığını artıran gelişimsel ve ilişkisel sorunları ele almamaktadır. 

    Sonuç olarak, günümüzde tanımlanan kanıta dayalı tedavi yaklaşımlarının çoğu (Yager ve ark., 2012), duygu düzenleme, kişilerarası stresörler, savunma mekanizmaları, zihinsel durumların etkisi ve bağlanmanın rolü gibi konulara sınırlı bir önem vermektedir.

    Bağlanma Teorisi Çerçevesi 

    Bağlanma teorisi, John Bowlby’nin (1988) çalışmalarından geliştirilmiştir. Bowlby, çocukların ebeveynlerinden ayrılmalarına ve tekrar birleşmelerine verdikleri yanıtlarla ilgili öngörülebilir desenler gözlemlemiştir. O, bir bebeğin bağlanma davranışlarının (örneğin, uzanma, ağlama, emekleme) bakım veren kişiye yakınlık kazanmak ve güven duygusu elde etmek amacıyla şekillendiğini savunmuştur. Bu güven duygusu, bebeklerin çevrelerini güvenli bir şekilde keşfetmelerine olanak tanır ve bu da öğrenmeyi ve psikolojik gelişimi kolaylaştırır. Bir bakım verenle yapılan tekrarlanan etkileşimler, bir bebeğin içsel çalışma örüntülerinin gelişimi üzerinde derin bir etkiye sahiptir ve bu içsel çalışma örüntüleri, büyük ölçüde, ilerleyen dönemde gelişen duygusal düzenleme, başkalarına dair beklentiler, benlik kavramı ve kişilerarası stiller gibi nitelikleri tanımlar (Bowlby, 1988). Bowlby’nin işbirlikçilerinden Mary Ainsworth (Ainsworth & Bell, 1970), Yabancı Durum (Strange Situation Experiment)  araştırma paradigmasını kullanarak, kontrollü bir ortamda çocukların ayrılma ve birleşme davranışlarını sistematik bir şekilde incelemiştir. Bu araştırma, Ainsworth’ün bağlanma davranışlarını sınıflandırmasını sağlamış, bazı çocuklar güvenli, diğerleri ise güvensiz olarak sınıflandırılmıştır; güvensiz olan çocuklar ise daha da ayrıntılı olarak kaygılı-kaçıngan ya da kaygılı-ikircikli olarak tanımlanmıştır.

    Birkaç yıl sonra, Mary Main, Ainsworth ile birlikte çalışan bir başka araştırmacı, yetişkinler için Yetişkin Bağlanma Görüşmesi adı altında bir görüşme geliştirdi: (Adult Attachment Interview – AAI; Main, Goldwyn, & Hesse, 2002). Bu görüşmede katılımcılar, ebeveynleriyle ilgili erken dönemdeki bağlanma deneyimlerine dair soruları yanıtlar. Yetişkinin bağlanma ile ilgili anlatısının doğası ve kalitesi güvenli, yadsıyan (kaçıngan) veya takıntılı (kaygılı) olarak güvenilir bir şekilde kodlanabilir. Bu kategoriler, bağlanma sistemi etkinleştiğinde (yani, stres, güven ihtiyacı ve tehdit anlarında) yetişkinin zihinsel durumlarını temsil eder. Güvenli bağlanmış yetişkinler, başkalarından şefkat bekler, duygularını uyumlu bir şekilde düzenleyebilirler ve önemli diğerlerine kolayca destek ve sevgi verebilirler. Yadsıyan veya kaçıngan bağlanmış bireyler, duygularını uyumsuz bir şekilde aşağı regüle ederek (downregulate) , duyguları deneyimlemekte ve ifade etmekte zorluk çekerler, ihtiyaç anında başkalarının onlara yardımcı olacağına inanmazlar ve ilişkilerin önemini genellikle reddederler. Takıntılı veya kaygılı bir şekilde bağlanmış bireyler, tekrar tekrar eriştikleri duygularla kolayca bunalacak veya meşgul olacak şekilde duygulanımlarını uyumsuz bir şekilde yukarı doğru regüle ederler (upregulate). İlişkilerde ihtiyaç duyan ve ilişki kaybından yüksek derecede endişe duyan bu bireyler, başkalarının şefkatiyle kolayca yatıştırılmazlar.

    Bağlanma teorisi, büyük ölçüde açıklayıcı gücü, araştırma tabanı ve klinik uygulamalar için geniş kapsamlı çıkarımları nedeniyle son yarım yüzyılın en önemli klinik çerçevelerinden biri haline gelmiştir (Bowlby, 1988; Fonagy, 2001). Bağlanma kategorileri yaşam boyu son derece istikrarlıdır, ergenlikten yetişkinliğe kadar bireylerin %70’i güvenli veya güvensiz bağlanmış olarak kalmaktadır (Waters, Merrick, Treboux, Crowell, & Albersheim, 2000). Bağlanma kategorisindeki çoğu değişim, yaşam koşullarındaki değişikliklerin bir sonucu olarak meydana gelir. Olumlu koşullar (örneğin, romantik ilişki, rehberlik, psikoterapi) güvensiz bağlanmış bir bireyin güvenli bağlanmış hale gelmesine yol açabilir. Olumsuz koşullar (örneğin, travma, ihmal, kayıp) güvenli bağlanmış bir bireyin güvensiz bağlanmış hale gelmesine neden olabilir (Pinquart, Feußner, & Ahnert, 2013).

    Bağlanma Temelli Psikodinamik Model 

    Yeme bozuklukları modelimizde, Malan’ın çatışma üçgenini (Malan, 1979) bir bağlanma teorisi çerçevesi içinde yeniden kavramsallaştırdık. Malan’ın modeli büyük ölçüde bir dürtü teorisi kavramsallaştırmasına dayalıyken, bu modeli, güncel ilişkisel faktörler

    Metin Kutusu: Savunmalar ve yeme bozukluğu semptomlarıMetin Kutusu: Kaygı ve negatif duygulanım
    Metin Kutusu: Güvenlik/uyumsal (adaptive) duygular için bağlanma ihtiyaçları

    Şekil 14.1, “Yeme Bozuklukları (YB) için Adaptasyon Üçgeni” 

    üzerindeki vurguyu dikkate alacak şekilde yeniden yapılandırdık ve modelin adını Adaptasyon Üçgeni (Şekil 14.1; Tasca, Mikail, & Hewitt, 2005) olarak değiştirdik. Modeldeki ana veya birincil motive edici faktör, bağlanma güvenliği ya da güvensizliği ile ilgilidir. Özellikle, bağlanma güvensizliği, kaygı ve/ya da negatif duygularla ilişkilidir veya bunlara yol açar. Örneğin, içsel çalışma örüntüleriçoğunlukla kaçıngan olan birisi, ilişkileri reddedebilir ve kendi duygularını ihmal edebilir, ancak sosyal taleplerle karşılaştığında yine de yüksek düzeyde kaygı yaşayabilir. Savunma mekanizmaları, duyguları reddetme, obsesif-kompulsif ve diğer içselleştirme savunmaları gibi mekanizmaları içerir. Yeme bozukluğu olan birisi için bu, ciddi yemek kısıtlaması yoluyla daha fazla kısıtlanmış deneyimler, bilişler ve duygularla desteklenebilir. Diğer yandan, içsel çalışma örüntüleri çoğunlukla kaygılı olan birisi, ilişkilerini kaybetme endişeleri nedeniyle kolayca aşırı kaygı veya negatif duygular yaşayabilir. Savunma mekanizmaları, daha çok dışsal savunmalar ve eyleme geçirme gibi mekanizmaları içerebilir. Bu duyguların aşırı aktivasyonu ve bozulmuş ilişki desenleri, düzensiz yeme, aşırı yeme ve kusma davranışları ile madde bağımlılığı gibi komorbid sorunları kısmen açıklayabilir.

    Bağlanma ve Kendilik

    Şekil 14.1’de gösterilen Adaptasyon Üçgeni, kendilik duygusu için de faydalı bir metafor sunmaktadır. Yani, bağlanma güvenliği veya güvensizliğinin toplam deneyimi, bağlanma içsel çalışma örüntülerinden kaynaklanan problemli duygusal deneyimler ve ardından gelen savunma mekanizmaları ve ilişki desenleri, birçok yönden kendiliğin işlevleridir. Northoff (2015), kendiliğin, bir kişinin vücudundan ve çevresinden gelen içsel ve dışsal uyarıcılara karşı duygusal, bilişsel, sensörimotor ve vejetatif gibi farklı işlevleri organize eden ve koordine eden bütünsel bir yapı olduğunu savunmuştur. Kendilik, aynı zamanda zamanla ilişkilidir; çünkü kendiliğin deneyimi zaman içinde uzanır, bu da bir kişinin içsel durumlar ve dışsal olaylar karşısında bir bütünlük ve istikrar duygusu sağlar. Northoff (2015), ayrıca yeme bozukluğu olan bazı bireylerin bedenlerine karşı nesneleştirme tutumu geliştirdiklerini, yani bedenin kendilerine ait değilmiş gibi davrandıklarını ileri sürmüştür.

    Hem yadsıyan/kaçıngan (dismissing/avoidant) hem de takıntılı/kaygılı (preoccupied/anxious) kişilik özelliklerine sahip yeme bozukluğu olan bireyler, genellikle vücutlarına yabancıymış gibi deneyimledikleri bir şekilde aşırı odaklanabilirler. Yeme bozukluğu olan bireyler, bedensel duyumları ve duyguları birleştirme mücadelesiyle ilişkili olarak, tutarsız bir kendilik duygusu yaşayabilirler (Amianto, Northoff, Abbate Daga, Fassino, & Tasca, 2016). Gelişimsel bir bakış açısıyla, kendilik tanımlamasının, bebeğin bedensel kendiliğinden kaynaklandığı teorize edilmiştir (Winnicott, 1964). Bedensel kendilik ve kendilik, birey ile bağlanma figürleri arasındaki ilişki bağlamında, bağlanma ve kendilik tanımlaması olmak üzere iki diyalektik gelişimsel çizgide giderek farklılaşır (Blatt & Blass, 1990). Bu gelişimdeki ana entegrasyon noktası, geç ergenlik veya erken yetişkinlikte bütünleşmiş bir kimliğin kurulmasıdır (Erikson, 1963). Bruch (1988), yeme bozukluğu olan birinin kimliğinin kesintiye uğradığını ve bunun, bireyin geleceğini düşünme ve geçmişini tutarlı bir anlatıya entegre etme zorluğuna yol açtığını savunmuştur (daha kapsamlı bir açıklama için bkz. Amianto ve ark., 2016). Bağlanma güvensizliğinin ayırt edici özelliği olan anlatım tutarsızlığı (narrative incoherence)  (Main ve ark., 2002), dengesiz bir benlik duygusunun göstergesidir. Zayıflamış bir kendilikle, yeme bozukluğu olan bireyin düşük öz saygı, zayıf duygu düzenleme ve kişilerarası etkisizlik gibi işlevleri tehlikeye girer.. Zayıflamış bir kendilik ile yeme bozukluğu olan birey, düşük özsaygı, zayıf duygu düzenleme ve kişilerarası yetersizlik gibi işlevsel bozukluklar yaşar.

    Yeme Bozuklukları İçin Bağlanma Temelli Psikodinamik Tedavi Modeli

    Daha önce açıklanan şekliyle, bazı kişilerde yeme bozukluğu semptomlarının sürdürülmesinde kişilerarası sorunların veya hassasiyetlerin  geliştirilmiş BDT (CBT-E) (Fairburn, 2008) kavramsallaştırmalarına dahil edilmesiyle şekillenmiştir. Kişilerarası sorunlar, yeme bozuklukları için kişilerarası modelde de (Wilfley ve ark., 1993) önemli bir rol oynamaktadır. Biz, Strupp ve Binder’ın (1984) döngüsel uyumsuz örüntüler (cyclical maladaptive patterns) (DUÖ) çerçevesini kullanarak, tedavi modelimize bir kişilerarası kavramsallaştırma entegre ediyoruz. Döngüsel uyumsuz örüntüler, bağlanma güvensizliğinin kişilerarası yönlerinin bir ifadesi ve aynı zamanda Adaptasyon Üçgeni (Şekil 14.1) dinamiklerinin bir sonucu olarak görüyoruz. Hatırlayın ki, tutarsız bir kendilik duygusu, kişilerarası hassasiyetler ve duygusal düzenleme üzerinde etkili olmaktadır. Ayrıca, uyumsuz savunma mekanizmaları, kişinin ilişkilerinin kalitesini ve doğasını doğrudan etkileyebilir.

    Strupp ve Binder’ın (1984) modeli, kişilerarası psikodinamiği, kendilik eylemleri, ötekilerin eylemleri, ötekilerden beklentiler ve içselleştirme (introject) terimleriyle tanımlar. Kendilik eylemleri, tipik olarak bir birey tarafından gerçekleştirilen düşünceler, duygular ve davranışlardır. Bunlar, bireyin içsel ve dışsal deneyimlerinin gözlemlenen yönleri olabilir. Yeme bozukluğu olan birisi, örneğin, yüksek düzeyde mükemmeliyetçi bir kendini sunma deneyimleyebilir ve bu durum, bireyin kendisi hakkındaki beklentilerini, başkalarına yönelik davranışlarını ve mükemmeliyetçi standartlara ulaşamadığında hissettiklerini etkiler.

    Ötekilerin eylemleri, ötekilerinin kendilerine yönelik gerçek davranışlarıdır ve çoğunlukla, kendilik eylemlerine yanıt olarak ortaya çıkar. Örüntünün döngüsel yönü, kendilik eylemleri ile ötekilerin eylemleri arasındaki etkileşimle belirginleşmeye başlar. Örneğin, bir kişi ilişkilerde pasifse, ötekinin egemen bir tavırla yanıt verme olasılığı daha yüksektir; bu, kişilerarası tamamlayıcılık kavramı (Kiesler, 1996) ile belirtilir. Tamamlayıcı etkileşimler, dahil olan kişiler için oldukça pekiştiricidir ve bu nedenle bu etkileşimler nispeten stabildir.

    Ötekilerden beklentiler, ötekilerin nasıl davranacağına dair içsel bilişsel beklentilerdir veya tahminlerdir. Örneğin, takıntılı bağlanmacı bireyler, ötekinin onları terk edeceğini beklerken, yadsımalı (dismissing) bağlanmacı bireyler, başkalarının onlar için ulaşılmaz veya yararsız olacağını beklerler. Bu beklentiler, ilişki geçmişinden kaynaklanabilir ve kendilik eylemlerinde görülen davranışları ve duyguları pekiştirebilir. İçselleştirme (introject), genellikle  kendilik eylemleri, ötekilerin eylemleri ve ötekilerden beklentiler arasındaki dinamik etkileşimin bir sonucu olarak değerlendirilir. İçselleştirme (introject), kişinin kendisi hakkındaki temel inançlar ve duyguları temsil eder ve bu da başkalarıylayken nasıl davrandığını etkiler. Örneğin, kendisini sevilemez olarak deneyimleyen bireyler, ilişki kaybıyla ilgili depresif bir etki hissedebilir, ötekilerin onları sevmediğini bekleyebilir ve ilişkilerde uzaklaşacak şekilde davranabilirler. Diğer yandan, kendisini başarısız ya da etkisiz olarak gören biri, başarıyla ilgili özsaygısına yönelik darbelere bağlı olarak kaygı veya depresif bir etki hissedebilir ve ötekileri ilgisiz veya önemsiz olarak görebilir. Olumsuz veya eleştirel bir içselleştirme, yeme bozukluğu olan bireylerde sıklıkla görülen mükemmeliyetçilik ve buna bağlı düşük özsaygının temel bir tetikleyicisidir. Ayrıca, benliğin kararlılığı ve kimliğin tutarlılığı ile ilgili sorunlar, problemin bir içselleştirme ile ilişkili olduğunu da gösterebilir. Strupp ve Binder (1984), içselleştirmenin veya kendilik kavramının değişmesinin, psikoterapi yoluyla kalıcı bir iyileşme sağlamak için temel olduğunu ve içselleştirmenin değişiminin, hastanın Döngüsel Uyumsuz Örüntüler’inde  (cyclical maladaptive patterns)  tanımlanan kişilerarası örüntülerin değiştirilmesiyle mümkün olduğunu savunmuşlardır.

    Bağlanma temelli psikodinamik terapinin birinci hedefi, bu kişilerarası örüntüleri değiştirmektir ve bunu hastalara yeni bir anlayış sunarak gerçekleştirmek amaçlanır (Levenson & Strupp, 2007). Bu, hastanın işlevsel olmayan kişilerarası örüntülerini tanımlamasına yardımcı olarak, hastada bilişsel değişiklikler sağlamayı içerir. Bu yöntemle terapist, terapi dışındaki önemli öteki kişilerle ve terapist ile terapideki tekrarlayan kişilerarası örüntüleri hastaya gösterir. Terapist, geçmişteki ilişki örüntülerini günümüzdeki ilişkilere bağlamada hastaya yardımcı olabilir ve bu, hastaya, uyumsuz olabilecek, aktarıma dayalı ilişki örüntüleri hakkında bir anlayış sağlar. Örneğin, bir yeme bozukluğu olan hasta, terapistten aşırı yeme davranışını durdurmasına yardımcı olmasını isteyebilir. Ancak, terapist hastadan günlük bir yemek günlüğü tutmasını istediğinde, hasta bu isteğe uymayabilir. Terapist, hastayı “kendi iyiliği için” yemek günlüğüne uymaya zorlamayı bir istek olarak hissedebilir. Ancak, hastanın döngüsel uyumsuz örüntüsünü (yani, kendilik eylemi: bakım isteği, ancak boyun eğmeme; başkalarının eylemleri: baskın ve ısrarcı olma; başkalarından beklentiler: başkaları bana kızacak ve beni terk edecek; içselleştirme: “Sevilmezim”) farkında olan bir terapist,aktarım-karşı aktarım döngüsünden kendini daha kolay bir şekilde ayırabilir. Böyle bir terapist, hastanın bu örüntüsüne, aşırı yeme gibi bir başa çıkma mekanizması olarak nasıl negatif duygu ve kaygıyı sürekli hale getirdiğini fark etmesine yardımcı olabilir. Ayrıca terapist, bu kişilerarası modelin diğer ilişkilerde, örneğin ebeveynlerle olan ilişkilerde, nasıl ortaya çıktığını da tanımlayabilir.

    Hastanın baskın bağlanma stilinin değerlendirilmesi, terapistin en etkili müdahaleleri belirlemesine ve yönlendirmesine yardımcı olabilir (Tasca, Ritchie ve Balfour, 2011). Örneğin, yüksek kaygılı bağlanma veya aşırı takıntılı bağlanma stiline sahip biri, duygusal deneyimler tarafından bunalmadan duyguları ve ilişkileri üzerine daha yansıtıcı bir şekilde düşünebilmek için desteğe daha fazla ihtiyaç duyabilir. Bu tür bir bireyin döngüsel uyumsuz örüntüsü, terk edilme korkusu, bağımlı ilişki davranışları, gerilim veya çatışma ile tanımlanan yakın ilişkiler, ilişki kaybı beklentileri ve oldukça öz-eleştirel bir içselleştirme ile karakterize edilebilir. Bu kişiler, bu kişilerarası süreci daha iyi anlayarak ve istikrarlı bir terapötik ilişki içinde yeni deneyimler yaşayarak, duygusal dengeyi geçici olarak sağlamak için yeme bozukluğu semptomlarına yönelmeden önce duygularına eleştirel bir mesafeden bakmayı öğrenebilir.

    Tersine, yadsıyan veya kaçıngan bir bağlanma stiline sahip bir birey, duygusal içerik ve deneyimlere kademeli olarak maruz bırakıldığında fayda görebilir. Bu tür bireyler, ilişkilere karşı oldukça hassas olabilir ancak ilişkilerin önemini küçümseyebilirler. Yadsıyan bağlanmaya ve yeme bozukluğuna sahip bireyler, ötekinin onlar için orada olacağını beklemez ve cezalandırıcı, mükemmeliyetçi bir benlik algısına sahip olabilir. Psikoterapide, bu bireyler ilişkilerdeki ihtiyaçlarını daha iyi anlayabilir ve beklentilerine rağmen öteki tarafından bakılmayı kabul edebilir hale gelebilir. Empatik bir terapist tarafından kabul ve ilgi görme deneyimi aracılığıyla, bu danışanlar ötekilere nasıl göründüklerine dair yüksek standartlarını gevşetebilir ve aşırı diyet kısıtlamalarıyla içsel deneyimlerini bastırma ihtiyaçlarını azaltabilir.

    Klinik Vaka Örneği: Takıntılı Bağlanma Stili Olan Bir Danışan

    Bu tartışmayı örneklendirmek için 21 yaşındaki Jane’in vakasını ele alıyoruz. Jane, yatan hasta tedavi biriminden taburcu edildikten sonra Dr. Z ile terapiye başladı. Jane, Anoreksiya Nervoza (AN) tanısıyla yatırılmış ve kabul edildiğinde ciddi şekilde düşük kilodaydı. Şu anda ağırlığı normal olsa da, neredeyse her gün tıkınırcasına yeme davranışı sergiliyor, düzensiz bir yeme düzenine sahip, kusmuyor, tıbbi olarak stabil durumda. 

    Jane, ebeveynleriyle yaşadığı çatışmalı bir ilişkiyi tarif etti. Ebeveynlerini, yemekleri konusunda oldukça kontrolcü olarak tanımladı. Onların Jane’in yemek yeme alışkanlıkları ve düşük kilosu konusunda endişeli ve kaygılı olduklarını, bu nedenle onu yakından izlediklerini ve yemeklerini onun yerine seçtiklerini belirtti. 

    Başlangıçta Jane, bazen kendisini bunaltıcı bulduğu duygularıyla daha iyi başa çıkmak için yardım almak istediğini söyledi. Ayrıca, kendisini rahatsız eden tıkınırcasına yeme davranışını kontrol altına almak için destek istedi. Dr. Z, öncelikle tıkınırcasına yeme sorunlarını ele almaya karar verdi ve Jane’den standart bir günlük yiyecek günlüğü yöntemiyle yeme alışkanlıklarını, duygularını, düşüncelerini ve çevresel faktörleri kaydetmesini istedi. 

    Jane başlangıçta bu yöntemi kabul etmiş gibi görünse de, birkaç hafta sonra Jane’in yemek günlüğünü doldurmadığı ortaya çıktı. Dr. Z, Jane’in bu görevi tamamlamasına engel olan faktörleri araştırdı ve Jane’i ödevi yapmaya teşvik etti. Ancak bir süre sonra, Dr. Z, Jane’in belirttiği yardım ihtiyacına rağmen ödevleri yapmamasından dolayı hayal kırıklığı hissetmeye başladı. 

    Dr. Z, ısrar etmeye devam etmek yerine, Jane’in bu davranış örüntüsünün, ebeveynleriyle yaşadığı çatışmalı ilişkiye nasıl benzediğini göstermeye başladı.

    Dr. Z: Sana ödevlerini yaptırmak ve bunu senin yararına olacak şekilde kontrol etmek istiyorum. Ama bunu yapmaya devam edersem, büyük olasılıkla sen bu isteğe uymayacaksın ve bana karşı sinirlenebilirsin. Bu konuda bir çekişme içinde kilitlenip kalabiliriz. 

    Jane: Evet, ne demek istediğinizi anlıyorum. Muhtemelen, yapacağımı söyleyip sonra gerçekten yapmayarak bunu sabote ederim. 

    Dr. Z: Bu bana, yemek konusunda ebeveynlerinle yaşadığın örüntüyü hatırlatıyor. Sanki onların yardımını istiyorsun ama ardından onlarla güç mücadelesine giriyorsun. Sonunda her zaman onları hayal kırıklığına uğratmış gibi hissediyorsun ve “kötü” bir kız evlat olduğun düşüncesine kapılıyorsun. Bu döngü, bizim birlikte etkili bir şekilde çalışmamızın önünde engel oluşturuyor.

    Dr. Z, Jane ile olan ilişkilerinde yemek günlüğü tutma fikrini ortaya attığından beri ortaya çıkan çatışmayı, mücadeleyi ve hayal kırıklıklarını üs-iletişim(meta-communication) yoluyla ele aldı. Dr. Z, Jane’in ebeveynleriyle yaşadığı döngüsel uyumsuz örüntülerin (Cyclical Maladaptive Patterns) terapötik ilişkide yeniden canlandığını ve bu yeniden canlandırmanın, Dr. Z’nin bu örüntüyü istemeden pekiştirmesiyle, terapötik ittifaklarında bir kopukluğa neden olduğunu fark etti (Safran & Muran, 2000). Dr. Z, bu yorumu Jane’e sundu ve Jane, ilişkilerinin giderek daha gergin hale geldiğini kabul etti. Bunun üzerine Dr. Z, Jane’e terapi hedeflerini yeniden tanımlamak, yani terapötik ittifaklarının bu yönünü yeniden müzakere etmek için birlikte çalışmayı teklif etti.

    Dr. Z: Belki de farklı bir şey deneyebiliriz. Şu anda en çok üzerine çalışmak istediğin şeyin ne olduğunu düşünüyorsun? 

    Jane: Duygularımı kontrol altına almak istiyorum. Genelde bunaltıcı hale geliyorlar ve hayatımın hemen her alanında sorunlara yol açıyorlar. 

    Dr. Z: Peki, aile doktorunuz yeme krizlerinden kaynaklanan herhangi bir acil tıbbi risk altında olmadığını ve kilonun dengede olduğunu söyledi. O zaman, yemek günlüğü tutmayı şimdilik bir kenara bırakalım ve duygularına ve bunlarla nasıl başa çıktığına odaklanalım. Bu nasıl geliyor sana? 

    Jane: Evet, bu iyi olur. 

    Dr. Z: Biliyor musun, terapi odaklarımızı değiştirme üzerine yaptığımız bu konuşma daha az gergin hissettirdi. Bu konuşmadaki yaklaşımının daha az pasif ve daha fazla kendinden emin olduğunu gözlemledim. Bu da bana sana ve ihtiyaçlarına daha fazla saygılı davranma isteği uyandırıyor. Sen de böyle bir şey fark ettin mi? 

    Jane: Evet, farklı hissettiriyor. Sanki birlikte nasıl çalışacağımızı çözüyormuşuz gibi. 

    Bu örnek, terapistin, hastanın Döngüsel Uyumsuz Örüntüsü (Cycling Maladaptive Pattern) ile ilişkilendirilen aktarım-karşı aktarım döngüsünden nasıl çıkabildiğini göstermektedir. Terapist, bu modelin danışanın hayatında, terapi de dahil olmak üzere, ne kadar yaygın olduğunu danışanla birlikte üst-iletişim (meta-communication) kurarak ele aldı ve onu terapi sürecinde yeni bir deneyime davet etti—bu yeni deneyim, danışanın daha kendinden emin ve kararlı bir şekilde hareket ettiği bir süreçti.

    Destekleyici Kanıtlar 

    Yapılan araştırmalar, tedavi öncesi yüksek bağlanma kaygısının yeme bozuklukları tedavisinde daha kötü sonuçlarla ilişkilendirildiğini ve yüksek kaçıngan bağlanma stilinin multimodal tedavi programlarını bırakma ile ilişkili olabileceğini göstermektedir (Illing, Tasca, Balfour, & Bissada, 2010; Tasca, Taylor, Bissada, Ritchie, & Balfour, 2004). Ancak, Tasca ve arkadaşları (2006), Tıkınırcasına yeme bozukluğu (Binge Eating Disorder) olan ve yüksek bağlanma kaygısı yaşayan hastaların, kişiler arası problemleri ve duygulanım düzenleme zorluklarını ele alan “grup psikodinamik -kişiler arası psikoterapiden” (group psychodynamic-interpersonal psychotherapy) daha fazla fayda sağladıklarını bildirmiştir. Ayrıca, son araştırmalar, tedavi öncesi daha yüksek yansıtıcı işlevselliğin, Tıkınırcasına yeme bozukluğu olan bireyler için daha iyi sonuçlarla ilişkilendirildiğini göstermektedir (Maxwell, Tasca, Grenon, Faye ve ark., 2017).

    Ayrıca, GPKP (Grup Psikodinamik-Kişiler Arası Psikoterapi) tedavisinin, tedavi sonrası 1 yıl boyunca öz-bildirimle ölçülen bağlanma güvensizliğini iyileştirdiği bulunmuştur (Maxwell, Tasca, Ritchie, Balfour, & Bissada, 2014). Maxwell ve arkadaşlarının (2017, 2017) AAI (Ana ve ark., 2002) kullandığı iki son çalışması, GPKP’nin tıkınırcasına yeme bozukluğu tedavisinde yansıtıcı işlevsellikte iyileşmelere ve bağlanma durumlarıyla ilgili güvensiz zihin hallerinin azalmasına yol açtığını göstermiştir. Son olarak, Hill ve ark. (2015) tarafından yapılan bir çalışma, GPKP tedavisinin ardından genel savunmacı işlevselliğin iyileştiğini bildirmiştir. Bu çalışmalar, tıkınırcasına yeme bozukluğu ve diğer yeme bozuklukları için zaman sınırlı, psikodinamik, grup tabanlı bir tedavinin, yansıtıcı işlevsellik, savunmacı işlevsellik ve bağlanma zihinsel durumları üzerinde iyileşmelere yol açabileceğini göstermektedir.

    Tarihsel olarak, bazı randomize kontrollü çalışmalar, psikodinamik terapilerin tasarımı veya tedavilerin uygulanması nedeniyle dezavantajlı olmuştur. Örneğin, Garner ve arkadaşlarının (1993) ve Poulsen ve arkadaşlarının (2014) çalışmalarında, psikodinamik terapistlere, yeme bozukluğu semptomları hakkında hastalarla bir tartışma başlatmamaları talimatı verilmişti; bu da psikodinamik terapilerin etkinliğini gereksiz şekilde sınırlamıştır (yorumlar için bkz. Tasca, Hilsenroth, & Thompson-Brenner, 2014 ve Westen ve ark., 2004). Bununla birlikte, yeme bozuklukları için grup tedavilerinin meta-analizleri (Grenon ve ark., 2017) ve bireysel tedavilerinin meta-analizleri (Spielmans ve ark., 2013), tedavi türleri (CBT, IPT, psikodinamik terapi) arasında yeme bozukluğu semptomlarını azaltma sonuçlarında herhangi bir fark bulmamıştır.

    Yakın zamanda Abbate-Daga, Marzola, Amianto ve Fassino (2016) tarafından yapılan bir anlatımsal inceleme, yeme bozuklukları için psikodinamik terapilerin potansiyel etkinliğini destekleyen mevcut verilerin olduğunu, ancak daha iyi tasarlanmış çalışmaların gerekli olduğunu sonucuna varmıştır. Bu araştırma alanında değinilmesi gereken iki önemli yüksek kaliteli çalışma bulunmaktadır. İlk olarak, Zipfel ve ark. (2014) tarafından yapılan bir randomize kontrollü denemede, focal dinamik terapi, BDTve mevcut tedavi yöntemlerinin aneroksiya nevroza (AN) için karşılaştırıldığında, psikodinamik terapi ve BDT müdahalelerinin eşdeğer etkiler gösterdiği ancak focal dinamik terapinin diğer tedavilere göre daha etkili olduğu bulunmuştur. Bu çalışma, AN’nin tedavisinin çok zor olduğunu ve AN tedavisi için yapılan randomize kontrollü çalışmaların sayısının çok küçük olduğunu göz önünde bulundurulduğunda önemlidir. İkinci olarak, GPKP (grup psikodinamik-kişilerarası psikoterapi) , GBDT (grup bilişsel davranışçı terapi)  ve bekleme listesi kontrol grubunun karşılaştırıldığı bir randomize kontrollü denemede, Tasca ve ark. (2006) GPKP ve GBDT’nin eşdeğer etkiler gösterdiğini, her ikisinin de kontrol grubuna kıyasla daha etkili olduğunu bulmuşlardır. Bu etkilerin uzun vadeli takiplerde sürdüğü ve GPKP’nin tıkınırcasına yeme bozukluğu tedavisinde potansiyel etkinliğini gösterdiği anlaşılmaktadır.

    Özet ve Sonuçlar 

    Henüz nispeten küçük olmasına rağmen, yeme bozuklukları için psikodinamik tedavilerin, yeme bozukluğu semptomlarını azaltmada ve bağlanma durumları, mentalizasyon ve savunma işlevselliği gibi psikolojik faktörleri iyileştirmede etkili olduğunu gösteren büyüyen bir kanıt temeli bulunmaktadır (Hill ve ark., 2015; Maxwell, Tasca, Grenon, Faye ve ark., 2017; Maxwell, Tasca, Grenon, Ritchie ve ark., 2017; Tasca ve ark., 2006; Zipfel ve ark., 2014). Bu yeme bozukluklarının psikodinamik tedavisini incelediğimiz bu derlemede, bağlanma güvensizliklerinin nasıl negatif duygulara veya kaygıya yol açtığını ve bunun da nasıl uyumlu olmayan savunma mekanizmalarına ve/veya yeme bozukluğu semptomlarına yol açabileceğini açıklayan bir model sunduk. Araştırmalarımız, erken deneyimlerin bağlanma güvensizliğine yol açarak bunun ardından duygu düzenlemesi bozukluğu ve yeme bozukluğu semptomlarına nasıl yol açtığını göstererek bu kavramsal modeli desteklemiştir (Tasca ve ark., 2009, 2013). Ayrıca, tedavi modelimiz, günümüz ilişkilerindeki ve terapötik ilişkilerdeki etkileri ele alan psikodinamik bir ilişki zorluğu kavramsallaştırması kullanmaktadır. Sosyal ve ilişki bağlamları ile bağlanma durumlarını dikkate alan çağdaş anlayışlara dayalı yeme bozuklukları için psikodinamik kavramsallaştırmalar ve tedaviler, uygulayıcı psikoterapistler arasında daha fazla kabul görecektir. Ancak, psikodinamik araştırmacıların ve klinik uzmanların, kavramlarını ve tedavilerini ampirik olarak test etmeleri, etkinliklerini doğrulamaları ve klinik bağlamlarda uygulamalarını meşrulaştırmaları için önemli olacaktır.

  • O Zaman Öyleydi, Şimdi Böyle: Çağdaş Psikodinamik Terapiye Giriş

    “Kendine, zihninin en derinliklerine kadar, dürüstçe ve korkusuzca bak.”

    Yazarın Notu

    Bu üzerinde çalışılan metin, çağdaş psikodinamik düşünceye jargondan arındırılmış bir giriş sunmaktadır. Hem uygulayıcılar [psikodinamik psikoterapi uygulayıcıları] hem de diğer terapi yaklaşımlarında eğitim almış uygulayıcılar için tasarlanmıştır. Bu metni yazmamın sebebi, mevcut kitapların öğrencilerimin ihtiyaçlarını karşılamıyor olmasıdır. Birçok klasik psikanalitik terapi tanıtımı güncelliğini yitirmiştir. Onlar, onlarca yıl önceki psikanalitik düşünceyi anlatıyorlar, bugünkünü değil. Diğer bazı kitaplar ise aşırı derecede jargon içermekte veya çoğu çağdaş okuyucunun, sahip olmadıkları bir ön bilgiye sahip olduklarını varsaymaktadır. Bazı kitaplar ise belirli bir psikanalitik ekolü diğerlerine üstün kılmaya çalışan yanlı bir gündeme sahiptir, ancak öğrencilerin bu tür içsel teorik tartışmalara çekilmesi onlara yardımcı olmaz. Son olarak, bazı başarılı kitaplar ilgili ve anlayışlı bir okuyucuyu hedef alarak [onun var olduğunu varsayarak] yazılmıştır, ki bu [ilgili ve anlayışlı bir okuyucunun varlığı] genellikle doğru bir varsayım değildir. Birçok öğrenci, psikanalitik düşünce hakkında oldukça fazla dezenformasyona maruz kalmış ve bu yaklaşıma hatalı ve olumsuz önyargılarla yaklaşmaktadır.

    Başlık, bir tevriyedir (double entendre /iki anlamlı söz) . “O zaman öyleydi, şimdi böyle” ifadesi, psikanalitik terapinin temel bir amacına, insanların geçmiş deneyimlerinin bağlarından kurtulmasına ve bugünü daha dolu (fully) bir şekilde yaşamasına yardımcı olmaya işaret eder. İnsanlar genellikle “olan”a değil, “olmuş olana” tepki verirler ve psikanalitik terapi bu konuda yardım etmeyi hedefler. Başlık ayrıca, son yıllarda psikanalitik düşüncede meydana gelen köklü değişimlere de atıfta bulunmaktadır. Birçok kişi için “psikanaliz (“psychoanalysis)” terimi, günümüz uygulayıcılarının düşündükleri ve yaptıklarıyla pek az ilgisi olan, yüzyıl öncesine ait klişeleri çağrıştırmaktadır.

    Bu bölümler, bir kitabın başlangıcı olarak tasarlandı. Belki birgün tamamlarım, ancak bu proje şu an için ikinci planda. Şimdilik elimizde olan bu kadar. Jonathan Shedler, Nisan, 2010 

    Bölüm 1:

    Yanlış Anlamaların Kökenleri

    Psikanalitik psikoterapi, tüm terapi türleri arasında en yanlış anlaşılanı olabilir. Klinik psikoloji doktora öğrencileri için psikanalitik terapi üzerine bir ders veriyorum ve bu öğrencilerin birçoğu, zorunlu olmasa derse katılmazdı. Derse, öğrencilerden psikanalitik terapi hakkındaki inançlarını yazmalarını isteyerek başlıyorum. Çoğu, son derece yanlış önyargılar ifade ediyor. Bu önyargılar, psikanalitik uygulayıcılarla birebir karşılaşmalardan değil, medyadaki tasvirlerden, psikanalitik kavramlara derslerinde değinen ancak bunları pek anlamayan lisans düzeyi psikoloji profesörlerinden ve yarım yüzyıl öncesinde güncelliğini yitirmiş psikanalitik teorilerin karikatürlerini sunan ders kitaplarından kaynaklanıyor. 

    Daha akılda kalıcı yanlış anlamalardan bazıları şunlardır: Psikanalitik kavramların yalnızca ayrıcalıklı ve zengin insanlara uygulandığı, psikanalitik kavramların ve tedavilerin ampirik desteğe sahip olmadığı (ampirik kanıtların kapsamlı bir incelemesi için bkz. Shedler, 2010); psikanalistlerin her şeyi seks ve saldırganlığa “indirgediği”, hastaları yalnızca maddi kazanç için uzun süreli tedavide tuttukları; psikanalitik teorilerin cinsiyetçi, ırkçı veya sınıfçı olduğu (tercihinize göre başka bir politik olarak yanlış sıfat da ekleyebilirsiniz); psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un kokain bağımlısı olduğu ve teorilerini bu maddenin etkisi altında geliştirdiği, çocuk tacizcisi olduğu [Ivy League (ABD’nin kuzeydoğusunda akademik ve sosyal alanda prestijleriyle tanınan fakülte ve üniversitelerden oluşan bir grup)  mezunu bir öğrenci, bu garip fikri bir profesöründen öğrenmişti) ]; ve sanki psikanalitik bilgi 1900’lerin başından bu yana hiç ilerlememiş gibi  “psikanalitik” ve “Freudyen” terimlerinin eş anlamlı olduğu.

    Çoğu psikanalitik terapistin, (kokteyl partilerinde fazlasıyla sık karşılaşılan) “Siz bir ‘Freudyen’ misiniz?” sorusuna nasıl yanıt vereceğini bilmediği bir gerçektir. Bu sorunun anlamlı bir yanıtı yoktur ve şahsen, verdiğim herhangi bir cevabın yanlış anlaşılmaya yol açacağından korkarım. Temel bir açıdan bakıldığında, aslında tüm ruh sağlığı profesyonelleri bir anlamda “Freudyen”dir çünkü Freud’un kavramlarının birçoğu, psikoterapinin genel kültürüne adeta asimile olmuştur. Pek çok Freudyen fikir bugün o kadar sıradan, sağduyulu ve kabul edilmiş görünmektedir ki, bunların aslında Freud’dan kaynaklandığını ve ortaya çıktığı dönemde radikal olduğunu insanlar fark etmez. Örneğin, çoğu insan travmanın duygusal ve fiziksel semptomlara yol açabileceğini, erken yıllardaki bakımın yetişkin yaşamımızı derinden etkilediğini, insanların karmaşık ve sıklıkla çelişkili motivasyonlara sahip olduğunu, çocuk cinsel istismarının yaşandığını ve bunun yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini, duygusal zorlukların konuşarak tedavi edilebileceğini, bazen kendimizde görmek istemediğimiz şeyler için başkalarını suçladığımızı, terapistlerin danışanlarla cinsel ilişkiye girmesinin istismarcı ve yıkıcı olduğunu varsayar. Bunlar ve psikoterapi kültüründe sıradan hale gelmiş daha birçok fikir aslında “Freudyen”dir. Bu anlamda, her çağdaş psikoterapist, kabul etse de etmese de (eyvah eyvah) bir Freudyen’dir. Hatta danışanlarla düzenli olarak planlanan randevularla görüşme pratiği bile Freud ile başlamıştır. 

    Bir başka açıdan bakıldığında, “Freudyen misiniz?” sorusu yanıtlanamaz bir sorudur çünkü hiçbir çağdaş psikanalitik terapist bir “Freudyen” değildir. Demek istediğim, psikanalitik düşüncenin Freud’un zamanından bu yana köklü bir şekilde evrimleştiğidir -ki bunu çoğu ders kitabını okuyarak öğrenmeniz pek mümkün değildir. Son yıllarda, teori ve pratikte büyük değişimler yaşanmıştır. Alan, Freud’un tarihsel yazılarından çok daha farklı ve çeşitli yönlerde gelişmiştir. Bu anlamda, kimse Freudyen değildir. Psikanaliz sürekli olarak yeni modeller ve paradigmalar geliştirmeye devam etmektedir. Psikanalitik düşüncenin gelişimi, fizik biliminin Newton ile sona ermediği ya da psikolojide davranışsal geleneğin Watson ile sona ermediği gibi, Freud ile sona ermemiştir.

    Psikanaliz içinde farklı ve bazen sert bir şekilde bölücü görüşlere sahip birden fazla düşünce okulu vardır ve birinin size bir konu hakkında “psikanalitik görüşü” söyleyebileceği fikri hem eski moda hem de oldukça naiftir. Psikanaliz içinde, yalnızca terapilerin en eski geleneği olduğu için, diğer herhangi bir terapi okulundan daha fazla çeşitlilik bulunabilir. Bir psikanaliste “psikanalitik bakış açısını” sormak, bir felsefe profesörüne bir sorunun “felsefi cevabını” sormak kadar anlamlı olabilir. Zavallı profesörün yalnızca kafasını hayretle sallayıp nereden başlayacağını merak ettiğini hayal ediyorum. Psikanaliz için de durum aynıdır. Psikanaliz tek bir teori değil, insan işleyişinin bir veya başka bir yönünü aydınlatmayı amaçlayan bir dizi farklı teoriler bütünüdür.

    Ne değildir?

    Psikanalizin ne olmadığına açıklık getirmek, ne olduğunu açıklamaktan daha kolay olabilir. Başlangıç olarak, çağdaş psikanaliz bir “id, ego ve süperego” teorisi değildir (bu terimler, bu arada, Freud tarafından kullanılmamıştır; bir çevirmen tarafından kullanılmıştır). Ayrıca, bir “fiksasyon” teorisi ya da cinsel ve saldırgan dürtüler, bastırılmış anılar, Oedipus kompleksi, penis kıskançlığı/hasedi (penis envy) veya hadım edilme/kastrasyon kaygısı hakkında bir teori de değildir. Bu fikirlerin her birinden vazgeçilebilse de, psikanalitik düşünce ve terapinin özü bozulmaz. (Şaşırdınız mı?) Bazı psikanalistler bu kavramların bazen faydalı olduğunu düşünebilir ancak birçok psikanalist bunların tamamını reddeder.

    Üniversitede psikanalizin id, ego ve süperego hakkında bir teori olduğunu öğrendiyseniz, hocalarınız size yanlış bilgi vermiştir. Psikanalitik düşünceyi anlamak için psikoloji dersi hiç almadığınızda daha iyi hazırlanmış olabileceğinizi söylemekten dolayı üzgünüm. Zihnin bu belirli modeli (buna “yapısal teori” denir) uzun zaman önce yerini başka teorilere ve modellere bırakmıştır (örneğin Person, Cooper, & Gabbard, 2005). Bu konu, çağdaş psikanalitik yazında, tarihi bağlamlar dışında neredeyse hiç ele alınmamaktadır. 20. yüzyılın sonlarına doğru, teorinin en güçlü savunucusu, sonunda bunun psikanalizle ilgisi olmadığını savunmuştur (Brenner, 1994). Psikoloji ders kitapları, id, ego ve süperego’nun yapısal teorisini sanki bu psikanalizle özdeşmiş gibi sunduğunda, buna gülmek mi, yoksa ağlamak mı gerektiğini bilemiyorum.

    Bu kadar çok ders kitabının neden bu kadar demode ve tamamen yanlış olduğu sorusu haklı bir sorudur. Öğrencilerin ders kitaplarının doğru ve güvenilir olmasını beklemeleri için her türlü hakları vardır. Kısa cevap olarak, psikanaliz akademik dünyadan bağımsız olarak gelişmiştir ve çoğunlukla bağımsız enstitülerde yerleşmiştir. Karmaşık tarihsel sebeplerle, bu enstitüler genellikle oldukça kapalıydı ve yıllarca psikanalistler, fikirlerini kendi kapalı çevrelerinin dışındaki insanlara erişilebilir kılmak için pek bir şey yapmadılar. Bazı psikanalitik enstitüler aynı zamanda en kötü anlamda kibirli ve dışlayıcıydı ve diğer ruh sağlığı profesyonellerini yabancılaştırma konusunda takdire şayan bir iş çıkardılar. Bu durum, Amerikan psikanalitik enstitülerinin, bir tıp hiyerarşisi tarafından domine edildiği bir dönemde gerçekleşti (tarihi bir bakış için bkz. McWilliams, 2004). Psikanalitik enstitüler değişti, ancak diğer ruh sağlığı profesyonellerinde yarattıkları düşmanlık, muhtemelen uzun yıllar boyunca devam edecektir. Bu düşmanlık, birçok kuşak boyunca yetiştirilenler arasında aktarılmış ve her kuşak, hocalarının tutumlarını modellemiştir.

    Akademik psikoloji, psikanalitik psikoterapinin yaygın yanlış anlaşılmasını sürdürmede de rol oynamıştır. Akademik psikolojide, psikanalitik fikirleri küçümseyen bir kültür gelişmişti -daha doğrusu, psikanalitik fikirler yerine bu fikirlerin yanlış anlaşılmış stereotipleri ve karikatürleri- ve psikanalitik terapistlerin gerçekten ne düşündüklerini ve ne yaptıklarını öğrenmeye pek de çaba harcamadılar. Birçok akademik psikolog, psikanalizi bir rakip ya da savunmasız bir figür olarak kullanmakla yetinmişti. Ölü teorisyenlerle yapılan tartışmalarda düzenli olarak “kazandılar”, çünkü söz konusu teorisyenler orada değildi ve görüşlerini açıklayamayacaklardı (ölü insanlarla tartışmak oldukça kolaydır). Birçok akademik psikolog hala psikanalitik kavramların karikatürlerini ve psikanalizin çoktan geride bıraktığı eski teorileri eleştirmektedir (bkz. Bornstein, 1988, 1995; Hansell, 2005). Maalesef, çoğu akademik psikolog yüzyıldan fazla bir süredir psikanalizdeki gelişmeler hakkında hiçbir fikre sahip değildi.

    Aynı durum, son yıllarda psikanalitik yönelimli öğretim üyelerinin toptan tasfiye edildiği ve farmakolojik yönelimli hale gelen psikiyatri bölümlerinde de mevcuttur; öyle ki, birçok psikiyatrist artık hastalara reçete yazmayı gerektirmeyen durumlarda herhangi bir şekilde, nasıl yardım edeceğini bilmemektedir. İlginçtir ki, etkili bir psikofarmakolog olmak, psikanalitik terapinin gerektirdiği becerilerin çoğunu içerir -örneğin, yakınlık kurma, çalışma ittifakı oluşturma, hastaların doğrudan ifade edemeyeceği şeyler hakkında sağlam çıkarımlar yapma ve psikotropik ilaç alma konusunda neredeyse değişmez bir şekilde ortaya çıkan fantezileri ve dirençleri anlama becerisi. Psikiyatri stajyerleri arasında hastaları anlamanın daha kapsamlı yollarına ve biyolojik indirgemeci tedavi yaklaşımlarına alternatiflere yönelik bir açlık var gibi görünüyor.

    Hocalarınızın sizi yanıltmış olduğunu keşfetmek, özellikle bu hocalara hayranlık duyduysanız, hayal kırıklığı yaratabilir. Şu anda bilişsel çelişki yaşıyor olabilirsiniz (ve bilişsel çelişki kuramı, burada sağlanan bilgiyi, çelişkiyi çözmenize yardımcı olabileceği için göz ardı etme isteği duyabileceğinizi öngörür). Kendi deneyimimi hatırlıyorum; hayran olduğum hocaların beni yanlış yönlendirdiğini kabul etmekle ilgili yaşadığım mücadeleyi. Bu hocalara saygı duymak, onların görüşlerini paylaşmak, onlardan biri olmak istiyordum. Aynı zamanda, onlar gibi düşünmek ve onların inandığı şeylere inanmak, kendimi daha büyük ve önemli hissetmeme neden oluyordu, ve gözlerimde onlar küçüldüğünde, ben de kişisel olarak küçülmüş hissediyordum. Bu tepkinin yalnızca bana özgü olmadığını düşünüyorum. Düşünceli ve açık fikirli öğrencilerin bazen “psikanalitik” olarak etiketlenen fikirlere sağır kalmalarının nedenlerinden birinin bu olup olmadığını sık sık merak etmişimdir.

    Terminoloji üzerine bazı yorumlar

    Bu kitapta “psikanalitik” ve “psikodinamik” terimlerini birbirinin yerine kullanıyor olacağım. Psikodinamik terimi, II. Dünya Savaşı sonrasında tıp eğitimi üzerine bir konferansta ortaya atılmış ve psikanalitik ile eşanlamlı olarak kullanılmıştı. Bu terimi benimseyenlerin amacının, psikanalitik eğitimin psikiyatri ihtisası müfredatında yer bulmasını sağlamak olduğu söyleniyor, “psikanaliz” teriminin bazı psikiyatri eğitim yöneticileri tarafından endişeyle karşılanabileceği düşünülerek bu adım atılmıştı (R. Wallerstein, kişisel iletişim; Whitehorn ve ark., 1953). Kısacası, psikodinamik terimi bir nevi bir hiledir. Zaman içinde, psikanalitik kavramlar ve yöntemlere dayanan ancak haftada beş gün süren terapi seanslarını içermeyen veya bir divana/sedire uzanmayı gerektirmeyen çeşitli tedavi yaklaşımlarına  atıfta bulunmak için evrimleşmiştir.

    Bazı psikanalistleri rahatsız etme riskini göze alarak, psikanaliz ile psikanalitik psikoterapi arasındaki farklar hakkında birkaç kelime de söylemek gerekir. Psikanalizde seanslar haftada üç ila beş gün yapılır ve hasta bir divana/sedire yatar. Psikanalitik psikoterapide ise seanslar genellikle haftada bir veya iki kez yapılır ve hasta bir sandalyede oturur. Bunun ötesinde, farklar belirsizdir. Psikanaliz, bir anatomi pozisyonu değil, kişilerarası bir süreçtir. Bu, hasta ile terapist arasındaki özel bir etkileşimi ifade eder. Hasta sıkça gelir ve yatarak seans yaparsa, bu etkileşimi kolaylaştırabilir, ancak bu ne gerekli ne de yeterlidir. Sık yapılan görüşmeler, kısmen, hasta sık geldiğinde terapiste karşı daha yoğun duygular geliştirdiği için faydalıdır ve bu duygular, anlam ve değişim sağlama amacıyla yapıcı bir şekilde kullanılabilir. Yatmak da bazı hastalar için faydalı olabilir çünkü yatmak (başka birine bakmak yerine) daha serbest bir şekilde düşüncelerin dolaşmasına imkan tanıyan bir hayal kurma hali yaratır. Bu konuları bir sonraki bölümde ele alacağım.

    Ancak, uzanmak ve sık sık bir araya gelmek psikanalizin özü değil, sadece aksesuarlarıdır (bkz. Gill, 1983). Divanla/sedirle ilgili olarak, psikanalistler artık uzanmanın psikanalitik çalışmayı kolaylaştırdığı kadar engelleyebileceğini de kabul etmektedirler (örneğin, Goldberger, 1995). Görüşme sıklığına gelince, haftada dört randevuya giden birinin “psikanalizde” olduğunu, ancak üç randevuya giden birinin olamayacağını iddia etmek saçmadır. Genel olarak, bir hasta ne kadar sık gelirse, deneyimi o kadar zengin olur. Ancak haftada beş seansa katılan ve bir divana uzanan hastalar vardır ve psikanalitik sürece uzaktan yakından benzeyen hiçbir şey olmaz. Diğerleri haftada bir veya iki seansa katılır ve bir koltukta oturur ve psikanalitik bir sürecin gerçekleştiğine dair hiçbir şüphe yoktur. Bu gerçekten terapistin kim olduğu, hastanın kim olduğu ve aralarında ne olduğu ile ilgilidir.

    Son olarak, genellikle danışan (client) yerine hasta (patient) terimini kullanacağım. Gerçekte, her iki kelime de problematik olsa da, hasta bana daha az olumsuz gibi görünüyor. Hasta kelimesinin orijinal anlamı “acı çeken kişi”dir. Ancak bazıları için bu kelime, hiyerarşik bir güç ilişkisini ima etmekte veya otoriter doktorların, güçsüz alıcılar üzerinde işlemler yaptığı görüntüleri çağrıştırmaktadır. Bu çağrışımlar rahatsız edicidir çünkü psikanalitik terapi, iki insan arasında, hiçbiri gerçeğe ayrıcalıklı erişime sahip olmayan, ortak ve işbirliğine dayalı bir çabadır. Diğer taraftan, danışan terimi, psikoterapinin ciddiyetini veya terapistlerin üstlendiği büyük sorumluluğu hakkıyla yansıtmaz. Kuaförüm, muhasebecim ve yoga öğretmenim “danışan”lara sahiptir, ancak bildiğim kadarıyla hiçbiri intihar eğiliminde birini hastaneye kaldırmamış, bir psikozla boğuşan birinin korkmuş aile bireyinden acil bir gece telefonu almamış veya babası tarafından tecavüze uğramış birinin deneyimini anlamaya çalışırken zorlanmamıştır.

    Her iki kelime de ideal değildir ve saygı duyduğum bazı meslektaşlarım bir kelimeyi, bazıları ise diğerini tercih etmektedir. Ben kendi tercihimin nedenlerini açıklamaya çalıştım. Hasta kelimesinden hoşlanmayan okuyucular diledikleri yerde danışan kelimesini kullanabilirler. Terminoloji seçimi, seçimimizin anlamları ve sonuçları üzerinde düşünmekten daha az önemlidir.

    1Nancy McWilliams (kişisel iletişim) birçok kişinin tıbbi değil ticari [Client’ın anlamlarından biri müşteridir.] metaforu daha fazla şefkat ve insanlıkla ilişkilendirmesinin ironik olduğunu belirtiyor.

    Bölüm 2

    Temeller

    Eğer psikanaliz id, ego ve süperego, fiksasyonlar ya da bastırılmış anılar hakkında bir teori değilse, o zaman ne hakkındadır? Aşağıdaki fikirler çoğu psikanalitik uygulayıcının düşüncesinde merkezi bir rol oynar. Bu fikirler iç içe geçmiş ve birbiriyle örtüşmektedir; bunları yalnızca didaktik bir kolaylık sağlamak amacıyla ayrı ayrı sunuyorum.

    Bilinçdışı Zihinsel Yaşam (Unconscious mental life)

    Kendi kalbimizi ve zihnimizi tam olarak bilemeyiz ve birçok önemli şey farkındalık dışında gerçekleşir. Bu gözlem artık, en katı gerçekçi empiristler için bile tartışmalı değildir. Bilişsel bilim araştırmaları, düşünme ve hissetme süreçlerinin büyük bir kısmının bilinçli farkındalık dışında gerçekleştiğini tekrar tekrar göstermiştir (örneğin, Bargh & Barndollar, 1996; Kahneman, 2011; Nisbett & Wilson, 1977; Westen, 1998; Wilson, Lindsey, & Schooler, 2000). Genelde bilişsel bilimciler “bilinçdışı (unconscious)” kelimesini kullanmaz, bunun yerine “örtük (implicit)” zihinsel süreçler, “prosedürel/işlemsel (procedural)” bellek gibi terimlere başvururlar. Terimlerin ne olduğu önemli değildir. Önemli olan, hafıza, algı, yargı, duygu ve motivasyon süreçlerinin bir kısmının bilinçli bir şekilde erişilemez olduğu kavramıdır. Bununla birlikte, psikanalitik tartışmalar bilinçdışı zihinsel yaşam hakkında bilişsel bilimcilerin genellikle vurgulamadığı bir şeye dikkat çeker: Sadece zihnimizi tam olarak bilmediğimiz değil, aynı zamanda bilmek istemediğimiz şeylerin de var olduğudur. Bazı şeyler tehdit edici, çelişkili ya da bizi bir şekilde savunmasız hissettirebilir; bu nedenle, onlardan kaçınma eğilimi gösteririz.

    Kariyerimin başlarında dokunaklı bir örnekle karşılaşmıştım. Bir kişilik gelişimi araştırma projesinde katılımcılarla görüşmeler yapıyordum ve görevim, her bir katılımcının kişisel geçmişi hakkında olabildiğince fazla bilgi edinmekti. Genel olarak bu görüşmeler kolaydı. Çoğu insan, kendilerine saygılı, anlayışlı, söylediklerine gerçekten ilgi duyan ve gizlilik yemini etmiş biriyle konuşmaktan, biraz cesaretlendirme ile keyif alır. Ancak, bir görüşme garip bir şekilde sıkıcıydı. Görüşmeciye, ona “Jill” diyelim, sorularıma neşeli ve iş birliği içinde yanıt veriyor gibi görünmesine,  çekici ve zeki bir kişi olmasına rağmen hiç bağlanmış hissetmedim. Yavaş yavaş fark ettim ki, Jill’in sorularıma verdiği yanıtlar bir dizi soyutlama, klişe ve basmakalıp ifadelerden ibaretti. Jill ya da onun için önemli olan insanlar hakkında fikir edinemiyordum.

    Konuşmamız aşağı yukarı şu şekildeydi:

    “Bana kız kardeşinizden biraz daha bahsedebilir misiniz? O nasıl biri ve onunla nasıl bir ilişkiniz var?”

    “Nevrotik biri.”

    “Ne şekilde nevrotik?”

    “Bilirsiniz, her zamanki gibi nevrotik.”

    “Her zamanki gibi“nin ne olduğundan emin değilim. Nasıl nevrotik olduğunu anlamama yardımcı olabilir misiniz?”

    “Siz bir psikologsunuz, ‘nevrotik’in ne anlama geldiğini biliyorsunuz. Onu tanımlamak için en iyi kelime bu. Eminim onun gibi pek çok insan görmüşsünüzdür.”

    Birçok sorunun sonucunda, Jill nihayet kız kardeşinin kindar olduğunu ve babaları hakkında onu utandırmak amacıyla kötü şeyler söylediğini anlattı. Jill, babasını nazik, şefkatli ve bu kadar düşmanca ve nankör bir davranışı hak etmeyen biri olarak tarif etti. Jill’den kız kardeşinin şikayet ettiği şeylerin somut bir örneğini defalarca istedim. Sonunda, Jill bir olay anlattı: Olay, o beş, kız kardeşi ise yedi yaşındayken gerçekleşmişti. Aile sahildeydi ve kız kardeşi “huysuz ve kışkırtıcı” davranıyordu. Jill’in nazik ve şefkatli babası sinirlenmiş ve yedi yaşındaki kızını suyun altında o kadar uzun süre tutmuştu ki, kız neredeyse boğuluyordu. Jill bu hikayeyi anlatırken, tamamen kız kardeşinin ne kadar kışkırtıcı olduğuna odaklanmıştı. Az önce bir çocuk istismarı örneği anlatmış olduğunun tamamen farkında görünmüyordu. Jill, kız kardeşinin “nevrotik” olduğunu düşündüğü başka örnekler de verdi ve bunların hepsi babasının dehşet içinde kontrolünü kaybetmesiyle sonuçlanıyordu.

    Jill’in beni yanıltmaya ya da gerçeği saklamaya çalıştığı hissine kapılmadım. Çarpıcı olan, Jill’in bu olaylardan kız kardeşinin nevrotik olduğu dışında çıkarılabilecek başka sonuçlar olduğunun farkında değil gibi görünmesiydi. Bu, bilmek istemediğimiz şeyler olduğunu söylerken kastettiğim türden oldukça dramatik bir örnektir.

    Lütfen bu hikayenin psikanalizin, lisans ders kitaplarında ve medya tasvirlerinde çok fazla ilgi gören ve çağdaş psikanalitik terapi ile neredeyse hiçbir ilgisi olmayan, bir kavramı olan “bastırılmış anılar (repressed memories)” ile hiçbir ilgisi olmadığını unutmayın.

    Psikanalitik tedavinin amacı bastırılmış anıları ortaya çıkarmak değildir, 1900’lerin başından beri de olmamıştır. İnsanların şimdi ve buradaki deneyimlerinin daha fazla farkında olmalarına yardımcı olarak özgürlük ve seçimi genişletmektir. Bildiğim kadarıyla, “sahte anılar” hakkındaki yaygın tartışmalarda yer alan terapistlerin hiçbiri psikanalist değildi.

    Jill’in sorunu, hatırlamaması değildi. Aksine, anıları son derece netti. Sorun, Jill’in olaylara tek bir yorumla saplanıp kalması ve deneyimlerine alternatif bakış açıları geliştirmek için kendisine hiç izin vermemiş olmasıydı. Bu katı tutum, kuşkusuz bir zamanlar Jill için bir amaca hizmet etmiş olabilir. Örneğin, küçük bir çocukken, korkutucu derecede güvensiz bir ortamda, çaresizce ihtiyaç duyduğu bir güvenlik ve emniyet duygusunu korumasını sağlamış olabilir. Bu durum, psikanalitik psikoterapide önemli bir kavramla örtüşüyor: Çoğu psikolojik zorluk, bir zamanlar yaşamın zorluklarına uyum sağlayan çözümlerdi. Bu çözümler maliyetli olsa da, sonuçta çözüm olarak işlev görmüşlerdi. Sorunlar, koşullar değiştiğinde ve eski çözümler artık işe yaramadığında ya da kişinin kendisine zarar verici hale geldiğinde, fakat yine de onları uygulamaya devam ettiğimizde ortaya çıkar.

    Çatışma halindeki zihin (The mind in conflict)

    Bir diğer temel kabul de insanların bazı şeyler hakkında iki (veya daha fazla) fikir sahibi olabileceğidir. Aynı kişiye karşı hem sevgi dolu hem de nefret dolu duygular besleyebiliriz, bir şeyi arzularken aynı zamanda ondan korkabiliriz ve birbiriyle çelişen şeyleri arzulayabiliriz. İnsanların karmaşık ve çoğu zaman çelişkili duygu ve güdülere sahip olduğunun kabul edilmesinde gizemli hiçbir şey yoktur. Şairler, yazarlar ve genel olarak düşünen insanlar bunu her zaman bilmiştir. Psikanaliz, içsel çelişkiler hakkında konuşmak için bir kelime dağarcığı ve acıları hafifletmeye yardımcı olabilecek şekillerde çelişkilerle çalışma teknikleri sağlamıştır. George Bernard Shaw bir keresinde şöyle yazmıştı: “Bilgelik, iki çelişkili fikri aynı anda aklında tutabilme ve yine de işlevini sürdürebilme yeteneğidir.” Psikanalitik psikoterapi bu tür bir bilgelik biçimini geliştirmeyi amaçlar.

    Ambivalans (ambivalence) ve çatışma (conflict) terimleri, içsel çelişkilere atıfta bulunur. Bu bağlamda çatışma, insanlar arasındaki bir karşıtlığa değil, zihinlerimizin içindeki çelişki veya uyumsuzluğa işaret eder. Çelişkiyi çözme çabası içinde, duygularımızın bir yönünü inkâr ederek -yani bilinçli farkındalığın dışında bırakarak- hareket edebiliriz. Ancak, inkâr edilen duygular her halükarda “sızmanın” bir yolunu bulur. Sonuç olarak, kendi kendimizle çelişen şekilde hareket edebiliriz. Hastalarıma bazen kullandığım bir benzetme, bir ayağınız gazda, diğer ayağınız frenin üzerindeyken araba kullanmak gibidir. Sonunda bir yere varabiliriz, ancak bu, fazlasıyla gereksiz sürtünme, yıpranma ve yorgunluk yaşamadan olmaz.

    Pek çok insan, yakınlık konusunda çatışma yaşar. Hepimiz, yakın bir ilişki arzuladığı hâlde sürekli olarak erişilemez insanlara romantik bir ilgi geliştiren birini tanıyor gibiyizdir. Bu tür eğilimler, yakınlık isteği ile bağımlılık korkusu arasında bilinçdışı bir uzlaşmayı temsil edebilir. Bir arkadaşım, her zaman birden fazla kişiye aynı anda romantik ilgi duyuyor gibiydi. Hangi kişinin kendisi için “doğru” olduğuna karar verememekten büyük bir sıkıntı yaşardı. Ancak aynı anda iki kişiyle bir şeyler yaşaması, her ikisiyle de daha derin bir ilişki geliştirmesini engelliyordu.

    İlk hastalarımdan biri, bakım ve ilgiye olan arzusunu tanımak veya kabul etmekte zorlanıyordu. Bu arzuları zayıflıkla eşdeğer tutuyor ve soğuk, uzak ve hatta düşmanca olan kadınları tercih ediyordu. Bu kadınlar, onun ilgi ve şefkat ihtiyacını uyandırmadıkları için, rahatsız edici arzularını tetiklemiyorlardı. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, samimi ilişkilerinden tatmin olamıyordu. Terapisi sırasında, duygusal sıcaklığa olan arzusunu fark etti ve ancak o zaman sevgi dolu ve şefkatli bir partner seçebildi. 

    Bir çiftin her iki üyesi de yakınlık konusunda çatışma yaşadığında, genellikle bir döngü içinde birbirlerine yaklaşır ve tekrar uzaklaşırlar. Bir partner diğerini kovalar, diğeri ise geri çekilir, ve bu döngü sürekli devam eder. Deborah Luepnitz (2002) psikanalitik terapi üzerine tam da bu ikilemi vurgulayan Schopenhauer’in Kirpileri başlıklı etkileyici bir kitap yazmıştır. Kitap, Schopenhauer’in soğuk bir geceyi ısıtarak geçirmeye çalışan kirpi hikâyesine atıfta bulunur. Kirpiler birbirlerine yakınlaşarak ısınmaya çalışırlar, ancak dikenlerini birbirlerine batırırlar. Bu yüzden birbirlerinden uzaklaşmak zorunda kalırlar ama kısa süre sonra tekrar soğur ve ısınma ihtiyacı duyarlar. Yeniden yakınlaşırlar, yeniden birbirlerine dikenlerini batırırlar ve döngü başa döner.2

    Öfke ile ilgili çatışmalar da oldukça yaygındır. Özellikle belirli bir tür depresif kişilik özelliğine sahip olan bazı insanlar, başkalarına karşı öfkelerini kabul etmekte veya ifade etmekte zorlanırlar; bunun yerine, kendilerine cezalandırıcı ve yıkıcı bir şekilde davranırlar. William Styron, depresyonun birinci ağızdan anlatıldığı “Karanlık Gözükünce: Bir Delilik Güncesi” (Darkness Visible: A Memoir of Madness)  adlı eserinde, 25.000 dolarlık bir edebiyat ödülünü kazandıktan sonra ödül çekinin kaybolduğunu anlatır. Sonrasında, çeki kaybetmesinin tesadüfi bir durum olmadığını; bunun, derin bir öz-eleştiri ve değersizlik duygusunun yansıması olduğunu keşfeder.

    Öfke duygularını inkar etmenin birçok nedeni vardır. Bu duyguların intikam veya misilleme ile sonuçlanacağından korkabiliriz, öfkemizin sevdiğimiz birine zarar vereceğinden endişe edebiliriz, reddedilme veya terk edilme korkusuyla hareket edebiliriz, öfke duyguları kendimizi sevgi dolu biri olarak tanımladığımız kimliğimizle çelişebilir, bizden bakım gören birine karşı düşmanca duygular beslemenin suçluluk veya utanç hissettirebileceğini düşünebiliriz. Bir keresinde, ailesi Holokost’tan sağ kurtulmuş ve oğullarının daha iyi bir yaşam sürebilmesi için büyük fedakârlıklar yapmış bir adamı tedavi etmiştim. Ailesi, onun tıp fakültesine gitmesi ve başarılı bir kişi olabilmesi için uzun saatler boyunca düşük ücretli işlerde çalışmıştı. Bu şartlar altında, ebeveynlerden birine öfke duymak, onda ezici bir suçluluk duygusu uyandırırdı. Hastam, ne ebeveynlerine karşı ne de başkalarına öfke duygularını kabul edebiliyordu; ancak arkadaşlarına, meslektaşlarına -ve kendisine– oldukça kötü davranıyordu. Uzun bir çaba sonucu, öfkesini kabul edebilmeyi, sevgi ve minnettarlığın öfke ve kırgınlıkla bir arada var olabileceğini fark edebilmeyi başardı. Ebeveynlerine duyduğu öfkenin, onlara olan sevgisini, onların yaşadığı acı için duyduğu üzüntüyü veya onların fedakârlıklarına duyduğu takdiri azaltmadığını anlamaya başladı.

    Bazı insanlar, reddedilen öfkeyi pasif-agresif davranışlarla (passive-aggressive behavior) ifade ederler (bu da, psikanalitik terimler arasında, terapinin daha geniş kelime dağarcığına dahil olmuş bir terimdir). Örneğin, aile akşam yemeğini düzenli olarak mahvetmek, aynı anda hem aileye olan bağlılıklarını hem de içerdikleri öfkeyi ifade ediyor olabilir. Yemeği hazırlamak sevgi ve bağlılık gösterir ama onu yenilemez hale getirmek öfkeyi ifade eder. Annem de sık sık öfkesini pasif-agresif bir şekilde ifade ederdi, örneğin insanları bekleterek. Havaalanına beni almaya gelmeyi kabul ederdi ama genellikle iki saat geç gelirdi. Zihninde, beni havaalanında karşılamak, kendisini sevgi dolu ve özverili bir anne olarak görmesiyle tutarlı bir bağlılık eylemiydi. Geç kalmak ise koşullara bağlıydı. Ne yazık ki, aynı “koşullar” tekrar tekrar ortaya çıkardı. Annemin öfkesinin kaynağı şüphesiz pek çoktu, ancak öfkenin bir kaynağının, aslında ilk etapta benim evden ayrılmış olmamdı.

    Bu bölümü düzenlerken, bir kafede dizüstü bilgisayarımda çalışırken karşılaştığım cazip bir ambivalans örneği vardı. Yaklaşık on beş aylık bir kız çocuğu, bitişikteki masadan gelip yerdeki güzel bir dalı aldı ve büyük bir gülümsemeyle bana uzattı. “Teşekkür ederim” dedikten hemen sonra onu almak için uzandım, ancak o, belirgin bir keyifle dalı hemen çekip geri aldı. Benzer davranışları yetişkinlerde de sıkça görüyorum, fakat genellikle bu kadar sevimli olmuyor.

    Son olarak, daha açıkça “klinik” bir örnek olarak bulimia hastalarında görülen çatışmayı ele alabiliriz. Bir yandan, aşırı yeme, her şeyi yeme isteğini ve belki de içsel bir boşluğu doldurmayı ifade ediyor olabilir. Bu belirti, “O kadar ihtiyaç içindeyim ve umutsuzum ki asla doyamam” gibi bir mesaj veriyor gibidir. Kusma, çatışmanın diğer yüzünü temsil eder ve “Hiçbir ihtiyacım yok. Kontrol bende ve hiçbir şeye ihtiyacım yok” gibi bir mesaj taşır. Tabii ki, işler genellikle bundan daha karmaşıktır ve içsel (ya da psikolojik) çatışmalar genellikle sadece iki yüzeyle sınırlı değildir. Bu örnek, aşırı yeme ve kusma davranışlarının ardında yatan birçok olası anlamdan yalnızca ikisini gösteriyor. Psikolojik semptomlar genellikle birden çok nedene sahip olur ve birden çok amaca hizmet eder. Biz, bu çok anlamlılık durumunu aşırı belirleme/üstbelirlenim (overdetermination) ve çoklu işlev (multiple function) terimleriyle tanımlarız. Bu terimleri yakında tekrar ele alacağız.

    Psikolojik zorlukların yaratılmasında içsel çatışma veya çelişkinin rolünü açıkça ele alan ilk kişiler psikanalitik terapistlerdir, ancak her terapi geleneğinin çatışmayı şu veya bu şekilde ele alması dikkat çekicidir. Bilişsel terapistler çelişkili inançlardan veya şemalardan, davranışçılar yaklaşma/kaçınma çatışmasından veya kısa vadeli ve uzun vadeli pekiştireçlere yanıt vermekten, hümanist terapistler rakip değer sistemlerinden ve sistem odaklı teorisyenler rol çatışmasından bahsedebilirler. İçsel çatışmanın insanlık durumunun bir parçası olduğuna dair evrensel bir kabul vardır.

    Bilişsel bilimci Daniel Kahneman, “Sistem 1” ve “Sistem 2” adını verdiği, birbirine rakip bilişsel karar verme süreçlerini tanımlayan ampirik araştırmalarıyla Nobel Ödülü kazanmıştır (Kahneman, 2003, 2011). Sistem 1, sezgisel ve otomatik çalışır ve yeni bilgilere veya değişen koşullara karşı nispeten duyarsızdır. Bu sistemin işlemleri genellikle hızlı, otomatik, çaba gerektirmeyen, çağrışımcı, örtük (iç gözleme kapalı) ve sıklıkla duygusal olarak yüklüdür (vurgu eklenmiştir). Buna karşılık, “Sistem 2’nin işlemleri daha yavaş, sıralı, çaba gerektiren, daha fazla bilinçli olarak izlenen ve kasıtlı bir şekilde kontrol edilen” işlemlerdir (Kahneman, 2003, s. 697). Bu bilişsel sistemler birlikte çalışır ve sıklıkla çelişkili sonuçlar üretir. Bu tür çelişkiler, beynin yapısında köklenmiş olabilir; farklı karar verme sistemleri sırasıyla bazal gangliya ve prefrontal korteksin faaliyetlerini yansıtabilir.

    Bilişsel bilimden, titizlikle kontrol edilen deneylere dayanan bu bulgular, Freud’un onlarca yıl önce bilinçli ve bilinçdışı zihinsel süreçlere dair tanımlamalarıyla çarpıcı paralellikler taşımaktadır. Temel psikanalitik varsayımları çürütmek bir yana, bilişsel bilim ve sinirbilimdeki araştırmalar, bu varsayımların birçoğuna ampirik bir temel sağlamıştır. Ayrıca, [araştırmalar] psikanalitik düşünürlerin zihinsel süreçler ve etkili müdahale konusundaki anlayışlarını daha da geliştirmelerine yardımcı olmaktadır (ör. Gabbard & Westen, 2003; Westen & Gabbard, 2002a, 2002b).

    Geçmiş günümüzde yaşamaya devam eder (The past lives on in the present)

    En erken deneyimlerimiz aracılığıyla, dünyanın nasıl işlediğine dair belirli şablonlar veya senaryolar öğreniriz (bir bilişsel terapist bunlara şemalar diyebilir). Örneğin, başkalarından ne bekleyeceğimizi, ilişkilerde nasıl davranacağımızı, ilgi ve şefkati nasıl çekeceğimizi, biri bize kızdığında nasıl hareket edeceğimizi, biz kızgın olduğumuzda kendimizi nasıl ifade edeceğimizi, insanları nasıl gururlandıracağımızı, başarmanın ve başarısızlığın nasıl hissettirdiğini, sevmenin ne anlama geldiğini ve daha fazlasını öğreniriz. Hayatımız boyunca bu şablonları veya senaryoları yeni durumlara uygulamaya devam ederiz, genellikle artık geçerli olmadıklarında bile. Bunun başka bir şekilde ifade edilişi, şimdiyi geçmiş deneyimlerin merceğinden görmemiz ve bu nedenle geçmişin belirli yönlerini tekrar etme ve yeniden yaratma eğiliminde olmamızdır. William Wordsworth’un sözleriyle, çocuk, adamın babasıdır.

    Geçmişi yeniden yaratmamıza dair örnekler bolca bulunabilir. Örneğin, küçük bir kız çocuğunun babası duygusal olarak mesafelidir. Bu nedenle, onun sevgiye dair erken deneyimleri, ince bir duygusal mahrumiyet hissiyle birlikte gelir. Yetişkinlikte, kendisini duygusal olarak tepkisiz erkeklere çekilirken bulur; duygusal olarak erişilebilir erkekler ise onu ilgilendirmez ya da heyecanlandırmaz. Bu modeli terapide de yeniden yaratabilir. Erkek terapisti dikkati dağılmış ya da sıkılmış gibi göründüğünde, onu güçlü ve önemli olarak algılarken, terapist şefkatli ve ilgili göründüğünde, onu sıkıcı, sıradan ve kendisi için faydasız biri olarak görebilir.

    Annesinin tüm ilgisini sadece fiziksel olarak hasta olduğunda gören bir çocuk düşünün. Bu zamanlarda annesi onun üzerine titrer ve onu rahatlatır. Yetişkinlikte, kocası tarafından ihmal edildiğini hissettiğinde fiziksel semptomlar geliştirebilir; bu, kocasının sevgi dolu ilgisini ortaya çıkarmak için bilinçsiz bir çabadır. (Ne yazık ki kocası ona sevgi dolu bir ilgiyle karşılık vermiyor ve bu da onun, kelimelere dökemeyeceği şekilde, kafasının karışmasına ve ihanete uğramış hissetmesine yol açar). Terapide fiziksel semptomlarından bahsediyor ve duygularını dile getiremiyor gibi görünüyor. Terapistinin öncelikle ağrı ve sızılarıyla ilgilendiğini varsayıyor ve duyguları hakkında konuşmaya davet edilmesinden dolayı kafası karışmış görünüyor.

    Başka bir kişi çocuklukta fiziksel ve cinsel istismar mağduru olmuştur. Hayatındaki oyuncular arasında (dramatis personae) istismarcılar, kurbanlar ve kurtarıcılar yer alır. Yetişkinlikte, bu rol kalıplarını yeniden oluşturarak kendini ihanete uğramış ve mağdur hissettiği durumlara girer, kendisini kurtaracak birini arar ve sonra bu kişiyle kurban ve istismarcı rollerini yeniden canlandırır. Terapide, başlangıçta terapistini idealize eder ve onu bir kurtarıcı olarak görür. Terapist, onun idealizasyonuna ve yoğun ihtiyacına yanıt olarak ekstra seanslar planlar, seansların süresini uzatır, geç saatlerde gelen telefon aramalarını kabul eder ve seansların sonunda sarılma taleplerine isteksizce boyun eğer. Zamanla, terapist kendini tükenmiş hisseder ve sınırları yeniden tesis etmeye çalışır. Bu noktada hasta, terk edilmiş, ihanete uğramış ve öfkeli hisseder. Terapistine karşı etik şikayette bulunur, profesyonel sınır eksikliğini özellikle vurgular (böylece kendisi istismarcı, terapist ise kurban haline gelir) ve ilk terapistten aldığı zarar için kendisini kurtaracak başka bir deneyimsiz terapist bulur. Bu senaryo aşırı görünebilir ancak deneyimli bir terapist bu kalıbı tanıyacaktır (ör. Davies & Frawley, 1992; Gabbard, 1992). Bu, borderline kişilik örgütlenmesine sahip bazı hastalar için karakteristik bir örüntüdür.

    Olayları geçmiş deneyimlerin merceğinden algılamamak ve yorumlamamak mümkün değildir. Başka bir şekilde işlev göstermek mümkün değildir. Geçmiş deneyimler, güncel deneyimleri bağlamsallaştırır ve algılarımızı, yorumlarımızı ve tepkilerimizi şekillendirir. Çocukluğunda sevildiğini, değer verildiğini ve desteklendiğini hisseden bir kişi, eşinin ölümü ile bir süre derin bir üzüntü duyar, yas sürecinden geçer, ancak sonunda yeniden sevebilme kapasitesine ulaşır. Buna karşın, çocukluğunu bir dizi başarısızlık, reddedilme ve kayıp olarak deneyimleyen bir kişi de eşinin ölümünü yaşar. Bu kayıp, onun için önceki kayıplarının bir tekrarı ve yaşam çabalarının yalnızca hayal kırıklığıyla sonuçlanacağının bir kanıtı haline gelir. Bu kişi acı dolu, öfkeli bir depresyona girer ve toparlanamaz. Her iki durumda da dışsal “nesnel” kayıp deneyimi aynı olsa da, olayın psikolojik anlamları oldukça farklıdır.

    Her terapi ekolü, geçmişin şimdinin üzerindeki etkisini ele alır. Bilişsel terapistler, yeni deneyimlerin mevcut şemalara nasıl entegre edildiğini tartışabilir; sistem odaklı terapistler, aile dinamiklerinin kuşaklar boyunca tekrarlanmasına dikkat çekebilir; davranışçılar ise koşullanma geçmişi ve uyaran genellemesinden bahsedebilirler. Psikanalitik psikoterapinin hedefi, geçmiş deneyimlerin bağlarını gevşetmek ve yeni yaşam olasılıkları yaratmaktır.

    Aktarım (Transference)

    Terapinin başlangıcında, birey yeni bir durum ve ilişki içine girer ve bu yeni kişiyi -terapisti- ve yeni durumu anlamlandırmak için daha önce geliştirdiği şablonları, senaryoları veya şemaları doğal olarak kullanır. Başka bir seçenek yoktur; bu yeni ilişkiyi geçmiş ilişkilerinin merceğinden görmek bir tercih değil, kaçınılmaz bir durumdur. Bu nedenle, aynı terapiste gelen farklı hastalar, tamamen farklı tepkiler gösterebilirler. 

    Terapinin başında tüm hastalarıma benzer şekilde yaklaşırım. Onları selamlar, bir koltuğa oturmalarını önerir ve neden geldiklerini anlatmalarını isterim. Ancak, hastaların gözünde aynı kişi olmam. Bazıları beni tavsiye ve rahatlık sunacak bir otorite figürü olarak görür, bazıları ise içsel sırlarını hemen anlayacak, her şeyi bilen biri olarak. Kimileri beni etkileyip yenmek istedikleri bir rakip, kimileri beceriksiz bir başarısız, kimileri tehlikeli bir düşman, kimileri memnun etmek istedikleri eleştirel bir ebeveyn, kimileri ise çekici ve cazip bir figür olarak görebilir. Kimileri ise soğuk ve tepkisiz biri olarak algılar. 

    Terapinin ilerlemesiyle bu ve daha binlerce farklı yapı ortaya çıkar. Uzun süre terapi yapmış herhangi bir terapist, hastalarımızın bizden ne kadar farklı tepkiler aldığını, kendimizi algılayışımızla ya da başkalarının bizi farklı bağlamlarda algılayışıyla hastaların algılarının nasıl çeliştiğini fark etmeden edemez.

    (Tersine durumlar da geçerlidir ve genellikle çok daha rahatsız edici olabilir. Bazı hastalar, terapistin gerçek sınırlılıklarını, kırılganlıklarını ve güvensizliklerini şaşırtıcı bir hassasiyetle fark eder ve neredeyse lazer gibi bir kesinlikle bunların üzerine giderler. (Ancak bu, ileriki bir bölümde ele alınacak bir konudur.)

    Lisansüstü eğitimdeyken bir arkadaşım, soyadı “Hiller” gibi bir şeye benzeyen bir terapist ile terapiye başlamıştı. Çoğu kişinin gözünde Dr. Hiller, nazik, şefkatli, hatta biraz çekingen ve alçakgönüllü bir insandı. Ancak arkadaşım, terapi sürecinin bir döneminde onu agresif bir eziyetçi olarak algıladı ve yarı şaka yollu ona “Hitler” adını taktı. Arkadaşımın bu algısı zamanla değişti, ancak bu aşamadan geçmesinin önemli olduğunu ve terapistinin bu algıya tahammül edebilmesinin hayati olduğunu düşünüyorum. Dr. Hiller, arkadaşımı aksi yönde ikna etmeye çalışmak yerine, onun bu algısını kabul etti ve sabırla bu algının ardındaki düşünceleri, duyguları ve anıları keşfetti.

    Aktarım (transference) terimi, terapötik ilişki bağlamında mevcut beklentilerin, şemaların, senaryoların, korkuların ve arzuların aktive olmasına özel olarak atıfta bulunur. Hasta, terapisti erken dönemdeki önemli ilişkilerinin merceğinden görür. Psikoanalitik terapide, hastalarımızın bizi algılayış biçimleri tedaviyle ilgili rastlantısal veya bu algılar, çalışmanın engelleri ya da dikkat dağıtıcı unsurları değildir. Aksine, terapinin kalbinde yer alır. Eski kalıplar, senaryolar, beklentiler, arzular, şemalar (ne derseniz deyin) terapötik seansta “canlanıp” aktif hale geldikleri için, biz de hastaların bunları incelemelerine, anlamalarına ve yeniden şekillendirmelerine yardımcı olabiliyoruz.

    Yakın zaman önce, alkolik (ve muhtemelen bipolar) babası tarafından duygusal ve fiziksel olarak kötü muameleye uğramış bir hastayla terapi yaptım. Babası, onu küçücük bir öfkelendirmesi ile azarlamış, utandırmış ve dövmüştü. Hastanın insanlara güvensizlik ve şüpheyle yaklaşmasına rağmen, bana anlatması önemli bir şeydi. Bir diğer önemli nokta, bu ilişki biçimi terapide hayat bulduğunda ve bana, sanki ben öngörülemez, öfkeli bir düşmanmışım gibi tepki vermeye başladığında, durum çok daha farklı hale geldi. Bilinçli olarak, beni, onun çıkarlarını gözeten bir müttefik olarak görüyordu (ve bana yardımım için iyi para ödüyordu). Aynı zamanda, bana her söylediğini, onu incitmek için bir silah olarak kullanacağımdan korkarak, kendini benden “korumak” için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu şekilde tepki vermesi otomatikti ve refleksifti; tepkileri o kadar yerleşmişti ki, bunların olağan dışı olduğunu fark etmiyordu.

    Hastamın bana karşı olan tutumunu terapinin önündeki bir engel olarak görmedim. Aksine, bu ilişki modelinin yeniden yaşanması ve üzerinde çalışılması, onun iyileşmesinin merkezindeydi. Defalarca, olabildiğince nazik bir şekilde, bana tepkilerini sanki ben tehlikeli bir düşmanmışım gibi gösterdiğini belirtirdim. “Babandan yardım istediğinde seni küçümsemişti. Yaşadıkların göz önüne alındığında, şimdi benim de sana aynı şekilde davranmamı beklemen anlaşılabilir,” derdim. Veya, “Bana şunu söylüyorsun: İşimiz senin için hiçbir anlam ifade etmiyor, bir daha beni hiç görmemenin senin için önemi yok. Belki de beni hayal kırıklığına uğratıp, sana zarar vereceğimi düşünüp, kendini korumak için beni reddediyorsun,” diye eklerdim.

    Zaman içinde bana (ve hayatındaki diğer önemli insanlara) olan ilişkilerinde, başka bir kişiyle, başka bir zaman ve başka bir yerde yaşanan bir duruma göre davrandığını entelektüel bir şekilde değil, anında ve duygusal olarak etkileyici bir şekilde anlamaya başladı. Yavaşça, olaylara dair beklentilerini, tepkilerini ve yorumlarını sorgulamaya başladı. Ayrıca, şüphelerini, suçlamalarını ve öfke patlamalarını karşılık vermeden ve geri çekilmeden (en azından çoğu zaman) göğüsledim. Bu nedenle, ilişkimiz yeni ve farklı bir tür ilişki için bir örnek oluşturdu. Zamanla, ilişkileri farklı bir perspektiften görmeye başladı. Dünyayı daha az tehlikeli hissetmeye başladı ve ilişkileri daha tatmin edici hale geldi.

    Psikoanalitik terapide, hastalarımızın beklentilerinin, şemalarının veya kalıplarının tedavi sürecinde belirginleşmesini sağlayacak şekilde her şeyi bilinçli olarak düzenleriz. Başka bir deyişle, aktarımların açığa çıkmasına ve somut hale gelmesine olanak tanımaya çalışırız. Psikoanalitik terapinin temel özelliği, aktarımı (ve ayrıca karşı aktarımı -yani, bizim hastalarımıza karşı duyduğumuz duygusal tepkileri) kullanarak hastayı anlamak ve değişim sağlamak için bir araç olarak kullanmamızdır. Psikoanalitik psikoterapinin temel ilkelerinden biri, sorunlu ilişki desenlerinin terapist ile olan ilişkide yeniden ortaya çıkmasıdır. Bu, hastalarımızı tanıma ve müdahalelerimizi hedefleme şeklimizdir.

    Ampirik araştırmalar, en etkili terapistlerin, hangi tür terapiyi uyguladıklarını düşünseler de aktarımı tanıyıp bunu terapötik olarak kullananlar olduğunu göstermektedir. Enrico Jones ve meslektaşları (Ablon & Jones, 1998; Jones & Pulos, 1993), Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü Depresyon Tedavisi İşbirliği Araştırma Programı’ndan psikoterapi seanslarının kayıtlarını inceleyerek, terapistlerin kullandığı müdahale türlerini değerlendiren 100 değişken üzerinden seansları puanladılar. En iyi sonuçları elde eden terapistler, hastalarının terapi seanslarında, kendilerine [terapistlere] verdikleri duygusal tepkilerini sürekli olarak fark eden ve bu tepkileri hastalarının hayatlarındaki diğer önemli kişilerle olan tepkileriyle ilişkilendiren terapistlerdi. Bu durum, aktarımın değişim mekanizması olarak “resmi” olarak tanınmadığı manuelize edilmiş bilişsel-davranışçı terapi (BDT) uygulayan terapistler için de geçerliydi. Terapistler etkili oldular çünkü çalışma protokolü tarafından belirtilen manuelize müdahalelerden sapmışlardı.

    Şöyle bir soru adil olacaktır. Terapinin kendine özgü bir yanı, güçlü aktarım tepkilerini tetikler mi, yoksa aktarım her ilişkide yaygın mıdır? Cevap her ikisi de doğrudur. Tüm ilişkileri erken dönemdeki önemli ilişkilerimizin merceklerinden görürüz. Aynı zamanda, terapi özellikle olgunlaşmamış ve güçlü duyguları tetikleyebilir. Bunun nedeni, terapinin sadece başka herhangi bir ilişki olmamasıdır. Terapi, çaresiz yardıma ihtiyacı olan bir kişiyle yardım sunmaya çalışan bir kişi arasındaki sürekli bir ilişkidir. Bu durum, güçlü özlemleri ve bağımlılığı doğrudan harekete geçirir. Aslında, terapi durumu, erken dönemdeki bakımverenlerimizle olan ilişkilerimizi psikolojik olarak yeniden yaratır ve dolayısıyla özel bir regresif bir çekim yaratır. Terapist, çözülmemiş isteklerin ve korkuların mıknatısı haline gelir. Terapi, ilk bakımverenlerimize karşı bir zamanlar deneyimlediğimiz tüm bozulmamış duyguları uyandırabilir, bunlar arasında omnipotens beklentileri, güçlü özlemler, sevgi ve nefret de bulunur. Terapistin, terapist rolündeki gücü tanımadığı takdirde, başı dertte demektir.

    Terapinin diğer yönleri de regresif bir çekim uygular. Daha sık yapılan görüşmeler, aktarım duygularını yoğunlaştırır. (Bu, psikanalitik terapinin haftada birkaç kez yapılan görüşmelerle daha fazla şey başarabilmesinin bir nedenidir. Aynı şekilde, daha fazla zorluk yaşayan bazı hastalar, bu yoğunluğu tolere edemez ve haftada bir veya iki kez yapılan tedavilerde daha iyi sonuç alırlar.) Terapideki iletişimin büyük ölçüde tek yönlü olması da regresif fantezileri teşvik eder. Olağan sosyal etkileşimde, insanlar sırayla bilgi paylaşır, ancak terapide çoğunlukla hasta konuşur. Terapist, hastanın yaşamı hakkında çok şey öğrenirken, hasta terapistin yaşamı hakkında pek bir şey bilmez. Bilgi eksikliğinde, insanlar boşlukları kendi arzuları, korkuları ve beklentileriyle doldurmaya eğilimlidirler (tıpkı Rorschach kartlarında gördüğümüz şekillerin, gerçek mürekkep lekeleri kadar bizimle ilgili şeyler ortaya koyması gibi).

    Birçok terapi okulu, artık insanların terapistleriyle olan ilişkilerinde sorunlu ilişki kalıplarını yeniden yarattıklarını ve bunun terapötik amaçlar için kullanılabileceğini kabul etmeye başlamıştır. Bilişsel terapistler, hastalarının terapiste karşı duygusal tepkilerine, bu tepkileri terapötik işten sapmalar olarak görmek yerine, giderek daha fazla odaklanmaktadırlar (Safran, 1998; Safran & Segal, 1990). “Radikal davranışçı (“radical behaviorist)” olarak kendilerini tanımlayan öğrencilerimin, bir “Klinik olarak İlgili Davranış” kısaca KİD kavramını tartıştıklarını duyduğumda ise biraz şaşırmıştım. KİD, terapistle terapi seansında sergilenen semptomatik bir davranış örneği, olarak tanımlanır -diğer bir deyişle, aktarım. Radikal davranışçılık perspektifinden bakıldığında, etkili müdahale, hastaların KİD’lerini tanımalarına ve yeni ilişkiler kurma yolları geliştirmelerine yardımcı olmayı içerir (Kohlenberg & Tsai, 1991). Terapinin farklı okulları arasında böyle bir yakınsama şaşırtıcı değildir. Aynı psikolojik ikilemleri anlamaya çalışan düşünceli profesyonellerin, nihayetinde benzer fikirlerde birleşmeleri mantıklıdır. Ancak, itiraf etmeliyim ki, başka terapi geleneklerinin takipçilerinin, psikanalitik uygulayıcıların nesiller boyu fark ettikleri olgulara yeni isimler uydurup, bunları yeni keşifler gibi tartışmaları beni rahatsız etmektedir.

    Bu bölümde aktarımı ele alırken, psikanalitik düşüncenin daha yeni, postmodern akımlarını göz ardı etmemek gerekir; bu akımlar, aktarımı yalnızca hasta tarafından yaratılan bir şey olarak gören önceki, mekanistik ve artık çoktan reddedilmiş görüşlere bir düzeltme ekler. Dogmatik, otoriter ve kendini sorgulamayan bir terapistin elinde (ki bu tutumların hiçbir terapötik yaklaşımda yeri yoktur), aktarım kavramı yanlış kullanılabilir. En kötü senaryoda, bu kavram, hastanın bizim sınırlamalarımızı ve başarısızlıklarımızı suçlamak için bir yol haline gelebilir. Örneğin, bir terapist bir hastaya umursamaz bir şekilde davrandığında, ortaya çıkan kırgınlık ve öfkenin, patolojik bir “aktarım” bozulması olarak yorumlanması, psikanalitik tekniğin bir suistimali olurdu. İlişkisel ve intersubjektif yaklaşımları savunan postmodern psikanalistler (daha önce bahsettiğim psikanalitik teorilerin çeşitliliğini hatırlayın) bize, hastanın tepkilerinin bir boşlukta meydana gelmediğini ve hasta ile terapistin birbirlerini karmaşık bir şekilde karşılıklı olarak etkilediklerini hatırlatır. Aslında, her etkileşimi birlikte inşa ediyorlar veya birlikte yaratıyorlar.

    Psikanalitik literatürde bu konu etrafında fırtınalar kopmuştur, ancak burada bunları ele almamız gerekmez. Gözlemlenen gerçektir ki, hastalar kişisel geçmişlerini terapötik etkileşime getirir, erken ilişki kalıpları yeniden aktive olur ve oynatılır, çözülmemiş kırgınlıklar ve özlemler terapiste yönlendirilir. Aynı şekilde, terapistin etkileşime girme ve tepki verme şekli, terapötik etkileşimi şekillendirir ve hangi kalıpların, nasıl devreye gireceğini etkiler. Bu sadece hastalar için değil, terapistler için de geçerlidir; terapistler de geçmişlerini danışma odasına getirir.

    Savunma (Defense)

    Bir şeyleri bilmemeyi tercih ettiğimizi fark ettiğimizde, bunun nasıl gerçekleştiğini düşünmeye başlarız. Herhangi birinin dikkatini rahatsız edici veya uyumsuz bir şeyden uzaklaştırmaya yönelik her türlü davranışın, bir savunma işlevine hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Savunma süreçlerinde gizemli bir şey yoktur. Savunma, bir şeyi fark etmiyor olmak, bir şeyi düşünmemek, iki artı ikiyi birleştirmemek ya da basitçe başka bir şeyle kendimizi oyalamak kadar basittir. Psikanalist Herbert Schlesinger (2004), savunmayı sistemler teorisi bağlamında tanımlamıştır. Sistemler (biyolojik ve psikolojik), dengeyi veya homeostazı korumak için kendilerini düzenler (örneğin, biyolojik düzenleyici süreçler, dış sıcaklıkta önemli değişikliklere rağmen vücut sıcaklığımızı 37 santigrat derece civarında tutmaya çalışır). Bir şey, düşünme, hissetme ve algılama şekillerimizle o kadar uyumsuz hale gelir ki, psikolojik dengeyi bozacaksa, bu tür şeyleri genellikle reddeder, yok sayar, göz ardı eder, küçümser ya da başka bir şekilde inkâr ederiz. Aile sistemleri terapistleri, işlevsiz aile kalıplarını sürdüren homeostatik süreçleri bozarak sistemin daha uyumlu bir şekilde yeniden organize olmasını beklerler. Benzer şekilde, psikanalitik terapistler, yaşamda sorunları sürdüren homeostatik süreçleri bozmaya çalışırlar.

    Eski psikanalitik yazılarda düşüncelerin ve duyguların bastırılmasından (repression) bahsedilir, ancak artık bu terimi özellikle faydalı bulmuyorum ve benim izlenimime göre çağdaş psikanalitik yazarlar da daha uygun kelimeler aramaktadır. Bu kelimenin basit, sıradan ve yaygın bir şeyi gizlemek için kullanıldığını düşünüyorum. Bruno Bettelheim (1982), “bastırmak (repress)” kelimesinin Freud’un kullandığı Almanca kelimenin kötü bir çevirisi olabileceğini savunmuş ve bunun yerine “inkar (disavow)” kelimesinin daha yardımcı bir çeviri olacağını önermiştir. Sözlüğümde “inkar/reddetme (disavow)” kelimesinin tanımı, “bilgi sahibi olmamak, sorumluluk taşımamak veya ilişkilendirilmemek; reddetmek” olarak verilmektedir.

    Deneyimlerin inkârı (disavowal of experience) oldukça yaygındır. “Bilinçdışı zihinsel yaşam” başlığında örnek olarak kullandığım Jill, babasının istismarcı olduğunu kabul etmeyi reddetti. Ailesi hakkında düşündüğü şeyleri genel ifadelerde tutarak ve detaylara odaklanmayarak bu farkındalığa karşı direnç gösterdi. İnsanlar, el üstünde tuttukları inançlarını sorgulamak gerekliliği doğuracak detaylara dikkat etmek yerine genellemeler yapar ve konuşurlar. Jill, genellemeleri bilinçli olarak yapmıyordu. Bunu alışkanlıkla ve otomatik olarak yapıyordu, ne yaptığının farkında değildi. Bu, kişiliğinin bir parçası haline gelmişti. Görüşmemizin ilerleyen kısımlarında, Jill babasının şiddetle kontrolden çıkmış olduğunu fark etmeye başladı. Çirkin gerçeği gözler önüne serdikten sonra bile, Jill psikolojik dengeyi korumak amacıyla bunun önemini küçümsemeye çalıştı. Babasının kız kardeşini neredeyse boğarak öldürebileceği hikâyesini benim ciddiyetle ele aldığımı fark ettiğinde, Jill hızla kendini ve beni teselli etmeye çalışarak, olayın özel bir anlamı olmadığını belirtti. Yine kız kardeşinin ne kadar kötü davrandığını vurgulayarak, “Herkesin babası bunu yapmaz mıydı?” diye ekledi.

    Daha önce, ilgi ve şefkate duyduğu arzuyu fark etmekte ve kabul etmekte zorlanan, sürekli soğuk ve mesafeli kadınları seçen bir hastadan bahsetmiştim. Bu partner seçimleri, nazik ve sevgi dolu kadınların kendisinde uyandırdığı zorlu duygulardan kaçınmasına yardımcı olduğu için savunmacı bir işlev görüyordu. Kendini güçlü, dayanıklı ve bağımsız biri olarak görmeye çalışıyordu ve daha nazik, daha hassas yanını inkâr ediyordu. Beni terapist olarak sevmesinin sebebi; daha önce gördüğü  ve hızla uzaklaştığı “yumuşak” ve “fazla duygusal” terapistin aksine, beni mantıklı ve kararlı biri olarak algılamasıydı.

    Herhangi bir düşünce ya da duygu, bir diğerinin savunma mekanizması olarak kullanılabilir. Öfke duyguları, terk edilme ya da reddedilme hislerine karşı bir savunma işlevi görebilir; depresyon, öfkeye karşı bir savunma olabilir; kibir, kendinden tiksinme duygusuna karşı bir kalkan olabilir; kafa karışıklığı, acı veren gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmamıza yardımcı olabilir; mantığa sıkı sıkıya sarılmak (örneğin, Star Trek’teki Spock karakteri gibi), öfke ya da aşağılanma duygularını görmezden gelmemize olanak tanıyabilir. İstenmeyen bir özelliğimizi kendimizde fark etmeyip hızla başkalarına atfedebiliriz (yansıtma/projection). Bir tutumu, onun zıttını vurgulayarak gizleyebiliriz; örneğin, pornografi karşıtı kampanya yürüten bir kişinin, protesto edip kınamak amacıyla pornografik materyaller arayarak aslında kendi pornografi merakını açığa vurması gibi (karşıt tepki geliştirme/ reaction formation). Gözümüzün önündeki bilgileri dikkate almamayı seçebiliriz; anoreksik kızının açlıktan ölmekte olduğunu fark etmeyen bir ebeveyn ya da hastasının intihar planına dair göndermelerini duymayan bir terapist gibi (inkâr/denial).   Duygusal açıdan yüklü konulara soğukkanlı ve soyut bir şekilde yaklaşabiliriz; örneğin, âşık olup olmadığına bir maliyet-fayda analizi yaparak karar vermeye çalışan bir hastam gibi (entellektüelleştirme/intellectualization). Korkularımız olmadığını kendimize kanıtlamak için korktuğumuz duruma düşüncesizce atılabiliriz (karşıt-fobik davranış/couentrphobic behavior). Duygularımızı yanlış kişiye yönlendirebiliriz; kocasının sadakatsizliğini fark etmeyen ama onun bir arkadaşının bir ilişki yaşadığını öğrenince öfkelenen kadın gibi (yer değiştirme/displacement).  Dayanamadığımız duyguları başka birine yükleyebilir ve sonra bu duyguları o kişide yönetmeye çalışabiliriz (yansıtmalı özdeşim/projective identification). Davranışlarımızın sorumluluğunu reddedip onları kontrolümüz dışındaki koşullara bağlayabiliriz (dışsallaştırma/externalization). Rahatsız edici olanı engellemek ya da inkâr etmek için sonsuz derecede yaratıcı yollar bulabiliriz.

    Son yıllarda psikoterapiyi oldukça zorlaştırabilen, özellikle rahatsız edici bir savunma biçimiyle karşılaştım. Depresyondaki bir hasta, ilk görüşmemizde zorluklarının bir “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını söyleyebilir. Bu genellikle, algılarının, beklentilerinin, seçimlerinin, çatışmalarının, ilişki kalıplarının ya da anlaması ve değiştirmesi kendi gücü dahilinde olan herhangi bir şeyin acısını yaratabileceği, sürdürebileceği ya da kötüleştirebileceği olasılığını göz önünde bulundurmak istemediği anlamına gelir. Zorluklarının tamamen bir “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını ısrarla dile getiren bu tür danışanlar, genellikle kendilerini incelemek istemediklerini bize belirtmektedirler. Bu, özellikle tehlikeli bir savunma mekanizmasıdır çünkü ilaç şirketlerinden (duygusal acıyı biyolojik bir hastalık olarak sunma konusunda açık bir ekonomik teşvikleri olan) ve genellikle güvendikleri doktorlardan (ki bu doktorlar da bilgilerini çoğunlukla aynı ilaç şirketlerinden alırlar) gelen mesajlarla desteklenmektedir. Bu tür danışanlar, acılarında psikolojik bir bileşenin varlığını kabul etmeyi, dayanılmaz bir zayıflık veya kişisel başarısızlık itirafı olarak görebilirler. Bu tutumun altında yatan sert öz-yargı ve kendini kınama, depresyonu sürdüren tam da bu şey olabilir, ancak kendilerini inceleme konusundaki isteksizlikleri, değişime yol açacak türde bir terapinin önünde engel oluşturabilir. Bu gibi durumlarda, danışanların inançlarına doğrudan meydan okumak yerine, meraklarını ve kendilerini sorgulama kapasitelerini başka yollarla harekete geçirmeyi daha etkili buluyorum. (Bu noktada, biyolojik faktörleri göz ardı etmemiz ya da farmakolojik tedavi seçeneklerinden yararlanmamamız gerektiğini öne sürmediğimi belirtmeliyim. Ancak biyolojiye yönelik bir takdirin, psikolojik fenomenlere karşı sağır ve kör olmamıza yol açmaması gerektiğini savunuyorum.)

    Lisans düzeyindeki psikoloji ders kitapları genellikle savunma mekanizmalarını sıralar, ancak bu sunumlar nadiren psikanalitik terapinin daha derin bir anlayışını teşvik eder. “Savunma mekanizması” terimiyle ilgili bir zorluk, kulağa mekanik gelmesi ve zihinsel yaşamın mekanik olmaktan son derece uzak olmasıdır. Ayrıca, “mekanizma” terimi bir isim olduğu için, savunmanın bir şey olduğu izlenimi verir. Oysa savunmayı, bir fiil olarak, insanların yaptığı bir şey olarak düşünmek daha faydalıdır. 

    Bir diğer sorun, savunma mekanizması teriminin ayrık bir süreç ya da olay izlenimi vermesidir ki bu da tam olarak doğru değildir. Ayrık olaylar olmaktan ziyade, savunma yolları yaşamlarımızın dokusuna işlenmiş olup, düşünme, hissetme, davranma, başa çıkma ve ilişki kurma biçimlerimizde yansır. Savunma biçimlerimiz, kalıcı kişiliğimizin ya da karakterimizin bir parçası haline gelir. 

    Örneğin, bazı insanlar karakteristik olarak detaylara dalar ve bütünü gözden kaçırır. Somut detaylara odaklanmak, zorlayıcı duygulara odaklanmayı engeller. Diğer insanlar ise detaylara hiç odaklanamaz. Kendilerine ve başkalarına dair algıları yüzeysel ve kaygısız görünür. Bu savunmacı tarz, rahatsız edici gerçeklerden dikkati uzaklaştırabilir. Bazı insanlar, kendilerini üstün hissederek ve kibirli davranarak, farkındalıktan uzak tutmaya çalıştıkları boşluk veya yetersizlik duygularını bastırabilir. Bazı insanlar ise kendi ihtiyaçlarına kronik olarak ilgisiz kalır, ancak bunun yerine başkalarına özen gösterir (bu, ruh sağlığı uzmanları arasında yaygın bir örüntüdür).  Savunma ve kişilik ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir.

    Psikanalitik psikoterapi, deneyimlerimizin belirli yönlerini nasıl reddettiğimizi fark etmemize yardımcı olur ve amacı, bize ait olanı sahiplenmemize veya yeniden sahiplenmemize yardımcı olmaktır. Bu süreç, özgürlük ve seçim alanını genişletir. Daha önce otomatik ya da zorunlu gibi görünen şeyler, bilinçli tercihler haline gelir ve yaşam seçenekleri çoğalır. Ancak, özgürlük ve seçim kendi ikilemlerini de beraberinde getirir. Seçimle birlikte sorumluluk gelir ve bu sorumluluk bazen korkutucu olabilir. Bu nedenle, sorumluluğu reddetme arzusu, değişime karşı önemli bir direnç kaynağı olabilir. 

    Erica Jong’un bu ikilemi aklında bulundurarak yazdığına inanıyorum: 

    “Suçlayacak kimse yok! … İşte bu yüzden çoğu insan, nefret ettiği insanlarla birlikte nefret ettiği hayatlar yaşar… Suçlayacak birine sahip olmak ne harika bir şey! Kendi düşmanınla yaşamak ne harika bir şey! Mutsuz olabilirsiniz ama her zaman haklı olduğunuzu hissedersiniz. Parçalanmış olabilirsiniz ama bunun için tüm suçlardan kendinizi arınmış hissedersiniz. Hayatınızı kendi ellerinize alın, peki ne olur? Korkunç bir şey: Suçlayacak kimse kalmaz.” 

    Aktarımla ilgili bölümde, en etkili terapistlerin psikoterapide aktarımı ele aldığını gösteren araştırmalardan (Ablon & Jones, 1998; Jones & Pulos, 1993) bahsetmiştim. Aynı araştırma, en etkili terapistlerin ayrıca savunma mekanizmalarını tanımaları ve bunlara ortaya çıktıkları anda dikkat çekmeleriyle hastalarına yardımcı olduklarını ortaya koymuştur. Bu iki tür müdahalenin de başarılı bir tedavi sonucuyla bağlantılı olduğu, ampirik olarak kanıtlanmıştır.

    Savunmayı sistemik bir çerçevede, dengeyi ve homeostazı koruma çabası olarak ele alırsak, psikoterapinin bir paradoksu ortaya çıkar. İnsanlar terapiye değişmek için gelirler, ancak değişim, kaçınılmaz olarak denge ve homeostaz için bir tehdit oluşturur. Bu nedenle, her hasta terapiye karşı ambivalent bir tutum sergiler; değişme arzusu ile mevcut durumu koruma arzusu arasında gidip gelir.

    Bu ambivalans terapinin başında oldukça hissedilebilir. Üniversite kliniğimize randevu alan hastaların yaklaşık yarısı ilk randevularına gelmiyor. Bunun birçok klinik için tipik olduğunu düşünüyorum. Hastalar kliniği aradıklarında, içsel çatışmalarının değişimi arzulayan tarafını ifade ediyorlar. Ancak randevularına gitmediklerinde, homeostazı koruma arzusu taşıyan diğer taraflarını ifade ediyorlar.

    Kendi psikanalizime başladığım zamanı hatırlıyorum. İlk randevumu bir hafta öncesinden ayarlamıştım. O hafta boyunca yaklaşan randevuyu gece gündüz düşündüm. Ancak, randevu günü geldiğinde, tamamen aklımdan çıkmıştı. Analist ve ben nihayet buluşmayı başardığımızda, bana genelde randevuları unutup unutmadığımı sordu. Utançla, bunun bana pek uyan bir durum olmadığını söyledim. Omuz silkti ve “Demek ki senin de bir bilinçdışın var,” dedi.

    Psikoterapi, değişimi arzulayan yanımızla, ne kadar acı verici olursa olsun tanıdık ve bilindik olanı korumaya çalışan yanımız arasında süregelen bir çekişmedir. Terapistler olarak, büyüme ve gelişimi arzulayan güçlerin yanında yer alırız.

    Freud’un (1912) bu paradoksu aklında bulundurduğunu düşünüyorum; o, “Direnç tedaviyi adım adım takip eder. Tedavi gören kişinin her bir çağrışımı, her bir davranışı dirençle hesaplaşmak zorundadır ve iyileşmeye yönelik güçlerle bu güçlere karşı çıkanlar arasında bir uzlaşmayı temsil eder,” diye yazmıştı.

    Direnç ve savunma terimleri yakından ilişkilidir. İkisi de düşünceleri, duyguları ya da sorumluluğu reddetme ya da inkar etme çabalarını ifade eder. Daha teknik olarak, direnç, terapinin kendisinde ortaya çıkan ve keşif ve sorgulama gibi ortak görevleri engelleyen savunma süreçlerini ifade eder. Direnci, terapist ve hasta arasında bir çatışma ya da karşıtlık olarak görmek pek yardımcı olmaz. Aksine, direnç, danışanın kendi içindeki çatışma ya da uyumsuzluktan kaynaklanır.

    Bu durumu akılda tutmak, direnç terapistler için rahatsız edici biçimler aldığında zor olabilir; örneğin hastalar geç kaldığında, randevuları kaçırdığında, sessiz kaldığında, seansları önemsiz konuşmalarla doldurduğunda ya da terapistin yorumlarını görmezden geldiğinde. Terapistler için ne kadar hayal kırıklığı yaratıcı olursa olsun, bu tür davranışlar danışanın dengeyi koruma çabalarını yansıtır.

    Terapistin en iyi yaklaşımı, hastanın büyüme ve değişim arayışındaki yönleriyle ittifak kurmaktır. İdeal olarak, hasta ve terapist, savunma süreçlerine karşı yargısız bir merak hissi geliştirir, bunları sadece incelemek ve anlamak arzusuyla ele alır. Bu konuyu ilerleyen bölümlerde yeniden ele alacağız.

    Savunma, çatışma ve bilinçdışı zihinsel yaşam kavramları birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bilinçdışı kelimesi, aslında, reddettiğimiz, sahiplenmekten kaçındığımız ya da savunduğumuz düşünceler, duygular ve davranışlar için bir tür kısaltma işlevi görür. Çoğu zaman, savunma süreçleri ile bu süreçlerin savunduğu düşünce ve duygular arasında aktif bir itme ve çekme dinamiği gözlemleriz. Onları ne kadar uzaklaştırmaya çalışırsak, aynı şekilde bir çıkış ya da ifade bulmaya çalışır gibi geri itiyor görünürler.

    Bu nedenle, reddeden yanlarımız ile reddedilen yanlarımız arasında bir çatışma ya da dinamik bir gerilim oluşur. Psikanalitik kuramcılar, dinamik bilinçdışı terimini kullanarak, bilinçdışı düşünce ve duyguların hareketsiz ya da etkisiz olmadığını, aksine aktif olarak ifade arayışında olduklarını vurgular. Bu düşünce ve duygular, dolaylı yollarla düşüncelerimizi, duygularımızı ve eylemlerimizi etkiler.

    (Psikanalitik teoride bilinçdışı teriminin belirli ve özel bir anlamı olduğunu not etmek önemlidir. Pek çok zihinsel süreç farkındalığımız dışında gerçekleşir, ancak bilinçdışı terimi genellikle, aktif olarak reddettiğimiz ve aynı zamanda ifade arayışında olan düşünceler, duygular ve davranışlar için kullanılır. Bu bağlamda, bilinçdışı aslında dinamik bilinçdışı anlamına gelir.

    Psikanalitik kuramcılar, farkındalık dışındaki zihinsel süreçleri ifade etmek için, ancak çatışmalı ya da aktif bir şekilde savunulan süreçleri içermeyen durumlarda, genellikle bilinçsiz (non-conscious) gibi diğer terimleri tercih ederler. Bu ayrım, savunma mekanizmaları ve çatışmaların işleyişini anlamada kritik bir rol oynar.)

    Psikolojik Nedensellik

    Psikolojik belirtiler genellikle anlamsız gibi görünür. Görünürde hiçbir amacı yoktur ve bu belirtileri yaşayan kişi için yabancı hissedilebilirler. Birçok depresif hasta, umutsuzluk ve üzüntü duygularının “birdenbire” geldiğini söylemiştir. Anksiyete veya hatta panik duyguları da beklenmedik bir şekilde ortaya çıkabilir. Aslında, DSM tanı ölçütleri, panik bozukluğu için panik ataklarının “beklenmedik” bir şekilde, yani belirgin bir neden olmadan başladığını belirtir.

    Belirtiler ne kadar rastlantısal veya anlamsız gibi görünse de, bizim çalışma varsayımımız, bu belirtilerin bir anlamı olduğu, psikolojik işlevler gördüğü ve bir psikolojik bağlamda meydana geldiğidir. Çünkü bir belirtinin bağlamını oluşturan psikolojik durumlar bilinçli olarak erişilebilir olmayabilir, bu nedenle belirti anlamsız veya rastglantısal görünebilir. Bir kişinin farkındalık alanı genişledikçe ve daha geniş bir deneyim yelpazesi tanıyıp dile getirme yeteneği arttıkça, belirtinin anlamı ve işlevi belirginleşebilir. Genel olarak bu süreç gerçekleştikçe, hasta eski sorunlara yeni çözümler bulabilir ve belirti azalır.

    Kendimize ne kadar yabancılaşırsak, deneyimlerimiz o kadar rastlantısal, tesadüfi ve parçalanmış gibi görünebilir. Psikanalitik terapi, düşünceler, duygular, eylemler ve olaylar arasındaki bağlantıları tanımamıza yardımcı olur. Örneğin, bir hasta bana “Bunu neden yaptığımı bilmiyorum” dediğinde, ben de şöyle cevap verebilirim: “’Bilmiyorum’un ötesine bakabiliyor muyuz görelim? Hadi, bundan önce ne olduğunu inceleyelim.” Öncesinde olan şey, dışsal bir olay ya da bir olayla ilgili düşünceler ve duygular olabilir.

    Bir kalp krizi geçiren bir hasta, ilaçlarını sürekli “unutuyordu.” Burada “unutmak” kelimesini tırnak içinde kullanıyorum çünkü hasta, adını Steve koyduğum kişi, zeki bir insandı ve diğer şeyleri hatırlama konusunda hiçbir sorunu yoktu. Steve’in doktorları, ilaçların neden gerekli olduğunu açıklayarak ona “hasta eğitimi” verdiler. Steve sağlığını önemseyen biriydi ve doktorlarının tedavi planına uymaya çalışıyordu. Yine de, ilaçlarını sürekli unutuyordu.

    Steve’e, unuttuğu şeyin görünenden daha fazlası olabileceğini söyledim ve bu konuda bir fikri olup olmadığını sordum. Steve, ilaç almanın ona kötü bir his verdiğini, ancak bunun nedenini söyleyemeyeceğini belirtti. Gerçekten de bilmiyordu. Ona, aklına gelen her türlü düşünce veya duyguyu, bunların ne kadar anlamlı veya alakasız görünse de, bana anlatmasını istedim. Steve, o anda aklına neden geldiğini bilmediğini ama küçük kardeşini düşündüğünü söyledi. Çocukken Steve popüler, atletik ve başarılı bir öğrenciydi. Buna karşın, kardeşi zayıf ve hasta biriydi. Sürekli olarak bir şeyler için ilaç alıyordu. Okulda başarısızdı ve sporla da ilgisi yoktu. Ailesi için bir hayal kırıklığıydı.

    Steve’in düşüncelerinin sırasına dikkat edin. İlk düşüncesi ilaç almakla ilgiliydi. Sonra, küçük hasta kardeşine dair çağrışımlar yaptı. Bu düşüncelere “çağrışımlar” diyoruz çünkü bunların bir şekilde, önceki düşüncelerle bağlantılı veya ilişkilendirilmiş olduğunu varsayıyoruz. İlk bakışta iki konu birbirine alakasız görünebilir, ancak çalışma varsayımımız, bunların bir şekilde bağlantılı olduğu yönündedir. Bu durumda, düşünce sırasının bize sunduğu hipotez şudur: Steve’in zihninde ilaç almak, küçük kardeşi gibi olmakla özdeşleşiyor—yani, zayıf, hasta ve daha az sevilen biri olmakla. Eğer bu hipotez doğruysa, doktorunun tüm çabalarına rağmen hiçbir “hasta eğitimi” fayda etmezdi. Aslında, Steve ilaçlarını almamayı ancak zayıf ve başarısız olma korkusunu, ve bu korkuya bağlı olarak kendisine değer veren insanların sevgisini kaybetme korkusunu tartışabildikten sonra bırakabildi. Daha spesifik olarak, Steve, ilaç almanın onu kardeşi gibi yapmayacağını fark etti. Bu, irrasyonel bir fanteziden ibaretti. Fantezi, farkındalık dışında işlemişti ama Steve’in davranışlarını etkilemişti ve bu, hayatını riske atabilirdi.

    Bir başka danışan, hafif kilolu bir kadındı ve dönemsel olarak yemek yeme krizleri yaşıyordu. McDonald’s’ın arabaya servis eden şubesine gizlice gider ve cheeseburgerler ve milkshakeler sipariş ederdi. Sonrasında, bu davranışından nefret ederdi. Yıllardır yemek krizlerini kontrol etmeye çalışmış ancak pek başarılı olamamıştı. Bir yemek krizi sonrasında, kendisine bu krizle ilgili olup olmadığını düşünmeden aklına gelen herhangi bir düşünceye dikkat etmesini söyledim. Düşünceleri kocasına yöneldi. Onun bencil, kontrolcü olduğunu ve ihtiyaçlarını dikkate almadığını söyledi. Kendisini bir insan olarak değil, sergilenecek bir ödül gibi gördüğünü ifade etti. Ek olarak, kocasının kendisi zayıf olduğunda mutlu olduğunu çünkü o zaman daha iyi bir “ödül” gibi göründüğünü, duygusal olarak yoksun ve sevilmemiş hissettiğini ve kocasına bağımlı olduğunu ve kapana kısılmış gibi hissettiğini belirtti.

    “Yemek kriziniz, kocanızdan intikam almanın bir yolu olabilir mi?” diye düşündüğümü yüksek sesle dile getirdim. Bu yorumum, şimdiye kadar örtük veya bilinçdışı kalmış olabilecek düşünceler, duygular ve eylemler arasındaki olası bağlantıyı açık veya bilinçli hale getirmeyi amaçlıyordu. Danışanım, kocasına yönelik öfkesini kabul etmekte büyük zorluk yaşıyordu, bu durum sürekli ondan şikâyet etmesine rağmen böyleydi. Yorumu ciddiye almak onun için bir oldukça zorlayıcı oldu. Ancak zamanla, öfkesini, intikam fantezilerini ve kocasının “o kadar berbat bir herif ki zayıf bir eşi hak etmiyor” düşüncesini kelimelere dökmeye başladı.

    Danışanımın yemek krizleri, karmaşık bir çağrışım ve anlam ağına gömülüydü. Sonuç olarak, bu davranışı aynı anda birkaç amaca hizmet ediyordu: Kocasını cezalandırmak, duygusal yoksunluğunu telafi etmek (çünkü yemeği sevgiyle ilişkilendiriyordu), kendisini onun kontrolü altında olmadığına dair rahatlatmak, onu terk etme fantezilerini bastırmak (çünkü fazla kilolu olmak diğer erkekler için daha az çekici olmasını sağlayacaktı) ve intikamcı düşünceleri yüzünden kendisini cezalandırmak (çünkü fazla kilolu olmaktan nefret ediyordu).

    Bu çoklu nedenler ve anlamlar, daha önce bahsettiğim aşırı belirleme(overdetermination) ve çoklu işlev (multiple function) kavramlarını gözler önüne sermektedir. Zihinsel yaşamda, basit bir neden-sonuç ilişkisi bulmak her zaman mümkün değildir. Bir semptom ya da davranışın birden fazla nedeni olabilir (aşırı belirleme) ve birden fazla amaca hizmet edebilir (çoklu işlev).

    Bu nedenle, yetkin tüm psikanalitik terapistler, zihinsel yaşamın karmaşıklığına derin bir takdir duyarlar. Bu sebeple, psikanalitik psikoterapi “standart” bir terapi değildir. Ezbere uygulanabilecek bir teknikler topluluğu ya da adım adım takip edilecek bir kılavuz haline getirilemez. Bunun yerine, iç deneyimin en mahrem, kişisel ve derinlemesine öznel yönlerine empatik bir şekilde odaklanan bir sorgulama sürecine dayanır. Bu anlamda, herhangi iki terapi süreci birbirine tamamen benzemez. (Bazı araştırmacılar, yalnızca adım adım yönergeler içeren “manuelize” terapilerin bilimsel açıdan sağlam ve “kanıta dayalı” olduğunu savunmaktadır. Bu iddialarla ilerleyen bölümlerde ilgileneceğim. Bu tür terapiler—düzenli, süre sınırlı ve görünüşte birbirinin yerine geçebilen—aynı zamanda, hasta yaşamlarını iyileştirmek değil, kârlarını artırmakla ilgilenen sağlık sigortası şirketleri tarafından da tercih edilmektedir.)

    Danışanım aniden bir içgörü kazanmadı ya da dramatik bir iyileşme yaşamadı ve terapiye gizlice McDonald’s’a gitmeleri nedeniyle başlamamıştı. Bununla birlikte, zamanla, aşırı yeme krizlerinin ortaya çıkmasına neden olan karmaşık anlam ağına dair bazı bağlantıları keşfetmeyi başardık. Öfkesini kabul etme ve ifade etme konusunda yavaş yavaş daha rahat hale geldi, duygusal ihtiyaçlarının daha fazla farkına vardı ve bu ihtiyaçları kocasına ve başkalarına daha iyi iletebildi. Kocasıyla olan ilişkisi düzeldi ve aşırı yeme krizleri azaldı.

    Sonunda, yıllardır ilk kez kilo verebildiğini ve bu kiloyu zorlanmadan koruyabildiğini bildirdi. Ancak bu mücadeleyi tamamen kazanmış sayılmazdı. Takip eden yıllarda, özellikle kocasına çok kızdığı zamanlarda ara sıra tekrar krizler yaşadı.

    Bu örnekler, psikolojik semptomların düşünceler, duygular, algılar ve anılardan oluşan organize ağlara nasıl yerleştiğini ve bu bağlamların onlara anlam kattığını göstermek için verilmiştir. Bu durum yalnızca semptomlar için değil, tüm zihinsel olaylar için geçerlidir. Psikanalizin temel varsayımı, zihinsel yaşamda hiçbir şeyin rastlantısal olmadığıdır. Zihin, zihinsel olayların birbiriyle anlamlı, ancak karmaşık yollarla bağlantılı olduğu ayrıntılı bir çağrışım ağıdır. Belirli geniş parametreler içinde, bağlantıların açık ya da bilinçli olup olmaması fark etmeksizin tüm zihinsel aktiviteler bu çağrışım ağının mantığına göre işler. Bu durum yalnızca düşünceler, duygular ve anılar için değil, aynı zamanda rüyalar, gündüz düşleri, hatalar ve dil sürçmeleri (meşhur! “Freudyen sürçme”) için de geçerlidir. Görünüşte rastgele bir zihinsel olayla başlayıp onunla bağlantılı çok sayıda çağrışımı izlemek mümkündür. Genellikle, bu olay, daha geniş çağrışım ağı açığa çıktığında anlam kazanır.

    Çağrışım ağına bir benzetme olarak Dünya Çapında Ağ (World Wide Web) düşünülebilir; burada web sayfaları karmaşık bir şekilde birbirine bağlıdır. Bir web sayfasını açabilir, oradan başka bir sayfaya, sonra bir başkasına bağlantı yapabilirsiniz. Birkaç tıklama içinde başlangıç noktanızdan oldukça uzak bir yere ulaşabilirsiniz. Örneğin, küresel ısınma hakkında bir sayfadan başlayarak, birkaç tıklama sonra Shakespeare’in sonelerine dair bir sayfaya varabilirsiniz.

    Biri o anda bilgisayar ekranınıza baksa, nasıl bu noktaya geldiğinizi tahmin edemez. Ancak isterseniz, başladığınız yerden bitirdiğiniz yere sizi getiren bağlantı dizisini geri izleyebilir ve neden bu bağlantıları takip ettiğinizi açıklayabilirsiniz.

    Elbette bu internet analojisinde eksik olan bir şey var: duygular. İnternette bağlantılar genelde içerik temelli iken, zihinsel çağrışım ağları duygusal temellere dayalı olarak organize olur. Yani, benzer duyguları çağrıştıran şeyler birbiriyle bağlantılıdır. Çağrışım yolları genellikle duygusal olarak yüklü ya da sorunlu olana yönelir. Bu durumun terapötik teknikler için önemli etkileri vardır: Eğer düşüncelerimizi sansürlemeden ya da düzenlemeden gözlemlememize izin verir ve onları nereye götürdüğüne bakarsak, genellikle rahatsızlık verici olana ulaşırız.

    Çağdaş bilişsel bilim ve sinirbilim araştırmaları, zihni çağrışım ağı olarak kavramlaştırma temeline dayanır ve bilişsel araştırmacılar çağrışım bağlantılarını incelemek için birçok deneysel yöntem geliştirmiştir (örneğin, ön hazırlama deneyleri/priming experiments ve tepki zamanı deneyleri/ reaction time experiments). İlginçtir ki, çağrışım yolları kavramı her zaman psikanalitik teori ve pratiğin merkezi bir unsuru olmuştur. Freud, psikolojik anlamları keşfetmek için çağrışım bağlantılarını izlemekte, bir dedektifin hassasiyetiyle bu bağlantıları çözmekte ustaydı. Freud’un bu düşünce tarzı, en anlaşılır ve etkileyici şekilde 1904 tarihli “Gündlük Yaşamın Psikopatolojisi” adlı monografında görülür. Psikanalitik terapiyi öğrenen tüm öğrenciler için bu eseri öneririm. Elbette Freud’un zaman zaman kendi zekâsına kapılıp, hastalarının çağrışımlarına şüpheli anlamlar yüklemekle suçlanabileceği durumlar olmuştur. Freud’u eleştirme amacı güdenler onun yazılarında bolca malzeme bulacaktır, ancak bu tür eleştiriler meselenin özünü kaçırır.

    Çağrışım bağlantılarını izlemeye yardımcı olmak için, hastalarımızdan akıllarına gelen her şeyi düzenlemeden veya sansürlemeden söylemelerini isteriz. Bu süreçte düşüncelerini yargılamadan (bunun belirli Budist meditasyon biçimlerinde olduğu gibi) gözlemlemelerini teşvik ederiz; düşüncelerin mantıklı olup olmadığına veya toplumsal açıdan uygun görünüp görünmediğine aldırmadan bunu yapmalarını isteriz. Teknik olarak bu yönteme *serbest çağrışım* denir. Amacı, genellikle örtük olan çağrışım bağlantılarını açık hale getirmektir.

    Her psikanalitik terapistin, düşünce ve iletişimin serbest akışını teşvik etmeye yönelik bir dizi ifadesi vardır. Sürekli olarak şu tür şeyler söyleriz: 

    – “Bunun hakkında biraz daha konuşabilir misiniz?” 

    – “Aklınıza başka neler geliyor?” 

    – “Başka ne düşünüyor veya hissediyorsunuz?” 

    – “Düşünceleriniz oradan nereye gidiyor?” 

    Bazen de sadece “devam edin” veya “hı hı” diyerek hastanın ifade sürecini destekleriz.

    Günlük sosyal dialoglarda, düşüncelerimizi otomatik olarak düzenler ve sansürleriz. Konuda kalmaya çalışır, düşüncelerimizi anlamlı cümleler haline getirecek şekilde yapılandırır ve utandırıcı ya da rahatsız edici olabilecek şeyleri dışarıda bırakırız. Ancak “serbest çağrışım”, bu alışıldık düzenleme ve sansürleme süreçlerini askıya almak anlamına gelir ve bizi genellikle öngöremediğimiz yerlere götürür. Bu nedenle, serbest çağrışım özellikle sakin, toplu ve kontrol altında hissetmeyi seven insanlar için oldukça zordur.

    Hastalar terapiyi “içini dökmek” olarak tanımladığında veya bir arkadaşla sohbet etmeye benzettiğinde (bu tür tanımlamalar her zaman psikoterapiyi son derece değersizleştirici olarak görünüyor bana), bu onların anlamlı bir terapötik sürece dahil olmadığının kesin bir işaretidir. Gerçek bir serbest çağrışım sürecine dahil olan hiç kimse terapiyi sıradan bir sohbete benzetmez. Psikanalitik terapi, bilinçli olan ile bilinçdışı arasındaki sınırda, uçurumun kenarında gerçekleşir. Bu süreçte hiçbir şey sıradan değildir.

    Gay olan bir erkek hastam dil sürçmesi yaparak bana başka birinin adını söyledi—diyelim ki James. Bu hatanın ne anlama geldiğini sordum ve o da bunun rastlantısal bir durum olduğunu, hiçbir anlamı olmadığını belirten klasik itirazlarda bulundu. Ben de bunun ne anlama geldiğini bulmamız gerektiğini, “James” isminin ona ne düşündürdüğünü görmek için düşüncelerini izlememizi önerdim. O da, James adında bir arkadaşının arkadaşı olduğunu hatırladı ve hemen bu kişinin kendisi için hiçbir anlam ifade etmediğini belirtti. “Tamam,” dedim. “Belki de hiçbir anlamı yok. Yine de, düşüncelerin nerelere gideceğini görelim.” Hastam bir süre sessiz kaldı, sonra utandı. James’in ona ilgi duyduğunu ve onu baştan çıkarmak istediğini söyledi. Ben de sordum: “Bunu neden utanç verici buluyorsun?”

    Hastamı utandıran şey, James’in baştan çıkarma girişimi değildi. Aslında hastam, kafasından bir şeyi zorla atmak için çok çaba harcıyordu. O şey, benim gay olmam ve onu baştan çıkarmak istememdi. Gerçekten de bununla ilgili çok canlı bir hayal kurmuştu ve bu konuda partneriyle konuşmuştu; partneri ise bu olasılığı ilginç bulmuştu. Hastam, bir daha bunu düşünmemeye ve bahsetmemeye karar vermişti, ancak işte tam o anda, bir “rastlantı” sonucu ortaya çıktı. Dil sürçmesine dair yaptığı “rastlantısal” çağrışımlar, tam da o an için en duygusal olarak yüklü olan şeyle, yani bu düşünceyle bağlantılıydı—ki bu çoğu zaman böyle olur.

    Bu örneğin imkansız, yapmacık veya teorik önyargılarla şekillendirilmiş olduğunu düşünen birine şunu söylerim: Deneyin. Bir sonraki hatanızı yaparken, dil sürçmesi ya da bir kelimeyi ya da ismi unuttuğunuzda, serbest çağrışım yapmayı deneyin ve düşüncelerinizin sizi nereye götürdüğünü takip edin. Düşüncelerinizi yazmak faydalı olabilir. Tam olarak “bu kadar” dediğiniz ve durmak istediğiniz noktada, kendinize bundan sonra ne geliyor diye sorun. Ve sonrasında bir sonraki ne diye tekrar sorun. Karşınıza çıkacak iç dirençleri aşmaya zorlayın (örneğin “bu alıştırma saçma,” “bu sıkıcı,” “düşüncelerim hiçbir yere gitmiyor”) ve çağrışımlar zinciri nereye götürürse takip edin. Gerekirse bana gülün, ama deneyin. Deney yapmazsanız veriye asla ulaşamazsınız.

    Resmi olarak, zihinsel süreçlerin bu rastlantısal olmama durumu ruhsal determinizm olarak adlandırılır. Bu terim, düşüncelerin, duyguların, davranışların ve semptomların rastlantısal ya da tesadüfi olmadığı, önceki zihinsel olaylar tarafından etkilendiği veya belirlendiği gerçeğine işaret eder. Ben, “ruhsal süreklilik” terimini “ruhsal determinizm” yerine tercih ediyorum. Bu, bir düşünceden diğerine sürekliliği hatırlatır ve düşünceler ve duyguların, ilişkiliymiş gibi görünmese de anlamlı çağrışım dizilerinde zincirleme bir şekilde bağlı olduklarını ifade eder. “Determinizm” terimi, 19. yüzyılın mekanistik, materyalist bilimsel ruhunun köklerine dayanır ve onun çağrışımlarının günümüzde faydalı olup olmadığından emin değilim.

    Psikooanalitik yaklaşımları reddeden bazı öğrencilerle karşılaştım çünkü yanlış bir şekilde, psikanalizin özgür iradeyi reddettiğini ve tüm davranışları bizim kontrolümüz dışındaki güçlerin belirlediğini düşünüyorlardı. Aslında, bunun tersi daha yakın bir gerçek olabilir. Psikanalitik terapistler, davranışlarımızın anlamlarını ve nedenlerini anlayışımızı genişletmenin özgürlük, seçim ve daha özgür bir irade yarattığına inanırlar. İnsanlar değişebilir, insanlar değişir ve psikanalitik terapi, bazen derinlemesine bir şekilde, insanların değişmesine yardımcı olur. Her psikoterapist, derinlerde, insanların büyüme, değişim ve hayatın kaçınılmaz zorlukları karşısında daha büyük bir özgürlük ve denge hissi deneyimleme kapasitesine inanır. Eğer davranışlar kaçınılmaz bir şekilde belirlenmiş olsaydı, psikanalitik terapi yapmak ya da başka herhangi bir terapi türünü uygulamak için bir ihtiyaç olmazdı. (Bir hastam, hayatında tekrarlayan bir örüntüyü işaret ettiğimde derinden etkilenmişti. Ruhunu sarsan bir an içinde, hayatında aynı hatayı defalarca tekrar ettiğini fark etti. Son derece zeki ama psikolojik olarak pek gelişmemişti. Tanıma şokuyla, “Gerçekten, gerçekten! Tam olarak söylediğin gibi yapıyorum, görüyorum!” diye bağırdı. Sonra, endişeyle ekledi: “Bunu neden yapıyorum? Neden hep bunu yapıyorum? Bu, ben miyim?” Ben de cevap verdim, “Bu, sendin.” Bu, terapideki en sevdiğim anlardan biriydi.)

    Senin için iyi olan (what’s good for the goose)

    ( what’s good for the goose is good for the gander bir atasözüdür ve senin için iyi olan benim için de iyidir anlamına gelmektedir.)

    Okuyucu, bu bölümün çoğunu “biz” zamiriyle yazdığımı fark etmiş olabilir. Bu bir tesadüf veya edebi bir kolaylık değil. Bu, hastalarımıza uyguladığımız kavram ve içgörülerin, aynı şekilde kendimize de uygulanabileceğini iletmek için kasıtlı olarak yapılmıştır. Psikanalitik duyarlılık, hastalara ve terapistlere uygulanan psikolojik ilkeler arasında herhangi bir ayrım yapmaz. Psikanalist Harry Stack Sullivan’ın (1954) yıllar önce belirttiği gibi, “Diğer taraftan hepimiz, basit bir şekilde başka herşeyden çok insanız.” Hem hasta hem de terapist, kendini ve diğerlerini geçmiş deneyimlerin merceklerinden görür, bilinç dışı zihinsel yaşamlara sahiptir, tehditkar olanı reddeder (disavow),  aktarımlar oluşturur ve geçmiş ilişki rollerini yeniden canlandırır.

    Bazı öğrencilerim, psikanalizin, duygusal olarak uzak, otoriter bir doktor ile ona tâbi hasta arasında hiyerarşik bir “üstten alta” ilişki olduğunu maalesef yanlış bir şekilde düşünmüşlerdir. Vicdanen bunun hiç yaşanmadığını söyleyemem; bir zamanlar birçok psikanalist hastalarına karşı mesafeli, tutuk bir tavır sergiliyordu( En iyi psikanalistlerin hiçbir zaman bu şekilde çalışmadığını düşünme eğilimindeyim, ancak kesinlikle birçok vasat psikanalist çalışmıştır. Son yıllarda psikanalitik teori ve uygulamada büyük değişiklikler oldu ve şükürler olsun ki mesleğin gelişimindeki bu aşama büyük ölçüde geride kaldı).Ancak yine vicdanen şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu durum psikanalizin ruhundan daha uzak veya daha zıt olamaz. Psikanalitik terapi, bir başkasına yapılan ya da bir başkası üzerinde uygulanan bir şey değildir. Bu, iki kişi arasında ortaklaşa yapılan bir şeydir. Bu, terapinin eşit ya da simetrik bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Bir kişinin yardım almak, diğerinin ise sunmak için geldiği, bir kişinin diğerine ücret ödediği ve koşulların doğal olarak bir güç dengesizliğini içerebileceği gerçeğini inkar etmek anlamsızdır. Ancak bu, terapinin, iki kişinin birlikte anlamaya çalışarak mücadele ettiği, ortak bir çaba olduğu anlamına gelir (Buirski & Haglund, 2001).

    Tanıdığım ve saygı duyduğum psikanalitik terapistler, başkalarının içsel, özel hayatına bu kadar yakın bir şekilde katılmayı derin bir ayrıcalık olarak görürler ve çalışmalarında, bizim neyi bilip bilemeyeceğimize ve yardım etme kapasitemize dair derin bir alçakgönüllülük duygusu geliştirmişlerdir. Kişisel olarak, doğam gereği alçakgönüllülük veya tevazuya yatkın biri değilim. Yine de içtenlikle söyleyebilirim ki, ne kadar uzun süre çalıştıysam ve ne kadar çok şey öğrendiysem, hastalarımla olan çalışmamda o kadar daha alçakgönüllü hissettim ve onlara derinden saygı duymaya başladım. Benimle benzer çatışmaları ve mücadeleleri paylaşan hastalarım var ve onlarda, kendi hayatımda da bildiğim bir acıyı görüyorum. Hiçbir zaman bir hastaya tedavi uygulamadım ki, onda kendimden bir şey görememiş olayım. Gerçekten de, biz hepimiz başka herşeyden çok insanız.

    Psikanalitik terapi, terapistten bir zeka seviyesi, belli bir mesleki bilgi ve beceri düzeyi, bir başkasıyla empatik uyumlanma kapasitesi, başka bir kişinin özel ve öznel dünyasına kendimizi daldırma istekliliği, kendimizi sorgulamaya karşı tamamen acımasız bir isteklilik ve kelimenin tam anlamıyla, insanlık gerektirir. Bir terapisti oluşturan tüm nitelikler arasında, belki de nihayetinde her şeyi belirleyen, son derece tarif edilemez olan bu son nitelik olabilir.

    Kendimizi sorgulama isteğine gelince, anlamlı psikanalitik bir çalışma yapmak, kendimiz de anlamlı bir terapi deneyimi yaşamadan zor, hatta imkânsızdır. Ayrıca, hastalarımızdan yapmaya istekli olmadığımız bir şeyi yapmalarını istemek, düşüncelerini sansürlemeden nereye giderse oraya takip etmelerini talep ederken, kendimiz bunu yapmamış olmamızda bir tür iki yüzlülük vardır. Hastalarımıza karşı empati geliştirmek ve terapinin güçlü ve çoğu zaman irrasyonel duygularını nasıl tetikleyebileceğini anlamak için hasta olma deneyimi gibisi yoktur. Aktarım veya direnci, bir kitaptan okuyarak ya da başkasında gözlemleyerek gerçekten anlayamayız; bunları bizzat deneyimlememiz gerekir. Ayrıca, terapiye yalnızca “mesleki gelişim” amacıyla girmek yeterli değildir. Tıpkı hastalarımız gibi, acı çeken birer insan olarak terapiye girmeliyiz.

    Bunun ötesinde, kendi çatışmalarımızı ve ilişki kalıplarımızı ne kadar iyi anlarsak, bunları hastalarımızla yeniden yaşama riskine o kadar direnebiliriz. Kişisel psikoterapi veya psikanaliz, bu konuda başarılı olacağımızın garantisini vermez, ancak en azından bize mücadele şansı sunar. Çok sık olarak, terapistlerin kişisel patolojilerini hastalarıyla yeniden yarattıklarına tanık oldum. Cinsel istismar geçmişi olan ve kişisel terapisinde bu deneyim üzerinde çalışmamış terapistler, hastalarının deneyimlerini kendilerinin keşfetmesine izin vermek yerine, hastalarının deneyimlerini onlar için tanımlayarak, hastalarını kurban ilan etmekte hızlı davranma eğilimindedirler. Benim izlenimime göre, sahte anılar üzerinden yaygara koparan terapistler (eğer böyle adlandırılmayı hak ediyorlarsa) bu kategoriye girmektedir.Karşı cinsle ilgili çözümlenmemiş sorunları olan terapistler, hastalarının yakınlık ihtiyaçlarını ve bunları gerçekleştirmeye engel olan psikolojik bariyerleri anlamalarına yardımcı olmak yerine, onların “erkek düşmanlığı” ya da “kadın düşmanlığı” söylemlerine hızlıca katılabilirler. Özsaygı sorunlarıyla mücadele eden terapistler, hastalarını örtük bir şekilde küçümseyebilir ya da onlara yüzeysel “onaylama” mesajları sunabilir. Örneğin, Saturday Night Live programındaki Stewart Smalley karakterinin hicvettiği türden sığ ifadeler kullanabilirler. Ancak bu, hastalarına kişisel tarihleri ve deneyimleriyle uyumlu bir şekilde tutumlarını keşfetme ve yeniden yapılandırma fırsatı sunmanın yerini tutmaz.

    Bunlar görece bariz örneklerdir. Çoğu zaman, terapistler çatışmalarını ve ilişki kalıplarını hemen göze çarpmayan yollarla yeniden sahnelerler.

    Son olarak, anlamlı bir kişisel terapi deneyimi, terapötik sürece yönelik bir inanç geliştirir ve bu inanç, terapötik denizlerde yolumuzu bulmaya çalışırken büyük bir gereklilik haline gelir. Nancy McWilliams’ın (2004) etkileyici bir şekilde ifade ettiği gibi:

    “Etkin bir kişisel terapi veya analiz deneyimi, sürecin gücüne ve tedavinin etkinliğine dair derin bir saygı bırakır. Psikoterapinin işe yaradığını biliriz. Disipline olan sessiz takdirimiz, duygusal acılarından kurtulmalarında umut hissinin kritik bir rol oynadığı danışanlara bu inancı iletebilir.” Umutsuz bir durumda terapi mümkün değildir; umut olmadan terapi de var olamaz.

    Sonsöz:

    Bir Akademik Psikoloğun Çöküşü

    (Bu makaleyi kariyerimin başında yazdım. Bu nedenle, tamamlanmamış bir kitaba uygun bir sonsöz gibi görünüyor. İlk akademik görevime, yardımcı doçent olarak başlamadan önce, yurtdışında seyahat ettiğim bir yıl boyunca kişisel bir günlük kaydı olarak yazılmıştı. Büyük bir üzüntü ve kişisel hayal kırıklığı dönemi geçirmiştim. O dönemde alanla ilgili bazı yargılarım şimdi bana sert ve yersiz görünüyor. Diğerleri ise belki fazla hoşgörülü olabilir. Yazıyı büyük ölçüde düzenlemeden bıraktım. Gerçeğe sadık kalmak, sonradan düzeltme yapmaktan daha iyi göründü.)

    “Bu hikayeler, anlatacak kimseniz olmadığında hiçbir şey ifade etmez.” Brandi Carlile

    Geriye dönüp baktığımda, psikolog olmaya karar vermemde belirleyici olan bir olayın öne çıktığını görüyorum. Bu, kişisel ve anlatması utanç verici bir hikaye; ama nihayetinde hayatlarımızı şekillendiren hayati seçimler, duygusuz ya da nesnel olanlar değildir. Hikâyeyi olduğu gibi anlatmalıyım, yoksa bu makale bir başka boş akademik egzersizden öteye geçemez.

    Üniversitedeki ikinci yılımdaydım ve sanırım yaşıma göre oldukça etkilenebilir ve olgunduktan uzaktım. Güney aksanıyla konuşan, hayatın içinden kopup gelmiş gibi görünen, etkileyici bir psikoloji profesörüyle arkadaş olmuştum. Onun bir zihin okuyucu olduğunu düşünüyordum. Hep onun peşindeydim, sunduğu ufak tefek içgörü kırıntılarını hevesle bekliyordum.

    Ayrıca âşıktım, hem de ilk aşkımdı. Sevgilimle doğum kontrolü için prezervatif kullanıyorduk ve bir gün, sevişirken prezervatif yırtıldı. Ardından sevgilim regl olmadı ve hamile olduğuna ikimiz de emindik. O zamanlar evde yapılan hamilelik testleri yoktu, bu yüzden doktora gitmek ve test sonuçlarını öğrenmek için birkaç gün beklemek zorundaydı. Test sonuçlarını alacağı gecenin öncesinde bir rüya gördü.

    İkimiz bir arabadaydık ve köprülerin üzerinden geçiyorduk, gölleri, nehirleri ve dereleri geçiyorduk. Sonra sahne değişti, bir dükkandaydık ve ben birbiri ardına şapkalar deniyordum. Sonra bazı insanlar permasının ne kadar iyi durduğu konusunda yorum yapıyordu. Gerçekten de saçlarını perma yaptırmıştı.

    Rüyayı güneyli profesörüme anlattım çünkü rüyalara ilgi duyuyordum. Bunun kız arkadaşımın rüyası olduğunu ya da bir kadına ait olduğunu bilmiyordu. Elbette yırtılan prezervatif ve hamilelik korkularımız hakkında da hiçbir fikri yoktu. Şapkaları değiştirme kısmına geldiğimde sözümü kesti. Güney aksanıyla, “Bay Shedler,” dedi. “Su doğumu temsil eder. Suyu geçmek doğumdan, yani hamilelikten kaçınma arzusunu temsil eder. Başın bir şapka ile kaplanması ise penisin ucunun prezervatif ile kaplanmasını ifade eder. Bu rüya, kız arkadaşınızın hamileliği önlemek için prezervatifin düzgün kullanılmasını istemesini dile getiriyor.” Daha sonra beni ayak parmaklarıma kadar utandırarak prezervatif kullanımı üzerine babacan bir şekilde ders vermeye devam etti.

    Profesörün sözlerinin etkisi, meleklerin trompetleriyle müjdelenmiş olsaydı daha büyük olamazdı. O anda, bu Freudyen şeylerin—en azından önemli bir kısmının—gerçek ve doğru olduğunu anladım. Doğal olarak, profesörün bir zihin okuyucu olduğu görüşüm de sonsuza dek doğrulanmış oldu. Ve kendi adıma, eğer dünyada bu tür şeyleri anlayan insanlar varsa, onlardan biri olmam gerektiğine karar verdim.

    Bir daha asla rüyaların anlamsız olduğuna, rastgele sinirsel dürtülerden ibaret olduğuna ya da sonrasında karşılaştığım birçok anti-psikolojik teoriye inanmayacaktım; hepsi kendilerini “bilim” kisvesiyle süslenmiş bir güvenle sunuyordu. Şairler haklı, “bilim insanları” ise yanlıştı: Kadınların ve erkeklerin hem uyanık olduklarındaki hem de uykudaki rüyaları, anlamlarla örülmüş zengin bir dokuydu. Bu dokular keşfedilebilir ve anlaşılabilirdi.

    Birkaç yıl sonra doktora öğrencisiydim ve bir üniversite dersi veriyordum. Bir öğrenci bana bir rüya anlattı. O ve erkek arkadaşı bir şelalenin altındaymışlar. Su her yerden üzerlerine akıyormuş ama ikisi de ıslanmıyormuş. İçten bir gülümsemeyle, tereddütsüz şekilde şunu söyledim: “Hamile olabileceğinden korkuyorsun.” Çenesinin neredeyse yere düştüğünü gördüm. Onun da bir gün psikolog olup olmadığını asla öğrenemedim.

    Bu hikâyenin son kısmını her anlattığımda aklıma bir söz gelir: “Hayatta sadece iki trajedi vardır: İstediğin şeye ulaşamamak ve istediğin şeye ulaşmak.” Bu makale, ikinci tür trajedi hakkındadır.

    Psikolog olma yolunda geleneksel bir rota izlemedim. Psikolojiye her zaman ilgi duymuştum ve çocukken birçok “pop psikoloji” kitabı okumuştum. On iki yaşındayken arkadaşlarımı hipnotize etmeye çalıştım (başarısız oldum), rüyaları yorumlamayı denedim ve dergilerde bulduğum “pop psikoloji” testlerini uyguladım. Ancak üniversitede psikoloji üzerine yoğunlaşmadım ve psikolog olmayı hiçbir zaman ciddi şekilde düşünmedim. Çoğu insan gibi, psikologlar, psikiyatrlar ve psikanalistler arasındaki farkı anlamıyordum. Psikologların bir tür “ikinci sınıf psikiyatr” olduğunu düşünüyordum ve ikinci sınıf bir şey olmayı kesinlikle istemiyordum. Tıbba ilgim yoktu (ve kan midemi bulandırır), bu yüzden psikiyatriyi de eledim. Psikanalistin ne olduğunu ise hiç bilmiyordum. Böylece tüm bu konuları bir kenara bırakıp ekonomi okumaya karar verdim.

    Üniversiteyi bitirdikten sonra, lisansüstü okula başvurmak için gerekli psikoloji derslerini almak üzere Columbia Üniversitesi’ne gittim. Ne yaptığımı bilmiyordum. Hangi dersleri almam gerektiğini bilmiyordum. Psikolojide neden bu kadar çok farklı alt alan olduğunu (deneysel, sosyal, kişilik, klinik, biyolojik, gelişimsel, bilişsel, örgütsel vb.) anlamıyordum. Sadece ne yaptığımı bilmiyordum.

    Bu yüzden, bulunduğum yere dolambaçlı bir yoldan geldim. Bunu, California’dan Broadway’e gitmeye çalışmaya benzetiyorum; yalnızca doğuya gitmek gerektiğini bilmek dışında hiçbir yönergem yoktu.

    *       *       *

    Columbia’da, tesadüfen bir profesörle tanıştım—bir derse kaydolabilmem için imzasına ihtiyacım vardı—ve bana kendisinin araştırma asistanı olarak çalışmamı önerdi. Durumumu açıklamış ve lisansüstü okula başvurmadan önce hangi dersleri almam gerektiği konusunda tavsiye istemiştim.

    “İstatistik alman lazım.”

     “Zaten iyi bir istatistik altyapım var.”

    “İyi derken ne demek istiyorsun ?”

     “Hipotez testi ve regresyon çalıştım. Ayrıca bilgisayar konusunda da iyiyim.”

    Profesör, sanki ilk kez bana bakıyormuş gibi bir ifade takındı.

    “Zeki misin?”

    “Sanırım öyleyim.”

     “Bak, bu derslerin hepsi saçmalık. Gel, benim araştırma asistanım olarak çalış. Bu, senin en iyi şansın.”

    Artık yolda olduğumu ve hayatımın istediğim gibi gidebileceğini düşünerek sevinçle kaydoldum. Haftanın geri kalanında kafamda “İşte bu, bu senin mucizen!” sözleriyle popüler bir şarkı dönüp durdu.

    Kısa süre sonra kendimi, istatistiksel veri analizi yapmak için bilgisayar programları yazarken ve tepki süresi deneylerini çalıştırmak için programlar geliştirirken buldum. İş, satranç oynamak ya da bir yapboz birleştirmek gibi ilginçti ama bunun psikoloji ile ne ilgisi olduğunu bilmiyordum. Yetersiz bir geçmişim olduğunu düşündüm, bu yüzden işin önemini takdir edemediğimi varsaydım ve ağzımı kapalı tutmaya karar verdim (konuşup tüm şüpheleri ortadan kaldırmaktansa susup aptal yerine konmak daha iyidir).

    Ayrıca profesörün giriş seviyesindeki psikoloji dersine de katıldım; burada insan kulağının baziler membranı hakkında, Ebbinghaus’un anlamsız heceleri hafızasında tutma deneylerinden, at nalı yengecinin retina yapısından ve benzeri şeylerden öğrendim. Bir gün başka bir öğrenci profesöre yaklaşıp şöyle bir şey söyledi: “Bunlar hepsi iyi güzel ama psikolojiyle ne ilgisi var?” Profesörün cevabının detaylarını hatırlamıyorum ama özü, bu öğrencinin gerçekten Columbia gibi bir üniversiteye ait olup olmadığını düşünmesi gerektiğiydi. O günden sonra, ağzımı kesinlikle kapalı tutmaya karar verdim.

    Sanırım Kaliforniya’daysanız Broadway doğudadır. Ama New York’a gittiğinizde Broadway doğu, kuzey, güneybatı ya da her neyse, nereye gittiğinize bağlı olarak değişebilir. Broadway’i hedeflemiştim ve nerede olduğunu bilmiyordum, belki Brooklyn’de. Ama bunu henüz fark etmemiştim.

    Gittiğimi sandığım yere varmadığıma dair yeterince ipucu vardı. İlk başlarda, profesörümün tepki süresi deneylerinden biri için “denek” olarak çalışıyordum. “Denekler” büyük bir odada bir video ekranının önünde tek başlarına oturuyorlardı ve ekranda belirli bir ışık yanıp söndüğünde bir düğmeye basmaları gerekiyordu. Ben de onları kendi video ekranımdan izleyebileceğim bitişik bir odada oturuyordum. Ben kendi video ekranımı, onlar da kendi video ekranlarını izliyordu.

    Sonunda çok tuhaf bir şey fark ettim. Tüm bu insanlar odaya aynı şekilde girdiler ve hepsi aynı şekilde oturdular, omuzları çökmüş ve elleri kucaklarında sıkıca kavuşturulmuştu. Hepsinin yüzünde geniş gözlü, sıkı dudaklı ifadeler vardı. Burada büyüleyici bir şeyler oluyordu; odada, deneyde, deneyi yapan kişide ya da başka bir şeyde, davranışları güçlü bir şekilde kontrol eden ve bu insanların her birinin aynı şekilde oturmasını, hareket etmesini ve kendilerini aynı şekilde tutmasını sağlayan bir şeyler vardı (şimdi korktuklarını anlıyorum). Profesörüme “bakın burada neler oluyor, tüm bu insanlar tıpatıp aynı şekilde oturuyor” dedim – onu bu konudaki gözlemlerini ve içgörülerini paylaşmaya, buna neyin sebep olabileceğini açıklamaya, varsayılan psikolojik bilgeliğini bana aktarmasını bekledim. “İyi” dedi ve işine devam etti.

    Bu yanıt beni şaşırtmıştı, ama şimdi anlıyorum. Bu bir aşağılama değildi. Sadece, bu insanların duygusal (bana kalırsa psikolojik?) tepkilerine zerre kadar ilgi duymuyordu. Onları fark etmedi, hatta ne sormaya çalıştığımı bile kavrayamadı. Bu, bilişsel psikolojiye dair bir deneydi ve bu insanlar bir veri dosyasındaki sayılardan ibaretti. Hepsi aynı şekilde davranıyorsa, bu harika bir şeydi: istatistiksel veri analizlerinde çok daha az hata varyansı vardı.

    Başka işaretler de vardı ki, doğuya gitmiş, ama Broadway’e hiç yaklaşmamıştım. Columbia’daki hiçbir profesörüm gerçekten bir hasta görmemişti ve hiçbiri rüyalarla, insan tutkularıyla, hayati yaşam seçimleriyle, aşk, nefret, duygusal acı, delilik veya psikolojik çatışmalarla… kısacası, çoğu insanın psikolojik olarak ilginç sayacağı hiçbir şeyle profesyonel bir ilgisi yoktu. Bir şekilde, bu şeylere karşı ince bir küçümseme taşıyorlardı. Bu küçümseme, dolaylı ve örtük yollarla ifade edildiğinden, sorgulamak, hele ki yüzleşmek oldukça zordu. Ben de kendi hevesimle, coşkumla, bu “mentorlarla” özdeşleşme arzumla, onların tutumlarını taklit etmeye başladım. Kendime ihanet etmeye başlamıştım.

    Sonunda kişilik üzerine bir dersi aldım ve Freud’u “işledik.” Hatta Freud’un bazı metinlerini orijinalinden okuduk. Profesör, tabii ki, hiç psikanaliz yapmamıştı, psikanalizden geçmemişti, çağdaş psikanalitik yazıları okumamıştı ve (eminim) bir psikanalistik bir uygulayıcı ile  anlamlı bir konuşma yapmamıştı. Çoğunu yanlış anlamıştı ve hepsini absürd göstermek için elinden geleni yapıyordu. Bundan etkilenmemem nasıl mümkün olabilirdi ki? O profesördü ve ben öğrenciydim. O bilgi, akademi ve otorite sembollerini taşıyordu. O, Columbia Üniversitesi’nin onayını taşıyordu. Hatalarına, eksik ve yanlışlarına rağmen, bu profesör, eski güneyli profesörümün bildiği psikolojiye yakın olan tek kişiydi. Bu profesör kendisini “deneysel bilişsel sosyal psikolog” olarak tanıtıyordu ve ben de bu kelimeleri söylemeyi öğrenip, ben de bundan olmak istediğimi söylemeye başladım.

    Her gün beni şaşırtan olaylar oluyordu. Bir lisansüstü öğrenci bana yürüttüğü bir araştırmadan bahsetti, ne hakkında olduğunu hatırlamıyorum, sadece çok sayıda kişiyi telefonda arayıp onlardan bir şey yapmalarını istemekle ilgiliydi. Her halükarda, sonuç ne olursa olsun çalışmanın nasıl özel bir içgörü veya bilgelik sağlayacağını göremedim. (Bir kez daha) bir şeyleri kaçırdığımı, çalışmanın alaka ve önemini takdir edecek geçmişe veya bilgiye sahip olmadığımı varsaydım. Ona neden bu araştırmayı yürüttüğünü sordum ve o, “bir yayın almak için” dedi. Bunu, basit ve sıradan bir şekilde, sanki apaçık bir şeymiş gibi söyledi.

    Çalışmaların akademinin para birimi olduğunu ve bir yayının içeriğinden ya da içerdiği bilgelikten ya da herhangi birinin gerçekten önemsediği bir soruyu yanıtlayıp yanıtlamadığından ya da insan ruhunun daha derin bir şekilde anlaşılmasına yol açıp açmadığından değil, yalnızca varlığından dolayı bir şekilde değerli kabul edildiğini henüz kavramamıştım. Çalışmanın bilgelik getirip getirmediği ya da sadece yarım yüzyılı aşkın bir süredir büyüyen, büyüyen ve büyüyen ve gerçek bir öneme sahip çok az şeye yol açan bütünleştirilmemiş ve bütünleştirilemez “bulgular” bolluğuna katkıda bulunup bulunmadığı önemli değildi. Sadece yayınlama eylemi bir şekilde içsel bir iyilikti.

    Bu tema, lisansüstü okula gittiğimde daha sonra tekrar yankılandı, burada “scoring pubs” (yayın yapma) terimini duydum, tıpkı basketbol maçında sayı yapmaya benzer bir şekilde. Söylenenlere göre, iyi bir akademik iş şansı elde edebilmek için mezuniyet öncesi üç yayın yapılması gerektiği söyleniyordu. Ayrıca “LPU” ( Least Publishable Unit)  kısaltmasını duydum, yani “En Az Yayınlanabilir Birim.” Bu fikir, araştırma bulgularının, hala yayınlanabilecek en küçük parçalara bölünmesi gerektiği üzerindeydi. Böylece bir araştırma projesi, en fazla sayıda “pub” (yayın) üreterek işe alım ve terfi komiteleri tarafından genellikle sadece yayın sayısını dikkate alarak daha fazla öneme sahip olurdu. Adil olmak gerekirse, LPU kavramı yalnızca bir şakaydı. Yine de, mizah tuhaf bir şeydir.

    *   *   *

    Bilgisayar programları yazmam, derslere girmem, profesörün çocuklarına şoförlük yapmam ve tüm bunların psikolojiyle ne ilgisi olduğu gibi aptalca sorular sormamam karşılığında Columbia profesörüm sözünü tuttu ve yüksek lisans okuluna girmeme yardımcı oldu. O olmasaydı giremeyebilirdim, çünkü kabul komiteleri beni ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ekonomi okudum, sonra deneysel bilişsel psikoloji alanında araştırma yaptım ve şimdi de kişilik alanında yüksek lisans programlarına başvuruyordum (hala doğuya gidiyorum…). “Niyet Mektubum” muhtemelen belirsiz ve dağınıktı. Ancak profesör, Michigan Üniversitesi’nde psikoloji bölümünün kişilik bölümü başkanı olan eski bir meslektaşını aradı ve ona kişilik, motivasyon ve “bunun gibi şeylerle” gerçekten ilgilendiğimi söyledi. Bu telefon görüşmesine dayanarak, başvuru dosyam “ret” yığınından “kabul” yığınına taşındı. Mucizelerle ilgili şarkı artık aklımdan geçmiyordu. Onun yerine ruhunu şeytana satan bir kişi hakkında okuduğum bir hikayeyi düşünüyordum.

    El yordamıyla doğuya doğru ilerlemeye devam ettim.

    *   *   *

    Michigan’daki hocalarım araştırmaya büyük önem verirlerdi. İtiraf etmeliyim ki, tüm bu araştırmaların hangi amaca hizmet ettiği konusunda kendi saflığıma biraz şaşkındım. Psikoterapi uygulamasıyla hiç ama hiç ilgisi yokmuş gibi görünüyordu. Tüm bunların amacı neydi? Burada, pratikte hiçbir önemi olmayan koca bir meslek vardı. Daha da kötüsü, diğer akademik psikologlar dışında kimseyi ilgilendirmeyen şeylerin (ve yıllarca ilgilenilmeleri için sosyalleştirildikten sonra) incelenmesine adanmış bir meslekti. Herkesin birbirinin makalelerini incelediği, birbirinin dergilerinde yayın yaptığı, birbirinin fon taleplerini onayladığı, birbirinin öğrencilerini işe aldığı, birbirine kadro verdiği, birbirinin yayınlarına yanıt verdiği, karşı yanıt verdiği ve karşı-karşı yanıt verdiği, kendi kendine yeten bir sistemdi. Ve tüm bunlar olurken alan, çoğu insanın psikolojik olarak anlamlı bulacağı şeylerden gittikçe uzaklaştı. Psikolojimizin neden bir uygulaması olmasın? Bana öyle geliyordu ki, sadece sonsuza kadar çalışmak yerine bir şeyler yapabilmeliydik.

    O zamanlar bu kaygılar bu kadar ayrıntılı değildi, ancak profesörlerimden birinin yanında, kolektif araştırma çabalarımızın pratik öneme sahip sorulara daha iyi yönlendirilip yönlendirilemeyeceğini merak ettiğimi söyledim. Profesör John Atkinson’dı ve verdiği yanıt harikaydı. Ne yazık ki, zamanla bunun yanlış olduğuna inanmaya başladım. Dedi ki, “Neden bilimsel araştırmanın bir uygulaması olması gerektiğini düşünüyorsunuz? Galileo yıllarını çelik bilyeleri eğik düzlemlerden aşağı yuvarlayarak geçirdi. Bu çalışmanın hiçbir uygulaması yoktu ama önemliydi ve şimdi hepimiz Galileo’yu biliyoruz. O yıl Alpler’de çığ önleme üzerine çalışan adamı? Onu hiç duymadık.”

    Atkinson’ın argümanı itiraz edilemez görünüyordu. İkna olmuştum ve bir süre için hem kendi araştırmam hem de meslektaşlarımın araştırmaları hakkında kendimi daha iyi hissettim. Bizler “salt araştırma,” “temel araştırma” ile meşguldük ve bu, oldukça değerli bir uğraştı. Biz “Bilim İnsanlarıydık”. Ancak içten içe ikna olmamıştım. Günün sonunda, psikolojide yayımlanan araştırmaların çoğu hâlâ anlamsız görünüyordu.

    “Galileo” argümanına nasıl yanıt vereceğimi anlamam epey zaman aldı. O zamandan beri, psikologların kendi başarısızlıklarını haklı çıkarmaya çalışırken fizik bilimlerine sıkça atıfta bulunduğunu gördüm. (Bir parantez: Lisans öğrencileri için yazılmış bir sosyal psikoloji ders kitabını hatırlıyorum. Kitapta, bir bulguyu açıklamak için birbiriyle çelişen teorilerin utanç verici bir şekilde çoğalması sergileniyordu. Kitap ise bu durumu arsız bir şekilde fizik bilimine bir gönderme yaparak haklı çıkarmaya çalışıyordu; fizikçilerin ışığı hem bir parçacık hem de bir dalga olarak ele aldığını not düşmüştü. Bu analoji konuyla ilgisizdi ama fizik bilimine yapılan gönderme, psikoloji teorilerinin kaotik durumunu bir şekilde meşru göstermeliydi.) Bugün bu argümana verdiğim yanıt, Galileo’yu örnek göstermenin kibir ve kendini beğenmişlik olduğunu söylemek olurdu. Evet, Galileo “temel araştırma” ile uğraşıyordu. Ancak tarih, fizik bilimlerindeki temel araştırmaların gerçekten de uygulamalara yol açtığını göstermiştir ve bu durum, orijinal araştırmacılar bu uygulamaları öngöremese bile böyle olmuştur. Fizik bilimleri, tarihsel kanıtlar bu değeri doğruladığı ve bu hakkı kazandıkları için “salt araştırma”nın değerine sahip çıkabilir. Buna karşılık, akademik psikolojide yarım yüzyıldan fazla süredir süren “temel araştırmalar,” görece çok az sonuç üretmiştir. Galileo, kendi zamanının entelektüel dünyasını dönüştürdü. Akademik psikoloji ise buna uzaktan bile yaklaşan bir katkı sunmamıştır.

    *   *   *

    Eğer acımasız görünüyorsam, bunun nedeni budur. Kimse, dürüst bir şekilde, psikolojiye yalnızca “bilgiyi ilerletmek” ya da “insanlığa yardım etmek” gibi yüce amaçlarla girmez. Bu alana gireriz çünkü kendimizi tanımak isteriz. Ancak bu oldukça karmaşık bir meseledir. Hepimiz daha fazla özbilgi, duygusal büyüme ve bir psikoterapistin “çözümleme süreci” dediği şeye dair bir arzu taşırız. Ama bu süreç acı verir; kendimiz hakkında rahatsız edici bulabileceğimiz şeyleri keşfetmeyi gerektirir. Bilme isteğinin karşısında ise bilmemeyi isteme, öğrenmekten kaçınma, konforlu ve tanıdık olanın güvenliğine özlem duyma vardır.Bu iki karşıt güç—çözümleme süreci ve direnç—psikoterapide ve hayatın kendisinde birbiriyle çarpışır. Genç insanlar psikoloji alanına girerken, bu çözümleme sürecini utangaçça ve tereddütle ilerletmeyi, insan duygularının yelpazesini genişletmeyi, daha fazlasını anlamayı, daha fazlasını deneyimlemeyi, daha özgür ve daha özerk olmayı arzu ederler. Kendilerini tanımayı isterler. Ama aynı zamanda tanımamayı da isterler.

    Ne yazık ki, akademik psikoloji açıkça direncin tarafını tutar. Bu genç insanlara, onları ilk başta psikolojiye çeken sorulardan uzaklaştıracak, kendilerini oyalayacak sonsuz bir uğraş kaynağı sunar. Ruhlarından gelen ve derin gerçeklerin fısıltıları olan çağrıları önemsizleştirir, hatta var olmadığını bile ima eder. Onlara, önemli olanın aslında önemli olmadığını, önemsiz olanın ise önemli olduğunu garanti eden karmaşık rasyonalizasyonlar (bunlara “teoriler,” “modeller” veya “paradigmalar” denir) sunar.

    Karanlığın güçlerini aydınlığa tercih ettik. Kendimize ihanet ettik.

    Kaynak

    Yazı şuradaki metnin çevirisidir.