Kategori: Genel

  • Kim Olduğumuz Formülasyonlarımızı Etkiler (5)

    Anahtar kavramlar

    İnsanlar olarak kim olduğumuz, nasıl formüle ettiğimiz de dahil olmak üzere, yürüttüğümüz tedavilerin her yönünü etkiler. Kim olduğumuz, kendimiz hakkında ne hissettiğimizi, topluluklarımızla olan bağlantılarımızı ve genel olarak toplumla olan ilişkimizi kapsar.

    Her hasta-terapist ikilisi benzersizdir ve dolayısıyla her psikodinamik formülasyon birbirinden farklıdır ve birlikte inşa edilmiştir.

    Kendimizi ve bakış açılarımızı ne kadar çok anlarsak, bu bakış açılarının hastalarımıza bakışımızı ve formülasyonlarımızı kavramsallaştırma şeklimizi nasıl şekillendirdiğini o kadar kavrayabiliriz. Bunu yaparken duygularımızı kullanabiliriz.

    Hastalarımızdan farklı olmak formülasyon açısından bazı zorlukları beraberinde getiriyor, tıpkı onlara benzemek gibi. Ötekileştirilmiş gruplardan gelen terapistler, işbirliğine dayalı formülasyon sürecinin bir parçası olarak kimlik veya ırk farklılıkları hakkındaki duyguları hastalarıyla tartışmayı seçebilirler.

    Terapistler olarak hastalarımıza karşı açık ve tarafsız bir duruş sergilemeye çalışırız. Bununla birlikte, formüle etme şeklimiz her zaman terapistler ve insanlar olarak kim olduğumuzun merceğinden süzülür. Ruh sağlığı uzmanları olarak aldığımız eğitim, cinsiyetimiz, ırkımız, cinsel yönelimimiz, cinsel kimliğimiz, yaşımız, cinsiyet ifademiz, dinimiz, yeteneklerimiz ve engelliliklerimiz, kültürümüz, eğitimimiz, sosyoekonomik durumumuz, görünüşümüz, travma öykülerimiz, bireysel psikolojimiz gibi hastalarımız hakkındaki düşüncelerimizi de etkiler. Örneğin, beyaz bir cisgender heteroseksüel [sahip olduğu cinsiyet kimliği doğumda kendisine atanmış cinsiyetle örtüşen heteroseksüel kişi], üst-orta sınıf, erkek terapist, kendisi ile aynı avantajlara sahip olmayan bir hastayı tedavi ederken kendi ayrıcalığı üzerinde düşünme ihtiyacı duyabilir. Her türden ayrıcalıklı deneyimlerimiz, ayrıcalığa sahip olmayan hastalarımızın karşılaşabileceği dezavantajları anlamamızı zorlaştırabilir (Tummala-Narra, 2021).

    Her terapötik çift özgündür

    Bir hasta ve terapist konsültasyon için veya tedaviye başlamak için buluştuğunda, bu iki farklı kişinin buluşması olur. Her insan kendi genetiği ve yaşam öyküsüyle görüşmeye gelir. Hiçbir hasta-terapist eşleşmesi birbirine benzemez. Dolayısıyla her tedavi farklıdır ve işbirliğiyle oluşturulan her psikodinamik formülasyon benzersizdir. Elbette çok farklı yaşam öykülerine sahip iki terapist, bir hastayla ilgili benzer temaları fark edebilir, ancak farklılıklar her zaman bulunacaktır. Örneğin, ikiz olan bir terapistin, aynı zamanda ikiz olan bir hastayı tedavi etmesi, onda hastayla ilgili olarak, ikiz olmayan bir terapistten farklı bir deneyime yol açacaktır -her iki terapistin de, hastanın birinin “biriciği” olma isteğini fark edebilecek olmasına rağmen. Her tedavi yalnızca terapötik çift açısından değil, aynı zamanda terapinin gerçekleştiği tarihsel, sosyal, kültürel ve sistemik bağlamlar açısından da benzersizdir (Bonovitz, 2005). Hastalarımıza dair anlayışımız yaşam deneyimlerimize bağlı olarak zenginleşebilir veya fakirleşebilir. Amaç bireyselliğimizin etkilerini ortadan kaldırmak değildir -ki bu aslında imkansızdır ve yararsızdır. Amaç daha ziyade, bakış açılarımızın mümkün olduğunca farkında olmaktır. Böylece onları, hastalarımızı ve kendimizi anlamak için kullanabiliriz.

    Hastalarımızdan farklı olduğumuzda

    Geçmişleri farklı olan veya bize tanıdık gelmeyen kişilerle terapi yaparken, bilmemekten rahatsızlık duyabilir, farklılıkla ilgili konulardan kaçınabilir ya da hastaların ihtiyacından çok kendi merakımıza hizmet edecek şekilde aşırı meraklı olabiliriz. Bazen hastalarımız hakkında kendi örtük ön yargılarımızı yansıtan bilinçli veya bilinçdışı fikirlerimiz bile olabilir. Ön yargılarımızın ne kadar farkında olursak, hastalarımızın deneyimlerini o kadar anlayabilir ve işbirliği içinde yararlı psikodinamik formülasyonlar yaratabiliriz. Aşağıdakileri göz önünde bulundurun:

    50 yaşında beyaz bir kadın terapist, Amerika Birleşik Devletleri’nde orta sınıf, ağırlıklı olarak beyaz bir toplulukta doğup büyüyen 45 yaşındaki Tayvanlı Amerikalı Christine’i tedavi ediyor. İki yıllık psikoterapileri sürecinde, hasta, ilişkilerine ve kariyerine odaklandı. Terapist hiçbir zaman hastanın ırkını doğrudan sormadı ve hasta da hiçbir zaman bu konuyu kendiliğinden gündeme getirmedi. Terapist, ırkı veya beyazlığı hakkındaki kendi hisleri üzerine düşünmediği için bu konunun yokluğunu pek önemsemedi ve ırkla ilgili konuşmama konusunda Christine’a ayak uydurdu.

    COVID-19 salgını sırasında Asyalı karşıtı nefret ve şiddetin artmasının ardından Christine, Asyalı olmakla ilgili duygularını keşfetmeye başladı. Özellikle aile üyelerinin ve kendisinin güvenliğiyle ilgili endişelerini dile getirdi. Ayrıca Amerikalı olmasına rağmen görünüşü nedeniyle bazıları tarafından sürekli bir yabancı olarak görüleceği için de kızgın ve kafası karışık hissediyordu. Terapist Christine’i dinlerken Christine’in ırkının terapide neden hiç tartışılmadığını merak etti. Terapist, onun bu konudan kaçınmasının beyaz olması gerçeğiyle ilgili olduğunu öne sürdü. Terapist, Christine’in Amerika’da açık ırkçılığın artmasıyla ilgili öfkesini ve kafa karışıklığını anladıktan sonra şöyle dedi: “Irkın deneyiminizin merkezi bir parçası olduğunun farkındayım ve ben Beyaz olduğum için bu konu hakkında benimle konuşmanın nasıl bir his olduğunu merak ediyorum.” Christine daha sonra terapistin onu anlayamamasından korktuğu için bunun zor bir konu olduğunu kabul etti. Daha sonra Christine’in pek çok ilişkisindeki deneyiminin tam olarak anlaşılmadığını hissetmenin ne kadar önemli olduğunu ve farklı hissetmenin hayatına nasıl nüfuz ettiğini konuştular.

    Hastalarımıza benzediğimizde

    Hastalarımızla benzerlik, anlayışımızı kolaylaştırabilir ancak aynı zamanda hikayelerimizin örtüşmediği alanları gözden kaçırmamıza da yol açabilir (Comas-Diaz ve Jacobsen, 1991):

    55 yaşındaki Afro-Amerikalı kadın terapist, benzer geçmişe sahip 50 yaşındaki Afro-Amerikalı Frances’i tedavi ediyor. Sağlık çalışanı Frances yıllardır çalışamıyor. Terapötik ilişki olumlu görünmesine rağmen terapist, Frances’in hayatında ilerlemekte başarısız olduğunu ancak bunu seanslarda ele almadığını fark etti. Bunun yerine, Frances sık sık hayatını nasıl yoluna sokmayı umduğuna dair hikayeler paylaşıyordu, ama kaçınılmaz olarak bir şeyler yoluna girecekti. Terapist, Frances’i güçlü bir hasta olarak gördü ve aksi yöndeki kanıtlara rağmen Frances’ın sonunda başarılı olacağına inanmak istedi. Aynı zamanda, terapistin, Frances’in tedavide ya da hayatta ilerleme kaydedemediği yönündeki endişesi devam ettiği için, bir akran süpervizyon grubunda Frances hakkında konuşmaya karar verdi. Süpervizyon grubu üyelerinin Frances’in sallandığını ve zorluklarını inkar ettiğini hissettikleri hemen belli oldu. Ayrıca kendisinin göründüğünden daha sınırlı/savunmacı olup olmadığını da merak ediyorlardı. Bu farklı bakış açısı üzerine düşünen terapist, ortak ırksal ve mesleki geçmişleri nedeniyle Frances’in yaşadığı zorlukları tam olarak göremediğini fark etti. Aralarındaki benzerlikler, başlangıçta bir ittifakı kolaylaştırmış olabilir ancak zamanla, terapistin Frances’in sorunlarına değinmesine engel olan dostane bir hazırcevap tutumunun korunmasına hizmet etti. Bu farkındalığın ardından terapist, Frances’in kişisel sınırlılıklarını kabul etmedeki zorluğuyla bağlantılı olarak kariyerindeki mücadeleleri yeniden formüle edebildi.

    Hastalarımızla benzerliklerimizin ve farklılıklarımızın formülasyonu nasıl etkilediğinin nasıl farkında olabiliriz?

    Hastalarla çalışırken kimliklerimizi ve hastalarımızla ilgili duygularımızı sürekli olarak öğrenmek, potansiyel ön yargıları azaltmamıza ve çalışmalarımızı derinleştirmemize yardımcı olur.

    Kimliklerimizi ve bunların formülasyonlarımızı nasıl etkilediğini öğrenmek

    Kendi kimliklerimizin ve bunların terapist olarak işimizi nasıl etkilediğinin farkında olmamız, kendimize düzenli olarak aşağıdaki gibi sorular sorarak kolaylaşır:

    Çeşitli kimliklerimi (örneğin cinsiyet, ırk, cinsel yönelim, cinsel kimlik, sınıf, yetenek durumu, yaş, din, sosyoekonomik durum, profesyonel) nasıl anlarım?

    Ayrıcalığım formüle ederken kör noktalara nasıl katkıda bulunabilir?

    Kimliklerime ve eğitimime dayanarak kendim, hastalarım ve tedavim hakkında ne gibi varsayımlarda bulunuyorum?

    Varsayımlarım klinik çalışmamı nasıl anladığımı ve formüle ettiğimi nasıl etkiliyor?

    Hastalarla ilgili duygularımızı ve bunun formülasyonlarımızı nasıl etkilediğini öğrenmek

    Benzer şekilde, hastalarımıza ilişkin duygularımızın ve bunların formülasyonumuzu nasıl etkilediğinin farkında olmamız, kendimize düzenli olarak aşağıdaki gibi sorular sormamızla kolaylaşır:

    Bu hasta bana ne hissettiriyor?

    Tedavide bana böyle hissettirecek neler oluyor?

    Bu duyguların benimle ya da hastayla ve aramızda olup bitenlerle ne alakası var?

    Bu duygular söylenen, yapılan ya da söylenmeyen bir şeyle ilişkili olabilir mi?

    Artık hasta hakkındaki duygularımı tanımlayabildiğime göre, bunları hastada veya tedavide olup bitenler hakkında formüle etmek için nasıl kullanabilirim?

    Formülasyonlarla ilgili bu giriş materyalini inceledikten sonra İkinci Kısma geçelim:
    TANIMLAMA, psikodinamik formülasyonun ilk adımı.

    Önerilen etkinlik

    Bireysel öğrenenler tarafından veya sınıf ortamında gerçekleştirilebilir.

    Hastalar hakkındaki düşüncelerinizi etkileyebilecek iki ön yargıyı listeleyin. Bunlar kendi geçmişiniz ve kimliğiniz ile ilgili olabilir veya teorik bakış açınız veya eğitiminiz ile ilgili olabilir. Bir sınıfta bunu küçük gruplar halinde tartışmayı düşünün.

    Referanslar
    1. Bonovitz, C. (2005). Locating culture in the psychic field: Transference and countertransference as cultural products. Contemporary Psychoanalysis, 41(1), 55–76.
    2. Comas-Diaz, L., & Jacobsen, F. M. (1991). Ethnocultural transference and countertransference in the therapeutic dyad. American Journal of Orthopsychiatry, 61(3), 392–402.
    3. Tummala-Narra, P. (2021). Racial trauma and dissociated worlds within psychotherapy: A discussion of “Racial difference, rupture, and repair: A view from the couch and back. Psychoanalytic Dialogues, 30(6), 732–741.
  • Psikodinamik Formülasyon ve Ön Yargı (4)

    Anahtar kavramlar

    Bir fikri veya şeyi orantısız bir şekilde, genellikle dar görüşlü, peşin hükümlü veya adaletsiz bir şekilde desteklediğimizde ön yargılı (bias) davranmış oluruz. Farkında olmadan işleyen ön yargıya örtük ön yargı (implicit bias) denir.

    Psikodinamik formülasyonlar kaçınılmaz olarak formülasyonu yapan kişinin ön yargılarından etkilenir.

    Formülasyonlar zararlı ön yargılardan etkilendiğinde zarar verici olabilir.

    Terapistler formüle ederken, hastanın daha geniş sosyo-kültürel ortamını dikkate aldıklarında, daha bilinçli bakım sağlayabilirler.

    Tüm insanlar gibi terapistlerin de dünyaya bakışlarını şekillendiren içsel yaşamları (internal live) ve geçmiş deneyimleri vardır. Dahası, tüm insanlar gibi terapistlerin de belirli fikirlere veya kişilere karşı peşin hükümleri vardır. Bunlar onların ön yargıları olarak bilinir. Farkındalığımızın dışında faaliyet gösterdiklerinde örtük ön yargılar (implicit biases) olarak bilinirler (Banaji ve Greenwald, 2016). Bu ön yargılar, hastalarla yaptığımız çalışmalar da dahil olmak üzere yaptığımız her şeyi, dolayısıyla psikodinamik olarak formüle etme şeklimizi de etkiler.

    Tıbbi formülasyonların laboratuar bulguları olmadan, psikodinamik formülasyonlar kaçınılmaz olarak formülasyonu yapan kişinin ön yargılarına maruz kalacaktır. Ön yargılı formülasyonlar hastalara zarar vermiştir ve vermeye devam etmektedir. Psikodinamik formülasyonun tarihsel bağlamı ve kendi teorik ön yargılarımız hakkında farkındalığa sahip olmak, formülasyonlarımızı hastalarımız ve tedavileri için daha yararlı hale getirebilir.

    Tarihsel bağlam

    Psikodinamik formülasyonların tarihi, ampirik veri eksikliği de dahil olmak üzere bilgideki boşlukları, formülü hazırlayanın inanç sistemini yansıtan ön yargılarla doldurma eğilimi ile karakterize edilmiştir. Örneğin, o zamanlar psikosomatik bir hastalık olduğu düşünülen tekrarlayan ülserleri olan bir hastanın 1938’deki aşağıdaki formülasyonunu düşünün:

    Bu hasta, tekrarlayan duodenal ülser [mide oniki parmak bağırsağı ülseri], agorafobi, el yazısı güçlüğü ve sosyal uyumsuzluk hissi nedeniyle analize gelen 41 yaşında bir kadın avukattır. Bu hasta, ülser kişiliklerde sık görülen belirli kişilik eğilimlerini sergiledi. Özellikle, bastırılan ve yaşamda artan aktivite ve hırslı çaba yoluyla aşırı telafiye yol açan yoğun birleştirici eğilimlerinden bahsediyorum. O, agresif, çalışkan, verimli ve başarılı bir avukattır (Wilson, 1938, s. 23–24).

    Psikanalitik literatür ülserlerin varsayılan psikolojik nedenlerini formüle eden vakalarla doludur. Ancak 1982 yılında, daha sonra tıp alanında Nobel Ödülü’nü kazanacak olan iki Avustralyalı gastroenterolog Barry Marshall ve Robin Warren, mide ülserine neden olduğu bulunan Helicobacter pylori bakterisini keşfettiler. Antibiyotikler artık bir zamanlar intrapsişik çatışmaların (intrapsychic conflict) neden olduğu psikosomatik bir hastalık olarak kabul edilen durumu tedavi ediyor.

    Ülserler psikodinamik formülasyonların kötüye kullanımına maruz kalan tek semptom değildi. Onlarca yıldır erkek eşcinselliği, erkeğin annesiyle olan erken ilişkisinden kaynaklanan psikolojik ve davranışsal bir sorun olarak formüle edildi. 1955’teki şu formülasyonu düşünün:

    Vaka, annenin uzun süredir bilinçsizce oğluna karşı baştan çıkarıcı olduğunu ve bu ebeveynin ergenlik çağında hastaya iletilen spesifik müsamahakar dürtüsünün, onun açık eşcinsel davranışına neden olduğunu gösteriyor. Babası iş konusunda takıntılıydı ve karısı ve çocuklarıyla çok az ilgiliydi… Hâlâ hayatta olan annesi, çelişkili bir ilgiyle çocuklarına, özellikle de hastaya hükmediyordu… Hasta onunla güçlü, düşmanca, kadınsı bir özdeşleşme kurdu (Kolb & Johnson, 1955, s. 508).

    Bu tarihe kadar eşcinselliğin -ya da heteroseksüelliğin- “nedenleri (cause)” bilinmiyor ve devam eden bilimsel ilgi konusu olmaya devam ediyor (Bailey ve diğerleri, 2016). Yukarıdaki gibi çok az bilimsel temeli olan formülasyonlar yirminci yüzyılın büyük bölümünde psikodinamik düşünceye hakim olurken, 1973’te Amerikan Psikiyatri Birliği eşcinsellik teşhisini Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı‘ndan (DSM) çıkardı. 1992 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO), tanıyı Uluslararası Hastalık Sınıflandırması’ndan (ICD-10) çıkararak aynı şeyi yaptı (Bayer, 1981; Drescher, 2015). Bununla birlikte, kendi formülasyonlarına derinden bağlı olan psikanalitik uygulayıcıların, eşcinselliğin insan cinselliğinin normal bir ifadesi olduğuna dair giderek artan fikir birliğini kabul etmeleri birkaç on yılı aldı (Drescher, 2008).

    Teorik ön yargı

    Önyargılar aynı zamanda klinisyenin teorik yönelimiyle de ilgili olabilir. Her biri gelişimsel dönüm noktalarına farklı anlamlar ve önemler yükleyen birçok farklı psikanaliz “okulu” vardır (örneğin, ego psikolojisi, kendilik psikolojisi ve nesne ilişkileri teorisi). (Greenberg ve Mitchell, 1983; Stepansky (2009). Dolayısıyla psikodinamik formülasyonlar, formülü hazırlayanın teorik yönelimine bağlı olarak farklılık gösterecektir. Örneğin, bu teorisyenlerin her birinin kavramlarına göre formüle edilen aynı problemin, gelişim yıllarını gelişimin farklı noktalarına yerleştirebileceği düşünülebilir:

    Psikanalitik TeorisyenÖnemli Gelişim Aşaması
    Melanie Klein (Klein, 1935)Yaşamın ilk 1 yılı
    Sigmund Freud (Freud, 1924/1961)Yaşamın ilk 3-4 yılı
    Harry Stack Sullivan (Sullivan, 1956)Ergenlik öncesi (9-12 yaş)
    Erik Erikson (Erikson, 1950/1995)Yaşam döngüsü boyunca hassas dönemler

    Farklı teoriler farklı formülasyonlara yol açacaktır ve bu nedenle her zaman tek bir psikodinamik teori kullanmak formülasyonlarımızda ön yargıya neden olabilir.

    Çevrenin geniş etkisi

    Bölüm 1‘de tartışıldığı gibi, psikodinamik formülasyonlar her zaman doğuştan gelenin ve yetiştirmenin kesiştiği yolu dikkate almıştır. Ancak formülasyonlarımızı yakın çevrenin (birincil bakıcılar) etkisine ilişkin değerlendirmelerle sınırlamak ve genel olarak kültür ve toplumun etkisini dışarıda bırakmak, formülasyonlarımızda ön yargıya yol açabilir. Aşağıdakileri göz önünde bulundurun:

    Robert, ABD’nin kuzeyindeki büyük bir sanayi şehrinin düşük gelirli bir mahallesinde büyüyen 70 yaşında bir Afrikalı-Amerikalı adamdır. Ortakçı bir ailenin çocukları olan ebeveynleri, yirminci yüzyılın başlarındaki “büyük göçün” parçasıydı. Her ikisi de genç yaşta öldü ve Robert, beş çocuğu olan teyzesinin bakımına bırakıldı. Robert liseyi bitirmedi ve hayatı boyunca geçim sıkıntısı çekti. O ve karısı, beyazlara karşı dikkatli olmaları ve beyazların mahallelerinde “arkalarını kollamaları” konusunda eğittikleri üç erkek çocuk yetiştirdiler. Yakın zamanda kanser ameliyatı geçirmiş olduğundan artık depresyondadır ve yerel bir klinikte tedavi görmek istemektedir. Aynı zamanda psikiyatri asistanı olan ve ilaç öneren “beyaz” terapistine karşı temkinli davranıyor. Terapist, Robert’ı süpervizörüyle tartışırken, Robert’ın onunla ilgili “paranoyasının” büyük ölçüde “genç yaşta terk edilmesi” ve ardından bakıcılarına güven geliştirmede yaşadığı zorluk nedeniyle ikincil olduğunu formüle ediyor.

    Robert’ın yakın çevresinin, kendisi ve başkaları hakkındaki bilinçli ve bilinçdışı düşünme biçimlerinin gelişimi üzerinde açıkça etkisi olmuş olabilir. Bununla birlikte, stajyer doktorun formülasyonu, Amerika Birleşik Devletleri’nde “siyah” bir adam olmanın, özellikle de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilenen insanların oğlu ve torunu olmasının, onun anlaşılır bir şekilde “beyazlara” güvenmemesine yol açmış olabileceğini dikkate almıyor. Psikodinamik formülasyondaki bu açık ön yargı, kaçınılmaz olarak tedaviyi etkileyecektir.

    Formüle etmenin alçakgönüllülüğü

    Psikodinamik formülasyonlar yararlı klinik araçlardır. Ancak formülü hazırlayanın peşin hükümlerini ve ön yargılarını ve hastanın sosyo-kültürel bağlamını dikkate almayan formülasyonlar genellikle idealden uzak olacaktır. Psikodinamik formülasyona alçakgönüllülükle, açık fikirlilikle ve hastalarınızdan ve birbirinizden öğrenme isteğiyle yaklaşmanızı öneriyoruz. Bir sonraki bölümde, terapist ile hasta arasındaki kültürel farklılıkların ve benzerliklerin formülasyona potansiyel olarak ön yargı katabileceği yolları araştıracağız.

    Önerilen etkinlik

    Bireysel öğrenenler tarafından veya sınıf ortamında gerçekleştirilebilir.

    Hastalar hakkındaki düşüncelerinizi etkileyebilecek iki ön yargıyı listeleyin. Bunlar kendi geçmişiniz ve kimliğiniz ile ilgili olabilir veya teorik bakış açınız veya eğitiminiz ile ilgili olabilir. Bir sınıfta bunu küçük gruplar halinde tartışmayı düşünün.

    Referanslar
    1. Bailey, M.J., Vasey, P.L., Diamond, L.M., Breedlove, S.M., Vilain, E. & Epprecht, M. (2016). Sexual orientation, controversy and science. Psychological Science in the Public Interest, 17(2):45–101.
    2. Banaji, M. R., & Greenwald, A. G. (2016). Blindspot: Hidden biases of good people. Bantam Books.
    3. Bayer, R. (1981). Homosexuality and American psychiatry. Basic Books.
    4. Drescher, J. (2008). A history of homosexuality and organized psychoanalysis. The Journal of the American Academy of Psychoanalysis and Dynamic Psychiatry, 36(3), 443–460. https://doi. org/10.1521/jaap.2008.36.3.443
    5. Drescher, J. (2015). Out of DSM: Depathologizing homosexuality. Behavioral Sciences, 5(4), 565–575. https://doi.org/10.3390/bs5040565
    6. Erikson, E. H. (1995). Childhood and society. Vintage. (Originally published in 1950).
    7. Freud, S. (1961) The Dissolution of the Oedipus Complex. In J. Strachey (Ed). The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, (1923–1925), Volume XIX (pp. 173–182). Hogarth Press. (Originally published in 1924).
    8. Greenberg, J. R., & Mitchell, S. A. (1983). Object relations in psychoanalytic theory. Harvard University Press.
    9. Klein, M. A. (1935). Contribution to the psychogenesis of manic-depressive
      states. International Journal of Psychoanalysis, 16, 145–174.
    10. Kolb, L. C., & Johnson, A. M. (1955). Etiology and therapy of overt homosexuality. The Psychoanalytic Quarterly, 24(4), 506–515. https://doi.org/10.1080/21674086.1955.11926000
    11. Stepansky, P. E. (2009). Psychoanalysis at the margins. Other Press.
    12. Sullivan, H. S. (1956). Clinical studies in psychiatry. Norton.
    13. Wilson, G. W. (1938). The transition from organ neurosis to conversion hysteria. International Journal of Psychoanalysis, 19, 23–40.
  • Psikodinamik Formülasyonları Nasıl Kullanırız? (3)

    Anahtar kavramlar

    Psikodinamik bir formülasyon bir harita gibidir; tedavinin her yönüne rehberlik eder.

    İşleyen bir psikodinamik formülasyona sahip olmak bize şunları sağlar:

    • Tedavi önerilerinde bulunmak ve hedefler belirlemek
    • Hastaların gelişimsel olarak neye ihtiyaç duyduğunu anlamak
    • Terapötik stratejiler geliştirmek ve hastaların tedaviye nasıl tepki vereceğini tahmin etmek
    • Anlamlı müdahaleler oluşturmak
    • Hastalarımızın tutarlı yaşam öyküleri oluşturmalarına yardımcı olmak

    Formülasyon bizim haritamızdır

    Çalışan/işleyen bir psikodinamik formülasyona sahip olmak, hastalarımızın düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini etkileyen bilinçli ve bilinçdışı düşünce ve hisler hakkında sürekli gelişen fikirlere sahip olmak anlamına gelir. Peki zihnin farkındalık dışı olan kısımlarını nasıl öğrenebiliriz? Bizi bilinçdışı materyale yönlendirebilecek ipuçları için hastalarımızın söylediklerini dikkatle dinler (listen), hastalarımızın söyledikleri üzerine düşünür (reflect) ve onların zihinleri hakkında daha fazla bilgi edinmelerine yardımcı olacak şekillerde müdahale ederiz (intervene) (Cabaniss ve ark., 2017). Psikodinamik psikoterapide hastanın rehberliğini takip ederiz ancak bu, haritasız çalışacağımız anlamına gelmez. Bu harita bizim psikodinamik formülasyonumuzdur. Hastalarımızın temel sorunları ve örüntüleri, yaşam öyküleri, nasıl ve neden bu şekilde geliştikleri hakkında fikir sahibi olduğumuzda, psikodinamik formülasyonumuzu aklımızda tutarak onları dinleriz.

    Tedavide psikodinamik bir formülasyon kullanılması

    Bunu daha fazla araştırmak için, psikoterapiye başvuran bir hasta olan Leila’nın şöyle dediğini düşünün: “Kocamın beni terk edeceğinden endişeleniyorum.” 15 yıldır evli olan Leila ve kocası birinci nesil Pakistanlı Amerikalılar. Leila, kocasının bir “dahi” olduğunu ve evde kalıp çocuklara bakan biriyle neden evli kalmak istediğini anlayamadığını söylüyor. Şöyle diyor:

    Ben de o sıkıcı ev kadınlarından biri oldum. Bahsedebileceğim tek şey futbol programı (soccer schedule).

    Bir tedavi önermek ve hedefleri belirlemek

    Terapist, Leila hakkında bilgi edindikçe Leila’nın kendisi hakkında iyi bir şey söyleyemediğini fark eder. Terapist ayrıca Leila’nın kendini geri planda tutmasının görünürdeki yetenekleriyle uyumsuz göründüğünün de farkındadır. Terapist, Leila’nın neden kendisiyle ilgili bu görüşe sahip olduğunu merak etmeye başlar. Terapist Leila’nın hayat hikayesini dinlerken, Leila’nın yetenekli bir ressam olduğunu öğrenir; Leila, ebeveynlerinin ve geniş ailesinin “faydalı” bir kariyer olarak adlandırdıkları bir kariyere sahip olması yönündeki baskısını hissederek, evlendiğinde resim yapmayı bırakır. Terapist ayrıca Leila’nın annesinin dünyaca ünlü bir bilim insanı olduğunu ve kızının bilime olan ilgisizliğini eleştirdiğini ve Leila’nın fizikçi olan erkek kardeşini tercih ettiğini öğrenir. Leila ve erkek kardeşi iyi öğrencilerken, anneleri erkek kardeşini bilim alanında kariyer yapmaya teşvik etti. Terapist ayrıca Leila’nın ailesinin göç hikayesini, ailesi ve çocukluk çevresi tarafından kabul edilen cinsiyet rollerini ve ailesinde ve kültüründe özsaygının nasıl desteklenip düşürüldüğünü sorar.

    Terapist, erken bir psikodinamik formülasyon (yani hipotez) olarak, Leila’nın bilinçli ve bilinçdışı kendini algılama ve özsaygısını düzenleme yollarının, annesiyle sorunlu ilişkisi ve annesi tarafından kültürel çevresindeki diğer kadınlarla karşılaştırılmasının bir sonucu olarak gelişmiş olabileceğini düşünmeye başlar.

    Terapist, Leila hakkında öğrenilecek daha çok şey olduğunu bilmesine rağmen, bir tedavi önerisinde bulunmak ve işbirliği içinde erken hedefler belirlemek için ön formülasyonunu Leila ile paylaşır ve ona şunları söyler:

    Kocanızla ilişkiniz konusunda endişelendiğiniz benim için aşikar. Ancak aynı zamanda kendinize karşı aşırı sert davrandığınız ve ilginizi çeken şeyleri yapmanıza izin vermediğiniz de görülüyor. Bu zorluklar, kendiniz hakkında, annenizle olan ilk ilişkinize kadar uzanan, uzun süredir devam eden hislerinizle ve çevrenizde kendinizi nasıl deneyimlediğinizle ilgili olabilir. Bu duyguları psikodinamik bir psikoterapide keşfetmek, mevcut durumunuzda neden bu kadar mutsuz olduğunuzu anlamamıza ve hem ilişkilerinizi hem de kendinizle ilgili duygularınızı geliştirmenize yardımcı olabilir. Bu size makul geliyor mu?

    Terapötik bir strateji oluşturmak

    Bu Leila’ya mantıklı geliyor ve Leila, seans sıklığı haftada iki olacak şekilde, psikodinamik psikoterapiye başlamayı kabul ediyor. Terapist, Leila’nın yeterli/uygun bir benlik duygusu (sense of self) geliştiremediği hipoteziyle başlayarak, Leila’nın benlik algısı (self-perception) ve özsaygı (self-esteem) düzenleme kapasitesini geliştirmeye yönelik gelişimsel bir ihtiyacı (developmental need) olabileceğini göz önünde bulundurarak ilk formülasyonunu genişletir. Bu, terapistin Leila’nın söylediği her şeyi dinleyeceği ve Leila’nın benlik duygusuyla ilgili yaşadığı zorluklarla ilgili olabilecek materyale çok dikkat edeceği şeklindeki terapötik stratejisinin (therapeutic strategy) temelini oluşturur.

    Tedavi yönetimi

    Örneğin, tedavinin üzerinden bir yıl geçtikten sonra Leila terapistine şunu söylüyor:

    Her gün sorunlarım hakkında konuşmamdan bıkmış olmalısınız. Muhtemelen yardımınıza benden daha çok ihtiyaç duyan başka hastalarınız da vardır.

    Terapist, Leila’nın sorunlu benlik algısını fark etmesine yardımcı olmak için formülasyonunu kullanıyor ve şöyle diyor:

    Sanırım benim de anneniz gibi sizinle ilgili hayal kırıklığına uğrayacağımı ve başkalarıyla daha fazla ilgileneceğimi varsayıyorsunuz.

    Bir yaşam öyküsü oluşturmak

    Zamanla Leila, terapistin aslında kendisiyle gerçekten ilgilendiğine inanmaya başlar. Terapistle yaptığı konuşmalar sırasında, tıpkı annesi gibi terapistin de kendisini sıkıcı ve eksik bulacağına dair çarpık bir beklentiye sahip olduğunu fark eder. Birlikte, bu formülasyonu Leila için bir yaşam öyküsü oluşturmak (create a life narrative) için kullanırlar ve bu onun bu sorunlu bilinçdışı fanteziyi (unconscious fantasy) nasıl geliştirdiğini anlamasına yardımcı olur. Leila’nın sözleriyle:

    Annemin benimle kardeşimle ilgilendiği kadar ilgilenmemesinden ne kadar incindiğimi hiç fark etmemiştim. Ayrıca kendimle ilgili düşüncelerimin, özellikle de bir kadın olarak, bu duruma ne kadar zarar verdiğini de hiç anlamadım. Artık kocamın bana karşı ilgisiz olmadığını görüyorum -herkesin öyle [annem gibi ilgisiz] olduğunu varsayıyormuşum.

    Tedavi ilerledikçe, Leila ve terapisti bu formülasyonu derinleştirir ve terapist, hedefleri belirlemek, terapötik stratejiler geliştirmek, Leila’yı dinlemek, müdahalelerde bulunmak ve Leila’nın kendi hayatına ve ailesi, kültürü ve topluluğu açısından kendisini nasıl gördüğüne ilişkin anlayışını geliştirmek için, geliştiirlen formülasyonu kullanır. Bu formülasyon, başından sonuna kadar, tedavinin her aşamasının anahtarı olmaya devam edecektir.

    Önerilen etkinlik

    Bireysel öğrenenler tarafından veya sınıf ortamında gerçekleştirilebilir.

    Birlikte çalıştığınız bir hastayı düşünün. Aşağıdakiler hakkında birkaç cümle yazın:

    • Sizin ve hastanın terapide ulaşmaya çalıştığınız hedefler
    • Tedavi stratejiniz (yani bu hedeflere nasıl ulaşmayı umduğunuz)

    Tedavi stratejinizi hastaya nasıl tanımlayabilirsiniz? Sınıf ortamında çalışıyorsanız çiftler halinde veya daha büyük gruplar halinde paylaşmayı düşünün.

    Referanslar
    1. Cabaniss, D. L., Cherry, S., Douglas, C. J., & Schwartz, A. (2017). Psychodynamic psychotherapy: A clinical manual. Wiley Blackwell.
  • Psikodinamik Bir Formülasyonu Nasıl Oluştururuz? (2)

    Ana düşünceler

    Psikodinamik formülasyonları oluştururken şunları yapıyoruz:

    • Hastanın (patient) temel sorunlarını ve kalıplarını TANIMLARIZ (DESCRIBE),
    • Hastanın hikayesini İNCELERİZ (REVIEW),
    • Gelişimle ilgili fikirleri organize ederek sorunları (problem) ve örüntüleri (pattern) yaşam öyküsüne BAĞLARIZ (LINK).

    Psikodinamik formülasyonları hastalarımızla birlikte yaratıyoruz.

    Gözlemlediklerimizi açıklamak için hipotezleri nasıl geliştiririz? Gözlemlediğimiz, herhangi bir şey olabilir -kültürel bir trend, iki kişi arasındaki ilişki ya da doğal bir olay. Örneğin, insanların şehirlerinde normalden daha az kar yağışı olduğu hissine kapıldıklarını ve bunun bir trend [iklimle ilgili] olup olmayacağını bilmek istediklerini varsayalım. Öncelikle dikkatli gözlem ve ölçüm kullanarak olguyu tanımlamaları gerekir. Daha sonra bölgedeki kar yağışının geçmişini araştırmaları gerekir. Bunu yaptıktan sonra, meteorolojik teorileri -örneğin, küresel ısınmayla ilgili teoriler- kullanarak gözlemleri ile geçmişi ilişkilendirerek olup bitenler ve gelecekte neler olabileceği hakkında bir hipotez oluşturabilirler. Daha sonra hipotezlerini ikna edici bir şekilde başkalarına açıklayabilirler.

    Psikodinamik bir formülasyon oluşturmanın üç temel adımı

    İnsanların karakteristik düşünme, hissetme ve davranma kalıplarını nasıl ve neden geliştirdiklerini anlamamıza yardımcı olacak psikodinamik formülasyonlar oluşturduğumuzda aynı adımları izleriz. Bu süreç üç temel adımı içerir:

    • Temel sorunları ve kalıpları TANIMLIYORUZ,
    • Yaşam öyküsünü İNCELİYORUZ,
    • Gelişimle ilgili fikirleri organize ederek sorunları ve kalıpları yaşam öyküsüne BAĞLIYORUZ.

    Birlikte ele alındığında bu üç adım, formülasyonu oluşturur. Her adım süreç için çok önemlidir ve bunlar İkinci-Dördüncü Kısımlarda uzun uzadıya tartışılmaktadır; giriş mahiyetinde bunları burada kısaca özetliyoruz.

    Temel örüntüleri ve sorunları TANIMLAYIN

    İnsanların temel sorunlarını ve örüntülerini neden geliştirdiklerini düşünmeden önce, bunların ne olduğunu tanımlayabilmemiz gerekir. Burada sadece ana şikayetten değil, kişinin baskın düşünme, hissetme ve davranma biçimlerinin altında yatan sorunlardan da bahsediyoruz. Bunları altı temel işlev alanına ayırabiliriz:

    • Kendilik (Self)
    • İlişkiler (Relationships)
    • Uyum (Adaptation)
    • Biliş/Kognisyon (Cognition)
    • Değerler (Values)
    • Çalışma/İş ve Eğlence/Oyun (Work and play)

    Bir kişinin işlev görme biçimini (the way a person function) anlamak için bu alanların her birini tanımlamak önemlidir. Bunu yapmak için hastanın bize anlattıklarından (tell) olduğu kadar gösterdiği (show) şeylerden de öğreniriz. Örneğin bir hasta ilk seansta başkalarıyla iyi anlaştığını söylese de terapistle tartışabilir. Başkalarıyla olan ilişkilerini anlatırken her iki bilgi kaynağını da kullanmak zorundayız. Hastalarımızı gerçekten anlamak için bu işlevlerin her birinin yüzeysel bir açıklamasından daha fazlasına sahip olmak da önemlidir. Tüm bu alanları ve bunların nasıl tanımlanacağını İkinci Kısım’da ele alacağız.

    Yaşam öyküsünü İNCELEYİN

    Hastalar bizi görmeye geldiğinde onlara onları yardım aramaya iten olayları soruyoruz. Ancak psikodinamik bir formülasyon yaratmak için bundan çok daha fazlasını yapmamız gerekiyor. Amacımız, hastalarımızın yaşam öyküleri ile temel sorunlarının ve örüntülerinin gelişimi arasında bağlantılar kurmaya başlamak için hastalarımız hakkında öğrenebileceğimiz her şeyi öğrenmektir. Bunu yapmak için nasıl geliştiklerini (develop) öğrenmeliyiz.

    Hastaların gelişimleri [herkes gibi], köken aileleri, doğum öncesi gelişimleri ve genetik donanımlarıyla birlikte, doğumdan önce başlar; bağlanma, bakıcılarla erken ilişkiler ve travma dahil olmak üzere yaşamın ilk yıllarının her yönünü içerir; daha sonra çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik boyunca şu ana kadar devam eder.

    İnsanların tipik örüntülerini (typical patterns) neden geliştirdiklerini bilmediğimiz için her şeyi göz önünde bulundurmalıyız; kalıtım, çevresel faktörler ve ikisi arasındaki ilişkiyle ilgileniyoruz.

    Sorunlu dönemlerin yanı sıra iyi giden gelişim dönemlerini de anlamak istiyoruz.

    Yaşam öyküsü ile hastanın temel sorunlarının ve örüntülerinin gelişimi arasındaki nedensel bağlantılarla ilgli hipotez üretmeye başlamak için elde edebileceğimiz tüm bilgilere ihtiyacımız var.

    Hastanın yaşam boyu gelişiminin gözden geçirilmesi Üçüncü Kısmın konusudur.

    Gelişimle ilgili fikirleri organize ederek sorunları ve örüntüleri yaşam öyküsüne BAĞLAYIN

    Psikodinamik bir formülasyon yaratmanın son adımı, hastaların düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini nasıl ve neden geliştirdiğine dair hipotezler sunan boylamsal bir anlatı (longitudinal narrative) oluşturmak için sorunları ve örüntüleri yaşam öyküsüne bağlamaktır. Bunu yaparken, gelişimle ilgili düzenleyici fikirler (organising ideas about development) bize yardımcı olabilir. Bu düzenleyici fikirler, hastalarımızın gelişimsel deneyimlerini kavramsallaştırmanın ve anlamanın farklı yollarını sunar; hastalarımızın yaşam öykülerinin mevcut sorunlarına ve örüntülerine nasıl yol açmış olabileceğini düşünmemize yardımcı olur. Farklı fikirler, farklı sorunları ve örüntüleri anlamada daha yararlı olabilir. Dördüncü Kısım‘da tartıştığımız düzenleyici fikirler, aşağıdakilerin gelişimi nasıl etkilediğini ele alıyor:

    • Travma (Trauma)
    • Erken bilişsel ve duygusal zorluklar (Early cognitive and emotional difficulties)
    • Kültür ve toplumun etkileri (The effects of culture and society)
    • Çatışma ve savunma (Conflict and defense)
    • Başkalarıyla ilişkiler (Relationships with others)
    • Kendiliğin gelişimi (The development of the self)
    • Bağlanma (Attachment)

    Birlikte oluşturulmuş formülasyonlar -iki kişi gerekir

    Klinisyenler olarak hastalarımız hakkında öğrendiğimiz her şeyi, onların bilinçli ve bilinçdışı zihinsel süreçlerinin gelişimi hakkındaki hipotezleri değerlendirmek için kullanırız. Ancak bunu tek başımıza yapmıyoruz; daha ziyade bunu terapötik sürecin bir parçası olarak hastalarımızla işbirliği içinde yapıyoruz. Hastalarımızın duyduğu, yeniden şekillendirdiği ve bize geri gönderdiği fikirlerimizi sorular (question), netleştirmeler (clarification) ve nihayetinde yorumlar (interpretation) halinde paylaşıyoruz. Bu yinelenen süreç tedavi boyunca devam ederek terapistin ve hastanın, hastanın zihinsel yaşamına ilişkin anlayışlarını sürekli olarak derinleştirmesine ve zenginleştirmesine yardımcı olur. Terapistin tatili sırasında hastanın yaşadığı kaygıyı ele alan bir hasta ile bir terapist arasındaki şu iş birliğini düşünün:

    Terapist: Öyle görünüyor ki, bir daha geri dönmeyeceğimden endişeleniyorsunuz -geri döneceğimi bilmenize rağmen. Acaba bu, kardeşinizin doğumundan sonra, annenizin doğum sonrası depresyon nedeniyle hastaneye kaldırıldığında hissettiğiniz korkunun aynısı mı -onun asla eve gelmeyeceğinden endişeleniyordunuz?

    Hasta: Ah, ilginç. Haklısın -elbette geri döneceğini biliyordum. Takvimimde vardı ve sen daha önce hep geri geldin. Ama bu sefer farklı hissettim; gerçekten endişelendim. Sanırım o rüya bununla ilgiliydi. Ama biliyorsunuz o dönemde kendisi için endişelendiğim kişi babamdı. Her gece pencere kenarında oturup bebek bakıcısı telefonda konuşurken onun eve gelmesini bekliyordum. Havanın gittikçe kararmasını izledim ve “belki bir sonraki araba onun olur” diye düşündüm ama sonra olmadı. Sonra arabayı görünce çok rahatladım. Bunların hepsini unutmuştum. Muhtemelen beş yaşındaydım.

    Terapist: Ne kadar güçlü bir hafıza. Bunu anlamamız bizim için çok faydalı.

    Örnekte terapist, hastanın mevcut kaygısının erken bir deneyimle ilgili olduğu yönünde bir hipoteze sahiptir. Terapist bu fikri yorum olarak hastayla paylaşır. Hasta yorumu duyar ve onu alternatif yorumlu bir anıya erişmek için kullanır. Terapist bu iş birliğini aktarım (transference) hakkında daha fazla bilgi edinmek ve hastanın zihnine ilişkin anlayışını derinleştirmek için kullanabilir.

    Bir formülasyon oluşturmaya başladığımızda onu nasıl kullanırız? Bu konu hakkında daha fazla bilgiyi Bölüm 3‘te bulabilirsiniz.

    Önerilen etkinlik

    Bireysel öğrenenler tarafından veya sınıf ortamında gerçekleştirilebilir.

    Yalnız çalışmada, hasta ile terapist arasında, hastanın terapistin terapideki bir duruma ilişkin anlayışını şekillendirmeye yardımcı olduğu kısa bir fikir alışverişi yazın. Bir grup halinde çalışmada, bu alışverişte rol oynayın.


  • Psikodinamik Bir Formülasyon Nedir? (1)

    Ana Düşünceler

    Formülasyon (formulation) bir açıklama (explanation) veya hipotezdir (hypothesis).

    Psikodinamik formülasyon (psychodynamic formulation), kişinin bilinçli (conscious) ve bilinçsiz/bilinçdışı (unconscious) düşünce (thought) ve hislerinin/duygularının (feeling) nasıl şekillendiğine dair bir hipotezdir. Söz konusu düşünce ve duygular:

    • gelişmiş/mütekamil olabilir,
    • kişiyi tedaviye yönlendiren zorluklara neden oluyor veya katkıda bulunuyor olabilir.

    Yaşamımız boyunca biyolojik, psikolojik ve sosyal/kültürel faktörler kendimiz, başkalarıyla ilişkilerimiz ve dünyamız hakkında bilinçli ve bilinçdışı düşünme yollarımızın gelişimini etkiler; dolayısıyla, hepsi psikodinamik bir formülasyona dahil edilmelidir.

    Psikodinamik formülasyonlar kesin açıklamalar sunmaz; onlar daha ziyade, zamanla değişebilecek hipotezlerdir.

    Psikodinamik formülasyonlar yalnızca psikodinamik psikoterapideki hastalarla değil, tüm hastalarla çalışmamıza yardımcı olabilir.

    Bir formülasyon nedir?

    Çok güzel hikaye! Şimdi vakayı formüle edebilir misin?

    Tüm ruh sağlığı (mental health) stajyerleri bunu duymuştur, peki bu ne anlama geliyor? Bir formülasyon nedir? Neden önemlidir?

    Formüle etmek, açıklamak (Eells, 2022) veya daha iyisi hipotez kurmak anlamına gelir. Tüm sağlık profesyonelleri, hastalarının sorunlarını anlamak için sürekli formülasyonlar (formulation) oluştururlar. Ruh sağlığı alanlarında anlamaya çalıştığımız sorun türleri hastalarımızın düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini içerir. Formüle ettiğimizde sadece insanların nasıl (how) düşündüğünü, hissettiğini, davrandığını değil aynı zamanda neden (why) yaptıklarını da düşünürüz. Örneğin:

    Neden bu şekilde davranıyor?

    Neden kendisi hakkında böyle düşünüyor?

    Neden bana böyle tepki veriyorlar?

    Neden stresle başa çıkma yöntemi bu?

    Neden çalışmakta ve boş zamanlarının tadını çıkarmakta zorlanıyor?

    Onları yaşamak istedikleri hayatı yaşamaktan alıkoyan şey nedir?

    Farklı etiyolojiler farklı tedaviler önermektedir; dolayısıyla bu sorularla ilgili hipotezlere sahip olmak, tedaviyi önermek ve yürütmek için hayati öneme sahiptir.

    Bir formülasyonu psikodinamik yapan nedir?

    Pek çok farklı türde formülasyon mevcuttur (Campbell ve Rohrbaugh, 2006/2013; Eells, 2010; Wright ve diğerleri, 2017). Sadece birkaçını saymak gerekirse, bilişsel davranışçı terapi formülasyonları, psikofarmakolojik formülasyonlar ve aile sistemleri formülasyonları vardır. Her formülasyon türü, insanları ruh sağlığı tedavisine yönlendiren sorun türlerine neyin sebep olduğu konusunda farklı bir fikre dayanmaktadır.

    Psikodinamik bir referans çerçevesi (psychodynamic frame of reference), bu sorunlara farkındalık dışı düşünce ve duyguların neden olabileceğini veya katkıda bulunabileceğini öne sürer -yani söz konusu sorunlar bilinçdışıdır. Bu bilinçdışı düşünce ve duygular kendimiz, diğer insanlar ve dünyayla ilişkimiz hakkındaki düşüncelerimizi etkiler. Dolayısıyla psikodinamik bir formülasyon, kişinin bilinçli ve bilinçdışı düşünce ve duygularının nasıl şekillendiğine ilişkin bir hipotezdir. Söz konusu düşünce ve duygular:

    • gelişmiş/mütekamil olabilir
    • kişiyi tedaviye getiren zorluklara neden oluyor veya onlara katkıda bulunuyor olabilir.

    İnsanların bilinçdışı düşüncelerinin ve duygularının farkına varmalarına yardımcı olmak önemli bir psikodinamik teknik olduğundan bunu anlamak önemlidir.

    Bilinçdışı ve örtük

    Sosyal bilimcilere göre örtük zihinsel süreçler (implicit mental processes) “bilinçli farkındalığın dışında meydana gelen” süreçlerdir (Devos ve Banaji, 2003). İnsanlar, onların varlıklarının farkında olmayabilirler veya onlar bilinçli kontrolün dışında faaliyet gösterebilirler (Devos ve Banaji, 2003). Örtük süreçler kararlarımızı -örneğin ırk veya cinsiyet temelinde insanlar hakkında- etkilediğinde buna örtük eğilim/ön yargı (implicit bias) deriz (FitzGerald ve Hurst, 2017). Kendimiz, başkaları veya genel olarak toplum hakkında bu ön yargılara sahip olabiliriz. Bu kitapta bilinçdışı ve örtük terimlerini, farkındalığın dışında çalışan ve bir kez oluştuktan sonra otomatik olarak düşüncelerimizi, duygularımızı ve davranışlarımızı etkileyen zihinsel süreçleri kastetmek için birbirinin yerine kullanıyoruz.

    Yaşam boyu gelişimsel bir süreç

    Psikodinamik yönelimli ruh sağlığı uzmanlarının hastalarının çocukluklarıyla ilgilendikleri iyi bilinmektedir. Ama neden? Bunun bir nedeni, psikodinamik tekniği kullanmanın, insanların bilinçdışı düşüncelerinin ve duygularının farkına varmalarına yardım etmekten daha fazlası olmasıdır -psikodinamik tekniği kullanmak aynı zamanda, bu bilinçdışı düşünce ve duyguların nasıl ve neden geliştiğini anlamaya çalışmakla da ilgilidir.

    Yaşamın erken dönemlerinde büyük miktarda gelişimin gerçekleştiği önemli zamansal pencereler olmasına rağmen, bilinçli ve bilinçdışı düşünce ve duygular yaşam boyunca değişir. Gelişimi yaşam boyunca meydana gelen bir süreç olarak kavramsallaştıran Erikson’un “İnsanın Sekiz Çağı” (Erikson, 1968) başlamak için iyi bir noktadır, ancak bugün bunu daha da ileri götürmeliyiz. Anne babanın gebe kalmadan önce başına gelen travmatik olaylar; hamilelik sırasında annenin stresi; yetişkinlik döneminde ayrımcılık, eşitsizlik ve sistemik baskı; ve ileri yaştaki kayıplar, bireyin buradaki ve şimdiki zihinsel yaşamına katkıda bulunabilir. Böylece kişinin yaşadığı deneyimin tamamını psikodinamik bir formülasyonla ele almayı hedefliyoruz.

    Her şey yolunda ve güzel olsa da, halihazırda gerçekleşmiş olan gelişimsel süreçleri nasıl öğrenebilir ve anlamlandırmaya çalışabiliriz? Videolar ve albümlerle bile erken gelişim sürecini izlemek için zamanda geriye gidemeyiz. Bu bakımdan psikodinamik bir formülasyon yaratmak, bir gizemi çözmeye çalışan bir dedektif olmaya çok benzer. Dedektif gibi biz de geriye dönük çalışırız, önce hastalarımızın sorunlarına (problem) ve örüntülerine (pattern) bakarız, ardından gelişimlerini anlamaya çalışmak için yaşam öyküsü geriye doğru kaydırırız.

    Biyolojik, psikolojik ve sosyal

    Peki karakteristik düşünme, hissetme ve davranma kalıplarımız nasıl gelişir? John Locke, her insanın boş bir sayfa, bir tabula rasa olarak doğduğunu söyledi (Locke, 1689/1975). E. O. Wilson, sosyal davranışın neredeyse tamamen genetik tarafından şekillendiğini savundu (Wilson, 1975/2000). Doğa-çevre: biri ya da diğeri değil, her ikisi de, her birinin göreceli katkısı kişiden kişiye değişir. Freud (1937/1964) doğa kısmını “bünyesel (constitutional)”, yetiştirme kısmını ise “rastlantısal (accidental)” olarak adlandırdı. Ancak düşündüğünüzde, insanlar dünyaya kalıtsal genetik yapılarıyla gelirler ve çevreleriyle etkileşime girdikçe gelişmeye devam ederler. Genler ve çevre arasındaki karşılıklı ilişki hakkında ne kadar çok şey öğrenirsek, genetiğimizin deneyimlerimizi şekillendirdiği ve bunun tersi de o kadar net olur; ikisi arasındaki karmaşık etkileşimler kendimize ilişkin karakteristik görüşlerimizi, diğer insanlarla ilişki biçimimizi ve strese uyum sağlama modellerimizi ortaya çıkarır. Nasıl geliştiğimizi nasıl anlayıp tanımlayacağımızı düşünürken, genetik, intrauterin maruziyetler, mizaç (biyolojik faktörler) ve çevresel faktörleri göz önünde bulundurmalıyız. Hepsi psikodinamik formülasyonun parçasıdır.

    Geleneksel olarak psikanalistler denklemin çevresel kısmını çoğunlukla çocukların yakın çevrelerindeki insanlarla (örneğin birincil bakıcılar ve diğer aile üyeleri) erken dönemdeki etkileşimlerinin etkileriyle ilgili olarak düşünüyorlardı. Bu yakın çevreye bazen kişinin mikrosistemi (microsystem) adı verilir (Bronfenbrenner, 1977). Genellikle bu erken etkileşimleri kişinin gelişimine katkıda bulunan psikolojik faktörler (psychological
    factor) olarak düşünürüz. Ancak kültür ve toplum (culture and society) aynı zamanda kendimiz, diğer insanlar ve dünyamız hakkında bilinçli ve bilinçdışı düşünce yollarımızın gelişimini de etkiler (Fanon, 1952/2019). Bu, hem kişinin topluluklarını (örneğin okullar, dini gruplar, yerel kuruluşlar) -bazen mesosistem (mesosystem) olarak adlandırılır- hem de bazen makrosistem (macrosystem) olarak adlandırılan genel olarak toplumu (örneğin yasalar, kamu politikaları, kültürel değerler) içerir (Bronfenbrenner, 1977). Bu, özellikle ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm, cisgenderizm, engelli ayrımcılığı, sınıf ayrımcılığı, yaş ayrımcılığı ve dini veya etnik ayrımcılık dahil olmak üzere hiyerarşik baskı sistemleri (hierarchical systems of oppression) olarak tanımlanan sistemler nedeniyle dezavantajlı duruma düştüğümüzde belirgindir (Crenshaw, 2017; Hays, 2016). Bu sistemler bizi yaşamımız boyunca etkiler ve bakıcılarla olan ilk deneyimlerimiz genel olarak olumlu olsa bile örtük zihinsel süreçlerimizi güçlü ve olumsuz bir şekilde etkileyebilir. Bu baskıda [kitabın bu baskısında] psikodinamik formülasyonu, kültür ve toplumun yaşam boyunca kişinin kendisi, diğerleri ve dünya hakkındaki bilinçli ve bilinçdışı düşünme yollarının gelişimini etkileme biçimini içerecek şekilde genişletiyoruz (bkz. Bölüm 20).

    Raporlamadan daha fazlası

    Bir haber, ne olup bittiğini aktarır; psikodinamik bir formülasyon, olayların neden olduğuna dair bir hipotez sunar. Aşağıdaki örnekler söz konusu farkı göstermektedir.

    Raporlama

    32 yaşında ve 10 yıldır evli olan Nick, iş gezisine çıkması gerektiği ve eşinden bir geceden fazla uzak kalamayacağı için başvuruyor. Çok az desteğe sahip ve muhtemelen doğum sonrası depresyonu olan bekar, genç bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukken Nick’in ciddi bir ayrılık anksiyetesi vardı ve evde “hasta” olarak uzun süreler geçirdi.

    Formülasyon

    32 yaşında ve 10 yıldır evli olan Nick, iş gezisine çıkması gerektiği ve eşinden bir geceden fazla uzak kalamayacağı için başvuruyor. Çok az desteği olan ve muhtemelen doğum sonrası depresyonu olan bekar, genç bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukken Nick’in ciddi bir ayrılık anksiyetesi vardı ve evde “hasta” olarak uzun süreler geçirdi. Annesinin depresyonunun güvenli bağlanma geliştirme yeteneğini etkilemiş olması muhtemeldir; bu da onun kendisini ayrı/ayrışmış bir kişi olarak düşünmesini zorlaştırmaktadır. Olan bitenler, annesinden başarılı bir şekilde ayrışma kapasitesini engellemiş, şu anda eşinden bir geceden fazla ayrı kalmasını zorlaştırıyor olabilir.

    Her iki vinyet/örnek de bir “hikaye” anlatsa bile, yalnızca ikincisi etiyolojik bir hipotez oluşturmak için geçmiş (history) ile sorun (problem) arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. Psikodinamik bir formülasyon bir hikayeden daha fazlasıdır; insanların nasıl ve neden düşündüklerini, hissettiklerini ve bu şekilde davrandıklarını gelişimlerine ve yaşanmış deneyimlerine dayanarak açıklamaya çalışan bir anlatıdır. Yukarıdaki örnekte “…olmuş olabilir.” ve “Bu …yı engellemiş olabilir.” cümleleri Nick’in ayrılık sorunu ile geçmişi arasında nedensel bağlantılar olduğunu öne sürüyor -Nick’in farkında olmadığı ve bu nedenle de bilinçdışı olan bağlantılar. Bu nedensel bağlantılar (causative link), anlatılanı bir hikaye olmaktan ziyade bir formülasyon haline getiriyor.

    Psikodinamik formülasyonun farklı türleri

    Psikodinamik formülasyonlar, kişinin düşünme, hissetme veya davranma biçiminin bir veya daha fazla yönünü açıklayabilir. Bunlar az miktarda bilgiye (örneğin, bir klinisyenin acil serviste tek bir karşılaşma sırasında edindiği öykü) ya da çok büyük miktarda bilgiye (örneğin, bir psikanalistin uzun yıllar süren bir analiz sürecinde bir hasta hakkında öğrendiği her şey) dayanabilir. Formülasyonlar, bir kişinin terapi anında, belirli bir kriz sırasında veya bir ömür boyunca nasıl davrandığını açıklamaya çalışabilir. Kısa veya uzun süreli tedaviler için herhangi bir tedavi ortamında kullanılabilir. Söz konusu formülasyonlar, bilinçli ve bilinçdışı düşünce ve duyguların etkisini ve gelişimini dikkate alıyor, insanların nasıl düşündüğü, hissettiği ve davrandığına ilişkin sorulara yanıt veriyor ise [ancak bu durumda] psikodinamik formülasyonlardır.

    Statik olmayan bir süreç

    Psikodinamik formülasyonun sadece bir hipotez olduğunu hatırlamak önemlidir. Yukarıda olduğu gibi gerçekte ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz ancak hastalarımızı daha iyi anlamak için onların gelişim şekillerini neyin şekillendirdiğine dair bir fikir edinmeye çalışırız. Psikanaliz tarihinin ilk dönemlerinde psikodinamik formülasyonun kişinin gelişiminin kesin bir açıklaması olduğu düşünülüyordu. Artık bunun tedavi yöntemlerimizi ve hastalarımızı daha iyi anlamamızı sağlayacak bir araç olarak kavramsallaştırılmasının daha iyi olduğunu anlıyoruz.

    Hipotezler test edilmek ve revize edilmek üzere oluşturulur. Aynı şey psikodinamik formülasyonlar için de geçerlidir. Psikodinamik formülasyon oluşturma süreci, klinisyen ve hastanın ilk hipotez oluşturmasıyla [tek seferde] bitmez; daha ziyade birlikte çalıştıkları sürece devam eder. Formülasyon, hastaya ve gelişimine ilişkin sürekli değişen, sürekli büyüyen bir anlayışı temsil eder. Buna çalışan/işleyen bir psikodinamik formülasyon (working psychodynamic formulation) diyebiliriz. Zamanla hem hasta hem de terapist yeni örüntüleri/kalıpları (new pattern) ve yeni hikayeyi (new history) öğrenir. Böylelikle gelişime ilişkin yeni düşünme biçimleri yararlı hale gelebilir ve bunlar yeni hipotezlerin üretilmesine yardımcı olabilir. Örüntüleri tanımlama, yaşam öyküsünü gözden geçirme ve ardından gelişimle ilgili düzenleyici fikirleri kullanarak ikisini birbirine bağlama süreci, tedavi süresince sık sık yinelenerek hem terapistin hem de hastanın anlayışını/kavrayışını şekillendirip keskinleştirir.

    Psikodinamik olarak formüle etmek nihayetinde bir düşünme biçimidir

    Psikodinamik olarak formüle etmeyi öğrenmenin en iyi yolunun aslında psikodinamik bir formülasyon yazmak olduğunu düşünüyoruz. Bunu yapmak için zaman ayırmanın yanı sıra fikirlerinizi kağıda (veya ekrana) aktarmak, hasta hakkındaki fikirlerinizi pekiştirmenize ve bu kitapta öğreneceğiniz becerileri uygulamanıza yardımcı olacaktır. Ancak tüm formülasyonlar yazılı değildir. Aslında çoğu değildir. Her zaman psikodinamik olarak formüle ediyoruz -hastaları dinlediğimizde, hastalar hakkında düşündüğümüzde ve hastalara ne söyleyeceğimize karar verdiğimizde. Sonuçta psikodinamik olarak formüle etmek, bir klinisyenin zihninde sürekli olarak gerçekleşen bir düşünme biçimidir. Psikodinamik bir formülasyona sahip olmak, yani hastanın bilinçli ve bilinçdışı zihninin gelişimi ve işleyişi hakkında fikir sahibi olmak, akut bakım, yatan hasta üniteleri, tıbbi ortamlar ve öncelikle farmakolojik tedaviler dahil olmak üzere birçok klinik durumda size yardımcı olabilir. Umudumuz, bu kitapta öğrendiğiniz becerileri, yalnızca psikodinamik psikoterapide olanlarla değil, tüm hastalarınızla her zaman psikodinamik olarak formüle etmek için kullanmanızdır.

    Artık bazı temel kavramları tanıttığımıza göre, iş birliği içinde psikodinamik formülasyonları nasıl oluşturacağımızı düşünmeye başlamak için 2. Bölüm‘e geçelim.

    Önerilen etkinlik

    Bireysel öğrenenler tarafından veya sınıf ortamında gerçekleştirilebilir.

    Herhangi bir klinik ortamda bir hastayla yakın zamanda yaşadığınız bir anı düşünün. Belki hasta geç kalmıştı, sizinle konuşmak istemiyordu ya da söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. Sizce hastanın bu şekilde tepki vermesine ne sebep oldu? Yazdıklarınıza bir göz atın. Yazdıklarınız durumu raporluyor mu yoksa formüle mi ediyor? Nedensel bir bağlantı ekleyip eklemediğinize bakın. Bu bağlantıyı tanımlamaya çalışın. Bir sınıfta çalışıyorsanız bunu çift olarak yapabilirsiniz.

    Referanslar
    1. Bronfenbrenner, U. (1977). Toward an experimental ecology of human development.
      American Psychologist, 32(7), 513–531. https://doi.org/10.1037/0003-066x.
      32.7.513
    2. Campbell, W. H., & Rohrbaugh, R. M. (2013). Biopsychosocial formulation manual: A guide for mental health professionals. Routledge.
    3. Crenshaw, K. (2017). On intersectionality essential writings. The New Press.
    4. Devos, T., & Banaji, M. (2003). Implicit self and identity. Annals of the New York Academy of Sciences, 1001(1), 177–211. https://doi.org/10.1196/annals.1279.009
    5. Eells, T. D. (2022). Handbook of psychotherapy case formulation (3rd ed). Guilford.
    6. Erikson, E. H. (1968). Identity: Youth and crisis. Faber & Faber.
    7. Fanon, F. (2019). Black skin, white masks. Grove Press. (Originally published in 1952).
    8. FitzGerald, C., & Hurst, S. (2017). Implicit bias in healthcare professionals: A systematic review. BMC Medical Ethics, 18(1). https://doi.org/10.1186/s12910-017-
      0179-8
    9. Freud, S. (1964). Analysis terminable and interminable. In J. Strachey (Ed.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, (1937–1939), volume XXIII (pp. 209–254). Hogarth Press.
    10. Hays, P. A. (2016). Addressing cultural complexities in practice: Assessment, diagnosis, and therapy. American Psychological Association.
    11. Locke, J. (1975). In P. Nidditch (Ed.), An essay concerning human understanding (Clarendon Edition of the Works of John Locke). Oxford University Press. (Original work published in 1689).
    12. Wilson, E. O. (2000). Sociobiology: A new synthesis. Harvard University Press. (Originally published in 1975).
    13. Wright, J. H., Brown, G. K., Thase, M. E., & Basco, M. R. (2017). Learning cognitive-behavior therapy: An illustrated guide (2nd ed). American Psychiatric Association Publishing.
  • Psikodinamik Terapi ve BDT Karşıtlığında Terapötik İlişki

    İyi bir terapötik ilişki (therapy relationship) sıcak duygulardan daha fazlasıdır.

    Çocukluğumuzda kurduğumuz ilişkiler ve bağlanma (attachment) türleri, ilerleyen zamanlarda kuracağımız ilişkilerin ve bağlanma türlerinin bir taslağıdır. Bu sebeple, aslında, hayatımız boyunca aynı ilişki örüntülerini deneyimleriz ve bu örüntüler en başından beri hayatımızda bulunduğu için bize farklı gelmez, sonrasında bir bakıma o örüntüler içinde yaşadığımız için de ayırt etmekte zorlanırız.

    Terapi de bir ilişkidir ve hasta (patient), herhangi biriyle yeni bir sosyal ilişki kurarken yaptığımız gibi, terapi ortamına da kendi ilişki taslaklarını ve örüntülerini getirir. Bu bakımdan terapistler, aslında hastanın problematik ilişki örüntülerinin en ağır bastığı noktayla yüz yüze gelirler. Aynı zamanda, hastalarla bu örüntüleri tekrardan deneyimlerler. Terapist olarak eğer hastanın ilişki örüntülerine katılımımızı ve kaçınılmaz etkimizi kabul edip üstüne gidersek, bu örüntülerin içinde yaşayan ve onları ayırt etmekte zorlanan hastalarımıza yardım edebiliriz.

    Bu, hayatları değiştiren terapidir. Bu, psikodinamik terapinin (psychodynamic therapy) kalbidir.

    Caroline, eğitimli, başarılı, şık ve otuzlarının sonunda olan bir kadındı. Sosyetik insanlarla arası iyiydi ve giyiniş tarzı bir Vogue modeline benziyordu. İlişki bakımından ise, sadece, herkesin hayal ettiği mükemmellikte olan erkeklerle ilgileniyordu; bu sebeple bir erkekle romantik bir ilişkisi yoktu. Bu zamana kadar yakın ve derin bir ilişki sürdürmekte zorlanmış ve aynı zamanda bir süre depresyonla savaşmıştı.

    Caroline, birkaç kere terapiye yöneldi fakat terapinin hiçbir şeyi değiştirmediğini ve her denemesinde terapistlerin onun onayını bekler duruma geldiğini söylüyordu.

    Bilişsel-Davranışçı Terapi (Cognitive-Behavioral Therapy) eğitimi almış terapistler, Caroline’nın, geçmişteki terapistleriyle ilişkisine dair yorumlarına pek önem vermediler. Bazıları da, Caroline’nın, terapist olarak güvenli bağlanma şekline sahip olan ve Caroline’nın görünüşü veya statüsünün etkisinde kalmayacak birine ihtiyacı olduğunu savundular. Fakat, terapistin güvenli veya güvensiz bağlanmaya sahip olması, Caroline’nın terapisinde başarıyla alakasız bir durumdur. Onun ihtiyacı olan, öz farkındalığı ve cesaretiyle Caroline’nın varlığındaki güvensizliği fark edip onu bir bilgi ya da ipucu gibi görüp, onu anlamaya çalışırken kullanan bir terapist olmalı.

    Tasvir ettiğimiz terapist şunu söyleyebilir: Biliyorsun, buraya benden yardım almaya geldin fakat çoğu etkileşim ve sohbetimizde, kendini ispatlama veya onay alma isteğini fark ettim ve bu sana hiçbir şekilde yardımcı olabilecek bir durum değil. Bu davranışlarının ve isteğinin ne anlama geldiğini çözmeye çalışıyorum. Aynı zamanda bu durum, diğer ilişkilerindeki problemlerin çözümüne açacağımız bir pencere olabilir. Bu, büyük ihtimalle sana tanıdık gelen bir durum olamlı.

    Ve o anda gerçek terapi başlar.

    Caroline, ilişkilerinde neyin yanlış gittiğini tanımlayamıyordu. İnsanları yanına çekmek isterken yaptığı davranışlar aynı zamanda ilişkinin gücünü ve yakınlığını yok ediyordu. Kadın arkadaşları kıskanç veya pohpohlayıcı davranıyordu. Erkekler ise onunla ilişki kurmayı bir başarı veya kapasitelerinin dışında görüyorlardı. Caroline, bunu terapistine anlatamazdı, çünkü kendisi de tanımlayamıyordu onu. Bununla birlikte, hayatındaki bu döngüyü, terapistiyle ilişkisinde başarılı bir şekilde sergileyebildi. Hastanın terapi odasında kurduğu ilişki, hayat boyunca kurduğu ilişkilerin bir özeti gibidir. Bu örüntüler, terapötik ilişkide tanımlanabilir, anlaşılabilir ve üstünde çalışılabilir hale gelmektedir. Diğer terapi yöntemlerinden farklı olarak psikodinamik terapi, uygulamada bu noktayı esas almaktadır.

    Önde gelen bir BDT (CBT) uzmanı, BDT hakkındaki mitleri ve gerçekleri içeren bir makale yazmış. O uzmana göre, çokça bilinen mitlerden biri, bilişsel davranışçı terapinin terapötik ilişkiyi küçümsediği ve önem vermediğidir. Uzmanın bu mite karşı argümanı ise, bilişsel davranışçı terapi yapan terapistlerin danışanla güçlü bir ilişki kurmak için birçok şey yaptığıdır; mesela danışanlarla iş birliği içinde olmaları, geribildirim (feedback) beklemeleri ve samimi, sıcak, empatik, ilgili bir insan gibi davranmaları. Sayılan bu özellikleri kuaförümüzden veya emlakçımızdan beklememiz normaldir fakat bir psikoterapistten bundan daha fazlasını beklemeliyiz. Bu BDT uzmanının, terapötik ilişkinin danışanın genel ilişkilerine nasıl bir pencere açtığının, söz konusu örüntülerin nasıl tanımlanabilir, anlaşılabilir ve üstünde çalışılabilir hale geldiğinin fikrine sahip olmadığı görülebilir.

    Bazı insanlar, iş birliği içinde olduğu terapistin, bir el kitabından çıkan tutumlarla terapi yapmasından tatmin olabilirler. Bununla birlikte, gerçekten kaderini değiştirmek isteyenler, öz farkındalığa, bilgiye ve danışanın gerçek dünyasında ne olup bittiğini görebilecek ve üstüne gidebilecek cesarete sahip terapistlere ihtiyaç duyacaklardır.


    Yazar: Jonathan Shedler, PhD, Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesinde Klinik Psikoloji Profesörü.
    Jonathan Shedler, PhD, Denver’da ve online video konferansla psikoloji çalışmaları yapmaktadır. Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesinde Klinik Psikoloji Profesörü olan Shedler, verdiği dersler dışında profesyonellere workshop liderliği yapmaktadır. Aynı zamanda, telekonferans yoluyla, dünya çapında süpervizyon ve danışmanlık da vermektedir.

    Kaynak

    Okuduğunuz metin, https://www.psychologytoday.com/us/blog/psychologically-minded/201503/the-therapy-relationship-in-psychodynamic-therapy-versus-cbt linkindeki içeriğin çevirisidir. Metin, 02 Temmuz 2021 tarihinde Defne Özer tarafından çevrildi.

  • Psikiyatrik Tanı Bir Hastalık Değildir

    Okuyacağınız metin, Prof. Dr. Jonathan Shedler, tarafından kaleme alınmış bir blog yazısıdır. Yazıda Shedler, psikiyatrik tanı ile hastalığın aynı şey olmadığını vurguluyor. Bir duruma isim vermek -panik atağı gibi- bazı açılardan faydalı olsa da o durumu açıkladığımız anlamına gelmez. İyi okumalar.

    Psikiyatri fakültesinde çalışmaya başladığım ilk haftamda, Dr. G adında yetkili bir psikiyatri asistanı ile bir vaka üzerine çalışıyorduk. Dr. G bana bazı demografik bilgiler verdi ve reçeteleyeceği ilaçları saymaya başladı.

    “ Bir dakika”, dedim. “Bu hastanın ne sorunu var, onu ne için tedavi ediyoruz?”

    “Anksiyete.”

    “Anksiyetesinin var olduğunu nereden anladınız?”

    Dr. G, kafasını yana çevirerek boş ve anlam verememiş gözlerle baktı. Sorumu farklı bir şekilde bir daha sordum. “Ne size hastanın anksiyetesi olduğunu düşündürdü?”

    Dr. G kafasını diğer tarafa çevirdi.

    “Hastanın anksiyetesine sebep olan şey ne?”

    Dr. G, düşündü ve cevapladı. “Hasta yaygın anksiyete bozukluğuna sahip.”

    “Yaygın anksiyete bozukluğu, anksiyetesinin sebebi değil.” dedim. “Bu sadece anksiyeteyi tanımlamak için kullandığımız bir etiket.”

    Bir boş ve anlam verememiş bakış daha. Şansımı farklı bir yol ile denedim. “Peki sizce bu hastanın anksiyetesi konusunda, psikolojik açıdan neler oluyor?”

    “Psikolojik açıdan mı?”

    “Evet, psikolojik açıdan.”

    “Bunun psikolojik olduğunu düşünmüyorum, bence bu biyolojik kökenli.”

    “Tamam, bu bir başlangıç noktası.” dedim. “Neden böyle düşündüğünüzü anlatabilir misiniz?”

    “Hastanın annesi de anksiyeteye sahipti.”

    “Bu hastanızın anksiyetesinin biyolojik kökenli olduğunu mu gösteriyor?”

    “Evet.”

    Kafamı çevirme sırası bendeydi.

    “Tamam, bir düşünce deneyi yapalım. Hastanızın küçükken evlatlık olarak alındığı ve onu yetiştiren anneyle bir biyolojik bağı olmadığını varsayalım. Sizce, sürekli çocuğuna dış dünyanın ve çevrenin güvenli olmadığı fikrini veren ve anksiyeteye sahip olan bir anne çocuğu da kaygılı ve anksiyeteye sahip bir hale getirebilir mi?”

    “Bu yönden hiç bakmamıştım.”

    O an gelen, kafamı duvarlara vurma dürtüsünü bastırdım ve sonra Dr. G’nin tedavi planı raporunu imzaladım. “Umarım Dr. G için bir merak tohumu ekmişimdir.” diye düşündüm.

    Psikiyatrinin sözde incili DSM (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders)’de listelenen teşhisler, hiçbir şeye sebep olmuyor. Onlar sadece semptomları tanımlamak adına bir nevi kısa yol olan, kabul edilmiş etiketler. Yaygın anksiyete bozukluğuna sahip olmak, bir bireyin altı ay veya daha fazla zamandır kaygı sorunu yaşadığı ve bunun hayatının gidişatını kötü etkilediği anlamına gelir. Daha fazlası değil. Teşhis bir tanımdır, bir açıklama değil.

    Anksiyetenin kaynağının yaygın anksiyete bozukluğu olduğunu söylemek, anksiyetenin sebebinin anksiyete olduğunu söylemekle aynı anlama gelir.

    Aynı durum DSM’de bulunan diğer bozukluklar için de geçerli. Majör depresyon bozukluğuna sahip olmak, bireyin iki hafta veya daha fazla süredir süregelen bir depresif mod, ilgisizlik ve isteksizliğe sahip olmasıdır. Majör depresyon bozukluğu bu semptomların sebebi değildir, onları tanımlamak için kullandığımız bir terimdir.

    Bu durum kendini tekrar eden bir mantığa sahiptir. Bir hastanın depresyonu olduğuna nasıl emin olabiliriz? Çünkü semptomları var. Neden semptomlara sahip? Çünkü depresyon bozukluğu var.

    Bu yaşanan karışıklık, tıbben yapılan teşhislerin etiyolojiye dayanması sebebiyle ortaya çıkar. “Göğüs ağrısı” bir teşhis veya tanı değildir, semptomtur. Ateroskleroz, miyokardit ve pnömoni bir teşhistir. Bu teşhisler de göğüs ağrısının altında yatan olası biyolojik durumları tanımlar.

    Psikiyatrik tanılar ise kategorisel olarak farklıdır; çünkü psikiyatrik tanılar sadece tanımlayıcıdır, hiçbir zaman açıklayıcı değildir. Hiçbir zaman etiyoloji diliyle konuşamazlar. Eğer yaygın anksiyete bozukluğu ve majör depresyonla, pnömoni veya diyabeti aynı kategoriye koyarsak, kategori hatası yapmış oluruz. Kategori hatası bir şeye onun sahip olamayacağı bir özelliğin yüklenmesi anlamına gelir; örneğin bir kayaya duyguların atfedilmesi gibi.

    Amerikan Psikiyatri Birliği de aynı noktanın altını çizdi. Yakın bir zamana kadar Amerikan Psikiyatri Birliği’nin web sitesinde DSM hakkında çok net bir uyarı yer alıyordu: “DSM’de belirtilen teşhis kriterleri klinik iletişim için olan ortak bir dil sağlar, aynı teşhiş ismine sahip olan hastaların bozukluklarının altında yatan sebeplerin aynı olması ve tedaviye de aynı cevabı vermeleri beklenmez.”

    Yakın bir zamanda Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü, DSM tanılarının altta yatan nedenleri haritalamadığı ve akıl sağlığı araştırmaları için de bir temel olamayacağı sonucuna vardığında Amerikan Psikiyatri Birliği de bunu kabul edip uyarıyı değiştirdi: “DSM, klinisyenlere tanı konusunda yardımcı olabilecek ve klinisyenlere ortak dil sağlayan bir rehberdir.”

    Dr. G nasıl bunu yanlış anlamıştı? Nasıl yaygın anksiyete bozukluğunun anksiyeteye sebep olabileceğini düşündü?

    Amerikan Psikiyatri Birliği, aynı tanı etiketine sahip olan hastaların aynı semptomlara sahip olmalarının gerekmediğini ve tedaviye verdikleri cevapların da aynı olmasının beklenmediğini söyledi. Daha sonra araştırmacılar da DSM tanıları için tedavi rehberleri oluşturdu. Profesyonel organizasyonlar da DSM tanılarının pratiğe dökülmesiyle ilgili yönergeler yayınladı. Ve tabii ki ilaç şirketleri “Depresyon farklı ve kendini belli eden bir bozukluktur, yoğun duygusal ve fiziksel semptomlara sebep olur.” gibi reklamlar yayınlamaya devam ettiler. Söylenenlerin ve davranışların çeliştiği bir durum.

    Geçenlerde, DSM-5 için Amerikan Psikiyatri Birliği çalışma kılavuzunda bir kendini değerlendirme testi gördüm. Formatı, vaka ve çoktan seçmeli tanı seçenekleri şeklindeydi. Vakalardan bir tanesi “uçma” korkusu olan bir hastayı tanımlıyordu. Onu takip eden soru ise, “Aşağıdaki bozukluklardan hangisi bu hastanın anksiyetesinin sebebi olabilir?” idi. Eğer bu test çoktan seçmeli olmasaydı yazacağım cevap, “ Hiçbiri, çünkü DSM tanıları sebep değildir, sadece tanımlayıcı etiketlerdir.” olurdu.

    Cevap anahtarı ise cevabın “C) Özgül Fobi” olduğunu söylüyordu. Bu test gerçek bir sınav olsaydı, ben kalırdım. Fakat öğrencim Dr. G, bir hayli başarılı olurdu.

    Ekleme: Bu postumun devamında gelen bazı yorumlar beni şaşırttı, belli ki bazı psikiyatristler tanı konusunu tartışmak için gerekli yeterliliğe sahip olmadığımı düşünüyor.

    DSM’yi anlayamamamda etkisi olan akademik eksikliklerim için özür diliyorum fakat DSM-IV’ün kıdemli editörünün de bu konuyu benimle aynı şekilde yanlış anlaması biraz içimi rahatlattı.

    “Mental bozukluklar hastalık değil, kurgulardır. Tanımlayıcılardır, açıklayıcı değil. İletişim ve tedavi planlaması için yardımcıdır fakat sebep-sonuç ilişkisi belirtmez. Bunları DSM-IV’ün Giriş bölümünde yazdık fakat kimse okumadı.” – Allen Francis, DSM-IV Kıdemli Editörü.

    ***

    Yazar: Jonathan Shedler, PhD, Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesinde Klinik Psikoloji Profesörü. Jonathan Shedler, PhD, Denver’da ve online video konferansla psikoloji çalışmaları yapmaktadır. Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesinde Klinik Psikoloji Profesörü olan Shedler, verdiği dersler dışında profesyonellere workshop liderliği yapmaktadır. Aynı zamanda, telekonferans yoluyla, dünya çapında süpervizyon ve danışmanlık da vermektedir.

    Kaynak

    ttps://www.psychologytoday.com/us/blog/psychologically-minded/201907/psychiatric-diagnosis-is-not-disease linkindeki içeriğin çevirisidir. Metin, 14 Ağustos 2021 tarihinde Defne Özer tarafından çevrildi.

  • Terapist Nasıl Seçilmelidir?

    İyi bir terapinin bir odak noktası olmalıdır.

    Pek çok psikolog ve psikiyatriste psikoterapi öğreten biri olarak, birçok terapi yöntemine hâkimim; bu nedenle bu yöntemleri hastalarıma empoze etmiyorum.

    Kendini belirli bir terapi yöntemi ile tanımlayan terapistlere dikkat edin. Bu tür terapistler, sizi tanımadan veya sizi herhangi bir şeyden bağımsız olarak anlamaya çalışmadan nasıl bir tedavi uygulayacaklarına karar verirler. Birden fazla terapi yönteminde uzman olduğunu iddia eden terapistlere de dikkat edin. Hiç kimse her konuda uzman değildir. Bu tür terapistler dürüst değildir ve sadece programlarını doldurma hevesiyle hareket ederler.

    Belirli bir tanı veya hastalık üzerinde uzmanlaştığını gereğinden fazla vurgulayan terapistlere dikkat edin. Psikiyatrik tanı, hastaya nasıl yardımcı olacağımız hakkında bize çok az bilgi verir. (Bu konu hakkında daha fazla bilgi almak için bloğuma göz atabilirsiniz.) Duygusal acının sebebi, hayatımızın temeline; insanlarla nasıl bağ kurduğumuza veya kuramadığımıza, neyi arzu ettiğimize veya neden kaçındığımıza, kendimiz hakkında bildiklerimize veya bilmek istemediklerimize dayanır. Bir terapistin uzmanlığı, bu temelin nasıl oluşturulduğu veya tanının ne olduğu üzerine değil; bu temelin nasıl yeniden oluşturulacağı üzerine olmalıdır.

    İlk seanslarda, asıl sorunun ne olduğuna dair ortak bir anlayış geliştirmeye odaklanılmalıdır. Bu anlayış, hem terapist için; hem de hasta için bir anlam ifade etmelidir. “Asıl sorun” depresyon, anksiyete veya yeme bozukluğu değil; bu zorluklara sebep olan psikolojik nedenlerdir. Etkili bir terapinin bir odak noktası olmalıdır. Asıl sorun üzerine oluşturulan ortak anlayış, terapi için bir odak noktası belirler.

    Bu ortak anlayış, ilk seansta gelişebilir; ancak bu süreç birkaç seans da sürebilir. Terapi ilerledikçe, ortak anlayış da gelişecektir. Bu anlayış sabit değildir; değişim gösterebilir. Ancak, başlangıçta üzerine inşa edilecek temel olarak bir odak noktası belirlenmelidir. Her iki tarafın da ne yapacağını bilmediği bir senaryoda, terapi yapmanın bir anlamı yoktur.

    Birçok terapist “terapötik ittifak” hakkında konuşur; ancak terapötik ittifakın gerektirdiklerini çok az kişi anlar. Terapötik ittifak, sadece bağ kurduğunuzu hissetmeniz anlamına gelmez. Bu, tek bir şeye dayalı bir ittifak değildir. Terapötik ittifak, odaklanmak istediğiniz konu üzerindeki ortak amaca dayanır. Terapötik ittifakın gerektirdiği üç ana unsur vardır:

    1. Bir bağ kurulmalıdır.
    2. Terapinin amacı üzerinde ortak bir karar alınmalıdır.
    3. Bu amaca ulaşmak için terapide kullanılacak yöntemler üzerinde ortak bir karar alınmalıdır.

    Bu üç unsurun her biri, terapötik ittifak için gereklidir. Genellikle sadece ilk unsurun dikkate alındığını gözlemliyorum. Sadece ilk unsurun dikkate alınması, hastayla sıcak ve destekleyici bir ilişki kurulmasını sağlar; ancak anlamlı bir psikolojik değişime yol açmaz.

    Sorunun ne olduğuna dair geliştirilen anlayış, gerçekten de ortak olmalıdır. Bu anlayışı sadece terapistin veya sadece hastanın geliştirmesi yeterli değildir. Bu anlayış, ikinizin de tek başına bilebileceklerinizi aşan; sizin ve terapistinizin birlikte geliştirdiği bir anlayıştır. Eğer bu anlayışı kendi kendinize geliştirebiliyorsanız, asıl sorunun ne olduğunu ve bu sorun hakkında neler yapılabileceğini söyleyebiliyorsanız; muhtemelen terapiye ihtiyacınız olmayacaktır. Terapistin görevi, çözümleyemediğiniz sorunları tek başınıza yapamayacağınız bir yoldan çözüme kavuşturmanızda size yardımcı olmaktır. Ortak bir anlayışa ulaştığınızda, çok önemli bir adımı tamamlamış olursunuz.

    Öğrencilerim bana her zaman hasta sorunun ne olduğunu bilmediğinde ne yapılması gerektiğini sorar. Bazı hastalar bir şeyin yolunda gitmediğinin farkındadır, ancak bunun ne olduğunu bilemezler. Boşlukta, kaybolmuş veya çıkmaza girmiş gibi hissedebilirler, ancak sebebini bilemezler. Burada terapistin uzmanlığı devreye girer; çünkü terapist hastaya hastanın kendi başına elde edemeyeceği bir bakış açısı sunar. Sorun, hastanın kendine yabancı olması olabilir. “Bir şeyler yanlışmış gibi hissediyorsunuz ancak bunu ifade edebileceğiniz bir kelime bulamıyorsunuz.” gibi bir cümle kurabilirim. Eğer hasta bunun doğru olduğunu düşünürse ona neyin yanlış olduğunu ifade etmeye çalışmasını önerebilirim. Eğer neyin yanlış olduğunu ifade edebilecek kelimeleri bulabilirsek, durumu daha net bir şekilde görebileceğimizi, durumu daha net bir şekilde gördüğümüzde ise bazı çözümler bulabileceğimizi söylerim.

    Sonrasında ise hastaya bu yöntemin neyin yanlış olduğunu ifade etmesine yardımcı olup olmadığını sorarım. Bu soru, ortak bir anlayış geliştirebilmek için oldukça önemlidir. Eğer hasta da bu durumu ifade edebilmenin yardımcı olacağını düşünüyorsa, terapi için birincil bir odak noktası bulmuş oluruz. Ortak amacımız durumu ifade edebilecek kelimeleri bulmak olur. Eğer hasta bu kelimeleri benim yardımım olmadan bulamıyor, ben de onun yardımı olmadan bulamıyorsam; bu amacı birlikte gerçekleştirebiliriz. Böylece bir başlangıç noktası belirlemiş oluruz. Bu başlangıç noktasını belirledikten sonra tedavi odağı gittikçe gelişecektir. Bir sonraki seansımızda ikimiz de ne yapacağımızı biliriz.

    Eğer hasta bu yöntemi faydalı bulmuyorsa, ikimizin de ortak kararı olacak bir odak noktası bulana kadar keşfe devam ederiz. Amacımız konusunda aynı fikirde olana kadar terapiyi ilerletmek adına bir öneride bulunmam. Terapiyi sırf terapi yaptım diyebilmek için yapmam. Terapiyi, her ikimiz de ne yaptığımızı ve neden yaptığımızı anladığımızda başlatırım.

    “Evet”i her zaman cevap olarak kabul etmem. Bir hastanın tedavi odağını razı oluyormuş gibi kabul etmesi, ortak bir anlayış geliştiremediğimiz anlamına gelir. Bu bizim ortak anlayışımız değil, sadece benim anlayışım olur. Eğer hasta, uzman olduğum için en doğrusunu benim bildiğimi düşünürse; ortak anlayışa sahip olamayız.  Eğer hasta başkaları için kendine göre doğru olanı ertelediyse, bu durum neyin yanlış hissettirdiğini ve hastanın neden bu durumu ifade edecek kelimeleri bulamadığını açıklar. Bu durumu görüşmede dile getiririm.

    Peki nasıl terapist seçmelisiniz? Kuramcı ve her şeyin uzmanı olarak görünen terapistlerden uzak durun. Sadece sizin sorununuzun aynısını yaşayan kişiler üzerinde uzmanlaşmış terapistleri araştırmayın; çünkü sizden başka kimse sizin sorununuzun birebir aynısını yaşamaz.

    Terapistinizin sizinle mi yoksa tanınızla mı daha çok ilgilendiğine dikkat edin. Terapistin sizi sorunun ne olduğu üzerine düşünmeye davet edip etmediğine dikkat edin. İkinizin de sorunun ne olduğuna dair size doğru gelen ve önceden belli olmayan ortak bir anlayış geliştirebileceğinize emin olun. Son adım birkaç seans sürebilir; ancak asıl önemli olan en baştan bu yönde ilerleyebilmektir.

    Eğer bu unsurları göz önünde bulundurarak bir terapist bulduysanız, muhtemelen doğru bir terapist buldunuz demektir.

    ***

    Yazar Hakkında: PhD unvanına sahip Jonathan Shedler, Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Klinik Doçent Doktordur. 

    Kaynak

    https://www.psychologytoday.com/us/blog/psychologically-minded/201604/how-choose-therapist linkindeki yazının çevirisidir. Yazı, Pelin Yılmaz tarafından çevrildi.

  • Terapi savaşları: Freud’un intikamı

    Ucuz ve etkili bir terapi yöntemi olan BDT (Bilişsel Davranışçı Terapi), Freud’u psikolojinin karanlık bodrum katına kapatarak terapinin en egemen türü hâline geldi. Ancak, yapılan yeni çalışmalar BDT’nin üstünlüğü üzerinde kuşku uyandırıyor ve psikanalizin çarpıcı sonuçlarını ortaya çıkarıyor. Yoksa psikanalistin odasındaki koltuğa dönme zamanı geldi mi?

    Okuyacağınız metin, Oliver Burkeman tarafından yazıldı ve 7 Ocak 2016 tarihinde The Guardion’da yayımlandı.

    Dr. David Pollens, muhtemelen gezegenin herhangi bir yerinden daha fazla yoğunlukta terapistin bulunduğu; bu konudaki tek rakibi Yukarı Batı Yakası olan Manhattan’ın Yukarı Doğu Yakası’nda bulunan zemin katındaki mütevazı ofisinde hastalarını karşılayan bir psikanalisttir. 60’lı yaşlarının başında ve gittikçe seyrekleşen ak düşmüş saçları olan Pollens, hastalarının yatıp uzaklara bakarak en utanç verici korkularını ve fantezilerini anlattığı koltuğun başında, ahşap sandalyesinde oturur. Hastaların birçoğu analitik geleneğe uygun olarak bazen haftada birkaç kere; bazense yıllarca terapiye gelir. Pollens’in belirli bir kurala göre düzenlenmemiş konuşmalar aracılığıyla yetişkinlerde ve çocuklarda anksiyete, depresyon ve diğer rahatsızlıkları tedavi ettiği etkileyici bir kariyer geçmişi vardır.

    Pollens’i ziyaret etmek, geçen yıl karanlık bir kış günü yaptığım gibi “direnç” ve “nevroz”, “aktarım” ve “karşı-aktarım”ların olduğu gizemli Freudyen diline direkt olarak dalmayı gerektirir. Pollens, size içten bir tarafsızlıkla yaklaşacağından; ona en derin sırlarınızı kolayca anlatabileceğinizi düşünürsünüz. Pollens, diğer meslektaşları gibi kendini, bilincin ardına saklanan cinsel arzuları; sevdiğimizi iddia ettiğimiz kişilere duyduğumuz nefreti ve kendimizle ilgili bilmediğimiz ve genellikle bilmek istemeyeceğimiz diğer tatsız gerçekleri bilinçdışı mezarından çıkaran bir kazıcı gibi görür.

    Ancak, konu terapiye ve ızdırabın hafiflemesine geldiğinde çok iyi bilinen bir hikâye var ve bu hikâye Pollens’i ve meslektaşları olan psikanalistleri kesinlikle tarihin yanlış kısmında bırakıyor. Başlangıç olarak bu hikâyenin Freud’un görüşlerini çürüttüğünü söyleyebiliriz. Genç erkekler annelerini arzulamazlar veya babalarının onları hadım edeceğinden korkmazlar; genç kızlar ağabeylerinin penisini kıskanmazlar. Henüz hiçbir beyin taraması ego, süperego ve idin yerini tespit edememiştir. Birçok kişi, yıllarca süren uçuk ücretler karşılığında danışanların çocukluğuna kafa yorma uygulamasının sahtekârlık olduğunu düşünüyor. Bu sürece dair herhangi bir itiraz, psikanalizde “direnç” olarak değerlendirilir ve psikanalizin devamını gerektirir. Birkaç yıl önce Todd Dufresne, 1975 yılında psikanalizin “20. yüzyılın en etkileyici entelektüel dolandırıcılığı” olduğunu söyleyen Nobel ödüllü bilim insanı Peter Medawar‘la fikir birliğinde bulunarak, “Muhtemelen tarihte Sigmund Freud dışında konuştuğu her önemli konu hakkında bu kadar yanılan bir kişi daha olmamıştır.” demiştir. Medawar sözlerine şu şekilde devam etmiştir: Psikanaliz umut ve gelecek vadetmeyen, derme çatma bir tasarıdır. Fikirler tarihinin dinozoru veya zeplini gibi bir şey olduğunu söyleyebiliriz.

    Terapistler çabalarını sağlam deneysel bir temele dayandırmakta zorlandıkça, Freud’un izinde karmakarışık birçok terapi türü ortaya çıktı. Hümanistik terapi, interpersonal terapi, transpersonal terapi, transaksiyonel analiz ve daha birçok yaklaşımın büyük başarıya ulaştığı kabul edilmektedir. Bilişsel davranışçı terapi veya BDT, geçmişe değil, şimdiye; gizemli içsel dürtülere değil, olumsuz duygulara yol açan düşünce kalıplarını düzenlemeye odaklanan gerçekçi bir tekniktir. Psikanalizdeki dolambaçlı konuşmaların aksine BDT egzersizleri, iş yerinde eleştirilmek veya bir randevudan sonra reddedilmek gibi aksiliklere maruz kalındığında ortaya çıkan kendini suçlamaya eğilimli “otomatik düşünceler”i tanımlamak için bir akış şeması oluşturma yöntemini içerebilir.

    BDT’yi az maliyetli oluşuyla ve insanları hızlıca üretken hâllerine döndürmeye odaklanmasıyla eleştirenler her zaman var olmuştur. Fakat, BDT’ye ideolojik dayanaklarla karşı çıkanlar bile BDT’nin işe yararlığını nadiren sorgulamışlardır. 1960-1970’lerde ortaya çıkışından beri, birçok çalışma BDT’nin lehinde sonuçlar ortaya koymuştur. BDT gerçeklere dayandığından, klinik jargon olan “deneyle desteklenen terapiler” kavramı, bugünlerde BDT’nin eş anlamlısı gibi kullanılıyor. Eğer bugün Ulusal Sağlık Hizmeti’nden sizi bir terapiye yönlendirmesini isterseniz psikanalizi andıran herhangi bir şeyle değil, özenle düzenlenmiş kısa BDT seansları uygulayan bir terapistle karşılaşırsınız. Belki de bir PowerPoint sunumuyla veya çevrimiçi bir şekilde “felaket senaryoları kurmayı” bırakmanızı sağlayacak birkaç yöntem öğrenirsiniz.

    Yine de, bozguna uğramış eski kafalı muhalif psikanalistlerden kaynaklanan gürültüler tam olarak ortadan kalkmadı. Bu gürültülerin özünde, insan doğasıyla; neden acı çektiğimiz ve bu acıyı nasıl dindireceğimizle ilgili temel bir anlaşmazlık vardır. BDT, acı verici duyguların yok edilebilir veya tahammül edilebilir şeyler oldukları görüşünü ortaya koyuyor. Örneğin, depresyon bir bakıma kanserli bir tümör gibidir. Tabii ki de bu tümörün neden kaynaklandığını bilmek işe yarayabilir. Ancak, tümörden kurtulabilmek çok daha önemlidir. BDT, mutluluğun tam olarak kolay olduğunu değil; nispeten basit olduğunu iddia eder. Sıkıntılarınız mantığa dayanmayan inançlarınızdan kaynaklanır; bu inançlara hükmetmek ve onları değiştirmek sizin elinizdedir.

    BDT, acı verici duyguların yok edilebilir veya tahammül edilebilir şeyler oldukları görüşünü ortaya koyuyor

    Psikanalistler her şeyin çok daha karmaşık olduğunu iddia ediyor. Psikanalize göre, psikolojik ızdırabın öncelikle yok edilmesi değil; anlaşılması gerekiyor. Bu bakış açısına göre depresyon, tümörden çok karındaki sancıya benziyor. Bu sancı size bir şey anlatmaya çalışıyor ve bu şeyin ne olduğunu anlamanız gerekiyor. Bu senaryoda hiçbir pratisyen hekim ağrı kesici verip sizi eve göndermiyor. Ulaşılabilirliği tartışmalı olan mutluluksa çok daha belirsiz bir konu. Gerçekten de kendi zihnimizi tanımıyoruz ve durumun bu şekilde devam etmesine neden olan güçlü dürtülere sahibiz. Hayatı eski ilişkilerimizin penceresinden izliyoruz; ancak bunun farkında değiliz. Çelişkili şeyler istiyoruz; üstelik değişim yavaş ve zor. Bilinçli zihinlerimiz, bilinçdışının karanlık okyanusunda küçücük bir buzul parçasıdır. BDT’nin basit, standart ve bilimsel olarak test edilmiş adımlarıyla bu okyanusu tam anlamıyla keşfedemezsiniz.

    Bu bakış açısının çok romantik bir çekiciliği vardır. Deneyler arka arkaya BDT’nin üstünlüğünü onayladıkça, analistlerin iddiaları kulak ardı edilmeye başladı. Bu durum, BDT’nin depresyon tedavisi olarak etkisinin zamanla azaldığını gösteren, geçen yıl mayıs ayında yayımlanan çalışmaya neden bu kadar şaşırıldığını açıklıyor.

    Norveçli iki araştırmacı, önceki deneylere dayanarak BDT’nin teknik işe yararlık ölçümü olan etki boyutunun 1977’den beri yarıya düştüğü sonucuna vardı. Çok düşük bir ihtimal olsa da, bu düşüş eğiliminin sürmesi durumunda BDT, birkaç on yıldan sonra tam anlamıyla işe yaramaz hâle gelebilir. Yoksa BDT başından beri sadece insanların mucizevi bir tedavi olduğuna inandığı sürece etkili olan bir tür plasebo etkisinden mi faydalandı?

    Psikanalistler, psikolojik ızdırabın öncelikle yok edilmesi değil; anlaşılması gerektiğini iddia ediyor

    Bu bilinmezlik, Londra’nın Tavistock kliniğindeki araştırmacıların ilk sıkı Ulusal Sağlık Hizmeti çalışması olan, kronik depresyon tedavisinde uzun süreli psikanaliz uygulanması üzerine yapılan çalışmanın sonuçlarını yayımlandığı ekim ayında hâlâ sindirilme aşamasındaydı. Çalışmaya göre, en ağır depresyon vakalarında 18 ay psikanaliz, Ulusal Sağlık Hizmeti’ndeki BDT içerikli “alışılagelmiş tedavi yönteminden” daha çok işe yaradı ve psikanalizin hastalar üzerindeki etkileri daha uzun sürdü. Birkaç tedavi sona erdikten iki yıl sonra, psikanaliz tedavisi gören hastaların %44’ünün, diğer hastaların onda biriyle karşılaştırıldığında artık majör depresyon kriterlerine uymadığı görüldü. Aynı zamanda İsveç basını, hükümet denetçilerinin ulaştığı bir bulguyu yayımladı. Bulgu, BDT’ye yönelik multimilyon sterlinlik bir planın amacına ulaşmada tamamen başarısız olduğunu kanıtladı.

    Görünüşe göre, bu tür bulgular istisnai değil. Bu bulgularla cesaretlenen bir psikanalist grubu, BDT’nin üstünlüğünün sağlam bir temelinin olmadığını vurguluyor. İnsanlara “kendilerini iyi hissettiklerini düşünmeyi” öğretmenin aslında bazı şeyleri çok daha kötü hâle getirebileceğini savunuyorlar. En acımasız BDT eleştirmenlerinden; Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde psikolog olan Jonathan Shedler, “Düşünme yetisine sahip olan her insan, kendini anlayabilme becerisinin kolayca elde edilebilecek bir şey olmadığını bilir.” diyor. Ne zaman BDT’nin üstünlüğü hakkındaki iddialar üzerindeki konuşmalar uzasa, Shedler’ın bu iğneleyici hoş mizacının yerini öfke dolu bir tavır alıyor. “Roman yazarları ve şairler yüzyıllardır gerçeği biliyordu. Sadece son birkaç on yıldır insanlar, ‘Aa hayır, 16 seansta hayat boyunca edinilen kalıpları yıkabiliriz!’ demeye başladı.” diyor Shedler. Eğer Shedler ve diğerleri haklıysa, belki de psikologların ve terapistlerin terapi hakkında bildiklerinin çoğunu; neyin işe yarayıp neyin yaramadığını, BDT’nin gerçekten de çenesini ovuşturarak düşünen psikolog klişesini tarihe gömüp gömmediğini ve böylece Freud’un insan zihni hakkındaki tasvirlerini yeniden değerlendirmesi gerekiyor. Bu tür bir değerlendirmenin etkisi çok derin olabilir. Hatta nihayetinde, dünyada psikolojik rahatsızlıkları olan milyonlarca insanın tedavi edilme yöntemi bile değişebilir.

    Peki bu durum size ne hissettirdi?

    Muhtemelen BDT’nin öncüsü olan terapist Albert Ellis, “Freud’un düşünceleri saçmalıklarla doluydu!” demek isterdi. Ellis’in haklı olduğunu inkâr etmek oldukça zor. Psikanalizin en büyük sorunu; kurucusunun üçkâğıtçı, bulgularını çarpıtmaya veya daha kötü şeyler yapmaya eğilimli biri olduğunun kanıtlanmasıydı. Freud, 1990’larda gün yüzüne çıkmış gözleri yuvalarından çıkaracak nitelikteki vakasında hastası olan Amerikan psikiyatrist Horace Frink’e ızdırabının homoseksüel olduğunu fark edememesinden kaynaklandığını söylemiş ve çözümün Freud’un çalışmalarına yüksek miktarda finansal katkı sağlamak olduğunu imâ etmiştir.

    Alternatif terapi yaklaşımlarıyla psikanalize meydan okuyanlar için çok daha can sıkıcı olan durum ise, en samimi psikanalistin bile konuyu her zaman bir tahmin oyununa bağlaması ve var olsa da olmasa da hastanın önsezilerinden bir “kanıt” bulmaya eğilimli olmasıdır. Sonuç olarak psikanalizin temel dayanağı, hayatımızın bizimle sadece rüyalarımızdaki semboller, “kazara” ortaya çıkan dil sürçmeleri veya kendimizle yüzleşemediğimiz konularda başkalarına sinirlenmemiz gibi dolaylı yollardan iletişime geçen bilinçdışı güçler tarafından yönetildiğidir. Bu durum, her şeyi yalanlanamaz hâle getiriyor. Psikoloğunuza istediğiniz kadar aslında babanızdan nefret etmediğinizi anlatmaya çalışın; bu onun için sadece çaresiz olduğunuz ve bu gerçekten kaçınmaya çalıştığınız anlamına gelecektir.

    Bu kendi kendini gerçekleştiren kehanet sorunu, zihnimizde aslında neler olup bittiğini bilimsel bir yoldan çözmeye çalışan herkes için bir felakettir. Bununla birlikte, 1960’lara gelindiğinde bilimsel psikoloji ilerleyerek öyle bir noktaya gelmiştir ki, psikanalize olan sabır tükenmeye başlamıştır. BF Skinner gibi davranışçılar, insan davranışının güvercinler ve farelerde olduğu gibi ceza ve ödül aracılığıyla tahmin edilebilir şekilde manipüle edilebileceğini çoktan göstermiştir. Psikoloji alanında filizlenen bu “bilişsel devrim”, zihinde olup bitenlerin ölçülebileceğini ve manipüle edilebileceğini ortaya koymuştur. 1940’larda tam olarak bunu gerçekleştirme ihtiyacı duyulmaya başladı; İkinci Dünya Savaşı’ndan dönen yüzlerce asker, bir koltukta yatarak yıllarca sohbet etmeye değil, hızlı ve uygun maliyetli tedavilere ihtiyaç duyacağı duygusal rahatsızlıklar gösteriyordu.

    Albert Ellis, BDT’nin temelleri atılmadan önce aslında psikanaliz eğitimi almıştı. Fakat 1940’larda New York’ta birkaç yıl psikanaliz uyguladıktan sonra, hastalarının durumunun iyiye gitmediğini gözlemledi. Böylece kendi kariyerini tanımlayacak özgüvene sahip bir şekilde, kendi yeteneklerinden ziyade psikanalizin suçlanması gerektiği sonucuna vardı. Kendisiyle hemfikir olan terapistlerle birlikte, antik Stoacılık felsefesine yöneldi ve danışanlarına onlara sıkıntı verenin olaylar değil; dünya hakkındaki inançları olduğunu öğretti. Terfi alamamak mutsuzluğu tetikleyebilir; ancak depresyon, kişinin tek bir aksiliği genelleyerek kendini tam bir hayal kırıklığı olarak görmeye duyduğu mantık dışı eğilimden kaynaklanır. Ellis, on yıllar önce verdiği bir röportajda, “Benim bakış açıma göre, psikanaliz danışanlara bir bahane veriyor. Kendileri hakkında hiçbir şeyi değiştirmeye çalışmadan 10 yıl boyunca kendileri hakkında konuşup ebeveynlerini suçluyorlar ve içgörülerinin sihirli bir değnekle değişmesini bekliyorlar.”

    BDT’yi savunan kişiler tarafından edinilen mantık dolu üslup dolayısıyla, iddiaların ne kadar devrimsel olduğunu gözden kaçırmamız mümkündür. Geleneksel psikanalistlere ve büyük bir kısmı geleneksel psikanalizden alınan “psikodinamik” teknikleri uygulayan terapistlere göre; aşk hayatında veya iş yerinde kendi kendini engelleyen kalıpların sonsuz tekrarı gibi terapi sırasında mantıksız görünen semptomlar aslında oldukça mantıklı. Bu semptomlar aslında hastanın geçmiş tecrübelerindeki bağlamda anlam ifade eden yanıtlar. Örneğin, eğer ebeveyniniz sizi yıllar önce terk ettiyse, sürekli aynısını eşinizin de yapacağı korkusuyla yaşamanız ve bunun sonucunda evliliğinizi mahvetmeniz gerçekleşmesi oldukça mümkün bir senaryodur. BDT ise bunun tam tersini düşünüyor. Hayatınızın bir felaket olduğu düşüncesinden dolayı depresif hissetmeniz gibi bir mantığa dayanarak ortaya çıktığı düşünülen duygular aslında mantıksız düşüncelere maruz kalmanın sonucunda ortaya çıkıyor. Tabii ki işinizi kaybetmiş olabilirsiniz; ancak bu her şeyin sonsuza kadar berbat olacağı anlamına gelmiyor.

    Eğer ikinci yaklaşım doğruysa, değişim çok daha kolay. Izdırap çekmenizin gizli sebeplerini deşifre etmek yerine, bozuk düşüncelerinizi tespit edip düzeltmeniz gerekiyor. Mutsuzluk ve anksiyete gibi semptomların altta yatan korkuların anlamlı bir ipucu olması gerekmiyor; onlar sadece kovulması gereken davetsiz misafirler. Psikanalizde terapist ve hasta arasındaki ilişki bir petri kabı gibidir. Hasta, diğerleriyle olan ilişkilerindeki alışkanlıklarını canlandırarak davranışlarının daha iyi anlaşılmasını sağlar. BDT’de ise sadece sorundan kurtulmaya çalışırsınız.

    Ağzı bozuk pervasız Ellis dışlanmaya mahkûmdu; ancak Pennsylvania Üniversitesi’ndeki aklı başında psikiyatrist Aaron Beck sayesinde, öncülüğünü yaptığı yaklaşım saygınlık kazandı. Şimdi 94 yaşında olan Beck, büyük ihtimalle hiçbir şeye “saçmalık” dememiştir. Beck, 1961 yılında danışanların ne kadar ızdırap çektiğini saptamak için Beck Depresyon Ölçeği olarak bilinen 21 sorudan oluşan bir anket hazırladı. Bu anket, birkaç aylık BDT’nin vakaların neredeyse yarısının en ağır semptomlarını hafiflettiğini gösterdi. Psikanalistlerden gelen itirazlar, tıpkı kârlı kazançlarını korumaya çalışan insanların şikâyetleri gibi belirli gerekçelerle yok sayıldı. Psikanalistler kendilerini doğaçlamada yeteneksiz, gizemli sanatlarının bir kanıta dayalı adımlara indirgeneceği düşüncesiyle kendini tehdit altında ve gücenmiş hisseden 19. yüzyıl tıp doktorlarıyla kıyaslanırken buldular.

    Bunun takibinde, BDT’nin depresyondan, obsesif kompulsif bozukluğa ve travma sonrası strese kadar her şeyi tedavi etmedeki faydalarını gösteren çalışmalar yapıldı. Dünya çapında en çok satanlar listesine giren İyi Hissetmek adlı kitabıyla BDT’yi yaygınlaştırmaya çalışan David Burns, 2010 yılında “Bilişsel terapi ile ilgili ilk seminerlerden birine, kendimi yine işe yaramayan yaklaşımlardan biri olacağına inandırarak gitmiştim; ancak bu teknikleri hastalarıma uyguladım ve yıllarca umutsuz ve çıkmaza girmiş gibi hisseden insanların iyileştiğini gördüm.”

    BDT’nin en azından bir dereceye kadar milyonlara yardım ettiğine dair çok az şüphe var. Bu, özellikle İngiltere’de, coşkulu bir BDT savunucusu olan ekonomist Richard Layard, Tony Blair’in “mutluluk çarı” olduğunda doğru hâle geldi. Layard’ın Oxford psikologu David Clark ile çalışarak kabul ettirdiği girişim sayesinde, 2012 yılına gelindiğinde bir milyondan fazla kişi ücretsiz terapi görmüştü. BDT tüm ayrıntılarıyla etkili olmasa bile, bu tür bir başarıya ulaşmasının oldukça önemli olduğunu düşünebiliriz. Ancak yine de BDT’nin sunduğu ızdırap çeken zihin modelinde büyük bir eksikliğin olduğu algısını aklımızdan silmemiz oldukça zor. Ne de olsa oldukça karışık olan iç dünyamızı ve ilişkilerimizi en iyi tanıyan bizleriz. Din ve edebiyat tarihinin tamamı tüm bu şeylerin ne anlama geldiğini çalışmıştır. Sinirbilim ise beynin işleyişinin inceliği ile ilgili her gün farklı bilgi ortaya çıkarıyor. Sorunlarımızın çözümü gerçekten de “otomatik düşünceleri tespit etme”, “iç sesimizi değiştirme” veya “içsel eleştirilerimizle mücadele etme” gibi kulağa yüzeysel gelen yöntemler olabilir mi? Terapi gerçekten de bir insandan değil de bir kitaptan veya bilgisayardan alabileceğimiz kadar basit bir şey mi?

    Terapi gerçekten de bir insandan değil de bir kitaptan veya bilgisayardan alabileceğimiz kadar basit bir şey mi?

    Birkaç yıl önce, BDT İngiltere’de en üstün terapi hâline geldikten sonra bir kadın, ilk çocuğunun doğumunun takibinde Ulusal Sağlık Hizmeti’nden depresyon tedavisi için terapi gördü. Bu kadına Rachel diyelim. Rachel’a, önce beş adımda “ruh hâlini değiştirme” vaadinde bulunan bir grup PowerPoint sunumu izletildi. Sonrasında ise bilgisayar aracılığıyla bir terapistten BDT gördü. Rachel, “Daha önce hiçbir şey beni bir bilgisayar programının benden beşten ona kadar nasıl hissettiğimi puanlamamı istediğinde ve ekrandaki üzgün ifadeye tıkladığımda önceden kaydedilmiş bir sesin bana ‘bunu duyduğuma üzüldüm’ dediğinde hissettirdiği kadar yalnız ve soyutlanmış hissettirmemişti.” dedi. İnsan bir terapistin gözetimi altında BDT ile ilgili kâğıtları doldurmak da çok daha iyi bir seçenek değil. Rachel, “Doğum sonrası depresyonda, çalışıp kendi paranızı kazandığınız ve ilginç şeyler yaptığınız bir hayatınız varken aniden kendinizi evde tek başınıza, genellikle kusmukla kaplı ve konuşabileceğiniz bir yetişkinden yoksun şekilde buluyorsunuz.” dedi. Rachel, bugün dönüp baktığında ihtiyacı olan asıl şeyin gerçek bir bağ olduğunu fark etti. İhtiyacı olan şey, her hafta kısa bir süreliğine olsa da, açıklaması zor olduğunu düşündüğü hislerinin bir başkasının zihninde yer tutmasıydı.

    Rachel, “Psikolojik rahatsızlığım olabilir ama yine de hâlâ bir bilgisayarın benim için kötü hissetmesinin mümkün olmadığının farkındayım.”

    Jonathan Shedler, psikanalitik açıdan değerlendirdiğimizde zihnin birçoğumuzun hayal edebileceğinden çok daha karmaşık ve özgün bir âlem olduğunu fark ettiğinde nerede olduğunu hatırladı. Massachusetts’te bir üniversite öğrencisiydi. Psikoloji dersi veren bir öğretim görevlisi, Shedler’ın göllerin üstündeki köprülerde araba sürmek ve bir mağazada şapka denemek içerikli rüyasını; hamilelik korkusunun dışa vurumu olarak yorumlayıp onu hayrete düşürmüştü. Öğretim görevlisi tamamen haklıydı: Shedler ve kız arkadaşı o sırada çaresizce kızın hamile olup olmadığını öğrenmeyi bekliyormuş. Öğretim görevlisinin bu konu hakkında hiçbir bilgisi yoktu; belli ki gerçekten de uzman bir rüya sembolizmi yorumcusuydu. Shedler, öğretim görevlisinin sözleri vahiyle inseydi bile bundan daha fazla etkilenemezdi. Kararlılıkla, “Eğer dünyada bu tür şeyleri anlayan insanlar varsa; ben de onlardan biri olmalıyım.” dedi.

    Fakat Shedler sonrasında zihinle bu tür gizemlere duyulan heyecanı söndüren akademik psikoloji dalına yöneldi. Araştırmacıların kendilerini insanların iç dünyasına değil; ölçüme dayalı nicel sonuçlara adadığı sonucuna varmıştı. Psikanalist olmak yıllarca eğitim ve zorunlu bir şekilde kendini analiz edebilmeyi gerektirir; bunun aksine üniversitede zihin üzerinde çalışmak hiçbir hayat tecrübesi istemez. Shedler, eğitimli bir terapist ve araştırmacı olarak bu iki ayrı dünya arasında köprü kurmuş sayılı insanlardan biridir. Shedler, “Bir konu hakkında uzmanlaşmak için 10.000 saat çalışmanız gerektiği kuralını bilir misiniz? Hangi tür terapilerin işe yaradığı hakkında açıklamalar yapan araştırmacıların çoğunun 10 saati bile yok!” diyor.

    Shedler’ın daha sonraki araştırmaları ve yazıları, psikanaliz hakkında kesin bir kanıt bulunmadığına dair oluşturulan kalıpları sarsmıştır. Fakat ilk psikanalistlerin araştırma konusunda kibirli oldukları yadsınamaz. Kendilerini uzman kurumlarda geliştirmesi gereken yıkıcı bir sanatın savunma durumundaki uygulayıcıları gibi görmeye yatkınlardır; ki bunun anlamı da ayrıcalık gözeten özel kurumlar kurmak ve nadiren üniversitelerdeki araştırmacılarla iletişim kurmaktı. Dolayısıyla, bilişsel yaklaşımlara yönelik araştırmalar avantaj kazandı ve psikanalitik tekniklerin üzerindeki deneye dayalı çalışmalar, bilişsel fikir birliğinin kusurlu olabileceği hakkında ipuçları vermeye başladığında 1990’lı yıllara gelinmişti. 2004 yılında bir meta analiz, kısa süreli psikanalitik yaklaşımların birçok rahatsızlığın tedavisinde en az diğer teknikler kadar etkili olduğu ve hastaların %92’sinin terapi öncesine göre iyileşme gösterdiği sonucuna vardı. 2006 yılında depresyon anksiyete ve diğer rahatsızlıklardan muzdarip yaklaşık 1400 kişi üzerinde yapılan bir çalışma da psikodinamik terapinin lehinde sonuç verdi. 2008 yılında sınırda kişilik bozukluğu üzerinde yapılan bir çalışma, psikodinamik terapi gören hastaların beş yıl sonrasında sadece %13’ünün aynı tanıya sahip olduğu, geri kalan %87’sinin ise iyileştiği sonucuna vardı.

    Bu çalışmalar her zaman analitik terapilerle bilişsel terapileri karşılaştırmıyordu. Karşılaştırmalar genellikle asıl kabahatli olan “alışıldık tedaviler” arasında yapılıyordu. Her seferinde, karşılaştırılan iki yöntem arasındaki en büyük farklar Shedler’ın belirttiği gibi terapi bittikten bir süre sonra ortaya çıkıyordu. Hastalara tedavi bittikten hemen sonra nasıl hissettiklerini sorarsanız BDT’nin tatmin edici bir yöntem olduğunu düşünürsünüz. Ancak hasta aylar veya yıllar sonra geri döndüğünde, genellikle psikanalitik terapilerin olumlu etkilerinin hâlâ sürdüğünü ve hatta arttığını; BDT’nin olumlu etkilerinin ise uçup gittiğini görürsünüz. Bu da psikanalizin insanlara basitçe ruh hâllerini nasıl kontrol edeceklerini değil; kişiliklerini nasıl kalıcı bir şekilde yeniden inşa edeceklerini öğrettiğini gösteriyor. Geçen yıl Tavistock kliniğinde yapılan bir Ulusal Sağlık Hizmeti çalışması, altışar aylık sürelerle incelenen psikanalitik terapi gören kronik depresyon hastalarının kısmi düzelme gösterme şanslarının farklı tedaviler gören hastalardan %40 daha fazla olduğunu gösterdi.

    Giderek güçlenen kanıtların yanı sıra; bilim insanları BDT’nin üstünlüğünü körükleyen ilk çalışmalar hakkında sorular yöneltmeye başladı. 2004 yılında yayımlanan ortalık karıştırıcı bir makalede, Atlanta’da yaşayan psikolog Drew Westen ve meslektaşları, deneylerinden net bir şekilde yoruma açık sonuçların ortaya çıkması hevesiyle hareket eden araştırmacıların, genellikle potansiyel katılımcıların en fazla üçte ikisini birden fazla psikolojik rahatsızlığa sahip oldukları için deneye kabul etmediklerini gösterdi. Bu oldukça anlaşılabilir bir tutumdu. Çünkü hasta birden fazla soruna sahip olduğunda sebep ve sonuç ilişkilerini çözmek daha karmaşık bir hâle gelir. Fakat bu, çalışmaya kabul edilen insanların son derece atipik olduğu anlamına gelebilir. Gerçek hayatta, psikolojik problemlerimiz anlaşılması güç bir şekilde kişiliğimize gömülüdür. Örneğin, terapiye başlamanıza sebep olan sorun depresyon olsun; birkaç seans sonra sorununuzun depresyon olmadığının farkına varabilirsiniz. Mesela asıl sorununuz ailenizin kabul etmeyeceğinden korktuğunuz cinsel yöneliminizle barışma gereksiniminden kaynaklanıyor olabilir. Üstelik, BDT’nin “psikodinamik terapi” ile karşılaştırıldığı bazı çalışmaların tıpkı diğer öğrencilerden üstünkörü eğitim almış lisansüstü öğrencilerinin yaptığı çalışmalar gibi adaletsiz ve hileli olduğu görülmektedir.

    Fakat psikanalizin liderleri tarafından bilişsel yaklaşımlara karşı yapılan en kışkırtıcı suçlama, durumu daha kötü hâle getirip depresif veya kaygılı düşünceleri kontrol altına alma yolları ararken kendini anlama ve kalıcı çözüme ulaşma sürecini askıya almaya neden olabilmesi yönünde yapılan suçlamadır. BDT’nin vaadi, ızdırap karşısında zafer kazanmanın oldukça basit ve adım adım ilerlenebilecek bir yolu olduğudur. Fakat belki de hayatlarımız, duygularımız ve diğer insanların hareketleri üzerinde sağladığımız küçücük kontrolden kazanabileceğimiz çok daha fazla şey vardır. Bu zafer vaadi, sadece hastalar için değil terapistler için de oldukça çekicidir. ABD’li psikolog Louis Cozolino, Terapi Neden İşe Yarar adlı kitabında, “Danışanlar terapi görme konusunda kaygılıyken; deneyimsiz terapistlerse ne yapacakları hakkında bir fikirleri olmadığı için kaygılıdır. Bu nedenle her iki taraf için de odaklanabilecekleri bir görevleri olduğunu bilmek rahatlatıcıdır.” cümlelerini yazmıştır.

    Bilişsel yaklaşımlara karşı yapılan en kışkırtıcı suçlama, durumu daha kötü hâle getirebileceği yönünde yapılan suçlamadır

    Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, BDT’nin önde gelen savunucuları BDT’nin yüzeysel olarak karikatürize edildiğini ve etkisinin bir seviyeye kadar azalmasının çok fazla yaygınlaşmasına bağlı olarak zaten beklenen bir şey olduğunu savunarak bu eleştirilerin çoğunu reddediyor. Yapılan ilk çalışmalar küçük çaplı örnekler ve yeni yaklaşımın heyecanıyla harekete geçmiş öncü terapistler eşliğinde yapılmışken; güncel çalışmalar çok daha büyük çaplı örneklerle daha yetenekli terapistler eşliğinde yapılıyor. Londra’da bulunan King’s College Psikiyatri, Psikoloji ve Sinirbilim Enstitüsü’nde bilişsel davranışçı psikoterapi profesörü olan ve tek bir terapi türünün her rahatsızlık için en iyi yol olamayacağını savunan Trudie Chalder, “BDT’nin yüzeysel olduğunu söyleyen insanlar bir noktayı gözden kaçırıyor. Evet, insanların inançlarını hedef alıyor olabilirsiniz; ancak hedef aldığınız bu inançlara ulaşmak kolay değil. Durum sadece ‘O kişi bana tuhaf bir şekilde baktı; öyleyse benden hoşlanmıyor olmalı’ şeklindeki düşüncelerden ibaret değil. Bahsettiğimiz daha çok ‘Ben sevilebilecek bir insan değilim’ şeklinde önceki deneyimlerden edinilen inançlar. Bunlar kesinlikle geçmişin hesaba katıldığı inançlar.” diyor.

    Ancak, tartışma birbiriyle çatışan çalışmalar arasında bir karara varmakla dinecek gibi değil; durum bundan çok daha derine iniyor. Araştırmacılar hangi terapinin daha iyi sonuç verdiğine dair aşırı farklı kanılara varmış olabilir. Peki, bir sonucu başarılı yapan tam olarak nedir? Çalışmalar semptomların hafifleyip hafiflemediğini ölçüyor. Ancak psikanalizin en önemli önermelerinden biri, hayatta semptom göstermemekten daha çok anlam ifade eden şeyler olduğudur. Bir psikanaliz sürecini daha üzgün fakat daha bilge, önceki bilinçdışı tepkilerinin bilincinde ve hayatını daha sorumlu bir şekilde yaşayan biri olarak tamamlayabilir; bu deneyimi bir başarı olarak görebilirsiniz. Bilindiği üzere Freud’un değişim yaratmaktaki amacı, “nevrotik ızdırabı normal bir mutsuzluğa çevirmek”tir. Carl Jung, “İnsanlığın zorluklara ihtiyacı vardır; bu zorluklar sağlık için gereklidir.” der. Acı hayatın bir parçasıdır. Acı veren duygular için gerçekten de “tedavi” aramamız gerekiyor mu?

    Terapiye bir bilim konusu gibi yaklaşılmaması gerektiği, bireysel hayatlarımızın bilimin dayattığı acımasız genellemelerle sınırlanmak için fazla kendine özgü olduğu oldukça cazip bir fikirdir. Bu düşünce, Stephen Grosz’un 2013 yılında çıkardığı, haftalarca İngiltere’nin en çok satanlar listesinde yerini korumuş ve 30’dan fazla dile çevrilmiş, psikanalistin koltuğundan anlatılan hikâyeleri barındıran koleksiyonu İncelenen Hayatlar‘ı açıklamaya yardımcı olabilir. İncelenen Hayatlar’ın bölümleri, deneysel bulguları ve klinik tanıları değil; hastanın içinde barındırdığı sezgilerin derinliklerini anlamasıyla geçirdiği ani sarsıntıların hikâyelerini anlatıyor. Örneğin, tıpkı çocuğunun yatağını ıslattığı gerçeğini saklayan annesi gibi, üçkâğıtlarına dâhil edebileceği gizli samimiyetler kurabileceği birini arayan bir adamın; birinin bulaşık makinesini ne kadar düzgün yerleştirdiğinin farkına varıp kendisini eşinin sadakatsizliğini reddetmeye zorlayan bir kadının hikâyesini anlatıyor. [Kitabın Türkçe baskısı için şu linke bakabilirsiniz.]

    Grosz bana, “Her hayat eşsizdir ve bir psikanalist olarak senin rolün hastanın bu eşsiz hikâyesini anlayabilmektir. Sadece bir dil sürçmesinden, anlatılan hayallerden veya kullanılan belirli bir kelimeden çıkarılabilecek bir sürü şey vardır. Psikanalistin işi, tüm bu ipuçlarına dikkatle ve anlayışla yaklaşabilmektir. Bu yolları izleyerek “insanlara hayatlarını anlamdırmalarında” yardımcı olabilirsin.” demişti.

    Şaşırtıcı şekilde, bu bilimsellik dışı bakış açısına zihinsel çalışmalarda en çok deneye dayalı hareket eden sinirbilimden destek geldi. Birçok sinirbilim deneyi, beynin bilgiyi bilinçli farkındalığın takip edemeyeceği kadar hızlı işlediğine; böylece bilinçli farkındalığın gerçekleşen sayısız zihinsel işlemden habersiz olduğuna işaret etmiştir. David Eagleman’ın söylediğine göre bu zihinsel işlemler kaputun altında gizlidir ve bunları sürücü koltuğundaki bilinçli bir zihne sahip kişi göremez. Bu yüzden Louis Cozolino’nun Terapi Neden İşe Yarar kitabında yazdığı gibi, “bilinçli olarak farkına vardığımız bir deneyim, aslında biz bilincine varmadan önce birkaç kez işleniyor, anılarımızı ve karmaşık davranış kalıplarımızı devreye sokuyor.

    Elimizdeki kanıtı nasıl yorumladığımıza bağlı olarak, belki de yaptığımızın bile farkında olmadan, mental aritmetik yapmaktan çarpışmayı engellemek için frene basmaya veya evleneceğimiz kişiyi seçmeye kadar sayısız karmaşık şey yapıyoruz. Bu durum, BDT’nin eğitimle zihinsel tepkilerimizi eyleme dökmeden önce kontrol etmeyi öğrenebileceğimizi iddia eden temel varsayımıyla örtüşmüyor. Hatta, bilinçaltının devasa büyüklükte olduğunu ve kontrolün büyük bir kısmının onda olduğunu; kaçınılmaz şekilde geçmişin penceresinden bakarak yaşadığımızı ve bu durumu sadece kısmen, yavaşça ve büyük bir çaba sarf ederek değiştirebileceğimizi öne süren psikanalitik tutumu doğruluyor.

    Belki de terapistler arasındaki bu tartışmalardan varılabilecek inkâr edilemez tek gerçek, hâlâ zihnin nasıl işlediğiyle ilgili pek bir bilgimizin olmadığıdır. Konu zihinsel ızdırabı hafifletmeye geldiğinde, Londra Üniversitesi Queen Mary’de Duyguların Tarihi Merkezi’nde politika müdürü olan Jules Evans bu durum hakkında, “sanki elimizde bir çekiç, bir testere ve bir çivi tabancası varmış; zihin adını koyduğumuz kutu arada sırada arıza yapıyormuş ve bu kutuya elimizdeki tüm aletlerle teker teker vurup, kutunun düzelip düzelmediğine bakıyormuşuz gibi” benzetmesini yaptı.

    Birçok araştırmacının bazı araştırmalar tarafından desteklenen “dodo kuşu kararı” fikrine yönelmesinin sebebi, belirli bir terapi türünde karar kılmanın çok küçük bir fark yaratacak olması olabilir. Dodo kuşunun kararı kavramı, Alice Harikalar Diyarı’ndaki Dodo’nun “Herkes kazandı, ödül hepimize ait.” açıklamasından gelmektedir. Tüm terapi yöntemlerinden daha iyi olan bir terapi yöntemi varsa da henüz keşfedilmemiştir; asıl önemli olan, terapistin merhametli ve kendini işine adamış olması; hastanın ise kendini değişime adamış olmasıdır. David Pollens, Yukarı Doğu Yakası’ndaki muayenehanesinde, psikanalize olan tutkusuna rağmen bu hükmü kısmen desteklediğini söyledi. Pollens, “Birçok tıbbi eğitime katılmış ve İngiltere’de müthiş bir psikanalist olan Michael Balint’in doktorlara yöneltmek istediği bir sorusu var.” dedi. Bahsi geçen soru: “Reçetesini yazdığınız en etkili ilaç nedir?” sorusuydu. İnsanlar bu soruyu cevaplamaya çalışırken “En etkili ilaç ilişkilerdir.” cevabını verecekti.

    Basitçe hangi terapinin daha etkili olduğunu bilmediğimiz üzerine varılan bu sonuç, Freud’un ve onun izindeki terapistlerin lehineymiş gibi görülebilir. Sonuç olarak psikanaliz, zihnimizin işleyişi hakkında ne kadar az şey kavrayabildiğimizi ortaya koyuyor. Jung’un fikirlerini benimseyen psikanalist James Hollis, kimsenin cevaplayamayacağı bir soru varsa o sorunun “Neyin bilincinde değilsiniz?” olacağını yazmıştır. Freud kibir konusunda sınır tanımayan bir adamdı. Fakat onun mirası bize, hayattaki her şeyin olumlu olması gerekmediğini, her seferinde iç dünyamızda nelerin olup bittiğini bilebileceğimiz varsayımından kurtulmamız gerektiğini; aslında duygularımızı çoğu zaman sarsıcı gerçeklerden korunmak için kullandığımızı hatırlatıyor.

    Pollens, “Terapide olan şudur: İnsanlar sizden yardım istemek için gelirler, yapacakları bir sonraki şey ise onlara yardım etmeyi bırakmanızı istemektir.” der. Pollens’in bunu söylerken tebessüm etmesi belki de bütün bu terapi meselesinin absürtlüğünden kaynaklanıyor. “Bize içten içe ‘bana yardım etme’ diyen birine nasıl yardım edebiliriz? İşte psikanalitik tedavi tam olarak böyle bir şeydir.”

    Kaynak

    https://www.theguardian.com/science/2016/jan/07/therapy-wars-revenge-of-freud-cognitive-behavioural-therapy

  • Giriş: Psikodinamik Terapi Teknikleri Kitabı (1)

    Bu kitap Friedrich Nietzsche, Jimi Hendrix, Arthur Shopenhauer, Indiana Jones, Søren Kierkegaard, Christopher Hitchens, Mark Manning, John Waters ve Ramonlar’ın devam eden ilhamlarına -edebi veya başka türlü- ithaf edilmiştir. (Bian A. Sharpless)

    Ön Söz

    Bu kitaba kişisel bir itirafla başlıyorum: Psikodinamik psikoterapiyi seviyorum. Fakat benimki sadece iyi tarafını gördüğüm genç ve safdilane bir aşk yerine Freud’un, ben kendi ikircikliliğime (ambivalence) sahibim, demesi gibi olgun ve incelikli bir aşk. Tamamen açık konuşmak gerekirse, psikodinamik terapinin bazı yönlerinden binlerce güneşin1 beyaz sıcak alevleri kadar nefret ediyorum. Örneğin bazı kitap ve yapılarımızda bulunan gereksiz belirsizleştirmeden (obscurantism) nefret ediyorum. Bazı psikodinamik terapistlerin sıkı sıkıya bağlı olduğumuz inançlarımızı2 test etmede ilgisiz kalıyor olmaları gerçeğinden hoşlanmıyorum. İnsanları miyop gözlerle inceleyen belirli teorilerin edepsiz ve indirgemeci yanlarından da ayrıca nefret ediyorum. Fakat bu eleştirilerin yanında sevecek birçok şey var. Kitabın geriye kalanının bu beyanı tam olarak açıklayacağını umuyorum.

    Psikodinamik terapinin insana olan gerçekçi (realistic) bakışı üniversite zamanlarından beri beni kendine çekmişti. O, ne iyimser bakıyor ne de kötümser. Düşünmesi eğlenceli olmamasına rağmen Freud, Nietzsche, Shopenhauer ve diğer derinlik psikologlarının (depth psychologist) kendimizi ve diğerlerini ne kadar iyi bilebileceğimiz konusunda uygulamada sınırlılıklar olduğunu fark etmelerinin doğru olmasından korkarım. Bu konudaki gelişmeler güçlükle elde edildi. Örneğin insanlar sıklıkla, tam olarak aynı şeyi arzu eder ve aynı şeyden korkarlar, hatta bazen bunlar aynı anda3 olur. Bu kafa karıştırıcı deneyimler kendini anlamayı (self-understanding) kolaylaştırmaz. Ayrıca biz kendimizi kandırmakta fantastik bir şekilde iyiyizdir.

    Psikodinamik teori (psychodynamic theory), durumun böyle olduğunu varsayar ve aslında onun bazı ana teknikleri buna dayanmaktadır. Mesela, yorumlamalar (interpretation) –psikodinamik tekniklerin en “psikodinamiği”– hastaların kendi öznel deneyimlerinden en az birinin farkında olmadığını varsayar (bölüm 13’e bak). Terapist, onlara yorumlayıcı bir hipotez sunarak bu durumu düzeltmeye yardımcı olur. Dahası, yüzleştirmenin (confrantation) bir alt türü, hastaların kişisel tutarsızlıklarını çözümlemeleri konusunda onları cesaretlendirir (bölüm 12’ye bak). Bu ve diğer çabalar vasıtasıyla psikodinamik terapi insanların kendilerine karşı daha şeffaf olmalarına yardım eder. Ne kadar hasta ya da sağlıklı olduğumuza bakılmaksızın her birimiz bu alanda küçük bir yardım kullanabiliriz.

    Fakat, bu konuda çalışan herkes bilir ki, psikodinamik terapi hakkında (örneğin teknikler hakkında bir kitap gibi) alandaki4 geniş kısımlardan uzaklaştırmadan yazmak zordur. Bu metin olabildiğince pozitif olma niyetinde olduğu halde, yine de benim kendi tercih ettiğim teori ve pratiklerimi5 yansıtacaktır. Fakat, umuyorum ki tekniklerin tarifleri, onları formüle etmek için olan süreçler psikodinamik terapinin birçok formu üzerinde uygulanabilir olacaktır. Şu an, tüm bu bakış açılarına ihtiyaç var çünkü her biri insanları ve patalojileri anlamak için çok az farklı kavramsal mercek sağlıyor. Psikoterapi basit bir iş değildir. İnsan ıstırabının geniş kapsamı ve karmaşıklığı göz önüne alındığında, görüşlerin çokluğu bir hegemonyaya göre çok daha tercih edilir görünüyor.

    Sonuç olarak, insan karmaşık ve çelişkilerle dolu değilse bir hiçtir. Bu, şu an için bana çarpıcı bir şekilde aşikâr geliyor. Bu ön sözü, çoktan ölmüş bir 16. yüzyıl kontesine ait olan bir şatonun çökmekte olan harabeleri arasında dolaşırken kaleme aldım. Söylentilere göre, muhteşem bir kadın, bilgili, vatansever, iyi bir anneydi. Bununla birlikte, aynı zamanda bir cinsel sadist ve bir seri katildi -belki de kaydedilen tüm insanlık tarihinin en üretkeniydi. Duruşma kayıtlarına inanılacaksa, 650 kadar kadın ve kız çocuğunun ölümünden sorumlu olabilir.6

    Yine, insan karmaşık ve çelişkilerle dolu değilse bir hiçtir.

    İlgili kişi veya hasta ne olursa olsun, psikodinamik terapi, insan varlığının aydınlık, karanlık ve gri katmanlarını soymak için mükemmel olmasa da yararlı bir yöntemdir. Daha iyi ilişkiler olasılığı ve eski kalıplara son verilmesi, tekniklerinin kullanılmasından kaynaklanabilir. Daha genel olarak, psikodinamik terapi, insanların hayatlarında ilerlemelerine veya en azından kendilerini ve kafa karıştırıcı çelişkilerini daha iyi anlamalarına yardımcı olan bir araçtır.

    —Čachtice, Slovakia, 2018

    NOTLAR
    1. Okuyucu umarım Bhagavad Gita’dan (2009, p. 464) uyarladığım bu alıntı için beni affeder.
    2. Ancak, Bölüm 2’de açıklandığı gibi, şu anda iş başında çok sayıda birinci sınıf psikodinamik araştırmacı var.
    3. Örneğin, Sharpless (2013)’e bakın.
    4. Jacques Barber ve ben (2015) yakın zamanda bu yıkıcı mücadelelerin psikodinamik tedavinin geleceği için meşru bir tehlike olabileceği konusunda tartıştık.
    5. Bu, ego psikolojisi(ego psychology) ve nesne ilişkilerinin (object relations) geniş tabiiyetlerinin yanı sıra destekleyici-dışavurumcu terapi, aktarım odaklı psikoterapi(transferance focused) ve zihinselleştirmeye (mentalization) dayalı tedavilerin daha spesifik yaklaşımlarını içerir. Ayrıca benim bilişsel davranışçı ve varoluşsal yaklaşımlar konusunda da deneyimim var.
    6. Bkz. McNally (1983) ve Craft (2014).

    Giriş

    Psikoterapi garip bir iş. Aynı zamanda layığıyla yerine getirmesi zor. Psikoterapinin gerçekte neyi gerektirdiğini düşündüğünüzde bu iki cümle anlamlı olur. Özünde psikoterapi sadece sözcükler (words) ve bir ilişki (relationship) kombinasyonu vasıtasıyla insanın acısını yatıştırmayı amaçlar. Diğer alanlar ilaçlar, ameliyatlar, beyin uyarımı ve benzeri yöntemler kullanabilirler fakat psikoterapide durum bu değil. Psikoterapi iyi ya da kötü, her zaman bir “konuşma tedavisi (talking cure)” olmuş (Breuer & Freud, 1955, p. 30) ve bugüne kadar devam etmiştir. Çeşitli yaklaşımlar -psikodinamik terapi dahil-sadece biraz daha farklı bir konuşmaya ve farklı türde ilişkiler oluşturmaya eğilimlidir.

    Bu sınırlı araçlar göz önüne alındığında, iyi terapistlerin yalnızca neye müdahale edeceklerini (yani, iyi bir vaka formülasyonundan (case formulation) türetilen bir soruna) değil, aynı zamanda nasıl müdahale edeceklerini de bilmeleri gerekir (yani, hangi tekniklerin ve ne zaman kullanılacağı).1 Her ikisi de psikoterapi yapbozunun gerekli parçaları olarak görünüyor (Anderson & Hill, 2017; Caspar, 2017). Örneğin, teknik beceriler iyi bir vaka formülasyonu rehberliğinde olmaksızın hastaya yardım etmeyecektir. Bunun nedeni, tekniklerin bilinçli bir şekilde, uzun vadeli bir zaman ufku kullanarak uygulandığında en çok faydalı olmasıdır (yani gelişigüzel veya tepkisel olarak değil). Benzer şekilde, en iyi vaka formülasyonları bile terapistler hastalarıyla birlikte odalarında bunları nasıl kullanacaklarını bilmedikleri sürece sınırlı bir değere sahip olacaktır. Immanuel Kant’ın (1996, s. 107) ünlü bir alıntısına dayanarak, tekniksiz formülasyonlar boştur; formülasyonsuz teknikler ise kördür.

    Peki terapistler bu becerileri en iyi nasıl öğrenebilirler? Neyse ki okunabilir ve “tecrübeye yakın (experience-near)” bir dizi psikodinamik giriş metni mevcut (örneğin, Cabaniss, Cherry, Douglas, & Schwartz, 2011; Gabbard, 2014; McWilliams, 2011; Summers & Barber, 2010). Uygun süpervizyonla birlikte kullanıldıklarında, psikodinamik pratiğe (örneğin, vaka formülasyonu, karşı aktarımın (counter-transferance) kullanımı) yararlı girişler sağlarlar ve yeni başlayan terapistlerin hastalarıyla kendilerini daha rahat hissetmelerine yardımcı olurlar. Bununla birlikte, kapsamlarının genişliği göz önüne alındığında, her konuya kapsamlı bir ilgi gösterememeleri anlaşılabilir. Bu nedenle mevcut çalışma, psikodinamik psikoterapinin birçok tekniğini tarif etme ve onların klinik kullanıma nasıl hazırlanabileceğini açıklama konusunda daha dar (detaylı, özelleştirilmiş) amaçlara sahiptir.

    Belirli Psikodinamik Tekniklerin Kullanımı Üzerine

    Ancak, bu iki basit hedef hızla karmaşık hale geldi. Alanımızın uzun tarihi birçok yönden bir güç2 olsa da onun aynı zamanda bazı istenmeyen sonuçları da var. Mesela bir dizi teknik, yazarlar arasında tutarsız bir şekilde tanımlandı. Birinin yüzleştirmesi (confrontation) diğer bir yazarın netleştirmesi (clarification) olabilir ya da tam tersi (11 ve 12. Bölümlere bakın). Daha da karmaşığı, belirli teknik terimler yıllar içerisinde o kadar büyük değişikliklere uğradı ki 2019’da psikanalizin ilk günlerine kıyasla oldukça farklı bir görüntü ortaya çıktı (örnek: serbest-salınımlı (dalgalı) dikkat (evenly-hovering attention), bölüm 8’de tarif edildiği gibi). Bu kavramsal zorluklara bir çözüm -kusurlu olsa da- ana teknikleri terapötik amaçlarına (intentions)3 göre ayırmaktı. Bu nedenle, tüm spesifik psikodinamik müdahaleler, spesifik a priyori/önsel (a priori) klinik özelliklerine göre birbirlerinden ayırt edildi. Bu, umarım kitabın kullanımını kolaylaştırır.

    Arka Plan Eğitimi

    Bu kitap öncelikli olarak lisansüstü öğrenciler ve psikiyatri asistanları için orta-başlangıç seviyesinde bir metin olarak yazılmıştır. Ayrıca, diğer yönelimlerdeki uygulayıcılar, psikoterapi entegrasyonu ile ilgilenenler ve psikoterapi araştırmacıları için de yararlı olabilir. Ne olursa olsun, bu tekniklerin doğru kullanımı şunları gerektirir:

    • psikodinamik vaka formülasyonunda deneyim;
    • ssikodinamik teori ve kavramlar konusunda temel bilgi;
    • tanısal görüşme becerileri;
    • hastaya karşı terapist rolü üstlenmedeki rahatlık; ve
    • risk değerlendirme bilgisi (örneğin, intihar ve cinayet riski nasıl değerlendirilir)

    Bu temel bilgilerden herhangi biri henüz edinilmemişse, bu kitap, en iyi şekilde daha önce bahsedilen psikodinamik metinlerden biri ve diğer ilgili kaynaklarla desteklenebilir. Tabii ki, okuyucuların bu teknikleri yakından tanıyan lisanslı sağlayıcılardan (yani, eğitimli psikodinamik psikoterapistler veya psikanalistler) klinik süpervizyon almaları da şiddetle tavsiye edilir. Psikodinamik terapi sürecinin meşakkatli bir öğrenme süreci vardır ve bu müdahaleleri etkili bir şekilde kullanmak zaman, sabır, tekrar ve dikkatli bir kendini gözlemleme (self-observation) gerektirecektir. Bu nedenle, terapistler, her bir teknik daha zahmetsiz ve “doğal”4 hissedilene kadar, önerilen herhangi bir teknik prosedür (örneğin, 13. Bölüm‘de, yorumlama sürecinde listelenen altı adım) üzerinde çalışarak bu sürece başlamak isteyebilirler.

    Kitabın Yapısına Genel Bakış

    Bu kitap üç kısma (section) ve bir eke ayrılmıştır. İlk kısım, psikodinamik teknikleri anlama ve uygulama ile ilgili bilgilere odaklanmaktadır. Psikodinamik terapinin ampirik (deneysel) durumuna ilişkin bir bölümle (chapter) başlar ve modern klinik ortamdaki önemini ortaya koyar. Daha sonra, tekil bölümler psikodinamik tedavi hedeflerini, psikodinamik duruşun (stance) bileşenlerini ve “destekleyici-ifade edici (supportive– expressive)” tekniklerin/tedavilerin sürekliliğini betimler. Son iki bölüm, iyi psikodinamik müdahalelerin özelliklerini detaylandırır ve seans sırasında klinik etkileri değerlendirmenin yollarını önerir (yani, etkili miydiler?).

    Bu kitabın ikinci kısmı, birçok uygulayıcının klasik psikodinamik teknikler olarak kabul ettiği tekniklere odaklanmaktadır (örn. Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2015). İlk olarak5 on bir temel teknik (foundational technique) açıklanmaktadır (örneğin, psikodinamik bir tarzda nasıl dinlenir, perhiz (abstinence), teknik tarafsızlık (technical neutrality)). Bunlar temel olarak kabul edilir çünkü daha spesifik müdahaleler için zemin hazırlar. Daha sonra, sorgulama (questioning), netleştirme (clarification), yüzleştirme (confrantation) ve yorumlamadan (interpretation) oluşan “büyük dörtlü (big four)” tekniğin her birine ayrı bölümler ayrılmıştır. Klinik öyküler6 tarihsel, kuramsal ve pratik tartışmaların arasına serpiştirilmiştir. Bu teknikleri formüle etmeye yönelik yöntemler, kelime öbekleriyle ilgili ipuçlarıyla birlikte önerilmektedir.

    Kısım III, destekleyici terapi tekniklerinin (supportive therapy techniques) ana hatlarını çizerek genişletilmiş psikodinamik uygulama yelpazesine odaklanmaktadır. İyi bilindiği gibi, her hasta geleneksel, içgörü odaklı terapi (insight focused therapy) için uygun değildir. Aslında, bu yaklaşım daha şiddetli hastalar için bile uygun olmayabilir (özellikle psikotik kişilik organizasyonuna sahip olanlar veya akut kriz durumunda olanlar için; bkz. Rockland, 1989). Altı set destekleyici teknik açıklanmıştır. Bunların amaçları, benlik saygısını desteklemek ve hasta kaygısını azaltmaktan uyarlanabilir yaşam becerilerini geliştirmeye kadar uzanır. Son bölüm, özellikle terapötik ittifak kopukluklarını (ruptures) belirleme ve onarma yollarına odaklanmaktadır. Tüm terapi biçimlerinde (yani ifade edici, destekleyici veya başka türlü) ortak olan bu olaylar, zayıf terapi sonucuna ve erken sonlandırmaya yol açabilir (Eubanks-Carter, Muran ve Safran, 2015). Bununla birlikte, uygun şekilde yönetilirse, kopmalar aynı zamanda anlamlı klinik değişim için bir itici güç görevi görebilir (Safran & Muran, 2000).

    Son olarak, Peter Lilliengren ile yazılan ek, ampirik literatürleri keşfetmek veya belirli klinik araçları bulmakla ilgilenenler için bir kaynak görevi görüyor. Psikodinamik modelleri (ör. destekleyici-dışavurumcu terapi) ve bozukluklara özgü el kitaplarını (ör. panik odaklı psikodinamik psikoterapi) listeler ve karşılık gelen referanslarını derler. Bir sonraki bölümde daha ayrıntılı olarak tartışıldığı gibi, psikodinamik araştırmacılar psikoterapi araştırmalarına önemli katkılarda bulunmuştur. Kılavuzlu (manüel) tedaviler bu amaç için yararlı bir araçtı ve olmaya da devam ediyor. Ayrıca, bu kılavuzların çoğu, psikodinamik teknikleri belirli hasta popülasyonlarına nasıl uygulayacaklarını öğrenmekle ilgilenen terapistler için yardımcı kılavuzlar olarak da hizmet edebilir.

    NOTLAR
    1. Bu aynı zamanda terapötik ilişkileri yönetmede biraz beceri gerektirir.
    2. Örneğin, bu uzun tarih, bugün sahip olduğumuz birçok alt alanla (örneğin, nesne ilişkileri (nesne ilişkileri), kendilik (self) psikolojisi) ve bunların her birinin sağladığı farklı klinik bakış açılarıyla sonuçlandı.
    3. Bu nedenle, tutarlılık adına, belirli yazarlara diğerlerine göre öncelik verilir.
    4. Psikodinamik teknikleri canlandırmanın tek bir “doğru” yolu olmadığı açıktır. Önerilen prosedürler didaktik amaçlar için dahil edilmiştir. Belirli bir hastaya özgü yanıt verebilirlik anahtardır.
    5. Bunların çoğu psikanalizin ilk günlerinden beri kullanılmaktadır.
    6. Hasta ve süpervizyon alan kişinin gizliliğini korumak için, klinik öyküler, kimlikleri kaldırılmış (yani, kimlikleri ve ayrıntıları büyük ölçüde bozulmuş), birleştirilmiş (yani, gerçek kişilerin karışımları) ve varsayımsal hastalar/süpervizörlerin bir kombinasyonudur.
    Kaynak

    Okuduğunuz metin, Psychodynamic Therapy Techniques: A Guide to Expressive and Supportive Interventions kitabının girişinin ve birinci bölümünün çevirisidir.