Yazar: Editör

  • İçten Dinlemenin Sanatı ve Gücü (2. Bölüm)

    Bir başka insanı dinlemek nasıl bir şeydir? Gerçekten dinlemek? Bu, tuhaf bir şekilde, duygusal bir sorudur. İnsanlar sürekli olarak birbirleriyle konuşurlar ve birbirlerini dinlerler. Her zaman insani etkileşimde bulunuyoruz. Mağazada, maçta, akşam yemeği masasının etrafında, sınıfta sürekli olarak bunu yapıyoruz.

    Peki içten/derinlemesine [deeply] dinlemek nasıl bir şeydir? Aklıma, arkadaşım Gena’nın cenazesinden bir sahne geliyor. Gena, küçük, güzel, koyu saçlı bir kadındı; derin kahverengi gözleri, onun varlığında sizde bir dürüstlük ve içtenlik hissi uyandırıyordu. Biz, arkadaşları, onun küllerini tutacak mezarın etrafında bir araya geldik. Hepimiz aynı şekilde acı çekerek onun bizi bu kadar hızlı terk etmesinden dolayı içimizdeki acıyla sessizce birlikte nefes aldık. Beyin anevrizması, hastaneye kaldırıldı, iyileşiyor gibi oldu ve sonra gitti. O gün konuştuğumuzda, ne kadar az konuştuysak da, birbirimizi Gena’nın dinlediği gibi dinlediğimizi fark ettim; gözlerimiz ve ruhumuz açık, acıyı hissedebilen -hatta fiziksel olarak- şöyle diyordu: “Acınız burada hoş karşılanır. Çantalarını bırakıp bir süre kalabilir. İtilip kakılmayacak. Acele ettirilmeyecek. Daha az acı çekmesi, farklı acı çekmesi ya da kendini oyalaması istenmeyecek. Kendini ifade etmesi bile gerekmeyecek. Sadece var olabilir. Ve biz birlikte olabiliriz -sen, ben, acı.”

    İçten dinlemenin sanatı. Sık sık Loyola Hall’daki sınıfların önünden geçerken, başlangıç düzeyindeki danışmanlık öğrencilerinin bir danışmanın bir danışan veya hastayı dinlemesi gereken yeni bir şekilde dinlemeyi pratiğe döktüklerini görürüm. Öğrenciler, sınıflarındaki aynı egzersizi yapan arkadaşlarının gürültüsü arasında karşısındakinin hikayesini duymaya çalışarak masalarda ikili olarak otururlar. Yansıtmalı dinleme pratiği yaparlar, yani birkaç cümle dinlerler ve ardından kişinin duyduklarından bir şeyler geri söylemeye çalışırlar: “Yani, 10K etkinliğine zamanında ulaşmak istediniz.”, “Yani, gelecek çeyrekte derslere kaydolmak için paranız olmayacağı konusunda endişelenmeye başlıyorsunuz.” Çoğu zaman kendi kendime, bunun, yetişkinlerin birbirleriyle yapması için garip bir egzersiz olduğunu düşünürüm, ancak dinlemeye yönelik kültürel yönelimimiz o kadar zayıfladı ki, bir kişinin diğerine aktarmaya çalıştığı içeriğin en erişilebilir katmanlarını bile takip etmemizin öğretilmesi gerekiyor.

    Gena’nın gözlerinin bu şekilde, içten dinleme aracı olmasını sağlayan şey neydi? Bu, işin sanatını öğrenme meselesinin özüne çok yakın olduğundan, burada biraz yavaşlayacağız.

    Uyumlanma

    Psikodinamik terapide dinleme, uyumlanma [attuning] adını verdiğimiz bir sürecin bir parçasıdır. Bu kavram, bebeklerin anneleri veya bakıcıları ile olan ilişkilerinin incelendiği çalışmalarda en hassas şekilde kullanılır. Uyumlanma sürecinde bir kişi (bebek), başlangıçta tamamen sözel olmayan bir şekilde bir şey ifade etmeye çalışır. İyi gittiğinde, diğer kişi sinyalleri alır ve doğru bir şekilde yanıt verir, veya en azından giderek daha doğru yanıtlar verir, ve bebek anlaşıldığını, yatıştırıldığını veya gönderilen ihtiyaca/sinyale uygun bir şekilde karşılandığını hisseder. Uyumlanma  üç adımlı bir süreçtir: sinyal gönderme, sinyal alma/çözümleme ve sinyal yanıtı. Alıcı kişi, sinyali anlamak için kendisini referans olarak kullanmak zorundadır, içindeki duygusal durumları tarayarak sinyalin ne demek istediğini anlamaya çalışmalıdır, sonra bu temelde yanıt vermelidir. Bu nedenle, yanıt verenin yanıtı onun bir parçasını taşır. İmzalıdır. Kişiseldir.

    Bu, normal sosyal etkileşimde yaptığımız dinlemeden farklı bir tür dinlemedir. Başka birinin anlattığı hikayeye “iyi bir dinleyici” olmak ile içten dinleme sanatı arasındaki fark burada ortaya çıkar. Uyumlu dinleme, kelimelerin ötesinde gerçekleşir. Genellikle kullandıkları dilden ayrı olarak bir kişiden diğerine duygusal iletişimin, ihtiyaç durumunun veya bir varlık halinin sözsüz iletişimi etrafında odaklanır, Bu, tabii ki, anneler ve bebekleri arasında en belirgin olanıdır, ancak bazıları -Gena gibi- düzenli olarak bu farklı düzeyde dinler.

    Uyumlanmış dinleme [attuned listening] psikodinamik psikoterapinin ana unsurlarından biridir, bu yüzden bunun neyi içerdiğine yakından bakalım. Bu bölümde sanatını [art] inceleyeceğim, bir sonraki bölümde ise bilimini [science] ele alacağım.

    Ön Hazırlıklar

    Psikodinamik bir psikoterapist olmak, tamamen farklı bir şekilde dinleme sanatında usul usul ustalaşmak demektir. Bunun içinde, tam olarak var olduğunu bilmediğimiz insan repertuarımızın parçalarına erişmek vardır. Bu yönüyle, belki de bir müzik enstrümanına hakim olma sürecine benzetilebilir. Zaman, sabır, görünüşte sıkıcı ve sonu gelmez bir pratik gerektirir, ancak zamanla, neredeyse büyülü anlarında, önümüzde yeni manzaralar açılmaya başlar. O hissi hissetmeye başlarız. Onun ruhuna doğru batmaya başlarız. Artık bizde var olmaya, bizi yönlendirmeye, hareket ettirmeye, şaşırtmaya, gizemli hale getirmeye başlar. Artık yapmayı düşündüğümüz bir şey değildir; bizim aracılığımızla gerçekleşen bir şeydir.

    Zihin ve bedenlerimizin “uydu antenleri” ile içten dinleme edinilmiş bir sanattır (an acquiered art). Akorlar ve ölçekler gibi temel bilgilerin sayısız saatler boyunca çalışılması üzerine inşa edilmiştir. Zamanla basitten (ve garip) karmaşığa (ve ezici) ve son olarak dakikalar içinde basite (ve bazen zarif) doğru hareket eder.

    Ancak bu hassas bir konu ve tam anlamıyla işlevsel hale gelmesi için pek çok şeyin içimizde yerli yerinde olması gerekiyor. Dolayısıyla benim görevim, yazarken bu sanatı ayrıştırmak olacak, yol boyunca oldukça dürüst olacağım. Hala bazı günler yanlış tuşlara basıyor veya ritmi hissedemiyorum. Bazen melodi tamamen akort dışı gibi geliyor. Çok şükür hastalarım bana karşı sabırlı.

    Sakinleşme [Quieting Down]

    Öncelikle ve en temelde, psikodinamik bir terapistin ihtiyaç duyduğu şekilde içten dinlemeyebilmek için içimizde sakin olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Bugün, burada, karşımızdaki insanla ona yardım edeceğimiz beklentisi ile oturmanın endişesini kontrol edebilmeyi öğrenmek pratik gerektiren bir durumdur.

    Acemi veya eğitimdeki bir terapist için bu, dürüst olalım, imkansız bir görevdir. Terapist rolünü üstlenmenin sebep olduğu kaygıyı hızla aşmanın bir yolu yoktur. Çokça “sandalyede [terapist koltuğunda] oturmayı” gerektirir. Başlangıçta, kendimizi izleriz. Gerçekten bu iş için uygun olup olmadığımızı merak ederiz. Gerçekten arkadaşlarımızın ve aile üyelerimizin söylediği kadar iyi olup olmadığımızı merak ederiz. Kendimizi seansta konuşurken duyarız. Bunun etkisini izleriz. Süpervizörümüzün ne söyleyeceğini, ne düşüneceğini, neyi fark edeceğini merak ederiz. Seansın iyi gittiğini görürüz (yah!), seansın bir yere varmadığını görürüz (huh?), seansın tamamen batmakta olduğunu görürüz (uh-oh…). Kendimizi yargılarız, an be an, seans seans. Bu, işkence dolu bir gelişim aşamasıdır ve kaçınılmazdır.

    Ancak, acıdan kaçınmaya eğilimli olduğumuz için, doğal olarak bunu atlatmaya çalışırız. Her şeyden önce, işimiz ifade edilen duygularla birlikte oturmak ve dinlemektir. Dinlemenin neden bu kadar etkili olduğunun nedenini ilerledikçe ele alacağım. Şimdi ön hazırlıklardan konuşacağız: “Terapist” rolüne girmek ve dinlemek, sadece dinlemek. Başlangıçta, sadece dinlemekten daha fazlasını isteriz. Özellikle yeni terapistler yardımcı olacak bir şey yapacaklarından emin olmak adına yazılı bir dil ve kesin sonuç verecek teknikler arama eğiliminde olurlar.

    Tecrübeli terapistler bile bazen sadece karşısındakini dinlemekle yetinmenin (ve onlarla birlikte olmanın) getirdiği kaygıyı (ve çoğu zaman çaresizliği) savuşturmak için bir şeyler yapmak isterler. Bu yaşadıkları kaygının birçok yüzü vardır. Odadaki duygunun orada bir süre kalması için zamana ihtiyaç duyduğunda, soru sorma şeklini alabilir. “Bunu veya şunu denemeyi hiç düşündünüz mü?” gibi değerli bir öneride bulunmak şeklinde olabilir. Odaya bir ağırlık çöktüğünde veya işler umutsuz hale geldiğinde yaygın bir Amerikan kültürü stratejisi olarak parlak tarafı veya komik tarafı işaret etme dürtüsü olabilir. Ancak anı hafifletmek, sorunları çözmek, bir şeyi düzeltmeye veya daha iyi hale getirmeye çalışmak, hastayı en büyük umutsuzluk noktasında, onları karanlıkta tamamen yalnız bırakabilir. Dinleme ve acının yolunu diğer kişiyle takip etme kapasitesi, zamanla geliştirilmesi gereken bir tolerans ve kas gücüdür.

    Bu yüzden, her şeyden önce, yeni ve tecrübeli terapistler olarak dinlemek için içsel olarak sakinleşmeliyiz. Bu da çok kolay bir iş değildir.

    An’a Gelmek [Get Present]

    Başka bir konu ise danışan için şimdi ve şu anda olmalıyız. Bu, belki de bu ana gelene kadar duygusal varlığımızı sıkıştıran günün saldırılarını silkeleyerek, alıcı bir zihin durumunda olmayı gerektirir. Elbette, başkasıyla birlikte terapiye oturmadan önce kendi hayatımızın streslerinden ve yaralarından geliyoruz. Bazen, paradoksal olarak, bunlar bizi daha hassas ve içsel olarak daha erişilebilir hale getirir. Kendi deneyimlerimde, hayatımda en büyük kayıpları yaşadığım zamanlarda, içsel olarak en açık olduğumu ve başkasının acısıyla birlikte olabilme kapasitemin en yüksek olduğunu gördüm.

    Ancak, tabii ki, bazen kendi sorunlarımız kaçınılmaz olarak araya girer. Bazı yaralar, işlev gösterebilmemizi engelleyecek kadar trajiktir. Bu, bir süre geri adım atmamız gereken zamanlardır. Ayrıca, içten acı çektiğimiz ama başkasıyla birlikte olmaya yetecek kadar iyi olduğumuz başka zamanlar da vardır.

    Şimdi anlatacaklarım sadece kedi severler için işe yarayacak, ama bu riski göze alacağım. Özellikle, 17 yaşındaki değerli kedim Bear’ı uyutmak zorunda kaldıktan sonraki gün terapi yapmayı hatırlıyorum. İçimde her yerde yakıcı bir acı vardı. Bu durum, birçok açıdan, beni o hafta boyunca tüm hastalarımla daha içten var etti. Sonra, içimdeki herhangi bir uyarı olmaksızın, kendisi de hayvanlara özel bir yakınlığı olan ve bir ay önce kedisini kaybeden bir hastamın yanında buldum kendimi. O gün, birlikte oturduğumuz anlarda, acısı tekrar içimde yankılanmaya başladı, beni içsel olarak dağıtıyordu. Dünyamı ve onun dünyasını aynı anda dengelemeye çalıştım ama sonunda savaşı kaybetmek üzere olduğumu fark ettim, bu yüzden aramızda havada asılı duran bu ağırlığı, neredeyse hiç yapmadığım bir şeyi, ona söylemem gerektiğine karar verdim, O, zaten bildiğini söyledi… (nasıl bilebilirdi ki?). Bu durum ikimizi de rahatlatmış oldu.

    Dinlemek – Bir Başlangıç ​​Noktası

    Buraya kadar tamam. Böylece, terapistlik yapma işine ve kendi duygularımıza rağmen ya da onların tam içinde var olma işine karar verdikten sonra, bu diğer kişiyi/danışanı dinlemenin karmaşık işine geçiyoruz. Sonuçta dinlemek için oradayız. Yaşam deneyimi ve profesyonel eğitim yoluyla, danışanlarımızın/hastalarımızın söylediklerinin içeriğine yakından dikkat etmeyi öğreniriz. Uyanık, orada ve ilgili olmak. Hatırlamak. Bizim işimiz onların hayatlarına, endişelerine, etraflarındaki onlar için önemli kişilere dair organize bir bakış açısı geliştirmektir. Bu, bazı insanlarla, onların bizimle etkileşim stillerine bağlı olarak  kolayken; bazılarında ise gerçekten hiç değildir. Ancak bu, terapist dışı etkileşimlerimiz yoluyla nispeten eğitildiğimiz bölümdür. Genellikle, insanlar bu alana iyi bir dinleyici oldukları için çekilirler.

    Şimdi, sıradan dinlemenin uyumlu dinlemeye dönüştüğü ve uydu anteninin devreye girdiği bir ayrım noktasından bahsetmek istiyorum. Karşımızdaki kişinin bize söylediklerini dinlerken, uyumlu bir dinleyici aynı anda tamamen farklı bir kanaldan daha dinler. İki kanalı aynı anda. Biri, hastamızın bizimle konuştuğu kanal, diğeri ise kullandıkları dilden bağımsız olarak yayınlanan, duygusal beyinlerinden bizimkine doğrudan gelen kanal.

    Uyumlu dinleme, hikayeyi dinlememizi ve aynı anda (genellikle öncelikli olarak) bu kişinin varlığında yaşadıklarımıza dikkat etmemizi gerektirir. Yani, karşımızdaki kişinin bize söylediklerine dikkat ederken, aynı zamanda kendimize, onun varlığında içimizde neler olduğuna da dikkat etmemiz gerekir. “Kaslarım gergin mi? Her yerim mi gergin? Sadece kollarımda mı gerginlik var? Hımmm. Endişeli miyim? (Bugün kendi hayatımla ilgili olaylar nedeniyle endişeli mi geldim? Yani, bu gerginlik bana mı ait?) Midem biraz karışık mı? Kalbim ağrıyor mu, hızlanıyor mu ya da çarpıyor mu? Nefes alışverişim nasıl? Normal mi? Sıkışık mı? Nasıl sıkışık? Nefessiz mi kalıyorum? Konuştukça nasıl değişiyor? Şu an ve önceki saat oda içinde hissettiklerim ne kadar  farklı?”

    Dün, bir danışma grubunda bir vaka sunulurken, grup üyelerine sunum yapan kişinin vaka hakkında konuşurken kendi bedenlerinde ve duygularında neler yaşadıklarını sorduk. Başka bir deyişle, o an için vaka içeriğini değil, dinleyicilerin deneyimlerini takip ediyorduk. Bir üye “Boğucu, sanki yeterince nefes alamıyorum” dedi. Bir diğeri “dengesizleştirici, sanki Pigpen’in (kendine ait bir toz bulutu içinde hareket eden Snoopy çizgi dizi karakteri) toz bulutunun içindeyim” dedi. İki üye de “dışlanmış, sanki bir şey geçilmezmiş gibi” dedi. Vakayı sunan terapist, bu hastanın yanında ve seansın özetini gruba aktarırken de aynı şekilde hissettiğini bize açıkladı. Bu duygulardan hiç bahsetmemişti, ancak grup, seansı bize yeniden yaşatırken onun hissettiği söze dökülmemiş duygusal deneyimi fark etmişti.

    Stereo

    Özetle, kendi bedenimizi ve duygularımızı bu şekilde dinlemek, bir yandan diğer kişinin deneyimini dinlerken kendi deneyimimizi taramak için içimizde bir “stereo” kanal açmak anlamına gelir. Elbette, dikkatimiz sözlü tarafa (kültürel olarak tercih edilen kanalımız) zayıf bir şekilde çekildiğinde veya odaklandığında bu imkansızdır. Ve eğer bir sonraki inanılmaz derecede bilge gözlemimizi veya müdahalemizi hazırlamakla meşgulsek, bu daha da imkansızdır.

    Peki, iki şeyi aynı anda nasıl dinleriz? Elbette bu kolay bir iş değildir. Aslında, çoklu görev yapmaya uygun değiliz. Bu anlarda gereken şey, dinleyici olarak biraz gevşememizdir; birinin söylediği sözleri veya anlattığı hikayeyi daha az dikkatle dinlememizdir. Tamamen değil, elbette. Ancak içimizde gidip gelebiliriz. Hikaye. İç kontrol. Hikaye. İç kontrol. Bugün bu kişiyle birlikteyken nasıl hissediyorum? Ne gibi geliyor?

    Özetle, kendi bedenimizi ve duygularımızı bu şekilde dinlemek, bir yandan diğer kişinin deneyimini dinlerken kendi deneyimimizi taramak için içimizde bir “stereo” kanal açmak anlamına gelir. Elbette, dikkatimiz sözlü (kültürel olarak tercih edilen kanalımız) tarafa çok keskin bir şekilde çekildiğinde veya odaklandığında bu imkansızdır. Ve eğer bir sonraki inanılmaz derecede bilge gözlemimizi veya müdahalemizi hazırlamakla meşgulsek, bu daha da imkansızdır.

    Peki, iki şeyi aynı anda nasıl dinleriz? Elbette, bu kolay bir iş değil. Aslında, çoklu görev için uygun değiliz. Bu anlarda gereken şey, dinleyici olarak biraz gevşememizdir; birinin söylediği sözleri veya anlattığı hikayeyi daha az dikkatle dinlememizdir. Tamamen değil, elbette. Ancak içimizde gidip gelebiliriz. Hikaye. İç kontrol. Hikaye. İç kontrol. Bugün bu kişiyle birlikteyken nasıl hissediyorum? Ne gibi geliyor? Bu, bir sonraki cevabımızı formüle etmeye çalışmayı bırakmamızı gerektirir (Winnicott’un deyişiyle, çok “zeki” olmaya çalışma çabasını bırakmamızı (Winnicott, 1968)). Bu, diğer sahnenin bu kısmını içine almamızı gerektirir -duygusal psike-soma’ları (Winnicott’un (1949) adlandırdığı gibi) bizim duygusal psike-somamızla iletişim kurarken, bizimle oldukları anın sözlü olmayan hikayesini anlatırken, ve daha sonra keşfedeceğimiz gibi, bu anın içinde olmanın onlar için ne hissettirdiğini anlatır.

    Bu size yeni gelebilir ya da düşünmeden bu şekilde dinlemeye alışmış olabilirsiniz. Ancak, karşınızdaki kişinin varlığında kendinize dikkat etmek, sezgilere aykırı görünse de, içten dinleme sanatının önemli bir parçasıdır. Biz insan maymunları, sürüdeki diğer maymunların deneyimlerini okuyabilmek için mükemmel bir şekilde donatılmışızdır. Hayatta kalmamız ve terapistler olarak uyumlanmamız da buna bağlıdır.

    Stereo Ekipmanı

    İleri düzey psikodinamik psikoterapi seminerimizde öğrencilere bu tür dinleme duygusunu kazandırmanın yollarından biri, her zaman benim için eğitmen olarak biraz risk toleransı gerektiren bir egzersizdir. Derste, öğrencilerden daha önce tanımadıkları biriyle eşleşmelerini istiyorum. Biri terapist, biri hasta olacak şekilde. (“Hasta” kelimesi, kelime anlamıyla “acı çeken kişi” anlamına gelir; “danışan” ise “ödeyen kişi” demektir. Buradan sonra “hasta” kelimesini tercih ettiğim ve psikodinamik ortamlarda  yaygın tabir olduğu için kullanacağım.) Görevleri, on haftalık dönem boyunca her hafta 50 dakikalık bir “terapi” seansı yapmaktır. İlk beş hafta boyunca, talimatlar “terapist”in 50 dakika boyunca tamamen sessizlik içinde “hasta”yı dinlemesidir.

    Tahmin edebileceğiniz gibi, bu her iki taraf için de son derece kaygı verici bir egzersizdi. Öğrenciler bir sonraki hafta derse, birlikte işlediğimiz çeşitli düşük düzey travma durumlarında geri dönerler. “Hastalar” zamanı kendi sözleriyle nasıl dolduracaklarını bilmedikleri, terapistler ise ne yapmaları gerektiğini bilmedikleri için kaygılıydılar.

    Sonra ikinci hafta, ardından üçüncü hafta geldi ve farklı bir şey olmaya başladı. “Hastalar”dan, kendi seslerini duymanın deneyiminden keyif almaya başladıklarını duymaya başladım. Ne düşündüklerini keşfediyorlardı. Söyleyecek bir şeyleri olduğunu fark ediyorlardı. Ne hissettiklerini anlıyorlardı. Ve “terapist”lerden, söyleyecek bir şey düşünmek zorunda kalmadıklarında, gerçekten hastalarını duymanın deneyimine dalabildiklerini duymaya başladım. Bana yazılı süreç notlarında, bedenlerinin odadaki duyguyu algıladığını ve hatta zihinlerinin içindeki içsel film ekranında anın duygusunu derinlemesine açıklayan sahneler ve imgeler görmeye başladıklarını rapor etmeye başladılar (bunun hakkında daha fazla bilgi daha sonra).

    Dahası, katılımcılar için oldukça şaşırtıcı bir şekilde, “hastalar” sessiz terapistleri tarafından içten dinlenmiş ve içten anlaşılmış hissediyorlardı. Başka bir deyişle, kelimelerin ötesinde, aralarındaki alanda bir şeyler iletiliyordu. O kadar ki, altıncı hafta geldiğinde terapistlerin biraz konuşmasına izin verdiğimde, çoğu (hem “hastalar” hem de “terapistler”) bunu istemediler. Sessizliğin içinde geliştirdikleri kutsal alan üzerinde terapistin iyi niyetli müdahalesini bile istememişlerdi.

    Geçen haftadan kısa bir hikaye anlatmak ve yazarken altındaki duyguları dinlemenizi sağlamak istiyorum. Mekan, Güney San Francisco’daki eski bir İrlanda pubında yapılan bir banjo/brass konseriydi. 20 kişilik grup, Gaziler Günü onuruna canlı ve karışık çalıyordu ve marşlar her bir hizmet dalından diğerine geçtikçe, o hizmet dalında görev yapmış grup üyeleri, hizmet dallarını simgeleyen şapkalarını takarak yerlerinde ayağa kalkıyorlardı -Sahil Güvenlik, Hava Kuvvetleri, Donanma, Deniz Piyadeleri, Ordu. Bu oldukça eğlenceli bir etkinlikti.

    Donanma marşının ilk notalarında, beyaz bir donanma şapkası takan ve banjo çalan Jack, ön sırada ayağa kalktı ve hızla “U.S.S. Midway” yazılı mavi bir şapkayla değiştirdi. Bu onun gemisiydi, anlamıştım. Birden kendimi, devasa geminin güvertesinde, deniz suyu ve denizci teriyle yıkanmış halde buldum, dizginlenmiş korku ve genç adam cesaretiyle köpüklü suların arasından geçen bir karışımı hissederek. Zihnimde, karşımda duran 70 yaşındaki Jack’in çok daha genç bir versiyonunu, o geminin güvertesinde, güneşte bronzlaşmış ve kaslı bir halde ve savaşın gelişigüzel kaprislerine teslim olmuş halde gördüm.  

    Birkaç dakika sonra grup Ordu marşına geçmişti ve uzak köşede Arnold adında 90 yaşlarında zayıf bir adam, kendisini ordu gazisi olarak gösteren yedek yeşil şapkayı takarak ortaya çıktı. Annemle babamın savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’nda savaştığını -gerçekten savaştığını- ve savaşın terörüne ve şiddetine gerçekten yakından şahit olduğunu anında anladım. Şarkıya tümüyle eşlik edemedim çünkü o anın duygusundan boğazım ağrıyordu. Onların hizmetlerinden, gururlarından ve bunun bu adamların her birine o zaman ve hatta şimdi ödediği görünmez kişisel maliyetten çok etkilendim. Gözlerim doldu ama o gece gözyaşlarının yüzümden aşağı akmasına izin vermedim.

    Bu -ne zaman, nerede ve nasıl hissetmememiz gerektiği- becerisini zaman içinde öğreniyoruz . İçimizden kopup gelen şeylere karşı kendimizi kapatmanın ne zaman, nerede ve nasıl olacağını öğreniyoruz. İçten dinlemek, kendimizi içeriden o anın duygusuna açmak demektir. Küçükken nasıl buna kapalı olacağımızı öğreniriz. Büyümenin, duygusal olarak bunaldığımızda gözyaşlarına kapılmamak için içsel olarak yeterince güçlü hale gelmek olduğunu öğreniriz. Bu, canımızı acıtan şeylere dikkat etmeme alışkanlığını geliştirmenin yolunu bulmak anlamına gelir.

    Deneyime Bağlı Duygusal Repertuarlarımız

    Bunların bir kısmı büyüme sürecinin doğasında bulunur; duygularımız dışarıdan uyumlu ve ilgili ebeveynlerimiz tarafından düzenlenirken kendi duygusal durumlarımızı düzenleme kapasitemizi giderek artırırız. Ancak ne yazık ki, birçoğumuz için bu durumun büyük bir kısmı, duygusal durumlarımızın kendi ebeveynlerimiz veya bakıcılarımız tarafından görmezden gelinmesi, geçersiz kılınması veya tanınmaması gibi şekillerde gerçekleşir. Eğer duygularımız dikkate alınmazsa, nörolojik düzeyde –deneyimlere bağlı olarak– dikkate almamayı öğreniriz. Bu kadar basit. Kendi duygusal yelpazemizde ve başkalarındaki tam bir duygu skalasına açık ve rahat olmayı öğreniriz, ya da öğrenmeyiz. Duygulara karşı dikkatli ve meraklı olmayı öğreniriz ve duyguların izini sürmeyi nasıl bileceğimizi öğreniriz, ya da öğrenmeyiz. Bazı duyguların kabul edilebilir olduğunu, bazılarının ise kabul edilebilir olmadığını çok erken öğreniriz. Bazı duyguların veya içsel durumların bizi yalnız bıraktığını, terk ettiğini, bazılarının tehlikeli olduğunu hatta saldırıya uğrattığını öğreniriz. Belki de duyguların veya içsel deneyimlerin içinde tutulduğunda daha güvenli olunduğunu, hatta tamamen silindiğinde daha da güvenli olunduğunu öğreniriz. Ayrıca aile içinde bazı insanların duygularının kabul edilebilir ve ifade edilebilir olduğunu, bazılarının ise kabul edilmediğini öğreniriz.

    Gelişimci Stanley Greenspan (1989), bazı bebeklerin sekiz aylıkken zaten kısıtlı bir duygusal repertuvar sergilediğini gözlemlemiştir. Bu kadar erken dönemde, ebeveynlerinin hangi yönlerine katlanabileceğini ve hangi kısımlarının bakıcılarını gergin, bunalmış, öfkeli veya bir şekilde yokluk haline getirdiğini zaten öğrenmişlerdir. Bu küçüklerden bazıları duygusallıklarını düzleştirir, dissosiyatif davranışlara girişir, daha az etkileşimli, daha az talepkar, daha az oyunbaz, daha az muhtaç, daha az öfkeli hale gelir. Sekiz ay içinde!

    Massachusetts Üniversitesi-Boston araştırmacılarından  Ed Tronick (Tronick ve diğerleri, 1975), “Sabit Yüz” deneyleri adını verdiği bir dizi deney aracılığıyla, bu duygusal düzleşme sürecinin bir çocukta zaman içinde nasıl meydana gelebileceğine dair mikroskobik bir görünüm sundu. Bunlarda anne-bebek çiftlerinden laboratuvara davet etti ve annelerden altı aylık çocuklarıyla bir süre mama sandalyelerinde oynamalarını istedi. Tronick’in kameraları, burada anlatacağım etkileşimleri kaydetti.

    Biz gözlemciler olarak, bebek ile anne arasında koreografisi mükemmel bir şekilde hazırlanmış bir dansa tanık olduk: Anne, bebeği gıdıklamak için neşeli yüzüyle içeri giriyor; bebek neşeyle bağırıyor. Anne, bebeğin nefesini düzenlemesine izin vermek için duruyor; bebek onu oyuna yeniden davet etmek için ağzı ve gözleriyle gülümsüyor. Tronick’in deneycileri daha sonra anneye hareketsiz bir yüz takınarak oyunu bırakması talimatını verdi; kızgın bir yüz değil, depresif bir yüz değil, sadece hareketsiz bir yüz. Daha sonra yaşananlar dikkat çekiciydi. Bebek onun ifadesini fark etti, gözle görülür bir şekilde bundan rahatsız oldu, bakışlarını kendi ellerine sabitleyerek birkaç saniye kendini sakinleştirmeye çalıştı ve sonra onu yeniden devreye sokmak için planlı bir hamle yaptı. Hareketsiz bir yüz sergilemeye devam ederse, görünüşte kopukluğa dayanamayan bebek, giderek parçalanmaya başladı -ilk önce küçük yüz şaşkınlığı ve fiziksel düzensizlik belirtileriyle- dil çıkarma, salya akıtma, hıçkırma; ardından tüm vücut düzensizliği; tüm vücudunda heyecan; ve son olarak sert, anlamlı bir ağlamaya dönüştü.

    Gözlemsel ve deneysel olarak bildiğimiz şey, ebeveynlerin bebeklerinin ve küçük çocuklarının duygularına verdikleri tekrarlanan duygusal tepkilerin, çocuğun duygusal repertuarının bazı kısımlarını seçici bir şekilde koruyabildiği ve diğer duyguları erişilemez veya korkutucu hale getirebildiğidir. Duygusal kapasitelerimizin beyin saplarımıza kadar olan gelişimi deneyime bağlıdır (Panksepp ve Biven, 2012). Üstelik onlarca yıldır süren bağlanma araştırmaları, bir ebeveynin çocuğun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarına uyum sağlama modelinin, bebeklerinde öngörülebilir duygusal tepki kalıpları “güvenli”, “kaçıngan”, “kararsız”, “düzensiz” gibi çocukluğa ve ötesine büyük bir tutarlılıkla ilerleyen (Waters ve ark., 2000) bağlanma stilleri oluşturduğunu anlamamıza yardımcı oldu. Bir ebeveyn çocuğun duygusal sinyallerine aldırış etmezse veya toksik tepkiler verirse, çocuğun çok esnek zihni/beyni, bakıcılarıyla ilişkili olarak kendi duygusal ifadesinin sonuçlarını öğrenir ve gerekli ayarlamaları yapar. Bunlar daha sonra çocuğun sonraki ilişkilerine aktardığı kalıplar haline gelir.

    Elbette genelde bu sürecin başımıza nasıl geldiğinden habersiz büyüyoruz ve kendimizi hep “şöyle” ya da “şöyle”ymiş gibi düşünme eğilimindeyiz; şu ya da bu şekilde her ne ise. Zaman zaman bir grup yüksek lisans öğrencisine, kaç kişinin yetişkinlikte öfke deneyimi yaşadığını sordum. Çoğunluğu kız olan yirmi beş öğrenciden yaklaşık on tanesi ellerini kaldıracak. Kaç kişinin bebekken veya yeni yürümeye başlayan çocukken sinirlendiğini düşündüğünü sorduğumda yirmi beş el kalkıyor. Bir sonraki soru (kolay bir adım) grubu şaşırtıyor: “Sizce öfkenize ne oldu?”

    Asıl Nokta

    İşte asıl nokta. Terapistler olarak başkalarının duygularını içten dinleme kapasitemize birçok şey engel olabilir. Biz kendimiz de duygusal repertuarları kısaltmış/kısıtlamış olabiliriz. Kendi duygusal geçmişleri nedeniyle ebeveynlerimizden biri veya her ikisi de bazı duygularımızla birlikte orada olamamış olabilir. Hastalarımızda tuhaf bir şekilde bazı durumlara uyum sağlayamadığımızı hissedebiliriz. Bazı durumlar, tıpkı donuk yüzlü annenin bebeğini terk etmesi gibi, hastayı bir anlığına duygusal olarak terk ederek içeride donup kalmamıza neden olabilir. Bazı durumlar bizi sorun çözme moduna iter, böylece hastanın duygularını bir kenara bırakıp sessizce “neden bunu denemiyorsun?” tarzına geçebiliriz. Bazı şeyler, (bizim farkına varmadığımız) bir dizi kaygılı sorgulamayı tetikleyebilir. Bu durum karmaşıktır çünkü zamanla bastırdıklarımızı kendimizde görmeyiz, dolayısıyla duygusal olarak hangi alanlarda gelişmemiş veya dolayısıyla hastalarımızın duygularına yeterince uyum sağlayamadığımızı bilemeyiz.

    Kendi içsel duygusal repertuarımızı bir piyano klavyesi gibi hayal ediyorum. İçimizde bazı tuşlar yapıştırılmış olabilir. Bazen bütün bir oktav eksik olabilir. Ancak kendi içimizdeki müziğin sesine alışırız ve mesela temel notalar eklenirse şarkının nasıl duyulacağını (ve ne kadar güzel olabileceğini) bilemeyiz.

    Repertuarın Genişletilmesi

    Bu yüzden psikoterapist olarak içten dinleme sanatını öğrenmek isteyenler olarak, kendimiz için uyumlu terapi alma deneyimini yaşamamız gerekiyor. Bu bağlamda başka bir insan, içimizdeki müziği dinleyebilir ve kendi duygusal klavyemizin yapıştırılmış tuşlarını yavaşça ve özenle çözmeye yardımcı olabilir. Bu genellikle acı verici bir süreçtir. Duygusal mirasımızın bazı kısımlarını kaybettiğimizi anlamak (ve bunun nasıl olduğunu anlamak); müziğimizin başından hem başkalarına hem de kendimize  ne kadar zayıf geldiğini fark etmek acı verir; çocukken kolayca ustalaşabildiğimiz şeyleri bir yetişkin olarak beceriksizce uygulamak acı verir. Ancak kimse bize uyumlanmadığı sürece başkasına uyumlanamayız. Kendimizde kapalı olanı başkasında açamayız.

    İçten/derin dinleme sanatı. Şimdi yeniden toparlamama izin verin. Bu bölümde, tüm vücudumuzdaki kayıtları ötekinin duygusal ve bedensel deneyimlerinin ön-duygusal parçalarını yakalamaya yardımcı olacak rezonatörler olarak kullanmaktan bahsettik. Daha sonra bu konu hakkında daha çok konuşacağız. Bunu nasıl yapacağımızdan bahsettik: dinlemenin kaygısından kendimizi sakinleştirerek ve kendi duygusal dünyamızda ve ötesinde var olarak. Kendi deneyimimizi tararken eş zamanlı olarak diğerinin deneyimini dinlemekten bahsettik. Ve terapistler olarak kendi deneyim-bağımlı duygusal gelişimimizle sınırlı olduğumuzun acı verici gerçeğine değindik ve kimsenin bize uyumlanmadığı durumlarda başkasına uyumlanamayacağımızdan (attuned) bahsettik.

    Şimdi bu bölümü bitirirken kendimi birkaç sayfa önce başladığım yerde, aklımda arkadaşım Gena’yla buluyorum. Gena, başkalarındaki duyguları derinlemesine ve tereddütsüzce dinlerdi. Bunu yapabilmesinin ve bu şekilde olabilmesinin nedeni, zamanla kendi duygularına açılma çalışmasını yapmış olmasıydı. İçten/derin dinleme sanatı. Gena bunu başarmıştı. İzleyen bölümlerde, bunun pratikte nasıl göründüğünü ve neler gerektirdiğini yavaş ve net bir şekilde anlatmaya çalışacağım.

    Ama öncelikli olarak bizi bunun bilimine, daha doğrusu psikodinamik psikoterapistler olarak yaptığımız işin sinir bilimine doğru ilerleteceğim. Bu bazıları için benim için olduğu kadar heyecan verici olacak! Bana göre sinir bilim, psikodinamik pratikte,  belli seviyelerde ruhani ve açıklanamaz görünebilecek hususlara meşruluk kazandırıyor.


    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

  • Edinilmiş Bir Sanat (1. Bölüm)

    Lisansüstü eğitim sırasında ilk danışanımla (randevu alan ve benimle bir saatlik psikoterapi için buluşacak olan ilk yetişkin danışanım) görevlendirildiğimde heyecanlanmıştım. Bu gerçek bir terapi olacaktı; bir lise öğretmeni veya ortaokul/lise danışmanı olarak yaptığım özel amaçlı okul danışmanlığı türü veya yüksek lisans derslerinde bir sınıf arkadaşımla eşleşip bir danışmanlık becerisi uyguladığım zaman yaptığım türden değildi . Bu gerçek bir anlaşmaydı. Gerçekten heyecanlanmıştım.

    Ancak bu fikrin gerçekliğe doğru kaçınılmaz bir şekilde yaklaşmasıyla birlikte, midemde belirsiz duygular hissetmeye başladım. Terapi seansımıza bir saatten az bir süre kalmışken, endişeden kendimi kaybettim. Lisansüstü Kariyer Gelişimi seminerinde otururken, yanımda oturan arkadaşım Pat’e bir not gönderdim. Pat, bizim doktora programımıza katılmadan önce deneyimli bir klinik sosyal hizmet uzmanıydı. “Ne yapmalıyım?” diye sordum endişeyle. Yüzlerce öğrenciyle birebir danışmanlık eğitimi almış ve kampüsteki  anksiyete bozuklukları ilgili bir çalışmaya katılmak isteyenlerle düzinelerce yapılandırılmış görüşme yapmış olmama rağmen o an gerçekten hiçbir fikrim yoktu. Programım bu noktada beni bir şekilde bu gerçek danışanı sadece 50 dakikalık bir terapi için görmeye hazır olarak görevlendirmişti. Pat eğildi ve fısıldadı, “Onu dinle… Sadece onu dinle. Ve sonunda ona, “Sana yardımcı olabileceğimi düşünüyorum” de. O senden daha gergin olacak.” Kendi kendime, bu mümkün değil, diye düşündüm.

    Tabii ki, o ilk danışanımla [client] görüştüm. Geçmişteki başarısız bir evlilik ve bunun mevcut ilişkisi üzerindeki etkisi hakkındaki hikayesini dinledim. Ona, yardımcı olabileceğimi düşündüğümü söyledim. Hatta onunla ikinci bir randevuda buluştuğumu hatırlıyorum. Bunun ötesinde, hafızam zayıflıyor, yoksa o geri mi dönmedi? Bu hikayeyi yazarken o zamanki endişelerim geri geliyor.

    Psikodinamik terapi sanatını [art] edinmek, korkutucu anlarla dolu, uzun ve zahmetli bir süreçtir: ilk zamanlar, anlaşılmaz kavramlar, değişemiyor gibi görünen insanlar, bir danışan veya hasta ile nasıl etkileşim kurduğumuz ile daha olgun bir terapistin nasıl davranacağının hayali arasındaki fark, onu daha anlamlı bir yola yönlendirme arzusu, bu yolun nerede olduğu ve oraya nasıl ulaşabileceğimiz üzerine düşünme.

    Bir noktada uygulamaya başlamak için hazır olduğumuz kabul edilir ve çoğumuz bu işi iyi yapacağımızı umarız çünkü öyle olacağını düşündük ya da umduk -zaten bu yüzden tüm zahmetlere ve eğitimlere katlandık. Ama sonra, hastayla [patient] birlikte odaya gireriz ve bazen, öğrendiğimizi ya da bildiğimizi düşündüğümüz her şeyin kapıdan çıkıp gittiğini hissederiz.

    Bu kitapta edinilmiş bir sanattan bahsetmeye çalışacağım. Edinilmiş [acquired], çünkü bu, sadece öğrenilen veya uygulanan bir şeyden daha fazlasıdır. Kendinizi bu sanatı içselleştirmek ve bildiklerinizi uygulamak için konumlandırdıkça yavaş yavaş size gelir. Ve sonra, zamanın kaçınılmaz bir özelliği vardır. Edinilmiş bir sanat uzun zaman alır, çünkü bu sanatın çeşitli karmaşıklıkları, onları arzu edilen özellikler olarak tanımlamak için bile içimizde bir şekilde hazır olmayı gerektirir.

    Edinilmiş bir sanat, uygulanmış bir sanattan ziyade, daha çok içselleştirilmiş bir durum gibidir. Öğretiliriz, okuruz, düşünürüz, meslektaşlarımızın sunumlarını dinleriz, yapmak istediğimiz şeyi yapabilen süpervizörleri belirleriz, onları taklit etmeye çalışırız. Ancak içimizde belirli bir hazır olma hali doğana kadar, dünyadaki tüm taklitler bizi bir adım bile ileri götürmez gibi görünür. Edinilmiş bir sanatın peşinde koşmaya devam etmek gerçekten bir inanç eylemi gerektirir.

    Bu kitap, psikodinamik psikoterapi adı verilen çok zor elde edilen ve anlaşılması güç bir sanata yöneliktir. Özellikle bu edinme sürecinin başlangıç aşamasına odaklanmaya çalışmaktadır, çünkü bu, en çok kaybolmuş, sahtekar, cesareti kırılmış ve yol boyunca duyduğumuz veya okuduğumuz hiçbir şeyden fayda sağlayamayacakmışız gibi hissettiğimiz zamandır. Yola devam ederiz, ancak dürüst olursak, çoğumuz için, zihnimizde gördüğümüz (veya hayal bile edemediğimiz) türden bir terapist olacağımıza dair derin bir şüphe duygusuyla devam ederiz.

    Sanırım bu, bir müzisyen olarak gerçekten ince bir dokunuş elde etmekten pek farklı değil. Güzellik nihayetinde ince detaylarda yatar, ancak kişi, bu ince detayların kaba taslaklarıyla uzun süre yaşamak zorundadır ve bir yazarın “aynı yönde uzun bir itaat” olarak adlandırdığı şeyle devam etmek zorundadır (Peterson, 1980). Mentorlarımız, arkadaşlarımız ve sonunda hastalarımız, kendi bilinmezliklerimizle başa çıkmamızı ve devam etmemizi sağlamak için yolda bize yeterince cesaret verirler. Benim için, terapist olarak kendi büyümemi sadece geriye dönük olarak gözlemledim, muhtemelen beş yıllık dönemler halinde. Dahası, ilk on yıl boyunca kendim için bir terapist olarak anlam ifade etmeye başlamadım. Gerçekten anlamadığım bir şeyde uzun süre kalmak (ve hatta bundan para kazanmak) gerçekten uzun bir süre. Ama işte bizim yolumuz da bu.

    O zaman mümkün olduğunca başlangıca yakın bir noktadan başlayacağım ve sadece bir şeyleri açıkça ifade ettiğimi hissettiğimde ileri gideceğim. Bu, bazen daha teknik veya teorik olan bazı bilgileri vermem anlamına gelebilir, ama yine de takipte kalmanızı rica ederim. Temeller hiçbir zaman çekici olmaz, ama bütün evin geri kalanı onlara bağlıdır. O halde başlangıca dönelim.

    Neyin sanatı?

    Neyin sanatı? Danışan veya hastayla “oturduğumuzda” veya “dinlediğimizde” ne yapmaya veya ne olmasını sağlamaya çalışmalıyız? Şimdi, bu kişiyle, bu odada, ne? Süreç nedir? Ve en önemlisi, amaç nedir? Cevap tamamen duruma bağlıdır. Bu gerçekten tatmin edici bir cevap değil, ama aslında duruma bağlıdır. Nereye gittiğimize bağlıdır. Psikoterapistler olarak ana aracımızın başka birini dinlemek olduğu doğru olabilir, ancak nereye gittiğimizi ve dinlemenin ne başardığını gösterecek bir pusulamız olmadan, bu iç lastikle okyanusun ortasında yüzmek gibi hissedebiliriz: çok soğuk, çok amaçsız, sonunda bizi hiçbir yere götürmüyor ve kesinlikle yapılmaya değer bir şey değil!

    O halde birkaç dakika geri çekilip dinlemenin amaçlanan hedefinin ne olduğunu veya olabileceğini düşünelim, sonra bunun sürecini (ve amacını) konuşabiliriz.

    Amaç nedir?

    Psikoterapinin amacı, en geniş anlamıyla düşünüldüğünde, insan acısını hafifletmeye veya insanın büyümesini teşvik etmeye yönelik olabilir (çoğu terapi her ikisini de yapar olsa da). Genel olarak, insanları başlangıçta bir terapiste götüren şey, genellikle ilk olarak bu acı çeken taraftır. Bu acı çeken taraf, yeni terapistlerin birçoğu için bir sürpriz ve şok olabilir. Bu, hayal ettiklerinden farklıdır.

    Belki de gençken arkadaşlarımızın, annelerimizin veya babalarımızın güvenilir dostuyduk. İnsanlar bize sorunlarıyla, sırlarıyla geldi. İyi bir dinleyici olduğumuzu öğrendik ve onlar da bizimle güvende hissetti. Bize açıldılar. Bu bizi iyi hissettirdi. Ne düşündüğümüzü bilgece tavsiye olarak sunduk. Bu iyi hissettirdi. Becerimiz için değer gördük ve bunu yapmaktan keyif aldık. İyi bir plan yaptık ve bu başarılı işimiz için para almak istediğimize karar verdik.

    Ancak profesyonel psikoterapi uygulamasına başladığımızda çoğumuz, arkadaşlarımız ve akrabalarımızla olan deneyimlerimizin kapsamının veya ciddiyetinin çok ötesinde insani acılarla karşılaşırız. Bir terapistin muayenehanesinde ortaya çıkan acıların kapsamı çok büyüktür; yeni bir terapist için (ve bazen eski bir terapist için) bu çok zorlayıcıdır. Bu acı, birçok farklı şekilde ortaya çıkabilir: bir konuda sınırlı olabilir (örneğin, okul diplomasını tamamlayamama veya kilo verme isteği), genel olabilir (“Hayatımın anlamını kaybettiğimi hissediyorum”), duygulara odaklanabilir (üzüntü, suçluluk, öfke, iğrenme, korku, utanç, keder vb.), hatta pozitif veya düzensiz duygulara (örneğin, aşırı mutluluk ve heyecanla ani harcama yapma) veya davranışlara (evin kapılarını yedi kez kontrol etme gereği, ya da ikinci çocuğa karşı öfke patlaması yaşama) odaklanabilir. Sorun, kişisel veya kişiler arası olabilir (örneğin, depresyon, anksiyete, güven sorunları, iş yerinde nefret hissi), geçmişe, şu an veya geleceğe odaklanabilir. Liste sonsuzdur.

    Verdiğim örnekler burada oldukça temizlenmiş durumda olabilir, ki şimdiye kadar muhtemelen bunu biliyorsunuzdur. Gördüğümüz ve dinlediğimiz bazı şeyler kalpleri parçalayacak kadar acı verici olabilir -psikotikleşmeye başlayan ergenler, sesler duyan ve yatak odalarını alüminyum folyo ile kaplayanlar; bir ebeveynin sevdiği evcil hayvanını öldürerek onu cezalandırmaya çalışan ergen çocuklar. Durup düşündüğümüzde, insanların danışma odamıza [counseling room] getirdiği acı, beklentimizin çok ötesinde olabilir ve genellikle bizim için derin travma yaratabilir. Birçok anında yardım edebileceğimiz beklentisi tamamen sınırlarımızın ötesinde olabilir.

    Bazı terapiler sadece bu acının hafifletilmesine odaklanır. Bu kesinlikle oldukça büyük bir görev gibi görünüyor! Ancak diğer terapiler (örneğin, psikodinamik spektrum) bu hedefin ötesine geçer ve insanların içsel yaşam potansiyeline odaklanır, acı noktalarının ötesinde ve altında yatan potansiyele odaklanır. Bu odak, semptomun kendisinden ziyade semptomu taşıyan kişinin kendisine yönelir.  Bu, acının göz ardı edildiği anlamına gelmez, ancak bu acının kişinin kişiliği ve geçmişiyle ilişkilendirilerek değerlendirilmesine olanak tanır.

    Size bunun nasıl görünebileceğine dair bir örnek vereyim. Birkaç yıl önce genç bir adam, karısının onun babaları olarak çocuklarıyla olan ilişkisinin zayıfladığından, kontrolü kaybettiğinden endişe duyduğu için bana geldi. Kendisi bundan “acı çektiğini” hissetmese de ailenin geri kalanı öyleydi. Ve bu konu yüzünden evliliğini ve ailesini kaybetme riskiyle karşı karşıyaydı. Terapist olarak görevim sistemdeki acıyı hafifletmeye yardımcı olmaktı.

    Ancak bu genç adamı birkaç seans boyunca dinlediğimde, beni etkileyen şey geneldeki kaybolmuşluğuydu. Sadece çocuklarıyla belirli anlarda değil, genel yaşamında da bir kaybolmuşluk içinde gibi görünüyordu. Bana karşı mekanik gibi görünüyordu -itaatkar, solgun, rutinleşmiş, monoton, depresif- insanı en insan yapan, kişisel spontanite ve canlılığın sıcak ışıltısını kaybetmişti.

    Bu adamın kaybolmuşluğunu deneyimledikçe, terapinin odağı, onun çocuklarıyla olan ilişkisini “kaybetmesi” şeklindeki sınırlı semptomdan, bir insan olarak kendi hayatını daha dolu bir şekilde yaşaması şeklindeki daha genel hedefine kaydı. Çalışma, onun kaybolmuşluğunu anlama çabası içeriyordu: bu nasıl ve neden ortaya çıktı, çocuklarıyla, eşiyle, kendisiyle ve benimle geçirdiği zamanlarda neler hissettiği (duygusal ve fiziksel olarak); bu konuları benimle konuşmanın onda ne tür duygular uyandırdığı vb.

    Zamanla, çocuklarıyla ilişkisinde kaybolmuşluk durumu azaldı. Ancak, bu kadar önemli olmasına rağmen, terapi sadece bu “ortaya çıkan” belirtiden ibaret değildi. Terapinin sonunda, bu genç adam tüm bu bağlamlarda çok daha fazla var olabilme ve kendisini kendi hayatından kaybolacak kadar kendinden uzaklaştıran güçleri anlama becerisine sahip olmuştu. (Böyle bir terapinin nasıl ve ne olduğuna ilerleyen bölümlerde değineceğiz.)

    Farklı Hedefler: Farklı Görünümler

    Açık olmak gerekirse, okulda öğrendiğimiz terapiler -davranışçı terapilerden psikodinamik terapilere kadar- hepsinde ortak olan bir tema var: bir kişide bir şeyleri değiştirme çabası. Ve burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki, teorik yöneliminiz ne olursa olsun, bir insanın üzerinde bir şeyleri değiştirmek, kendi başına oldukça yüce bir amaçtır. Biz insanlar duygusal olarak tanıdığımıza bağımlıyız. Fiziksel büyüme ve yaşlanma sürecimize bağlı olarak sürekli bir değişim içinde olsak da, tanıdık olanın gücüyle derin bağlar kurarız ve ondan huzur buluruz. Dolayısıyla istemesek de, genellikle değişime (daha iyi bile olsa) karşı direniriz ve bu direnç, fanatizme sınırı olan bir kararlılıkla (ve bilinçdışına doğru sürüklenerek) ortaya çıkar.

    Ancak çeşitli terapilerin ortak paylaştıklarının ötesinde, onların görüş ve hissiyatı önemli ölçüde farklılık gösterir. Bazıları daha çok semptoma yöneliktir, zaman sınırlıdır ve odaklanmıştır ve genellikle terapist açısından oldukça aktif bir duruş sergiler (burada davranışsal ve bilişsel davranışçı terapileri düşünün). Bazı terapiler ise daha çok hastanın veya danışanın genel kişisel gelişimine odaklanır, daha uzun vadeli ve çok odaklı olma eğilimindedir ve genellikle terapistin daha yönlendirilmemiş bir tarzı vardır (burada psikodinamik psikoterapiler, Rogerian, Gestalt, Jungçu ve Varoluşçu terapi gibilerini düşünebilirsiniz).

    Terapi süreci, en azından teorik olarak, hedeften yola çıkmalıdır. Tam da bu nedenle farklı terapi “okulları” üzerinde çalışıyoruz; çünkü a) sorunu tanımlamanın ve b) psikoterapide çözüme ulaşmanın meşru olarak farklı yolları vardır. (Tabii ki, amacı sadece herhangi bir terapiste gitmek olan bir danışan için bu bir sorun oluşturur. Bu çeşitli teorik nüanslar, sevdiklerini kaybeden veya anksiyete ile başa çıkmakta zorlanan, obezite ile mücadele etmek isteyen veya çocuklarına nasıl davrandıkları konusunda endişe duyan biri için hiçbir fark yaratmaz ve hatta görünmezdir.) Ancak bu klinik uygulamanın kullanıcı tarafındaki bariz eksikliğini bir yana bırakırsak, biz uygulayıcılar teorik olarak kendimizi nasıl yönlendirirsek, iç lastiğimizle hangi hızda ve hangi sahile doğru yüzeceğimiz belirlenecektir.

    Sonuçta bu kitap psikodinamik süreç ve teknikle ilgili bir kitap olduğundan, geri kalan bölümlerde buna odaklanacağız. Ancak diğer terapötik yaklaşımların meşruiyetini anlamak, diğer terapileri göz ardı etmek yerine onlara saygı duymamıza ve belirli bir danışan veya hasta için neyin uygun olabileceğini bilmemize yardımcı olur. O halde, psikoterapi yelpazesindeki birkaç ana nokta hakkında konuşayım çünkü bu spektrumda nerede konumlandığımız, bir psikoterapist olarak neyi hedefleyeceğimizi ve neyi yapacağımızı belirler.

    Semptom Odaklı Tedaviler

    Terapi yelpazesinin bir ucunda davranışsal terapiler bulunur. Bir bebeğe tuvalet eğitimi verdiyseniz ya da bir köpek yavrusunu “doğru” davranış için ödüllendirdiyseniz, muhtemelen farkında olmadan davranış terapisi tekniklerini kullanmışsınızdır.

    Davranışsal terapiler, sigarayı bırakmak veya davranışsal uyumu bir şekilde artırmak gibi hedeflenen bir davranışı değiştirmeyi amaçlar. Bir insana ya da genel olarak memelilere (hayvanseverler bunu sezgisel olarak yapar) dair görülebilen hemen hemen her şey, farklı davranışsal varlıklara bölünebilir. Dolayısıyla davranışsal terapilerin sanatı ve dehası bu alt bölümlere ayıran ve fetheden analizde yatmaktadır. Genellikle, ne kadar belirsiz bir şikayet olursa, davranışçı terapist o kadar hedefin daraltılmasıyla daha büyük veya belirsiz hedefin yerine geçecek bir şey kullanmalıdır.

    Davranışsal terapiler hedefledikleri şey açısından güçlüdür: ayrık davranış değişikliği. Güney Kaliforniya’daki zorbalığa ve orta okul öğrencilerine yönelik okullarda kurduğumuz bir grup programında bu terapilerin gücünü deneyimledik. Öğretmenlerin belirlediği yirmi beş “en zorba” çocuğu haftada bir saat okulda topladık. Onları geniş bir daireye oturttuk ve onlara olumlu (assertive), zorbalık (bullying) ve pasif (doormat) davranışları öğretmek için çoğunluk öğrenci katılımlı bir program kullandık. Grup süresi boyunca çocukları gözlemledik ve gruptaki tanımlanabilir davranışlarına yanıt olarak aralarında beyaz (assertive, olumlu), kırmızı (agresif, zorba) ve mavi (pasif) poker fişleri dağıttık. Çipler pozitif ve negatif değerlere sahipti. Ayrıca öğretmenlere, kullanım talimatlarını içeren sınırlı sayıda beyaz çip verdik. Çipler her oturumun sonunda mutabakata varılarak ve öğrenciler için önemli bir takım hedeflerde kullanılacaktı öğle yemeğinde yemek kuyruğunun önüne geçmek veya kafeteryada dondurmalarla takas etmek gibi. Çok geçmeden gençler oyunu anladılar ve grup içinde ve dışında uygun şekilde olumlu davranışlar göstermeye başladılar. Yıl sonuna gelindiğinde, bu “Sosyal Davranış Grubu” öğrenciler arasında oldukça iyi bir statüye ulaştı ve öğretmenler, grup üyelerinde meydana gelen olumlu değişiklikler karşısında şaşkına döndü.

    Burada davranışçılıkla ilgili yaygın bir yanlış anlamaya hızlı bir şekilde değinmek istiyorum. Davranışçılık ceza vermekle ilgili değildir. Öğretmenlere sadece beyaz (ödül) çipleri vermemizin bir nedeni vardı. Ebeveynler ve öğretmenler genellikle çocukların hatalarını cezalandırmaya yönelik naif bir yaklaşım sergilerler. Ceza, ev hapsi, internet ayrıcalıklarının kaybı, sevdiği tatlının kesilmesi, sokağa çıkma saatlerinde değişiklik, gezi iptali vb. gibi bunlar sayısız ancak tamamen iyi niyetlidir. Bu karmaşada gözden kaçan şey, pozitif pekiştirmenin (beyaz çipler) göreceli gücü ile dar ve uyarana bağlı cezanın göreceli etkisizliğidir.

    Örneğin,  otoyolda en son ne zaman hız yaptınız? Görünürde polis olmadığında, değil mi? Yani, ceza tehdidi hız yapma davranışınızı gerçekten ortadan kaldırmadı. Ceza tehdidinin (yol kenarındaki polis arabası) istenen etkiyi yaratabilmesi için mevcut ve yakın olması gerekiyordu. Sürekli gözetim olmadığında, hepimiz sistemi kandırırız. Ceza aldığımızda bile, çok geçmeden eski gözetim odaklı hız yapma davranışlarımıza geri döneriz. Neden? Çünkü ceza, cezalandıranın davranışı yakalamasını gerektirir. Öyleyse şunu anlayın! Yakalanmadığımız tüm anlar, hız yapma davranışlarımızı olumlu bir şekilde pekiştirmek için (özgürlük hissi, hız ihtiyacımız ve bununla başa çıkmamızla) işlev görür. Bu yüzden hepimiz—yani çoğumuz—hız yaparız. Sistem bize bunu öğretti.

    Şimdi, pozitif pekiştiricinin gücünü düşünün. Diyelim ki sigorta şirketiniz, arabanızda (henüz icat edilmemiş) bir GPS hız monitörü geliştirdi ve hız sınırında veya altında sürüş yaptığınız süreye göre aylık olarak sigorta priminizden doğrudan bir yüzde iadesi yaptı. Tamamen farklı bir motivasyon sistemi. Hız sınırında kalmak size değerli bir şey kazandırırdı. Bu konuda yapılan araştırmalar sağlam ve tartışmasızdır. Ödüller davranışı değiştirir; cezalar gözetim davranışı yaratır.

    Bilişsel Davranışçı Terapiler (BDT)

    Tamam. Tamamen davranışsal terapilerin bir adım ötesinde, bilişsel-davranışçı yaklaşımlar (CBT) yer almaktadır. Bu terapiler, managed-care environment (Hasta ile doktor arasında bir sağlık kuruluşu veya sağlık sigorta kurumunun ilişkileri belirlediği bakım sistemi)   ortamında tercih edilen tür haline gelmiştir. BDT ekollerı, salt davranışsal terapilerden farklı olarak, düşünme sürecinin önemli rolünü davranış değişikliğini başarmada bir yardımcı olarak kullanırlar. Örneğin, genel olarak kamuya açık yerlerde veya köprülerde, stadyumlarda, restoranlarda veya uçaklarda panik atak ve fobi geliştirmiş birini ele alalım. Bu yerlerdeki münferit panik vakaları, bunlardan daha genelleştirilmiş ve hayatı kısıtlayıcı bir şekilde kaçınmaya yol açabilir ve bazen “agorafobi” dediğimiz duruma kadar ilerleyebilir. Bu tür kaygı temelli bozukluklar ailelerde, kariyerlerde ve yaşam hedeflerinde büyük yıkıma neden olabilir. Bir keresinde, sekiz yıldır kendi yatak odasından dışarı çıkmamış (kliniğimize gelmek için aldığı ilaçların etkisi dışında) çok iyi eğitimli ve iyi konuşan bir kadınla görüşme yapmıştım.

    Bilişsel davranışçı terapi (BDT) aracılığıyla, danışan bir terapist tarafından korkulan davranışa yavaşça katılmaya teşvik edilebilir. Bu süreçte, kişi hem korkulan nesneye/davranışa doğru ilerler hem de zihin ve bedeninde oluşan düşünce ve duygulara (biliş) dikkat eder. Terapistin desteğiyle, danışan hedef davranışı sürdürüp devam ettiren düşünce yapısını anlamak ve sorgulamak için zihnini kullanmaya yardımcı olabilir.

    Stanford Anksiyete Bozuklukları Kliniği’nde, daha önce evlerine hapsolmuş ya da benzer şekilde kısıtlanmış danışanlara, kademeli olarak adım adım, Nordstrom’un (Amerikan lüks markaların satıldığı alışveriş merkezi)  içinde dolaşma özgürlüğüne (kelimenin tam anlamıyla dolaşma özgürlüğü) kaçmak zorunda kalmadan ulaşmaları için bu güçlü teknik setini kullandık (kliniğimiz Nordstrom otoparkının bitişiğindeydi). Bu, inanılmaz derecede etkili bir terapi şekliydi ve hayatlarında kaybettikleri hareket özgürlüğünü yavaş yavaş geri kazanabilen hastalar için bilişsel davranışçı terapinin teknikleri, onlar ve aileleri için paha biçilmez bir armağan olmuştur.

    Bu terapi, daha psikodinamik psikoterapiler uygulayan terapistler tarafından genellikle çok kısa vadeli ve yalnızca semptomlara odaklanmış olduğu için eleştirilir. Ancak, BDT teknikleriyle belirli bir bozukluğun korkunç pençesinden kurtulmuş olanlar bu eleştirilerin bir parçası değildir. Önemli olan, hedefin süreci belirlediğini akılda tutmaktır. Eğer belirli bir semptomdan kurtulma (acı hafifletme) temel hedefse, davranışçı ve bilişsel davranışçı terapiler güçlü araçlar olabilir. Bu, BDT’nin managed care şirketleri (Hasta ile doktor arasında bir sağlık kuruluşu veya sağlık sigorta kurumunun ilişkileri belirlediği bakım sistemi)  arasında neden bu kadar popüler olduğunu açıklar: genellikle semptoma odaklanır, kısa sürelidir, işe yarar ve profesyonel olmayanların bile okuyup anlayabileceği terapötik hedefler ve ilerleme raporları şeklinde ifade edilebilir.

    Kişisel Gelişim / “Semptom-ötesi” / Psikodinamik Terapiler

    Ancak birçok kişi terapiste geldiklerinde belirli bir semptoma odaklanmış değildir. Rahatsızlıkları daha dağınıktır. Daha genel olarak, hayatlarının bir şekilde kendileri için işlemediğini ya da kesinlikle optimize edilmediğini hissettikleri için terapi arayışındadırlar. Bazıları belirli bir şikayetle gelir, ancak bu şikayet çok daha geniş bir memnuniyetsizlik ve işlevsizlik matrisi içinde gömülüdür. Bazıları bir veya daha fazla kısa süreli terapi deneyimlemiş, ancak kendilerini daha fazlasını isteme ve ihtiyaç duyma noktasında bulmuşlardır. Deneyimlerime göre, birçok kişi terapide ilk seansa belirli bir konuyla gelir—”Ergenlik çağındaki kızımla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum,” “Partnerimle çok fazla çatışma yaşıyorum ve evlilikte kalıp kalmamam gerektiğinden emin değilim,” “Oğlumun ölümünden sonra yaşanmaya değer hiçbir hayatım yok gibi görünüyor.” Ancak bir düzeyde, terapi arayışında olmalarının nedeni, bir semptomlarının olmasından ya da semptomun onları ele geçirmesinden ziyade, kendilerinin endişe odağı olduklarının farkına varmış olmalarıdır. Hayatlarında kendileri için ve kendilerinden daha fazlasını istemektedirler. Bu, psikodinamik veya derinlik odaklı psikoterapilerin alanıdır. Bu alan yüce, heyecan verici ve çok insani bir alandır. Ancak bu alan, daha çok davranışsal terapilerden farklı olarak daha fazla pratik ve varoluşsal soruları beraberinde getirir. Örneğin, terapistler olarak böylesine geniş, tanımsız ve pek çok durumda kişilik, kişisel geçmiş ve kişilerarası tarzla derinden köklü bir şekilde bağlantılı olan bir hedefi nasıl ele almaya başlarız? Ve terapötik başarı nasıl görünür? Ve hangi insanın bu döneminde neyin sağlıklı veya optimum olduğunu kim tanımlar? Ve insanın en iyi duruma gelmesi gibi yüce bir hedefi takip etmekte bizlere hangi yetkiyi veya inancı verir? Sanatımız ve uygulamamız derin insan değişimine yönelik bu yüce görev için yeterli midir?

    Öğrencilerden sıklıkla duyduğum bir konu, birkaç yıl boyunca bir terapistle çalıştıklarını ancak kendi içlerinde veya yaşamlarında herhangi belirgin bir değişiklik hissetmediklerini paylaşmalarıdır. Kişisel destek ve duygusal bir destek olarak bir terapistle konuşmaktan keyif alırlar, ancak kendilerini veya ilişkilerini deneyimleme şekillerinde gerçek değişimler hissetmezler. Dolayısıyla diğer endişelerin ötesinde, derin psikolojik büyümeyi etkileyen uzun süreli terapi ile etkilemeyen terapi arasındaki farkı ne belirler? Bu, genellikle terapistlerin eğitiminde yeterince açıklığa kavuşturulmayan, büyük sorulardır. Özellikle psikodinamik alanında çalıştıklarını iddia edenler için bile, bu soruların temel varsayımları ve yönlendirici ekseni genellikle belirsizdir. Eğitim tarafında, genellikle gerçekte ne yapmaya çalıştığımızı düşünmeden hemen terapi tekniklerine yöneliriz. 

    Carl Jung bu büyük sorular konusunda olağanüstü açık fikirliydi. Jung, ruhun evrimini terapinin nihai amacı olarak görüyordu – semptomların hafifletilmesinden çok daha büyük bir hedef. Jung’a göre bu, insanın potansiyellerinin tam olarak gerçekleştirilmesi anlamına geliyordu; hem bilinçli hem de bilinçdışı (Jung’un dilinde “gölge” olarak adlandırılmıştır) bu yönlerin bu ilerlemeye engel olmasıyla ilgili dikkat gerektiriyordu. Jung ayrıca, her bireyin kendi içinde kişisel bir büyüme yönelimine sahip olduğuna inanıyordu ve terapistin görevinin, hastadaki bu eğilimi takip etmek olduğunu düşünüyordu (Jung, 1955). Jung elbette uzun vadeli terapötik çalışmanın merkezi hakkında bu görüşlere sahip olan tek klinik yazar değil, ancak bunu açık ve sarsılmaz bir dilde yapması oldukça yardımcı olmuştur. Derinlik odaklı psikoterapiyi uygulayanlar olarak, genellikle belirli “gerçekleri” kendiliğinden açık olarak kabul ederiz. Ancak uzun vadeli çalışma yapmak, adlandırılması gereken bir dizi varsayımı gerektirir ve bu varsayımların adlandırılması önemlidir. Yeni başlayanlar için bu varsayımlar; insanlar değişebilir, bir insan başka bir insanın potansiyelini farketmesine yardımcı olabilir, bu aşamada konuşma tedavisi araç olarak kullanılabilir, ve insanlar, psikoterapideki konuşmaları başarılı bir şekilde yönlendirebilecek bir büyüme eğilimini kendi içlerinde barındırırlar. Psikodinamik ve ilgili disiplinlerdeki yazarlar ve düşünürlerin özenle açıkladığı süreç, güçlü bir şekilde varsayımlara dayanır.  Bu varsayımların olmadığı durumlarda, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bir psikoterapist çaresizce birçok “yararlı” müdahale arasında kaybolabilir ve anlamlı psikolojik değişim açısından çok az mesafe kat edebilir.

    Biz Nereye Gidiyoruz?

    İlerleyen sayfalarda birlikte yapacağımız yolculukla, bu varsayımlara dayanacak ancak bu eğilimler açıkça ifade edilecek ve bu sürecin içinde yer alan insanları kökten yeniden şekillendirebilecek bir sürecin nasıl kolaylaştırıldığını anlamaya çalışacak. Kısa süreli terapilerin doğru şekilde yapıldığında işe yarayabileceği gibi, uzun süreli terapiler de uygun eğitim, disiplin ve ruhla yapıldığında insan “psişe”sinin (Yunanca’da “ruh” anlamına gelir) en derin seviyelerinde değişiklik ve yeni bir yaşam getirebilir. Önümüzdeki sayfalarda, bu yolculuğun başlangıcında bizi aydınlatmayı umuyorum, ki bu ilk adımlarla dinlemenin ne anlama geldiğini yeniden tanımlayacak. İşte başlıyoruz.

    Birlikte yapacağımız bu yolculuk, önümüzdeki sayfalarda bahsedeceğimiz aynı temel varsayımlara dayanacak. Bu varsayımlar açıkça belirtilip, bu sürecin nasıl içsel olarak insanları derinden yeniden şekillendirebileceği anlaşılmaya çalışılacak.

    Ancak başlamadan önce terimleri kısaca açıklamak istiyorum. Bu kitap boyunca “psikodinamik” terimini kullanacağım. Bu terim, terapi çalışmalarında bilinçdışının varlığı ve terapinin işinde transfere (ve dirence) öncelik tanıyan terapilerin geniş yelpazesini kapsayan en geniş şemsiye terim olarak kullanılmaktadır. Oturum sıklığı, terapinin uzunluğu, kanepe kullanımı, ilişkisel derecelendirme ve resmi enstitü tabanlı eğitim gerekliliği gibi konular, bazen psikodinamik çalışmanın bu alt kümelerinin sınırlarını tanımlamak için kullanılan belirli yönlerdir. Ancak bu çalışma içinde “psikodinamik” terimi, tüm bu varyasyonları kapsayıcı olarak kullanılacaktır.


    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

  • Temel Psikodinamik Psikoterapi: Edinilmiş Bir Sanat (Kitap)

    “Doğrudan konuya gireceğim: Bu, psikanalitik psikoterapi uygulamasına şimdiye kadar okuduğum en iyi giriş kitabı. Pek çok giriş metni var, ancak okuduklarımdan hiçbiri okuyucuya psikanalitik psikoterapist olma gibi zorlu bir işte yardımcı olma sürecinde bu düzeyde bir yakınlığa ulaşamadı. Kitabın kenarlarındaki karalamalarım, Quatman’ın tartıştığı fikirlerin derinlemesine anlaşılmasına ve onun kendi klinik deneyimlerine ilişkin açıklamalarında yansıtılan zeka ve şefkate bir yanıttır, ancak kitabı okumayı bitirdikten sonra fark ettim ki, en önemlisi her sayfada yer alan gösterişsiz, bilinçli olmayan bilgeliğe hayranlık ve takdirle bakıyorum. Dr. Quatman’ın kitabından alıntı yapacak olursak, kendisi her şeyden önce okuyucunun psikoterapist olmaya yönelik bir “varoluş biçimi”, “belirli bir hazırlık” kazanmasına yardımcı olmakla ilgileniyor. “Düşünmek için durduğumuzda” bir şeyin ne anlama geldiğinden bahsediyor; söylenmesi yapmaktan çok daha kolay. Ve belki de benim için en şaşırtıcı olanı, kitabın “neşeyle” dolu olması; en önemli şey hakkında konuşmaktan duyulan haz duygusu: her hastanın en temelde istediği ve ihtiyaç duyduğu şey konusunda birine nasıl yardım edileceği: “Yaşamlarında, kendilerinden ve kendileri için daha fazlasını istiyorlar.” Bu aynı zamanda her psikoterapistin terapist olarak hayatlarında en çok istediği ve ihtiyaç duyduğu şeydir ve Dr. Quatman’ın kitabının tam ve derinlemesine sağlamayı başardığı da budur. Bu kitabı okumanın keyfinin bir başka kaynağı -temel kaynağı- yazının kendisidir. Tekrar ediyorum, insanın bu olağanüstü eseri okuyup yeniden okurken karşılaştığı ve birlikte vakit geçirmeyi sabırsızlıkla beklediği resmi olmayan, son derece kişisel ama hiçbir zaman aşırı şekerli olmayan bir yaklaşımla yazılmış bir giriş metni okumadım.”

    —Thomas H. Ogden, MD

    Temel Psikodinamik Psikoterapi: Edinilmiş Bir Sanat  geniş bir okuyucu kitlesi için güncel psikodinamik teori ve pratiğinde temel, erişilebilir bir zemin sağlar. Eğitim alanlar için, sadece teorik eğitimden klinik pratiğin keşfedilmemiş alanlarına geçiş yapmalarına yardımcı olacak çok faydalı bir araç seti sunar. Daha deneyimli terapistler ve psikodinamik terapideki anlayışlarını derinleştirmek isteyenler için kavramsal netlik sağlar ve aynı zamanda ileri düzey klinisyenler için yazılmış daha karmaşık ve yoğun psikanalitik eserlere geçişte bir basamak taşı olarak da hizmet edebilir.

    Bu kitap psikodinamik düşünme ve çalışma yöntemlerine bir giriş niteliğindedir. Öncelikli olarak, psikanaliz ve psikodinamik psikoterapi alanında yüksek lisans düzeyinde eğitim alanlar için yazılmıştır, ancak bu kitlenin çok ötesine ulaşmaktadır. Günümüz psikanalitik teorisine dayanmaktadır ve güncel psikodinamik düşünce ve pratikte kilit öneme sahip olan Winnicott, Bion ve Ogden’in çalışmalarından yararlanmaktadır. Ayrıca bağlanma teorisi ve araştırmalarını entegre eder ve nöropsikolojik araştırmalardan yeni katkılar içermektedir.

    Kitabın dili samimi ve içtendir. Tonu pratiktir. Yeni terapistin terapinin en derin ve en zengin kısımlarına erişimini sağlayan, günümüz psikodinamik teorisine dair açık bir anlayışla yazılmıştır. Psikodinamik psikoterapinin birçok temel teorik ilkesini çevirmekte ve okuyucuya herhangi bir analitik seansın yapısını nasıl yöneteceğine, bir klinisyen olarak algısal ve duygusal pencerelerini nasıl açacağına, “ilişki”yi nasıl çalışıp anlayacağına ve hastaların en yaygın intra [içsel] problemleriyle nasıl çalışacağına dair net (ancak kalıplaşmış olmayan) bir rehber sunmaktadır -ve kişilerarası problemleriyle. Bu yayın, yeni analistler ve terapistler için değerli bir rehber olacaktır ve klinik kariyerlerinde nerede olurlarsa olsunlar, psikodinamik terapi dünyasının onlar için neler sunabileceğini anlamaya çalışanlar için de faydalı olacaktır.

    Teri Quatman, Santa Clara Üniversitesi Danışmanlık Psikolojisi Lisansüstü Bölümünde Danışmanlık Psikolojisi Doçentidir. 1990 yılında Stanford Üniversitesi’nden doktora derecesini almıştır ve son 25 yıldır psikodinamik psikoterapiyi araştırmış, uygulamış ve lisansüstü öğrencilere öğretmiştir.

    ÖN SÖZ

    Bu kitabı öğrencilerime adıyorum. Onlar düşüncelerime ilham verenler; onlar, doğrudan bilgileri olmasa da, bu çalışmayı birlikte oluşturanlardır. Zaman içinde sınıflarda karşılaştığım iki binden fazla yüksek lisans öğrencisini düşünüyorum, Danışmanlık Psikolojisi (Counseling Psychology) programlarına başlayan öğrencileri, sadece en iyi klinisyen/terapist olma hedefiyle yola çıkan öğrencileri. Kendimi de hatırlıyorum, 1970’lerin sonlarında aynı yolculuğa başladığımda alan içinde her yönüyle tecrübesiz ve toy olduğumu düşünüyordum, bir gün etkili bir psikoterapist olabileceğim umuduyla adım attım.

    1970’lerin sonlarında ve 1980’ler boyunca eğitimime devam ederken -bir dereceden diğerine, ardından bir diğerine ve bir diğerine geçerken- sürekli olarak kendimi hiçbir şekilde  terapistliğe hazır olmadığıma dair rahatsız edici bir duygu hissetmeye devam ettim. Olmak istediğim türde bir terapist için -ki bunun ne tür olacağını da bilemiyordum- gerekli bilgeliğe, yaşam deneyimine ve varoluş biçimine sahip olmadığımı hissediyordum. Zamanla ve aldığım eğitimler sonucunda, terapist olmanın ne olabileceğine dair vizyonumu kısa ve hedefe yönelik buluşlar doğrultusunda yeniden tanımlamam gerektiğini hissettim. Bunlar davranışsal ve bilişsel terapilerin mutlu günleriydi. Sonuçta fobik bozuklukların nasıl ortadan kaldırılacağını, depresif bozuklukların nasıl yeniden çerçeveleneceğini, taşkınlık yapan [acting-out] gençler için davranışsal müdahalelerin nasıl yapılandırılacağını öğrenmiştim. Ama nasıl yapacağımı bildiğim halde kendimi hala bir terapist gibi hissetmiyordum.

    Bilmediğim şey ve çok sık öğrencilerimin de bilmediği şey, istediğim türde bir terapist olmanın kişisel bir dönüşüm gerektireceğiydi. Bu, kesinliklerimi terk etmemi, önyargılarımı yeniden gözden geçirmemi, sıkı sıkıya tuttuğum birçok inancımı geri çekmemi ve başlangıçta büyük bir karanlığa doğru ilerlememi gerektirecekti. Ayrıca, bu sürecin bir ön şartı olarak kendim için terapi sürecine girmem gerektiği anlamına gelecekti. Bu benim için bir sürpriz ve şok oldu, çünkü kendimi toplu ve iyi entegre olmuş bir insan olarak algılamıştım, stabil ve yeterince sevgi dolu bir aileden gelmiştim ve kişisel terapiye ihtiyaç duymadığımı hissetmiştim. Başlangıçta bilemediğim şey ise, bu öz algıların kendisinin, gerçekten olmak istediğim türde bir terapist olmamın önünde duran bir tür psişik geçirgenlik engeli yarattığıydı.

    Bir akşam psikoterapi teorileri üzerine bir ders verirken ders arasında bir öğrenci yanıma geldi. “Bu şeyleri seviyorsunuz!” dedi. (davranışsal müdahaleler hakkındaki dersime atıfta bulunarak). “Evet!” Heyecanla, “Bu işi seviyorum!” dedim. Daha da ileri gitti, “Nedenini sorabilir miyim?” “Elbette” dedim, “çünkü işe yarıyor!” Düşünceli bir tavırla yanıtladı: “Bu çok tuhaf, çünkü bu derste eğitmen olarak bulunan kişinin bundan daha fazlasına ihtiyacı var.” Öğrenci bu oldukça şifreli yorumla ayrıldı ama yorumu kaldı. Kalacak ve kalacaktı, beni iyice gömülmüş şüphelerimle yüzleştiriyor ve bana terapist olmayı istememdeki asıl motivasyonumu hatırlatıyordu. Diğer insanlara ve kendime dair derin bir anlayış geliştirmek istemiştim; başkalarının sıkışıp kalmalarının, kendilerini sabote etmelerinin, hayatlarını dolu dolu yaşayamamalarının altında ne olduğunu görmelerine yardımcı olmak istemiştim.

    Böylece psikodinamik psikoterapi yolculuğum başladı. Öğrencimin yorumuyla merakım artmış ve çok hassas bir psikodinamik danışmanın süpervizyonu altında stajım başladı. Bu, uzun ve zorlu bir yolculuğa dönüşen bir başlangıç oldu. İlk olarak bana Althea Horner’ın (1984)  Nesne İlişkileri ve Terapide Gelişen Ego  kitabı verildi. Hem ilginç hem de anlaşılmaz buldum. Sonraki aylar ve yıllar, beni önceden kötülenmiş olan Freud’un (hiçbir zaman gerçekten okumadan reddettiğim) ve onun geçmiş ve günümüz haleflerinin topraklarına götürecekti. Başlangıçta onları Nesne İlişkileri terapistleri olarak tanıyordum, ancak kısa sürede Psikanalitik ve Psikodinamik Psikoterapilerin çeşitli dünyalarını içerecek şekilde genişledi. Gelecek zaman dilimi, kendi kendime çeşitli terapileri içerecekti. Bu, görselleştiremediğim ve etkinliğini değerlendiremediğim bir terapiyi yıllar boyunca pratik yapmayı içerecekti. Bu uzun bir süre boyunca, belli belirsiz (dimly-lit journey) bir yolculuktu.

    Bu sabah bilgisayarımın başına geçtim, yolculuğumun uzunluğu değil, yolculuğumun aydınlığı nedeniyle. Eğitime olan bağlılığım ve psikodinamik yolculuğun ilk adımlarını öğrencilerim için daha erişilebilir ve anlaşılır hale getirme arzumdan dolayı yazıyorum. Özellikle Tom Ogden’a derin bir minnet duyuyorum. Onun cömert danışmanlığı, düşüncelerinin açıklığı ve yazılarının titizliği, çalışmalarımı büyük ölçüde zenginleştirmiş ve yolumu aydınlatmıştır.

    Gelecek sayfalarda, psikodinamik psikoterapin uygulamasının (practice) bazı temellerini açıklıyorum (Nesne İlişkileri, Psikanaliz ve Psikanalitik Psikoterapilerin yerine geçecek bir terim [practice]). Alanımız teori yoğunluğuna sahip olsa da, pek az yazar uygulama temellerini (basics of practice) başlangıç/ilerleme aşamasındaki terapistlere açıklamaya çalışır. Bu çalışmayı, dönem dönem sınıfıma giren ve içgörü ve etkinlik araçlarına sahip olmak isteyen binlerce öğrenciye adıyorum, onlar arayışlarını nasıl adlandıracaklarını bilmeden. Psikodinamik çalışmanın başlangıç materyallerinin şifresini çözmek için çok uzun bir çalışma süresi gerektiği için yazıyorum. Umarım bu çalışma onlar için yolculuğu daha aydınlık hale getirmeye hizmet eder, çünkü yol boyunca onların soruları ve sorguları benim için hayatımı daha aydınlık hale getirdi.   

    TEŞEKKÜRLER

    Hayatlarımızı yaşamamız ve elimizden geldiğince katkıda bulunmamız için gereken destek ağına  teşekkür etmek isterim. Yol boyunca bana bu edinilmiş sanatı öğrenme lütfunu sağlayan akıl hocalarım var. Uygulama yapmama, hatalar ve yanlış adımlar atmama ve onlarla birlikte büyümeme izin veren hastalarım var. Son 22 yıldır bu klinik sanatı canlı tutma ve bunu öğrencilere sunma tutkumu onurlandıran Santa Clara Üniversitesi öğretim üyeleri ve öğrencileri var. Bu projenin ortasında ortaya çıkan ve iki yıl önce beni alaşağı etmekle tehdit eden kanseri atlatmamda bana yardımcı olan aile üyelerim ve yakın arkadaşlarım var.

    Tabii ki, bu çalışmanın doğumunda yardımcı olan, yol boyunca teşvik eden, dinleyen, okuyan ve eleştiren özel insanlar var, adları sayılamayacak kadar çok. Ancak özellikle danışma grubu üyelerime teşekkür etmek istiyorum; onlar bu çalışmanın ortaya çıkan bölümlerini hafta hafta sesli olarak dinlediler ve kaybolduğumu hissettiklerinde gerçeği söylediler. Ayrıca Dr. Bob Fisher’a teşekkür etmek istiyorum; haftalık kahve buluşmalarında sağladığı cömertlik sayesinde klinik köşeleri düşünmemi ve yeni yolları keşfetmemi sağladı. İlk okuyucularım Susan Martin, Connie Swanson, Julie Smith’e teşekkür etmek istiyorum; arkadaşlarım, içgörülü terapistler, hepsi yazarlar, hepsi beni devam etmeye teşvik etti. Derin etkileri olan Dr. Tom Ogden’a mentorluğu ve cömert ruhu için teşekkür etmek istiyorum. Bu eserin tamamlanmasına yine cömertliği ve hatırı sayılır yeteneğiyle katkıda bulunan sanatçım ve ödünç aldığım oğlum (my borrowed son) Tim Lamb’e teşekkür etmek istiyorum. Son olarak, bu süreç boyunca arkadaşım ve psikodinamik rehberim olan Dr. Mardy Ireland’a özel teşekkürlerimi sunmak istiyorum; projenin başlamasını teşvik etti ve ortaya çıktıkça hem kavram hem de uygulama konusunda doğru yol almamı sağladı.

    Pek çok ele ve pek çok sese borçluyum. Artık tamamlamanın mutluluğunu onlarla paylaşıyorum.

  • Sonlandırma (7. Bölüm)

    Bu metin Introduction to Psychodynamic Psychotherapy Technique‘in [Psikodinamik Psikoterapi Tekniğine Giriş] 7. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Kaybettiğim şey… gerçekten ölçülemez, benim hakkımda hayatımdaki herkesten daha fazla şey bilen, beni anlamaya kendini tamamen adamış biriyle olan bir ilişki.

    (Bir öğrenci analistten alıntı, Craige, 2002, s. 507)

    Freud (1937), “Sonlandırılabilir ve Sonlandırılamaz Analiz” adlı kitabında, bir analizi gerçekten tamamlama olasılığı hakkındaki şüphelerini dile getirdi ve psikanalistlere her beş yılda bir analize dönmelerini tavsiye etti. İyileşme konusunda oldukça şüpheciydi. Bugün hala soruyoruz: Psikodinamik/psikanalitik türde bir tedavi gerçekten tamamlanabilir mi?

    Bunu değerlendirmek neden bu kadar zor? Belki de bunun nedeni, tedavinin çoğunlukla belirsiz veya yapılandırılmamış hedeflerinin, sonun geldiğini bilmeyi zorlaştırmasıdır; belki de hastanın süreci idealize etmesi (psikanalizde bu sıklıkla olur), “iyileştirileceğini” veya “düzeltileceğini” hayal etmesi ve bu gerçekleşene kadar ayrılmaya isteksiz olmasındandır. Buradaki sorun, tedavi devam ettikçe kale direklerinin değişmeye devam ediyor gibi görünmesidir. Ve çoğu zaman hasta, bu fırsatı bir daha asla bulamayacaklarından korktuğu için terapinin güvenli limanından ayrılma konusunda isteksizdir. Bazen terapist, gözleri önünde büyüdüğünü gördüğü bir hastayı bırakma konusunda isteksiz olabilir. Tedavinin bitip bitmeyeceği ve ne zaman bitebileceği konusunda bu olasılıkları inceleyelim.

    Pek çok psikanalist, hastanın artık semptomlarından muzdarip olmaması ve çekingenlik ve kaygılarının üstesinden gelmesi de dahil olmak üzere, tedaviyi sonlandırmanın kriterleri olarak görülebilecek şeyler hakkında yazmıştır (örneğin, Klein, 1950; Novick, 1982, 1997; Rangell, 1982). Berger (1987) tek başına sona hazırlığı göstermeye yetecek bir kriterin bulunmadığını belirtmiştir. Semptomlardaki iyileşmeye ek olarak şunları içerir: 1) Freud’un hastanın çalışma ve sevme kapasitesinin arttığı yönündeki düşünceleri ve ayrıca 2) semptomlarının ve çatışmalarının altında yatan şeyleri daha kapsamlı bir şekilde anladıkları, kaygı ve depresyona – ve zevke karşı – daha fazla toleransa sahip olmaları, gelişmiş bir özerklik duygusu ve yeni keşfedilen içgörüleri günlük işleyişi uyum sağlayacak şekilde değiştirmek için kullanma becerisine sahip olmaları. günlük işleyişi (s. 259–260). Semptomların düzelmesi dışında kimsenin “iyileşme”den bahsetmediğine dikkat edin.

    Zamanından önce sonlandırma

    Frayn (1995), öğrenci analistlerle birlikte analiz yapan hastalarda zamanından önce sonlandırma oranlarını araştırdı. Öğrenci terapistin deneyimi ne kadar azsa, hastalarının terapiyi zamanından önce bırakma olasılığının da o kadar yüksek olduğunu buldu. Çoğu zaman öğrenciler potansiyel hastalarındaki psikopatolojinin derecesini hafife almışlardı. Bu çalışma birkaç yıl önce yapılmış olmasına rağmen yeni başlayan terapistlerin, birisini tedavi etmeye başlamak için istekli oldukları için daha iyimser olabileceği ve potansiyel sorunlu özelliklerin daha az farkında olabileceği hâlâ mantıklıdır.

    Bir hastanın zamanından önce ayrıldığının sinyali genellikle seanslarının iptal edilmesiyle gösterilir – bazen çok önceden, bazen de seans zamanına çok yakın bir zamanda, durdurma planları konusunda ne kadar çelişkili olduklarına ve ne kadar bilinçli olduklarına bağlı olarak. Süreci durdurduklarını söylemek için telefon ederek ayrılırlarsa veya randevulara gelmezlerse, bu, özellikle de tamamen öngörülemezse, yeni başlayan terapistin özsaygısı için oldukça yıkıcı olabilir. Yeni başlayan (ve hatta deneyimli) terapistler bunu kendilerinin yetkin olmadıklarının bir göstergesi olarak alabilirler ve başka biri hastayı tedavide kesinlikle tutabilirdi diye düşünürler.

    Öğrenci terapistlerin, bir hastanın nadiren empatik bir başarısızlık nedeniyle ayrıldığını akılda tutması önemlidir. Eğer bir çalışma ittifakı kurulmuşsa, genellikle ilişkide, iyi niyetli hatalar olması koşuluyla, birkaç hata yapmanız için yer ve esneklik vardır. Hastanızın belirli bir olayla ilgili duygularını anlayamamak veya belirli bir hikayeyi onun bakış açısından dinlememek, hastanızın geçici olarak geri çekilmesine, kaçmasına ve hatta öfkelenmesine neden olabilir, ancak nadiren sonlandırmaya neden olur.

    Ancak öfkelerini terapiyi bırakmaktan başka bir şekilde ifade edemeyen hastalar da vardır. Bu, hastanın dayanamayacağı kadar acı veren bir araya veya başka bir tatile gitmenize tepki olarak ortaya çıkabilir (örneğin, “Sen beni terk etmeden ben seni terk edeceğim.”). Bazen erken ayrılmak bir aktarım tepkisidir; bu konu, sonlandırma sırasındaki aktarım sorunları bölümünde daha ayrıntılı olarak tartışılmaktadır. Bazen bir hasta, son bölümde özetlenen nedenlerden (çok erken ayrılan hasta) veya “sağlığa kaçış” ilanıyla bitişi erken başlatabilir. Bu ikinci durum, hastanızın birdenbire daha iyi göründüğü, semptomlarının ve ilişki sorunlarının ortadan kalktığı ve sonlandırmaya hazır olduklarını duyurduğu zaman ortaya çıkar.

    “İyileşmenin” aniden gerçekleşmesi nedeniyle hastanın terapiye daha derinlemesine girmekten kaçınmaya çalıştığı genellikle açıktır. Hastanın ayrılmak istemesine neden olan şeyin ne olduğunu mümkün olduğu kadar yakından tespit etmeye çalışmak terapistin görevidir. Soru sormak, önsezilerinizi hastanızla paylaşmak ve çözümlenemeyecek olumsuz duygularını ifade etmesine izin vermek genellikle değerli bilgiler sağlayacaktır. Eğer bu direnç, dikkatli bir araştırmayla ve hastaya aniden neden bu kadar iyi hissettiğine dair düşüncelerinizi bildirerek (yani bir yorum sunarak) ortadan kaldırılamıyorsa, o zaman hastanın şimdilik gitmesine izin vermek daha iyi olabilir; çoğu zaman bu hastalar, eğer anlaşıldıklarını ve kabul edildiklerini hissederlerse, daha sonraki bir zamanda daha fazla işin üstesinden gelebileceklerini hissettiklerinde geri döneceklerdir.

    Erken sonlanmanın bir diğer nedeni de bazen başka planlar yaparken hayatın araya girmesidir; örneğin hastaya ciddi bir hastalık teşhisi konduğunda, başka bir şehre iş transferi yapıldığında ya da önemli bir maddi sıkıntıyla karşılaşıldığında. Terapistin rolü bu durumlarda zamanın ve fırsatın izin verdiği ölçüde destekleyici ve yardımcı olmaktır.

    Öğrenci terapistler, staj veya ihtisas eğitiminin sona ermesi gibi erken sonlandırmayı zorlayan belirli zorluklarla karşılaşabilirler. Hastanızın reddedilmiş hissetme ihtimalini ortadan kaldırmak için bu tür sonlandırmaların nazikçe ele alınması gerekir. Hastanızı başından beri uyarmış olsanız bile (örneğin, “Mayıs ayına kadar buradayım”), hastanızın bunu hatırlamasını beklemeyin: önceden uyarılmış olmak mutlaka önceden hazırlıklı olmak anlamına gelmez. Hastanız muhtemelen tedavinin sonuyla ilgili pek çok duyguya sahip olacaktır -tabii ki tedavinin neresinde olduğuna bağlı olarak- ve bu nedenle onları en az bir ay önceden tekrar uyarmanız ve yaklaşan sonlanmayı bir konu olarak gündeme getirmeniz gerekir. Eğer hastanızla doğal olarak sona erene kadar devam edebilecek veya hastanızı bir sonraki yerinize veya ikametinize yanınızda götürebilecek kadar şanslı bir konumdaysanız, o zaman karşılıklı olarak anlaşmaya varılan bir sonlandırma hedefleme fırsatına sahip olursunuz. (Bir hastayı başka bir ortama götürdüğünüzde özellik sorunları ortaya çıkabilir, örneğin, “Neden gelmemi istiyorsunuz? Yanınıza aldığınız tek hasta ben miyim?” ve tartışılmalı ve göz ardı edilmemelidir.)

    Zamanından önce sonlandırmada aktarım ve karşı-aktarım konuları

    Zamanından önce sonlandırmanın aktarımsal nedenleri açısından (psikanalistler genellikle bir aktarım nedeninin olduğunu söyleyebilirler), eğer hastanız size kızgınsa, ebeveynlerine veya geçmişindeki diğer önemli kişilere karşı hayal kırıklığına uğradıklarını hissettikleri zamanki davranış şekliyle size karşı davranıyor olabilir; ya da hayatlarının önceki yıllarında şimdi yapmakta özgür oldukları gibi davranabilmiş olmayı dilemiş olabilirler. Bazı hastalar, örneğin terapiste karşı kendilerini korkutan ve onlar için kabul edilemez olan yoğun erotik veya bağımlı duygular hissederlerse, terapist onlara yaklaşırken dürtüsel bir şekilde ayrılmaya çalışabilirler. Bu, terapistin daha önce hiç tehdit edilmeyen psikolojik savunmaların ötesine geçmeyi başardığı, nihayet derinlemesine anlaşılmasının bir sonucu olarak gerçekleşebilir. Hasta, terapiste “çok fazla” anlattığından veya “çok savunmasız” olmasından pişmanlık duyabilir ve kendisini korumak için terapiyi bırakmak zorunda olduğunu hissedebilir.

    Hastanız inatçı bir olumsuz aktarım yaşıyor olabilir. Eğer hasta aktarımın “-mış gibi” niteliğine tutunmakta zorluk çekiyorsa ve ona anlayışsız, hatta istismarcı bir ebeveyni veya kardeşini çok fazla hatırlatıyorsanız, kaçma dürtüsü yaşayabilir. Her aktarım tepkisinin en azından bir gerçeklik çekirdeğine sahip olduğunu bildiğimizden, belirli bir terapist-hasta eşleştirmesi işe yaramayabilir. Öte yandan, her iki tarafça da tanınıp kabul edildikten sonra, bu genellikle üzerinde çalışılabilir (örneğin, “Bende babanıza bu kadar benzeyen şey nedir? Haklısınız. Ben bazen böyleyim, ama benim motivasyonum oldukça farklı…vb.”). Terapist, aktarım yansıtmasıyla mücadele etmek yerine onu kabul ederek, hastanın bakış açısından, onun aslında hastanın geçmişindeki “kötü” kişiye ne kadar benzediğini görebilir. Bu sizi aynı fikirde olmaya daha fazla yönlendirir ve hastanız için çok zor olan geçmiş durumu keşfetmenizi çok daha kolay hale getirir.

    Novick’in (1982) işaret ettiği gibi, erken sonlandırmanın, yani terapist tarafından bilinçli ya da bilinçsiz olarak başlatılan karşı aktarım nedenleri olabilir. Hiçbir zaman iyileşmeyecekmiş gibi görünen bir hastayla uğraşmak ya da ısrarla düşmanca davranan bir hastayla yüzleşmek, terapistin bu durumu bitirmeyi düşünmesine ve aslında günleri saymaya başlamasına neden olabilir. Çoğunlukla bu işte mazoşist bir şeyler varmış gibi gelir ve her sadist hasta bunu hissedebilir. Birkaç yıldır sınırsız sadist doğası sıklıkla bana yönelen bir hasta gördüm. “Burada her şeyi yapmama veya istediğim her şeyi söylememe izin verildiğini sanıyordum” derdi. Bu, terapistin bilinçdışı sadizmini uyandırabilir ve terapist, terapiyi zamanından önce sonlandırarak eyleme dökebilir.

    Ayrıca bazı hastaların kullandığı savunmalar (önceki bölümde anlatıldığı gibi) terapistin sinirlerini bozabilir veya terapiyi o kadar etkileyebilir ki, terapist tedaviyi sonlandırma dürtüsüne kapılabilir. Terapistin kendi hayatındaki sorunlarla boğuştuğu ve bazı hastaları dinlemeyi imkansız hale getirecek kadar meşgul ettiği zamanlar vardır. Örneğin, boşanma sancıları çekiyorsanız ve hastanız tanıştığı yeni aşkı parlak, keyif verici ayrıntılarla anlatıyorsa, bu sizi ondan vazgeçmeye sevk edebilir. Hastanız size istismarcı ebeveynini veya kardeşini çok fazla hatırlatıyorsa ve siz de onu empatiyle dinleyemiyorsanız, bu durumu zamanından önce bitirmek istemenize neden olabilir. Ayrıca kendinizin ya da sevdiğiniz birinin ciddi hastalığını yönetmeye çalışıyorsanız ve hastanız iş yerinde konuşma yapamadığından bahsediyorsa, “Kendine gel, neyle uğraştığımı bir bilseydin…”

    Gabbard (2010) şöyle belirtmektedir: “Bazı hastalar terapistlerde küçümseme, can sıkıntısı, nefret ve öfke uyandırabilir. Hasta sonlandırmaktan bahsettiğinde tam bir rahatlama hissi olabilir ve bazı terapistler hastadan kurtulmanın bir yolu olarak hastanın durma isteğini araştırmaktan kaçınabilir” (s. 181).

    Tüm bu durumlarda, özellikle de bu hastayla sonlandırma ihtiyacınız bilinçsizce oluşuyorsa, kendi kişisel terapinizden veya analizinizden kaynaklandığını umduğunuz işaretleri gözlemlemelisiniz. Bu dürtüyü eyleme dökmemek için şüphesiz bir terapiste, süpervizöre veya güvenilen bir meslektaşınıza danışmayı gerektirecektir.

    “Normal” sonlandırma

    Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki “normal” bir son yoktur. Bununla birlikte, iki kişi psikodinamik terapiyi durdurduğunda ve az çok ilişkilerini sonlandırdığında ortaya çıkan, az çok yaygın olarak ortaya çıkan klinik sorunlara bakalım. Terapinin sonlandırılması, hastanızın muhtemelen ilk kez, vedalaşmanın gelişimini artırıcı bir yolunu bulmasına yardımcı olma fırsatıdır (Novick, 1988).

    Tedaviyi sonlandırma kararı her zaman net bir şekilde verilemez. Bununla birlikte, terapist olarak, sizin ve hastanızın önemli gördüğünüz yukarıda belirtilen bazı hedeflere, hastanızın yaşamının bu döneminde mümkün olduğu kadar ulaşıldığı hissine sahip olmalısınız. Hastanız genel olarak daha iyi çalışıyor mu ve psikolojik olarak kendi başına nasıl düşüneceği konusunda mümkün olduğunca çok şey öğrendi mi, başka bir deyişle süreci yeterince içselleştirdi mi? Bu ikinci kriter, çağdaş literatürde en önemli kriterlerden biri olarak görülmektedir, çünkü hastanızın, eğer hala mevcutsa, korkularını, kaygılarını ve iyileşme konusundaki dirençlerini anlamak için siz olmadan bir psikoterapötik sürece devam etmesine olanak tanır. Genellikle seanslar arasında hastanızın düşüncelerini dinlediğinizde veya daha önce sinir bozucu veya kaygı yaratan bir durumu nasıl analiz ettiklerini ve bu durumda nasıl farklı davrandıklarını anlattıklarında bu beceriyi kazanıp kazanmadıklarını anlayabilirsiniz.

    Gabbard (2010), yeni başlayan terapistlerin yetersiz kaldıklarını hissetmelerine neden olabilecek, sonlandırma kavramı etrafında gelişen adeta bir mitoloji bulunduğunu belirtmiştir:

    Bu mitolojik versiyonda, terapistler ve hastalar başlangıçta belirlenen hedeflere ulaşıldığı, terapiste yönelik aktarım duygularının çözüldüğü, intrapsişik değişikliklerin yaşam değişikliklerine dönüştürüldüğü sonucuna varırlar ve sürecin “sonlandırma aşaması” olarak belirli bir hafta veya ay sayısı üzerinde karşılıklı olarak anlaşırlar.

    (Gabbard, 2010, s.179)

    Ancak kendisi bu mükemmel tablonun nadiren ortaya çıktığını savunuyor.

    En iyi şartlarda, çoğu psikodinamik terapist, genellikle hasta tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak başlatılan bir sonlandırma aşamasını kavramsallaştırmayı yararlı bulmaktadır. Ancak bu aşamanın başlaması, sonun yakın olduğu, hatta ufukta olduğu anlamına gelmez; bu sadece hastanızın aklında olduğu anlamına gelir. Her ne kadar bazı terapistler bir sonlandırma aşamasının uzunluğunu belirlemek için örneğin yılda bir-iki ay gibi bir formül kullansa da çağdaş terapistlerin çoğu, zaman tahsisini hastalarından anlıyor.

    Bazen hastanız sonlandırma konusunu dolaylı bir şekilde, örneğin bir rüya şeklinde gündeme getirebilir. Grenell (2002), genç bir kadın olan hastasının, analizinin sonuna doğru giden bir dizi rüya gördüğünü bildirmektedir; bunlardan biri şöyledir:

    Piyano çalıyorum. Notaların ne olduğuna dair hiçbir fikrim olmadığı için sanki ilk kez çalıyormuş gibiydim. Şaşırtıcı bir şekilde, hangi tuşlara basarsam basayım her şey harika geliyordu… Gerçi bu tuhaftı, çünkü rüyamda iki piyano vardı: Çalarak büyüdüğüm piyanoya benzeyen eski bir piyano ve daha yeni bir piyano. Buna karşılık, eski piyanonun sesi berbat, yeni piyanonun sesi ise harikaydı.

    (Grenell, 2002, s.791)

    Bu rüya analist için şüpheli bir şekilde bir hediye gibi görünse de Grenell, hastasının sona ermeye hazır olduğunu gösterdiğini savunuyor.

    Hastanızın bu konudaki dolaylılığının nedeni, konuyu bitirmeye hazır olduklarından emin olmadıkları ve konuyu gündeme getirmelerinin sizin “Ne? Sona henüz hazır değilsin!” veya bunun daha nazik bir kopyası gibi bir yorum yapmanıza sebep olabileceği olabilir. Bu elbette aşağılayıcı olacaktır. Bazı hastalar, evden ayrılma deneyimlerine dayanarak, onlarsız yalnız kalmanızdan ve “Eh, öyle diyorsan gitmeye hazırsın sanırım. Hala birlikte geçirdiğimiz zamandan çok şey aldığını sanıyordum.” diyeceğinizden endişe duyabilir. Hasta ya da terapist ebeveynlerden ayrılırken ciddi zorluklar yaşadıysa, sonlandırma aşaması son derece acı verici olabilir (“Normal” Sonlandırma’da aktarım ve karşı-aktarım konuları için sayfa 134’e bakın).

    Bazen bir hasta, terapiste kendisini ne kadar iyi hissettiği ve eskiden zor olan alanlarla ne kadar ustalıkla başa çıktığı konusunda güvence vermek için birkaç seans geçirir. Gelecekte terapiye fazla zaman ayıramayacakları yeni bir işe başvurmayı düşündüklerini söyleyebilirler. (Elbette bu tür çıkarımlar tedaviye direnen hastalar tarafından da yapılabilir; ancak bu bölümün amaçları doğrultusunda hastanızın gerçekten daha iyi olduğunu ve ayrılmaya hazırlandığını gördüğünüzü varsayalım. )

    Hastadan gelen sinyal daha doğrudan da gelebilir; örneğin terapinin genellikle ne kadar süreceğini veya sonlandırmanın nasıl gerçekleşeceğini sorabilirler. Bazı (cesur) hastalar hemen ortaya çıkıp kendilerini daha iyi hissettiklerini ve artık durma zamanının geldiğini düşündüklerini söyleyebilirler.

    Çoğu zaman hastalar sonlandırma mekaniğini bilmez ve sizin “iyileştiklerini” açıklamanızı bekler. Hastalar açık sözlü olsa bile, “Terapiyi bitirme/kesme konusunda bazı düşünceleriniz olup olmadığını merak ediyorum.” diyerek sinyale ilk yanıt verdiğinizde (ki yapmanız gerektiği gibi) ciddi olarak bitirmeyi düşündüklerini inkar edebilir. Bunun nedeni, yukarıda da belirttiğimiz gibi, daha güçlü ve sağlıklı hissedildiğinde bile terapi ilişkisinden ayrılma düşüncesinin bazen oldukça kaygı verici olabilmesi olabilir. Bazı hastalar iyileşmekten, uzun süredir kendilerinde olan semptomların olmadığı bir yaşamdan ve başkalarının onlardan beklentilerinden endişe duyuyorlar.

    Her ne kadar yeni başlayan terapistler konu ilk ortaya çıktığında endişeli hissedebilseler de her iki taraf da sonlandırmanın terapinin bir başka aşaması olduğunu ve mükemmel sonların olmadığını anladığında genellikle işler sakinleşir. Bitirmeye ilişkin fanteziler ve düşünceler, hastanızın hayatındaki diğer önemli konulara gösterdiğiniz aynı kabul ve özenle keşfedilebilir. Bununla birlikte, sonlandırma meselesi, hastanın uğraştığı diğer meselelerden ziyade terapisti daha kişisel bir şekilde ilgilendirebileceğinden, konunun gelgitlerini empatik bir şekilde dinlemek daha zor olabilir.

    Durdurmaya doğru ilerledikçe, hastanızın geçmişi, kişiliği ve savunma tarzı hakkında artık bildiğiniz her şey açısından terapi ilişkisini sonlandırmanın tüm sonuçlarının, bitişin onlar için ne anlama geleceğinin filtresinden geçirilerek görülmesi gerekir. Hem yeni başlayan hem de deneyimli terapistler, bilinçli veya bilinçsiz olarak hastalarıyla, sonlandırma ilgili duygularını tartışmama konusunda gizlice anlaşabilirler. Çoğu insanın (terapistler ve hastalar da dahil) veda etmekte zorluk çektiğini akılda tutmakta fayda var. Hasta için bu son, diğer kayıplarla ilgili acı verici duyguları uyandıracaktır. Hastanızın tedaviyi durdurma konusundaki duygularıyla ilgilenmemek, onları psikoterapinin hayati bir kısmından mahrum bırakır. Hastanızın yaklaşan sona nasıl tepki verdiğini, bununla ilgili düşüncelerini ve fantezilerini ve sonlandırmadan hemen sonraki döneme ilişkin planlarını merak etmeye devam etmeniz önemlidir. Aslında, bir kez uygulamaya konulduktan sonra, sonlandırma olasılığı her fırsatta dile getirilmelidir (örneğin, “Acaba bitirmek hakkında konuşmaya başladığımız için seanslara geç/erken mi geliyorsunuz?” veya “Merak ediyorum, acaba terapinizi sonlandırmaktan bahsetmeye başladığımız için mi bu konudan kaçınıyorsunuz/bu yeni konuyu gündeme getiriyorsunuz?”).

    Elbette hiçbir sonlandırma birbirine benzemez ve bu nedenle siz ve hastanız sonlandırma üzerine çalışırken ne olacağını tam olarak tanımlamak zordur. Genellikle hastanız sizinle yeni konusu olan psikoterapisini sonuçlandırmanın iç içe geçtiği mevcut sorunlardan bahsedecektir. Ayrıca bazı sürprizler de ortaya çıkabilir: Tedavi sırasında çözülmüş veya en azından çok fazla ilgi gösterilmiş gibi görünen ilk belirtiler, şikayetler ve sorun alanları büyük bir şiddetle yeniden ortaya çıkabilir. Bu, hastanızın gerçekten daha iyi olduğu fikrine meydan okuduğu anlamına gelebilir, bu bazen sonlandırma sırasında meydana gelen bir “gerileme”nin parçası olabilir veya bu, kimliklerinin bir parçası olan sorunlara bir nevi son veda anlamına gelebilir. Bazen semptomların yeniden ortaya çıkması, hastanızın bu sorunlar üzerinde halihazırda olduğundan daha derin bir düzeyde çalışmaya ve sonunda zorlukların son kalıntılarını çözmeye hazır olması nedeniyle meydana gelir. Bu noktada sorunla ilgili daha önce hiç tartışılmamış bilgileri öne çıkarabilirler.

    Örneğin, yakın zamanda psikoterapide, diğer sorunların yanı sıra (yaşadığı bir engel nedeniyle ebeveynlerine patolojik bağımlılık da dahil olmak üzere) erkeklerden ve seksten korkan 35 yaşında bir kadını tedavi ettim. Anne ve babasından karşılıklı olarak tatmin edici bir şekilde ayrıldığı ve işte ve arkadaşlarıyla daha rahat hissettiği birkaç yıl sonra, tedaviyi sonlandırmaya karar verdi ve biz de seansları azaltmaya başladık; ikimiz de onun için taçlandırıcı dokunuşun, uygun bir erkekle tanışmak olacağını fark ettik. Bitiş aşamasında bu olmadı ama veda ederken ikimiz de iyimserdik.

    Birkaç ay sonra benimle temasa geçti ve işyerindeki şirketin devralınması ve bundan dolayı kendisini ne kadar aşağılanmış hissettiği hakkında konuşmak istedi. Her hafta tekrar buluşmaya başladığımızda ve o bundan bahsettiğinde kendiliğinden şöyle dedi: “Ah, henüz kimseyle tanışmadım.” “Bunun hakkında bir düşünceniz var mı?” dedim. Şöyle yanıt verdi: “Sadece bu şey kafamda vardı, başka hiçbir şey değil.” Daha sonra neredeyse dissosiyatif bir şekilde (yani her türlü duygudan uzak) babasının onu yatak odasına çağırdığını ve ona bir erkek penisinin neye benzediğini ve ondan neler çıkabileceğini gösterdiğini ve halının ıslandığını anlatmaya başladı. Yüzümdeki ifadeden bunun benim için dudak uçuklatan bir şey olduğunu anlayabiliyordu ama neden olduğundan tam olarak emin değildi. Engelliliği nedeniyle başka koruyucu şeyler yaptıkları gibi, bunu da kendisini korumak için yaptığını ileri sürdü. “Yani size penisini gösterip önünüzde mastürbasyon yaptığını mı söylüyorsunuz?” dediğimde, “Sanırım öyle” dedi. Dissosiyatif durumdan çıkması, öfkelenmesi ve tiksinmesi biraz zaman aldı. Her ikimiz için de çok acı verici olan bu seansın devamını iki yıl daha haftalık psikoterapi izledi.

    Bazen sonlandırırken tamamen yeni bir sorun ortaya çıkabilir. Çoğu kadın olan kendi hastalarım arasında, bir cinsel taciz olayının (hatta devam eden bir gidişatın) sonlandırmaya yakın ne kadar sıklıkla hatırlandığı beni her zaman şaşırtmaya devam ediyor. “Neden şimdi?” diye sormama yanıt olarak, materyali bilince doğru iten acil bir “bu benim son şansım” duygusu gibi görünüyor. Bir kez dışarı çıktığında, hastalar bu tür travmatik olayların nasıl bu kadar tamamen bastırıldığına hayret ediyor gibi görünüyor. Daha sonra yeni materyalle ilgilenmek ve onu terapötik çalışmanın geri kalanına entegre etmek için zaman harcanmalıdır.

    Bununla birlikte, bitiş zamanına yakın olarak ortaya çıkan yeni veya görünüşte çok önemli bir konu da durmaya karşı bir direnç olabilir; tıpkı hastaların seansın en sonunda terapistin fazla mesai yapacağını umarak son derece duygusal konuları gündeme getirmesi gibi. Bu davranış daha önce meydana geldiyse ve durumun böyle olduğundan şüpheleniyorsanız, o zaman ikinize de bunun köklerini anlamanız ve bunun üzerinde çalışmanız için başka bir fırsat sunulur.

    Bu sonlandırma döneminde, hastanın ileriye baktığı ve planlar yaptığı daha olumlu, iyi seansların olduğunu sıklıkla görüyorum. Ayrıca terapi etkisini gösterdikçe hastayı giderek daha çok sevdiğimi fark ettim; özellikle çok zor hastalar söz konusu olduğunda, onlardan gerçekten hoşlanmaya başladığım sırada, sonlandırmayı düşünmenin zamanının geldiği hissine kapılabilirim.

    Daha uzun süreli sonlandırmalarda meydana gelen aynı olgu, daha kısa süreli sonlandırma aşamalarında sıklıkla yoğunlaştırılmış bir şekilde meydana gelecektir; örneğin semptomatolojinin yoğunlaşması veya yeni materyalin açılması. Bitirme süresi kısa olduğunda bu faktörlerin ele alınması daha zordur ve bu nedenle bunların daha da büyük bir hassasiyetle ele alınması gerekir.

    Bir noktada hasta ve terapist, hastanın önderliğinde, kesin veya tahmini bir sonlandırma tarihine karar vermelidir. Ancak hastanızın, bitişin ek duyguları, bazen de yeni materyalleri tetikleyebileceğinin farkında olmayabileceğini unutmayın. Bu nedenle, eğer bunu yapma lüksünüz varsa, mümkün olduğunca cömert olmak akıllıca olacaktır.

    Elbette, tarih kabaca belirlendikten sonra yeni sorunlar ortaya çıkarsa, terapinin uzatılması ihtimali de göz önünde bulundurulmalıdır. Her ne kadar “yeni” materyal, sonlandırma fikrine verilen panik tepkisi olarak anlaşılsa da bu, hastanızın kendini bitirmeye hazır hissetmediğinin ve oldukça meşru bir şekilde daha fazla zamana ihtiyaç duyabileceğinin bir göstergesidir. Bu nedenle, bunun kısa bir sapma olduğunu umarak, sonlandırma yolundan dönecek kadar esnek olmanız gerekir. Bununla birlikte, hastanızın hiçbir zaman sona ermeye hazır hissetmeyeceği ve biraz “cesaretlendirilmeye” ihtiyacı olduğu izlenimine kapılabilirsiniz. Burada bana bir New Yorker karikatürü hatırlatıldı; burada bir psikanalist, divanın öne eğilmesine ve hastanın kaymasına neden olan fırlatma düğmesine basarken resmedilmişti. Burada, açıkça, sonlandırmaya karşı direncin nedenleri tam olarak araştırılmıyor – karşı aktarımdan bahsetmiyorum bile.

    Sonun gerçekte nasıl gerçekleşeceği kesinlikle tartışmaya açık olabilir. Eğitim analizi yaptığım eski günlerde, alıştırma, haftada dört ya da beş defadan sıfıra inmekti. Bunun hastanın sonlandırma sürecindeki çalışmasını en üst düzeye çıkaracağı ve veda etme konusundaki duygularını anlayacağı düşünülüyordu. Sondan sonra hastanın duygularının mantığının ne olduğunu hatırlamıyorum ama gerçekten önemli bazı psikanalitik akıl yürütmeler olmalı. Tek hatırladığım kendimi ürkütücü bir şekilde yoksun hissettiğim.

    Her halükarda, bugün hepimiz daha aydınlanmış durumdayız ve aslında hastaya, psikanalizde bile, haftada bir ya da haftada birkaç kezden ikinci ya da üçüncü haftada bir ya da haftada bir olmak üzere, kademeli olarak bir azaltmayı tercih edip etmeyeceğine karar vermesi için bir süreliğine, sona ermeyle ilgili duygular ele alındığı ve kaçınılmadığı sürece alan tanıyoruz. Hastanızın seansın bitimine verdiği yoğun tepkilerin büyük bir kısmı araştırıldıktan sonra seans sıklığını azaltmak en iyisidir.

    Burada, 1. Bölüm’de bahsi geçen 42 yaşındaki Betty’nin, aile arabasında bekleme deneyiminden dolayı ben geç kaldığımda son derece sinirlenen, babası ailenin evden çıkıp çıkmayacağına ve ne zaman çıkacağına karar verip içeride fırtınalar estirirken korkuya kapılan Betty ile sonlandırmanın bir açıklaması yer alıyor. Bahsedildiği gibi Betty tedaviye başladığında babası Alzheimer hastalığından muzdaripti.

    Sistem analisti olan bir kadın, iki yıllık tedavisinin başında kendini insanların dünyasına bağlı hissetmediğini, bilgisayarlar ve doğa dünyasında daha çok evinde hissettiğini belirtmişti. İnsanlara karşı her zaman yanlış şeyler söylediğini ve başkalarını başından savmak için çok yüksek sesle konuştuğunu veya güldüğünü hissetti. Lisede hiçbir zaman gruplara dahil edilmeyen, hatta üniversitede bile kendini sevimsiz hisseden bir insandı. Pek çok önemli psikoterapiyi özetlemek gerekirse, Betty benimle ilişki kurabildiği için kendisinin açık sözlü, dürüst ve son derece enerjik yönlerini beslemeye ve değer vermeye başladı. Kendisini farklı fikirlere sahip ve bu nedenle işine çok şey katabilecek biri olarak görüyordu. Başka bir deyişle kendisinin “farklı” yönlerini kucaklamaya başlıyordu. Betty sosyal açıdan daha rahat ve daha az gergin hale geldi ve erkeklerle olan ilişkilerini eleştirel ve talepkar ama sevgi dolu ve heyecan verici babasıyla olan ilişkisiyle bağlantılı olarak analiz etmeye başladı. Babası gibi olan erkekleri nasıl seçtiğini gördü – ama çoğunlukla kendisini yetersiz hissetmesine neden olan daha olumsuz yollarla, çünkü bunlar babasının onunla olan ilişkisinde oldukça travmatik olduğu için öne çıkan nitelikleriydi.

    Bu bireyin “insanların kaçındığı sevimsiz bir kız”dan, yeni ve zorlu durumları coşku ve mizahla idare eden, kendine güvenen bir kadına dönüşmesini büyük bir mutlulukla izledim. Betty’nin babasının sağlığının giderek kötüleşmesi tedavi boyunca bir mevzu olmuştu. Daha önce pek ağlamasına izin vermediğinden, onun bu insanlık dışı ölüme doğru gidişini izlerken hissettiği gerçek acıyı ve üzüntüyü özgürce ifade edebilmeye başladı. Kendisiyle olan bağını, diğer aile üyelerinden farklı olarak, onun en sevdiği kişi olduğunu kabul etti. Ayrıca ona olan derin sevgisinin yanı sıra ona olan yoğun öfkesini de kabul edebildi. Buna ek olarak, terapide empatik dinleme konusunda öğrendiklerini kullanarak artık annesine yardım edebildi, onun için yargılamayan bir dinleyici ve ana destek kaynağı haline geldi.

    Betty’nin tedavinin sona ereceğine dair ilk sözü babası hâlâ hayattayken, işini daha fazla sorumluluk gerektiren bir iş olarak değiştirip tatile çıktıktan sonra geldi. Kendisini çok daha iyi hissettiğini, özellikle de artık başkaları tarafından sevilmemeyi değil, sevilmeyi beklediğini söyledi. Ve böylece sonlandırmayla ilgili konuşmalarımıza başladık. Bir süre sonra Betty’nin iki haftada bir buluşmanın uygun olacağı yönündeki talebini kabul ettim; ikimiz de babasının yaklaşan ölümü konusunda endişeliydik.

    Bundan yaklaşık iki ay sonra Betty, ilk kez kendisini iyi hissetmesini sağlayan ve onu tamamen kabul ettiğini hissettiği bir adamla tanıştı; bu kriterler, terapi deneyiminden benimsediği ve artık kendisi için son derece önemli olan kriterlerdi. Birlikte geçirdiğimiz süre boyunca, bu yeni ilişkide eski kalıplara geri döneceğine dair korkusundan bahsetti – her ne kadar bu oluyor gibi göründüğünde genellikle bunu fark edip kendi kendine ifade edebiliyor olsa da. Başka bir erkeği gerçekten sevebilmek için babasından vazgeçebilmesi gerektiğinden bahsetmiştik ve babası ölmeden önce yeni biriyle tanışabilmesini, terapide gerekli çalışmayı yapmış olduğunun bir işareti olarak gördü. Aynı zamanda, Betty’nin babasının durumu kötüleştikçe onun aynı derecede güçlü bir etkiye sahip olmadığını, dolayısıyla Betty’nin büyümesine izin vermesine işaret olabileceğini kabul ettik; buna karşı koymak için orada değildi. Hastalığının onun büyümesi üzerindeki etkisini göz ardı edemeyeceğimiz için, eğer hasta olmasaydı onun için nasıl olabileceğini tartışarak biraz zaman harcadık. Bu noktada Betty’nin görebildiği tek şey geri dönmeyi hayal edemediği ve bulunduğu yerde olmaktan mutlu olduğuydu. Hatta babasının bunu onaylayacağını bile düşündü; sadece o her zamanki gibi kalsaydı bu noktaya ulaşmak çok daha zor olurdu.

    Betty’nin babasının ölümü onun için çok acı verici oldu ama beklediği gibi onu parçalamadı. Kısa bir süre sonra tedaviyi bırakmaya hazır olduğunu açıkladı ve ben de aynı fikirdeydim. Daha sonra bitiş tarihini belirledik. Her ne kadar ikimiz de vedalaşırken kesinlikle üzgün olsak da Betty’nin hayatında kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak sorunları çoğunlukla farklı ve daha iyi bir şekilde çözebileceğini hissettim.

    Yukarıdakiler, uzun süreli psikoterapinin sonlandırılmasının nasıl gerçekleştirilebileceğine dair bir rehber olarak sunulmaktadır. Gerçek bitiş zamanına ne kadar yavaş yaklaştığımıza; Betty’nin frekanstaki değişiklikleri nasıl başlattığına; Betty’nin geri adım atma korkularının nasıl tanındığı ve tartışıldığına ve babasının hastalığının, onu bırakma becerisinde büyük bir rol oynadığını nasıl görebildiğimize, dolayısıyla haksız yere terapiyi takdir etmediğimize dikkat edin.

    Ancak çoğu zaman sonlar istediğimiz kadar sorunsuz gitmez çünkü hem hasta hem de terapist için zor bir dönemi temsil ederler. Hastanız tedaviden ayrılmaya hazır olsa bile sonlandırmalar fırtınalı zamanlar olabilir; ya da hasta ve terapist arasındaki çözülmemiş çatışmalar nedeniyle başka bir şekilde engellenebilirler. Bazen, sona ermeyle ilgili duygular tamamen çözülemediği için, hasta ya da terapist tatminsiz hissedebilir ya da (benim sonlandırmamda daha önce belirttiğim gibi) yoksun bırakılabilir. Bir sonraki bölümde bu konu daha ayrıntılı olarak tartışılacaktır.

    Son seans ikiniz için de zor olabilir. Terapist gerekirse kılavuzluk yapmaya hazır olmalıdır. Genellikle ikimize de bunun son seansımız olduğunu hatırlatarak başlıyorum.

    Bazı hastalar bir hediye getiriyor, bunun hakkında konuşmaya zaman olmayacağından, uygunsuz ya da çok kişisel olmadığı sürece nezaketle kabul ediyorum. Genellikle tartışma hastanın acil planları üzerinde yoğunlaşır. Onların iyi olacağına, ikinizin de iyi olacağına dair güvenceye ihtiyaçları olabilir. “… olursa ne olur?” (what-ifs) soruları genellikle tartışarak ve/veya ihtiyaç duymaları halinde sizinle yeniden iletişime geçebileceklerinin güvencesini vererek (tabii bu gerçekten mümkün olduğu sürece) çözülebilir. Vedalar sıcaktır. Hasta “Sizi özleyeceğim” derse, ben de her zaman “Ben de sizi özleyeceğim” derim. Bunu söylerken ağlamadığınız sürece hastanızın bunu duyması büyük bir nimet olacaktır. Eğer hasta el sıkışmak istiyorsa bu oldukça uygundur; hastanızın uzun bir erotik aktarım büyüsüne dayanıp dayanmadığına bağlı olarak sarılmak farklı bir konu olabilir. Ne olduğu açık olduğu sürece hızlıca kucaklaşıp vedalaşmakta yanlış bir şey yoktur; kendiniz değerlendirin.

    Bazı hastalar tedavi bittikten yaklaşık altı ay sonra randevu verilmesinden hoşlanırlar. Ayrıldıktan sonra olup biten “her şeyi” size anlatabileceklerini hayal edebilirler. Bu tür bir toplantı düzenlemenin, buna ihtiyaç duyan hastalar için bazı avantajları vardır: (eski) hastanız, artık yanınızda olmasa bile hâlâ hayatta olduğunuzu ve ofisinizde olduğunu görebilir; size dair sakinleştirici imgelerini tazeler ve sizinle tekrar iletişime geçebileceklerini, kapının kapanmadığını test ederler. Terapist için bu genellikle hastanın soğuk, zalim dünyaya girmesine izin vermenin yarattığı suçluluk duygusunu yatıştırma fırsatı olarak hizmet eder. Ancak işinizi iyi yaptıysanız, bu altı aylık kontrol büyük bir hayal kırıklığı olacaktır: Hastanız mutlu bir şekilde kendi hayatına dönecek ve randevuyu neredeyse unutmuş olabilir.

    Bu, bazı hastaların birkaç yıl sonra terapiye, hatta daha fazla analize gelmediği anlamına gelmiyor. Elbette, sonlandırmadan on yıl kadar sonra geri dönen hastalarım var; genellikle farklı sorunlarla, ancak bu zorlukların onları nasıl etkilediğini muhtemelen anlayacağımı düşünüyorum. Hatta bazı psikanaliz yazarları tedavinin sonlanmasından, tedavinin kesintiye uğraması olarak söz etmişler ve aslında hiçbir zaman sonlanmadığını ifade etmişlerdir. Elbette hastalarımız için bu şekilde düşünme sürecinin hiç bitmemesini umuyoruz.

    “Normal” sonlandırmada aktarım konuları

    Sonlandırmadaki karşı aktarım sorunlarından aktarımı ayırmak, terapinin diğer bölümlerine göre çok daha zordur, çünkü bitiş çok açık bir şekilde her iki insanı da kapsar. Ancak bu bölümde öncelikle aktarımın altını çizmeye çalışacağız. Unutmayın: Bu, her iki taraf için de eşi benzeri olmayan bir ilişkidir. Yakın olmadan samimidir; her iki taraf için de (bir taraf için sessizce) derin gerçekleri açığa vurur; arkadaşlarımızla, ebeveynlerimizle ve hatta partnerlerimizle kurduğumuz etkileşimden farklı bir şekilde sürükleyicidir. Bu nedenle, kaygı yüklü başlangıçta (hasta ne bekleyeceğini bilmediğinde) ve genellikle yoğun sonda (hasta yine ne bekleyeceğini bilmediğinde) aktarım fantezisi ve yansıtma fırsatı özellikle büyüktür.

    Sonlandırma aşaması genellikle, bazıları eski aktarımlara yeniden değinilen aktarım yansıtmalarının kristalleşmesi için verimli bir zamandır ve aynı zamanda yeni aktarımların ortaya çıkması için bir fırsattır. Daha önce de belirtildiği gibi, diğer ayrılık zamanlarında (örneğin tatillerde) fark etmiş olabileceğiniz kayıp ve terk edilmişlik duyguları, terapiyi bitirirken ön plana çıkabilir. Bitirme fikri hastanız tarafından ortaya atılmış olsa da hâlâ sizin tarafınızdan terk edilmiş hissediyor olabilir. Bu nedenle hastanızın erken kayıplara ve ayrılığa tepkisini bilmek birincil öneme sahiptir.

    4. Bölüm’de adı geçen ve son seanslarımızdan birinde kendini Beatles’ın She’s Leaving Home şarkısını mırıldanırken bulan hasta, benim de şarkıdaki şarkıcıların/ebeveynlerin hissettikleri gibi hissettiğimi düşündüğünü fark etti: ona çok şey verdiğimi ve şimdi beni terk ettiğini. Benim için ve o olmadan nasıl hayatta kalacağımla ilgili bu endişe, onun, evlendikten sonra hastalığı kötüleşen ve evden ayrıldıktan iki yıl sonra ölen hasta ve muhtaç bir annesi olması deneyiminden kaynaklanıyordu. Bu hasta için sonlandırma aşamasının uzunluğu özellikle önemliydi ve hâlâ orada olup olmadığımdan emin olmak için beni kontrol etmeye devam etmesine olanak sağlıyordu. Bu, bittikten sonra altı aylık bir takip randevusu almaya karar verdiğimiz bir durumdu.

    Daha önce anlattığım, ilişkilerde bağlanma sorunları yaşayan hastam Jeff terapiyi sonlandırma fikrini ortaya attığında kendini açıkça daha iyi hissediyordu. Başarılarını ya da başarısızlıklarını bana bildirmek zorunda kalmadan, özellikle ayrıntılı olarak tartıştığımız cinsellik alanında yeni keşfettiği özgüvenini denemek istiyordu. İlk kez benimle oldukça çapkın olmaya başladı. Bunu (nazikçe) belirttim ve benimle bu şekilde ilgilenmesinin tedavinin sona ermesiyle ne ilgisi olduğunu düşünmesini istedim. Bir süre düşündü ve sonra geçici olarak “bir kadınla onu terk etmeden önce çok flört ettiği”(!) daha önceki bir davranışa geri döndüğü teorisini ileri sürdü. Bu, cinselliği hakkında daha fazla tartışmaya yol açtı ve bir ilişkiyi bitirmeden önce birine arzu edildiğini hissettirmenin her iki taraf için de ayrılığı kolaylaştırmadığını fark etmesine yol açtı. Eğer bu tür davranışlar terapinin farklı bir döneminde ortaya çıksaydı, şüphesiz bunun farklı bir yorumunu düşünürdük.

    Her ne kadar sonlandırma sırasında bir semptomun kötüleşebileceği belirtilse de bazen bunun ortaya çıkması bir aktarım tepkisinden kaynaklanmaktadır. Bir semptomun kötüleşmesi, terapiste karşı düşmanlığın göstergesi olabilir; özellikle de hasta, ebeveynlerinin yaptığı gibi, yuvadan çok erken atıldığını hayal ediyorsa ya da bu, tedavide henüz tam olarak analiz edilmemiş, sıkı bir bağımlılığın kanıtı olabilir. Belirli bir semptomun anlamı ve hastanın hayatındaki diğer önemli kişilerle olan ilişkisi ve onlar için işlevi yeniden araştırılmalıdır, böylece hastanın iyileşmemesi veya yardım çığlığı daha derinlemesine anlaşılabilir.

    Elbette hastalar, sonlandırma sırasında aktarımları çeşitli şekillerde gerçekleştirebilirler; geç gelme, seansları kaçırma, sizinle tanışmak için insanları ve bazen de evcil hayvanları getirme dahil: Bu süre zarfında biri ölümcül hasta olan iki kedi, bir köpek ve bir bebek ile tanıştım. Başka zamanlarda da bebeklerle ve garip köpeklerle tanıştım, ancak sonlandırma sırasında geldiklerinde, sadece dikkati sonlandırmadan uzaklaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda hastanızın hayatının artık asla göremeyeceğinizin farkına vardığı bir kısmını da getirmesine izin veriyorlar. Ayrıca hastalar bu aşamada seansların sonunda ayrılma konusunda daha isteksiz olabilirler, acilen söylenecek çok şey olduğunu hissedebilirler.

    Bazen hastanız, sonlandırmadan hemen önce veya hemen sonra, genellikle yakın bir arkadaşı olan başka bir hastayı size yönlendirecektir. Eğer hemen önceyse davranışı yorumlama fırsatı vardır. Bu yapılana kadar yönlendirme kabul edilmemelidir, hatta muhtemelen hiç kabul edilmemelidir. İster önce ister sonra olsun, bunun en yaygın nedeni, terapiye son veren hastanızın yerine geçecek birini sağlamaktır; ancak bu herhangi biri değil, iyi seçilmiş bir hastadır. Erkek meslektaşlarımdan biri bana, kendisine aşık olduğunu düşünen bir kadın hastamın, onun yerine daha çekici başka bir kadın koymasından endişe ettiğini ve bu yüzden en yakın erkek arkadaşını ona yönlendirdiğini söyledi. Bir arkadaşın yönlendirilmesi aynı zamanda hastanıza sizi gözetleme, hakkınızda dolaylı olarak bilgi alma ve tabii ki hala orada olduğunuzdan emin olma imkanı kazandırma avantajına da sahiptir. Bunu daha önce evden ayrıldıktan sonra küçük kardeşleriyle yapmış olabilirler. Ayrıca, bu yeni hastanın kendilerine bir yer işareti, sürekli bir hatırlatma görevi göreceğini ve böylece sizinle tedavilerine vekaleten devam edebileceklerini umabilirler. Hastanız, kendisinden küçük başka bir kardeş isteyen ancak bir tane daha doğuramayan ebeveynler deneyimine sahip olabilir; Böylece hastanız buna sahip olmanıza ve hastalarınızın azalması durumunda yerini doldurmanıza yardımcı oluyor. Bu aynı zamanda sizi bir araya getiren kişi olarak siz ve yeni hastanız üzerinde güç kullanmaya çalışmanın bir yolu da olabilir.

    Sizinle özdeşleşerek terapiye tutunmaya çalışan, sonlandırmada ya da sona yakın bir zamanda mesleğinizle ilgilendiklerine karar verecek hastalar vardır.  Gerçekten psikoloji dersleri almaya başlayabilirler ya da başka şekillerde terapist olma yönünde kariyer seçimi ya da terapistliğe geçmeyi planlama sürecini başlatabilirler. Bu davranış, siz olma ya da sizin gibi olma isteğinin yanı sıra, tedavi sırasında yüzeye çıkmamış derin kıskançlık duygularının ya da kardeş rekabetinin de göstergesi olabilir. Bu durumda, hastanızı bu işi yapmaktan caydırmadan altta yatan motivasyonu yorumlamak özellikle zor olabilir. İncelemeye başladığınızda, bu alanda yeterince parlak veya “toparlanmış” olmadıklarını ve muhtemelen onları bir meslektaş olarak istemediğinizi düşündüğünüze inanabilirler. Hastanızın tedaviden o kadar çok şey öğrendiği ve psikolojik olarak düşünmekten o kadar keyif aldığı zamanlar da olabilir ki, bu veya buna benzer bir uzmanlık alanı için uygun olup olmadıklarını öğrenmekle meşru bir şekilde ilgilenebilirler. Her iki durumda da, örneğin psikoloji okumakla ilgili duygular, istekler ve fanteziler araştırılmalıdır. Genellikle hastalar bu konuyu sizinle ayrıntılı olarak tartışmak için zaman bulduklarında, kendileri için en iyi karara varacaklardır.

    Sonlandırma, genel olarak sınırların daha geçirgen hale gelebildiği bir zamandır (Gabbard, 2010). Hastalar, terapistin kişisel hayatı hakkında soru sorma hakkına sahip olduklarını hissedebilirler ve bazı terapistler yanıt vermeleri gerektiğini hissedebilirler – ya da en başından beri hastaya bunu anlatmak için can atıyorlar ve şimdi bunu yapmak için kendilerine izin veriyorlar. Verdiğiniz kişisel bilgilerin (varsa) miktarını sınırlamak en iyisidir. Hastanızın gelecekte bir zamanda sizinle tedaviye geri dönmesi gerekebilir. (Ayrıca, kendiniz hakkındaki gerçekleri kullanarak güzel bir idealleştirmeyi neden bozasınız ki?)

    Bazen sonlandırma aşamasında ortaya çıkan ve öğrenciler için yönetilmesi özellikle zor olabilecek bir diğer aktarım tepkisi, hastanın ilişkinin sonlandıktan sonra farklı bir biçimde sürdürülmesi yönündeki önerisidir. Örneğin aralarında daha kurnaz olanlar şöyle diyebilir: “Size okuduğum bir kitabın bir kopyasını getirmek istiyorum, beğeneceğinize eminim. Bir ara onu bıraksam nasıl olur?” Veya daha az incelikli bir şekilde, “İkimiz de aynı üniversitede öğrenci olduğumuza göre neden arada bir kahve içmek için buluşamıyoruz?” Ve daha da az incelikli bir şekilde, “Artık birlikte terapide çalışmadığımıza göre buluşmaya çıkmamızda neyin yanlış olduğunu anlamıyorum.” Bu tür tekliflerin tümüne verilecek yanıt “hayır” olmalıdır. Kaç terapistin başının bu kadar masum bir şekilde belaya bulaştığını öğrendiğinizde şaşırabilirsiniz.

    Bu size herhangi bir zorluk çıkarıyorsa, süpervizyon altında “arkadaşlık” veya devam eden bir ilişki konusunu tartışmanız önemlidir. Bazı yeni terapistler, hastalarını reddetmemek için onların isteklerini kabul etmek zorunda hissederler. Bazıları hastanın daha sonra onları görmek istemesinden gurur duyabilir. Stajyerler ayrıca bunun yapılacak tek “demokratik” şey olduğunu düşünebilirler; sonunda hastanın hayatında bu kadar güçlü bir kişi olarak görülmeyi bırakabildikleri ve onlarla eşit düzeyde ilişki kurabildikleri için rahatlarlar.

    Eğer iletişimin devam etmesinin motivasyonu, terapi ilişkisini arkadaşlık kisvesi altında uzatmak gibi görünüyorsa, örneğin: “Ben konuşmaya devam edeceğim, sen de dinlemeye ve beni desteklemeye devam et”, o zaman bu açıkça, umarım daha samimi arkadaşları olan terapist için kötü bir muameledir. Eğer bu onun en sevdiğiniz hastanız olduğunu ve başından beri öyle olduğunu kanıtlamak içinse, o zaman bu, kardeş rekabetiyle ilgili çözülmemiş sorunlarla ilgili olabilir. Bazen, sona eren hastanın terapi sonrası özel bir ilişki kurma ihtiyacı, “Annem/babam artık tamamen bana kaldı” ve/veya tabii ki çözülmemiş erotik bir ilişki gibi, eyleme dökülen çözülmemiş ödipal aktarımları içerebilir.

    Bu durumu ele alırken, köklerini araştırdıktan sonra, terapi ilişkisini bir arkadaşlığa, hatta romantizme dönüştürmenin hastanız için kaçınılmaz olarak çok hayal kırıklığı yaratacağını, çünkü artık merkezi odak noktası olmayacaklarını ve sizin sorunlarınız ve sınırlarınızı da dinlemek zorunda kalacaklarını yineleyebilirsiniz. Bu, şu tür sorularla aktarım fantezilerini daha fazla keşfetmek için iyi bir fırsat olabilir: “Üniversitede nasıl biri olduğumu düşünüyorsunuz? Ne tür arkadaşlıklarım/ilişkilerim/evliliğim olduğunu düşünüyorsunuz?” Hastanızın geçmişindeki insanlardan kaynaklanan yer değiştirmeler ve hastanızın kendisi için ne istediğine dair yansıtmalar bu şekilde gün ışığına çıkarılabilir.

    Eğer uygunsa, hastalarınız için potansiyel bir terapist olarak kalmak istediğiniz için onlarla arkadaş olmadığınızı yineleyebilirsiniz. Dışarıda pek çok arkadaş ve hatta sevgili bulabilirler, ancak onları sizin şu anda anladığınız gibi anlayan bir terapist bulmak zor olabilir ve bu nedenle, ihtiyaç duymaları halinde sizinle gelecekte temas kurabilmeleri için kapıyı açık bırakmak tercih edilir. Aktarım reaksiyonları terapinin sonuna kadar ve hatta çok sonra ortaya çıkar. Örneğin bir yıl sonra hastanızla sokakta karşılaşırsanız, siz onun için hâlâ özel bir insan olursunuz, hatta onlar da sizin için. Dolayısıyla bu tepkilerin en sonuna kadar işaretlenmesi ve yorumlanması gerekir. Kendinizin bir aktarım nesnesi olarak kullanılmasına izin verdiğiniz ve bu tepkileri kabul edici bir biçimde birlikte keşfedip anlamak için hastanızla el ele çalışabildiğiniz sürece, hastanızın kişiliğini anlamanız için etkileyici materyal sağlamaya devam edecekler.

    “Normal” sonlandırmada karşı-aktarım konuları

    Novick (1997), Freud’un (1937) ufuk açıcı makalesinden sonra neredeyse 75 yıl boyunca psikanalistlerin bir son aşama fikrini kavrayamadıklarını belirtir ve bunun, sonlandırma kelimesinin ölüm anlamını çağrıştırmasından kaynaklanıp kaynaklanmadığını merak eder. Son 20-30 yılda bu konu üzerine geniş bir literatür birikse de Novick hâlâ terapistlerin tedavinin sonuna verdikleri tepkide engel olan bir şeyler olduğunu savunuyor. Belki de bu, sonlandırmayla birlikte kendimizin, hastamızın ve terapötik yöntemin gerçekçi kapasitesiyle yüzleşmemiz gerektiği içindir. Terapistler inkarın kullanımında, özellikle de sonun yakın olduğunu inkar etmede uzman görünüyorlar.

    Sonunda kendimizi ve bu önemli ve yoğun zamana verdiğimiz tepkileri incelemeye başladığımızda, yazarlar (örneğin, Viorst, 1982) terapistin hastanın kaybına verdiği duygusal tepki hakkında yazmışlardır. Birkaç yıl önce gerçekleştirilen görüşmelerden, analistlerin sonlandırma konusunda hastalarla aynı çeşitlilikte ve yoğunlukta tepkiler vermekle kalmayıp, acıyı en aza indirmek veya kaybı inkar etmek için hastalarıyla aynı savunmaları kullandıkları da ortaya çıktı. Ve hastalarımız gibi bizim de tedavi sonrası iletişim fantezilerimiz olabilir.

    Bu neden böyle? Elbette biz de tedaviye hastalarımızla aynı yoğunlukta ama farklı bir bakış açısıyla katılıyoruz. Genç yetişkinlerin ebeveynleri gibi biz de hastalarımızı bırakabilmeli ve bizden öğrendiklerini kullanacaklarını umarak onların biz olmadan daha da büyümelerini sağlamalıyız. Terapistler olarak bugüne kadar hayatımızda ebeveynlerimizden, öğretmenlerimizden ve danışmanlarımızdan, kişisel terapimizden ve kendi deneyimlerimizden öğrendiklerimizin bilgeliğini aktarıyoruz. Hastalarımıza öğretemediğimiz, onların öğrenemedikleri ve biz olmasak daha iyi öğrenecekleri şeyler olduğunu kabul etmek zor olabilir.

    Novick (1982), hastanın analistinin kendisini özleyeceğinden daha çok özleyeceği düşüncesini ifade ettiği bir analizin sonunu anlatır. Novick hastasından alıntı yaparak şunları söylüyor:

    Hastam, özellikle onunla birlikteyken olduğum halimden, ona nasıl yardım ettiğimden ve yaptığım yorumlardan beni tanımasına rağmen çoğunlukla bir gölge kuklası, kafasında titreyen bir mumun ekrana yansıttığı donuk bir yansıma olduğumu söyledi.

    (Novick, 1982, s.354)

    Tabii ki, hastanın genellikle divanda yattığı analizde, neredeyse her açıdan psikoterapiye kıyasla daha az görünür oluruz. Yine de mesele aynı.

    Devam ediyor:

    Ama ben onu herkesten daha net gördüm, daha yakından tanıyorum. Onun büyümesini ve değişimini izledim ve büyümesine ve değişimine katıldım. Muhtemelen onu, onun beni özleyeceğinden daha çok özleyeceğim.

    (Novick, 1982, s.354)

    Kendisinin de söylediği gibi biz hastalarımızı insan, gerçek nesneler olarak tanıyoruz; onlar bizi sadece terapist olarak tanıyorlar.

    Daha önce anlatılan, sonlandırma sonrası altı aylık kontrol, kesinlikle hasta için olduğu kadar terapist için de önemlidir ve hatta bazı terapistler veda etme konusundaki isteksizlikleri nedeniyle bunu başlatırlar. Bu tür olasılıkları aklınızda tutmak iyi bir fikirdir; böylece, tedaviyi bitirmeye yaklaştığınız sırada (belki de özellikle bitirmeye yaklaştığınızda) hastanıza karşı kendi ihtiyaçlarınızı eyleme dökmekten kaçınırsınız.

    34 yaşında mülayim bir flüt sanatçısı olan Laura, aşırı performans sorunları nedeniyle beni görmeye geldi. Enstrümanı konusunda büyük bir yeteneği vardı ve şiddetli endişe duymadan performans gösterememesine rağmen çeşitli ödüller almıştı. Tam bir orkestra onun için en rahatıydı, ikinci veya üçüncü flüt çalıyordu ve o zaman bile yedek arkadaşının, kendisinin çalmasına yönelik potansiyel eleştirisinden endişeleniyordu. Laura’nın ebeveynlerinin ikisi de müzisyendi ve babası caz saksafoncusu olarak tanınıyordu. İkisi de müzisyen olmayan iki kız kardeşi vardı; bu nedenle ailenin itibarını korumak için odak noktası onun üzerindeydi.

    Laura nazik ve duyarlı bir ruha sahipti, komşularına yardım etmek, ebeveynleri ve diğer aile üyeleri için endişelenmek hakkında hikayeler anlatıyordu ve seanslarımızda gerçekten tatlı bir tavırla davranıyordu. Onu hemen sevdim ve ona saygı da duydum. Sorunlarınızı anlatmak isteyeceğiniz türden bir insandı ve bu da elbette onun zorluklarından biriydi. Birlikte çalıştığımız sırada Laura, kendisinin yeterince iyi bir müzisyen olduğunu nadiren hisseden “babasıyla çalmak” yönündeki ödipal arzularıyla ilgili kaygısının kökenlerini anlayabildi. Ancak bu, kemancı annesinin babasıyla geçindiğinden daha iyiydi; babası onunla asla çalmazdı. Elbette saksafonun sesi, çalarken flütü kolaylıkla bastırabiliyor ve farklı kişilikleri için bir metafor görevi görüyordu.

    Laura, idealize ettiği babasıyla ilgili bu sorunlar üzerinde çalışmaya başladığında, gençliğinde mayo giyerken babasının ona cinsel açıdan baktığı iki “iğrenç” olayı hatırladı. Bu anılar gündeme geldikçe babasına çok kızdı; idealleştirmenin savunmaya hizmet ettiği duygu şüphesiz buydu. Öfkenin yoğunluğu arttı ve babasının davranışının diğer yönlerini, özellikle de babasının, sadece kendisinin narsist bir uzantısı olarak ona ilgi gösterip ondan arkadaşları için performans sergilemesini istediği zamanı sorgulamasına olanak tanıdı. Öfkesini kabullenebildiği ve babasına karşı olumsuz duygular beslemesine izin verdiği için ondan daha fazla uzaklaşıp kendini başlı başına bir müzisyen olarak görebildi. Laura, (gürültülü) saksafon eşliğinde caz çalmak ya da saklanabileceği tam bir orkestranın parçası olmak yerine, çok keyif aldığı küçük bir grupla oda müziği çalmaya başladı.

    Laura bana bitirmeyi düşündüğünü söylediğinde oldukça üzüldüm. Onu görmekten ve benim kabulüm ve desteğimden faydalanmasının yanı sıra birlikte edindiğimiz içgörülerden kaynaklanan büyümeye tanık olmaktan keyif almıştım. Sonlandırmamız sırasında bu duyguları bir şekilde kontrol altına alabildim ama sonun benim için zor olduğunu hissettiğini biliyorum. Yine de devam etti ve benim için endişelenmeden ayrılmayı başardı (ya da öyle görünüyordu), ki bu, geriye dönüp bakıldığında terapisinin önemli bir hedefi olabilirdi. Son seansımızda “Belki bir ara konserlerimden birine gelirsiniz” dedi. “Belki gelirim” diye kabul ettim. Hiç gitmedim.

    Eğer bir terapist çiftlerin tedavisinde yer alıyorsa, sonlandırmada ortaya çıkan karşı aktarım duyguları da oldukça yoğun olabilir. Geride kalan terapist kendini terk edilmiş, hatta yoksun hissedebilir (Usher, 2008). Çiftlerin tedaviyi bırakacakları ve geleceği paylaşacakları birbirleri var; öte yandan terapistin ofisine tek başına dönmesi, ödipal zamanları hatırlatan bir dışlanmışlık hissini uyandırır. Bu dönemde terapistin diğer terk edilme anılarının da yüzeye çıkması muhtemeldir.

    Ayrıca terapistin, hastanın tedavisi sonlandırıldığında büyük bir rahatlama hissettiği zamanlar da vardır. Bu sorunlardan bazılarına, terapistin terapiyi çok erken sonlandırarak aslında olumsuz duygularını eyleme döktüğü zamanından önce sonlandırmada karşı-aktarım bölümünde zaten değinilmişti. Bir hastayı tedavi etmek sürekli zorlaşıyorsa ve bu nedenle kendinizi beceriksiz bir terapistmişsiniz gibi hissettiriyorsa; size hoşlanmadığınız, rekabet içinde olduğunuz ya da kıskandığınız birini hatırlatıyorsa; kişisel hayatınıza aşırı derecede müdahale ediyorsa, sizin hakkınızda onunla paylaşmak istediğinizden daha fazlasını bilmenin yollarını buluyorsa ve/veya gözlemlerinizi küçümsüyorsa – tüm bu faktörler ve daha önce bahsedilen diğerleri, hasta sonlandırdığında ve dosya kapatıldığında terapistin güzel bir kadeh Merlot ile kutlama yapmasına yol açabilir.

    Son gerçekten son mu? Hasta ve terapist artık aynı şehirde yaşamadığında, terapist hastalandığında veya emekli olduğunda ve daha fazla iletişim kurmak istenmediğinde veya ihtiyaç duyulmadığında bir şekilde öyle olması gerekir. O zaman bile, aradan yıllar geçmesine rağmen birbirimizi hatırlamaya devam ederiz. Ve hastalarımız için her zaman, sonlandırmanın bir çeşit başlangıç ​​olmasını, hayata ve kişinin neler başarabileceğine dair yeni bir anlayışın başladığı ve hayat hakkında onlarla birlikte kalacak yeni bir düşünme biçiminin başladığı bir yer olmasını umuyoruz.

  • Savunmacı Hastalarla Başa Çıkmak (6. Bölüm)

    Bu metin Introduction to Psychodynamic Psychotherapy Technique‘in [Psikodinamik Psikoterapi Tekniğine Giriş] 6. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    1. Bölüm’de bilinçli ve bilinçsiz çeşitli psikolojik savunma mekanizmaları tanımlanmış ve açıklanmıştır. Bu bölüm, genellikle kışkırtıcı olan bu davranışların tezahürleri üzerinde çalışmaya daha hafif ve belki de daha pratik bir bakış sunuyor.

    Her ne kadar terapötik deneyimin her seviyesinde zorlayıcı hastalar olsa da yeni başlayan terapistlerin belirli hastalarla yüzleştiği ve yönetilmesi zor olabilecek belirli zorluklar vardır. Aşağıdakiler DSM tanıları değildir; genellikle bazı insanların, özellikle kaygı uyandıran durumlarda (örn. psikoterapi) kullandıkları savunma türlerine veya savunma tarzına işaret ederler. Bunlardan bazıları okuma zevkiniz için aşağıda sıralanmıştır; kuşkusuz deneyiminiz sayesinde, yakında listeye ekleme yapabileceksiniz.

    “Parlak” hasta

    Bu hasta terapiye gelmeden önce psikolojik teori üzerine birkaç kitap okuyarak (genellikle sizin okuduğunuzdan daha fazla) kendini güçlendirmiştir ve tedavinin erken dönemlerinde, genellikle ilk seansta, teorik yöneliminizi çok zorlayıcı bir şekilde sormaya başlar. Yeni başlayan terapistler bu noktada bocalar (deneyimli olanlar da sıklıkla bunu yapar). Doğrusunu söylemek gerekirse, öğrenci terapistlerin sağlam bir teorik yönelimi yoktur ve henüz sahip olmamaları da gerekir. Terapiye yeni başlayan terapistler psikoterapi yapmanın çeşitli yollarını öğreniyor; daha deneyimli terapistler genellikle çalışma şekillerini hastanın ihtiyaçlarını algıladıklarına göre ayarlıyorlar.

    Her ne kadar bu soru daha sonra birlikte yapacağınız çalışmalarda daha derinlemesine incelenebilirse de şu anda muhtemelen şunu söylemenin zamanı değil: “Acaba bunu bana neden şimdi soruyorsun?” Eğer psikoterapide olmanın onlardan talep edeceği şeyin bu olduğunu düşünüyorlarsa, hastanız için bu soru muhtemelen “zayıf” veya “duygusal” olma korkusuna karşı bir savunma yolu olabilir. Ya da içlerinin ne kadar “kötü” olduğunu çok geçmeden keşfedeceğiniz endişesi olabilir. Bir tüketici olarak hasta, bu erken noktada meşru olarak bir tür yanıtı hak ediyor. Buna cevaben, bazı terapistler mevcut süpervizörlerinin (veya analistlerinin) yönelimini tanımlayacaklardır; bu tamamen yanlış değildir çünkü bu bireylerin bizim terapötik çabalarımızla büyük ilgisi vardır. Eklektik kelimesi 1990’lı yıllarda hastaları memnun etmek için kullanılıyordu ancak günümüzde pek geçerliliği yoktur.

    Bu kitapta tartışıldığı gibi psikodinamik yönelimli bir terapi yürütüyorsanız, bunu tanımlamanın en iyi yolu muhtemelen “sorunların kökenlerini anlamaya dayalı bir tedavi” şeklindedir. Aşağıdaki yorumlar yardımcı olabilir, ancak bu sorunun hastanız açısından bir savunma manevrası olabileceğinden, ona bir paragrafın tamamını vermenizin kesinlikle gerekli olmadığını unutmayın: Onlara geçmişleri ve aile geçmişleri hakkında sorular soracağınızı ve mevcut zorluklarını bu perspektiften birlikte keşfedeceğinizi anlatabilirsiniz. Ayrıca ikinizin de tamamen şimdiki zamana odaklanacağı oturumlar olacağını söyleyebilirsiniz, ancak aynı zamanda geçmiş hakkında konuşacağınız ve bunun onları bugünü nasıl etkileyebileceği zamanları da olacaktır. Yönlendirici bir terapist olmadığınızı ve bu nedenle onlara ne yapmaları gerektiğini söylemeyeceğinizi ekleyebilirsiniz.

    Hastanızın, bu kadar bilgili görünmesine rağmen söylediklerinizin çoğunu anlamayabileceğini ve ne yaptığınızı bildiğinizden emin olmak için sadece konuşmanızı duymaya ihtiyaç duyabileceğini unutmayın. Tam olarak ne söylerseniz söyleyin, düşünceli bir şekilde yanıt vermek sakinleştirici bir etki yaratabilir.

    “Pek parlak olmayan” hasta

    Bu hasta terapi hakkında, burada beklenenler hakkında ve hatta kendi sorunları hakkında hiçbir şey bilmiyormuş gibi görünür. Bu tip hastalar iyi eğitimli olsalar bile sanki siz bir dâhiymişsiniz ve söylediğiniz her kelime, düşünebileceklerinden çok daha parlakmış gibi davranırlar. İnandırıcı gelmediği için zoraki bir idealleştirme hissi vardır.

    Bu bilgi eksikliği, karşıt tepki verme adı verilen, hastanızın seansı kontrol etme (yapıyor göründüklerinin tam tersi) ihtiyacına karşı bir savunma olabilir. Veya onlara yardım edemeyeceğiniz korkusunu yaşıyor olabilirler. Kaygı olabilir. Bu, ebeveynleri veya kardeşleriyle olan bir alışkanlık olarak size her şeyi bildiğinizi hissettirme girişimi olabilir.

    Her durumda, hastanızın endişeli ve belki de bu konuda konuşmak istiyor gibi göründüğünü nazikçe belirtmek en iyisidir. Terapi ilerledikçe, umarım hem bu savunmanın motivasyonunu hem de kişinin kendini küçümseme davranışlarının hayatlarının diğer alanlarına nasıl yansıdığını anlayacaksınız.

    Küçümseyen hasta

    Tedavinin başlarında bu hasta, eğer stajyer iseniz stajyerlik durumunuza veya daha deneyimli bir terapist iseniz yapabileceğiniz küçük hatalara değinecektir. Daha az deneyimli terapistler için bu tür kişiler özellikle zordur çünkü süpervizörünüz kim olduğunu sorabilir ve zor olduğunu düşündükleri bir sorunu anlatırken “Sanırım bunu süpervizörünüzle ele almanız gerekecek” gibi yorumlar yapabilirler. Ya da “Süpervizörünüz geçen hafta konuştuklarımız hakkında ne düşündü?” diye sorabilirler.

    Eğitimdeyseniz, hastanızın muhtemelen sizin durumunuzdaki biriyle görüştüğü konusunda bilgilendirildiğini ve; belki süreç üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmayı, daha az teşhir olmayı, terapistten daha akıllı hissetmeyi umduğunu ya da “kötülüklerinin” ya da “hastalıklarının” keşfedilmeyeceğinden emin olmayı umarak kabul ettiklerini aklınızda tutun. Bazı durumlarda bu hastalar arka planda bir yönetici ya da otorite tipi figürün gizlenmesinden dolayı sorun yaşıyor olabilir ve aktarımları ilk başta bu hayal edilen kişiye karşı kendini gösteriyor olabilir. Bu durumda, bu savunma yeni başlayan terapistlere zarar verebileceğinden, genellikle en iyisi şu şekilde yüzleşmektir: “Süpervizörüme çok sık işaret ettiğinizi fark ettiniz mi? Bana onun hakkında ne düşündüğünüzü anlatın” veya “Stajyer olmamın sizi endişelendirip endişelendirmediğini merak ediyorum. Neden bana biraz daha bundan bahsetmiyorsunuz?”

    Hastalar deneyimli terapistler eşliğinde de bu şekilde davranabilirler. Her seferinde ona, eski aile deneyimini şimdiki acı verici ikilemleriyle birleştirip, işleri yıkıcı bir şekilde ayarlamaya ne kadar bağlı olduğunu göstererek harika derecede derin ve kapsamlı bir yorum sunduğumu düşündüğüm bir hastam vardı ki, “Bunun bariz olduğunu düşünüyordum” derdi.

    Ve bir sorun hakkında zaten bildiklerimizi özetlediğimde ve onu farklı bir perspektife dikkatlice yerleştirdiğimde, “Bunu zaten biliyordum, belki siz bilmiyordunuz” yorumunu yaptı. Divanın arkasından gözlerini devirme sesini neredeyse duyabiliyordum. Bu vakada hastam duygularından çok korkuyordu ve ne zaman fazla yaklaşsam bu küçümseyici savunmayı kullanıyordu. Bu, özellikle kişinin terapist olarak özgüvenini aşındırabilir.

    Özellikle ilişkinin başlangıcında bu davranışların savunma olduğunu unutmayın; böylece hastayı yoğun kaygı gibi istenmeyen bir duyguya karşı korurlar. Bunları tam anlamıyla olduğu gibi, hastanızın gerçekten yetersiz olduğunuzu düşündüğünü varsayarak ele almak yerine endişeleri hafiflemeye başladığında birlikte anlamak en iyisidir.

    Müdahaleci hasta

    Bu hasta sizin hakkınızda mümkün olduğu kadar çok şey keşfetmeye çalışır. En bariz olanla başlayabilir: “Alyans taktığına göre evli olduğunu anlıyorum” ve oradan devam edebilir. Saçınız, kıyafetleriniz, ofisinizdeki fotoğraflar gibi hiçbir şey bu hastanın dikkatinden kaçmaz ve genellikle sizi rahatsız edecek doğrudan sorular sorarlar.

    Bir zamanlar bir hastam masamın üzerinde bulunan arabamın anahtarlarını inceledikten sonra nereye park ettiğimi görmek için izledi. Daha sonra çoğu seansta bu konu hakkında şu yorumu yapardı: “Bugün çıkışa çok yakın bir yere park ettin.” ve bir keresinde “Arabanızda şu şu tiyatro programını fark ettim, onu izlemiş miydiniz?” dedi.

    Bazen müdahalecilik, sanki hasta sizi “ölçüp tartmak” konusunda kararlıymış gibi kritik bir durum olarak karşımıza çıkar. Nadiren eleştirmek amacıyla yapılır. Bu, bazı hastaların “yakın” olmanın bir yolu olarak ailelerinde öğrendikleri bir tarzdır. Diğerleri için bu, sizinle özdeşleşmeye çalışmanın biraz umutsuz bir yolu olabilir. Yukarıdaki örnekteki, terapi ilerledikçe daha da belirgin hale gelen erotik aktarımın belirtisiydi.

    Psikanalistlerin ve psikanaliz yönelimli psikoterapistlerin zorunluluklarından biri, aktarım yansıtmalarını mümkün olduğunca az etkilemek için mümkün olduğunca anonim olmaya çalışmaktır. Greenson’un (1967) belirttiği gibi: “Hastanın; psikanalist hakkında gerçekte ne kadar az şey biliyorsa, boşlukları kendi fantezileriyle o kadar kolay doldurabileceğine şüphe yoktur” (s. 274). Müdahaleci hasta bunu özellikle zorlaştırır. Terapistler, hastalarının yaşamlarıyla ilgili sorularını yanıtlamayarak hastayı mahrum bıraktıklarını, soğuk ya da kişiliksiz davrandıklarını hissedebilirler. Bir süpervizör veya meslektaş, sorunun motivasyonunu ve zamanlamasını sorarak terapistin pası tekrar hastaya atmayı önerdiğinde, bu terapistler kendilerini hastadan alıkoyuyor veya kendilerini hastanın “üstüne” koyuyormuş gibi algılanacaklarını hissedebilirler. Ancak, bu tür bir savunmayla başa çıkmanın en iyileştirici yolunun şu yorumu yapmak olduğunu unutmamalıyız: “Ne giydiğim vb. konusunda oldukça ilgilendiğinizi fark ettim. Neden bunun hakkında biraz daha konuşmuyoruz?”

    Eğlenceli hasta

    Bu hasta başlangıçta gününüzü aydınlatan ve görmeyi sabırsızlıkla beklediğiniz bir keyif olarak deneyimlenir; siz bu konuyu düşünene veya süpervizörünüzle ele alana kadar. Bu kişi esprili ve aslında komik olan şakalar yapıyor, belli ki sizden kahkaha tepkisine ihtiyaç duyuyor. Bu konuda bir beceriye sahip olduklarını ve bunun kaygı yüklü durumlarda daha rahat olmalarına yardımcı olmanın yanı sıra onları daha sevimli hale getirdiğini öğrenmiş olabilirler. Bir keresinde komedi ekibi olabilecek bir çifti tedavi etmiştim. Sosyal durumlarda sık sık yaptıkları gibi, her seansın başında beni eğlendirmek için birbirleriyle uğraşıyorlardı ve çok olumlu sonuçlar elde ediyorlardı.

    Ancak eşlerden birinin ilişkisi vardı ve evliliklerinin devam edip edemeyeceğini görmek için tedaviye gelmişlerdi. Açıkçası bu gülünecek bir konu değildi. Ben -istemeyerek de olsa- itiraf etmeliyim ki, belki de komedi rutinlerini evliliklerindeki çok acı veren zorluklardan bahsetmeye karşı bir direnç olarak kullandıklarını gözlemlediğimde, kendilerini bu işin içinde yakalamaya başladılar ve terapi zamanlarının çoğunu kendi sorunları üzerinde çalışarak geçirebildiler. Bu konu hakkında daha fazla konuştukça, partnerlerden her birinin hayatının zor zamanlarında mizah kullandığı ve aslında diğerinin mizah anlayışının birbirlerine olan çekiciliğinin büyük bir parçası olduğu ortaya çıktı. Bir bakıma terapimizin başında birbirlerine dair en çok neyi sevdiklerini bana gösteriyorlardı. Bunun hakkında daha fazla konuşmak, birbirleri hakkında yeniden iyi hissetme çabalarını besledi.

    Ayartıcı hasta

    Bu hasta genellikle karşı cinsiyetten hasta-terapist kombinasyonunda en etkili şekilde çalışır, ancak aynı cinsiyetten kombinasyonlar da bu savunmanın ortaya çıkması için verimli bir zemin olabilir. Bu durumda hasta, terapistten cinsel açıdan uyarılmış bir yanıt almaya çalışırken kasıtlı olarak kışkırtıcı davranmaktadır. TV dizileri (örneğin, “In Treatment”, “The Sopranos”) sıklıkla bu davranış biçimini vitrine çıkarıyor. Hasta çok açık olduğunu düşündüğü bir şekilde giyinebilir ve vücudunun cinsel bölgelerine maruz kalmayı en üst düzeye çıkaracak bir duruşta oturabilir ve bakıp bakmadığınızı görmek için izleyebilir. Ayrıca cinsel içerikli rüyalar da gösterebilirler veya cinsel istismarlarını açık, erotik ayrıntılarla anlatabilirler.

    Aklınıza gelmemiş olabilecek bir örnek: Yakın zamanda danışmanlığını yaptığım bir kadın terapist, cinsel tacize uğrayan bir kadın hastayı tedavi ediyordu ve bu istismarı sürekli olarak son derece erotik bir şekilde anlatıyordu. Konunun derinlemesine incelendiği ilk birkaç seferin ardından, terapinin belirli noktalarında, yani hasta kendini kötü hissettiğinde ve terapistinin daha fazla katılımını arzuladığında bu konunun gündeme geldiğini fark etmeye başladık. “Cinsel” olmak onun geçmişte başkalarından tepki almasının bir yoluydu ve bunu terapisinde tekrarlıyordu. Aynı zamanda travmayı ve kendi cinsel heyecanıyla ilgili suçluluk duygusunu, bunun üzerinden tekrar geçerek (tekrarlama zorlantısı) ve kendisinde ortaya çıkan tepkiyi başkasında da ortaya çıkaran kişi olarak (saldırganla özdeşleşme) başa çıkmaya çalışıyordu.

    Bu vakada terapistin cinsel açıdan uyarılmaya başladığını fark etmesi özellikle zordu. Bu hastanın cinsel uyarılmadan nasıl yararlandığını anladığımızda, bu duyguların ortaya çıkışı terapist tarafından, eylem halindeyken ve olduğu gibi, çok daha kolay gözlemlenebilir ve ardından hastaya yavaş yavaş yorumlanabilir. Bu şekilde terapist, geçmişte hasta için daha fazla zorluk yaratmada etkili olan tepki örüntülerine düşmekten kaçındı ve hastanın davranışının işlevlerini anlamasına yardımcı olabildi.

    Çok erken ayrılmak isteyen hasta

    Bu hastalar da seansın bitmesini reddedilme olarak algılıyorlar ancak “Sen beni reddetme şansına sahip olmadan ben buradan gideceğim” tavrını taşıyorlar. Daha genç hastalar ve ergenler, yaşlı hastalara göre bu şekilde hissetmeye daha fazla eğilimli olabilirler; dışarı çıktıklarında “yapacakları” çok şey olduğu şeklinde kılıfına uydurulabilir. Bu hastalar genellikle seansın son beş dakikasında, kaçmaya hazır bir şekilde sandalyelerinin kenarında otururlar. Süpervizyonda duyduğum bir hasta tüm hayatı boyunca reddedilmiş hissetmişti. Bu kadın, ilk yıllarının çoğunu annesi ve kız kardeşleri tarafından reddedilmekten kaçınmaya çalışarak geçirmişti ve davranışı bir “refleks” tepkisi gibi görünüyordu. Her seansın bitimine yaklaşık yedi dakika kala ceketini ve güneş gözlüklerini takarken konuşmaya devam ediyordu! Oldukça eğitimli ve yetkin bir kişi olarak, dikkat çekilene kadar davranışlarında olağandışı hiçbir şey fark etmedi.

    Bu kategoriye giren diğer hastalar seansın bittiğini ilan eden taraf olarak seansın kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor olabilir. Danışmanlık verdiğim başka bir kişi, seansın bitiminden hemen önce saatine bakıp esneyen ve ardından “Eh, şimdi gitmem gerekiyor…” diyen bir hastayı tedavi etti; bu onun çok yoğun bir programı olduğu ve kalamayacağı anlamına geliyordu.  Terapistinin en son gündeme getirdiği materyalle uğraşmayı bırakarak kapıya doğru gidiyordu. Her ne kadar bu terapistin karşı-aktarım tepkisi (küçültülmüş hissetme) ilk vakadaki terapistinkinden (şaşırmış hissetme) farklı olsa da yine de hasta için altta yatan güdü (yani gitme zamanının geldiğinin söylenmesiyle reddedilmekten kaçınmak), kontrolde olmadıklarını hissettikleri bir durumu kontrol altına alma ihtiyacında önemli bir rol oynuyordu.

    “Korkunç” hasta

    Bu hasta saldırganlık ve saldırgan fanteziler hakkında konuşuyor ve hatta seansta sesini yükselterek – doğrudan terapistle ilişki içinde ya da dolaylı olarak başka birine karşı duyulan öfkeyi tanımlama kisvesi altında – önemli bir noktaya değinmek için yumruğunu sandalyeye vurarak ya da terapiste dik dik bakarak saldırgan davranabilir. Hastanın erkek ve terapistin kadın olması durumu en zorudur. Bu tip bir hasta sıklıkla terapiste karşı koruyucu hisseden süpervizörde veya meslektaşlarında da karşı-aktarımsal bir tepki uyandırır.

    Şu müdahaleler denenebilir: “Bana sesinizi yükselttiğinizi fark ettiniz mi? Şu anda nasıl hissettiğinizi bana anlatabilir misiniz?” veya “Burada neden bu kadar çok zamanınızı insanlara zarar vermek istediğinizi konuşarak geçirdiğinizi merak ediyorum. Yalnız kaldığınızda bu çok düşündüğünüz bir şey mi?” İlk müdahale hastanın duygularının ve bunları nasıl ifade ettiğinin daha fazla farkına varmasına yardımcı olmak için yapılır. İkincisi, saldırganlığın aktarımsal bir tepki mi yoksa hastanız için devam eden bir meşguliyet mi olduğunu araştırır. Bu soruya verdikleri yanıt, onların kendi saldırgan dürtülerinden korkup korkmadıklarını anlamanıza yardımcı olabilir.

    Eğer hastanızdan rahatsızlık duymaya devam ediyorsanız, yani müdahaleleriniz işe yaramıyorsa ve saldırganlık devam ediyorsa, o zaman bu hasta psikodinamik terapiden ya da sizinle yapılan terapiden fayda sağlayamıyor olabilir. Başka bir terapiste yönlendirme ve muhtemelen başka bir tedavi türü düşünülmelidir.

    Aşırı minnettar hasta/nankör hasta

    Aşırı minnettar hasta, özellikle insanlara “yardım etmek” isteyen daha deneyimsiz terapist için başlangıçta özellikle tatmin edici görünür. Bu hasta, “Geçen haftaki seansımız olmasaydı o aile ziyaretini atlatamazdım” veya “Burada olduğum için çok mutluyum, gün sayıyordum” veya “Söylediğiniz her şeyi düşündüm ve çok haklıydınız, bunları kendi kendime asla düşünemezdim.” gibi ifadeler kullanır.

    Ne yazık ki, bunu duymaktan ne kadar hoşlansak da bu tür davranışların, kişilerin hissettikleri şey durum için fazla tehdit edici oldu zaman hissettiklerinin tam tersini ifade ettikleri karşıt tepki oluşturma savunmasından kaynaklanabileceğinin farkında olmalıyız. Hastamız için mükemmel bir ebeveyn olmayı ne kadar istesek de onu gerçekten anlayan ilk kişi biz olsaydık, hastanın ölmüş olacağını aklımızda tutmalıyız! Aslında bu hastalar gerçekten onlara yeterince yardım etmediğinizi düşünüyor olabilir. Veya terapiste karşı bu tür bir tutum, hastanızın asla kaçamayacağınızı umduğu yapışkan bir bağımlılığın habercisi olabilir. Ve bazı hastalar için bu, başkalarının kendilerine yakın olmasını sağlamanın, yani kendilerini önemli ve gerekli hissetmelerini sağlamanın tecrübeyle sabit yoludur.

    Elbette öncelikle davranışın altında yatan motivasyonu keşfetmek, onu ilişkisel bir tarz olarak tanımlamak ve ardından hastanızla birlikte bunun öncüllerini ve işlevini araştırmak şarttır.

    Nankör hasta, tedavi sayesinde belirli ilerlemeler kaydedebildiği çok açık olsa bile, size veya terapiye asla itibar etmeyecektir. Bu hastalar, “Son zamanlarda neden kendimi daha iyi hissettiğimi bilmiyorum, belki de baharı sevdiğimdendir” ya da “Çok şükür hayatımda şu şu var; onlar olmasaydı ne yapardım bilmiyorum. Onlara her şeyi anlatabiliyorum ve onlar da bana çok güzel tavsiyeler veriyorlar.” Sanki varlığınız (tüm sıkı çalışmanızdan bahsetmiyorum bile) tamamen fark edilmeden gitmiş gibi. Doğrudan (oldukça acıklı bir şekilde) sorduğunuz zaman veya belki de özellikle şunu sorduğunuz zaman, örneğin, “Annenle baş edebilmene ne yardımcı oldu sence?”, bu hastalar “Bilmiyorum. Sanırım bir şekilde değişiyor.” gibi cevaplayabilir.

    Bu, en azından ara sıra tedavinin bir etkisi olduğuna dair kanıta ihtiyaç duyan çoğu terapist için son derece sinir bozucu olabilir. Ancak bu hastalar için terapinin işe yaradığını kabul etmek (veya daha da kaygı verici olanı, sizinle yararlı bir ilişkilerinin olduğunu kabul etmek) çok tehdit edici olabilir. Sanki bir şeyi ele vermişler ve sonra sizin tarafınızdan reddedilmeye veya incinmeye karşı kendilerini son derece savunmasız hissedeceklermiş gibi. Daha önce anlatılan ve her seans bitmeden güneş gözlüklerini takan hasta, birkaç aylık tedaviden sonra terapistine burada “hiçbir ilişki” olmadığını açıklamıştı. Daha sonra bunu dişçiye gitmeye benzetebildi, oradaki ilişkisinin aynısıydı. Bu tür “nankör” davranışlar aynı zamanda bağımlı olmaya karşı da bir savunma olabilir. Aşırı şükreden hastanın bağımlı olmaya ihtiyacı olduğu gibi, nankör olanın da buna ihtiyacı vardır ama bu ihtiyacı kendi içinde küçümser. Ya da kendini gerçekten kötü biri gibi hisseden hasta, sizin görünürdeki “iyiliğinizin” zıtlığıyla baş edemeyebilir. Bu nedenle, kendinizi iyi hissetmeniz için size daha fazla neden vermek istemezler.

    Genellikle bu davranışa doğrudan müdahale etmek yerine, terapi ilerledikçe hastanızın başka bir kişiye güvenmesi gereken yeni bir ilişki kurma kapasitesini ölçmek ve ona bu konuda geri bildirim vermeye başlamak en iyisidir. Bu hastalar kendilerini ve sizinle terapötik bir ilişki içinde olma fikrini daha iyi hissetmeye başladıkça ve reddedilmekten daha az korktukça, yavaş yavaş sizin ve yaptığınız işin gerçekten önemli olduğunu belirtebileceklerdir. Burada esas mesele sabırdır.

    İlgilenen hasta

    Bu hasta, kendisininkinden çok sizin sağlık veya yorgunluk durumunuzla ilgileniyor gibi görünür. Bazen bu tip hastalar her seansta size kahve getirirler ya da sempatik bir şekilde yorgun ya da sıkıntılı göründüğünüz, herkesin derdini dinlemenin ne kadar zor bir iş olduğu yorumunu yapabilirler.

    Bazen hastanızın size bakmasına izin vermek cazip gelse de (özellikle de hayatınızda bunu yapan tek kişi o ise!), ona uyumakta zorluk çektiğinizi ya da büyük bir sunum için endişelendiğinizi söylememelisiniz. Bunun yerine, kahveleri veya ilgileri için onlara teşekkür ettikten sonra, sizinle ilgilenmeleri gerektiğini hissettikleri gözlemini yapabilir ve bunu inceleyebilirsiniz. Terapist olarak göreviniz, daha önce de belirtildiği gibi, yalnızca hastanızın ihtiyaçlarına ve davranışlarının motivasyonlarına odaklanmaktır.

    Bu tür hastalar sıklıkla bakıma büyük ihtiyaç duyarlar ve bu onlar için hiçbir zaman işe yaramasa bile ” başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi davran atasözünü” tekrar tekrar uygularlar. Bu tür bir bakımı doğrudan isteyememe nedenleri gibi bu durum da onlarla birlikte incelenebilir. Genellikle hasta, bakım ihtiyacını ebeveynlerinden ya da erken ilişkilerinde karşılayamamış ya da bu ihtiyaçları olduğu için aşağılanmış olabilir. Terapilerinde bir dereceye kadar kendilerine bakılmasına izin vermeleri gerektiğinden burası bu tür konular üzerinde çalışmak için ideal bir yerdir.

    Tıpkı size benzeyen hasta

    Her ne kadar bu, hasta açısından bir savunma olmasa da (en azından ilk başta bilinçli bir savunma olmasa da) ve bir karşı-aktarım tepkisiyle ilgili olsa da bunu buraya dahil etmek faydalı görünüyor. Yeni bir hastayla yapılan ilk birkaç seansta terapist, hastasının tam olarak kendisi gibi olduğu hissine kapılabilir. Bu, hastanın yaşı, aile geçmişi, mizah anlayışı veya bazen mevcut sorunlarıyla ilgili olabilir. Terapist daha sonra şöyle düşünebilir: “Bu kişinin de annesiyle sorunları benimkinin aynısı; ben kendi sorunumu çözemezsem ona nasıl yardımcı olabilirim?” veya “Belki onlara yardım ederken kendi sorunlarımı da çözebilirim.”

    Hastaların, onları tanıdıkça aslında bize ya da bu konuda diğer hastalara bu kadar benzemesi nadiren yaşanır. Bazı terapistler için terapiyi yürütürken kendi kaygılarına karşı bir savunma veya hatta hastayla empati kurmaya başlamanın bir yöntemi olabilen aynılık duygusu, hasta daha iyi tanınıp anlaşıldıkça hızla hafifler çünkü bu bakış açısı hastaya asla yardımcı olmaz. Başka bir deyişle, hastanız sizin için bir kişilik haline geldikçe, hala benzerlikler görebilseniz de farklılıkların da fazlasıyla farkında olacaksınız.

    Hastanız şu anda uğraştığınız soruna benzer bir sorunla başvursa bile, bu mutlaka ona yardımcı olamayacağınız anlamına gelmez. Buradaki temel tuzak, hastanızın da bu sorunu yaşama konusunda sizinle tamamen aynı şeyleri hissettiğini varsaymaktır. Sorunun size ait versiyonunu bir kenara bırakıp gerçekten dinlerseniz, genellikle onlara çok yardımcı olabilirsiniz.

    Hastanız şu anda uğraştığınız soruna benzer bir sorunla başvursa bile, bu mutlaka ona yardımcı olamayacağınız anlamına gelmez. Buradaki temel tuzak, hastanızın da bu sorunu yaşama konusunda sizinle tamamen aynı şeyleri hissettiğini varsaymaktır. Sorunun size ait versiyonunu bir kenara bırakıp gerçekten dinlerseniz, genellikle onlara çok yardımcı olabilirsiniz.

    Bir zamanlar kendisi de uçma korkusu olan ancak aynı problemi yaşayan hastasını başarılı bir şekilde tedavi etmeyi başaran bir stajyere danışmanlık yapmıştım. Suistimal edilebileceği için bunu yazmakta tereddüt etsem de benzer sorunları olan bir hastaya yardım ederek kendi sorununuzu daha iyi anlamanız da mümkündür. Ancak yukarıda anlatılan stajyerin uçak korkusu devam etmişti.

    “Mükemmel” hasta

    Bu, başlangıçtaki karşı-aktarım tepkinize rağmen tam olarak size benzeyen yukarıdaki hastayla karıştırılmamalıdır.

    Bu hasta kesinlikle hiçbir zorluk çıkarmayacak şekilde davranır, herhangi bir kötü duyguya kapılmamaya dikkat eder. Her zaman zamanında gelir ve kolayca ayrılır. Asla terapistten randevu saatlerini değiştirmek veya randevuları iptal etmek gibi ek taleplerde bulunmazlar ve sanki gelmeden önce bu kitabı okumuşlar gibi, yukarıda sıralanan korkunç kategorilerin hiçbirine asla girmezler. Bu hasta yorumlarınızı ve düşüncelerinizi dinler ve hem seansta hem de seanslar arasında bunlar üzerine doğru miktarda düşünüyor gibi görünür. Duygusal sorunlar hakkında konuşurken uygun etkiyi gösterir ve asla terapiste tatiller veya diğer aralar konusunda sıkıntı yaşatmaz. Ayrıca, vaka konferanslarının veya akademik makalelerin konusu olmayı da kolaylıkla kabul edeceklerdir; genel olarak, kendilerinden isteyeceğiniz her şeyi kabul edeceklerdir.

    Bu tür hastaları, özellikle tedavinin başlangıcında, onlarla birlikte olmanın çok hoş görünmesi dışında tanımlamak özellikle zordur. Bu nedenle davranışlarını savunma tarzı olarak görmek biraz zaman alabilir. Ancak siz onlar hakkında düşünürken ve belki de bir danışmanla onlar hakkında konuşurken, onların fazla mükemmel oldukları aklınıza gelebilir. Bu hasta her ne kadar “kolay” görünse de onun farkında olmadığı ya da değerlendirmeyi hiç denemediği ve ona pek hizmet etmeyebilecek eski bir davranışı teşvik etmek istemeyiz. Bu tür hastaların çoğu, ebeveynlerinden birinin veya her ikisinin de kendilerini aşırı derecede eleştirdiği ailelerden geliyor ve kusursuz davranarak, yani eleştiriye neden olabilecek hiçbir şey yapmayarak kendilerini korumayı öğreniyorlar. Bu genellikle onların bir “sahte benlik” geliştirdikleri anlamına gelir; bu sizin gördüğünüz mükemmel benliktir. Acı verici deneyimlerden dolayı “gerçek benliklerinin” kabul edilemez olduğunu ve onlara yalnızca acı ve aşağılanma getirdiğini biliyorlar. Dolayısıyla bu hastalar, bilinçli ya da bilinçdışı olarak, tıpkı başkalarının yaptığı gibi, sizin de gerçek benliğini küçümseyeceğinizi ya da alay edeceğinizi beklerler. Bazen bu tip hastaların çok kötü olduğunu düşündükleri bir “sırrı” vardır ve bunu örtbas etmeye çalışırlar.

    Bu tür bir savunma sergileyen hastalara müdahale etmek çoğu zaman hassas bir konudur. Çalışma ittifakının daha net bir şekilde kurulmasını ve hastanın size güvenmeye başlamasını beklemek genellikle en iyisidir. O zaman doğal olarak hastanın istediği kadar mükemmel olamayacağı zamanlar gelecektir ve terapist, hastanın herhangi bir yönünü kabul ettiğini gösteren bir yorum yapma fırsatına sahip olacaktır; örneğin, “Bundan önce hiç küfretmediğinizi fark ettim. Sizin o “siktir” diyen parçanıza maruz kalmamam gerektiğini mi düşünüyordunuz? Mükemmel hastanın sunumundaki bu küçük “kusur” bazen terapinin tüm iklimini değiştirebilir. Çoğu zaman bu hastalar, bilinçli ya da bilinçdışı olarak, gerçek benliklerini daha fazla gösterebilmek ve ne olacağını görebilmek için bu hataların gerçekleşmesini ayarlarlar.

    Birkaç yıldır işi tehdit altında olan Kevin adında 45 yaşında bir erkek yönetici gördüm. Kevin’in babası tanınmış bir memurdu ancak genç yaşta ölmüştü ve bunun ardından Kevin’in annesi onu “ailenin erkeği” ilan etmişti. Kevin, işten doğrudan gelmese de seanslara her zaman takım elbise ve kravatla geliyordu ve şikayetlerini nasıl dile getirdiğine çok dikkat ediyordu. Birlikte yaklaşık altı ay çalıştıktan sonra, Kevin bir gün gündelik kıyafetlerle, başında eski ve yırtık, belli ki çok sevilen bir şapkayla ortaya çıktı. Seansımızın hemen ardından beyzbol maçına gideceğini söyleyerek kıyafetleri için bolca özür diledi. Bu saat boyunca her zamankinden çok daha rahat davrandı. Hatta işine mal oluyormuş gibi görünen olumsuz yönlerini detaylandırabildi ve bunlar hakkında biraz duygusallaşabildi. Ne kadar farklı olabileceğine (mutlu bir şekilde) şaşırdım. Bir sonraki seansta Kevin normal kıyafetiyle göründü ve ne yazık ki önceki savunmacı konuşma tarzına geri döndü. Bu değişime değinme fırsatı buldum ve aynı zamanda onu seans sırasında şapkayla daha cana yakın bulduğumu da ima ettim. Gerçekten minnettar görünüyordu ve sonra işte bu şekilde olmaktan korktuğunu söyledi; ancak başkalarının kendisinin bu yönüne daha önce düşündüğünden daha olumlu tepki verebileceğini düşünmeye istekliydi. Daha sonra bu seans bizim tarafımızdan “şapkalı seans” olarak adlandırıldı ve bu, kendisinin başkaları tarafından kabul edilemez olduğunu düşündüğü iyi yönlerini ona hatırlatmasına yardımcı oldu.

    Bu savunmaları göstermeyen herhangi bir hasta var mı (kendi kendinize soruyor olabilirsiniz)? Neyse ki hastalarımız her zaman bize ve kendi insanlığımıza ve savunmamıza pek çok açıdan meydan okuyor. Bu, psikoterapiyi terapist için bu kadar etkileyici ve aydınlatıcı bir deneyim haline getiren şeyin bir parçasıdır. Tamamen savunmasız görünen veya çok kolay bağlanan hastalar, psikanalitik veya psikodinamik psikoterapiden yararlanabilecek ego gücüne ve sınırlarına sahip olmayabilir. Yukarıdaki açıklamalar, bekleyebileceğimiz bazı davranışları vurgulamak için eklenmiştir; bunlar yeterince doğaldır ve kesinlikle bir hastanın gösterebileceği en kötü özellikler değildir.

  • Terapi Süreci (5. Bölüm)

    Bu metin Introduction to Psychodynamic Psychotherapy Technique‘in [Psikodinamik Psikoterapi Tekniğine Giriş] 5. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş çalışmasının ardından bir geçiş daha var: Başlangıcın göreceli yapısından ve öykü alma sorularından, hastanın aklına geleni konuşmasına. Bu, hastanız için zor bir geçiş olabilir çünkü daha önce uyguladığınız yapı çoğu zaman güvende hissettirir; yani soruları yanıtlamak, en azından ilk başta kişinin kendi materyalini oluşturmasından daha kolay görünebilir. Bu nedenle, hastaya neler olduğunu anlatmak önemlidir: örneğin, “Şimdilik bu tür bilgilere yeterince sahibim, o yüzden bir dahaki sefere ne hakkında konuşmak istiyorsanız onun hakkında konuşalım” veya “Ben şimdi notlarımı bir kenara bırakıyorum ve geri kalan zamanda aklınıza ne gelirse onun hakkında konuşmanızı istiyorum.”

    Hastanız zihinsel kayması ve uyum sağlamaya çalışması sırasında doğal bir sessizlik olabilir. Eğer hasta gerçekten zorlanıyorsa (örneğin, “Ne diyeceğimi bilmiyorum”), empatik bir şekilde bunun zor olduğu yorumunu yapabilirsiniz ya da hastaya göre neden bu kadar zor olduğunu sorabilirsiniz. Geçiş hakkında konuşmak, geçişin genellikle ikinizin de üzerinde çalışmak zorunda kalmadan gerçekleşmesine yardımcı olur. Bazı durumlarda bu, hastanızı terapide olup bitenler konusunda eğitmek için uygun bir fırsat olabilir (yani, o konuşacak, siz dinleyecek ve ikiniz de onun sorunlarını anlamaya çalışacaksınız). Her zaman, gerekirse birkaç kez söylenebilir: “Bu senin zamanın.” Terapiyi okul veya aile ortamlarıyla ilişkilendirerek, bir düzeyde onların sizin için burada olduklarını, performans göstermek ve iyi bir hasta olmak için burada olduklarını hissedebilecekleri için bu, hastanız için kavraması zor bir kavram olabilir.

    Başlamaktaki zorluk devam ederse, öykü alma sırasında koyduğunuz bayrakları zihinsel aktarım dosyanızda arayabilirsiniz; hastanızı engelleyen hangi aktarım sorunlarının halihazırda devrede olabileceğini düşünebilirsiniz. Özellikle hastanızın anne ve babasına dair anlattıklarından duyduklarınıza odaklanın. Otorite figürlerinin tanımı oldukça itici (kızgın veya korkutucu) ise hastanıza güven vermeyi deneyebilirsiniz: örneğin, “Bunun tuhaf geldiğini biliyorum ve belki de sizden özel bir şey bekliyormuşum gibi geliyor ama bana ne düşündüğünüzü söyleyin, olur mu?” Bu erken noktada hiçbir aktarım gözlemi veya yorumu (örneğin, “Beni de annenizle yaşadığınız gibi mi deneyimlediğinizi merak ediyorum” gibi) uygun değildir. Erken ebeveyn ilişkileri yeterince iyi görünüyorsa, o zaman şu anda bunun peşinden gitmeye gerek yok, sadece aklınızda bulundurun.

    Hala çıkmazda mısınız? O zaman şunu sorun: “Geçen sefer buradan ayrıldıktan sonra nasıl hissettiniz?” veya “Bugün içeri girerken nasıl hissettiniz?” veya “Bekleme odasında otururken ne gibi düşünceleriniz vardı?” Yine, bu kadar erken bir zamanda şunu sormayın: “Benimle konuşurken nasıl hissettiniz?” Hastanızın gerçekten ne beklendiğini bilmediği ve muhtemelen hala sosyal bir ortamdaymış gibi davranacağı tedavinin ilk aşamalarında bu çok tehdit edicidir. Zamanından önce sorarsanız, hastanız muhtemelen kibarca sizinle ve sizinle konuşmayla ilgili her şeyin yolunda olduğu cevabını verecektir ve siz bunu daha fazla inceleyemeyeceğiniz için, farkında olmadan aktarımsal olarak yüklenmiş sorulara verilecek bu tür yanıtları pekiştirmiş olacaksınız.

    Bölüm 2’de bahsedildiği gibi hastanızı empatik dinlemek sanıldığı kadar kolay olmayabilir. Freud, psikanalistin dinleme duruşunu eşit biçimde askıda, eşit biçimde gezinen, dalgalı dikkat (free-floating attention) olarak tanımlamıştır (Freud, 1912b). Terapinin başlangıcında hastanızı iyi anlamak için empatik dinleme özellikle önemlidir, böylece söylediklerinin anlamını kavradığınıza dair onlara net bir işaret verebilirsiniz. Sıcak bir çalışma ittifakının oluşmasını ve hastanızın derinlemesine anlaşılma deneyimini kolaylaştırmaya çalıştığınızı unutmayın. Bu bir kez başladıktan sonra (hem hasta hem de terapistin sıkı çalışmasının ardından) ileriye dönük gözlemlere veya yorumlara devam etmek çok daha kolaydır.

    Şimdi olacaklar şaşırtıcı olabilir! Hastanız, aklındaki herhangi bir şeyi söylemenize izin vermenize ve birisinin söyleyecekleriyle gerçekten ilgilendiği güvenli bir yerde tutulma hissine alışmaya başlar. Bazı insanlar için, önce ayak parmaklarını suya sokmak ve sonra yavaş yavaş daha derine inmek, bir duygu patlamasıyla balıklama dalmaktan veya acı verici olayları katartik bir şekilde anlatmaktan daha iyi hissettirir. Bazı hastalar ilk başta kendilerini oldukça tedbirli hissederler; bazıları (özellikle de herhangi bir empatik ilişki konusunda önceden deneyim sahibi olanlar) terapistin kendileri tarafında olduğunu ve artık destek aldıklarını hemen hissederler. Bu ikinci türdeki hastalar inanılmaz derecede rahatlamış hissedebilirler ve bunu ağlayarak veya başka bir şekilde duygusallaşarak gösterebilirler.

    Bu bölümde terapinin akışını anlatırken, önceki bölümlerde tanıtılan ve burada daha kapsamlı örneklerle genişletilmiş olan kavramlardan bahsedeceğiz. Bu nedenle herhangi bir kavrama yeterince aşina değilseniz tanımlara tekrar göz atın.

    Normalden daha kısa iki terapi

    Birkaç yıl önce, 17 yaşında bir öğrencinin son sınıfta intihar ettiği bir özel lisede okuyan iki genç kadın hastayı psikoterapi için bana yönlendirdiler. Bu yönlendirmelerin zamanlaması yakın olmasına rağmen iki hasta arkadaş değildi ve ben de her ikisiyle de görüşmeyi kabul ettim. Hastalar arasında yalnızca bir yıl fark olmasına ve her ikisinin de aynı başvuru nedeniyle (ebeveynlerinin, çocuklarının bu intihara nasıl tepki verdiklerine ilişkin endişeleri) gelmesine rağmen, tedavi deneyimine çok farklı tepkiler verdiler.

    Ölen öğrencinin yakın arkadaşı Hannah da lise son sınıftaydı ve eğitimine devam etmekte büyük zorluk çekiyordu. Anne ve babası yaklaşık iki yıldır ayrıydı; annesiyle birlikte okuldan oldukça uzakta bir apartman dairesinde yalnız yaşıyordu. Annesiyle ilişkisi “oldukça yakın” olarak tanımlandı. Hannah, okuldaki sosyal sorunları ve ayrıca intihar hakkındaki duygularının çoğunu annesiyle paylaşabildi. Annesine ders çalışma zamanının önemli bir kısmını ölen arkadaşıyla “konuşarak” geçirdiğini söylediğinde annesi yardım alması gerektiğini düşündü. Hannah yalnızca bir veya iki randevuyu kaçırdıktan sonra terapiye başladı ve okul veya ev dışında konuşacak birisinin olması onu rahatlatmış görünüyordu. Her ne kadar Hannah bir apartman dairesinde yaşadığı ve ebeveynleri ayrı olduğu için kendisini diğer öğrencilerden farklı hissetse de bir psikoloğa görünme zorunluluğunun bu fazladan “farkını” umursamıyor gibi görünüyordu. Annesiyle olan yakın ve tatminkar ilişkisi onu büyük bir kadınla başka bir olumlu ilişki kurma beklentisine yatkın hale getirmiş olabileceğinden, benimle bir ittifak kurma olasılığı başlangıçta yüksek görünüyordu.

    Hannah, yakın arkadaşının kaybıyla ilgili derin üzüntüsünü ifade edebildikçe, yavaş yavaş kendi duygularının, babası evden ayrıldığında yaşadığı kayıp duygularına ne kadar benzediğini görmeye başladı. Onun varlığını çok özlemişti ve bu kaybın yasını hiç tutmamıştı çünkü bunun annesini üzeceğini düşünüyordu. Bu bağlantı kuruldukça Hannah babası ve onunla geçirdiği ilk anılar hakkında giderek daha fazla konuşmaya başladı. Okulda biraz daha rahatladı ve makul bir çalışma programı hazırlamak için rehber öğretmenle bir toplantı ayarladı. Babasıyla, küçükken olduğundan farklı bir şekilde yeniden bağlantı kurması için kendisine izin verdi. Ayrıca ölen arkadaşının ailesiyle, özellikle de kaybetmekten korktuğu arkadaşının annesi ve kız kardeşiyle (babasının ailesindeki halasını ve amcalarını kaybetmekten korktuğu gibi) yakın bağını sürdürmesine de izin verdi. Tüm bu kazanımlar ve Hannah’nın terapide keşfetmeye ve anlamaya devam etme isteği, verimli bir ittifakın kanıtıydı. Altı aylık kısa bir tedaviden sonra Hannah bana istediği üniversiteye kabul edildiğini ve tahmin edebileceğiniz üzere psikoloji okumak istediğini söyledi. Bana okuldan bir kartpostal göndereceğine söz verdi.

    Tedavide Hannah’yla hemen hemen aynı süre boyunca görülen Ingrid hiçbir zaman tam anlamıyla bir çalışma ittifakı geliştiremedi. Ingrid 16 yaşındaydı ve Hannah kadar yakın olmasa da aynı zamanda intihar kurbanının da arkadaşıydı. Ingrid, üç kardeşli bir ailenin en küçüğüydü ve annesi ve üvey babasıyla birlikte evde yaşayan tek çocuktu. Ağabeyi üniversite için evden ayrılmış, birkaç kez psikiyatri hastanesine başvuran ablası ise yerleşemeyerek çeşitli şehirlere seyahat ediyordu. Ingrid bu kız kardeşe çok bağlı görünüyordu ve dünyaya göstermeyi seçtiği görünümün altında onun tam olarak kendisi gibi olduğunu hissediyordu; yani muhtemelen psikotik. Bu özel okulda beklentilere ayak uydurmak ve aynı zamanda küçük “psikotik” gösterisine karşı bir savunma olarak da kendini çok zorladı. Tek eğlencesi, yeterince yapılandırılmış ve gerçek benliğini başkalarından saklama arzusuyla uyumlu olan okul oyunlarında oyunculuk yapmaktı.

    Terapide Ingrid ablasının sorunları hakkında çok konuştu ve kendisininkinden çok bunlarla ilgileniyormuş gibi görünüyordu. Kendi korkunç sorunlarını (özellikle kendisi hakkındaki kötü hislerini ve tam olarak kız kardeşine benzediğine dair korkusunu) açıklamaktan kendini koruma savunması, bu süre zarfında aşılamaz görünüyordu. Terapi ortamının bu korkulara bakabileceği güvenli bir yer olduğuna güvenemediği için Ingrid tedaviyi zamanından önce sonlandırdı ve telefon ederek devam etmek istemediğini söyledi.

    Düşünme ve hissetme: Hassas bir denge

    Hastanızın materyalini nasıl işleyeceğiniz konusunda, çalışırken kendinize dikkat ederseniz, hangi dinleme yöntemlerinin hastanızın tam olarak ne söylediğini anlamanız için size yardımcı olduğunu ve hangi tekniklerin sizi hastanızın duygularının yoğunluğunda boğulmaktan korumaya yaradığını fark edebilmelisiniz. Bazı yeni ​​terapistler, hastayı ve sorunlarını çözülmesi gereken bir bulmaca olarak görmenin onlara yardımcı olduğunu düşünüyor. Bu temelde entelektüelleştirmenin (verimli olduğunu umduğumuz) bir kullanımıdır. Bölüm 1’de tartışıldığı gibi, zihninizde duygusal, empatik çabayla iç içe geçmiş bir tür bilişsel/entelektüel aktivitenin devam etmesi zorunludur. Seans boyunca sürekli olarak teorik (özellikle psikodinamik) düşünmenin, en azından bazı anlarda duygusal bataklıktan kurtulmama ve hastamın neden bu tür deneyimler yaşadığını, bu duyguların hastanın geçmişiyle ya da şimdiki durumuyla nasıl bağlantılı olduğu ve tabii ki bana olan aktarımlarını çözmeye yönelik merakımı tatmin etmeme olanak sağladığını görüyorum.

    Hastanızla birlikte daha az düşünüp daha çok hissettiğiniz zamanlar vardır. Tamamen kafanızda kalırsanız ve duyguları, özellikle de hastanızın öfkesini veya üzüntüsünü deneyimlemenize izin vermezseniz, empati kuramayabilirsiniz. Elbette tamamen duygu seviyesinde kalırsanız, hastanızın duygularını geçmişi ve kişilik dinamikleri bağlamında anlamasına yardımcı olamayacaksınız ve ona yaklaşık olarak iyi bir arkadaşın sunabileceği şeyleri sunmuş olacaksınız. Bu kesinlikle hassas bir denge.

    Yukarıda anlatılan Hannah, seanslarımızdan birinde arkadaşını kaybetmenin acısıyla hıçkırarak ağladığında, ben onun geçmişi ve şimdiki yaşam durumu hakkında zaten bir şeyler öğrenmiştim. Her ne kadar bu duyguların yoğunluğunun, en azından kısmen, babası gittiğinde yaşadığı kayıp (ve kaybolmuşluk) hislerinin yanı sıra, intihar kurbanı için yeterince iyi bir arkadaş olmamak üzerine güncel suçluluk duygusunun açığa vurmasıyla körüklendiğinin entelektüel olarak farkında olsam da onunla önemli bir süre boyunca bu duygu düzeyinde kaldım. Yaşadığı acının boyutuyla empati kurmaya ve ona bunu hissetmesi için zaman ve alan vermeye çalışıyordum. Ona ancak duygularını ifade etmek için yeterli zamanı (kesinlikle birden fazla seans) olduğundan emin olduktan sonra, duyguların birleşimine ilişkin entelektüel bir anlayış sundum.

    Burada gerekli olan, terapistin iki işi aynı anda yapabilmesi, yani düşünürken hastayla empati kurabilmesidir. Daha sonra hastaya hangi müdahale türünün ve hangi noktada en faydalı olacağına karar verilir. Terapist için süreç bazen “yukarı” ve “aşağı” bir hareket gibi hissedilir: seans sırasında farklı noktalarda bilişsel seviyeye çıkar ve duygusal seviyeye iner; genellikle tüm süre boyunca belirli bir yerde kalmaz. Ancak hastanız yakın zamanda bir yakınını kaybetmişse veya travmatik bir duruma ya da krize girmişse, o zaman tüm hesaplar değişir ve hastanın ihtiyaç duyduğu süre boyunca duygu/empatik düzeyde kalırız (hala düşünürken, elbette).

    Psikodinamik terapistin ihtiyaç duyduğu duygular ve biliş arasındaki bu hassas denge, çeşitli hastalarla çalışma deneyimi, hipotezlerin nasıl formüle edileceğini öğrenme ve bir terapist olarak belirli sorunların sizi nasıl etkilediğini anlamanın yanı sıra hangi tür hastalarla empati kurmanın daha kolay olduğunu ve hangilerinin daha zor göründüğünü (yani, karşı-aktarım tepkilerinizi) öğrenmekle daha da kolaylaşır. Yeni başlayan terapistlerin çoğu, psikoterapide bir hastayla bir saat (veya 50 dakika) geçirmenin ne kadar yorucu olduğunu fark etmeyi şaşırtıcı buluyor. Perde arkasında devam etmesi gereken bilişsel çalışmayı, yani hastanızın geçmiş ve şimdiki yaşamındaki karakterleri hatırlamak, aynı anda birkaç hipotezi askıda tutmak ve uygun bir zamanda sunduğunuz bir hipotezi seçmek gibi konuları hesaba katmak – bu tür bir düşünme enerji gerektirir. Elbette empati kurmak da çok fazla enerji gerektirir.

    Hastanıza muhteşem bir gözlem/açıklama/yorum gibi görünen bir şey sunarsanız ve hastanız bunu ilk seferde reddederse, onu atmayın. Şimdi işiniz hangi zihinsel dosyaya girmesi gerektiğini düşünmek: Daha sonra orijinal haliyle tekrar denenmeli mi? (bkz. sayfa 35’te bahsedilen “kafasına sokmak”). Bir şekilde değiştirilmeli ve belki yakın zamanda revize edilmiş baskısında tekrar denenmeli mi? Çoğu zaman hastanız bir hipotezi reddettiğinde, bu sadece reddedilmiş olmaz. Genelde şöyle bir ifade olur: “Hayır, öyle değil, çünkü annemle hiç böyle bir deneyimim olmadı.” Bu şekilde hastanız hipotezinizi gözden geçirme konusunda yararlı bir ipucu sunar. Hastanızı dinledikten sonra yanlış olduğunu düşünerek yorumunuzu bir kenara mı atmalısınız? Eğer onu atmamaya karar verirseniz, o zaman teorinizi bir kenara saklayabilirsiniz ve daha uygun bir zaman için onu aklınızda tutmaya devam edersiniz. Zihinsel olarak serbest kalmak en iyileştirici sonuçları üretecektir. Zihinsel ekranınızda aynı anda birkaç hipotezi tutmanız, bir nevi entelektüel salınım yapma gibi kolaylıkla ileri geri hareket etmeniz gerekebilir.

    Greenson’un (1967) hastalarından birini anlamakta güçlük çektiği bir durumdaki zihinsel süreçlerini açıklaması aşağıdadır. Greenson’un Marilyn Monroe’nun analisti olduğunu aklınızda tutarsanız paragrafı daha ilginç bulabilirsiniz. (Elbette burada hangi hastalarından bahsettiğini bilmiyoruz):

    Bu noktada onu dinleme şeklimi değiştiriyorum. Dışarıdan dinlemekten içeriden dinlemeye geçiyorum. Bir yanımın hasta olmasına izin vermeliyim, onun deneyimlerini sanki hastaymışım gibi yaşamalı ve içimde olup bitenleri meydana geldikçe iç gözlem yapmalıyım. Anlatmaya çalıştığım şey, hastayla empati kurulduğunda ortaya çıkan süreçlerdir. Hastanın tanımladığı farklı olayları deneyimlememe izin veriyorum ve aynı zamanda analiz saatini, onun çağrışımlarını ve duygulanımlarını, kendisi bir saat içinde yaşamış gibi göründüğü şekliyle deneyimlememe de izin veriyorum. Hastanın anlattıklarını tekrar gözden geçirip, sözlerini kişiliğine uygun şekilde resim ve duygulara dönüştürüyorum. Bu resimleri onun yaşam deneyimleriyle, onun anılarıyla, onun fantezileriyle ilişkilendirdim. Yıllar boyunca bu hastayla çalıştığım için, hastanın fiziksel görünümünden, davranışlarından, hareket şekillerinden, arzularından, duygularından, savunmalarından, değerlerinden ve tutumlarından vb. oluşan bir çalışma modeli oluşturdum. Hastanın deneyimlediklerini yakalamaya çalışırken ön plana çıkardığım şey, hastanın bu çalışma modelidir. Geri kalan kısmım şimdilik önemsenmiyor ve izole ediliyor.

    (Greenson, 1967, s. 367-368)

    Yorumun akılcı kullanımı

    39 yaşında bekar bir iş adamı olan Jeff, kadınlarla ilişkilerindeki sorunlardan bana şikayette bulundu. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, hepsinin kendisiyle evlenmek istediğini söylediği ancak hiçbirine taahhütte bulunamadığı birkaç kadınla yakın ilişkisi olmuştu. Bazı ilişkileri eski kız arkadaşlarının arkadaşlarıylaydı ve bu da işleri daha da karmaşık hale getiriyordu. Tedaviye başladığı sırada, hiçbir zaman uzun süreli bir ilişkisi olmayan 28 yaşında bir kadınla birlikteydi. Eski ayrılma örüntüsü ile tekrar karşılaştığında, kız arkadaşı ona profesyonel yardım almasını önermişti.

    İlk oturumda Jeff işindeki başarılarıyla beni etkilemek konusunda endişeli görünüyordu ve hayatının daha kişisel alanları hakkında konuşmak konusunda isteksiz görünüyordu. Ancak bana, baskıcı bir kadın olan annesinin, üniversiteyi hiç bitirmemiş olması nedeniyle onun başarılı olduğunu düşünmediğini söylemeyi başardı. Sözünü, özellikle şu anda görüştüğü kadınla ilgili olmak üzere bağlılık sorunları üzerinde çalışmak istediğine dair bana güvence vererek bitirdi.

    Jeff bir hafta sonra ikinci seansımıza yüzünde kocaman bir gülümsemeyle geldi ve nişanlandığını duyurdu! Konuşmamızı düşünmüştü ve görünüşe göre daha fazla gecikmenin bir anlamı olmadığına karar vermişti. Bu yüzden artık psikoterapinin gücüne şevkle inanan kadın arkadaşına büyük bir elmas yüzük satın almıştı.

    Peki şimdi ne olacak? Bir karar noktasındaydım. Bağırmamak için kendimi tuttum: “Tebrikler! Yaptık!” Jeff’ten nişana kadar olan düşüncelerini ve duygularını anlatmasını istedim. Dinlerken nişanlanmanın olası bir eyleme dökme biçimi olduğunu düşündüm. Belki de ilk seans o kadar kaygı uyandırıcıydı ki, bu karakteristik savunmacı davranış biçimini yeniden gündeme getirme ihtiyacı duymuştu. Seansın içeriğini düşündüm: Çoğunlukla işinden, biraz da ilişki sorunlarından bahsetmişti ve annesinden bahsetmişti. Sonra, terapinin kendisi hakkında, uzak durduğu ve bu sefer gerçekten de zor durumda olduğu bilgileri öğrenmesine yol açabileceğinden korktuğunu düşündüm. Elbette her hafta terapiye gelmek, bu vakada olduğu gibi, bir kadına da bağlılık anlamına geliyordu. Sonra aktarımı düşündüm. Babası hakkında henüz hiçbir şey bilmiyordum ama annesinin beklentilerini asla karşılayamayacağını, doğru “donanımlara” sahip olmadığını (üniversite diploması) hissettiğini biliyordum. Muhtemelen onun tarafından zaten bu eleştirel anne olarak algılanıyordum. Bana haberi anlatırken yüzündeki gülümsemeyi ve heyecanı hatırladım; bu belki de doğru bir şey yaptığını düşündüğünün ve benim bundan memnun olacağımın bir göstergesiydi.

    Okuyucunun şu ana kadar hastamız Jeff için endişelenmiş olabileceğini bilsem de tüm bu “düşünme” devam ederken, onun yaptığı şeyin ustalığına hayret etmek için bir dakika daha ayırdığımı itiraf etmeliyim. Eyleme dökme savunmasını bilinçsizce kullanması şunları başarmıştı: kız arkadaşıyla olan bağlılık sorunlarını çözmüştü; ona büyük bir elmas yüzük satın alarak para kazanmadaki başarısını bir kez daha gösterme fırsatı verdi; muhtemelen bunu yapamayacağını düşünen eleştirel bir anneyi memnun etti; artık iyileştiği için kendisini psikoterapiye bağlanmaktan kurtardı; ve kendisi hakkında daha fazla şey öğrenme kaygısından ve korkusundan kendini kurtardı; bunun yalnızca başarısızlıklarına ışık tutacağını umuyordu – bu kısmen erken anne aktarımından kaynaklanıyordu.

    Artık zavallı hastamızda faktörlerin büyüleyici bir kombinasyonunun olduğunu düşünerek ne yapacağıma karar vermem gerekiyordu. Tüm bu düşünceleri daha sonraya saklamaya ve şu nedenlerden dolayı davranışını şu anda eyleme dökme olarak yorumlamamaya karar verdim: 1) Jeff’i hipotezlerimden herhangi birinin yardımcı olup olmayacağını bilecek kadar iyi tanımıyordum; 2) Tedavinin o kadar erken bir dönemindeydi ki, çalışma ittifakı geliştirme şansımız olmamıştı. Düşüncelerimi duyunca nasıl tepki vereceğini bilmiyordum ve onu kaybetmekten korkuyordum; 3) Bir yorum, nişan hakkındaki düşüncelerine ve duygularına ve bundan ortaya çıkabilecek içgörülere ilişkin daha fazla araştırma yapmasını zamanından önce kısıtlayabilir; 4) Terapide içgörünün, davranışları hakkında ona hızlı açıklamalar yaparak değil, bir ortaklığın yavaş ve düşünceli çalışmasıyla kazanılacağını öğrenmesini istedim.

    Eyleme dökmeye dikkat çekmenin aklıma gelen tek nedeni şunlardı: 1) Jeff ve nişanlısını, daha fazla duyuru yapmadan muhtemelen nişanı iptal ederek biraz utançtan kurtarmak veya 2) hastama bu (oldukça bariz) savunma davranışını fark edecek kadar akıllı olduğumu göstermek. İkinci neden cazip gelse de buna karşıydım.

    Son olarak hastamıza dönecek olursak: Jeff’i bu ikinci seansı bana nişanlanma konusundaki bilinçli düşüncelerini anlatarak geçirmesi için cesaretlendirdim. Seansın sonuna doğru, kendiliğinden annesinden ve ona telefon ederek haberler verme konusundaki kararsızlıklarından bahsetmeye başladı.

    Jeff, düşündüğünü söylemesi yönündeki samimi davete yanıt vererek geri döndü ve sonraki birkaç seansta onu daha iyi tanımaya çalıştım. Duygu düzeyinde tahammül edebileceği kadar zaman harcadım, duygularını anlamama yardım etmesine yardımcı oldum ve bu süreçte onları meşrulaştırdım. Yaklaşık altı aylık terapiden sonra bana nişanlanması hakkında ne düşündüğümü sordu. Bu, konuyu kendisinin keşfetmeye hazır olduğunun bir işaretiydi ve bu nedenle önümüzdeki birkaç hafta boyunca bunun hakkında konuştuk. Olası eyleme dökme konusundaki önerim sunulduğunda, annesiyle olan ilişkisi ve savunma tarzı hakkında çok daha fazla şey biliyordum ve bu yorumun onun üzerinde yaratabileceği etkiyi daha iyi tahmin edebiliyordum. Jeff ise, annesini memnun etmek için ömür boyu süren çabalarıyla ilgili başarısızlık duygularının yoğunluğunun giderek daha fazla farkına varıyordu. Ayrıca beni memnun etmediğinden korkmuş olabileceğini de kabul etmeye başlayabildi.

    Jeff iki yıl boyunca tedavide kaldı ve nişanlı kalmaya karar verip düğünü erteledi. Annesine olan öfkesi üzerinde çalışabildi ve aynı zamanda işyerindeki iddialılığının abartılmasına yol açan “yetersiz” bir babayla özdeşleşmeye karşı savunma ihtiyacının bilincine varabildi. İşini biraz daha az baskı ve statüye sahip, ancak daha çok keyif aldığı bir iş ile değiştirdi ve iki yıl sonra kendini evliliğe atılmaya hazır hissetti.

    Yorumdan bahsetmeden psikodinamik psikoterapi sürecini tartışmak çoğu zaman zordur. Psikanalizde biri olmadan diğeri olamaz: Yorum, terapistin araçlarının ana bileşenidir. Hastanıza bir yorum sunarak, ona sıkıntılı düşünceleri, duyguları, hayalleri veya davranışları hakkında dinamik bir anlayış sunmuş olursunuz. Hastanızın bunları bir bağlama, o ana kadarki yaşam bağlamına ve kişilik dinamiklerine (Bölüm 1’de anlatıldığı gibi) yerleştirmesine yardımcı olursunuz.

    Yukarıdaki Jeff örneğinde, hasta ile terapist arasında işleyen bir ittifak varsa, terapist tarafından iyice düşünülmüşse ve doğru zamanlanmışsa (hasta bunu duymaya hazır olduğu zaman) bir yorumun en başarılı olduğu halini görebiliriz. Daha önce de belirtildiği gibi, yorumların hasta tarafından duyulabilmesi ve üzerine düşünülebilmesi için sıklıkla birden fazla kez yapılması gerekir.

    Bazen bir yorumun tamamı duyulduğunda bu durum terapinin akışını değiştirebilir. Hasta çok uzun zamandır nasıl düşündüğünün ve ne yaptığının farkına varır.

    Pek çok hastanın özellikle tedavinin başlangıcında yorumları eleştiri olarak algılayacağını akılda tutmakta fayda var. Çoğumuz, yargılayıcı olmayan gözlemler yerine, bize en azından biraz eleştiri veren ebeveynlerle büyüdük. (Ebeveynler çocuklarını cesaretlendirme konusunda daha fazla bilgi edindikçe bu durum biraz değişebilir.) O halde, siz onlara kulak verirken hastanız da hipotezlerinizi (yorumlarınızı) yararlı gözlemler olarak görmeye başlamalıdır. İster terapiyi kolaylaştırmak olsun ister kendilerinde her zaman hoşlanmadıkları uyumsuz davranış modelini anlamak olsun, genellikle bu tür düşünmeyi kendi başlarına yapabileceklerini öğreneceklerdir.

    Bir hastanın tedaviye nasıl direnç gösterdiğini görmesine yardımcı olmak için bir yorum da kullanılabilir. Direnç kavramı 1. Bölüm‘de açıklanmıştır. Olası bir direnci yorumlarken (bir anlayış sağlarken), sıklıkla hastamızın (genellikle) bilinçsizce terapiyi engelleme motivasyonuna dikkat çekiyoruz ve hastamızı, bunu şu anda neden yapıyor olabileceği konusunda düşünmeye davet ediyoruz. Bu tür bir müdahalenin hastaya sadece eylemleri hakkında değerli bir fikir vermekle kalmayıp tedavide ilerlemesine de yardımcı olması ümit edilmektedir. Yukarıda kız arkadaşıyla erkenden nişanlanan Jeff’in durumunda, bu eyleme dökme terapiye karşı bir direnç olarak yorumlanabilirdi; ancak bu tür bir müdahale, özellikle Jeff’in geçmiş deneyimleri dikkate alındığında şüphesiz eleştiri olarak deneyimlenirdi.

    Sessizlik sağır edici olduğunda

    Terapi sırasındaki sessizlikler bazen direnç, bazen de sadece duraklamalardır. Sosyal ortamlarda nadiren ortaya çıktıklarından, stajyerler için yönetilmesi özellikle zor olabilir. Psikanalizde, hasta divanda uzanıp doğrudan terapiste bakmadığında, sessizliklerle baş etmek çok daha kolaydır ve bazen nispeten uzun süreler boyunca devam eder. Ancak siz ve hastanız yüz yüze olduğunuzda sessizlik stresli, hatta utanç verici olabilir. Bazı hastalar bunun kendi “hataları” olduğunu ve sessizliği bozmak için bir an önce bir şeyler düşünmeye çalışmaları gerektiğini düşünüyor. Bu genellikle sosyal durumlardaki deneyimlerini yansıtır. Bazı hastalar sessizlik olduğunda kendilerini oldukça rahat ve güvende hissederler, kendi düşüncelerini düşünebilecekleri alandan memnun olurlar.

    Psikoterapide sessizlikler her zaman değirmene (her zaman olmasa da bazen direnç değirmeni için) öğütülecek tahıl sağlar. Hastanızın sessizliklerini anlamaya çalışmadan önce (veya belki daha gerçekçi olarak, bir seanstaki ilk uzun süreli sessizlik deneyiminizden sonra), hem günlük durumlarda hem de psikoterapide sessizliklere karşı kendi tepkinizi anlamanız önemli olacaktır. Böylelikle hastanızın sessizliğinin üzerinizde nasıl bir etki bırakacağını tahmin edebileceksiniz. Bu süpervizyon altında, kişisel terapinizde veya meslektaşlarınızla yapılabilir. Sessizlik sırasında nasıl hissedersiniz? Sessizliğe ne kadar rahatça tahammül edebilirsiniz? Peki sessizlik sizi rahatsız ediyor mu?

    Yeni başlayan terapistler genellikle uzun sessizliklere, yani iki veya üç dakikadan fazla süren sessizliğe tahammül etmekte zorlanırlar. Bazı terapistler, sanki hasta onlardan hoşlanmıyormuş veya onlarla konuşmak istemiyormuş gibi kendilerini tehdit altında hissedebilirler ve bu da onların berbat terapistler olduğunun kanıtıdır. Bunun böyle olmadığına dair güvenceye ihtiyaç duydukları için acele edip hastanın ne düşündüğünü keşfetme ihtiyacı hissedebilirler. Bazı terapistler sessizlik sırasında dışlanmışlık hissini yaşarlar ve bu, aile veya sosyal durumlardaki önceki deneyimlerle ilgili olabilir. Bazı hastalar sessizliğe asla izin vermez; diğerleri periyodik olarak konuşmayı bırakma eğiliminde olabilir. İkinci tipte bir hastası olan danışmanlarımdan biri, sessizlik dönemlerinde biraz daha beklemesini isteyerek ona ve hastasına gereksiz yere sert davrandığımı düşündü. Hastasının “orada oturup ter dökmesine” izin vermenin zalimce olduğunu söyleyerek kendini savundu. Bu, kendisi de sessizlikleri dayanılmaz bulan bir terapistti.

    Bir hastanın sessiz kalması, bilinçli ya da bilinçdışı bir sansürleme sürecinin işlediğini gösterebilir. Durum böyleyse olası nedenler şunlar olabilir: Hastanın az önce bahsettiği şey başka ama paylaşılması kolay olmayan bir düşünceyi tetiklemiş olabilir. Aklına gelen düşüncenin, deneyimin/anının aslında farkında olabilir ama bunu yüksek sesle dile getirmeye cesaret edemeyebilir. Veya sadece “hiçbir şey” hakkında düşünmediklerinin, “boş bir zihne” sahip olduklarının farkında olabilirler ve neyin sansürlendiğinin veya bastırıldığının bilincinde olmayabilirler. Çoğu zaman bu durumlarda hastanın söylenmemiş düşünceyi düşünürken kasıtlı olarak başka tarafa baktığını veya aşağıya baktığını görüyorum. Daha sonra, bu düşünmeyi bitirdikleri zaman, tekrar doğrudan size bakacaklar ve temas kurmaya hazır olduklarının sinyalini verecekler. Bu gerçekleşene kadar, araya girmemek en iyisidir. Sessizliği kendi gündeminizle veya hastanızı rahatsız ettiğini düşündüğünüz belirli bir şeyle bozarsanız, sessizlikler sırasında hastanızın zihninde hangi bilinçli veya bilinçdışı düşüncelerin dolaştığını asla bilemeyebilirsiniz. Bazen hastanız seansın belirli ve düzenli noktalarında sessizleşebilir; örneğin tam başında veya sonuna yakın. O zaman buna neden olan başlangıçların veya bitişlerin ne olduğunu hep birlikte anlamak ilginç olur.

    Eğer sessizlik çok uzun bir süre devam ederse ve klinik değerlendirmenize göre verimsizse, bir soru sormanız gerekebilir. Tedavi sırasında suskunluklara eleştirel yaklaşmamak, hastanızın suskunluğun tolere edilemeyeceğini hissetmesine neden olacak bir müdahalede bulunmamak önemlidir. “Şu anda ne düşündüğünüzü merak ediyorum”, “Şu anda nasıl hissettiğinizi bana söyleyebilir misiniz” veya “Benimle paylaşmayı deneyebileceğiniz herhangi bir düşünceniz var mı” gibi yorumların tümü hastanın deneyimine odaklanır ve hastanızın ne düşündüğünü duyunca şaşırma olasılığına imkan verir. Hastanız bilginin tamamını veya bir kısmını gönüllü olarak verdiğinde, onları susturan o belirli düşünce, duygu veya konunun ne olduğunu keşfetmek genellikle ilginç olur.

    Bazı hastalar hiç susmaz. Bir hastamın, söyleyecek çok şeyi olduğunu ve bana anlatabileceği her şeyi anlatmak istediğini belirtmek için “Sanırım bugün bana aşırı hız cezası vereceksin” deme alışkanlığı var. Ve eğer yönlendirilmezse oturumun çoğunda sessiz kalabilecek bazıları da var. İlkinde, konuşmanın yoğunluğu ve derinlemesine düşünme eksikliği, daha derinlemesine araştırmaya karşı bir direnç oluşturabilir ve terapist tarafından uygun zamanda yorumlanmalıdır. Hastaların tam sessizlikte daha rahat göründükleri ikinci durumda bu, terapiden ya da terapistten korktuklarına, terapide olmak zorunda kaldıkları için kabul edilemez bir öfke duygularına ya da bazı durumlarda başkalarına karşı ciddi bir çekingenliğe işaret eden bir sosyal tarzı gösterebilir. Bunların hepsi terapi değirmeni için öğütülecek tahıldır (yararlıdır).

    Serbest çağrışım

    Psikodinamik/psikanalitik terapi sürecinde, hastamızın bilinçdışına aydınlatıcı bakışlarla karşılaştığımız belirli, genellikle heyecan verici anlar vardır. Bu, bu anların diğer tedavi şekillerinde meydana gelmediği anlamına gelmez, ancak nadiren fark edilir veya dikkate alınır. Psikodinamik terapist için bilinçdışından gelen her şey altındır. Bu tür terapide hastalar, akıllarından geçenleri söylemeleri teşvik edildiğinden ve belirli bir yapı verilmediğinden, divanda uzansalar da yatmasalar da genellikle serbest çağrışım yapacaklardır. Serbest çağrışım, bir hastanın belirli bir anda aklına gelen düşünceyi başka bir düşünce veya olayla bağlantılı olarak sansürsüz açıkladığı zaman ortaya çıkar (örneğin, “Annem beni her zaman çok eleştirirdi. Bu arada, ofisinizin renginin berbat olduğunu biliyor muydunuz?” Herkesi sarı gösteriyor”). Kendiliğindenlikleri ve seslerinin tonu, terapiste serbest çağrışımın gerçekliği konusunda ipucu verir. Çoğunlukla bu düşünce, özellikle hastaya, anlamsız gibi görünür, ancak akla gelmesinin nedeni çok geçmeden netleşir ve her iki tarafa da çok sayıda değerli bilgi sunar. Bu düşünce şu şekilde ortaya konabilir: “Bunu neden düşündüğümü bilmiyorum ama…,” ya da “Çok saçma görünüyor ama bu düşünce aklıma yeni geldi” ya da “Bunun pek alakası yok ama…”

    Analizinin sona ermesine doğru ilerleyen 45 yaşındaki bir sosyal hizmet uzmanı olan hastalarımdan biri, birkaç haftadır kolayca tanımlayamadığı olağandışı miktarda kaygı yaşıyordu. Bir seansa sessizce başladı ve ben “Hımm?” dediğimde bir melodi mırıldanmaya başladı. (Divanda uzanırken bunu yapmanın çok daha kolay olduğunu kabul ediyorum.) Şarkıyı daha yüksek sesle mırıldandığında ikimiz de bunun Beatles’ın She’s Leaving Home şarkısı olduğunu anladık. Bu şarkı, onun anladığı şekliyle, evden ayrılan genç bir kadının ebeveynlerinin bakış açısından hüzünlü bir şekilde konuşuyor. Bu çağrışımdan, annesinin onu özlediğini düşündüğü için, onunla görüşmelerimizin bitmesini istemediğim ve onu çok özleyeceğime dair korkusunu detaylandırabildi. Hasta evlenip başka bir şehre taşındığında annesi ağır bir şekilde hastalanmış ve bir daha iyileşememişti. Yani annesini terk ederek öldürdüğünü söyleyebiliriz. Bu hastanın gidişinden sonra hayatta kalacağımı ve geri dönmek isterse gelecekte (en azından benim bildiğim kadarıyla) hâlâ onun yanında olacağımı bilmesi gerekiyordu. Bu “yeni” materyal, yani bana aktarımının, ayrılarak bana ne yapacağını hayal ettiği kısmı, onun serbest çağrışımının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

    Rüyalarla çalışmak

    Elbette rüyalar, hastanızın bilinçdışına açılan ve daha önce farkında olmadığı değerli materyal ve muhtemelen içgörü sağlayabilen başka bir penceredir. Freud’un en iyi eseri olarak kabul ettiği Rüyaların Yorumu’nu (1900) yayınlamasının üzerinden 100 yılı aşkın bir süre geçti, ancak hâlâ onun orijinal fikirlerinin çoğunu kullanıyoruz. İlk zamanlarda psikanaliz tekniği rüya tabiri ile neredeyse eş anlamlıydı ve başka konular üzerinde durmakta ısrar eden hastaların analize dirençli olduğu görülüyordu. Rüyaların Yorumu kitabının ilk bölümünde Freud, 1875 yılında Alman yazar Hildebrandt tarafından yazılan rüya görmenin güzel bir tanımını aktarır:

    Kendi deneyimlerimizden, rüyaların dehasının yarattığı ve dokuduğu eserlerde zaman zaman ortaya çıkan bir duygunun derinliği ve samimiyeti, bir hissin inceliği, bir görüşün berraklığı, bir gözlemin inceliği ve bir zekânın parlaklığı olduğunu onaylamayacak pek azımız vardır; bu nitelikleri uyanık hayatımızda sürekli olarak komutamız altında tutabileceğimizi asla iddia edemeyiz. Rüyalarda muhteşem bir şiir, uygun bir alegori, eşsiz bir mizah, nadir bir ironi vardır. Bir rüya dünyaya garip bir idealizmin ışığında bakar ve çoğu zaman gördüklerinin temel doğasını derinlemesine anlayarak onların etkilerini artırır. Dünyevi güzellikleri gerçek anlamda göksel bir görkemle tasvir ediyor gözlerimize, en yüksek heybetle asaleti giydiriyor, gündelik korkularımızı en dehşetli biçimde gösteriyor ve eğlencemizi tarif edilemez keskinlikte şakalara dönüştürüyor. Ve bazen, uyanıkken ve hâlâ buna benzer bir deneyimin tüm etkisi altındayken, gerçek dünyanın bize hayatlarımızda hiçbir zaman eşitini sunmadığını hissetmekten kendimizi alamayız.

    (alıntılayan Freud, 1900, s. 62-63)

    Bebekliğimizden ölümümüze kadar bizimle birlikte olan rüyaların psikanalitik terapide hala büyük önemi olduğu görülmektedir. Rüya görmenin nörofizyolojisi üzerine daha güncel veriler, Freud’un yaklaşımında temelde, yani rüyaların bir anlamı olduğu ve bu anlamın anlaşılabileceği konusunda haklı olduğunu ortaya koymuştur. Tıp bilimi, uykunun dört aşamasından geçerken, hepimizde rüya görmenin şaşırtıcı bir düzenliliğe sahip olduğunu buldu. Çoğumuz gecede üç ila beş rüya görüyoruz. Rüyalar REM (hızlı göz hareketi) uykusu sırasında meydana gelir; burada -eğer şanslıysak- her gece yaklaşık iki saat geçiririz. Ve rüyalar gece ilerledikçe daha uzun sürer, dolayısıyla son rüyamız en uzun ve genellikle hatırlaması en kolay olanıdır (Frayn, 2005).

    Psikanalitik yönelimli terapi veya psikanaliz dışındaki terapi türlerinde hastalar elbette rüya görürler, ancak rüyalarından bahsetseler bile genellikle bu rüyalar çalışmanın odak noktası haline gelmez. Biraz dikkat edilirse bu hastaların rüyaları çok farklı şekilde ele alınabilir.

    Frayn (2005) şunları belirtmektedir:

    O kadar çok rüya türü vardır ki, onları tatmin edici bir şekilde sınıflandırmak zordur… rüyanın “iyi” (keyifli) mi yoksa “kötü” (tatsız) bir rüya mı olduğu, [onları] kategorize etmenin temel bir yolu gibi görünmektedir. Eğer rüyalar acı verici etkilerden kaçınmaya yardımcı olsaydı, bu kadar çok hoş olmayan rüya ya da kabus görülmezdi, ancak kötü rüyaların normal deneklerdeki normal rüyaların yaklaşık yüzde 10’unu oluşturduğunu görüyoruz. Rüyada yaşanan duyguların ve bunun anlatılmasındaki rolü çok önemlidir ve rüya anlatımının kendisinden daha önemli olabilir.

    (Frayn, 2005, s. 132)

    Hastalarımızın ürünü olan rüyalar değerli bir materyaldir ve dikkatle ele alınması gerekir. Hastanız size bir rüyayı anlatmaya başladığında tüm detayları dikkatle dinlemeniz ve sözünü kesmemeniz önemlidir. Rüya malzemesinin doğası gereği, hastalar genellikle rüyanın içeriğinden ya da tutarlı bir hikayenin olmayışından utanırlar. Hastanızı, rüyanın küçük bir parçası da olsa, hatırladığı her şeyi anlatmaya ve mantığı göz ardı etmeye teşvik etmek önemlidir.

    Rüyalar, hastanızın bir sorun hakkında ne kadar endişeli olduğunu, tedavide ne kadar sıkışıp kaldığını veya ne kadar ilerleme kaydedildiğini, bazen bu ilerleme kişinin yaşamında pekişmeden önce farklı şekillerde tanımlayabilir. Aslında tedaviye getirilen rüyaların çoğu hasta tarafından iletişim biçimi olarak kullanılır ve bu zamanda hastanızın bu rüyayı getirerek size ne anlatmaya çalıştığını düşünmek genellikle verimli olur. Bazı hastalar, bir rüyada göründükleri gibi daha kabul edilebilir bir şekilde ifade ederek, yaşamlarının yalnızca belirli bölümleri, örneğin cinsel aktiviteler veya fanteziler (ya da aslında aktarım duyguları) hakkında konuşabilirler. Bazı hastalar için rüya terapistlerine bir hediyedir. Onlar şöyle diyorlar: “Birlikte çalışmamıza ve özellikle de sizin bu işe yönelmenize ne kadar inanıyorum bakın; size harika bir rüya getirdim.”

    Freud, rüyaları özellikle erken çocukluktan itibaren dilek gerçekleştirimi olarak gördü. Rüyaların yorumlanmasının zihnin bilinçdışı aktivitelerinin bilgisine giden “kral yolu” olduğunu yazdı. Freud’un geliştirdiği serbest çağrışım tekniği (yukarıda anlatılan), rüya gören kişi için rüyanın anlamına dair bize içgörü sağlamak amacıyla rüya görmeyle ilişkili olarak da kullanıldı. Bugün rüyaların bilinçdışı çocukluk arzularının yanı sıra başka içsel mesajları da yansıtabileceğini kabul ederdik. Bunlar aynı zamanda korkuları, kaygıyı (Freud aslında 100 yıl önce “sınav kaygısı” rüyaları hakkında yazmıştı, bunu bildiğinizden emin olabilirsiniz), çatışmaları ve travma yaşayan hastalar söz konusu olduğunda travmatik deneyimlerle başa çıkmak için tekrarlanan çabaları temsil eder (Gabbard, 2010).

    Her ne kadar çağdaş analitik klinisyenler ilk teorilerden bazılarını değiştirmiş olsalar da çoğu analist ve analitik terapist hâlâ ustanın kendisinden aktarılan temel kavramları kullanıyor. İlk olarak Freud, rüyanın yüzeysel içeriğini açık içerik (manifest content) olarak adlandırdı. Açık rüya, insanların hatırladığı ve başkalarına anlatabileceği “hikâye” veya rüyanın bir parçasıdır. Rüyanın altında yatan motivasyonu, rüyanın sembolik anlamını ise gizil içerik (latent content) olarak adlandırdı.

    Freud ayrıca rüyayı görenin rüyayı oluşturmak için kullanabileceği birkaç “yasa” belirledi; yani rüyaya ilişkin gizil (bilinçdışı) düşünceler, çeşitli mekanizmalar aracılığıyla açık (bilinçli) düşüncelere dönüştürülür (Gabbard, 2010). Böyle mekanizmalardan biri, birden fazla arzuyu, duyguyu veya dürtüyü tek bir rüya imgesinde birleştiren veya yoğunlaştıran yoğunlaşmadır (condensation). Örneğin rüyada görülen bir kişi, rüyayı gören kişinin tanıdığı başka bir kişinin özelliklerine (saç rengi, boyu) sahip olabilir. Rüyada bu iki kişi birleşerek tek bir kişi oluşturur. Bir diğeri yer değiştirmedir (displacement); örneğin bir kişiyle (örneğin anne) ilişkilendirilen yoğunluk, hikayeyi anlatan rüya sahibi tarafından daha kabul edilebilir hale gelmek üzere duygusal açıdan daha az yüklü olan bir başka kişiye (örneğin bir arkadaş) vekil olarak yönlendirilebilir: “Rüyamda arkadaşım Judy’yi arabada ezdiğimi gördüm; bunu neden rüyamda gördüğümü bilmiyorum. Aslında Judy’den hoşlanıyorum.” Sembolik temsil (symbolic representation), rüya görenin sembolleri yoğun duyguları temsil etmek için kullanmasına işaret eder; cinsel ilişkiyi temsil eden trenlerin tünellere girip çıktığı rüyanın popüler örneği akla geliyor. Bu üç mekanizma, daha ilkel kılık değiştirme girişimlerimizde kullanılıyor. Başka bir mekanizma, ikincil revizyon (secondary revision), daha karmaşık olarak tanımlanır ve rüya görenin, uyanmadan önce rüyanın mantıksız ve tuhaf bileşenlerini düzenleyerek rasyonel bir hikaye oluşturma çabasını içerir. Aslına bakılırsa, rüyayı bir miktar revizyon olmadan asla duymayız çünkü hasta rüyayı anlatmaya başladığı anda onu revize ediyor demektir; rüyayı yazmak daha fazla revizyon içerebilir. Bununla birlikte, temel bileşenler genellikle hala fark edilebilir durumdadır.

    Hastamızın bize anlattığı rüyayı dinlerken yukarıdaki mekanizmalardan herhangi birinin kullanılma ihtimalini düşünebiliriz. Savunma mekanizmalarında olduğu gibi, bazı hastaların belirli rüya kurma mekanizmalarını tekrar tekrar kullanma eğilimi olabilir. Bazı rüya mekanizmalarının işlevi savunma mekanizmalarına benzer olduğu görülebilir.

    Bu rüya yasalarının veya bilinçdışının hilelerinin farkında olmalarına rağmen, kendilik psikologları bazen bir puronun sadece bir puro olduğunu düşünürler: Bir rüyanın tam olarak ne anlatıyorsa o anlama gelebileceğini düşünürler. Bu rüyalara, bir kişinin o anda nasıl hissettiğini anlatmak veya iletmek için görülen “durum rüyaları” adını verirler.

    Puro içen adama dönecek olursak, neredeyse her rüyayla ilgili olarak tanımladığı bir başka kavram da gün artığı (day residue) adını verdiği kavramdır; bu, hastanın uyanık hayatındaki (genellikle bir önceki günde bulunur), rüyaya zemin hazırlayan veya hikayeyi başlatan tetikleyici faktörü ifade eder. Aşağıdaki rüyada gün artığı, hastamın bir akşam önce bir arkadaşıyla yaptığı ve bitirmekte büyük zorluk çektiği uzun bir telefon görüşmesiydi:

    Uzun zamandır tanıdığı arkadaşıyla birlikteydi ve bu kadına bir konuda yanıldığını anlatmaya çalışıyordu. Arkadaşı gülümsemeye devam etti. Sonunda hastam bağırmaya başladı ve ardından arkadaşının yanağını çok sert bir şekilde çimdikledi ve çekti. Arkadaşı bu sırada gülümsemeye devam etti.

    Bu vakada kendisi de duygu yüklü olan açık rüya, bu genç kadının, her zaman her konuda haklı olan ve hastam sohbeti bitirmeye çalışırken yeni ve “önemli” bir konu ​​açmak gibi can sıkıcı bir alışkanlığı olan bir arkadaşına karşı yaşadığı güçsüzlüğü nasıl hissettiğinin hikayesiydi.

    Açık içerikten gizil içeriğe geçmek için hastama rüya hakkında ne düşündüğünü sordum ve onu rüyanın karakter dışı veya alışılmadık derecede ilgi çekici görünen belirli bölümleriyle ilgili çağrışımları hakkında konuşmaya teşvik ettim. Çoğu zaman hastanın kendisi de rüyanın uymayan bir kısmı yüzünden şaşkına dönecektir.

    Yukarıdaki vakada hastam ilk olarak arkadaşının her şeyi bilen tavrından bahsetmişti. Daha sonra, merhum annesinin, hasta öfkelendiğinde her zaman gülümsediğini, hatta güldüğünü ve bundan pek etkilenmemiş gibi göründüğünü fark etti. Geçmişte, bazen bu arkadaşının ona -hakkında çok az olumlu anısı olan- annesini hatırlattığı ve bunun onun arkadaşlık konusundaki kararsızlığına nasıl katkıda bulunduğuna dair belli belirsiz bir duyguya kapılmıştı. Bu onu yavaş yavaş, daha da derin bir düzeyde, annesini mevcut yaşamında hayatta tutma ihtiyacının farkına varmaya yöneltti; bu onu gerçekten şaşırtan bir farkındalıktı. Bilinçli dileği annesini ölümünden sonra mümkün olduğu kadar çabuk gömmekti. Daha sonra hayatındaki olumsuz bir insanı bırakamamasını keşfetmeye başladık.

    O halde rüyanın gizil içeriğine, yani bilinçdışının kral yolu aracılığıyla ifade edildiğini düşündüğümüz şeye, hastanın rüyanın farklı unsurlarıyla serbest çağrışım yapmasıyla ulaşılabilir. Rüyaya, hastamızın benzersiz yaratımı olarak saygı duyulmalıdır; bu rüya, muhtemelen onlar için bizim anlayamayacağımız bir anlam taşır. Bu nedenle önemli olan onların çağrışımlarıdır. Hayalperest yazardır, sanatçıdır; biz gözlemciyiz. Bir terapistin, rüyayı duyduktan kısa bir süre sonra onu “yorumlamaya” başlaması, en iyi ihtimalle kristal küreye bakmaya benziyor ve en kötü ihtimalle, eğer bu kadar istekliyse, hastanın rüyayı keşfetmesini engelliyor; ayrıca elbette psikodinamik terapistin yanlış beklentilerini de oluşturur.

    Stajyer olduğum dönemde, 27 yaşındaki kadın hastam tedavinin oldukça erken bir aşamasında bana bir rüya anlattı. Rüyada:

    Ofisimde bir masada oturmuş sebze çorbası yiyordu. Çorba her çeşit doyurucu, iri parça yeşil sebzeyle doluydu. Ben gelip yanına oturana kadar oldukça yavaş yiyordu, bu noktada çorbayı elinden geldiğince hızlı bir şekilde ağzına götürmeye başladı. Rüyası çorbayı bitirememekle sona erdi.

    Rüyanın açık içeriği bana oldukça net göründü ve sonuna rağmen, rüyayla doğrudan ilişkilendirdiğim şey, bu hastanın beni zaten harika bir şekilde besleyen, ona en besleyici gıdayı veren bir kişi olarak deneyimlediği ve ben geldiğimde artan yemek yeme hızının benimle tedavide iş birliği yapma konusundaki istekliliğiydi. Neyse ki, yeni edindiğim bilgiyi kendime saklayabildim ve hastamın kendi çağrışımları aracılığıyla gizil içeriğin mümkün olduğu kadar çoğunu ortaya çıkarmasına izin verebildim.

    Rüya ona, ailedeki herkese, özellikle de annesine, her durumda ne yapması gerektiğini söyleyen baskıcı teyzesinin imgesini hatırlattı. Bu hastanın küçük bir çocukken annesine karşı tek isyanı yemek yememekti ve bu durum annesini o kadar rahatsız etmişti ki teyzesinden tavsiye istedi. Hastam okuldan öğle yemeği için eve geldiğinde teyzesi bu fırsatı değerlendirerek “bana yemek yedirmek için” hastamın evinde bulundu. Görünüşe göre bu teyze masada hastamın yanında oturuyor ve onu, tabii ki her biri oldukça korkunç bir deneyim olan her lokmada “çiğne, çiğne; yut!” diye sıkıştırıyordu.

    Bu gözlemler rüyanın aktarım yorumu olasılığını ortaya çıkardı; hastamın benden olası korkusu ve/veya onu istediğinden daha hızlı yönlendireceğime dair kaygısı. Rüyalardaki aktarım tezahürleri bir sonraki bölümde tartışılacaktır.

    Rüyalar, örneğin, tedaviye direnç olarak savunma işlevi görebilir. Bir rüya görmek ve onu hatırlamamak, örneğin “Dün gece oldukça ağır bir rüya gördüm ve sanırım siz de onun içindeydiniz ama hatırlayamıyorum” terapist için sinir bozucu olabilir. Bu durumda, bunu – en azından kendinize – direnç olarak tanımlamak, terapiye bir bütün olarak bakmanıza ve hastanızla birlikte, bu anda frene basmalarına neyin sebep olduğunu anlamaya çalışmanıza yardımcı olabilir. Bazı hastalar, birbirinden renkli rüyalar seli getirirler. Her ne kadar bu ilk bakışta büyüleyici ve “yıldız” bir hastanız varmış gibi görünse de eğer çok fazla rüya varsa, rüyaların olası bir direnç işlevi gördüğünü ve hastanızın daha acı verici, zor konulardan kaçınmasına yardımcı olduğunu göz önünde bulundurmalısınız. Bunun olabileceğinden şüpheleniyorsanız bunu doğrudan hastanıza sorabilirsiniz; örneğin, “Son zamanlarda çok fazla rüya getirdiğinizi fark ettiniz mi? Neler olduğunu merak ediyorum?” Veya rüya selinden önceki seansları düşünebilir ve o sırada neler konuşulduğunu daha fazla araştırabilirsiniz.

    Rüyalarla ilgili bu tartışmayı bırakmadan önce, her rüyanın tamamen anlaşılmasına, hatta yakından incelenmesine gerek olmadığını belirtmeliyiz. Bazı rüyalar hastanız için daha önemli görünebilir veya terapinin belirli bir dönüm noktasında ortaya çıkabilir; diğer rüyalar ise daha “sıradan” görünebilir ya da titizlikle araştırıldığında çıkmaz sokaklara yol açabilir. Bazen bu ikinci tür rüyalar -o anda önemli görünmese de- hasta tarafından daha sonraki bir seansta hatırlanacak ve geriye dönüp bakıldığında daha iyi anlaşılabilecektir. Tekrarlayan rüyalar genellikle kaygı rüyalarıdır. Bu rüyalar genellikle zaman geçtikçe başarılı bir şekilde anlaşılabilir. Terapinin tüm aşamalarında olduğu gibi, rüyalarının altında yatan olası anlamı ortaya çıkarmak için hastalarla çalışmak empati ve hassasiyetle yapılmalıdır.

    Yola devam

    Terapi ilerledikçe şüphesiz ilk seanslarda ortaya çıkarılmayan yeni konular ortaya çıkacaktır. Örneğin hafıza sorunları yaşayan bir hastanın tedavisinin üzerinden birkaç ay geçtikten sonra babası tarafından cinsel tacize uğradığı ortaya çıktı. Yeni materyal ortaya çıktığında hastayla birlikte dikkatle incelenebilir ve sıklıkla daha erken ortaya çıkmamasının nedenleri de araştırılabilir. Yukarıdaki örnekte, bu hastanın babası ailede ona sevgi ve kabul gösteren tek kişiydi ve bu nedenle terapinin başlarındaki cinsel aktiviteyi “hatırlamak” onun için son derece zordu. Bunu bilmesine izin vermenin, çocukluğunda umutsuzca ihtiyaç duyduğu ve sadık hissettiği bu babaya karşı hem kendi duygularını hem de terapistinin onun hakkındaki izlenimini etkileyeceğinden korkuyordu.

    Terapi ilerledikçe ortaya çıkabilecek başka bir olgu da öyküden veya daha önceki seanslardaki aynı materyali duymanızdır, ancak artık farklı gelir, hastanızı tanıdığınızda daha derin bir anlam kazanır. Örneğin sayfa 86’daki “erken nişanlanma bozukluğu olan Jeff’in durumunda, seanslarımızda farklı bağlamlarda bana eleştirel annesi ve yetersiz babası hakkında -öyküde zaten anlatılmıştı- daha fazlasını anlattığında, bu bilgi bende, sanki şu anda bildiğim ve önemsediğim Jeff’le ilgiliymiş gibi farklı bir etki yarattı. Bu genellikle hastanızın yaşamına ilişkin ayrıntıların aklınızda kalmasını sağlar. O gün kahvaltıda ne yediğimi hatırlamazken, hastalarımın arkadaşlarını ve aile üyelerini, hatta rüyalarını nasıl hatırlayabildiğim beni her zaman şaşırtıyor.

    Terapi sürecinde aktarımı işaretlemek ve aktarımla başa çıkmak

    Devam etmeden önce Bölüm 1‘deki Aktarım ile ilgili kısmı yeniden okumak yararlı olacaktır.

    Terapötik ilişki embriyonik bir durumda olsa bile, hastanızın terapi deneyimi ve sizinle ilgili deneyimiyle ilgili sorunlar zaten olacaktır ve bunlar tedavi boyunca dişliler gibi devam edecektir. Bölüm 1’de açıklandığı gibi, bu tür temalar, hastanın geçmişinden önemli diğer kişilerle ilgili deneyimlerinin sizinle ve bazen de bir bütün olarak terapi durumuyla yer değiştirmesi olabilir. Bu ilk temalar aracılığıyla terapist, hastanın bu yeni psikoterapi süreciyle zihinsel olarak ne yaptığına, bunu nasıl kategorize ettiğine veya etiketlediğine ve buna nasıl tepki verdiğine dair bir fikir edinir. Hastalar, uyum sağlama çabalarında geçmiş deneyimlerinden bir tür şablon kullanarak geçmişlerindeki kişileri olduğu gibi durumları da kullanacaklardır.

    Kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak yansıtmaları ve yer değiştirmeleri keşfetmek terapist için süregiden bir görevdir; bunların farkına vardığınızda, onları kendiniz için işaretleyebilir ve bir gözlem veya yorum sunarak hastanızın bunların farkına varmasına yardımcı olup olmayacağınıza ve bunun ne zaman olacağınıza dair bir karara varabilirsiniz.

    Terapistin kişisel figürünün hasta üzerindeki etkisini abartmak imkansızdır – uzanmış durumda olsalar ve sizi göremeseler bile! Yaptığınız ve söylediğiniz her şey onlar için büyük önem taşıyor; sanki ses gerçekten açıkmış gibi. Bir aktarım gelişiyor olsa da hastanız kişiliğinizle ilgili gerçek ipuçlarına karşı son derece duyarlı olacaktır. Hastalarınızın sizin hakkınızda yaptığı yorumlar, yansıtma gibi görünse de görünmese de aktarım yararınadır. Bunları işaretlemek ve hemen araştırılmamışlarsa terapi ilerledikçe nasıl değiştiklerini görmek her zaman ilginçtir. Bunları işaretlemek ve hemen araştırılmazlarsa terapi ilerledikçe nasıl değiştiklerini görmek her zaman ilginçtir. Daha önce de belirtildiği gibi, tedavinin erken aşamalarında ortaya çıkması ve bazen de devam etmesi en muhtemel aktarımlar ebeveyne ilişkindir. Tedavinin ortasında bazen kardeş veya diğer aktarımlar (büyükanne ve büyükbaba, öğretmenler) açığa çıkabilir.

    1. Bölüm‘de bahsedilenler de dahil olmak üzere aktarım tepkilerini tanımlamanın çeşitli yolları vardır. Hastanız söylediğiniz bir şeye veya bir olaya (kısa bir tatil gibi) aşırı güçlü bir tepki verebilir veya muhtemelen az tepki verebilir. Hastanız için alışılmadık bir davranış değişikliği var; geç geliyor ya da erken geliyor, az ya da çok konuşuyor, baştan çıkarıcı ya da çapkın bir tavırla davranıyor ya da seans için fazla iyi ya da fazla kötü giyiniyor. Ofis dışındaki yaşamınıza her zamankinden daha fazla ilgi gösterebilirler; alışılmadık bir zamanda bir hediye getirebilir, onlara ne kadar yardım ettiğinizi tekrarlayarak sizi memnun etmeye niyetli görünebilir, diğer hastaların ofisinize geldiğini veya ayrıldığını gördüklerinde sert tepkiler verebilir veya seanstan sonra gereksiz derecede uzun bir süre koridorda veya ofis binasında takılabilirler.

    Aktarım duygularının bu belirtilerine terapistin tepkisi kritiktir. Hatırlanması gereken en önemli şey, bir aktarım tepkisiyle karşı karşıya olduğunuzdur ve her ne kadar bilinçli ya da bilinçdışı olarak sizinle ilgili bir şey tarafından tetiklenmiş olsa da yine de şüphesiz hastanızın geçmişi ve deneyimiyle ilgilidir. Bu nedenle hastanız güzel/yakışıklı olduğunuzu söylediğinde kızarmanıza, size aşık olduğunu açıkladığında partnerinizden boşanma talebinde bulunmanıza gerek yok.

    İdealleştirici bir aktarımın hissettirdiği kadar neşelendirici, değersizleştirici bir aktarımın hissettirdiği kadar moral bozucu ve erotik bir aktarımın hissettirdiği kadar rahatsız edici olsa da bu duyguların hastanızın geçmişindeki insanlardan size aktarıldığını (displaced) ve neredeyse her zaman, nihayetinde her iki tarafça, bu ışıkta anlaşılabileceğini aklınızda tutun. Hastanızın yanında kaldığınız, her zaman onu dinlediğiniz ve dünyayı onun bakış açısından kavramaya çalıştığınız sürece, terapi süreci boyunca ortaya çıkacak çeşitli aktarım tepkilerinin anlamını parça parça çözebileceksiniz.

    Bununla birlikte, ne kadar gerçekdışı olursa olsun, en azından bir miktar hakikat içermeyen hiçbir aktarım tepkisinin olamayacağı, tıpkı bir aktarım fantezisinin izi olmayan hiçbir gerçekçi ilişkinin (özellikle romantik ilişkilerimiz) olmadığı gibi akılda tutulması gerekir. Geçmişten gelen yer değiştirmeler, mevcut terapist-hasta ilişkisindeki unsurlar tarafından tetiklenebilir; hatta aktarımın daha ilkel biçimlerinde bile. Aktarımın eş zamanlı işleyen iki düzeyi olduğunu söyleyebiliriz: Terapist-hasta ilişkisinin “gerçek” olan ve geçmişten gelen duyguların uyanmasına zemin hazırlayan kısmı ve bu izlenimlerin yer değiştirmesini temsil eden aktarım tepkisi.

    Bazen terapistin hastayla hangi düzeyde çalışmaya başlayacağını bilmesi zordur ve bu nedenle bunu iki aşamalı bir süreç olarak tasavvur etmek yararlı olabilir; genel olarak aktarım hakkında bildiğiniz, özellikle bu hasta hakkında bildiğiniz her şeyi ve neler olup bittiğine dair kendi önsezilerinizi aklınızda tutun. İlk adım, güncel terapist-hasta ilişkisinin, hastanızın mevcut duygularına katkıda bulunuyor gibi görünen kısımları hakkında konuşmaktır. Örneğin şöyle diyebilirsiniz: “Görünüşe göre şu anda bana kızgınsın.” Bu gözlem tehdit edici olmayan bir şekilde yapılırsa ve gerçekten de durum böyleyse, o zaman hastanız bunu duyabilir ve buna katılabilir. Bu örneklerde öfke duygusunu bu kadar sık ​​kullanmamız ilginçtir. Neden böyle olduğunu düşünüyorsunuz?

    Diyelim ki hasta son seansın çok ani bittiğini düşündüğü için sinirlendi. Seans, gerçekte, hasta için çok erken bitmiş olabilir ve terapist de bir nedenden dolayı (ya acele etmiş ya da muhtemelen seansı bitirmek zorunda kalmaktan rahatsızlık duymuş olabilir), gerçekte, seansı normalden daha ani bitirmiş olabilir. Burada her iki tarafın olası katkısını görebiliriz. Hastanın seansın nasıl bittiğine dair hisleri araştırıldıktan sonra, bu durum gerçekleştiğinde hastanın sahip olduğu tanıdık hisler (herhangi bir anı) ortaya çıkarılabilir. Örneğin hasta, geçmişte önemli bir şey hakkında konuşmaya çalışırken sıklıkla babası tarafından sözünün kesildiğini hissettiğini söyleyebilir.

    Daha sonra terapistle bağlantı şu şekilde kurulabilir: “Geçen haftaki seansı çok aniden bitirdiğimi hissettiğinizde (ya da gerçekten, ‘bitirdiğimde’), bu size babanız sizi kestiğinde hissettiğiniz duyguyu hatırlattı. Bu şekilde hasta şunu görebilir: 1) terapiste kızmasına “izin veriliyor” – aslında bu verimli sonuçlara yol açar; 2) terapist ve terapötik durum öfkeden sağ çıkar; 3) terapist bazen yer değiştirmenin nesnesi olabilir ve bazı duyguların kişisel olarak terapiste yönelik olmaması – bu da Bölüm 1‘de anlatılan aktarımın “-mış gibi” niteliğini artırır ve 4) terapi, geçmişten gelen ve dikkate alınması gereken önemli duyguları harekete geçirebilir.

    Bazen bir hasta, özel hayatınız hakkında müdahaleci bir tavırla sorular sorarak sizi zor durumda bırakabilir. İzinsiz girişe ne kadar tahammül edebileceğimiz konusunda hepimizin kendi sınırları vardır; bu genellikle kendi aile geçmişimizle ilgilidir. Eğer gerçekten işin içindeysek, genellikle soruyu başka bir soruyla cevaplayarak bu rahatsız edici durumlardan kaçınabiliriz. Örneğin hastanız doğrudan “Şehrin hangi bölgesinde yaşıyorsunuz?” “Şehrin hangi bölgesinde yaşadığımı sanıyorsun?” veya “Bunu neden bu saatte sorduğunu merak ediyorum.” diye sorabilirsin. Sorunu bu şekilde ele almanın mantığı – ki bu doğrudur – hayatınıza değil, hastaya ve onun projeksiyonlarına odaklanmaya devam etmenizdir. Sonuçta neden sorduklarıyla gerçekten ilgileniyorsunuz; onların cevabı aktarım fantezilerinin açığa çıkmasına yol açabilir.

    (i) Hediyelerde aktarım unsurları

    Bir hasta hediye getirirse, yeni başlayan terapistlerin bunu idare etmesi zor olabilir. Klasik psikanaliz, hiçbir hediyenin asla kabul edilmemesini ve her hediyenin anlamının yorumlanması gerektiğini dikte ederdi. Bilinçli olarak iyi niyetli bir hastayı hediyeleriyle birlikte eve göndermek oldukça sert görünüyor ve muhtemelen bugün hiç kimse, ya da neredeyse hiç kimse, bunu yapmaz. 1. Bölüm’de hastalarımdan birinin bana hediye olarak büyük bir kum saati getirdiğini ve bunun ikimizi de çok eğlendirdiğini söylemiştim. Başka uygun hediyeler ya da en azından uygun olduğunu düşündüğüm hediyeler aldım: Noel’de çikolatalar, birinin benim denemem için bahsettiği şeyi pişirmesi. Bir keresinde, tedavi bitiminde, evli ve iki çocuk annesi olmasına rağmen kendi anne ve babasını yeni ailesinden çıkarmakta büyük zorluklar yaşayan ve bu yeni ailenin sınırlarının en önemli şey olduğunun farkına varmaya bir hastamdan, iki ebeveyn ve iki çocuğunun pirinç heykelini aldım. Yıllar önce verilen o hediye hâlâ dosya dolabımın üstünde duruyor. Bu hediyeler benim için miydi? Yoksa aktarım nesnesi olarak benim için mi?

    Her şeyde olduğu gibi hediyelerde de önemli olan aktarım bileşeni, hediyenin motivasyonu ve hastanın hediyeyle ilgili fantezileridir – onu seçmek, onu alınca nasıl tepki vereceğinizi hayal etmek vb. Hediyenin dışardan göründüğü gibi olmayabileceğinin her zaman farkında olmalıyız. Kum saatini getiren hastamın seanslarımızın bitiminde mutlaka sıkıntıları vardı. Bazı hastalar “aşık olduklarında”, bazıları terapist için özel olmaya çalışırken, bazıları da (tahmin ettiğiniz gibi) yatıştırmanın, hatta terapist öfkelerinin farkında olmasa bile terapisti korumanın bir yolu olarak öfkelendiklerinde hediye getirirler. Bazı hastalar terapistten bir iyilik istemeden önce bir hediye getirirler. Bir hediye bazen bir direnç, bir pazarlık olabilir (örneğin, “Annemin ölümü hakkında konuşmaya devam etmeyeceğine söz verirsen sana bu hediyeyi vereceğim”). Yukarıdakilerden tamamen memnun kalmamanız durumunda, hediyelerin hastanız için ne anlama geldiğini de düşünebilirsiniz: Hastanın hayatında onlara kim ve hangi amaçla hediye verdi; onlar kime hediye verdi?

    Hediye için hastaya teşekkür ederek sosyal açıdan doğru olanı yaptıktan sonra, eğer zaten belli değilse, “Bana bu hediyeden bahsedin” veya “Bu hediyeyi bana vermeye karar verdiğinizde ne düşünüyordunuz?” diye sormalısınız. Noel gibi “uygun” bir hediye verme zamanı olsa bile genellikle hediyeyle ilgili bir hikaye vardır ve tartışma kabul edici ve yargılayıcı olmayan bir şekilde yürütüldüğü sürece hastanız bunu anlatma şansından memnun olacaktır.

    Eğer hediye son seansta verilmezse aktarım tepkilerini keşfetmek için mükemmel bir fırsat sağlayabilir. Hastanızın sizin için seçtiği hediye ve sizin vereceğinizi hayal ettiği tepki iyi bir başlangıç ​​noktasıdır. Yine daha önce de belirtildiği gibi hediye ve hediye vermeyle olan ilişkileri genellikle aile gelenekleri ve bunların kendileri üzerindeki etkisi hakkında bilgi verir. Elbette, eğer uygun görünüyorsa her ikiniz için hediyenin anlamı sonraki seanslarda konuşulmaya devam edilebilir. Burada ortaya çıkabilecek sorunlardan biri, özellikle de hediye için çok minnettarsanız, hastanızın artık bunu yapmak istemese bile daha fazla hediye getirmesi veya her yıl hediye getirmesidir. Bildiğimiz gibi tedavinin farklı noktalarında aktarım farklı olduğu için hastalarımızın aynı ruh halinde kalmayacağını umuyoruz. Bu nedenle, hediyeyi nezaketle kabul etmek ve bunun özel ve cömert bir jest olduğunu, tekrarlanması gerekmediğini belirtmek önemlidir.

    (İİ) Rüyalarda aktarım unsurları

    Rüyalarla çalışmanın daha önceki psikanalitik/psikodinamik yollarını tartışmıştık. Bahsedildiği gibi rüyaların çoğunlukla aktarım anlamı vardır. Psikanalizde görüştüğüm orta yaşlı, profesyonel bir kadın, benim hakkımda pek bir şey bilmemeye dayanmakta zorluk çekiyordu. Tedavinin üzerinden yaklaşık iki yıl geçtikten sonra, onun içe dönük, yalnız bir kocayla evliliği hakkında konuşmaya başladığımızda, birlikte cinsel yaşamlarının neredeyse hiç olmadığını ortaya çıkardı. Bir gün şu rüyayı getirdi: Bir binadaydım ve senin giydiğini gördüğüm gibi kısa bir ceket giyen bir kadın vardı (bu yaklaşık altı ay önce benimle bir ofis binasında tesadüfen tanıştığı zamandı). Ceket giyiyordu ama alt kısmında bikini vardı. Bacakları, sosis köpeklere benzeyen kısa tüylü ama kat kat kırışıklarla dolu köpeklerin bacaklarıydı. [rüya].

    Görüntüye hayret etmeyi bıraktıktan sonra çağrışımlarını sordum. Kocamın geçimini sağlamak için ne yaptığını anlamaya çalıştığını söyledi: “Neye sahip olduğunu bilmesem de sahip olduklarını kıskanıyorum.” Bu görüntü her ikimizin de zihnine benim cinselliğim hakkında çok ikircikli bir bakış açısı kazandırdı; en hafif tabirle: hem benim cinsel açıdan çekici/aktif olduğum yönündeki beklentisi hem de benim böyle olmamam konusundaki arzusu. Bu ikirciklilik, hastam kitaplarıyla daha çok ilgilenirken, erkek arkadaş sahibi olma yeteneğini yüzüne vuran ablasına karşı hissettiği duygunun karakteristik özelliğiydi. Ama aynı zamanda benimle ve onun analize dair beklentisiyle de ilgisi vardı. “Bana nasıl seksi bir kadın olunacağını göster” diyebilirdi. Ama o zaman bunu yapıp yapamayacağımdan, hatta seksi olup olmadığımdan bile emin değildi.

    Her ne kadar gizlenmemiş bir rol üstlendiğiniz rüyalar oldukça açık görünse de bu açık içeriklerin arkasında gizlenen şeyler büyüleyici olabilir. Aslında, gerçekte hastanın, size daha çok benzemesini ya da sizin daha çok benzemenizi dilediği birinin vekili olabilirsiniz.

    Yine, hastalar doğrudan konuşamadıkları duygularını terapiste iletmek için rüyalarını kullanabilirler ve bu duygular sıklıkla bir şekilde terapist veya terapi durumu hakkındaki fantezilerle ilgilidir. Tüm rüyaların aktarım bileşenleri yoktur, ancak yakından takip ederseniz ustaca gizlenmiş ipuçları bulabilirsiniz.

    (İİİ) Ayrılıklarda aktarım sorunları

    Bilinç ve aktarım duygularına açılan bir diğer önemli pencere, önceden planlanmış olsa bile, bir ayrılığın veya tatilin tetikleyicisidir. Kendiniz psikoterapi veya psikanaliz deneyimi yaşamadıysanız, muhtemelen ayrılıkların hastanız üzerindeki etkisini hafife alacaksınız. Uzun bir hafta sonu, öngörülebilir bir yasal tatil olsa ve hatta hastanın kendisi gidecek olsa bile, özellikle tatilin pazartesi veya cuma gününe denk gelmesi durumunda zorluklar olabilir. Tabii eğer ayrılığınız sizin hastanız geride kalırken sizin tatile gitmeniz nedeniyle oluyorsa bu çok daha zor oluyor. Ayrılıklar bir tür terk edilme şekli olarak yaşanabilir ve hastanızın sizden ayrılmayı nasıl karşıladığı, onun kayıp karşısındaki tepkisi hakkında önemli bilgiler verir.

    Bu elbette hiç tatil yapmamanız gerektiği anlamına gelmiyor. Terapi çerçevesi dışında meydana gelebilecek diğer olaylar gibi, tatillere verilen tepkiler de terapi değirmenine iyi tahıl sağlar. Hastalarını Noel Günü veya diğer tatillerde görmesi gerektiğini düşünen stajyerlere danışmanlık yaptım. Bölüm 1’deki çalışma ittifakı bölümünde tartışıldığı gibi, işe olan bağlılığınızda ciddi olmanız önemlidir; ancak herhangi bir tatil yapmamak veya resmi tatilde ofise gelmek, hastanızın durumunun siz olmadan hayatta kalamayacak kadar kötü olduğunu hissettiğiniz veya aslında hastanızın bu durumu atlatamayacağı mesajını verebilir – Hatta, hastanıza o kadar ihtiyacınız var ki, onlar olmadan siz hayatta kalamıyorsunuz! Hasta, onları özleyeceğinizi, onlardan etkilendiğinizi, onlarla birlikte olmanın aileniz veya arkadaşlarınızdan daha eğlenceli olduğunu düşünebilir; bunların hepsi tehlikeli mesajlardır ve en azından tatile çıkılmasına ilişkin kötü bir rol-model oluşturur.

    Terapist, hastayı yaklaşan bir ara verme konusunda makul olduğu kadar önceden uyararak seans zamanlarına bağlılığını iletebilir. Verilen süre hastadan hastaya biraz değişebilir; bu hastalardan bazıları ara vermek için çok fazla zamana ihtiyaç duyduklarını göstermiştir. Bununla birlikte, aralar genellikle acı verici olduğundan, ne kadar az veya çok önceden haber verilirse verilsin, hastaların genellikle yaklaşan arayı “unuttuğunu” unutmayın. Bazen ara verdiği için kendini suçlu hisseden terapist de bu duruma tezgah hazırlayabilir. Tatilinizin ilk gününde hastanın kilitli bir kapıyla karşılaşması her iki taraf için de çok kötü olur. Bu nedenle, genellikle yaklaşan iki veya üç haftalık bir tatili en az bir ay önceden haber veririm ve ardından son seansta hastaya hatırlatırım – genellikle yaklaşan tatil hakkında ne hissettiklerini sorarak ve tabiri caizse bir taşla iki kuşu öldürürüm.

    Bazı hastalar seansları kaçırmamak için kendi tatillerini sizinle aynı zamanda planlama fırsatına sahip olmayı severler; psikanalizde bu düsturdur. Dolayısıyla bu hastaların mümkün olduğu kadar çok uyarıya ihtiyaçları vardır, çünkü kendi aileleri ve iş hayatları sizin tatil planınızdan etkilenecektir.

    Resmi bir tatilin seans gününe denk geldiğini görürseniz, eğer mümkünse, yaklaşık bir ay önceden hastanıza alternatif bir zaman teklif etmelisiniz. Bu, hastanıza şunları bildirir: 1) Tedavide ara vermek istiyorsunuz; 2) Bağlılığa saygı duyuyor ve mümkünse bir seansı kaçırmak istemiyorsunuz; 3) Terapi dışındaki programlarına saygı duyuyor ve bu nedenle başka bir uygun zaman bulmaları için onlara haber vermek istiyorsunuz.

    Söylediğimiz gibi tatiller ve molalar genellikle hasta için kayıp temalarını tetikler. Hastanız mantıklı bir şekilde herkesin bir tatili hak ettiğini bilse bile, çoğu zaman eski dostumuz olan öfke duyguları vardır. Şöyle bir his olabilir: “Beni özellikle şu anda nasıl bırakırsın?” Hasta çoğu zaman bu molanın hayatının özellikle uygunsuz bir döneminde, size her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyacağı bir zamanda gerçekleştiğini düşünür. Bazen bu, ailelerini görmek zorunda kaldıkları Noel’de, boşanma sürecinde olduklarında veya sevdikleri birini kaybettikleri zamanlarda olduğu gibi gerçekliğe dayanır. Ancak bazen terapistin gidişi öyle bir panik duygusu yaratır ki sanki bir kriz çıkacakmış gibi hissedilir. Ve bazen bir hasta, siz ayrılmadan hemen önce, sizi gitmekten alıkoymak amacıyla eyleme dökebilir ve bir krize zemin hazırlayabilir.

    Hastanızın molayla ilgili duygularıyla çalışırken, onları terk etmeyle ilgili kendi duygularınızın farkında olmanız gerekir, böylece onların duygularını tartışmak için daha donanımlı olursunuz. Çoğu zaman hastalar tedaviye ara vermenin kendilerini nasıl gönüllü olarak hissettirdiğinden bahsetmezler ve bu yüzden sormanız gerekir. Bu nedenle ara verme niyetinizi açıkladıktan sonra şöyle diyebilirsiniz: “İki (veya daha fazla) seansı kaçırmamız konusunda ne düşünüyorsunuz?” Alacağınız yanıt yalnızca hastanızın ilk tepkisi olacaktır. Sonraki seanslarda aranın yaklaştığını ve hastanızın davranışlarının, getirdikleri malzemenin, gördükleri rüyaların en azından bir kısmının yaklaşan ayrılıkla ilgili olabileceğini unutmayın. Bu nedenle hastanızın ara verme konusunda ne hissettiği sorusu tekrar gündeme gelmelidir. Bu, abartı gibi görünebilir ama aslında hastanıza, biraz düşündükten sonra, size duygularını daha fazla anlatma fırsatı verir.

    Hastanızın geçmişinden bazı aktarım tepkileri tahmin edilebilir. Ayrıca birlikte çalışmanızda aktarımsal olarak nerede olduğunuz da size ne bekleyeceğiniz konusunda bilgi verecektir. Örneğin, halihazırda bir ebeveyn aktarımı varsa, ayrılmanız, bir ebeveynin yokluğu, hasta veya depresif bir ebeveyn, bir ebeveynin ölümü veya ihtiyaç duyulduğunda asla orada olmayan bir ebeveynin üzücü erken deneyimlerini tetikleyebilir. Hastanızın özellikle müdahaleci veya dırdırcı bir ebeveyni varsa, tatil haberini rahatlayarak karşılayabilir. Ebeveynleri her zaman eğleniyor gibi görünen ve onları dışarıda bırakan hastalarda dışlanmışlık duygusu (muhtemelen onlarsız gideceğiniz için) tetiklenebilir. Şu anda bir erotik aktarım varsa, hastanız sizinle birlikte gidecek kişinin kendisi olduğuna dair fanteziler yaşayabilir ve partnerinize ya da yanınızda olacağını hayal ettiği kişiye karşı yoğun bir kıskançlık hissedebilir. Kardeş aktarımı varsa, hastanız yaz/kış tatiline çıkabileceğinizi (örneğin: Anne seni her zaman daha çok severdi), daha fazla paranız olduğunu veya işinizden (onlardan!), onların yapabileceklerinden daha kolayca ayrılabilmenizi kıskanabilir.

    Gördüğünüz gibi bunların hepsi çok zengin materyaller ve eğer hiç tatile çıkmamış olsaydınız bunlar gözden kaçardı. Bu duygular güvenli, yargılayıcı olmayan bir ortamda uyandırılıp kabul edildiğinde, araştırılıp anlaşıldığında, siz ve hastanız bu zamanda sizi nasıl algıladıkları ve ayrılık ve kayba nasıl tepki verdikleri konusunda çok şey öğreneceksiniz. Eğer hastanız tatilinizi merak ediyorsa şunu sormaktan çekinmeyin: “Nereye gittiğimi düşünüyorsunuz?” “Kiminle gideceğimi düşünüyorsunuz?” “Kaçırdığınız seans(lar)ın olduğu gün(ler)de kendinizi nasıl hissedeceğinizi düşünüyorsunuz?” “Bu zamanı atlatmanıza ne yardımcı olabilir?”

    Basch’ın (1980) işaret ettiği gibi hastaya nereye gideceğinizi söyleyip söylemeyeceğiniz sorusu bir formülle cevaplanamaz. Nerede olduğunuzu bilmeme kaygısının hastanız için üretken ve yaratıcı bir teşvik olacağına inanıyorsanız, onlara gerçek bilgileri vererek bu olasılığı kısa devre yaptırmanın faydası olmayacaktır. Basch bize, hastanızın nerede olacağınızı söylemenizin, bağımsızlık kapasitelerinin azalmasına yol açabileceği durumların olabileceğini hatırlatıyor. Peki Ya Bob? filminin bir korku filmi olduğunu düşünenlerimiz için, nerede olacağınıza dair herhangi bir ipucu vermek kabul edilemez. Bununla birlikte, aşırı krizdeki hastalar için, genel olarak nerede olduğunuzu bilmek, sakinleştirici ve sakinleştirici bir etkiye sahip olabilir; onların sizin onlar için tamamen müsait olmadığınızı ve onlara ve terapiye geri dönmeyi planladığınızı anlamalarına yardımcı olabilir. Ayrıca, çoğu hasta bu bilgiyi hiç kullanmasa da güvendiğiniz bir yedek terapistin adını ve iletişim bilgilerini hastanıza vermeniz son derece yararlı olabilir.

    Tedavi yeterince uzun sürerse hastanızın farklı zamanlarda verdiğiniz molalara farklı tepkiler verdiğini fark edeceksiniz. Hastanıza bir kez nerede olacağınızı söyleyebilmeniz, bir dahaki sefere bilmeye ihtiyaç duyacağı, hatta bunu isteyecekleri anlamına gelir. Hastanızdaki değişiklikleri fark etmek, her ikinize de hastanızın ilerleyişinin bir göstergesi olacaktır. Elbette nihai ayrılık, Bölüm 7’de tartışılacak olan sonlandırmadır.

    (İV) Hastanızla ofis dışında görüşmek

    Aktarım (ve karşı-aktarım!) tepkisinin olası bir başka tetikleyicisi de bir hastanın sizi ofisinizin dışında görmesidir. Hastanızın bir ara sizi koridorda başkalarıyla etkileşim halindeyken, onları beklerken veya gördükten sonra görmesi mümkündür. Onlar dışındaki insanlarla nasıl etkileşim kurduğunuz onlar için her zaman çok önemlidir. Başka bir hastayla etkileşime girdiğinizi gözlemlerlerse bu, kardeş rekabeti hissini uyandırabilir; örneğin, o hasta muhtemelen ondan daha ilginç veya daha sevimlidir. Bir meslektaşınızla konuşuyorsanız, hatta belki bir şaka paylaşıyorsanız ve hastanız ofisinize geliyorsa, daha hassas veya paranoyak bir hasta, bu meslektaşınıza durumunu, özellikle de ne kadar aptalca veya zor olduğunu anlattığınıza ikna olabilir. . Bazen hastanız bunun sizin hiç görmediği bir parçanız olduğuna dair düşüncelere dalabilir ve bu konuşma sırasında onu pasif bir şekilde dinlediğiniz zamana göre daha enerjik göründüğünüzü fark edebilir. Hastanız bu durumda kıskançlık hissedebilir ve meslektaşınız olmayı isteme fantezileri yaşayabilir. Hastanıza bu şekilde karşılaştıklarında nasıl hissettiklerini sormak, yukarıda bahsedilen değirmen için öğütülecek tahılın daha fazlasının elde edilmesini sağlayacaktır.

    Hastanızın seans dışında deneyimlediği davranışlarınızın karşıtlığının ona sinir bozucu veya nahoş göründüğü zamanlar da vardır. Bir keresinde asansörde bir hastayla karşılaştım ve başka birinden kat numarasını tuşlamasını istedim. Seans sırasında hastama toplantımız hakkında ne hissettiğini sorduğumda “çok agresif” davrandığımı söyledi. Bunu oldukça şaşırtıcı buldum.

    Hastalarla ofis binası dışında, normal günlük yaşamınızda buluşmak, aynı zamanda hastada aktarım duygularını ve terapistte de aman tanrım, bu benim hastam duygularını canlandırabilir. Bazı terapistler bu koşullar altında hastalarını görmezden gelmeyi tercih ederler ve sokakta fark edilmenin hasta için utanç verici olacağı konusunda kendilerine güvence vererek görülmeme isteklerini rasyonelleştirirler. Bu çok kabadır. Hastanızla bir restoranda ya da sinemada karşılaşırsanız yapılacak en iyi şey “merhaba” demek ve gülümsemektir. Çoğu hasta bu zamanlarda fark edilmek ve onları görmekten memnun olduğunuz hissinden fazlasını istemez; onlardan kaçınmak istediğinizi görmek değil. Sizi birlikte oldukları kişiyle tanıştırmak ya da birlikte olduğunuz kişiyle tanıştırılmak istemiyorlar.

    Ancak bazı durumlarda nezaketli kalmak diğerlerine göre daha zordur. Birkaç yıl önce spor yaptığım bir kulübün ofisime yakın soyunma odasında bir hastayla tanıştım. Ben tamamen çıplaktım, havlumu elimden geldiğince çabuk tutmaya çalışıyordum, o da giyinmişti; bu oldukça çetrefilli bir olaydı. Kesinlikle rahat olmasam da onu çok kısa bir şekilde selamlayabildim. Bir sonraki seansımızda beni orada görmenin nasıl bir his olduğunu sorduğumda bunun “güzel” olduğunu düşündüğünü çünkü her zaman “ruhunu bana açtığını” söyledi ve bu durumda benim de bedenimi ona açtığımı ima etti. O zamana kadar benim ofisimin dışında bir varoluşa sahip olduğumu düşünemediği de ortaya çıktı. Bunu, yaşadığı yakınlık ve bağımlılık duygularına karşı bir savunma olarak anladık. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi hastanıza seans dışında sizi gördüğünde ne hissettiğini sormazsanız, bunun terapinin bir parçası olmadığını veya ikiniz için de utanç verici olacağını düşünerek bunu gönüllü olarak yapmayabilir ve bu fırsat kaçırılmış olacaktır.

    O halde genel olarak terapinin orta aşamasında her türlü harika ve öngörülemeyen şeyler olur. Deneyimli bir psikoterapist tarafından bile başlangıçtan ve öykü alma seanslarından tahmin edilemeyecek yeni zorluklarla karşılaşılacaktır. Tamamen yeni materyaller olacak, aktarım temaları olacak ve tedaviye karşı bazen ustaca şekillerde ortaya çıkan dirençler olacak. Bir terapist ve bir insan olarak, bilginizin ve muhakeme yeteneğinizin, sabrınızın ve temel bakım yeteneğinizin olgunluğu konusunda zorluklarla karşılaşacaksınız. Karşı aktarımınız açısından, bazen hastanızı empatik bir şekilde dinlemek son derece zor olacak, bazen de konuşmak için doğru zamanı bekleyerek kendi düşünce ve yorumlarınızı saklamak zor olacaktır. Seans sırasında kendi duygularınızı anlamanın ve bir kez anladıktan sonra onları hastanızı anlamanıza yardımcı olacak kadar erişilebilir, ancak hastanızın tüm duygularının tam ifade edilmesini engellemeyecek veya karışmayacak kadar sınırlı tutmanın zor olacağı zamanlar olacaktır. Karşı aktarımınızın yönetimi ve kullanımı hakkında bir sonraki bölümde ve yine 8. Bölüm’de daha fazla şey söylenecektir.

    Psikoterapi yapma görevi zorlu ama aynı zamanda inanılmaz derecede heyecan verici ve tatmin edicidir.

  • DSM-5’te Kişilik Bozuklukları

    DSM-5 önerilen haliyle kişilik bozukluklarının teşhisine yönelik yaklaşımda önemli bir değişim sunmaktadır. DSM-III ve DSM-IV’te özetlenen tanı kriterleri ve eksen II’nin tanıtımı, klinik uygulamada dikkati bu sendromlara odaklamayı ve tanı, epidemiyoloji, psikobiyoloji, klinik seyir ve tedavi üzerine araştırmaları teşvik etmeyi amaçlamıştır. Bir tanı sistemi klinik açıdan uygun olmalı, uygulamada görülen kişilik sendromları spektrumunu kapsamalı, tanınmalarını kolaylaştırmalı ve kişiliğin değerlendirilmesi ve tedavisinde uzmanlaşmamış olanlar da dahil olmak üzere meşgul klinisyenler tarafından kullanılabilecek kadar basit olmalıdır. Aynı zamanda, tanı şemasının bu hastalıkların daha iyi anlaşılmasına ve daha iyi tedavi edilmesine yol açan araştırmalardaki ilerlemeyi yansıtması ve desteklemesi gerekmektedir. Ne yazık ki, kişilik bozukluklarını sınıflandırmak için önerilen sistem çok karmaşıktır, yeterli bir klinik gerekçe olmaksızın tanıya yönelik özellik temelli bir yaklaşım içermektedir ve önemli klinik faydası olan kişilik sendromlarını göz ardı etmektedir.

    Kişilik bozuklukları için önerilen DSM-5 tanı şeması, bir arada mutlu bir şekilde var olamayacak farklı modellerin hantal bir birleşimidir ve birçok klinisyenin uygulamalarında bunu kullanmak için sabır ve sebat göstermeme olasılığını artırmaktadır. Ortaya çıkan taslak kriterler 5 kişilik işleyiş düzeyi, 5 kişilik tipi, 6 kişilik özelliği derecelendirme ölçeği ve özellik derecelendirme ölçeği başına 4-10 özellik derecelendirme alt ölçeği veya yönünü kapsamaktadır.

    Klinik açıdan faydalı bir yaklaşım, derecelendirme ölçeklerinin türlerine değil, insan türlerine odaklanmalıdır. Birincil tanı birimi kişilik sendromu olmalıdır -biliş, duygulanım, kişilerarası işlevsellik, davranış, başa çıkma ve savunmayı kapsayan işlevsel olarak birbiriyle ilişkili kişilik süreçlerinin bir konfigürasyonu veya örüntüsü. Ruh sağlığı uzmanları sendromlar veya örüntüler açısından düşünürler (DSM’nin önceki tüm versiyonlarında kabul edildiği gibi), yapısallaştırılmış alt bileşenler açısından veya derecelendirilecek 30’dan fazla ayrı özellik boyutu açısından değil (mevcut DSM-5 önerisinde olduğu gibi). Klinisyenler, eğitimsiz kişilerin karışıklık görebileceği birbiriyle ilişkili süreçlerin tutarlı kalıplarını görürler. Tanı değerlendirmesi, önerilen revizyonda olduğu gibi (DSM-IV’e göre memnuniyet verici bir gelişme) şiddet derecelerini de kabul etmelidir. Narsisistik bozukluğu olan bir hasta hafif derecede sosyal bozukluğa sahip olabilir ya da herhangi bir kişisel etkileşime etkin bir şekilde giremeyecek kadar ciddi derecede bozuk olabilir.

    DSM5 için önerilen prototip yaklaşım beş kişilik bozukluğunun tanımını sunmaktadır: antisosyal/psikopatik, kaçıngan, sınırda, obsesif-kompulsif ve şizotipal. Teşhiste prototip yaklaşımının kullanışlılığı için ampirik destek vardır: bilişsel bilim araştırmaları bize, doğası gereği kategori üyeliği hakkında bir yargı olan teşhis kararının genellikle prototip eşleştirmesine dayandığını söylemektedir (1-6). Teşhis uzmanları, teşhis sendromlarının bilişsel prototiplerini geliştirir ve bir birey ile belirli bir prototip arasındaki eşleşmeyi ölçerek teşhis koyarlar. Bilişsel prototipler, bir kişilik sendromunun birçok farklı ancak birbiriyle ilişkili özelliğini yakalayan sendromal yapılardır. Bu alanda, DSM-5 Kişilik ve Kişilik Bozuklukları Çalışma Grubu, onu kullanacak klinisyenlerin bilişsel süreçlerine karşı değil, onlarla birlikte çalışabilecek bir yaklaşıma duyulan ihtiyaca dikkat etmiştir.

    DSM-5 önerisi, bu klinik temelli prototip yaklaşımı, sendromlar yerine özellik
    boyutları (derecelendirme ölçekleri) etrafında düzenlenen ikinci bir çok boyutlu değerlendirme modeli ile birleştirmektedir. Özellik modelleri akademik psikoloji içinde geliştirilmiştir ve kökenleri normal (klinik değil) popülasyonlar üzerinde yapılan araştırmalara dayanmaktadır. Önerilen altı boyut şunlardır: 1) depresyon, anksiyete, utanç ve suçluluk “yönlerini” içeren negatif duygusallık; 2) sosyal etkileşimden çekilmeyi içeren içe dönüklük; 3) abartılı bir kendini önemseme duygusunu içeren antagonizm; 4) dürtüselliği içeren disinhibisyon; 5) mükemmeliyetçilik ve katılığı içeren kompulsivite; ve 6) tuhaf algı ve inançları içeren şizotipi. Bu özellikler, çeşitli verilere dayalı modeller arasında sentez yapma ve uzlaşma sağlama çabasını temsil etmektedir. Bununla birlikte, önerilen özellik boyutları ve yönleri ile genel değerlendirme sistemi deneysel olarak araştırılmamıştır. Ortaya çıkan model artık onlarca yıllık araştırmalara dayanmamaktadır ki bu da modelin dahil edilmesinin başlıca gerekçesiydi.

    Dahası, özellik temelli sistemlerin, doğrulanmış olsalar bile, klinik olarak faydalı
    bir tanı sistemine dönüştürülebileceğinden şüphe etmek için iyi nedenler vardır. Boyutsal özellik yaklaşımları üzerine araştırmaların devam etmesinden yana olsak da, DSM-5 tanı sisteminin oluşturulması, klinisyenlerin boyutsal özellik yaklaşımlarını mevcut DSM-IV sisteminden önemli ölçüde daha az ilgili ve faydalı bulduklarını ve daha kötü olarak değerlendirdiklerini kabul etmelidir (7, 8). Sendromal prototip yaklaşımının kavramsal olarak farklı ikinci bir boyutsal özellik yaklaşımıyla birleştirilmesi DSM-5 önerisini gereksiz yere karmaşıklaştırmakta ve kişilik teşhisi için zaten az kullanılan bir sistemi klinik uygulamada çalışamaz hale getireceğini düşünmekteyiz. Boyutsal özellik
    stratejileri, özellikle bir popülasyondaki değişkenler arasındaki ilişkilerin belirlenmesinde kesinlikle değerli araştırma araçlarıdır, ancak bunlar DSM’nin bir bireydeki psikolojik süreçlerin karşılıklı ilişkilerini tanımlamadaki birincil klinik faydasına müdahale etmeyecek şekilde sağlanmalıdır.

    Çalışma Grubu tarafından önerilen beş kişilik prototipinin toplumda görülen
    kişilik patolojisi spektrumunu kapsamak için yeterli olmadığı endişesini paylaşıyoruz. Tanı sisteminde narsisistik, paranoid, bağımlı ve histrionik
    (tarihsel olarak “histerik” olarak adlandırılan) kişilik bozukluğu bulunmamaktadır. Önerilen boyutsal özellik derecelendirme ölçeklerinin kombinasyonları, geçtiğimiz on yıllar boyunca önemli miktarda ampirik veri ve daha da önemli bir klinik bilgelik birikimi olan (9-11) ihmal edilen sendromları (8) kolayca vermeyecektir.

    Prototip sisteminin toplumda görülen ve ampirik olarak tanımlanan kişilik sendromları yelpazesini kapsayacak şekilde genişletilmesini şiddetle savunuyoruz (9-11). Ayrıca, ulusal örneklemlerde yapılan ampirik araştırmalarda ortaya çıkan ve klinik olarak tanıdık bir dille yazılan prototip tanımları, prototip tanımlarında kullanılmak üzere ampirik olarak test edilmemiş boyutsal özellik modellerinden terminoloji eklenerek değiştirilmemelidir. Bazı kişilik bozukluklarının mevcut araştırmaların sınırlı olması nedeniyle atlandığını
    varsayıyoruz, ancak kanıtın olmaması yokluğun kanıtı değildir. Örneğin, narsisistik kişilik bozukluğu, klinik uygulama ortamları dışında örneklem elde
    etmenin zor olması ve çoğu kişilik araştırmacısı tarafından kullanılan anketler ve yapılandırılmış görüşmeler gibi öz bildirim yöntemleriyle değerlendirilmesinin zor olması nedeniyle daha az ampirik araştırma ilgisi görmüş olabilir. Bu gerekçe, iyi bilinen ve yaygın olarak görülen belirli sendromları hariç tutmak için kullanılırsa, uygulamada yaygın olarak görülen bozukluklar önerilen revizyondan kaybolabilir ve potansiyel olarak klinik gerçeklik ile resmi olarak onaylanmış tanılar arasına bir kama sokabilir.

    Bu yorum, kişilik bozuklukları konusunda uzmanlığa sahip deneyimli kıdemli
    klinisyenlerin ve farklı geçmişlere sahip araştırmacıların uzlaşmaya dayalı ortak
    görüşlerini temsil etmektedir. Kişiliğin psikiyatrik tanı ve tedavide daha belirgin
    ve haklı bir yer edinmesini sağlamak istiyoruz. Boyutsal bir özellik yaklaşımının
    gerçek dünyadaki klinik teşhis için işe yaramayacağından endişe duyuyoruz.
    Ayrıca DSM-5 önerisinin pratikte görülen kişilik patolojisi spektrumunu kapsayamayacak kadar az kişilik bozukluğu prototipi içermesinden de endişe
    duyuyoruz.

    İyi tanınan klinik yapıların (örn. şiddet) boyutlandırılmasının değerini onaylıyoruz, ancak akademik kişilik psikolojisinden alınan klinik olmayan
    kavramların kullanımına katılmıyoruz.

    Kişilik sendromlarını teşhis etme sistemi, ruh sağlığı profesyonellerinin klinik açıdan yararlı ve ilgili olarak kabul ettiği terimlerle yeniden düzenlenmedikçe ve teşhis koyma yöntemleri gerçek dünyada kullanılabilirlik ve zaman verimliliği göz önünde bulundurularak tasarlanmadıkça, psikiyatrik hastaların kapsamlı bir şekilde anlaşılmasına zarar verecek şekilde, kişiliğin klinik uygulamada giderek daha fazla atlandığını ve ihmal edildiğini görebiliriz. Bugün çok sayıda psikiyatrik kayıtta, eksen II’den sonraki giriş “ertelenmiş” gibi görünmektedir. Bu talihsiz eğilimi şiddetlendirmek yerine tersine çevirecek bir sistemi şiddetle savunuyoruz.

    Referanslar
    1. Rosch E: Cognitive representations of semantic categories. J Experimental
      Psychol General 1975; 104:192–232
    2. Cantor N, Genero N: Psychiatric diagnosis and natural categorization: a close analogy, in Directions in Psychopathology: Toward the DSM-IV. Edited by Millon T, Klerman GL. York, Guilford, 1986, pp 233–256
    3. Horowitz LM, Post DL, French RD, Wallis KD, Siegelman EY: The prototype as a construct in abnormal psychology, II: clarifying disagreement in psychiatric judgments. J Abnorm Psychol 1981; 90:575–585
    4. Horowitz LM, Wright JC, Lowenstein E, Parad HW: The prototype as a construct in abnormal psychology, I: a method for deriving prototypes. J Abnorm Psychol 1981; 90:568–574
    5. Kim NS, Ahn W: Clinical psychologists’ theory-based representations of mental disorders predict their diagnostic reasoning and memory. J Exp Psychol 2002; 131:451–476
    6. Millon T, Klerman GL (eds.): Directions in Psychopathology: Toward the DSM-IV. York, Guilford, 1986
    7. Spitzer RL, First MB, Shedler J, Westen D, Skodol AE: Clinical utility of fi ve
      dimensional systems for personality diagnosis: a “consumer preference” study. J Nerv Ment Dis 2008; 196:356–374
    8. Rottman BM, Ahn WK, Sanislow CA, Kim NS: Can clinicians recognize DSM-IV personality disorders from fi vefactor model descriptions of patient cases? Am J Psychiatry 2009; 166:427–433
    9. Westen D, Shedler J: Revising and assessing axis II, part II: toward an
      empirically-based and clinically useful classifi cation of personality disorders. Am J Psychiatry 1999; 156:273–285
    10. Shedler J, Westen D: Refi ning DSM-IV personality disorder diagnosis:
      integrating science and practice. Am J Psychiatry 2004; 161:1350–1365
    11. Beck AT, Butler AC, Brown GK, Dahlsgaard KK, Newman CF, Beck JS:
      Dysfunctional beliefs discriminate personality disorders. Behavior Res Therapy 2001; 39:1213–1225

    JONATHAN SHEDLER, PH.D.
    AARON BECK, M.D.
    PETER FONAGY, PH.D.
    GLEN O. GABBARD, M.D.
    JOHN GUNDERSON, M.D.
    OTTO KERNBERG, M.D.
    ROBERT MICHELS, M.D.
    DREW WESTEN, PH.D.

    Bu yorum Glen Gabbard, Jonathan Shedler ve Robert Michels arasında Şubat 2010’da yapılan konuşmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Tüm yazarların görüşlerini yansıtmaktadır ve her biri katkıda bulunmuştur. Dr. Shedler yorumun hazırlanmasında birincil rolü oynamıştır; diğerleri alfabetik sıraya göre listelenmiştir. Yazışma ve yeniden basım talepleri için Dr. Michels, Psikiyatri Bölümü, Cornell Üniversitesi, 418 East 71st Street, Suite 41, New York, NY 10021;rmichels@med.cornell.edu (e-posta). Yorum Haziran 2010’da yayınlanmak üzere kabul edilmiştir (doi: 10.1176/appi.ajp.2010.10050746).

    Dr. Shedler, Quick PsychoDiagnostic Panel’in (QPD Panel) telif hakkı sahibidir ve Shedler-Westen Değerlendirme Prosedürü’nün (SWAP) telif hakkı sahibidir. Dr. Beck, Kişilik İnancı Anketi’nin (kamu malı) ve The Psychological Corporation tarafından yayınlanan altı anketin (hiçbiri kişilik bozuklukları üzerine değildir) yazarıdır. Aynı zamanda, hasta ücretleri ve stajyer ödemeleri yoluyla gelir elde eden, psikoterapi ve eğitim sağlayan, kâr amacı gütmeyen bir kurum olan Beck Bilişsel Terapi Enstitüsü’nün başkanıdır; kendisi bu kurumdan herhangi bir gelir elde etmemektedir. Dr. Westen, SWAP’ın telif haklarının ortak sahibidir ve Westen Strategies’in kurucusu ve Implicit Strategies’in (siyasi ve pazar araştırma şirketleri) kurucu ortağıdır. Dr. Freedman bu yorumu incelemiş ve bu ilişkilerden etkilendiğine dair herhangi bir kanıt bulamamıştır. Diğer yazarlar ticari çıkarlarla herhangi bir mali ilişki bildirmemiştir.

  • Uygun Hastaları Seçmek (4. Bölüm)

    Bu metin Introduction to Psychodynamic Psychotherapy Technique‘in [Psikodinamik Psikoterapi Tekniğine Giriş] 4. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Son bölümdeki formülasyon seksiyonunda tartışıldığı gibi, düşünmemiz gereken faktörlerden biri tedavi önerisidir. Psikodinamik terapiyle ilgilendiğimiz için, psikodinamik veya psikanaliz odaklı tedavi önerme konusunda bize en fazla iyimserliği veren hasta özelliklerine bir göz atalım. Önceki iki bölümde tartışıldığı gibi, yeni hastanız hakkında önemli miktarda bilgi ilk buluşmalarda elde edilebilir ve bu bilgilerden yola çıkarak (eğer varsa danışmanınızla tartışarak) kendisi için en uygun tedavi hakkında bir karar vermeniz gerekir.

    Daha önce de belirtildiği gibi, yeni hastaya karşı hem bilinçli hem de bilinçsiz tepkilerinizin (karşı-aktarım) şimdiden devreye gireceğini ve bu tepkilerin tedaviyle ilgili kararları etkileyebileceğini unutmayın (örneğin; “O çok tatlı biri, ona yardım edebileceğimden eminim,” “Vay be, sinemayla ilgileniyor. Her zaman bir filmde olmak istemiştim,” “Hiç saçını yıkıyor mu acaba?” vb.). Aslında ilk tepkilerimiz bazen uzun süre kalabilir. Bu nedenle, o kişiyle daha yoğun bir psikoterapi düşünürken, kişiyle ilk tanıştığınızda ondan hoşlanmadığınız hissini de hesaba katmalısınız. Danışmanınız, kendi terapistiniz veya bir meslektaşınızla tartışırken tepkinizi anlayabilirseniz, bu hem size hem de hastaya, onlar için en iyi kararı verme konusunda son derece yararlı olacaktır. Ayrıca, yoğun aktarım tepkilerinin olasılığına ilişkin değerlendirmeler (ilk görüşme ve öykü alımından tahmin edilebildiği kadarıyla (önceki bölüme bakınız) tedavi seçimi açısından önemli bilgiler sağlayacaktır.

    Psikodinamik psikoterapi, her şeyden önce, kişinin yapılandırılmamış (unstructured) bir terapi durumunu tolere edebilmesini ve aynı zamanda belirsizliğe (ambiguity) karşı da toleranslı olmasını gerektirir. Yapılandırılmamış terapi, her seansta tartışılacak konunun hastanın aklına gelen ve dolayısıyla hasta tarafından gündeme getirilmesi anlamına gelir. Ve bir sonraki oturumda bu konuya devam etme zorunluluğu yoktur. Şunu unutmayın: Hastalar Yönetir. Bu nedenle terapist, seansın uygun anlarında rehberlik, gözlem ve yorumlar sunsa da genellikle hastanın izinden gider. Temelde bu, terapistin hastanın ne söylediğini takip etmek ve netleştirmek dışında çok fazla soru sormadığı (öykü aldıktan sonra), ev ödevi önermediği veya hastaya resmi bir şekilde hedefler koymadığı anlamına gelir; başka bir deyişle terapist seanslara kasıtlı olarak bir yapı dayatmaz.

    Terapistin yanıtları nispeten asgari düzeyde tutulduğundan (yani, terapistin bilişsel-davranışçı terapi gibi diğer terapi türlerindeki rolüne kıyasla, ancak psikanalizdeki kadar az olmamak kaydıyla), hastanın kendi kendine yetme becerisine sahip olması gerekir ve terapist olarak sizden sürekli girdi ve onay beklememelidir. Herhangi bir hastada şu veya bu özel müdahalenin ne kadar büyük bir dozunun gerekli olduğunu belirtmek zor olduğundan, bu yorumlar mutlaka kesin değildir. Psikodinamik terapiyi hastaya yapı sağlamaktan farklı bir yöne eğilen bir terapi olarak düşünmek muhtemelen yararlı olacaktır.

    İyi işaretler

    Hastanız, birlikte geçireceğiniz ilk zamanlarda, soru sormadığınız veya bir şekilde yönlendirme yapmadığınız anlara tahammül edebiliyorsa, bu onun daha az yapıya tahammül edebildiğinin iyi bir göstergesidir. Bu anların tipik örnekleri, sessizlik durumları ya da (tanımladıkları duygusal bir şey ya da hakkında konuşmaya başladıkları bir rüya hakkında) nabız yokladığınız zamanlar olabilir ve sizin girdinize ya da anlık bir çözümlemenize ihtiyaç duymadan bunu tartışabilirler.

    İlk seanslarda her zaman değerlendirmeye çalıştığımız bir diğer faktör de kişinin psikolojik zihinlilik düzeyidir. Bu terimden daha önce bahsetmiştik ve tam olarak göründüğü gibi bir anlama geliyor: hastanın kendi hayatı hakkında hipotezler kurabilmesi ve yine hızlı çözümlemelere ihtiyaç duymadan bunları anlamaya yönelik ilgi gösterebilmesi. Bu aynı zamanda kişinin aile geçmişine ve onun etkisine ilgi duyduğu ve terapiye katılma konusunda genel olarak olumlu bir tutuma sahip olduğu anlamına da gelir. Daha önce hiç tedavi görmemiş hastalar, doğal olarak, psikolojik terimlere ve psikolojik düşünme biçimlerine aşina olanlardan farklıdır. Ancak önemli olan kişinin psikolojik teorileri gösterişli bir şekilde sunabilme yeteneği değildir (aslında bu tür tepkiler genellikle entelektüelleştirmeyi bir savunma olarak kullanma başlığı altında sınıflandırılır); daha ziyade felsefe yapma, kendileri hakkında ve üzerine yeni düşünceler ve perspektifler tasarlama, geçmişlerinin bugünlerini belirlemedeki önemini kabul etme ve hayatı yeni bir şekilde keşfetme konusunda açık fikirlilik sergileme becerisidir.

    Aslında mizah anlayışını bu tür işler için ilk iyi işaret olarak saymamak benim için zor. Burada, şakalarınıza mutlaka gülmelerini kastetmiyorum (gerçi bu kesinlikle önemli), kendilerine gülümsemenin bir yolunu bulmak ve ara sıra hayatlarına mizahi bir bakış açısıyla bakabilmek (örneğin, Bölüm 2’de anlatılan, bana hediye olarak kum saati getiren hasta). Bu biraz geri çekilip gözlemleme kapasitesi gerektirir.

    Ek olarak, psikodinamik tedaviye uygunluğu değerlendirirken tedavi araçlarınızın bir parçası olarak saklamanız gereken aşağıdaki daha spesifik kriterleri de sunmak istiyorum. Bu kriterlerin taşa kazınmış olduğu düşünülmemelidir; ancak yeni hastanız bu özelliklerden ne kadar fazlasına sahipse, psikodinamik psikoterapi için iyi bir aday olma olasılığı da o kadar yüksektir:

    1. Kişi psikotik semptomatoloji belirtileri (örn. sanrılar, halüsinasyonlar, paranoid düşünceler) göstermemelidir. Paranoid düşünceyi fark etmek bazen zor olabilir, çünkü her zaman apaçık ortada değildir ve “Nereye gidersem gideyim, insanlar benim hakkımda konuşuyor” dan “İşyerindeki herkes benden nefret ediyor ve bu, yeni bir işe başladığımda hep sorun oldu” ya kadar uzanabilir. İkinci örnekte, yeterince olumlu işaretler mevcutsa (bu vakada, kişi iş bulabiliyorsa) ve hasta bunun her zaman böyle olmayabileceğini veya düşüncesinde bir sorun olduğunu görebiliyorsa, o zaman psikodinamik tedaviye, dikkatle, devam edebiliriz.
    2. Hasta; eğitim düzeyi, mesleki düzeyi, ilgi alanları ve genel bilgi düzeyine göre tahmin edilebileceği üzere, entelektüel açıdan en azından ortalama düzeyde olmalıdır.
    3. Kişinin genel işleyiş düzeyi dikkate alınmalıdır; yani semptomatolojilerine rağmen nasıl başa çıkıyorlar ve psikodinamik yönelimli bir tedavinin etkilerini “bekleyebilecekler mi”?
    4. Kişi tedaviyle ilgilenmeli ve en azından bilinçli olarak iş birliği yapma isteğini ifade etmelidir.
    5. Geçmişteki ilişkilerde en az bir olumlu yakın ve şefkatli bağlanma bulunmalıdır (örn. anne, baba, büyükanne, büyükbaba, yakın akraba). Bu, onların güvene dayalı bir ilişkiyi tanıma becerilerine değinir.
    6. Kişinin şu anda yakın bir ilişki kurma kapasitesi göstermesi yararlı olacaktır; örneğin bir arkadaşlık (nesne ilişkilerinin kalitesi).
    7. Hasta, ilk görüşmeler sırasında kendi duygulanımları veya duygu durumları hakkında bir dereceye kadar farkındalığa sahip olmalı ve bunları bir dereceye kadar görüp tartışabilmelidir.
    8. Hasta, dürtüleri geciktirme ve anlık tatmini erteleme, yani eyleme geçmek yerine ele almak becerisi göstermelidir. Bu, kişinin geçmişteki diğer krizleri nasıl ele aldığı ve şu ana kadar mevcut durumlarıyla başa çıkma konusunda ne gibi düşünceleri olduğu soru sorarak keşfedilebilir. Başka bir hastayla işim biterken kapımı çalan kadınla ilgili 2. Bölüm’de verdiğim örnekte kesinlikle dikkatli yol alırdık.
    9. Eğer hastanızın anıları, rüyaları ve fantezileri konuşulmaya nispeten açıksa, bu her zaman güzel bir avantajdır—tabii bu bilgiler çok erken ve çok fazla olmamak şartıyla.
    10. Kişi daha önce tedavi görmüşse, önceki tedavinin kendisine yardımcı olduğunu hissetmesi öngörüsel olarak daha iyidir. Bu onların terapiden faydalanabilecekleri, terapiye karşı olumlu bir bakış açısına sahip oldukları ve daha önceki yaşamlarında yaşadıkları hayal kırıklıklarını eyleme dökerek terapistten terapiste gitmeyecekleri anlamına gelir.
    11. Kişi halihazırda madde bağımlılığına veya yasa dışı davranışlara bulaşmamalıdır. Madde bağımlılığı, hastanızın seanslara sarhoş veya uyuşturucu etkisinde gelmesi anlamına gelebilir, bu da onunla çalışmayı imkansız hale getirir. Yasa dışı davranışlar, onları tedavi ederken etik bir ikilemde kalabileceğiniz anlamına gelir.

    Bu noktaları gözden geçirdiğinizde öykü almanın terapi başarısını öngörme açısından ne kadar önemli olduğunu görebilirsiniz.

    29 yaşında bir hukuk öğrencisi olan Frederick, bana sosyal hizmet görevlisi olan teyzesi tarafından yönlendirildi. Öfke patlamalarını kontrol etmekte zorlandığından ve olası kız arkadaşlarına karşı çok eleştirel olduğundan yakınıyordu. Herhangi bir fiziksel şiddet söz konusu değildi. Tek çocuk olan Frederick, hayatının büyük bölümünde öfkeli olduğunu ancak bunun nedeninden emin olmadığını belirtti. Hikaye alma oturumunda annesini, büyüdüğü için kendisini suçlu hissetmesine neden olan depresif, yapışkan bir kadın olarak tanımladı. Annesi ona sık sık “Öldüğümde pişman olacaksın” dediği için çocukluğunun büyük bir kısmını annesinin ölebileceğinden endişe ederek geçirmişti. Aslında annesi, gençliğinde ara sıra depresyon nedeniyle ilaç tedavisi görmüştü ve kendisi ergenlik çağına geldiğinde kendisine iyi huylu beyin tümörü teşhisi konmuştu. Frederick’i tedavi için yönlendiren teyzesi, annesinin ona olan bağımlılığını gözlemlemiş ve geleceğinden endişe duymuştu.

    Frederick, onayladığını hissettiği ve kendisini seven babasıyla sıcak ve dostane ilişkisini hatırladı. Babası sık sık ikisinin anneye göz kulak olması gerektiğini ve annenin kolayca hastalanabileceği için ona çok fazla sorun çıkarmaması gerektiğini ima etmişti. Ne yazık ki Frederick 20 yaşındayken babası kayak yaparken kalp krizinden öldü ve o da annesiyle yalnız kaldı.

    Bu örnekte yukarıdaki bilgilerin tamamı hastadan ilk iki seansta alınmıştır. Öfkeli patlama şikayeti, başlangıçta dikkatli davranmama neden oldu. Dürtü kontrolünü değerlendirmek için birkaç soru sordum. Açık gibi görünen bir tavırla cevap verdi ve her iki oturumda da gönüllü olarak daha fazla bilgi verdi. Zekiydi ve endişelerini dile getirebiliyordu. Doğrudan annesini suçlamadı ama öfkesinin sorumluluğunu üstlendi; yine de annesiyle olan ilişkisinin sorun üzerinde bir etkisi olabileceğini görebiliyordu. Babasıyla ve muhtemelen teyzesi gibi geleceğinden endişe duyan biriyle yakın ve güvene dayalı bir ilişkisi vardı. Son olarak “hızlı bir iyileşme” beklemiyordu. Bu nedenle onu psikanalitik yönelimli psikoterapide görmek istedim.

    Kötü işaretler

    Daha önce de belirttiğimiz gibi, hastanızda psikotik belirtiler varsa ya da madde kullanıyorsa başarılı bir sonuç alma olasılığı minimumdur. İlk birkaç görüşmede yapılandırılmamış bir terapiyi tolere edip edemeyeceklerini ya da psikotik düşünme potansiyeline sahip olup olmadıklarını söyleyemediyseniz, kişiyi psikolojik testlere, özellikle de projektif testlere yönlendirmek iyi bir fikir olabilir. Eğer kendiniz bir psikoloji stajyeri veya psikolog iseniz, kendi hastanıza test yapmak iyi bir fikir değildir. Bu, onlar için pekâlâ itici olabilecek veya ilişkinizin bu noktasında fazla müdahaleci hissedebilecek yeni bir boyut getirerek ilişkiyi karmaşıklaştırır. Ayrıca, şimdiye kadar size yaptıkları aktarım, teste verdikleri yanıtları da etkileyecektir. Bu nedenle hastanızla görüştükten sonra bir meslektaşınıza yönlendirmeniz gerekir. Danışman psikoloğun, hastanıza geri bildirim vermenin yanı sıra test sonuçlarını sizinle tartışacağı anlaşılmalıdır.

    Hastanız yukarıda İyi İşaretler başlığı altında listelenen kriterlerin çoğunu karşılamıyor gibi görünüyorsa, en azından başlangıçta psikodinamik tedaviyi yürütmekte zorluk yaşamanız muhtemeldir. Bazen yapılandırılmış ve destekleyici bir terapinin faydalarından birkaç ay sonra, hastalar daha az yapıya daha fazla tolerans gösterebilir ve aynı zamanda psikolojik olarak daha zihinli hale gelebilirler. Çoğu zaman stajyerler bir vakaya başlamak için acele ederler ve uygun hastayı seçme kriterlerini uygulamada gevşek davranabilirler. Bununla birlikte, hastanızın iyiliği açısından ve hastanız zamanından önce sonlandırdığında narsistik yaralanmalardan kaçınmanız açısından, “beyaz atlı prens – herkesi tedavi edebilirim” kompleksinizi aşmanız ve yukarıdaki yönergeleri aklınızda tutmanız en iyisidir.

    Tedavi kararının zor olduğu bir örnek: 31 yaşında bir mühendis olan Georgie, meslektaşlarından tamamen izole olduğundan, hiç arkadaşı olmadığından ve hiç erkek arkadaşı olmadığından şikayet ederek beni görmeye geldi. Bu sosyal zorluklar kendini bildi bileli onun karakteristik özelliğiydi. İlkokuldan itibaren kimsenin kendisini sevmediğini ifade etti. Bu sırada tedavi için gelmesi, iş yerinde arkadaşı olacağını düşündüğü birinin sonunda aktif olarak ondan kaçınmaya başladığı bir olay nedeniyle hızlandı. Georgie’nin erken yaşamı hem duygusal hem de maddi açıdan son derece yoksundu. Bu ülkede göçmen olan ebeveynleri, onun evde kendini ifade etmesine izin vermiyordu ve kendi geçmişine olan bağlılığını kaybedeceği korkusuyla okulda diğer çocuklarla ilişki kurmaması gerektiğini düşünüyordu. Okuldaki çocuklar çok geçmeden farklı olduğu için onunla dalga geçmeye, hatta fiziksel olarak taciz etmeye başladılar.

    Georgie’nin babası görünürde hiçbir sebep yokken ona fiziksel tacizde bulunuyordu. Büyüdüğü süre boyunca ondan uzak duran annesi, evde bir şeyler ters gittiğinde onu suçlayarak babanın öfkesini hastaya yöneltmeye çalışıyordu. Evde ikiden fazla oyuncağa izin verilmiyordu; ebeveynlerinin gerekçesi, tek çocuk olduğu için şımarık olabileceği yönündeydi.

    İlk seanslarda Georgie iş birlikçiydi ancak geçmişteki çok üzücü ve acı verici olayları anlatırken ara sıra ifade edilen kahkahalar dışında duygulanımı oldukça durgun kaldı. Diğer insanlarla olan sorunlarının ebeveynlerinin kendisine kötü muamele etmesinden kaynaklandığını bilmesine rağmen, başkalarının onun hakkında ne hissettiğine dair bazı düşünceleri kesinlikle paranoid bir hava taşıyordu.

    Yine yukarıdaki bilgilerin tamamı ilk iki görüşmede ortaya çıktı. Georgie açıkça zekiydi ve önerilen tedavi konusunda iş birliği yapmak istiyordu. Şu anki zorluklarına dair entelektüel bir anlayış gösterdi. Yine de onunla psikodinamik bir yaklaşım izleme olasılığı konusunda temkinliydim. Geçmişteki ilişkileri çok zayıflamış olduğundan ve kendisini yakın hissettiği kimse olmadığından terapide bir ittifak kurabileceğinden ya da işler zorlaştığında hâlâ bunun güvenebileceği bir ilişki olduğuna inanabileceğinden emin değildim.

    Ayrıca kendi duygularının farkında olmayışının savunmalarının kırılgan olduğunun bir kanıtı olduğunu hissettim ve savunmalarına meydan okunması durumunda dekompanse olacağından endişelendim. Olası aktarım açısından, olumlu, şefkatli bir ebeveyn figürüyle daha önce bir ilişki olmadığından, aktarım ne kadar yoğun olursa, öfkenin, aşağılanmanın ve acının da o kadar harekete geçeceğini ve muhtemelen bana yansıtılacağını aklımda tuttum (!). Bu, Georgie’nin terapide kalmaya tahammül etmesini ve benim için de tarafsız ve kabullenici bir duruş sürdürmeyi giderek daha da zorlaştıracaktır. Terapistin hayli aktif katılımıyla (onun adına gündeme karar vermek değil, ona karşı duyarlı olmak ve nispeten tehlikeli olmayan, olumlu bir ilişki örneği teşkil etmesi açısından) en azından ilk birkaç ay boyunca yapılandırılmış bir yaklaşımın onun için en iyisi olacağına karar verdim.

    Geçişler

    Terapide psikodinamik yaklaşımın kullanılmasına karar verildiğinde, sıklıkla hastaya nasıl ilerleyeceğine dair bazı ipuçları veririm. Mesela “Bundan sonra not almayı bırakacağım ve seanslarımızda aklınıza ne gelirse onu konuşmanızı isteyeceğim” diyebilirim. “Rüyalarınız hakkında her şeyi duymakla ilgileneceğim” gibi daha spesifik talimatlar vermek genellikle yararlı değildir, çünkü bu, hastanızı ya duymak istediğinizi bildiği materyali getirme ya da tedaviye direnmek veya size “karşı gelmek” için bu tür materyali getirmeme konusunda önyargılı hale getirecektir. Psikoterapiye başlama ve devam etme süreci bir sonraki bölümde ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.

    Tedavi sırasında yaklaşımımda bir değişikliğin faydalı olacağına karar verirsem, hastama değişikliğin ne olacağını ve bunun nedenlerini, ona faydası olacağını düşündüğüm için açık bir şekilde anlatırım. Örneğin, belirli bir fobinin tedavisinde oldukça yapılandırılmış, davranışsal bir yaklaşımın işe yarayabileceğini düşünseydim, bu tür bir terapinin bize nasıl yardımcı olabileceğini açıklardım.

    Bazen bir hastanın yapılandırılmış ve destekleyici bir psikoterapötik tedaviden psikodinamik bir yaklaşıma geçebileceğini söyledikten sonra, yukarıda İyi İşaretler altında sıralanan tüm noktalarda harika görünen ancak terapide daha fazla ilerledikçe göründüğü gibi çıkmayan hastaların da olduğunu belirtmek isterim. Bu, örneğin, borderline kişilik bozukluğu olan, oldukça yüksek düzeyde işlevselliğe sahip olan ancak olumsuz aktarım ve öfke potansiyeli, kendileriyle bu tür işleri yapmayı son derece zor ve bazen imkansız hale getiren kişilerde meydana gelebilir. Terapiye başladıktan sonra aşırı bir krizle (ölüm veya boşanma gibi) karşılaşan “yıldız” bir hastanın, öngörülemeyen bir şekilde dekompanse olması ve dolayısıyla farklı türde bir terapiye ihtiyaç duyması da mümkündür.

    Bu durum genellikle stajyerler ve onların (bir gereksinim için terapi saatlerini sayan) süpervizörleri ve aynı zamanda hastanın kendilerini yüz üstü bıraktığını hisseden daha deneyimli klinisyenler için büyük bir hayal kırıklığı gibi gelir. Bu gibi durumlarda, eğer psikodinamik olarak çalışmak her şeyden öncelikli ise, bu tür bir terapi için başka bir hastayı seçmek ve eğer istekliyseniz ilk hastayı yapılandırılmış ve destekleyici bir terapiyle görmeye devam etmek daha iyidir. Destekleyici terapide hem aktarım hem de karşı-aktarım sorunlarının yine de ortaya çıkacağını ve bunların uygun kişilerle birlikte düşünülüp tartışılabileceğini ve psikodinamik formülasyonlar da yapılabileceğini unutmayın.

    Ne tür bir terapiyi seçerseniz seçin, hastanızla birlikte gün ışığına çıkarmayı seçseniz de seçmeseniz de aynı hasta-terapist sorunları ortaya çıkacağından, her zaman öğrenme fırsatları vardır. Hastanızın sınırlarının ve duygusal olarak hayatta kalabilmek için hangi savunmalara ihtiyaç duyduğunun farkında olduğunuz sürece birkaç yorum bile deneyebilirsiniz, tabii bunlara sıkı sıkıya bağlı değilseniz ve hasta tarafından kabul edilmezse yorumun bırakılmasına izin verebilirseniz.

    Bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi, herhangi bir hastayla yapılan herhangi bir terapi durumu verimli ve heyecan verici bir öğrenme deneyimi olabilir.

  • Öykü Alma ve Formülasyon (3. Bölüm)

    Bu metin Introduction to Psychodynamic Psychotherapy Technique‘in [Psikodinamik Psikoterapi Tekniğine Giriş] 3. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Çoğu psikodinamik/psikanalitik terapist, terapide hastalarının erken dönem yaşamı hakkında mümkün olan en kısa sürede bilgi sahibi olmanın önemli olduğunu düşünür. Daha önce verilen örneklerden de anlayabileceğiniz gibi, açıklamalarda her zaman hastanın geçmişinden parçalar mevcuttur. Elbette eğer hasta bir kriz içindeyse geçmiş bilgisinin beklemesi gerekir; ama bu durumlarda her zaman el yordamıyla ilerlediğimi hissediyorum. Hastanızın erken dönem yaşamını ve ilişkilerini bilmek, onların semptomlarını, savunma seçimlerini, terapiye nasıl geldiklerini ve terapiye nasıl tepki vereceklerini büyük ölçüde anlamanıza yardımcı olacaktır. Aktarım meseleleri bir ölçüde öngörülebilir hale gelir (Aktarımla ilgili bölüme bakınız, Bölüm 1); örneğin, eğer bir hasta ebeveyni veya kardeşiyle aşırı zorluk yaşıyorsa, bunun terapistle olan ilişkisinde de bir şekilde tekrarlanmasını bekleriz. Bu nedenle, mümkün olduğu kadar net bir öykü almak, ancak hastanın geliş nedenlerinin ele alınmasına engel olacak kadar uzun süre uzatmamak önemlidir.

    Çoğu hasta terapideki değişimlere karşı oldukça hassastır ve bu nedenle bu değişimleri mümkün olduğunca yumuşak hale getirmeye çalışmalısınız. Hastanıza ne yapmayı planladığınızı söylemek bunu gerçekleştirmenin basit bir yoludur ve her zaman işe yarar. “Şimdi size aile geçmişiniz hakkında bazı sorular sormak istiyorum, eğer sakıncası yoksa” veya “Sana yetişebilmek ve seni daha iyi tanıyabilmek için aile yaşamının ilk yılları hakkında sorular sormak istiyorum” gibi yorumlar hastanızın anlamasına ve olacaklara hazırlıklı olmasına yardımcı olacaktır. Eğer hastanız isteksiz görünüyorsa, örneğin, “Ailem hakkında konuşmayı sevmiyorum” ya da “Korkarım bu tür şeyler için pek iyi bir hafızam yok” gibi cümleler kuruyorsa, bu genellikle utanç veya diğer kötü duyguların savunma amaçlı bir ifadesidir. Bu konuda biraz daha soru sormayı seçebilirsiniz; onlara güven vermeye çalışın ve ardından soruları nazik bir şekilde sormaya çalışın. Bu işe yaramazsa, hastanızın söylediklerine devam edebilir ve geçmişe ait materyallere kulak verebilirsiniz. Hastaların çoğu, öykü almayla ilgili soru sorulduğunda yalnızca başını sallayarak onaylayacak ve ellerinden geldiğince yanıt vermeye çalışacaktır. Yine, hastanızı tanımanın bu kısmı not almanızı gerektirir çünkü muhtemelen dikkatiniz dağılmadan hatırlanması gereken çok fazla ayrıntı olacaktır.

    Burada, resmi ya da yapılandırılmış bir öykü almak yerine, malzemenin akıllarına geldiği sırayla hastadan ortaya çıkmasına izin vermeyi tercih eden pek çok deneyimli psikoterapistin, özellikle de psikanalistlerin bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu, bir terapistin çok sayıda öykü alması, uygun tedaviyi belirlemek için hangi bilgilerin gerekli olduğu konusunda net bir fikre sahip olması ve daha uzun süreli bir tedavide olduğu gibi zaman lüksüne sahip olması durumunda kabul edilebilir bir ilerleme yoludur. Bununla birlikte, başlangıç ​​veya orta düzeydeki klinisyenler için, hastanızın o ana kadarki yaşam deneyimi hakkında fikir sahibi olmak için iyi bir öykü çok değerlidir. Ayrıca, aşağıda bir örneği verilen yapılandırılmış bir öykü alımında bile, hâlâ sorulmayacak ve terapi boyunca yavaş yavaş ortaya çıkacak materyaller vardır. Bu nedenle, sırf öykü aldınız diye hastanızın geçmişine dair her şeyi bilemeyeceğinizin ve yine de sürecin bu bölümünde anlatılmayan deneyimler ve kişiler konusunda dikkatli olmanız gerektiğinin bilincinde olmanız önemlidir.

    Öykü alma (history taking) genellikle hastanızın ebeveynleri hakkında bilgi toplamakla başlar. Ebeveynlerle ilgili aşağıdaki sorular, heteroseksüel bir ebeveyn çiftini varsaymaktadır. Hastanız için durum böyle değilse, yani ebeveynleri aynı cinsiyettense, o zaman bu durumda anlamlı olması için soruların değiştirilmesi gerektiği açıktır. Şu şekilde başlayabilirsiniz: “Bana anne-babanızdan bahsedin” ve hastanızdan, anne-babasından nasıl bahsedildiğine dair ipuçlarını alın. Ayrıca hastanızın ailesinde iki ebeveyn yoksa o zaman sorularınızı buna göre ayarlamanız gerekir.

    Aşağıda çok kapsamlı bir öykü almak için önerilen genel bir taslak yer almaktadır. Muhtemelen her soruyu kullanmak istemeyeceksiniz: burada aklınızda tutmanız gerekebilecek bazı konuları göstermek için verilmiştir. Babanız, anneniz veya bakımveren başka bir yetişkinle (yaşlı hastalarla bile olsa) başlayın ve oradan en önemli olacağını düşündüğünüz sorulara geçin.

    Öykü alma taslağı

    Ebeveyn

    1. Babanız (veya anneniz) hala hayatta mı? Kaç yaşında? Sağlığı iyi mi?

    2. Eğer bir ebeveyn ölmüşse şunu sorun: Öldüğünde kaç yaşındaydı? Siz kaç yaşındaydınız? Tepkinizi hatırlayabiliyor musunuz? Ne kadar süre böyle hissettiniz?

    Bu başlangıç ​​sorularına verilen yanıtlar bize hastanın ortamı, ebeveyninin hastalığı nedeniyle stres altında olup olmadığı ve ebeveynin ölmesi durumunda kayıpla nasıl başa çıktığı (ya da başa çıkmadığı) hakkında bir fikir verir.

    3. Anneniz/babanız nasıl bir insan(dı)? Onu bana tarif edebilir misiniz?

    4. Dışa dönük biri miydi yoksa sessiz bir insan mıydı?

    Bu sorular size ebeveynlerin hasta tarafından nasıl deneyimlendiği, hangi ebeveyni tanımlamanın veya hakkında konuşmanın daha kolay olduğu ve bu açıklamalar sırasında duyguların tetiklenip tetiklenmediği hakkında fikir verebilir.

    5. Büyürken kendinizi babanıza/annenize yakın hissettiniz mi?

    6. Hiç onunla, sadece ikiniz birlikte aktivite yaptınız mı?

    7. Okulla ya da arkadaşlarınızla ilgili endişelerinizi ona hiç anlattınız mı?

    Burada hastamızın erken dönemdeki nesne ilişkileri, ebeveynlerinden birine güvenip güvenemeyeceği ve en yakın hissettiği ebeveynin hangisi olduğu hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Cevaplar terapiste aktarımların nasıl eyleme döküleceğine dair ipuçları sağlayacaktır.

    8. Onunla ilgili bana anlatabileceğiniz erken dönem anılarınız var mı?

    Hastanızın erken dönem anıları yoksa, bunun nedeni hakkında kafa yormak ilginç olabilir: Erken dönemde bir travma mı yaşandı? Hasta anılarının ne olduğunu söylemekten utanıyor mu? Yoksa erken anıları bilmekle ilgilenmiyorlar mı?

    9. Onunla ilişkiniz şu anda nasıl?

    10. Onunla ne sıklıkla görüşüyor veya konuşuyorsunuz?

    11. Şu anda onunla birlikte olmak sizin için nasıl bir şey?

    Bu, terapiste ebeveynlerle yaşanan ayrılık ve diğer sorunların çözülüp çözülmediğine dair bir gösterge verir.

    12. Bana biraz anne babanızın evliliğini gördüğünüz şekliyle anlatın. Mutlu bir evlilikleri olduğunu söyleyebilir misiniz?

    13. Sık sık kavga ediyorlar mıydı? Hiç kavga ettiklerini gördünüz mü?

    14. Hiç birbirlerine duygu ifade ettiklerini gördünüz mü?

    15. Evlilikte kararları daha çok kim veriyor gibi görünüyordu?

    Bu soruların cevapları bize hastamızın çocuk bakış açısıyla anne-baba ilişkisini verir ve muhtemelen hastamızın kendi ilişkilerinde yaşadığı zorluklar veya bunlarla ilgili eksikliklere ilişkin bazı bilgiler verir.

    Kardeşler

    1. Kaç (erkek/kız) kardeşiniz var?

    2. Kaçıncı çocuksunuz?

    3. En büyük kardeş kim? Evli mi? Çocukları var mı? Ne iş yapıyor? Nasıl biridir? Büyürken ilişkiniz nasıldı? Şimdi nasıl?

    Bu sorular her kardeş için sorulabilir. Burada aile ortamının, hastamızın ilk nesne ilişkilerinin, zorbalık yapmaya ya da zorbalığa uğrama eğilimlerinin, rekabet çabalarının ve erken dönem çatışmaların çözümlenmesinin daha ayrıntılı bir resmini elde ediyoruz.

    Şunu da sorabilirsiniz: Size çok yakın olan başka akrabalarınız var mıydı; amcanız ya da büyükanneniz ya da büyükbabanız? Evinizde yaşayan başka biri var mıydı?

    Okul

    “Şimdi size okul hayatınızla ilgili birkaç soru sormak istiyorum” diyerek aileden geçiş yapabilirsiniz. Yaşlı hastalar için bu çıkarılabilir.

    1. İlkokulu sevdiniz mi? Lise?

    2. Okulda hangi konularda başarılıydınız? Okul dışı etkinliklere katıldınız mı?

    3. Okulda çok arkadaşınız var mıydı? Herhangi biriyle yakın mıydınız? Herhangi bir dönemde yakın bir arkadaşınız oldu mu?

    4. Eğitim seviyeniz nedir?

    Evden ayrılma (eğer yaşı uygunsa)

    1. Nasıl bir his olduğunu anlatabilir misiniz?

    2. Ebeveynleriniz nasıl tepki verdi?

    3. O zamanlar yaşamak için nereye gittiniz?

    4. Şu anda hangi koşullarda yaşıyorsunuz? Ne kadar zamandır? Bunu hoşunuza gidiyor mu?

    İş hayatı

    Ayrıca eğer çalışıyorsa hastanızın iş hayatı hakkında bilgi sahibi olmanız da yararlı olacaktır.

    İlişkiler

    Bundan sonra, başka bir geçiş ifadesi faydalı olacaktır. “Şimdi erkeklerle/kadınlarla ilişkileriniz hakkında biraz soru sormak istiyorum.”

    Heteroseksüel hastalar için

    1. Bana erkek arkadaşlarınızdan/kız arkadaşlarınızdan bahsedin.

    2. İlk erkek/kız arkadaşınızdan bahseder misiniz? Bu ilişki ne kadar sürdü? Bu cinsel bir ilişki miydi? Nasıl bitti?

    3. Şu anda herhangi biriyle ilişkiniz var mı?

    Bu sorular tüm uzun vadeli ilişkiler (altı ay veya daha fazla) hakkında sorulabilir ve size hastanızın mevcut nesne ilişkileri hakkında bir fikir verecektir. Hastanız karşı cinsten biriyle sürdürülebilir bir ilişki kurabiliyor mu? Bu konuları konuşmakta aşırı zorluk yaşıyorlar mı? İlişkiyi her zaman onlar mı bitiriyor yoksa nispeten eşit mi oluyor? Kendilerini iyi hissetmelerini sağlayacak partnerleri mi seçiyorlar?

    Eşcinsel hastalar için

    1. Eşcinsel oldukları zaten açıkça belirtilmişse şunu sorabilirsiniz: Eşcinsel olduğunuzu ilk ne zaman anladınız? Bu keşfe nasıl tepki verdiniz? Peki ya ailen, biliyorlar mı?

    2. İlişki bulma açısından sizin için nasıldı?

    3. En son uzun vadeli (altı ay veya daha fazla) ilişkinizi anlatabilir misiniz? Nasıl bitti?

    4. Şu anda herhangi biriyle ilişkiniz var mı?

    Yine, yetişkin nesne ilişkilerinin gelişimi, hastanızın mı yoksa partnerinin mi ilişkiyi sonlandırdığı ve onlar için uzun vadeli sürdürülebilir bir ilişkinin mümkün olup olmadığıyla ilgileniyoruz.

    Psikiyatrik öykü

    1. Daha önce hiçbir psikiyatrist, psikolog veya sosyal hizmet uzmanına görünüp görünmediğinizi söyleyebilir misiniz?

    2. Bu kişiyi ne kadar zaman önce gördünüz? Onları ne kadar süre ve ne sıklıkta gördünüz?

    3. O terapistle görüşmeyi neden bıraktınız?

    4. Bu sefer onlara tekrar gitmeyi düşündünüz mü?

    5. Duygusal sorunlarınız için hiç ilaç kullandınız mı? Şu anda kullanıyor musunuz?

    6. Duygusal sorunlarınız nedeniyle hiç hastaneye gittiniz mi? Veya ailenizde gitmiş olan kimse var mı?

    Ek olarak eğer uygun görünüyorsa terapist şunları sorabilir:

    7. Herhangi bir ciddi tıbbi sorununuz var mı?

    8. Alkol kullanımınız nasıl? İlaçlar? Geçmişte bunlardan herhangi birini aşırı kullandınız mı?

    Bu yorucu öykü alımından sonra hastanız hala uyanıksa ve sizinle konuşuyorsa, şu soruyu sorarak bir şans daha verebilirsiniz: Bilmem gerektiğini düşündüğünüz ama size sormadığım bir şey var mı?

    Eğer hastanızda depresyon belirtileri mevcutsa, Bölüm 2‘de önerilen soru türlerini henüz sormadıysanız öykü alırken sormanız uygun olacaktır.

    Öykü alma özeti

    Zihinsel durum (mental status), özellikle psikiyatri asistanları için genellikle çok erken dönemde yapılan öykü alma görüşmelerinin bir parçasıdır. Bu, bariz hafıza problemleri veya psikotik bir süreç olup olmadığından, hastanın entelektüel becerisine ve psikolojik farkındalık potansiyeline kadar, hastanızın zihinsel yeterliliği hakkında bir fikir edinmenizi içerir. Hafıza sorunlarını belirlemek için sorulabilecek standart sorular vardır; örneğin, hastanızdan artan uzunluktaki sayı dizisini tekrarlamasını istemek veya hastanızdan görüşmenin başında dört nesneyi hatırlamaya çalışmasını istemek ve görüşme sırasında ve sonunda kaç tanesini hatırlayabildiğini görmek için bunları test etmek. Psikozun varlığı açısından, hasta görüşme sırasında halüsinasyonlar, sanrılar veya paranoid düşünceler yaşıyorsa kendini ele vereceği için bunu fark etmek genellikle çok daha kolaydır. Aksi takdirde emin değilseniz doğrudan deneyimlerini sorabilirsiniz. Burada bu konulara daha derinlemesine girmeyeceğim çünkü biz esas olarak psikodinamik psikoterapiye girecek hastalarla ilgileniyoruz ve dolayısıyla bu endişeler ve sorular yalnızca bu tür tedaviye uygun olmayan hastaları elemek için yararlı olacaktır.

    Entelektüel becerinin değerlendirilmesi açısından, genellikle hastayla yapılan konuşmalardan ve onların eğitimsel uğraşlarına ilişkin bilgiden bu konuda bir fikir edinilebilir. Çok sayıda zeka testi yapmış psikologlar ve psikoloji stajyerleri, bir kişinin entelektüel işleyişini, bu deneyimi yaşamamış terapistlere göre daha kolay anlayabilirler. Psikolojik farkındalık potansiyeli, kısmen, belirli bir tür zekayı, tedavi durumuna başlangıçta olumlu yanıt vermeyi ve kişinin yaşam sorunları üzerinde düşünmeye ve anlamaya ilgi duymayı gerektirdiğinden, onlarla ilgili ne yapılması gerektiği konusunda tavsiye almayı ummak yerine hastanızın entelektüel becerisinin kapsamı hakkında bir fikre sahip olmak yararlı olacaktır.

    Tüm bilgilerin ya da gerekli ve uygun görünen kısımların toplanması birden fazla oturum gerektirebilir. Gündeminizle oturumlara ağırlığınızı koymak istemeseniz de oldukça eksiksiz bir öykü almak genellikle önemlidir. Terapinin ilerleyen dönemlerinde hastanız çeşitli aile üyelerinden bahsettiğinde ve onların kimi kastettiğini anladığınızda bunu yaptığınız için mutlu olacaksınız. Eğer hastanız planlı bir öykü alma seansına bir kriz anında gelirse, o zaman elbette bununla ilgilenmeli ve sorularınızı bir kenara bırakmalısınız. Zaten öykü birden fazla seans sürüyorsa, hastanızla şu anda işlerin nasıl gittiğini kontrol etmek ve birkaç soruyla devam etmenin sorun olup olmadığını kontrol etmek her zaman iyi bir karardır. Öykü almaktan uzaklaşmak hastanızın yararınaysa, mümkün olan en kısa sürede buna geri dönmeye çalışın.

    Aslında hastanızın yaşamının erken dönemlerine ilişkin sorular sormak onlar için sanıldığı kadar büyük bir yük değildir; bu genellikle onların geçmiş ve şimdiki yaşamlarının tüm ayrıntılarıyla ilgilendiğinizi ve onların o ana kadar yaşadıkları şeyleri sormaya zaman ayıracak kadar önemsediğinizi göstermeye yarar.

    Öyküdeki aktarımı işaretlemek

    Danışmanlık verdiğim kişilerin çoğu, yukarıdaki başlığın bir yazım hatası içerdiğinden ve benim kastettiğimin aktarımı kırbaçlamak (flogging) olduğundan emin olacaktır, çünkü bazen aktarım meseleleri hakkında onlara sertçe vurduğumu hissederler. Bununla birlikte, işaretlemekten (flagging) kastettiğim, belirli bir ifadenin veya duygunun gelecekte referans olarak işaretlenmesi için zihinsel bir bayrak (bir golf sahasında görebileceğiniz gibi bir bayrak) koymaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, öykü alma oturumlarındaki soruları yanıtlama sürecinde, yeni hastanız bilmeden terapi sırasında ortaya çıkacak gelecekteki olası aktarım tepkilerini açığa çıkaracaktır. Baba(lar) veya anne(ler) hakkındaki sorular, onların destekleyici veya eleştirici olarak deneyimlenip deneyimlenmediğine dair bir fikir vermektedir. Psikoterapist sıklıkla bir ebeveyn figürü olarak görüldüğünden, hastanızın her bir ebeveyn hakkındaki algısını anlamak çok önemlidir. Başlangıçta hangi ebeveyni temsil ettiğinizi anlayabilirsiniz; ideal olarak bu, “iyi” ebeveyndir veya hastanızın en yakın hissettiği kişidir, çünkü bu tür bir psikoterapiye olumlu bir aktarımla başlamak genellikle daha kolaydır. Ancak durum böyle olmayabilir ve terapi süreci boyunca durum değişecektir. Hastanızın geçmişinin bu kısmına aşina iseniz, bu aktarımları tanımlayabilecek ve hastanızın da bunları görmesine ve anlamasına yardımcı olabileceksiniz. Daha önce de değinildiği gibi, eğer bir ebeveyn öldüyse, hastanızın sorularınıza verdiği yanıtlar size, onun artık üzülüp üzülmediğine ya da şimdi yerine geçecek birini arayıp aramadığına ve hastanızın kayıp ve ayrılıkla nasıl başa çıktığına dair bir fikir verecektir. Bunun, kendi ayrılıklarınıza (tatillere ve nihai sonlandırmalara) ilişkin göstergeleri vardır.

    Kardeş aktarımı olasılığına karşı da tetikte olun, özellikle de hastanız yaş olarak size yakınsa.

    Örneğin, Bölüm 1‘den Alice’e dönersek (“kedi”, bkz. s. 6): Tedavi için geldiğinde, öz değerinin çok düşük olduğundan, ailedeki herkesin onu eleştirdiğinden ya da onunla dalga geçtiğinden ve istikrarlı bir kariyere sahip olamayacağından şikayet ediyordu. Faydalanıldığını hissettiği erkeklerle birçok ilişkisi olmuştu. Öykü alma oturumu sırasında mükemmel olduğunu düşündüğü ve nefret ettiği ablasıyla olan ilişkisini anlattı. Kız kardeşi kendi kariyerini planlamıştı ve delicesine aşık olduğu bir adamla nişanlıydı. Aile toplantıları sırasında ve aslında hemen hemen her fırsatta, kız kardeşi (doktor) ona hayatında ne yapması gerektiğini anlatıyor ve kariyer seçiminden keyif alamadığı veya istikrarlı bir erkek arkadaşa sahip olamadığı için onu azarlıyordu.

    Alice’i ben biraz daha gençken gördüm ama öngörülebilir bir kız kardeş aktarımını ortaya çıkarmak için yaşının uygun olması gerekmiyordu. Öyküyü dinledikten sonra, gençlikten gelen bu ilişkinin (alay ve altta yatan baştan çıkarma birleşimiyle) Alice’in yetişkin yaşamını etkilemede son derece önemli olduğu açıktı. Çalışmamızın başlangıcında Alice’in benim tarafımdan yargılandığını hissettiği anları gözlemlemesine yardım etmek için çok zaman harcadık. Bunu giderek daha fazla bir aktarım tepkisi olarak tanımlamaya başladıkça, Alice kendisinin daha da kötü yanlarını açığa çıkarabildi ve bunların kökenlerini anlamaya başladı. Bu tedavideki büyük başarı, Alice’in kız kardeşine karşı koyma ve zaman geçtikçe onu bir arkadaş olarak kabul etme becerisiydi; ancak ona hiçbir zaman tamamen güvenmemişti.

    Hastanızın ebeveynlerinin evliliğine ilişkin ilk görüşlerini duymak, yukarıda belirtildiği gibi genel olarak ilişkileri ve genellikle karşı cinsle olan ilişkileri nasıl gördüklerine dair bir fikir verecektir. Aktarımda ortaya çıkacak çözülmemiş oidipal sorunlar genellikle ilk olarak ebeveynlerin evliliğinin tanımlanmasında fark edilebilir. Örneğin, “babam annemle hiçbir zaman pek fazla konuşmazdı; aslında benimle daha çok şey paylaştı, daha çok aynı fikirdeydik” cümlesini bir kadın hasta tarafından konuşulursa, erkek terapistle baştan çıkarıcı, kadın terapistle rekabetçi davranışın habercisi olabilir. Genel olarak, hastanızın yetişkinlerin sevgi ve ilgisine ilişkin bu erken dönem algılardan doğan bakış açısı, terapist-hasta ilişkisine ilişkin algılarında mutlaka yeniden ortaya çıkacaktır.

    Hastanızın evden ayrılma gelişimsel görevini nasıl başardığı (ya da başaramadığı), terapistle ilgili bağımlılık sorunlarına işaret edeceği gibi muhtemelen hastanızın gösterdiği mevcut bazı sorunların, yani anksiyete, fobiler ya da suçluluk duygularının temelini oluşturabilir.

    Formülasyon

    “Bu hasta hakkındaki formülasyonunuz nedir?” cümlesindeki formülasyon (formulation) kelimesi, tedavi ettikleri kişinin mümkün olan en erken zamanda kısa ve öz bir formülasyonuna sahip olmaları gerektiğini düşündüklerinden, sıklıkla yeni başlayan terapistlerin ve bazen daha deneyimli terapistlerin kalplerine korku salmaktadır. Bu nedenle, bir formülasyon üzerinde düşünmek çoğu zaman insanların kaçınmaya çalıştığı bir uygulamadır.

    Ancak, bunu yapmaya zorlanan herkesin doğrulayacağı gibi, bu, terapistin üstlenmesinin son derece yararlı olduğu bir süreçtir, çünkü sizi hastanızın dinamikleri hakkında kendi düşüncelerinize odaklar ve tedavi kararları verme açısından zorunludur. Bu, çalışmanıza olan güveninizi, öngörme gücünüzü artıracak (yani sonraki seanslar için bekleyen sürprizleri bir miktar azaltacak) ve en önemlisi, hastanızın içinde düştükleri duruma nasıl ve neden geldiğine ve kişilik stillerinin nasıl oluştuğuna dair size daha derin bir anlayış verecektir. İlk formülasyonlara genellikle aile öyküsü tamamlandıktan sonra girişilir.

    Temel olarak formülasyon bir hipotezdir: Hastanızın sorunlarının tetiklenmesi, gelişmesi ve sürmesine katkıda bulunan etkenlerin varsayımsal bir açıklaması. Ayrıca hastanızın güçlü ve zayıf yönlerinin yanı sıra savunma mekanizmaları hakkında şu ana kadar gözlemleyebildiğiniz şeyleri de içermelidir. Formülasyonlar makale niteliğinde veya taşa kazınmış değildir. Hastanızı üç kez gördükten sonra onun hakkında harika bir analiz olduğunu düşündüğünüz şeyi yazdınız diye bundan sonraki aylar veya yıllar süren psikoterapötik tedavi boyunca hastanızın dinamiklerine ilişkin aynı algılara katı bir şekilde bağlı kalmak zorunda değilsiniz (kalmamalısınız da). Çoğu durumda, ilk izlenimlerinizi savunmak için yargılanmayacaksınız. Yukarıdakilerin yeni başlayan terapistlerde sıklıkla ortaya çıkan formülasyon fobisini azalttığı söylenmektedir.

    Formülasyonlar temelde hipotezler (iyi düşünülmüş hipotezler) olduğundan, hastanız hakkında şu ana kadar edindiğiniz izlenimi özetleyecektir. Diğer gözlemlerin yanı sıra aşağıdakileri içerirler:

    1. mevcut sorunun veya asıl şikayetin açık bir ifadesi;
    2. sorun(lar)ın öyküsünün bir özeti;
    3. hastanızın neden bu şikayetten şu anda muzdarip olduğuna dair bir önsezi (yatkınlaştırıcı etkenler);
    4. şu ana kadar hastanızda tespit ettiğiniz savunma mekanizmalarının bir açıklaması (örn. inkar);
    5. entelektüel ve psikolojik becerilerine ilişkin bir tahmin; ve
    6. bu hastanın psikodinamik psikoterapötik tedaviye uygunluğuna ilişkin bir tahmin (ayrıntılı bilgi için bkz. Bölüm 4).

    Uygunsa, formülasyonunuz aynı zamanda şikayetin hastanızın aile geçmişiyle nasıl ilişkili olduğuna dair bir ifadeyi ve bu kişi için hangi ek şikayetlerin ortaya çıkabileceğine dair bir öneriyi de içerebilir. Bu şekilde çalışma konusundaki kendi önyargılarınıza ilaveten tercihen hastanızın ihtiyaçları ile bağlantılı olarak beklenen aktarımlar veya dirençler (bunların muhakkak, hatta bir sonraki seansta bile değişebileceğini aklınızda tutun) hakkında bu noktada yapabileceğiniz her türlü yorumu ve bu tür tedaviyi seçmenizin bazı nedenlerini de eklemelisiniz.

    Psikiyatri asistanlarının ve bazen diğer stajyerlerin, Amerikan Psikiyatri Birliği (American Psychiatric Association) tarafından yayınlanan Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı’nın (DSM) en güncel baskısını kullanarak bir tanı koymaları gerekir. Resmi tanı koymak için DSM’nin kullanımına ilişkin özel eğitim, klinik psikiyatri eğitiminin standart bir parçası olduğundan ve her ortamda öğretildiğinden ve diğer çoğu klinisyenin eğitiminin bir parçası olmadığından burada daha fazla tartışılmayacaktır. Eğer bu noktada hastanızın DSM tanısıyla ilgili bir “tahmin” eklemeniz bekleniyorsa, o zaman bunu formülasyonunuza dahil etmelisiniz.

    Hastanızı dikkatli bir şekilde dinlediyseniz, hastanızın neden yardım için geldiğini anlıyor ve yaşamının erken dönemlerini geçirdiği iklimi iyi anlıyor olmalısınız. Ayrıca aktarım-karşıaktarımda neyin hayata geçirilebileceğine dair çeşitli olasılıkları işaretleyebilmiş olabilirsiniz. Bütün bunlar terapötik deneyiminizin içinde olduğunda, formülasyon neredeyse kendi kendini yazacaktır.

    42 yaşında, bekar bir kadın olan Betty (Bölüm 1’de otoriter bir babası olan hasta olarak anlatılmıştır), patronundan korktuğu için son iki haftadır işe gidememesinden dolayı çok fazla kaygı hissettiğinden şikayet ederek tedaviye geldi. Bu işte çalıştığı üç yıl boyunca kaygısının arttığını fark etmişti ancak “bazen işlerin çok sorunsuz gittiğini” belirtti. Betty çalışamaz hale gelmeden kısa bir süre önce annesinden babasına Alzheimer hastalığı teşhisi konduğunu öğrendi. Bu ve üzerine iş yerindeki ekstra ağır yük, mevcut krizi tetikleyen bir faktör gibi görünüyordu. Betty kaygısıyla baş etmeye çalışmak için entelektüelleştirmeyi ve obsesif kompulsif savunmaları kullanıyor gibi görünüyor. Evde ve işte son derece düzenli olduğunu ve bu nedenle insanların onu sevmemesinden endişelendiğini belirtiyor. Betty, işletme yönetimi yüksek lisans derecesi almış zeki bir kadındır ve muhtemelen psikodinamik düşünebilmek ve terapiyi etkili bir şekilde kullanabilmek için savunmacı duruşunu gevşetebilir.

    Yukarıdaki örnekte, Betty’nin çocukluğunda birkaç ay boyunca ailede kalan amcasının cinsel istismarına maruz kaldığı terapinin çok sonrasında keşfedildi. Ancak formülasyonun yazıldığı sırada bu bilgi ve olası etkileri bilinmediğinden, formülasyona dahil edilemeyeceği açıktır.

    Yukarıda anlatılan Alice, düşük öz değer ve özellikle iş yerindeki sorunlu ilişkiler şikayetiyle başvurdu; meslektaşlarıyla ve destek personeliyle kavga ediyordu ve kimsenin ondan hoşlanmadığını hissediyordu. Yaptığı her işte yaklaşık iki yıl geçirmişti; ancak bu zorluk, başkalarının kendisinden “daha akıllı” olduğuna dair ilk deneyimini üniversitede yaşadığında başlamıştı. Alice, aşağılık duygusu yaşamaktan kendini korumak için ailesinin, özellikle de tercih edilen çocuk olarak gördüğü kız kardeşinin kendisine nasıl davrandığıyla tutarlı olan saldırgan bir varoluş tarzı geliştirdi. Saldırgan davranış, eyleme dökme ve yansıtmalı özdeşimi kullanma eğilimine rağmen Alice son derece zeki bir kadındır ve kendisi üzerine düşünmeyi hızla öğrenmektedir; bu nedenle psikodinamik terapide başarılı olacağını düşünüyorum. Ayrıca ciddi miktarda acı çektiği için mevcut durumunu değiştirme konusunda da oldukça motive. Görünüşe bakılırsa kız kardeşinin onun öz imgesi ve cinselliğine ilişkin görüşü üzerinde muazzam bir etkisi olmuş; bu nedenle muhtemelen aktarımda bir şekilde kız kardeşi ortaya çıkacaktır.

    Yine Alice vakasında, ilk formülasyon sırasında bilinmeyen çok fazla bilgi vardı.

    Yukarıdaki örnekler kısadır; formülasyonlar elbette daha uzun olabilir, ancak öykü alırken söylenen her şeyin formülasyonda tekrarlanmasına gerek yoktur.

    Terapinin gerçek seyrine geçmeden önce, psikodinamik/psikanalitik terapi için seçilen hastaların tercih edilen bazı özelliklerini vurgulamak faydalı olabilir.

  • Başlarken / Giriş (2. Bölüm)

    Bu metin Introduction to Psychodynamic Psychotherapy Technique‘in [Psikodinamik Psikoterapi Tekniğine Giriş] 2. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    İster ilk hastanız olsun ister yeni bir hastayla tanışıyor olun, bu ilk karşılaşmayı bekleyen her iki kişi için de her zaman bir miktar kaygı vardır. Yeterince şaşırtıcı bir şekilde, karşıaktarım ateşinizi görüşmeye başlamadan önce bile ölçmeye başlayabileceksiniz: İster hastane ister klinik ya da özel muayenehane olsun, bu özel ortamda bulunmakla ilgili duygularınız nelerdir? Terapi vakası bulmak konusunda ne kadar çaresizdiniz, yoksa zaten size verilen hasta sayısından bunalmış mı hissediyorsunuz? Hastayı yönlendiren kişi hakkındaki duygularınız neler; bu kişi bir meslektaşınız mı, hayal kırıklığına uğratmak istemediğiniz bir süpervizör mü, yoksa “iyi” veya “kötü” yönlendirmeleriyle tanınan biri mi? Hasta hakkında daha önce neler duydunuz ve duyduklarınıza tepkiniz nedir? Buna her türlü demografik veri ve bu verileri size veren kişinin ses tonu da dahildir. Bu vakada size süpervizörlük yapacak kişiyle ilgili duygularınız, korkularınız ve umutlarınız neler? Ortamınızdaki diğer terapistlerle rekabet içinde olduğunuzu hissediyor musunuz (örneğin, “en iyi” veya “en zor” hastayı kimin tedavi ettiği konusunda)? Bu noktada bir psikoterapist olarak kendinize ne kadar güveniyorsunuz?

    Gördüğünüz gibi, psikoterapide, bir hastayı görmek için sevk aldığınızda, pek çok etken zaten devreye giriyor. Yukarıdakilerin hepsinin veya en azından bir kısmının hastanızla tanışmadan önce bile sizi etkiliyor olması ilk başta çok zor gelebilir. Ancak aslında bu olasılıkların farkında olmak çok yardımcı olabilir. Yeni hastanızla ilk temasa geçmeden önce bu unsurları bir süpervizyon toplantısında veya bir meslektaşınızla tartışma fırsatınız olabilir ve daha sonra bunların sizi terapi ilerledikçe nasıl etkilediğini veya etkilemeye devam edip etmediğini fark edebilirsiniz.

    İlk görüşme (The initial interview)

    Bekleme odasında hastanızı selamladığınızda (umarım onun hangisi olduğunu biliyorsunuzdur); beklendiğini ve hoş karşılandığını hissetmesi için kişiye sessizce ismiyle hitap etmek en iyisidir. Daha sonra kendinizi tanıtın, böylece hasta bunun doğru yer ve doğru zaman olduğundan emin olur. Bu noktada genellikle el sıkışırım. Adınızı veya soyadınızı kullanma konusuna gelince, terapi ilerledikçe bunu hastanın tercihine bırakmayı seviyorum. Tercihleri ​​yaşlarına, aşinalık ihtiyacına veya aşinalıktan rahatsızlık duymalarına, tedaviye gelme konusundaki duygularına vb. bağlı olabilir. Bu nedenle, ilk girişte her iki adımı da kullanacağım (örneğin, “Merhaba. Ben Sarah Usher”), böylece onlara seçim yapma şansı vereceğim.

    Kişisel olarak ikisinden de memnunum: Bir hasta bana soyadımla seslenirse bu, ilişkiyi açıklığa kavuşturmaya ve sınırlar koymaya hizmet edebilir ve terapi ilerledikçe bu beni rahatlatabilir. Birçok stajyer, hastalarının kendilerine ilk isimleriyle hitap etmelerini tercih eder -kısmen bu bir eşitlik duygusu yarattığı için, kısmen de eğitim veya becerilerinden yeterince emin olmadıkları için Bay veya Bayan olarak kendilerini tanıtmak istemediklerinden. Psikiyatrideki tıp stajyerleri ve asistanları ise daha sık olarak baştan itibaren soyadlarıyla birlikte Dr. unvanını kullanırlar -bu durumda bu, yeni mezun olarak görülmekten korunmaya hizmet edebilir. Psikologlar genellikle doktora derecesini aldıktan sonra Dr. unvanını kullanmaya mutlu bir şekilde geçerler.

    Hastanızı karşılarken bazı temel sosyal unsurları gözetmelisiniz. Onları gülümseyerek karşılayın: Onlara, onları gördüğünüze memnun olduğunuzu ve eğer bu ilk görüşmeleri ise ofisi bulmuş olmalarından memnuniyet duyduğunuzu hissettirin. Selam verdikten sonra, onlara “Nasılsınız?” diye sormayın -çünkü bu durumda seans, ofise yürürken başlamış olur. Hastanıza “nasılsınız?” diye sorduğunuzda, bunu gerçekten bilmek istediğiniz için sormalısınız; bu nedenle bu soruyu en iyisi, ikiniz de koltuklarınıza oturduktan ve siz dinlemeye hazır olduğunuzda yöneltmelisiniz. Bununla birlikte, samimi olmaktan da çekinmeyin. Örneğin, hasta havadan bahsederse, elbette karşılık verebilirsiniz. Eğer size “Siz nasılsınız?” diye sorarsa, ben her zaman “İyiyim” derim. Hastalar, terapistlerinin az önce kanal tedavisi yaptırdığını duymak istemezler; bu onlarda yük altında kalma hissi yaratır. Eğer tamamen sessiz kalırsanız ve sosyal açıdan doğal bir yanıt vermezseniz, hasta kendisini görmezden gelinmiş hissedebilir, sizi çok soğuk biri olarak hayal edebilir ya da daha ilk andan itibaren onu sevmediğinizi düşünebilir. Ayaküstü konuşmalar genellikle, bekleme odasından terapi odasına kadar olan kısa yürüyüş süresiyle sınırlı tutulabilir.

    Ofisinize vardığınızda, hastanın nerede oturacağını açıkça belirtin. Terapistin ve hastanın, dört sandalyenin bulunduğu bir ofise geldiği eski bir komedi rutini vardır. Terapist hiçbir şey söylemiyor ama hasta sandalyelerden birine doğru her hareket ettiğinde terapist “Aha!” diye bağırıyor. Sonunda, yaptığı hiçbir şeyin anlamsız olmadığını hisseden hasta, ayakta kalmaya karar veriyor.

    Psikoterapi açısından en uygunu, iki sandalyenin karşılıklı şekilde ve sohbet etmeye uygun bir mesafede yerleştirilmesidir; bu mesafe, sosyal bir duruma kıyasla biraz daha uzak olmalıdır. Bazı insanlar sandalyelerin hastaya doğrudan dönük olmaması için biraz açılı olmasını tercih ederler. Terapist masa başında oturmamalıdır çünkü bu, kendisi ve hastası arasında önemli bir engel oluşturur.

    İlk seansın amacı, konuşması gereken konular hakkında konuşabilmesini sağlamak için hastanızı mümkün olduğu kadar rahat ettirmektir. Göreviniz onları neyin rahatsız ettiğine dair mümkün olduğunca net bir anlayışa ulaşmaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, karşıaktarım duyguları halihazırda gelişmeye başlamış olabilir. Benzer şekilde, hastanızın terapi durumuna ve bir terapist olarak size karşı bilinçdışı (ve bilinçli) tepkilerindeki aktarım duyguları ve dirençleri, hastanın bekleme odasına gelmesinden çok önce gelişmeye başlamış olabilir. Terapide olmakla, size yönlendirilmekle, ofisinizin, hastanenizin veya kliniğinizin konumuyla ilgili duygular, korkular ve umutların hepsi tetiklenmiş olacak.

    Burada bir hastanın terapistin muayenehanesinin (ayakta tedavi için geldiği hastane) konumu ve bu algıların tedavi sürecini nasıl etkilediği hakkındaki duygularına bir örnek verilmiştir.

    Edward, 39 yaşında bir iş insanıydı ve süpervizörlüğüm altındaki bir öğrencinin yürüttüğü terapiye, ciddi evlilik stresi ve iş arkadaşlarıyla yaşadığı kişilerarası sorunlar nedeniyle başvurmuştu. Oldukça kaygılı, savunmacı, katı, bir ölçüde narsisistik özellikler gösteren biriydi; psikolojik içgörüsü düşüktü ve psikoterapiye olan ihtiyacını açıkça ifade edemiyordu. İlk görüşmede Edward, yalnızca yetişkinlik döneminde çok yakın bir ilişki kurabildiği merhum babasının bu hastanede tedavi görmüş olduğunu belirtti.

    Edward babasından bahsederken, terapist onun içinde hâlâ güçlü, çözümlenmemiş sevgi ve bağlılık duyguları barındırdığını duyumsayabiliyordu -bu duygular Edward’ın hiçbir zaman açıkça ifade edemediği ve şu anda bile yalnızca üstü kapalı biçimde değindiği duygulardı. Merhum babasının ağır depresyonu, hastanemizin yatarak tedavi biriminde tedavi edilmişti. Edward, o dönemde babasına verilen bakımın “hayatını kurtardığını” söyledi. Ayrıca, babasının hastanedeki psikiyatristlerden biriyle “arkadaş” olduğunu da dile getirdi.

    İlk seansın başlarında, Edward’ın bu hastaneye tedavi için gelmesinin onun açısından büyük bir anlam taşıdığı açıkça ortaya çıktı; çünkü bu kurumu merhum babasıyla özdeşleştiriyordu. Ayrıca, terapistine karşı, tıpkı babasının bir psikiyatristle “arkadaş” olması gibi, kendisinin de benzer bir arkadaşlık geliştireceğine dair dile getirilmemiş bir beklentisi olabileceği seziliyordu. Ne yazık ki, muhtemelen bu dile getirilmemiş arzunun gerçekleşmemesinden kaynaklanan hayal kırıklığı ve muhtemelen kişilik yapısının etkisiyle, tedavisi iki yılı aşkın süre devam etmesine rağmen Edward, erkek terapistiyle sıcak bir bağ kurmayı hiçbir zaman tam anlamıyla başaramadı. Terapistinin onun bir “arkadaşlık” umudunu hayal kırıklığına uğratıyor olabileceğine dair gözlemler, kendisine defalarca sunulmuş olsa da, Edward bu yorumu duymaya pek istekli değildi. Yine de seanslarına erken gelir ve belirtilerinde iyileşme gösterirdi. Bu terapi süreci, Edward’a, çok özlediği babasıyla özdeşimi yeniden canlandırma ve onu temsil eden bu hastaneye başvurarak yardım isteme olanağı sundu. Terapistinin empatik bir biçimde dinleme kapasitesi, onun bu anlamlı kaybı ifade edebilmesine ve işlemesine yardımcı oldu.

    İlk görüşmede bazen hasta konuşmaya kendiliğinden başlayabilir, ancak çoğunlukla süreci başlatmak terapiste düşer. Öğrenmek istediğiniz temel şey, bu hastanın tedaviye neden geldiğidir -ve bunu sormanın, hastayı savunmaya itmeden yapabileceğiniz birçok yolu vardır. Belki de hastanızın koridorda ya da ofiste bir şeye tepki verdiğini fark ettiniz, belki aşırı derecede kaygılı ya da gözyaşlarını tutmaya çalışıyor. Bu tür ipuçları, görüşmeye nasıl başlayacağınızı belirlemenize yardımcı olacaktır. Bazı ilk görüşmelerimde, hastaların daha sandalyeye oturur oturmaz ağlamaya başladığı oldu. Kendilerini güvende hissetmeleri ve sonunda biri tarafından dinlenecek olmalarının verdiği rahatlık, uzun süredir bastırılmış duyguların bir anda taşmasına neden oluyordu. Hastalarımdan biri, ilk seansına gelirken küçük bir trafik kazası geçirmişti -bu yüzden geç kalmıştı. Evinin garajından geri çıkarken son derece kaygılıydı ve başka bir araca çarpmıştı. Bir başka hasta ise, önceki seansım henüz bitmeden kapımı çaldı ve şöyle dedi: “İçeri girmem gerekiyor.”

    Yukarıdaki iki hasta için çok fazla açılış cümlesine ihtiyaç yoktu. Ancak çoğu hasta için, “Biriyle konuşmak istemenize ne sebep oldu?”, “Son zamanlarda sizin için neler oluyor, anlatmak ister misiniz?” gibi ifadeler, dinlemeye hazır olduğunuzu [onu dinlemek istediğinizi] ve hastaya, kendini ifade edebileceği bir alan sunduğunuzu göstermek açısından uygun başlangıç cümleleridir. Buna karşılık, “Buraya neden geldiniz?” gibi bir soru hastayı rahatsız edebilir. Hasta şöyle düşünebilir: “Belki bu terapist burada olmamam gerektiğini düşünüyor,” ya da “Beni rahatsız eden şeyi doğru bir şekilde ifade edemeyeceğim.” Bu tür bir başlangıç, hastayı savunmaya itebilir ya da kaygısını artırabilir. Bu nedenle, ilk görüşmelerde hem içerik hem ton açısından davetkâr, yargılayıcı olmayan bir dil tercih edilmelidir.

    Eğer üzerinize düşeni iyi yaptıysanız, bundan sonra duyacağınız şey genellikle başlıca şikayet/hasta şikayeti [chief complaint] ya da başvuru nedenidir/görünürdeki sorundur [presenting problem]. Bu terimler tıp pratiğinden alınmıştır ve hem hastanın anlattıklarını hem de sizin zihinsel sürecinizi organize etmek açısından son derece yararlıdır. Örneğin, 1. Bölüm’de sözü edilen 42 yaşındaki Betty’nin -beş dakika geç kaldığımda yoğun bir öfke yaşayan kadın- başlıca yakınması, patronuna yönelik hastalıklı bir korkuydu; bu korku onun verimli çalışmasını imkânsız hale getiriyordu. (Elbette terapi ilerledikçe, otoriter patronuyla, öfke patlamaları yaşayan babası arasında bir bağlantı olduğunu görebildik.)

    İlk oturumun büyük bir kısmı ve uygunsa ikinci oturumun bir kısmı başlıca şikayetin araştırılmasına ayrılmalıdır. Hastanın bu sorundan ne kadar süredir muzdarip olduğunu, sorunun ilk başladığı zamanı ve hangi koşullar altında başladığını bilmek önemlidir (eğer bu noktalar konuyla alakalı görünüyorsa). Kişinin neden bu zamanda yardıma geldiği de önemlidir. Önceki örnekte Betty o kadar çok kaygı hissediyordu ki aslında birkaç haftadır işe gidemiyordu. Arkadaşları onu terapiye gitmeye teşvik etmişti. Bir noktada hastanızın daha önce terapiye girip girmediğini, eğer öyleyse, ne kadar süredir terapiye gittiğini, terapinin faydalı olup olmadığını ve nasıl bittiğini bilmek de önemlidir.

    Yeni hastayla yapılan ilk seanslarda, iki yönlü bir denge gözetilmelidir: Bir yandan, hastanın yaşadığı sıkıntının doğasını ve ayrıntılarını ifade etme ihtiyacına -ki bu, elbette her şeyden önce gelir- dikkat etmek gerekir; diğer yandan ise, durumu bütünüyle anlayabilmek ve uygun bir tedavi kararı verebilmek için gerekli olan bilgileri edinme ihtiyacınız da göz ardı edilemez.

    Pek çok şey empatik dinleme becerinize, yani ortaya çıkan sorunları ve bunların geçmişini hastanın bakış açısından duyma becerinize bağlıdır. Terapiye yeni başlayan terapistler genellikle hastayı dinlemenin ne kadar zor olduğuna şaşırırlar. Sonuçta dinlemek bize okulda, hatta belki lisansüstü eğitimde bile öğretilen bir beceri değil. İşitme sorunu olmadığı sürece otomatik olarak nasıl dinleyeceğimizi bildiğimizi farz ediyoruz. Her durumda, başka birinin söylediklerini duymayı engelleyen birçok etken vardır. Bu etkenler terapi durumunda büyütülebilir. Terapistler bir hastanın sunumu karşısında kendilerini topa tutulmuş hissedebilirler: nasıl göründükleri, gündeme getirilen konuların sayısı, hastanın duygularının yoğunluğu, hastanın size nasıl tepki verdiği (güvenip güvenmediği) ve tabii süpervizörün ilk toplantı hakkında ne söyleyeceğini merak eden bir terapistin süpervizyonda (Bölüm 8’de tartışılmıştır) olup olmadığı.

    Tüm tepkileriniz (yani karşıaktarım) nasıl dinlediğinizi etkileyecektir. Örneğin hastanız için üzülmek, ilk seanslarda onu dinleme becerinizi engelleyecektir. Ayrıca, hastanızın dinamikleri hakkında entelektüel düşünme veya teori geliştirmeyi sevseniz de bu alıştırmayı vaktinden önce yapmak kesinlikle hastanızın söyleyeceği her şeyi duymanıza engel olacaktır.

    Müziğe biraz aşina olan terapistler hastayı dinlemeyi, olmayanlara göre daha kolay bulabilirler çünkü onlara seslerin ritmini ve akışını dinlemeleri öğretilmiştir. Bir terapist hem sözleri hem de müziği dinlemelidir; yani hastanın söylediklerinin içeriğini duyun ve altta yatan duyguyu (veya duygulanımı) ve ayrıca hastanın söylemediklerini duyun. Terapide dinlemek hiçbir şekilde pasif bir çaba değildir. İyi bir dinlemenin ne kadar enerji gerektirdiğine ve “sadece dinlerken” bir seansta ne kadar sıkı çalıştığınıza şaşıracaksınız. Hastanız size söylediklerine müdahil mi görünüyor, yoksa ondan kopuk mu görünüyor? Hastanız hayatındaki belirli insanları veya olayları anlatırken duygulanımda değişiklikler oluyor mu? Ve eğer gözlemlenebilir bir duygulanım yoksa neden yok? Uygun görüldüğü takdirde hastanız da bu gözlemlere dahil edilebilir.

    İlk seanslarda elde edilebilecek diğer önemli bilgiler şunları içerir: Hastanızın yapıya ihtiyacı var mı, yoksa buna karşı mı çıkıyor? Sizinle çok çabuk bağımlı bir ilişki mi kuruyor gibi görünüyorlar (örneğin, onların tüm sorunlarını çözeceğinizi veya mümkün olduğunca sık gelmeleri gerektiğini ima ederek)? Çoğu hasta terapistinin kendisini sevmesini ve kabul etmesini ister. Hastanızda da durum aynı mı ve bu nasıl sergileniyor? Konuştuğunuzda hastanız nasıl tepki veriyor: Sizi görmezden mi geliyor? Yoksa her değerli kelimeyi sünger gibi çekiyor mu?

    İlk seanslarda hastanızın şu ana kadar size verdiği bilgilere dayanarak olası bir gözlemi veya ön yorumu denemek, onun psikolojik farkındalığını anlamaya başlamak genellikle ilginçtir. Örneğin, arkadaşımız Alice (“kedi”, bkz. s. 6) örneğinde, ilk görüşmede ona ailesindeki deneyiminin şu anda arkadaşları ve meslektaşlarıyla yaşadığı sorunlarla herhangi bir şekilde ilgili olup olmadığını sormuştum. Eğer “Hayır” demiş olsaydı, bu ya psikolojik düşünme eksikliğine ya da sorduğunuz herhangi bir şeye karşı bir dirence işaret edebilirdi. Eğer çok hızlı bir şekilde “Evet” demiş olsaydı, herhangi bir katkı için çok istekli olup olmadığını ya da söylediğim her şeye katılmaya çok hazır olup olmadığını merak edebilirdim. Peki zavallı hasta bunun doğru olduğunu söyleyebilir mi diye sorabilirsiniz. Eğer hastanız söylediklerinizi düşünür, olasılıkları değerlendirir ve ancak o zaman aynı fikirde olursa ya da aynı [aynı süreçten sonra] fikirde olmazsa, bu olumlu bir işarettir. Eğer Alice sorduğumu daha ileri götürmüş olsaydı, örneğin “Sanırım öyle. Özellikle kız kardeşim benden nefret ediyordu, ben de ondan nefret ediyordum” demek psikolojik olarak düşünmeye ve bağlantılar kurmaya hazır olunduğunu gösteriyor olabilir.

    Yeni hastanız depresyon belirtileri gösteriyorsa (yorgunluk, enerji eksikliği, hayatı umursamama), depresyonun boyutunu belirlemek için aşağıdaki sorular sorulabilir:

    1. Uyku sorunları mı yaşıyorsunuz? Eğer öyleyse uykuya dalmakta zorluk mu çekiyorsunuz? Gece boyunca uyanıyor musunuz? Sabah çok erken mi uyanıyorsunuz? Uyandığınızda, hangi düşüncelerin olduğunu biliyor musunuz? Yoksa normalden daha fazla mı uyuyorsunuz?
    2. İştahınız nasıl? Size normal geliyor mu? Yakın zamanda kilo aldınız mı veya kaybettiniz mi? Eğer öyleyse, ne kadar?
    3. Her zamankinden daha fazla ağladığınızı mı düşünüyorsunuz? Bu özel bir şeyle bağlantılı mı görünüyor, yoksa öylece mi oldu?
    4. Günün herhangi bir saatinde kendinizi daha kötü hissediyor musunuz? Örneğin sabahın erken saatleri mi? Öğleden sonra mı?
    5. Kendinizi, kendinizle veya dünyanın durumuyla ilgili kasvetli düşünceler içinde kaybolmuş halde mi buluyorsunuz?
    6. Her şeye son vermeyi, kendinizi öldürmeyi düşünecek kadar kötü hissettiniz mi?

    Bu sorular depresyonun vejetatif yani biyolojik belirtilerinin yanı sıra intihar potansiyeli hakkında da sorular soruyor. Güçlü vejetatif belirtiler bildirilirse, hastanızın antidepresan ilaç kullanma olasılığı açısından değerlendirilmesini düşünmelisiniz.

    Hastanız intihar düşüncelerini ifade ediyorsa, intihar girişiminde bulunma olasılığını belirlemeye çalışmak için bunları iyice araştırmanız gerekir. Bu düşüncelerin hastanızı ne ölçüde meşgul ettiğini ve eyleme yönlendirebileceğini belirlemede yardımcı olabilecek bazı sorular şunlardır: İntiharı ne sıklıkla düşünüyorsunuz? Ne zamandır bu şekilde düşünüyorsunuz? Bunu gerçekte nasıl gerçekleştirebileceğinizi düşündünüz mü? Eğer hastanızın kendisini nasıl öldürebileceği konusunda oldukça net bir fikri varsa o zaman şunu sormalısınız: Haplara erişiminiz var mı, veya bir silaha? Bu sorulara verdikleri yanıtlar, hastanızın ne kadar tehlike altında olabileceğini belirlemenize yardımcı olacaktır.

    İntihar potansiyelinin bir diğer önemli belirleyicisi de hastanızın geçmişte intihar girişiminde bulunup bulunmadığı ve hangi koşullar altında olduğudur. Eğer varsa, bu onun için daha ciddi bir risk oluşturur.

    Eğer şu anda intihar konusunda endişeleniyorsanız, o kişinin kendisini korumasına yardımcı olma sorumluluğunuz vardır. Terapist “Bir süreliğine hastaneye gelmek ister misiniz?” diye sorabilir. Bu kadar kötü hisseden hastaların çoğu, birisinin nihayet ne kadar acı çektiklerini duyduğunu ve onlara yardım edeceğini duyunca rahatlayarak aynı fikirde olacaktır. O halde, ofisinize en yakın Acil Servisin hangisi olduğunu bilmek ve hastanızı göndermeden önce onları telefonla aramak sizin görevinizdir. Eğer süpervizyondaysanız mutlaka süpervizörünüze danışmalısınız. Durum acil görünüyorsa, siz süpervizörünüzün veya daha deneyimli bir meslektaşınızın yardımını ararken hastanızdan bekleme odasında beklemesini isteyebilirsiniz.

    İlk seansların alışılagelmiş akışına dönersek, terapötik ilişki hastanın daha önce yaşadığı diğer ilişkilerden farklı olacağından, ilk seansı hastanızı psikoterapi süreci hakkında eğitmeye başlamak için bir fırsat olarak kullanmak genellikle yararlı olur. Onlara terapide istedikleri her şeyi söyleyebileceklerini ve onlar için önemsiz görünse bile akıllarına gelen şeyleri duymaktan hoşlandığımı söylemek hoşuma gidiyor. Ayrıca onlara benden neler bekleyebilecekleri konusunda genel bir fikir de veriyorum. Örneğin ofise girdiğimde ayaküstü sohbeti keserek, seansımızda buna zaman harcamayacağımızı belirtmiş oluyorum. Başlangıç ​​seanslarında mümkün olduğunca erken bir zamanda onlara ne sıklıkta buluşacağımızı ve seansların ne kadar süreceği konusunda bilgi vermeye çalışıyorum. Hastamın buraya gelirken neler hissettiğini sorarak, onların terapiye gelme konusundaki duygularını bilmemizin ve anlamamızın önemli olduğunu belirtiyorum. Yakın ilişkilerine ya da eğer bahsediliyorsa bir rüyaya, tüm duygu ve endişelerine ilgi göstererek, birlikte yapacağımız çalışmalarda neye odaklanacağımızı belirtiyorum. Hastanın sorununu anlattıktan sonra “Başka bir şey var mı?” sorusunu sormak, her şeyi duymaya hazır olduğunuzu gösterir. Ayrıca onlara bana getirdikleri sorularını dile getirme fırsatını vermeyi seviyorum.

    İlk seansı bitirme şekliniz son derece önemlidir. Yine, bu çoğu insanın sosyal durumlardaki davranışlarından farklı olacaktır; bu nedenle hastanızın sonun nasıl olacağı konusunda muhtemelen hiçbir fikri olmayacaktır. Bu noktada geleceğe örnek teşkil ettiğinizi unutmamak önemlidir. Hastanızın mevcut sorunları hakkında istediğiniz kadar eksiksiz bilgi edinmeyi bitirmiş olsanız da olmasanız da süre dolduysa: zamanında bitirin. Bu tabii ki hastanızın cümlesini yarıda kesmek anlamına gelmez, ancak saatin farkında olmak ve belirlenen süre sınırına mümkün olduğunca yakın bir zamanda giderek yavaşlamak anlamına gelir. Daha önce de belirttiğimiz gibi fazla mesai yaparak hastanıza iyilik yapmıyorsunuz. Terapi durumunun güvenilir yapısı çoğu hasta için, hatta konuyu uzatmak isteyenler için bile hoş bir rahatlama sağlar. Sonlandırmadaki tutarlılık, manipülasyon girişimlerini, suçluluk duygularını, iltimas veya reddedilme duygularını ve her iki taraf için de zamana izinsiz girme stresini azaltır. Nazik ama kararlı olun; örneğin, “Bugünlük zamanımız doldu. Bir dahaki sefere buna devam edelim.” Veya “Bunun sizin için önemli olduğunu görebiliyorum ama ne yazık ki artık durmamız gerekiyor.” Ayağa kalkmak seansın bittiği mesajını iletmeye yardımcı olur.

    Seansları erken bitirmekte zorluk yaşayan hastalarımdan biri, yakın zamanda gerçekleşen Noel’den yararlanarak bana hediye olarak kocaman bir kum saati aldı. Ne yazık ki bu kum saatinin dolması tam 60 dakika sürüyordu ve bireylerle yaptığım seanslar sadece 50 dakika sürüyor. Belki orada pek de bilinçsiz olmayan bir mesaj vardı. Her halükarda, kumun aşağı inmesini izlemek ikimiz için de büyük bir eğlenceydi ve o: “Aman Tanrım. Zamanımız neredeyse doldu!” dedi.

    Hastanız sakat olmadığı ve oraya tek başına gidemediği sürece seanstan çıkarken sohbet etmenize veya onu asansöre kadar götürmenize gerek yoktur. Tekrar ediyorum, bu sosyal bir durumdan farklıdır. Hastanızın muhtemelen, siz “kibar” davranarak durumu bozmadan, az önce olup bitenler hakkında düşünmek için biraz alana ihtiyacı var. Bölüm 6‘da oturumların sonlandırılması hakkında daha fazla bilgi verilecektir.

    Seans sırasında not almaya gelince, oturumların başında gerçek bilgiler edindiğimde not almayı oldukça faydalı buluyorum; örneğin ilk ve öykü alma oturumları sırasında. Bu sırada not almamak, terapistin ayrıntıları hatırlama çabası nedeniyle dikkatinin dağılmasına ve dinleme becerisinin tehlikeye girmesine neden olabilir. Psikodinamik terapi için, terapi gerçekten başladıktan sonra not almak genellikle önerilmez, çünkü biriyle yüz yüze olduğunuzda not almak hem terapistin hem de hastanın dikkatini dağıtabilir. Genellikle hastama ilk birkaç seansta not tutacağımı bildiririm ve sonraki süreçte bunun sürekli olmayacağını ima ederim.

    Muhtemelen burada terapistin her seanstan sonra ilerleme notları yazması için zaman ayırması gerektiği belirtilmelidir. Bu notlar, seansın bir veya iki paragraflık özetinden oluşur, hastanın çizelgesine veya dosyasına yazılır, sizin tarafınızdan imzalanır ve varsa ve gerekliyse süpervizörününz tarafından da imzalanır.

    Her ne kadar ilk seansta bir hastayı anlıyor gibi görünsek de, hastalar genellikle onları ikinci veya üçüncü kez gördüğümüzde oldukça farklı bir görünüm sergileyebilirler. Bunun nedeni ilk seansta aşırı tedirgin olmaları, hatta seanslar arasında yeni ve önemli bir olayın yaşanması olabilir. Bir, hatta iki seansa dayalı formülasyonlar yapmak asla akıllıca değildir; terapist sonraki toplantılarda birkaç sürprizle karşılaşabilir.

    İkinci veya üçüncü seanslarda öykü almaya geçmeden önce, öncelikle hastanızın sizinle ilk karşılaşmasında nasıl tepki verdiğini keşfetmeye çalışmalısınız. Örneğin şunu sorabilirsiniz: “Geçen seferki toplantımızdan sonra nasıl hissettiniz?” “Konuştuğumuz konu hakkında başka bir fikriniz var mı?” Bunun gibi sorular hastanızı burada konuşulacak şeyler konusunda eğitecektir. Seanslar arasında hastanızın başına gelenler çok değerli bir materyal sağlar ve bunların psikodinamik psikoterapiye uygunluğunun önemli bir göstergesidir. Bazı hastalar asansöre vardıklarında söylenenleri “unuturlar” ve siz sorana kadar bu konuyu bir kez daha düşünmezler. Diğer hastalar bu konuyu arkadaşlarıyla veya partnerleriyle konuşmuş olabilirler; bir veya iki kişi terapiyle ilgili veya terapiyle bağlantılı bir rüya görmüş olabilir. Bazıları kendilerini evde veya işte daha duygusal bulmuş olabilir. Tüm bu bilgiler, hastanızın tedaviye yönelik motivasyonunu ve tedaviye devam etme becerisini anlamaya başlamanıza yardımcı olacaktır.

    Şimdi hastamızın geçmişini öğrenmeye doğru ilerliyoruz.