Başlarken / Giriş (2. Bölüm)

Bu metin Introduction to Psychodynamic Psychotherapy Technique‘in [Psikodinamik Psikoterapi Tekniğine Giriş] 2. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

İster ilk hastanız olsun ister yeni bir hastayla tanışıyor olun, bu ilk karşılaşmayı bekleyen her iki kişi için de her zaman bir miktar kaygı vardır. Yeterince şaşırtıcı bir şekilde, karşıaktarım ateşinizi görüşmeye başlamadan önce bile ölçmeye başlayabileceksiniz: İster hastane ister klinik ya da özel muayenehane olsun, bu özel ortamda bulunmakla ilgili duygularınız nelerdir? Terapi vakası bulmak konusunda ne kadar çaresizdiniz, yoksa zaten size verilen hasta sayısından bunalmış mı hissediyorsunuz? Hastayı yönlendiren kişi hakkındaki duygularınız neler; bu kişi bir meslektaşınız mı, hayal kırıklığına uğratmak istemediğiniz bir süpervizör mü, yoksa “iyi” veya “kötü” yönlendirmeleriyle tanınan biri mi? Hasta hakkında daha önce neler duydunuz ve duyduklarınıza tepkiniz nedir? Buna her türlü demografik veri ve bu verileri size veren kişinin ses tonu da dahildir. Bu vakada size süpervizörlük yapacak kişiyle ilgili duygularınız, korkularınız ve umutlarınız neler? Ortamınızdaki diğer terapistlerle rekabet içinde olduğunuzu hissediyor musunuz (örneğin, “en iyi” veya “en zor” hastayı kimin tedavi ettiği konusunda)? Bu noktada bir psikoterapist olarak kendinize ne kadar güveniyorsunuz?

Gördüğünüz gibi, psikoterapide, bir hastayı görmek için sevk aldığınızda, pek çok etken zaten devreye giriyor. Yukarıdakilerin hepsinin veya en azından bir kısmının hastanızla tanışmadan önce bile sizi etkiliyor olması ilk başta çok zor gelebilir. Ancak aslında bu olasılıkların farkında olmak çok yardımcı olabilir. Yeni hastanızla ilk temasa geçmeden önce bu unsurları bir süpervizyon toplantısında veya bir meslektaşınızla tartışma fırsatınız olabilir ve daha sonra bunların sizi terapi ilerledikçe nasıl etkilediğini veya etkilemeye devam edip etmediğini fark edebilirsiniz.

İlk görüşme (The initial interview)

Bekleme odasında hastanızı selamladığınızda (umarım onun hangisi olduğunu biliyorsunuzdur); beklendiğini ve hoş karşılandığını hissetmesi için kişiye sessizce ismiyle hitap etmek en iyisidir. Daha sonra kendinizi tanıtın, böylece hasta bunun doğru yer ve doğru zaman olduğundan emin olur. Bu noktada genellikle el sıkışırım. Adınızı veya soyadınızı kullanma konusuna gelince, terapi ilerledikçe bunu hastanın tercihine bırakmayı seviyorum. Tercihleri ​​yaşlarına, aşinalık ihtiyacına veya aşinalıktan rahatsızlık duymalarına, tedaviye gelme konusundaki duygularına vb. bağlı olabilir. Bu nedenle, ilk girişte her iki adımı da kullanacağım (örneğin, “Merhaba. Ben Sarah Usher”), böylece onlara seçim yapma şansı vereceğim.

Kişisel olarak ikisinden de memnunum: Bir hasta bana soyadımla seslenirse bu, ilişkiyi açıklığa kavuşturmaya ve sınırlar koymaya hizmet edebilir ve terapi ilerledikçe bu beni rahatlatabilir. Birçok stajyer, hastalarının kendilerine ilk isimleriyle hitap etmelerini tercih eder -kısmen bu bir eşitlik duygusu yarattığı için, kısmen de eğitim veya becerilerinden yeterince emin olmadıkları için Bay veya Bayan olarak kendilerini tanıtmak istemediklerinden. Psikiyatrideki tıp stajyerleri ve asistanları ise daha sık olarak baştan itibaren soyadlarıyla birlikte Dr. unvanını kullanırlar -bu durumda bu, yeni mezun olarak görülmekten korunmaya hizmet edebilir. Psikologlar genellikle doktora derecesini aldıktan sonra Dr. unvanını kullanmaya mutlu bir şekilde geçerler.

Hastanızı karşılarken bazı temel sosyal unsurları gözetmelisiniz. Onları gülümseyerek karşılayın: Onlara, onları gördüğünüze memnun olduğunuzu ve eğer bu ilk görüşmeleri ise ofisi bulmuş olmalarından memnuniyet duyduğunuzu hissettirin. Selam verdikten sonra, onlara “Nasılsınız?” diye sormayın -çünkü bu durumda seans, ofise yürürken başlamış olur. Hastanıza “nasılsınız?” diye sorduğunuzda, bunu gerçekten bilmek istediğiniz için sormalısınız; bu nedenle bu soruyu en iyisi, ikiniz de koltuklarınıza oturduktan ve siz dinlemeye hazır olduğunuzda yöneltmelisiniz. Bununla birlikte, samimi olmaktan da çekinmeyin. Örneğin, hasta havadan bahsederse, elbette karşılık verebilirsiniz. Eğer size “Siz nasılsınız?” diye sorarsa, ben her zaman “İyiyim” derim. Hastalar, terapistlerinin az önce kanal tedavisi yaptırdığını duymak istemezler; bu onlarda yük altında kalma hissi yaratır. Eğer tamamen sessiz kalırsanız ve sosyal açıdan doğal bir yanıt vermezseniz, hasta kendisini görmezden gelinmiş hissedebilir, sizi çok soğuk biri olarak hayal edebilir ya da daha ilk andan itibaren onu sevmediğinizi düşünebilir. Ayaküstü konuşmalar genellikle, bekleme odasından terapi odasına kadar olan kısa yürüyüş süresiyle sınırlı tutulabilir.

Ofisinize vardığınızda, hastanın nerede oturacağını açıkça belirtin. Terapistin ve hastanın, dört sandalyenin bulunduğu bir ofise geldiği eski bir komedi rutini vardır. Terapist hiçbir şey söylemiyor ama hasta sandalyelerden birine doğru her hareket ettiğinde terapist “Aha!” diye bağırıyor. Sonunda, yaptığı hiçbir şeyin anlamsız olmadığını hisseden hasta, ayakta kalmaya karar veriyor.

Psikoterapi açısından en uygunu, iki sandalyenin karşılıklı şekilde ve sohbet etmeye uygun bir mesafede yerleştirilmesidir; bu mesafe, sosyal bir duruma kıyasla biraz daha uzak olmalıdır. Bazı insanlar sandalyelerin hastaya doğrudan dönük olmaması için biraz açılı olmasını tercih ederler. Terapist masa başında oturmamalıdır çünkü bu, kendisi ve hastası arasında önemli bir engel oluşturur.

İlk seansın amacı, konuşması gereken konular hakkında konuşabilmesini sağlamak için hastanızı mümkün olduğu kadar rahat ettirmektir. Göreviniz onları neyin rahatsız ettiğine dair mümkün olduğunca net bir anlayışa ulaşmaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, karşıaktarım duyguları halihazırda gelişmeye başlamış olabilir. Benzer şekilde, hastanızın terapi durumuna ve bir terapist olarak size karşı bilinçdışı (ve bilinçli) tepkilerindeki aktarım duyguları ve dirençleri, hastanın bekleme odasına gelmesinden çok önce gelişmeye başlamış olabilir. Terapide olmakla, size yönlendirilmekle, ofisinizin, hastanenizin veya kliniğinizin konumuyla ilgili duygular, korkular ve umutların hepsi tetiklenmiş olacak.

Burada bir hastanın terapistin muayenehanesinin (ayakta tedavi için geldiği hastane) konumu ve bu algıların tedavi sürecini nasıl etkilediği hakkındaki duygularına bir örnek verilmiştir.

Edward, 39 yaşında bir iş insanıydı ve süpervizörlüğüm altındaki bir öğrencinin yürüttüğü terapiye, ciddi evlilik stresi ve iş arkadaşlarıyla yaşadığı kişilerarası sorunlar nedeniyle başvurmuştu. Oldukça kaygılı, savunmacı, katı, bir ölçüde narsisistik özellikler gösteren biriydi; psikolojik içgörüsü düşüktü ve psikoterapiye olan ihtiyacını açıkça ifade edemiyordu. İlk görüşmede Edward, yalnızca yetişkinlik döneminde çok yakın bir ilişki kurabildiği merhum babasının bu hastanede tedavi görmüş olduğunu belirtti.

Edward babasından bahsederken, terapist onun içinde hâlâ güçlü, çözümlenmemiş sevgi ve bağlılık duyguları barındırdığını duyumsayabiliyordu -bu duygular Edward’ın hiçbir zaman açıkça ifade edemediği ve şu anda bile yalnızca üstü kapalı biçimde değindiği duygulardı. Merhum babasının ağır depresyonu, hastanemizin yatarak tedavi biriminde tedavi edilmişti. Edward, o dönemde babasına verilen bakımın “hayatını kurtardığını” söyledi. Ayrıca, babasının hastanedeki psikiyatristlerden biriyle “arkadaş” olduğunu da dile getirdi.

İlk seansın başlarında, Edward’ın bu hastaneye tedavi için gelmesinin onun açısından büyük bir anlam taşıdığı açıkça ortaya çıktı; çünkü bu kurumu merhum babasıyla özdeşleştiriyordu. Ayrıca, terapistine karşı, tıpkı babasının bir psikiyatristle “arkadaş” olması gibi, kendisinin de benzer bir arkadaşlık geliştireceğine dair dile getirilmemiş bir beklentisi olabileceği seziliyordu. Ne yazık ki, muhtemelen bu dile getirilmemiş arzunun gerçekleşmemesinden kaynaklanan hayal kırıklığı ve muhtemelen kişilik yapısının etkisiyle, tedavisi iki yılı aşkın süre devam etmesine rağmen Edward, erkek terapistiyle sıcak bir bağ kurmayı hiçbir zaman tam anlamıyla başaramadı. Terapistinin onun bir “arkadaşlık” umudunu hayal kırıklığına uğratıyor olabileceğine dair gözlemler, kendisine defalarca sunulmuş olsa da, Edward bu yorumu duymaya pek istekli değildi. Yine de seanslarına erken gelir ve belirtilerinde iyileşme gösterirdi. Bu terapi süreci, Edward’a, çok özlediği babasıyla özdeşimi yeniden canlandırma ve onu temsil eden bu hastaneye başvurarak yardım isteme olanağı sundu. Terapistinin empatik bir biçimde dinleme kapasitesi, onun bu anlamlı kaybı ifade edebilmesine ve işlemesine yardımcı oldu.

İlk görüşmede bazen hasta konuşmaya kendiliğinden başlayabilir, ancak çoğunlukla süreci başlatmak terapiste düşer. Öğrenmek istediğiniz temel şey, bu hastanın tedaviye neden geldiğidir -ve bunu sormanın, hastayı savunmaya itmeden yapabileceğiniz birçok yolu vardır. Belki de hastanızın koridorda ya da ofiste bir şeye tepki verdiğini fark ettiniz, belki aşırı derecede kaygılı ya da gözyaşlarını tutmaya çalışıyor. Bu tür ipuçları, görüşmeye nasıl başlayacağınızı belirlemenize yardımcı olacaktır. Bazı ilk görüşmelerimde, hastaların daha sandalyeye oturur oturmaz ağlamaya başladığı oldu. Kendilerini güvende hissetmeleri ve sonunda biri tarafından dinlenecek olmalarının verdiği rahatlık, uzun süredir bastırılmış duyguların bir anda taşmasına neden oluyordu. Hastalarımdan biri, ilk seansına gelirken küçük bir trafik kazası geçirmişti -bu yüzden geç kalmıştı. Evinin garajından geri çıkarken son derece kaygılıydı ve başka bir araca çarpmıştı. Bir başka hasta ise, önceki seansım henüz bitmeden kapımı çaldı ve şöyle dedi: “İçeri girmem gerekiyor.”

Yukarıdaki iki hasta için çok fazla açılış cümlesine ihtiyaç yoktu. Ancak çoğu hasta için, “Biriyle konuşmak istemenize ne sebep oldu?”, “Son zamanlarda sizin için neler oluyor, anlatmak ister misiniz?” gibi ifadeler, dinlemeye hazır olduğunuzu [onu dinlemek istediğinizi] ve hastaya, kendini ifade edebileceği bir alan sunduğunuzu göstermek açısından uygun başlangıç cümleleridir. Buna karşılık, “Buraya neden geldiniz?” gibi bir soru hastayı rahatsız edebilir. Hasta şöyle düşünebilir: “Belki bu terapist burada olmamam gerektiğini düşünüyor,” ya da “Beni rahatsız eden şeyi doğru bir şekilde ifade edemeyeceğim.” Bu tür bir başlangıç, hastayı savunmaya itebilir ya da kaygısını artırabilir. Bu nedenle, ilk görüşmelerde hem içerik hem ton açısından davetkâr, yargılayıcı olmayan bir dil tercih edilmelidir.

Eğer üzerinize düşeni iyi yaptıysanız, bundan sonra duyacağınız şey genellikle başlıca şikayet/hasta şikayeti [chief complaint] ya da başvuru nedenidir/görünürdeki sorundur [presenting problem]. Bu terimler tıp pratiğinden alınmıştır ve hem hastanın anlattıklarını hem de sizin zihinsel sürecinizi organize etmek açısından son derece yararlıdır. Örneğin, 1. Bölüm’de sözü edilen 42 yaşındaki Betty’nin -beş dakika geç kaldığımda yoğun bir öfke yaşayan kadın- başlıca yakınması, patronuna yönelik hastalıklı bir korkuydu; bu korku onun verimli çalışmasını imkânsız hale getiriyordu. (Elbette terapi ilerledikçe, otoriter patronuyla, öfke patlamaları yaşayan babası arasında bir bağlantı olduğunu görebildik.)

İlk oturumun büyük bir kısmı ve uygunsa ikinci oturumun bir kısmı başlıca şikayetin araştırılmasına ayrılmalıdır. Hastanın bu sorundan ne kadar süredir muzdarip olduğunu, sorunun ilk başladığı zamanı ve hangi koşullar altında başladığını bilmek önemlidir (eğer bu noktalar konuyla alakalı görünüyorsa). Kişinin neden bu zamanda yardıma geldiği de önemlidir. Önceki örnekte Betty o kadar çok kaygı hissediyordu ki aslında birkaç haftadır işe gidemiyordu. Arkadaşları onu terapiye gitmeye teşvik etmişti. Bir noktada hastanızın daha önce terapiye girip girmediğini, eğer öyleyse, ne kadar süredir terapiye gittiğini, terapinin faydalı olup olmadığını ve nasıl bittiğini bilmek de önemlidir.

Yeni hastayla yapılan ilk seanslarda, iki yönlü bir denge gözetilmelidir: Bir yandan, hastanın yaşadığı sıkıntının doğasını ve ayrıntılarını ifade etme ihtiyacına -ki bu, elbette her şeyden önce gelir- dikkat etmek gerekir; diğer yandan ise, durumu bütünüyle anlayabilmek ve uygun bir tedavi kararı verebilmek için gerekli olan bilgileri edinme ihtiyacınız da göz ardı edilemez.

Pek çok şey empatik dinleme becerinize, yani ortaya çıkan sorunları ve bunların geçmişini hastanın bakış açısından duyma becerinize bağlıdır. Terapiye yeni başlayan terapistler genellikle hastayı dinlemenin ne kadar zor olduğuna şaşırırlar. Sonuçta dinlemek bize okulda, hatta belki lisansüstü eğitimde bile öğretilen bir beceri değil. İşitme sorunu olmadığı sürece otomatik olarak nasıl dinleyeceğimizi bildiğimizi farz ediyoruz. Her durumda, başka birinin söylediklerini duymayı engelleyen birçok etken vardır. Bu etkenler terapi durumunda büyütülebilir. Terapistler bir hastanın sunumu karşısında kendilerini topa tutulmuş hissedebilirler: nasıl göründükleri, gündeme getirilen konuların sayısı, hastanın duygularının yoğunluğu, hastanın size nasıl tepki verdiği (güvenip güvenmediği) ve tabii süpervizörün ilk toplantı hakkında ne söyleyeceğini merak eden bir terapistin süpervizyonda (Bölüm 8’de tartışılmıştır) olup olmadığı.

Tüm tepkileriniz (yani karşıaktarım) nasıl dinlediğinizi etkileyecektir. Örneğin hastanız için üzülmek, ilk seanslarda onu dinleme becerinizi engelleyecektir. Ayrıca, hastanızın dinamikleri hakkında entelektüel düşünme veya teori geliştirmeyi sevseniz de bu alıştırmayı vaktinden önce yapmak kesinlikle hastanızın söyleyeceği her şeyi duymanıza engel olacaktır.

Müziğe biraz aşina olan terapistler hastayı dinlemeyi, olmayanlara göre daha kolay bulabilirler çünkü onlara seslerin ritmini ve akışını dinlemeleri öğretilmiştir. Bir terapist hem sözleri hem de müziği dinlemelidir; yani hastanın söylediklerinin içeriğini duyun ve altta yatan duyguyu (veya duygulanımı) ve ayrıca hastanın söylemediklerini duyun. Terapide dinlemek hiçbir şekilde pasif bir çaba değildir. İyi bir dinlemenin ne kadar enerji gerektirdiğine ve “sadece dinlerken” bir seansta ne kadar sıkı çalıştığınıza şaşıracaksınız. Hastanız size söylediklerine müdahil mi görünüyor, yoksa ondan kopuk mu görünüyor? Hastanız hayatındaki belirli insanları veya olayları anlatırken duygulanımda değişiklikler oluyor mu? Ve eğer gözlemlenebilir bir duygulanım yoksa neden yok? Uygun görüldüğü takdirde hastanız da bu gözlemlere dahil edilebilir.

İlk seanslarda elde edilebilecek diğer önemli bilgiler şunları içerir: Hastanızın yapıya ihtiyacı var mı, yoksa buna karşı mı çıkıyor? Sizinle çok çabuk bağımlı bir ilişki mi kuruyor gibi görünüyorlar (örneğin, onların tüm sorunlarını çözeceğinizi veya mümkün olduğunca sık gelmeleri gerektiğini ima ederek)? Çoğu hasta terapistinin kendisini sevmesini ve kabul etmesini ister. Hastanızda da durum aynı mı ve bu nasıl sergileniyor? Konuştuğunuzda hastanız nasıl tepki veriyor: Sizi görmezden mi geliyor? Yoksa her değerli kelimeyi sünger gibi çekiyor mu?

İlk seanslarda hastanızın şu ana kadar size verdiği bilgilere dayanarak olası bir gözlemi veya ön yorumu denemek, onun psikolojik farkındalığını anlamaya başlamak genellikle ilginçtir. Örneğin, arkadaşımız Alice (“kedi”, bkz. s. 6) örneğinde, ilk görüşmede ona ailesindeki deneyiminin şu anda arkadaşları ve meslektaşlarıyla yaşadığı sorunlarla herhangi bir şekilde ilgili olup olmadığını sormuştum. Eğer “Hayır” demiş olsaydı, bu ya psikolojik düşünme eksikliğine ya da sorduğunuz herhangi bir şeye karşı bir dirence işaret edebilirdi. Eğer çok hızlı bir şekilde “Evet” demiş olsaydı, herhangi bir katkı için çok istekli olup olmadığını ya da söylediğim her şeye katılmaya çok hazır olup olmadığını merak edebilirdim. Peki zavallı hasta bunun doğru olduğunu söyleyebilir mi diye sorabilirsiniz. Eğer hastanız söylediklerinizi düşünür, olasılıkları değerlendirir ve ancak o zaman aynı fikirde olursa ya da aynı [aynı süreçten sonra] fikirde olmazsa, bu olumlu bir işarettir. Eğer Alice sorduğumu daha ileri götürmüş olsaydı, örneğin “Sanırım öyle. Özellikle kız kardeşim benden nefret ediyordu, ben de ondan nefret ediyordum” demek psikolojik olarak düşünmeye ve bağlantılar kurmaya hazır olunduğunu gösteriyor olabilir.

Yeni hastanız depresyon belirtileri gösteriyorsa (yorgunluk, enerji eksikliği, hayatı umursamama), depresyonun boyutunu belirlemek için aşağıdaki sorular sorulabilir:

  1. Uyku sorunları mı yaşıyorsunuz? Eğer öyleyse uykuya dalmakta zorluk mu çekiyorsunuz? Gece boyunca uyanıyor musunuz? Sabah çok erken mi uyanıyorsunuz? Uyandığınızda, hangi düşüncelerin olduğunu biliyor musunuz? Yoksa normalden daha fazla mı uyuyorsunuz?
  2. İştahınız nasıl? Size normal geliyor mu? Yakın zamanda kilo aldınız mı veya kaybettiniz mi? Eğer öyleyse, ne kadar?
  3. Her zamankinden daha fazla ağladığınızı mı düşünüyorsunuz? Bu özel bir şeyle bağlantılı mı görünüyor, yoksa öylece mi oldu?
  4. Günün herhangi bir saatinde kendinizi daha kötü hissediyor musunuz? Örneğin sabahın erken saatleri mi? Öğleden sonra mı?
  5. Kendinizi, kendinizle veya dünyanın durumuyla ilgili kasvetli düşünceler içinde kaybolmuş halde mi buluyorsunuz?
  6. Her şeye son vermeyi, kendinizi öldürmeyi düşünecek kadar kötü hissettiniz mi?

Bu sorular depresyonun vejetatif yani biyolojik belirtilerinin yanı sıra intihar potansiyeli hakkında da sorular soruyor. Güçlü vejetatif belirtiler bildirilirse, hastanızın antidepresan ilaç kullanma olasılığı açısından değerlendirilmesini düşünmelisiniz.

Hastanız intihar düşüncelerini ifade ediyorsa, intihar girişiminde bulunma olasılığını belirlemeye çalışmak için bunları iyice araştırmanız gerekir. Bu düşüncelerin hastanızı ne ölçüde meşgul ettiğini ve eyleme yönlendirebileceğini belirlemede yardımcı olabilecek bazı sorular şunlardır: İntiharı ne sıklıkla düşünüyorsunuz? Ne zamandır bu şekilde düşünüyorsunuz? Bunu gerçekte nasıl gerçekleştirebileceğinizi düşündünüz mü? Eğer hastanızın kendisini nasıl öldürebileceği konusunda oldukça net bir fikri varsa o zaman şunu sormalısınız: Haplara erişiminiz var mı, veya bir silaha? Bu sorulara verdikleri yanıtlar, hastanızın ne kadar tehlike altında olabileceğini belirlemenize yardımcı olacaktır.

İntihar potansiyelinin bir diğer önemli belirleyicisi de hastanızın geçmişte intihar girişiminde bulunup bulunmadığı ve hangi koşullar altında olduğudur. Eğer varsa, bu onun için daha ciddi bir risk oluşturur.

Eğer şu anda intihar konusunda endişeleniyorsanız, o kişinin kendisini korumasına yardımcı olma sorumluluğunuz vardır. Terapist “Bir süreliğine hastaneye gelmek ister misiniz?” diye sorabilir. Bu kadar kötü hisseden hastaların çoğu, birisinin nihayet ne kadar acı çektiklerini duyduğunu ve onlara yardım edeceğini duyunca rahatlayarak aynı fikirde olacaktır. O halde, ofisinize en yakın Acil Servisin hangisi olduğunu bilmek ve hastanızı göndermeden önce onları telefonla aramak sizin görevinizdir. Eğer süpervizyondaysanız mutlaka süpervizörünüze danışmalısınız. Durum acil görünüyorsa, siz süpervizörünüzün veya daha deneyimli bir meslektaşınızın yardımını ararken hastanızdan bekleme odasında beklemesini isteyebilirsiniz.

İlk seansların alışılagelmiş akışına dönersek, terapötik ilişki hastanın daha önce yaşadığı diğer ilişkilerden farklı olacağından, ilk seansı hastanızı psikoterapi süreci hakkında eğitmeye başlamak için bir fırsat olarak kullanmak genellikle yararlı olur. Onlara terapide istedikleri her şeyi söyleyebileceklerini ve onlar için önemsiz görünse bile akıllarına gelen şeyleri duymaktan hoşlandığımı söylemek hoşuma gidiyor. Ayrıca onlara benden neler bekleyebilecekleri konusunda genel bir fikir de veriyorum. Örneğin ofise girdiğimde ayaküstü sohbeti keserek, seansımızda buna zaman harcamayacağımızı belirtmiş oluyorum. Başlangıç ​​seanslarında mümkün olduğunca erken bir zamanda onlara ne sıklıkta buluşacağımızı ve seansların ne kadar süreceği konusunda bilgi vermeye çalışıyorum. Hastamın buraya gelirken neler hissettiğini sorarak, onların terapiye gelme konusundaki duygularını bilmemizin ve anlamamızın önemli olduğunu belirtiyorum. Yakın ilişkilerine ya da eğer bahsediliyorsa bir rüyaya, tüm duygu ve endişelerine ilgi göstererek, birlikte yapacağımız çalışmalarda neye odaklanacağımızı belirtiyorum. Hastanın sorununu anlattıktan sonra “Başka bir şey var mı?” sorusunu sormak, her şeyi duymaya hazır olduğunuzu gösterir. Ayrıca onlara bana getirdikleri sorularını dile getirme fırsatını vermeyi seviyorum.

İlk seansı bitirme şekliniz son derece önemlidir. Yine, bu çoğu insanın sosyal durumlardaki davranışlarından farklı olacaktır; bu nedenle hastanızın sonun nasıl olacağı konusunda muhtemelen hiçbir fikri olmayacaktır. Bu noktada geleceğe örnek teşkil ettiğinizi unutmamak önemlidir. Hastanızın mevcut sorunları hakkında istediğiniz kadar eksiksiz bilgi edinmeyi bitirmiş olsanız da olmasanız da süre dolduysa: zamanında bitirin. Bu tabii ki hastanızın cümlesini yarıda kesmek anlamına gelmez, ancak saatin farkında olmak ve belirlenen süre sınırına mümkün olduğunca yakın bir zamanda giderek yavaşlamak anlamına gelir. Daha önce de belirttiğimiz gibi fazla mesai yaparak hastanıza iyilik yapmıyorsunuz. Terapi durumunun güvenilir yapısı çoğu hasta için, hatta konuyu uzatmak isteyenler için bile hoş bir rahatlama sağlar. Sonlandırmadaki tutarlılık, manipülasyon girişimlerini, suçluluk duygularını, iltimas veya reddedilme duygularını ve her iki taraf için de zamana izinsiz girme stresini azaltır. Nazik ama kararlı olun; örneğin, “Bugünlük zamanımız doldu. Bir dahaki sefere buna devam edelim.” Veya “Bunun sizin için önemli olduğunu görebiliyorum ama ne yazık ki artık durmamız gerekiyor.” Ayağa kalkmak seansın bittiği mesajını iletmeye yardımcı olur.

Seansları erken bitirmekte zorluk yaşayan hastalarımdan biri, yakın zamanda gerçekleşen Noel’den yararlanarak bana hediye olarak kocaman bir kum saati aldı. Ne yazık ki bu kum saatinin dolması tam 60 dakika sürüyordu ve bireylerle yaptığım seanslar sadece 50 dakika sürüyor. Belki orada pek de bilinçsiz olmayan bir mesaj vardı. Her halükarda, kumun aşağı inmesini izlemek ikimiz için de büyük bir eğlenceydi ve o: “Aman Tanrım. Zamanımız neredeyse doldu!” dedi.

Hastanız sakat olmadığı ve oraya tek başına gidemediği sürece seanstan çıkarken sohbet etmenize veya onu asansöre kadar götürmenize gerek yoktur. Tekrar ediyorum, bu sosyal bir durumdan farklıdır. Hastanızın muhtemelen, siz “kibar” davranarak durumu bozmadan, az önce olup bitenler hakkında düşünmek için biraz alana ihtiyacı var. Bölüm 6‘da oturumların sonlandırılması hakkında daha fazla bilgi verilecektir.

Seans sırasında not almaya gelince, oturumların başında gerçek bilgiler edindiğimde not almayı oldukça faydalı buluyorum; örneğin ilk ve öykü alma oturumları sırasında. Bu sırada not almamak, terapistin ayrıntıları hatırlama çabası nedeniyle dikkatinin dağılmasına ve dinleme becerisinin tehlikeye girmesine neden olabilir. Psikodinamik terapi için, terapi gerçekten başladıktan sonra not almak genellikle önerilmez, çünkü biriyle yüz yüze olduğunuzda not almak hem terapistin hem de hastanın dikkatini dağıtabilir. Genellikle hastama ilk birkaç seansta not tutacağımı bildiririm ve sonraki süreçte bunun sürekli olmayacağını ima ederim.

Muhtemelen burada terapistin her seanstan sonra ilerleme notları yazması için zaman ayırması gerektiği belirtilmelidir. Bu notlar, seansın bir veya iki paragraflık özetinden oluşur, hastanın çizelgesine veya dosyasına yazılır, sizin tarafınızdan imzalanır ve varsa ve gerekliyse süpervizörününz tarafından da imzalanır.

Her ne kadar ilk seansta bir hastayı anlıyor gibi görünsek de, hastalar genellikle onları ikinci veya üçüncü kez gördüğümüzde oldukça farklı bir görünüm sergileyebilirler. Bunun nedeni ilk seansta aşırı tedirgin olmaları, hatta seanslar arasında yeni ve önemli bir olayın yaşanması olabilir. Bir, hatta iki seansa dayalı formülasyonlar yapmak asla akıllıca değildir; terapist sonraki toplantılarda birkaç sürprizle karşılaşabilir.

İkinci veya üçüncü seanslarda öykü almaya geçmeden önce, öncelikle hastanızın sizinle ilk karşılaşmasında nasıl tepki verdiğini keşfetmeye çalışmalısınız. Örneğin şunu sorabilirsiniz: “Geçen seferki toplantımızdan sonra nasıl hissettiniz?” “Konuştuğumuz konu hakkında başka bir fikriniz var mı?” Bunun gibi sorular hastanızı burada konuşulacak şeyler konusunda eğitecektir. Seanslar arasında hastanızın başına gelenler çok değerli bir materyal sağlar ve bunların psikodinamik psikoterapiye uygunluğunun önemli bir göstergesidir. Bazı hastalar asansöre vardıklarında söylenenleri “unuturlar” ve siz sorana kadar bu konuyu bir kez daha düşünmezler. Diğer hastalar bu konuyu arkadaşlarıyla veya partnerleriyle konuşmuş olabilirler; bir veya iki kişi terapiyle ilgili veya terapiyle bağlantılı bir rüya görmüş olabilir. Bazıları kendilerini evde veya işte daha duygusal bulmuş olabilir. Tüm bu bilgiler, hastanızın tedaviye yönelik motivasyonunu ve tedaviye devam etme becerisini anlamaya başlamanıza yardımcı olacaktır.

Şimdi hastamızın geçmişini öğrenmeye doğru ilerliyoruz.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir