Kategori: Genel

  • Psikodinamik Psikoterapinin Ana Hatları (4. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 4. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Bu bölümde, psikodinamik psikoterapiye dair kısa bir özet sunmayı amaçlıyoruz: nedir, nasıl değişime yol açabilir, terapi ne kadar sürebilir ve terapiyi ilaçla nasıl birleştirebiliriz? Tarihçe, teori ve araştırma üzerine önceki bölümlerden temel temaları ele alıyoruz ve psikodinamik yaklaşımın özünü aktarmaya çalışıyoruz. Bu bölümün, kitabın sonraki bölümlerinde yer alan konulara dair yönlendirici olmasını umuyoruz.

    Psikodinamik Psikoterapi Nedir?

    Psikodinamik psikoterapi, psikanalizden türetilen bir terapi türüdür. Zihnin nasıl çalıştığına dair bir çalışmadır; insan işleyişinin bilinçdışı yönlerini, insan ilişkilerinin merkezi önemini ve zihnin bölümleri arasındaki “girift etkileşimleri” vurgular.[1] “Dinamik [dynamic]” terimi kullanılır çünkü bu süreçler ve ilişkiler sabit değil, akışkan ve değişkendir.

    Psikodinamik psikoterapi ve psikanalitik psikoterapinin her ikisi de psikanalizden türetilmiştir ve aralarında net bir ayrım olmadığı için kitap boyunca bu terimleri birbirinin yerine kullanacağız. Literatüre göre, psikanaliz ile psikodinamik psikoterapi arasındaki temel fark seans sıklığıdır. Psikanalizde seanslar haftada 4-5 kez, psikodinamik psikoterapi seansları ise haftada 1-3 kez yapılır. Ayrıca, psikanalistler genellikle hastanın “serbest çağrışım”ını [free association] kolaylaştırmak için divan kullanımını savunur (bkz. Bölüm 1), psikodinamik psikoterapi ise yüz yüze yürütülme eğilimindedir. Bu faktörlerin dışında, psikodinamik psikoterapi ile psikanaliz arasındaki fark konusunda çok az fikir birliği vardır.

    Psikodinamik psikoterapi ve psikanaliz yıllar içinde geliştikçe düşüncede bir değişim oldu. Çağdaş bir klinisyen ve araştırmacı olan Messer, bu değişimi, zihinsel yaşamın birincil itici güçlerinin saldırgan ve cinsel dürtüler olduğu görüşünün azalması; ego işlevlerinin (yani, psikolojik savunmaların kullanımı da dahil olmak üzere kişinin mevcut ortamına uyum sağlama ihtiyacı) önemini vurgulayan ego psikolojisinin ortaya çıkışı ve nesne ilişkileri teorisine zemin hazırlayan insanın ilişki kurma ihtiyacının önceliği olarak özetlemektedir.[2]

    Psikodinamik terapinin hedeflerini 6. Bölümde uzun uzun tartışıyoruz, ancak Messer’in kısa bir özeti bu noktada faydalı olacaktır: ‘Amaç, çatışmaları çözümlemek, kişilerarası sorunların üstesinden gelmek veya kendiliğin bazı yönlerini onarmak; böylece hastanın daha iyi hissetmesini ve işlev görmesini sağlamaktır.’ Psikodinamik bakış açısına göre, hastanın ‘daha iyi hissetmesi’ bir seanstan sonra mutlu ayrılmak kadar basit değildir (elbette, bazen bu da olabilir). Bu bölümde ve kitap boyunca tartıştığımız gibi, kapsayıcı bir terapötik ilişki içinde psikodinamik süreç, bir hastanın zorluklarına yol açan içsel ve kişilerarası yaşamının yönlerini tanımasını ve anlamasını destekler. Psikoterapide hasta olmuş olanlarımızın da onaylayabileceği gibi, kişinin kendi yönlerinin daha fazla farkına varma süreci, en azından bir süreliğine, savuşturulmuş duygularla daha fazla temas halinde olduğumuz ve ilişkilerde nasıl hareket ettiğimiz hakkında daha fazla şey öğrendiğimiz için biraz rahatsız edici olabilir. Hasta kendini daha iyi hissedebilir, ancak belki de bu, bir dizi hissi [feeling] ve güdüyü [motive] deneyimlemeye daha fazla alışmasıyla gerçekleşebilir.

    Psikodinamik terapi uygulaması açısından, terapistler olarak özellikle ‘aktarım ve karşı-aktarımın sahnelenmesine; terapinin ilerlemesini sağlayan ve sonucunu etkileyen temel bir özellik olarak terapötik ilişkinin veya ittifakın merkeziliğine; direnç ve savunmanın netleştirilmesine [clarification] ve yorumlanmasına [interpretation] ve duyguların, fantezilerin ve davranışların incelenmesi yoluyla içgörüye ulaşılmasına’ dikkat ediyoruz.[2] Terapist, destekleyici [supportive], açımlayıcı [exploratory] ve yorumlayıcı [interpretative] boyutlar dahil olmak üzere psikodinamik teknik spektrumundan yararlanır (bkz. Bölüm 7).

    On yıllar boyunca, psikanalizden çok sayıda farklı psikodinamik psikoterapi ‘ekolü [schools]’ ortaya çıkmıştır. Bu farklı eğilimleri bu bölümün aşağıdaki kısmında ele alıyoruz. Ancak ilk olarak, farklılıklarına rağmen bu ekollerin ortak noktalarını ele alıyoruz. Psikodinamik psikoterapinin temel prensiplerini anlamak için bu kayda değer ortak noktaları tanımak önemlidir. Bölüm 3‘teki Kutu 3.1’de tanıttığımız gibi, Blagys ve Hilsenroth psikodinamik psikoterapide özellikle vurgulanan ve psikodinamiği daha bilişsel davranışçı bir yaklaşımdan ayıran yedi temel terapötik süreci tanımladılar.[3] Şimdi, psikodinamik bir yaklaşımın özünü aktarmaya çalışmak için bu süreçlerin her birini kısaca açıklayacağız.

    Duygulanıma ve duygunun ifadesine odaklanmak

    Terapinin bu boyutunun kökenleri erken dönem Freudyen psikanalitik yaklaşımlardadır. Breuer ve Freud, psikoterapinin ‘boğulmuş duygulanımın [strangulated affect] konuşma yoluyla bir çıkış yolu bulmasını’ sağladığını öne sürerler.[4] Terapist, ‘analitik bir tutuma’ sahiptir ve hastanın ‘serbest çağrışım’ yapması için terapötik bir alan sağlamak amacıyla hastayı yakından dinler. Bu, hastanın acı verici, sıkıntılı veya kabul edilemez görünen deneyimleri baskılamak [suppres]) veya bastırmak [repress] yerine ifade etmesini sağlar (bkz. Bölüm 7). Terapist daha sonra hastanın bu ortaya çıkan deneyimleri keşfetmesini destekler, bu da bu deneyimlere yeni çağrışımlar oluşturma ve yeni ilişkisel öğrenmenin gerçekleşmesi potansiyelini getirir. Örneğin, depresyonla ilgili 11. Bölüm’de, bir kişinin öfkesini nasıl baskılayabileceğine ve bunun, sonunda o kişinin ilişkilerini zedeleyecek şekilde öfke patlamasına nasıl yol açabileceğine dair bir örnek veriyoruz. Terapi sırasında, öfkeleri aşırı derecede birikmeden önce neye kızdıklarını ifade etmenin mutlaka saldırılara ya da eleştirilere yol açmadığını, aksine anlam taşıyan ‘sağlıklı’ bir sinyal olabileceğini fark edebilirler. Bu, hastanın kendisi ve ötekiler ile  etkileşim kurmanın yeni yollarını öğrenmesine yol açabilir. Gabbard ve Westen’in açıkladığı gibi, ‘Evrimsel bir bakış açısından duygulanımın işlevi, düşünceyi ve davranışı uyum sağlamayı kolaylaştıracak şekilde yönlendirmektir ve belirli duygulanımlardan ya da genel olarak duygulardan kronik olarak kaçınma eğilimi … bireyi hayatı, özellikle de sosyal hayatı yönlendirmede gerekli olan temel bir pusuladan yoksun bırakır.’[5]

    Bunaltıcı düşünceler ve hislerden kaçınma girişimlerinin keşfi (savunma ve direncin keşfini temsil eder)

    Bunaltıcı düşünceleri ve hisleri söze dökmek kolay değildir. Psikodinamik teori ve uygulama özellikle psikolojik savunmalarla ve bunların terapi sırasında ortaya çıkmasıyla (‘direnç’) ilgilenir. Savunmaları üstesinden gelinmesi gereken bir ‘karşıt aktivite’ olarak görmek yerine, psikodinamik terapist bunları hastayla birlikte araştırır ve ne olduğunu anlamaya çalışır.[6] Bir hastanın serbest çağrışımı durduğunda (veya hiç başlamadığında) ve bir savunmayla karşılaşıldığında, terapistin odağı, duygunun ifadesini kolaylaştırmaktan hastanın kaçınması gereken belirli bir duygu veya durumla ilgili ne olduğunu keşfetmeye kayar. Bir hastanın terapiye nasıl ve neden ‘direndiğinin’ analizi, hastanın kendisi, geçmişi ve kişilerarası işleyişi hakkında çok şey öğrenmesine yardımcı olabilir.

    Tekrar eden temaların ve örüntülerin belirlenmesi (bunlar öne çıkan nesne ilişkilerini tanımlamaya yardımcı olacaktır)

    Psikodinamik terapistler, hastanın seansa ‘getirdiği’ şeylerdeki (yani, düşünce, duygu ve ilişki örüntülerinin anlatıları) tekrarlayan temaları gözlemler ve anlamaya çalışırlar; böylece hastanın altta yatan ilişkisel dünyasını, yani nesne ilişkilerini kademeli olarak tanımlarlar. Nesne ilişkileri, ‘zamanla inşa edilen ve doğuştan gelen kırılganlık ve erken çocukluk deneyiminden kaynaklanan eğilimleri yansıtan’ bilinçdışı zihinsel kendilik ve öteki temsillerini ifade eder[7] (bkz. Bölüm 2). İçsel nesne ilişkilerinin nörobilimsel altyapısı, bu kısmın ilerleyen bölümlerinde, ‘Prosedürel Bellekle Çalışmak’ bölümünde ele alınmaktadır. Terapinin orta aşamasının (bkz. Bölüm 8) önemli bir odak noktası, hastanın kendisiyle ve ötekilerle nasıl ilişki kurduğuna dair içgörü geliştirmesini desteklemek ve ilişkilerde yeni varoluş yollarını keşfetme fırsatları sunmaktır.

    Geçmiş deneyimin tartışılması

    Geçmiş, kendi başına değil, hastanın günümüzdeki sıkıntılarına odaklanılarak ele alınır. Geçmişin tartışılması, hastanın örneğin şunları yapmasına yardımcı olabilir: ilgili durumlarda, yaşamın erken dönemlerinden kalma ‘takılıp kalmış’ sorunlarla başa çıkmak (Bölüm 2‘deki ‘Hayattaki Önemli Geçişler’ bölümüne bakınız); günümüzdeki varoluş biçimlerini anlamak ve onlara karşı şefkatli olmak veya hastayı etkilemeye devam eden geçmiş kayıplarla yüzleşmek. Uygulamada, terapist geçmiş ve şimdiki zaman arasında odak geçişini kolaylaştırabilir veya aralarındaki bağlantıları fark edebilir (Bölüm 7’deki Malan üçgenleri tartışmasına bakınız).

    Kişilerarası ilişkilere odaklanmak

    Psikodinamik bir bakış açısından, bir hastanın zorlukları esas olarak başkalarıyla (ve kendiyle) kurduğu ilişkilerin doğası ve kalitesinden kaynaklanır, bu nedenle psikodinamik terapide ilişkisel süreçlere ayrıntılı bir ilgi vardır.

    Terapi ilişkisine odaklanmak (aktarım ve karşı-aktarım)

    Shedler’in ifadesiyle, ‘psikodinamik terapinin özü, özellikle terapi ilişkisinde ortaya çıktıkları ve potansiyel olarak etkilendikleri haliyle, tam olarak bilinmeyen kendilik yönlerini keşfetmektir’.[8] Terapi ilişkisi psikodinamik yaklaşımın merkezinde yer alır. Terapi ilişkisinin kullanıldığı tek bir yol değil, birçok yol vardır. Bu, bu kitap boyunca, özellikle ‘Aktarımla Çalışmak2 (Bölüm 7’de) ve ‘Değişim İçin Bir Araç Olarak Terapötik İlişki’ (Bölüm 8’de) bölümlerinde incelenen geniş bir konudur. Kısaca, bu odaklanma; terapötik ittifaka dikkat etmekten, terapistin hastanın kendisiyle nasıl ilişki kurduğunu gözlemleyerek gelişmekte olan bir formülasyonu şekillendirmesine, aktarım müdahalelerinden, hastanın yansıttıklarını fark edebilmek için karşı-aktarımdan yararlanmaya kadar uzanır. Terapi ilişkisi, hastanın kendisiyle ve ötekilerle etkileşim kurmanın yeni yollarını (veya ‘prosedürlerini’, bu bölümün ilerleyen kısımlarında yer alan ‘Sinirbilimden Görüşler: Prosedürel Hafızayla Çalışmak’ başlığına bakınız) keşfedebileceği bir ortam sağlayabilir.

    Arzuların ve fantezilerin keşfi

    Psikodinamik terapist, hastanın arzuları, fantezileri ve rüyaları dahil olmak üzere getirdiği her şeye karşı merak ve ilgi gösterir. Bir kişinin rüya ve fantezi yaşamının keşfi, kendilerini anlamaya ek bir boyut katabilir. Freud, meşhur bir şekilde ‘rüyaların yorumlanmasının, zihnin bilinçdışı faaliyetleri hakkında bir bilgiye giden kral yolu’ olduğunu varsayar.[9] 7. Bölümde fantezi ve rüyalar gibi bilinçdışı iletişimlerle çalışmaya yönelik bir yaklaşımı ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

    Özetle, makul bir sonuç olarak psikodinamik psikoterapinin tüm biçimlerinin bu temel süreçlerden az ya da çok yararlandığı söylenebilir.

    Psikodinamik Psikoterapi Üzerine Çeşitli Eğilimler

    Yıllar boyunca, psikodinamik psikoterapinin çeşitli ‘ekolleri’ teori ve tedavi yaklaşımı konusunda farklı eğilimlerle evrimleşmiştir. 1. Bölüm, Melanie Klein ve Balint, Bowlby ve Winnicott’un ‘orta grubu’ da dahil olmak üzere İngiltere merkezli bir dizi klinisyenin yaklaşımındaki evrimleri özetlemiştir. Bunları burada tekrar ele almayacağız, ancak şimdi Amerika Birleşik Devletleri’ndeki etkili bir gelişmeden bahsedeceğiz. 1960’larda Kohut, günümüzde narsisistik zorluklar yaşadığını düşündüğümüz hastaları tedavi etmek için ‘kendilik psikolojisi’ni [self-psychology] geliştirdi. Freud ile birçok önemli noktada aynı fikirde değildi. Kohut, narsisizmin her zaman sorunlu bir özellik olmadığını düşünüyordu ve kendilik ve ötekiler ile iyi ilişkiler geliştirmek için bir miktar narsisizmin gerekli olduğunu düşünüyordu. Kendilik psikolojisinde ‘kendilik [self]’ merkezi bir kavramdır ve bir çocuğun sağlıklı bir kendilik algısı geliştirebilmesi için ‘yeterince iyi bir ortam’ın [good-enough environment] gerekli olduğu düşünülür. Eğer bu gerçekleşmezse, kendilik psikologları bir kişinin kendini iyi hissetmesinin tek yolu olarak dışsal kişilere muhtaç hale geldiğini öne sürerler. Bu dışsal diğer kişiler ‘kendiliknesneleri [selfobjects]’ olarak adlandırılır. Kendilik psikolojisinde, terapistin empatisi önemli görülür çünkü terapistin hasta tarafından içselleştirilecek farklı bir nesne türü sağlaması gerekir. Psikodinamik psikoterapideki eğilim yelpazesini kavramsallaştırmanın yaygın bir yolu, spektrumun bir ucunda ‘çağdaş Freudyen [contemporary Freudian]’ bir yaklaşım ile diğer ucunda ‘ilişkisel psikodinamik [relational psychodynamic]’ bir yaklaşım arasındadır. Çağdaş Freudyen bir yaklaşım Freud’un temel kavramlarının önemini vurgular, ancak teorilerine bazı çağdaş değişiklikler ve genişletmeler eklenmiştir.[10] 1940’larda Amerika Birleşik Devletleri’nde Hartmann tarafından geliştirilen ego psikolojisi bu tür bir gelişmeye örnektir. Bu yaklaşımda temel değişim, içgüdü, çatışma ve dürtülere verilen önemin azalması ve ego’nun işlev görme ve uyum sağlama yetisinin desteklenmesine daha fazla önem verilmesidir.

    İlişkisel psikodinamik yaklaşım ise, kişilerarası ilişkilere (psikanalizin kişilerarası ekollerinden) olan vurguyu, özellikle içselleştirilmiş kendilik ve öteki temsilleri kavramı olmak üzere nesne ilişkileri geleneğiyle birleştirir.[11] Bu yaklaşım, Freud’un yaklaşımının bazı yönleriyle bağlantılarını korur ancak diğerlerinden, özellikle Freud’un erken dönem içgüdü ve dürtü teorilerinden ayrılır.

    Farklı düşünce ekolleri, bir kişinin yaşadığı zorlukların etiyolojisinde dışsal olaylar ile içsel olayların göreli önemi ve saldırganlığın daha çok ‘birincil [primary]’ mi yoksa çevredeki ‘eksikliklerin [deficits]’ ihtiyaçları karşılayamaması nedeniyle ortaya çıkan ikincil bir tepki mi olduğu konusunda da farklı görüşler vardır. Leiper ve Maltby’nin, birçok çağdaş psikodinamik uygulayıcı için bu tartışmaların eskiden olduğundan daha az önemli göründüğünü öne sürmelerine katılıyoruz: ‘dış ve iç dünyaların artık diyalektik bir etkileşim içinde var olduğu düşünülüyor’. Bazı psikodinamik terapistlerin uygulamaları belirli bir çağdaş psikodinamik ‘ekol’ veya başka bir ekolle daha yakından bağlantılıyken, diğer terapistler daha bütünleştiricidir ve yaklaşımlarını hastaya göre uyarlarlar.

    Ayrıca, bazı modern psikodinamik yaklaşımların kılavuzlaştırılmış [manuelised] olduğunu fark etmek de faydalıdır; yani, belirli bir kuramsal yaklaşımı ve uygulamayı tanımlayan bir kılavuza dayanmaktadırlar. Bu yaklaşımlar genellikle başlangıçta depresyon veya borderline dinamikler gibi belirli bir klinik tablo etrafında tasarlanmış ve daha sonra daha geniş bir şekilde uyarlanmıştır.[7] Genellikle süre sınırlıdırlar ve terapinin evrelerine ilişkin iyi tanımlanmış bir yapıya sahiptirler. Yakeley’den uyarlanan Tablo 4.1, Birleşik Krallık’ta psikodinamik psikoterapiden etkilenen başlıca kılavuzlaştırılmış terapi türlerinden bazılarını özetlemektedir.

    Tablo 4.1 Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Hizmetinde mevcut olan başlıca psikodinamik terapiler

    Terapi ve geliştirilmesinde rol alan kilit klinisyen(ler) (geliştirilme yılı)

    Temel özellikleriSeçilmiş klinik endikasyonlar
    Kişilerarası terapi
    Klerman (1996)
    Bu, mevcut kişilerarası
    ilişkileri vurgulayan kısa bir yapılandırılmış terapidir. Dört odak noktası -yas, anlaşmazlıklar, eksiklikler ve rol geçişi
    Depresyon
    Psikodinamik kişilerarası terapi
    Hobson (1985) ve Guthrie (1991)
    Hümanistik ve kişilerarası elementlerden oluşur. Yedi bileşeni vardır -açıklayıcı gerekçe, ortak anlayış, duygularla kalma, zorlayıcı duygulara odaklanma, içgörü kazanma, müdahaleleri sıralama ve değişim sağlamaDepresyon, somatizasyon
    Dinamik kişilerarası terapi
    Lemma (2010)
    Kanıta dayalı, kılavuzlaştırılmış psikodinamik yaklaşımların özüne dayanan, nesne ilişkileri, bağlanma ve zihinselleştirme kuramlarını içeren kısa ve odaklı bir terapidir. Terapide odak, seansın ‘şimdi ve burada’sında hastanın kişilerarası ve duygulanımsal işleyişi üzerinedirDepresyon, anksiyete
    Bilişsel analitik terapi
    Ryle (1982)
    Psikanalitik ve bilişsel teknikleri birleştiren, hastanın ilişkilerine önem veren kısa terapi. ‘Karşılıklı rol prosedürleri’ kullanarak hastayla zorlukların formülasyonunu oluşturur.
    Bunları sürdüren savunma mekanizmalarını belirler -‘tuzakları, ikilemleri ve engelleri’
    Başlangıçta nevrozlu kişiler ve ‘borderline’ dinamiklere sahip belirgin ilişkisel güçlükleri olan kişiler için geliştirilmiştir. Şimdi daha yaygın olarak kullanılmaktadır
    Zihinselleştirme-temelli terapi Bateman and Fonagy (200’lerin ortaları)Bağlanma teorisine dayalıdır ve psikodinamik, bilişsel ve ilişkisel bileşenleri bütünleştirir. Kişinin kendisinin ve ötekilerin zihin durumu üzerinde düşünme becerisi olan zihinselleştirmeyi geliştirmeye odaklanırBaşlangıçta ‘borderline’ dinamiklere sahip  kişilerin tedavisi için geliştirilmiştir; daha yaygın uygulamaları vardır.
    Aktarım odaklı psikoterapi
    Clarkin ve Kernberg (2000’lerin ortaları)
    Psikanalitik nesne ilişkileri teorisine dayalı olarak haftada iki veya üç bireysel terapiden oluşur. Odak, hastanın bölünmüş içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin aktarımda yeniden etkinleştirilmesi ve yorumlanması üzerinedir‘Borderline’ dinamiklere sahip kişiler de dahil olmak üzere, ilişkilerde belirgin zorluklar yaşayan kişiler için geliştirilmiştir
    Yakeley 2014’ten uyarlanmıştır,[7] Cambridge University Press’in izniyle yeniden yayımlanmıştır.

    Psikodinamik Psikoterapi Değişimi Nasıl Sağlar?

    Psikodinamik psikoterapi uygulamasının ardından, bu yaklaşımı daha iyi anlayabilmek için şimdi nasıl işlediğine dair farklı teorilere değineceğiz; ancak şu an için etki modelleri [modes of action] konusunda bir fikir birliği olmadığı uyarısı gereklidir. Bu kitapta benimsediğimiz Gabbard ve Westen’in çağdaş pozisyonu, psikodinamik terapide tek bir tane yerine birbiriyle ilişkili birden fazla terapötik etki modelinin olma olasılığıdır.[5] Ancak, açıklık için, farklı olası etki modellerini yapay olarak ayırmak faydalı olabilir. Aşağıdaki başlıklar Lemma’dan uyarlanmıştır:[12]

    Geçmişin Keşfi

    Daha önce açıklandığı gibi, Freud’un değişime ilişkin en eski teorilerinden biri, bastırılmış travmatik anıların yüzeye çıkarılmasıyla içgörü kazanılabileceğiydi. Bunun birçok yeni terapistin psikodinamik psikoterapiyi düşünürken aklında olan model olma olasılığı yüksektir ve yine de muhtemelen modern uygulamayı en az temsil eden modeldir. Bir hastanın geçmiş deneyimleriyle ilgilenmemiz kesinlikle doğrudur, ancak geçmişin değiştirilebileceği veya hastanın mevcut durumundan sorumlu tutulabileceği için değil. Dahası, nörobilimdeki gelişmeler sayesinde artık ‘anıların geçmişin doğrudan kopyaları olmadığı…hafızanın hatırlama sırasında karmaşık bir yeniden yapılandırma sürecinden geçtiği’ ve kişinin mevcut ruh hali ve bağlamından etkilendiği kabul edilmektedir.[13] Bir hastanın çocukluk anılarının bilinmesi, terapistleri ile olanlar da dahil olmak üzere, mevcut ilişkilerini nasıl kurabileceklerini anlamak ve tahmin etmek için kullanılabileceğinden faydalıdır. 2. Bölüm‘de açıkladığımız gibi, geçmişin dinamikleri (bilinçdışı olarak) şimdiki zamanda yeniden yaratılabilir.

    Anlatının İyileştirici Gücü

    Burada geçmiş deneyimlerin keşfinin önemli bir yön olarak kabul edildiği bir anlatı [narrative] yaratılır. Hastalar, çeşitli geçmiş deneyimleri bütünleştirerek ve anlamlandırarak hayatlarının daha tutarlı bir anlatısını oluşturarak rahatlama yaşayabilirler.

    Aktarımı Derinlemesine Çalışma

    Bölüm 2‘de tartışıldığı gibi, hasta bilinçsizce kendi yönlerini terapiste yansıtır (aktarım), bu da terapistte tepkiler uyandırabilir (karşı-aktarım). Terapist, aktarımın gözlemini kullanarak ve karşı-aktarımından yararlanarak, hastanın yansıtmalarının daha fazla farkında olmasını desteklemek için aktarım müdahalelerini [transference interventions] kullanır. Bunu anlaşılır bir dil kullanarak ve düşünceli, açık fikirli bir şekilde yapar (Bölüm 7’ye bakınız). Bu şekilde hasta yansıtmalarını geri alabilir. Daha teknik bir terminoloji kullanabilir ve bunun hastanın ‘paranoid-şizoid’den ‘depresif konum’ işlevine geçtiğini ve bu şekilde hastanın gerçeklikle daha fazla temas halinde olduğunu söyleyebiliriz (bu terimlerin açıklaması için Bölüm 2‘ye bakınız).

    Yeni Bir İlişkisel Deneyim

    Psikoterapi dünyasında terapi ilişkisinin değişimi nasıl etkileyebileceği konusunda bazı anlaşmazlıklar vardır. Terapistler olarak bir aktarım nesnesi [transference object] haline gelip, ‘bu sayede hastanın şimdi-ve-buradaki ilişki kurma örüntülerini incelemesine mi olanak sağlıyoruz?’[12] Alternatif olarak, hastalar ‘ötekilerin olumsuz beklentilerini çürüten yeni bir kişilerarası deneyim sağlayan duygusal olarak duyarlı [responsive] bir terapistle etkileşime girerek’ mi iyileşirler?[12] İkinci yaklaşımın savunucuları, hastanın terapi ilişkisinde içselleştirebileceği yeni ve farklı bir deneyim bulabilmesinin önemli olduğunu düşünürler (dikkat edin, bu terapistin kasıtlı olarak ‘ideal’ bir figür olmaya çabalaması anlamına gelmez, ayrıca terapistin sınırları olan psikodinamik bir çerçeveyi bırakması anlamına da gelmez). Klinik uygulamada, iki yaklaşım, aktarımı keşfetmek ve terapi ilişkisinde yeni varoluş yollarını keşfetmek, 8. Bölüm’de (‘Değişim İçin Bir Araç Olarak Terapötik İlişki’ bölümünde) açıkladığımız gibi sinerjik olarak çalışabilir.

    Sinirbilimden Çıkarımlar: Prosedürel Bellekle Derinlemesine Çalışma

    Bölüm 1‘den özetleyecek olursak, psikanalizin ilk döneminde, acı dolu anıların bastırma yoluyla bilinçten uzak tutulduğu ancak nevrotik semptomlar, rüyalar veya paraprakslar (dil sürçmeleri) yoluyla ifade bulduğu varsayılmıştı. O zamandan beri hafızanın nörobilimi üzerine araştırmalar ilerledi ve bazı ilginç gelişmeler oldu. Kısaca, Şekil 4.1’de gösterildiği gibi, bir dizi farklı hafıza sistemi türü vardır.

    Şekil 4.1 Bellek sınıflandırması.
    Camino ve Güell 2017’den alınan görüntü[14], Creative Commons Atıf Lisansı (CC-BY 4.0) altında yeniden üretilmiştir.

    Duyusal bellek [sensory memory], dokunma, ses ve görmeden gelen bilgilerin kısa süreliğine hafızada tutulmasını (bir saniyeden az) ifade eder. İşleyen bellek [working memory], dil anlama, öğrenme ve muhakeme gibi karmaşık görevler için bilgilerin geçici olarak depolanmasını ve işlenmesini ifade eder.[15] Özellikle uzun süreli belleğe baktığımızda iki ana bellek sistemi vardır: bildirilebilen bellek [declarative memory] [açık bellek [explicit memory] olarak da adlandırılır]; ve bildirilemeyen bellek [non-declarative memory] [örtük bellek [implicit memory) olarak da adlandırılır].

    Bildirilebilen bellek, bir kişinin kendisine, olaylara ve gerçeklere yöneldiği yerdir. Bu bağlamda bildirilebilen kelimesi, bilinçli olarak hatırlanabilen veya ‘bildirilebilen’ belirli, açık anılara atıfta bulunur. Bu tür bellek bizi dünyada yönlendirir ve bu tür belleğin aracılık eden beyin sistemlerinin olgunlaşmamış olması nedeniyle yaklaşık 2-3 yaşına kadar tam olarak gelişmediği düşünülmektedir.[12] Bildirilebilen anılar bilinçli olarak deneyimlenebilir ancak bilinçli hale gelmek için geri çağırma [retrieval] gerektirir.[16] İki tür bildirilebilen bellek vardır. Anısal bellek [episodic memory], ‘kişinin kişisel geçmişinden belirli bölümleri hatırlama ve yeniden deneyimleme’ yetimizi ifade eder.[17] Anlamsal bellek [semantic memory], gerçekler ve dünyayla ilgili genel bilgi için olan hafızamızdır. Bastırma mekanizmalarının kısmen, bildirilebilen belleğin geri çağrılmasını aktif bir şekilde engelleyen beyin sistemleri aracılığıyla çalıştığı düşünülmektedir.[12,18]

    Bildirilemeyen terimi, bilinçdışı olarak erişilen [yani ‘bildirilmeden’] hafızayı ifade eder ve belirli beceriler ve yetenekler veya bir kişinin ilişkilerde nasıl etkileşim kurduğu aracılığıyla örtük olarak ortaya çıkabilen hafızayı içerir. Bildirilemeyen bellek, hepsi bilinçdışı olan dört farklı bileşenden oluşur. Burada bildirilemeyen belleğin iki bileşenine, prosedürel [procedural] ve çağrışımsal [associative] belleğe odaklanacağız. Kesin olarak bilmiyoruz, ancak prosedürel belleğin özellikle küçük bebeklerde önemli olduğu düşünülüyor.[12] Prosedürel bellek sözel olmayan ve sembolik olmayan bir bellektir. Prosedürel bellek, ‘bir şeyin nasıl yapılacağıyla‘, örneğin nasıl bisiklet sürüleceğiyle ilgilidir. Daha da önemlisi, bu, ‘bir ilişkide nasıl olunur‘da yer alan ana bellek sistemidir, ancak diğer bellek sistemlerinin de büyük çocuklarda ve yetişkinlerde ilişkileri etkilemede bir rolü olması muhtemeldir. Prosedürel belleğin bu kullanımı, ilişkilerin nasıl işlediğine dair erken şablonların derin bir şekilde bilinçdışı olduğu ancak günlük yaşamlarımız üzerinde etkili olduğu anlamına gelir. Bu şablonlar bilinçli düşünceye doğrudan ulaşamaz; her şeyden önce hiçbir zaman bilinçli olmadıkları için ‘bastırılmamışlardır’. Elbette, prosedürel anılar büyük çocuklarda ve yetişkinlerde oluşmaya devam eder.

    Çağrışımsal bellek, ‘bir çağrışımdan (yani, diğer bilgilerle bir ilişkiden) kaynaklanan bilgilerin depolanması ve geri çağrılması’ anlamına gelir.[14] İlişkilerdeki birçok örüntünün hem ‘örtük prosedürleri hem de çağrışımları’ yansıtması muhtemeldir.[5] Duygusal bellek [emotional memory], çağrışımsal belleğin bir alt türüdür. Duygusal bellek, belirli bir durum tarafından bir duygunun uyandırıldığı süreçtir. Yoğun travma gibi aşırı stresler altında, anısal bellek ortaya çıkmayabilir, ancak duygusal bellek ve olayın fiziksel deneyiminin belleği olabilir (ikincisi, prosedürel belleğin bir parçası olarak).[19]

    Yetişkinlerde, Lemma’nın tanımladığı gibi, bildirilebilen ve bildirilemeyen bellek sistemleri etkileşime girer. Örneğin, sürekli bilinçli tekrarlama, ‘bildirilebilen anıyı prosedürel anıya dönüştürebilir. Benzer şekilde, belirli düşüncelerden veya duygulardan tekrar tekrar kaçınmak, ilişkili davranışın otomatikleşmesine (yani prosedürel olmasına) neden olabilir’.[12]

    Lemma, prosedürel anıların ‘doğrudan bilinçli belleğe ve sonra kelimelere çevrilemeyeceğini: yalnızca çıkarım [inference] yoluyla bilinebileceğini’[12], yani kişilerarası davranışların gözlemlenmesi yoluyla açıklamaktadır. Terapi sırasında, prosedürel bellekteki bu ilişkisel şablonlar, alışılmış, bilinçdışı ilişki kurma yollarını ön plana çıkaran aktarımda yeniden canlandırılır (sahnelendirilir). Bu dolaylı yolla, onları değerlendirmek ve değiştirmek için daha bilinçli hale getirilebilirler. Dahası, terapi ilişkisi hastanın terapistle yeni etkileşim türleri deneyimlemesi için bir fırsat sağlar. Bu yeni etkileşim türleri birden çok kez tekrarlanırsa bu, hastanın ötekilerle ve kendisiyle birlikte olmanın yeni prosedürlerini öğrenmesine, yani yeni prosedürel anıların oluşmasına yol açabilir. Bu son değişim modu sözlü yorumlamaya değil, daha çok ‘terapist ve hasta arasındaki etkileşimlerin niteliğinin ve doğasının önemine’ dayanır.[12] Nörobilimin bu katkısını, yukarıda ‘Yeni Bir İlişkisel Deneyim’ başlığı altında açıklanan klinik yaklaşımı açıklığa kavuşturmada yararlı buluyoruz. (6. Bölüm, terapötik değişim sürecinde ilişkisel bellek ağlarının rolünü tartışmaktadır.)

    Daha fazla araştırma terapötik etki mekanizmalarını daha da netleştirinceye kadar farklı hastaların, terapistlerinin yardımıyla, terapiyi kullanmanın kendilerine özgü yollarını keşfedeceklerini varsaymak makul olacaktır. Sözde spesifik-olmayan terapötik faktörler (olumlu bir terapötik ittifakın oluşumu dahil) terapötik değişim için de önemlidir (bunlar 6. ve 8. Bölümlerde tartışılmaktadır). Bazı hastalarda değişim daha çok geçmişi anlamlandırmakla ilgili olacak, bazılarında daha çok aktarım çalışmasıyla ilgili olacak ve bazılarında ise yeni bir ilişki keşfetme biçimini alacaktır. Bir terapi süreci boyunca, tüm bu etki mekanizmalarının önemli olması muhtemeldir ve farklı etki mekanizmalarının terapinin farklı aşamalarında baskın olması da muhtemeldir.

    Uygulamaya Dair Dikkat Edilmesi Gerekenler

    Bu genel değerlendirme bölümünün son kısmında, psikodinamik terapiyle ilgili bir dizi pratik hususu ele alacağız.

    Kısa Süreli Psikodinamik Terapi ve Uzun Süreli Terapi

    Yaygın inancın aksine, İngiltere ve ABD’de uygulanan psikodinamik terapilerin çoğu nispeten kısadır [20,21] ve araştırmalar bu daha kısa terapilerin etkili olduğunu göstermiştir.[22,23] Genellikle, kısa bir terapinin 10-20 seans aralığında olduğunu düşünüyoruz, ancak bu kesin bir kural değildir. Seansların haftalık olması da gerekmez, bu nedenle kısa bir terapi, seans sayısına göre beklenenden daha uzun bir süreye yayılabilir.

    Kısa süreli terapi ile uzun süreli terapinin farkı nedir? Dewan ve arkadaşlarına göre, kısa süreli terapilerin belirli özellikleri vardır; bunlar planlıdır, yani rastgele değil, tasarlanarak kısa tutulurlar ve odaklıdırlar. Bu terapilerin amacı, geniş kapsamlı kişilik değişikliklerinden ziyade daha küçük çaplı değişiklikler elde etmektir.[24] Bu hedef mütevazı gibi görünse de hastanın semptomlarında ve kişiler arası işlevselliğinde meydana gelen küçük bir değişikliğin bile yaşam kalitesinde önemli bir iyileşmeye yol açabileceğini unutmayalım. Örneğin, bir kişinin işlevselliğindeki küçük bir değişiklik, onun bir ilişkiyi sürdürememesinden destekleyici bir ilişkide kalabilmesine kadar fark yaratabilir. Daha kısa süreli terapi tekniğindeki belirli vurguların içinde, olumlu bir terapötik ittifakın teşvik edilmesine odaklanmak da bulunur. Ayrıca, hastanın günümüzde ötekilerle ve kendisiyle faydalı olmayan ilişki kurma biçimlerinin açıkça tanımlanmasına vurgu yapılır. Daha sonra terapist ve hasta, bu ilişkisel örüntüleri yönetmenin yollarını aktif olarak araştırır.

    Ancak kısa süreli terapi herkes için uygun değildir. Sorunları nispeten yeni başlamış olan ve bir hayli motive hastalar için faydalıdır. Kişilerarası ilişkilenmede ciddi zorluklar yaşayan veya daha kronik rahatsızlıkları olan hastaların kısa bir terapiyle iyi sonuç almaları pek olası değildir. Bunun nedeni, güven geliştirmek, bir formülasyon geliştirmek ve derinlemesine çalışmak için yeterli zamanın olmamasıdır. Solms’un açıkladığı gibi, ‘yeni prosedürel anıların oluşturulması yavaş bir süreçtir.’[25] Bu hastalar için kısa süreli iletişim, anlamlı bir değişim gerçekleşmeden önce bir bağlanmayı oluşturup bozarak işleri daha da kötüleştirme riski taşıyabilir.

    Açık Uçlu Terapi ve Sınırlı Süreli Terapi

    Açık uçlu terapi [open-ended therapy], terapinin başlangıcında ne zaman biteceğine dair bir karar verilmemesi anlamına gelir. Bu, hastanın terapisini bitirmeye hazır hissettiğinde sonlandırmanın gerçekleştiği anlamına gelir. Freud’a göre, psikanalizin amacı nevrozu ‘sıradan insan ızdırabına’ dönüştürmekti, yani bir hastanın kendini tamamen daha iyi hissedeceği sihirli bir son nokta yoktur. Bu nedenle, uygulamada terapist, hastanın sonlandırma için doğru zamanın ne zaman olduğunu düşünmesini desteklemede aktif bir rol oynar. Ev taşıma, iş değiştirme, emeklilik vb. gibi dış faktörler de terapinin ne zaman bitirileceği üzerinde etkili olabilir.

    Sınırlı süreli terapi [closed therapy], terapinin süresinin başlangıçta kararlaştırıldığı anlamına gelir. Genellikle sonlandırma tarihi, özellikle kısa bir terapide, çalışma boyunca odak noktası olarak kalır. Sonlandırma üzerinde kararlaştıktan sonra orijinal düzenlemeye sadık kalmak önemlidir, aksi takdirde terapist sınır ihlali yapma riskiyle karşı karşıya kalır. Çerçevenin bu şekilde tutulması zor olabilir, özellikle de hasta geriliyormuş [regress] gibi görünüyorsa, ki bu bir sonlandırma ile karşı karşıya kalındığında böyle olabilir. Bu durumda iyi bir süpervizyon ve destek paha biçilemezdir. Bu kitap daha çok yeni terapistler ve kamu tarafından finanse edilen bir ortamda çalışanlar için daha yaygın olan süreli terapiye odaklanmaktadır.

    Psikodinamik Psikoterapi Psikotrop İlaçlarla Birleştirilebilir mi?

    Psikoterapinin değişime yol açabileceğini biliyoruz, peki terapiyi ilaçla birleştirmek daha büyük bir değişime yol açabilir mi? Araştırmalar, ikisinin bir kombinasyonunun, özellikle orta ila şiddetli semptomları olan hastalarda, tek başına psikoterapiden daha iyi olabileceğini öne sürüyor.[24] Örneğin klinik olarak, psikotropik ilaçlar, aksi takdirde hastanın terapiden yararlanmasını engelleyebilecek biyolojik depresif semptomları iyileştirmek için kullanılabilir.

    Ancak terapi sürecine ilaç kullanımınının eklenmesinin komplikasyonları da vardır. Dewan ve diğerleri, Freud’un ünlü ‘bir puro sadece bir puro değildir’ sözünü ‘bir hap sadece bir hap değildir’ diyerek zarif bir şekilde yeniden yorumladılar.[24] Bunun anlamı, hem hastaların hem de terapistlerinin ilaçların anlamı konusunda bilinçli ve bilinçdışı düşüncelere sahip olmalarıdır (aşağıdaki Klinik Örnek’e bakınız). Öncelikle hastayı ele aldığımızda, ilaç eklenmesi hasta tarafından terapistin kendisini zayıf ve başa çıkamaz olarak görmesi olarak deneyimlenebilir veya diğer yandan, ilaç vermemek terapistin onu ihmal etmesi veya yoksun bırakması olarak deneyimlenebilir. Bu deneyimler, elbette, umuyoruz ki terapinin bir parçası olarak dile getirilebilir ve üzerinde çalışılabilir. McQueen ve diğerleri [26], plasebo etkisi üzerine yazdıkları makalede, ‘ilaçların hastalar için fiziksel etkilerinin ötesine geçen özel bir duygusal anlam taşıyabileceğini…kimi zaman yemek, beslenme ve ilgi gibi kavramlarla ilişkilendirilirken (Tutter, 2006)[27], daha paranoid durumlarda zehirlenme şeklinde de algılanabileceğini’ belirtir.

    Bir terapist, bilinçdışı tümgüçlülük duyguları nedeniyle ilaç alma olasılığını erteleyebilir veya çaresizlik ve yetersizlik hissi gibi karşı-aktarım zorluklarına yanıt olarak psikotropik ilaç reçetesi önerebilir. Bu iki pozisyon da hemen harekete geçmek yerine süpervizyon sırasında daha iyi araştırılabilir. Elbette, karşı-aktarım duyguları söz konusu olsa bile bu, reçete yazmanın yanlış olduğu anlamına gelmez.

    Klinik Örnek Bir hap sadece bir hap değildir.

    Kötü kontrol edilen diyabeti olan genç bir kadın olan Bayan A., daha önceki psikolojik müdahaleye ve antidepresan ilaç tedavisine iyi yanıt vermediği için psikodinamik değerlendirme için sevk edildi. Psikodinamik değerlendirme, babasını kontrolcü ve saldırgan bir adam olarak deneyimlediğini, ondan korktuğunu ve hoşlanmadığını ve erken ergenlik döneminden itibaren ona isyan ettiğini ortaya çıkardı. Daha fazla araştırma, onun insülin alma rejimini ve endokrin kliniklerine gitmeyi bilinçdışı olarak kontrolcülükle eşit tuttuğunu ortaya çıkardı. Kontrol altında hissetme deneyimi, onda asi ve muhalif eğilimler uyandırdı ve bu da zayıf diyabet yönetimine yol açtı.

    Aynı dinamik, önceki terapistle seanslar arasında üstlenilecek görevler konusunda ‘anlaştıklarında’ da yaşanmıştı ve önceki terapist Bayan A.’nın antidepresan ilaç tedavisine başlamasını önerdiğinde bu karşıtlık artmıştı. Bu fark edilip Bayan A. ile tartışıldığında, erken dönemdeki olumsuz deneyimi ile kendisine yardım etmeye çalışan mevcut sağlık profesyonellerinin deneyimi arasında daha iyi ayrım yapabilir hale geldi.

    Eğer bir ilaç endike ise, bunun nasıl reçete edilmesi gerektiğini çözmemiz gerekir. Deneyimlerimize göre, reçeteleme genellikle terapistten farklı bir kişi tarafından yapıldığında daha iyi sonuç verir, çünkü reçeteleme eylemi terapötik ilişkinin gelişmesine müdahale edebilir ve ilişkiyi daha karmaşık hale getirebilir. Ancak iki kişilik bir ilişkiden üç kişilik bir ilişkiye geçmek, özellikle hastanın karakteristik savunma süreçleri zaten bölmeyi içeriyorsa, borderline zihin durumlarının dinamiklerinde olduğu gibi, bölme potansiyelini artırabilir (bkz. Bölüm 13). İkinci durumda, terapist ve reçete eden arasında iyi bir iletişim esastır. Terapist ve reçete eden birlikte çalışabilir ve tutarlı bir şekilde hareket edebilirse olumlu terapötik değişim potansiyeli olabilir, böylece birlikte çalışan ve hastayı aklında tutan bir ‘ebeveyn çifti’nin yeni bir deneyimi sağlanabilir.

    Son olarak, genel klinisyenlerin (yani psikoterapist olmayanların) hastaları gördüğü ancak resmi terapi sağlamadığı durumlarda, terapötik ilişkinin öneminin bir hayli kayda değer olmaya devam etmesi ilgi çekicidir. Bir çalışmada, depresyon tedavisinde imipramin kullanılırken, hastaların öz-bildirimlerine dayanan sonuçlarındaki varyasyonun %9’undan fazlasının tedaviyi uygulayan psikiyatriste bağlı olduğu bulunmuştur. Psikiyatristin etkisi, ilacın etkisinden neredeyse üç kat daha fazlaydı.[28] Hangi tedavi reçete edilirse edilsin, olumlu bir ittifakı destekleyen davranışlar benimseyen psikiyatristlerin tedavi sonuçları daha iyi olmuştur.

    Sonuç Değerlendirmesi

    Bu bölümde, tarihçe, teori ve araştırma üzerine önceki bölümlerden temalar kullanarak psikodinamik psikoterapinin ana hatlarını anlattık. Psikodinamik psikoterapi, psikanalizden gelen uzun bir geçmişi ve evrimi olan büyük bir konudur ve burada psikodinamik yaklaşımın özüne dair bir genel bakış sunmaya çalıştık. Psikodinamik terapinin genel alanındaki yaklaşımlardaki çeşitliliği, daha Freudyen olandan daha ilişkisel olana ve manuel olmayan ve manuel yaklaşımlar arasındaki çeşitliliği bildirdik. Ayrıca, özellikle prosedürel hafızayı anlama ve onunla çalışma konusunda nörobilimden çağdaş katkıları da tanıttık. Son olarak, terapi süresi ve ilaç kullanımı açısından pratik hususları tartıştık. Bunun, psikodinamik psikoterapinin çeşitli boyutlarına daha derinlemesine giren sonraki bölümler için yönlendirici olmasını umuyoruz.

  • Eski Çocuk Askerlerle Psikodinamik Psikoterapi: Yıkıcı Kendilikle Tanışma (21. Bölüm)

    Nel Draijer ve Pauline Van Zon (Bağımsız araştırmacı)

    Giriş

    UNICEF (2007) çocuk askeri, silahlı bir güç ya da silahlı bir grup tarafından herhangi bir sıfatla silah altına alınan ya da kullanılan, 18 yaşın altından küçük sadece çocuklar değil, asker, aşçı, hamal, haberci, ajan ya da cinsel amaçlarla kullanılan oğlanlar, kızlar olarak tanımlamıştır (p.7). Çocuk askerler hem isyancı ordular hem de hükümet birlikleri tarafından kullanılmaktadır. Afrika en fazla çocuk askerin bulunduğu bölgedir. Bu çocukların çoğu silahlı gruplar tarafından zorla silah altına alınmakta ve kaçırılmaktadır. Diğerleri ise hayatta kalmak ya da öldürülen aile üyelerinin intikamını almak için gruplara katılmaktadır (Betancourt vd., 2010; Schauer ve Elbert, 2009).

    Çocuk asker olmanın sonuçları oldukça büyüktür. Bu gençler, sadece en güçlülerin hayatta kalabildiği aşırı ve vahşi koşullarda büyümektedir. En alt tabakayı oluştururlar ve bu nedenle sürekli istismar, sarkıntılık ve tacizin hedefi olurlar. Bu çocuklar aile ve toplum tarafından gerekli bakım ve korumadan mahrum bırakılmakta ve sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerden yoksun kalmaktadır.

    Çocuk askerlerin büyük çoğunluğu çatışma durumları, bombalamalar, idam ve uzuv kesme, insanları diri diri yakma ve tecavüz gibi ağır şiddet ve zulümlerin mağduru, tanığı ve/veya faili olmuştur (Betancourt vd., 2010). Savaştan sonra, sadece travmatik olaylara maruz kaldıkları için değil, aynı zamanda çatışmayla olan bağları nedeniyle suçlandıkları ve damgalandıkları için de yeniden entegrasyon başarısızlığına karşı savunmasızdırlar (Schauer ve Elbert, 2009). Eğer daha istikrarlı ülkelere sığınma hakkı verilirse, genellikle uzun ve yorucu sığınma prosedürlerine tabi tutulurlar. Bir kez daha, sığınma prosedürü sırasında kendilerine tanınan asgari haklar nedeniyle topluma tam olarak katılamama durumuyla karşı karşıya kalırlar. Sosyal rollerini, gelecek fırsatlarını ve ana dilleri, geleneksel yemekleri ve sosyal ağları gibi kendi kültürel çevrelerini kaybetmenin sıkıntılarını çekerler.

    Eski çocuk askerlerdeki travma ve dissosiyason

    Özellikle çocukluk döneminde toksik şiddet türlerine uzun süre maruz kalmanın uzun vadede yıkıcı sonuçları vardır. Tehdit karşısında saldırganlık durumları, korku dolu kaçma veya kaçınma durumları hızlı ve dramatik bir şekilde değişimli olarak birbirini takip eder. Çocuklar genellikle fiziksel olarak kendilerini esir alan kişiyle savaşamayacak veya vaziyetten kaçamayacak durumda olduklarından, travmatik olaylara en yaygın tepki, uyuşma, kendine yabancılaşma (depersonalizasyon) ve çevreye yabancılaşma (derealizasyon) yaşadıkları dissosiyasyon yoluyla kendilerini dış ve iç dünyadan koparmaktır (Schauer ve Elbert, 2009). Bu derecede şiddet ve tehdide maruz kalan gençler genellikle güvenli bağlanma ilişkileri kurma, istikrarlı ve bütünleşik bir kendilik ve ötekiler kavramı ve duygu ve davranışları kendi kendine düzenleme yetkinliği gibi gelişimsel görevleri tamamlayamazlar (Van der Kolk, 2005).

    Birçok eski çocuk askerin tekrarlanan ve uzun süreli kişilerarası travmaya verdiği tepki, en iyi şekilde karmaşık travma veya gelişimsel travma bozukluğu gibi kavramlarla tanımlanabilir (Cloitre, 2009; Klasen, Daniels, Oettingen, Post ve Hoyer, 2010; Van der Kolk, 2005). Semptom profili, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ile birlikte duygulanım düzenleme, kişilerarası ilişki ve öz kimlik alanlarında ek bozuklukların varlığına işaret etmektedir. Kompleks TSSB’ye ek olarak, bu hastalar genellikle depresyon ve dissosiyatif kişilik bozukluğundan (DKB) muzdariptir. Bu durumda hem vahşet anıları hem iştirak eden “fail parçaları” farkındalıktan tamamen ayrılır. Bu kendilik durumları (veya değişimleri) sıklıkla “koruyucu parçalar” olarak tanımlanır; bunlar kişiliğin “koruyucu ‘savaş’ alt sisteminde sabitlenmiş ve öfke ve kızgınlık gibi zor duygularla başa çıkmaya ve incinme, korku veya utanç duygularından kaçınmaya çalışan” duygusal parçalarıdır (Van der Hart, Nijenhuis ve Steele, 2006, s. 82).

    Nispeten küçük stres faktörleri eski çocuk askerlerde şiddetli saldırganlık ve/veya gerilemiş dissosiyatif durumlarla kendini gösteren klasik savaş, kaç veya don tepkilerini tetikleyebilir. Bu kişiler saldırgan dürtülerini kontrol etmekte zorlanmakta ve şiddeti amaçlarına ulaşmak için meşru bir araç olarak algılamaktadır. Sonuç olarak, saldırganlık olmadan günlük yaşamla başa çıkma konusunda yetersiz becerilere sahip olma eğilimindedirler. Bu tür hastaları tedavi ederken, klinisyenler eski travma senaryolarının yeniden canlandırılmasının içine çekilir ve genellikle ciddi aktarım ve karşı-aktarım zorluklarıyla karşılaşarak savaş gibi hissedilebilen vahşi bir yaklaşma ve kaçınma terapötik dansının parçası haline gelirler.

    Aktarım Odaklı Psikoterapi ve Uygulanması

    Aktarım Odaklı Psikoterapi (AOP), nesne ilişkileri teorisine dayanan, kanıta dayalı, manuelleştirilmiş, psikodinamik bir tedavidir (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Clarkin, Yeomans ve Kernberg, 2006; Doering ve diğerleri, 2010; Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2002), eski çocuk askerler gibi kompleks travma yaşamış bireyler arasında yaygın olan saldırganlık ve baskının temel merkezi ile çalışmak için çok uygundur. Ağır kişilik bozukluklarından muzdarip, yani sınırda kişilik örgütlenmesine sahip hastaları tedavi etmek için geliştirilmiştir (Kernberg, 1984). Sınırda kişilik organizasyonu terimi, kimlik yayılması (kendilik ve öteki temsillerinin ve bunlar arasında bağlantılı duyguların salınımını içeren parçalanmış ve dalgalı bir kendilik algısı) ve gerçeklik sınamasının genellikle sağlam olduğu ancak stres altında çarpıtmaya eğilimli “ilkel” savunmalar (bölme, inkar ve yansıtmalı özdeşleşme) ile karakterize edilen psikolojik bir yapıyı ifade eder. Hasta, yalnızca sözlü ve sözsüz olarak değil, aynı zamanda yansıtmalı özdeşim (“karın konuşması” olarak adlandırılır) yoluyla da iletişim kurar. Bu süreçte, tolere edilemeyen duygusal durumlar dışsallaştırılır, terapiste yansıtılır ve terapist tarafından hissedilir.

    AOP’nin amacı, bu çelişkili içsel kendilik ve öteki durumlarını daha tutarlı bir kişilik yapısına entegre etmektir. AOP’nin temel varsayımı, insanların sosyal hayvanlar olduğudur (bağ kurmak ve aynı zamanda özerk olmak isterler), iç dünyaları temelde ilişkisel unsurlardan, ikililerden, kendilik ve öteki (nesne) imgelerinden ve bunları birbirine bağlayan duygulardan oluşur. Sınırda kişilik örgütlenmesinde bu iç dünya, birbiriyle çatışma halinde olarak algılanan ve bölünme süreciyle ayrı tutulan tümüyle iyi ve tümüyle kötü ikili unsurlara bölünmüştür. Ağır travma geçirmiş hastalarda bu temel bölünme dissosiyasyon ile daha da vurgulanır. Bölme ve dissosiyasyonun birbiriyle nasıl ilişkili olduğu ve bölmenin kendisinin dissosiyatif, travmayla ilişkili bir fenomen olup olmadığı hakkındaki teorik sorular bu bölümün kapsamı dışındadır. Aslında, ağır travmatize hastalarda bölme ve disosiyasyon tamamen iç içe geçmiştir. Bununla birlikte, ana fikir bölmenin çatışmadan kaynaklandığıdır: yaklaşma, yakınlık arama ve bağ kurma eğilimi ile temas ve bağımlılıktan kaçınma ve incinmeye veya kontrol edilmeye karşı savunma eğilimi arasındaki çatışma (yani, sevgi ve saldırganlık dinamikleri).

    Tamamen iyi ikililer, mükemmel anneler veya babalar gibi, ideal bir nesne ile özlem ve mükemmel sevgi dolu ilişkilerden meydana gelir. Gerçekte olan eksiklikler ve hayal kırıklıklarıyla bütünleştirilmedikleri için bu tamamen iyi ikililer gerçekçi değildir ve bu nedenle patolojik hayal kırıklığına ve tersine kötü ikililere hızlı bir geçişe katkıda bulunabilir. Tümüyle kötü ikililer, geçmiş öznel gerçeklik, kişinin kendi saldırgan duygulanımları, saldırganlarla özdeşleşme ve güçlü korkuların bir karışımına dayanan zulmedici veya hükmedici ilişki imgelerinden oluşur. İlişkilerde ve psikoterapide içsel ikililer salınım gösterir: içerideki endişeli kurban, aşırı güçlü ötekinin misillemesinden korkarak, aniden artık zayıf olan ötekine saldıran baskın bir güce dönüşebilir. Eğer terapist kötü bir nesne olarak deneyimlenirse, hasta kendini ezilmekten korumak için saldırabilir, böylece saldırgan olduğunun tam olarak farkında olmadan saldırganlaşabilir. Bu nesne ilişkileri düşünme modeli, terapistin bu yansıtmaları hastayla empatik olarak keşfetmesini ve sanki hastanın gözünden bakmasını sağlar. Bu bakış açısı, kişilik bozukluğu ve ciddi dissosiyatif bozukluğu olan hastaların tedavisinde anlık yaşanan sürekli itme ve çekme etkileşimlerini anlamada çok faydalıdır (Draijer, 2009, 2010a,b).

    AOP müdahaleleri, hastanın iç dünyasını ve bu dünyadan terapistin bakışını keşfetmekten oluşur. Bunu yapabilmek için, aktarımı tam olarak şu anda deneyimlemek (“Hasta bana ne yaptırıyor?”), hastanın terapist yaratımını içinde ifade edildiği ikili ile empatik olarak takip etmek ve bunu hastaya sunmak özellikle önemlidir. Böylece bir müdahale şu şekilde kurgulanabilir: “Sizi doğru bir şekilde dinlediğimde, sanki beni zalim ve hükmeden bir kişi olarak görüyorsunuz. Bu sizin için çok korkutucu bir durum olmalı.” Hastalar, ilişkinin algıladıkları şekilde ifade edilmesinin sağladığı kontrolle doğru anlaşıldıklarını deneyimlediklerinde, öfkeli bir ruh hali içinde olsalar bile aniden sakinleşir ve neler olup bittiği üzerine düşünmeye başlayabilirler.

    Hastanın reflektif fonksiyonu gelişmeye başladığında (ki bu biraz zaman alabilir) terapistin görevi, hastanın kendi iç dünyası hakkındaki empatik merakını artırarak, hastayı ikili ilişkiler arasındaki tutarsızlıklar ve salınımlarla dikkatlice yüzleştirmektir. Örnek bir müdahale şu şekilde olabilir: “Bu çok ilginç. Birkaç dakika önce konuşmamız oldukça samimi görünüyordu ve üzüntünüzü benimle paylaştınız, görünüşe göre beni güvenli ve güvenilir bir dinleyici olarak algıladınız, ancak aniden tüm gücü geri alarak beni kendinizi korumak zorunda olduğunuz bir tehdit olarak algıladınız. Bu iki ruh halini nasıl birleştirirsiniz?” Son olarak, hasta terapötik ilişkiyi en azından zamanın bir kısmında destekleyici olarak yansıtabildiğinde ve deneyimlediğinde, terapistin görevi karşıt ikililerin savunmacı katmanlarını yorumlamaktır. AOP’de yorumlama, olumlu ve olumsuz ikililerin eş zamanlı olarak hastaya sunulmasına ve ilişkilendirilmesini sağlayan bir süreçtir. Örneğin, “Öfkenizin bu kadar aşırı olması, sizi benden uzaklaştırması, güvenilir bir ebeveyn figürüyle güvenli bir ilişkiyi derinden özlediğinizi fark ettiğinizde kendinizi çok savunmasız hissetmenizden dolayı olabilir mi?” veya “Beni tamamen güvenilmez olarak görmeyi tercih ediyor gibi görünmenizin nedeni, beni güvenilir olarak algılamanın kayıplarınız konusunda sizi çok üzüyor olması olabilir mi? Bunu yaparak kalbinizi sevdiğiniz birini ikinci kez kaybetmeye karşı koruyor olabilir misiniz?” Dolayısıyla yorumlama, şimdiki zaman ile geçmiş arasındaki bağlantıları açıklamaktan ziyade, öncelikle şimdi ve buradaki “sen ve ben” ile ilgilidir.

    Tüm bu adım adım etkileşimsel ve yorumsal süreç (Caligor, Diamond, Yeomans ve Kernberg, 2009) öfke ve hiddetin kademeli olarak azaltılması ve nihayetinde kişiliğin bütünleşmesi ile sonuçlanır. AOP’de hasta kendi iyileşmesinden sorumlu tutulur; bu da tedavinin başlangıcında (öz) yıkıcı davranışlar hakkında bir sözleşme yapıldığı anlamına gelir ve terapist hastaya bu davranışların sağlığa doğru olan gelişime karşı olduğunu açıklar. Hasta, çatışma için tek bir çözüm bildiğini (şiddet kullanmak) belirttiğinde, terapist hastayı bunu önlemekten sorumlu tutar: “Tüm duygular hoş karşılanır ve saygı görür, hatta öldürücü öfke bile, yeter ki bu konuda konuşabilelim ve harekete geçmeyelim.” Hasta bir davranışta bulunma eğilimi fark ettiğinde ya da bunu gerçekten yaptığında, hastadan bir sonraki seansta ilk iş olarak bundan bahsetmesi istenir. İstismar döngüsünün tekrarlanmasını önlemek için “askerin nasıl konuşacağını öğrenmesi gerekir.”

    Destekleyici Kanıtlar

    AOP’nin etkililiğine yönelik ampirik destek, farklı araştırma grupları tarafından gerçekleştirilen bir dizi randomize kontrollü çalışma ile ortaya konmuştur (bu çalışmaların bir özeti için bkz. Bölüm 10: Borderline ve Narsisistik Kişilik Bozuklukları İçin Aktarım Odaklı Psikoterapi). Örneğin, Clarkin ve arkadaşları (2007) ve Doering ve arkadaşları (2010) tarafından yapılan çalışmalar, AOP’nin sınırda kişilik bozukluğu olan hastalar için çeşitli karşılaştırma tedavileri (diyalektik davranış terapisi, destekleyici dinamik terapi ve deneyimli kamu psikoterapistleri tarafından tedavi dahil) kadar veya daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu çalışmalar ayrıca AOP’nin reflektif fonksiyon ve bağlanmadaki gelişmelerin yanı sıra kişilik organizasyonu ve işlevselliğindeki olumlu değişimle benzersiz bir şekilde ilişkili olduğunu göstermiştir. AOP’nin eski çocuk askerler için etkinliği henüz araştırılmamış olsa da mevcut kanıtlar yine de önemlidir, çünkü önceki çalışmalara dahil edilen hastalar da kompleks travma geçmişlerini taşıma eğilimindedir (ancak elbette eski çocuk askerlerin tanık olduğu ve yaşadığı şiddetle ilgili değildir).

    Vaka örnekleriyle aktarım odaklı psikoterapi

    İshmael 2003 yılından beri Hollanda’da bulunan 24 yaşında Sierra Leone’li bir erkektir. Terapist onunla ilk kez tanıştığında, Ishmael 3 yıldır başarısız bir psikoterapi görüyordu ve bu süreçte stabilizasyon ve destek temel odak noktasıydı. Kısa süre içinde İshmael’in tedavi konusunda oldukça kararsız olduğu anlaşıldı; motive olmuştu ancak psikoterapinin doğasında olan samimiyetten korkuyordu. İshmael’in en büyük korkusu, tetiklendiğinde saldırganlığının kontrolünü kaybetmek ve masum bir insana zarar vermekti. Kız arkadaşı da dahil olmak üzere başkalarıyla kavgaya karışmıştı.

    DKB, TSSB ve depresyon kriterlerinin yanı sıra başka türlü belirtilmemiş kişilik bozukluğu kriterlerini de karşılıyordu. İşitsel yorumlar ve görsel halüsinasyonlar da dahil olmak üzere hafıza kaybı ve kısa psikotik ataklardan muzdaripti. Ara sıra intihara meyilli olmuş ve bir kez hastaneye kaldırılmıştı. Şiddetli güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları, aşırı yalnızlık, ait olmama hissi ve insan dışılaşma hissi yaşadığını bildirmişti. “Bazen kendimi bir insandan çok bir hayvan gibi hissediyorum” dedi.

    İshmael, Sierra Leone’deki ilk yıllarını orta derecede mutlu olarak tanımladı. Sekiz yaşındayken isyancılar annesini gözleri önünde öldürmüş ve kendisi de esir alınmıştı. O zamandan beri babasını ve kız kardeşini hiç görmedi. İshmael isyancılar tarafından çocuk köle olarak ormanda onlarla kalmaya zorlandı. Orada sayısız zulme tanık oldu ve bunlara katılmaya zorlandı. Beş yıl sonra kaçmayı başardı ve Freetown’da hayatta kalmayı başardı. Şu anda bir iltica prosedürünün ortasında.

    Psikoterapinin ilk aşamasındaki ana sorun, İsmail’in başkalarıyla ilişki kurarken psikolojik olarak anda kalamamasıydı. Bu durum dissosiyasyon (örneğin, başka zihin durumlarına geçme, yok olma) veya terapiste karşı aşırı baskınlık, saldırganlık ve baskı şeklinde ortaya çıkıyordu. Paranoid duygular; istismar edilme, sömürülme veya aşağılanma gibi aşırı korkuları olduğunu ve önemsenmediği hissine kapıldığını bildirmişti. Kendisine öğretilen duygulanım düzenleme tekniklerini kullanamıyordu. Onun saldırganlığına maruz kaldığında, terapist genellikle korkudan bunalmış hissediyor ve neler olup bittiği üzerine düşünmekte zorlanıyordu. AOP, bu kafa karıştırıcı güçleri, itme ve çekmeleri, yeniden canlandırmaları anlamada mantıklı bir çerçeve sundu.

    AOP’ye geçiş, hastayı ve semptomlarını anlamaya yönelik tek kişilik bir modelden, hastayı ve deneyimlediği dinamik kişilerarası güçleri anlamaya yönelik iki kişilik bir modele geçiş anlamına geliyordu. Bu geçişten sonra yaklaşımdaki farklılıklar sorulduğunda, terapistin aklına gelen ilk şey şu oldu: “Empatik olarak keşfettiğim ve onun gözünden beni yarattığı kişiyi gördüğüm için neler yaşadığına dair çok daha fazla temas ve anlayış. Dissosiyasyon ve saldırganlık, ilişkimizdeki mesafeyi ve yakınlığı düzenlemenin bir yolu olarak anlaşılabilir hale geldi.”

    Clarkin ve diğerlerinin (2006) aktarım ve karşı-aktarımdaki baskın ikililer genel bakışını kullanarak, bu vaka örneğinde bunlardan bazılarını gösteriyoruz (bkz. Tablo 21.1). Aşağıdaki aktarım- karşı-aktarım etkileşimi, ikili ilişkilerin dinamik doğasını göstermektedir. İshmael, en travmatik deneyimlerinden birini terapistiyle paylaşma ve üzgün olma konusundaki savunmasızlığına tepki olarak aniden farklı bir duruma geçti. Terapist aşağıdakileri deneyimlemiştir:

    Aniden saldırganlığa geçmesi beni şaşkına çevirdi. Gözleri keskinleşiyor ve aşağılayıcı bir tavırla, “Görmüyor musun? Etrafında her yerde kavga var.” diyor. Bakışları sertleşiyor ve kayıtsızlaşıyor. Dudakları sadist bir gülümsemeyle hafifçe kıvrılıyor. Bir savaş durumunda karşı karşıya geldiğimiz şiddetli ve acımasız bir travmatik deneyimin yeniden yaşanmasının bir parçasıymışım gibi görünüyor. Artık tanıdığım İshmael’i görmüyorum; her şeyi yapabilecek, son derece tehlikeli ve tehditkâr bir asi görüyorum. Acaba o da bende aynı tehdidi görüyor mu? Kafam karışık hissediyorum. Vücudum tehlike olduğu konusunda beni uyarıyor ve aşırı uyarılmış durumdayım. Kendimi ellerine bakarken yakalıyorum, saldırabilir mi diye merak ediyorum. Şu anda uyanık kalmak istiyorum ama kaos beni ele geçiriyor. Artık neler olup bittiğini düşünemiyorum ve bir korku selinin içinde boğuluyorum. Bu arada umutsuzca terapötik çerçevemi ve araçlarımı arıyorum, ama onlar da silinip gitmiş gibi görünüyor. Kendimi felç olmuş ve çaresiz hissediyorum. Bu savaşı kazanamam, o daha güçlü ve ben ona teslim oluyorum. Saldırganlığıyla elde etmek istediği şey bu mu?

    Saldırganlığına dikkat çekiyorum ve içinde neler olduğunu soruyorum. Şaşırmış görünüyor, saldırganlığı aniden kayboluyor, kızgın ya da korkmuş olduğunu inkar ediyor. Şimdi kafası karışık ve savunmasız olan o. Birdenbire ben fail, o ise kurban oluyor. Fail olmak istemiyorum. Yine kafa karışıklığı var.

    Tablo 21.1 Aktarım ve karşı-aktarımdaki baskın ikililer

    HastaTerapist
    Kontrol eden, tümgüçlü benlikZayıf, kölevari öteki
    İstismara uğrayan kurbanSadist saldırgan/zalim
    Kontrolü kaybetmiş, öfkeli çocukYetersiz, işlevsiz ebeveyn
    Bağımlı, memnum çocukMükemmel bakım sağlayan
    Arkadaş canlısı, itaatkar benlikDüşkün, hayran ebeveyn

    Burada üzüntü ve kırılganlığa karşı agresif bir savunmanın yanı sıra travmanın yeniden canlandırıldığını, ancak tersine dönmüş şekilde, baskın bir pozisyonda, terapisti farkında olmadan korkutarak dehşet verici bir teslimiyet ve kafa karışıklığına sürüklediğini görüyoruz. Hasta, terapist üzerinden kendisinin söze dökemediği aşırı korkuyu uyandırıyor gibi görünmektedir. Sadist saldırgan/zalim ile istismara uğrayan kurban arasında bir salınım vardır. Terapistin ilk görevi bu neredeyse dayanılmaz korkuya tahammül etmek ve ona göre hareket etmemektir.

    Eğer terapist bu korkuya dayanabilir ve hasta ile arasındaki süreci düşünmeye devam edebilir, bunu yaparken saygılı ve tarafsız bir duruş sergileyebilirse, hastanın kendisine yansıttığı kötü nesneyi giderek daha fazla kapsayabilir ve hastayı, daha önce ham ve sembolleştirilmemiş bir duygu durumu olarak var olan şeyi düşünmeye veya sembolik olarak taşımaya teşvik edebilir. Terapistin empatik merakı, hastanın kendisini bunaltan yoğun durumun diğer içsel durumların daha geniş bir bağlamında var olabileceğini ve dolayısıyla gerçekliğin ya da ilişkinin tamamını oluşturmadığını görmesini sağlar. Bu paylaşılan merak da nesneyi, özellikle de yoğunluğunu ve tek boyutlu niteliğini değiştirme etkisine sahiptir. Tüm duygulanımlar terapist tarafından kabul edildikçe, tolere edildikçe ve kapsandıkça, bir ya da iki saniyelik de olsa düşünme alanı ve duygulanım toleransı yavaş ama kademeli olarak artar. Hastanın içinde, korktuğu saldırganın ve deneyimlediği ve gizlice özlem duyduğu empatik ve yansıtıcı ötekinin temsillerini yavaşça bir araya getirdiği bir süreç gerçekleşir; her ikisi de kendi içindeki iç durumların yansımalarıdır. Bunun, hastadaki zulüm nesnelerinin ve kendilik durumlarının kademeli olarak detoksifiye edildiği bütünleştirici bir süreç olduğu düşünülmektedir (Scharff ve Tsigounis, 2003).

    Bir süre sonra terapist, hastayla empati kurarak yoğun güçsüzlük ve üzüntü duygularıyla mücadele eder. Artık hasta hem savunmasız halini tolere edebilmekte hem de terapistle bağlantı kurabilmektedir. Terapist bunu şöyle not eder:

    Ishmael, bir kurban olarak yaşadığı vahşetle ilgili yoğun değersizlik duyguları ifade ediyor. Zihinsel huzura ve ölüme özlem duyuyor. Onun kendinden nefretini ve acısını hissediyorum. Buna dayanamayarak, kendisine dair suçluluk ve utanç dolu bakış açısını değiştirmeye çalışıyorum, ancak bunun onun ihtiyaçlarına uymadığını fark ediyorum. Bana, bunun için içinde yer olmadığını söylüyor. Ona, bakış açısını değiştirme çabamın, aslında onun hüznünün bende yarattığı güçsüzlük hissiyle başa çıkma girişimi olduğunu anladığımı söylüyorum. Ve ekliyorum: “Burada birlikte otururken, hüznün var olmasına izin verebiliriz, hakkında konuşmak zorunda kalmadan.” Bunu duymaktan memnun olduğunu, özellikle de hüznünü serbestçe yaşayabileceği başka bir yer olmadığını söylüyor. Göz göze geliyoruz ve hüznü beni derinden etkiliyor. Gözlerimin nemlendiğini fark ediyor ve ona, hüznünün beni etkilediğini söylüyorum. Bir an için başını yana çeviriyor, ama sonra tekrar bakışlarımı yakalıyor ve hüznünün benim yanımda var olmasına izin verdiğini görebiliyorum. Yoğun bir karşılaşma anı yaşanıyor. Seansın sonunda, İshmael bana, hüznünü deneyimleyip paylaşarak kendini “daha bağlantılı” ve daha az yalnız hissettiğini söylüyor.

    İkili bir bakış açısına göre, terapistin güçsüzlük ve üzüntü hisleri, hastanın ona dair algılarından ve onunla etkileşimlerinden (yani yansıtma ve yansıtmalı özdeşim) kaynaklanır. Bu durumda terapist, önce hastayı bir an önce rahatlatmak ve üzüntüden kaçınmak istemiş, böylece hastanın genellikle yaptığı şekilde davranmıştır. Daha sonra hasta, terapistin üzüntüsünün farkına varmıştır, çünkü terapist onunla birlikte bu üzüntüye katlanmaya istekli olmuş ve bunu birlikte tolere etmişlerdir. Üzüntü içinde birlikte var olmak, hastanın bağ kurmaya, ilişki içinde olmaya ve kaybettiği annesiyle olan bağına dair toleransını yeniden kazanmasını sağlamıştır.

    18 aylık AOP’nin ardından, terapist, terapötik ilişkide yakınlık ve savunmasızlığa yönelik dikkate değer bir artış ve bunlara karşı daha fazla tolerans gözlemlemektedir. Bu gelişme, hastanın iç dünyasında daha önce bölünmüş olan libidinal segmente erişimin sağlanmasını temsil eder. Hasta, acı verici deneyimleri ve güçlü duyguları daha iyi söze dökebilmekte ve tolere edebilmektedir. Duygusal durumlar arasındaki dalgalanmalar ve siyah-beyaz düşünce yapısı azalmıştır. Saldırganlık daha az vahşi, yıkıcı ve korkutucu hale gelmiş ve giderek yok olmakta gibi görünmektedir. Saldırgan duygular, düşünceler ve fanteziler terapide açıkça paylaşılmaktadır. İshmael, duygularını daha iyi düzenleyebilmekte ve kendini şiddete başvurmadan ifade edebilmektedir.

    Belirti düzeyinde, kabuslar, geçmişe dönüşler/flashbackler ve dehşet verici anıları yeniden yaşama durumları, dissosiyasyon, travmatik materyalden kaçınma, güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları azalmıştır. İşitsel sanrı ve görsel halüsinasyonlar geri çekilmiştir. DKB açısından bakıldığında, hastalar anın içinde kalmaya daha yatkın hale gelmiş, duygusal durumlar daha az parçalanmış ve amnezi ile daha az ayrılmıştır. Ağır travmatik deneyimler artık sadece yıkıcı kendilik üzerinden anlatılmamakta, aynı zamanda daha üzgün ve düşünceli ruh halleriyle de ifade edilmektedir. İshmael daha az izole bir yaşam sürmekte, gönüllü çalışmaları, hobileri ve hatta filizlenen bir arkadaşlık sayesinde dış dünya ile daha fazla temas kurmaktadır.

    Tartışma

    Afrikalı DKB ve TSSB olan eski çocuk askerlerin tedavisinde, AOP, bu hastaların saldırganlıklarını ve terapist üzerinde tam kontrol kurma veya baskı kurma eğilimlerini ele almaya yardımcı olur. AOP, bölünmüş saldırganlıkla ilgili ciddi sorunları ve hastaların zihinsel durumlarındaki ani ve kafa karıştırıcı değişimleri anlamak için faydalı bir model sunar. Tedavi, hastanın yalnızca semptomlarına odaklanmak yerine, aktarım- karşı-aktarım dinamiklerini, terapötik ilişkideki itme-çekme etkileşimlerini ve hasta ile terapist arasındaki yeniden canlandırmaları ele alır. Bu yaklaşım, aşırı travmayı anlamada ve tedavi etmede tek kişilik (birey merkezli) psikoloji ile iki kişilik (ilişki merkezli) psikoloji arasındaki tartışmaya da temas etmektedir. Bu vakada, başlangıçta tek kişilik bakış açısı (sadece hastada gözlemlenen semptomlara ve psikopatolojiye odaklanan) sınırlı başarı göstermiştir. Daha sonra, bölme, yansıtmalı özdeşim ve kendilik-öteki durumları arasındaki dalgalanmalar şeklinde hasta ve terapist arasındaki dinamiklere odaklanan iki kişilik psikolojik modele geçilmiştir. Bu değişim, hastanın duygusal düzenleme becerisini geliştirmesine, zihinselleştirmeye başlamasına, sosyalleşmesine ve hem içsel hem de dışsal olarak daha fazla bütünleşmesine yardımcı olmuştur. Geleneksel aşama odaklı travma terapisi yerine, terapötik ilişkide güvenli bağlanmayı güçlendirmeye odaklanarak duygu düzenleme becerileri geliştirilmiştir.

    Bu, TSSB’nun öncelikle bir anksiyete bozukluğu olarak görülmesinden, (kompleks TSSB ve DKB) öncelikle ilişkisel bozukluklar olarak algılanmasına doğru bir geçişi temsil etmektedir. Bu tür bozukluklar izolasyon, yalnızlık (bağlantısızlık), başkalarına güvensizlik, rahatlatıcı içsel ilişkilerin eksikliği, insanlığa karşı öfke, utanç ve suçluluk gibi özelliklerle tanımlanır. Başka bir deyişle, DKB gibi karmaşık stresle ilişkili bozukluklar, kişilik, kimlik ve duygu düzenleme bozuklukları (bir bütün olarak ilişkisel bozukluklar) olarak görülmekte ve terapötik ilişkinin “şu an” içinde çalıştığı psikodinamik tedavilere oldukça uygun olmaktadır.

    18 aylık AOP sonrasında, bu hastada duygu düzenleme, zihinselleştirme ve ilişkilenmede gelişmeler gözlemlendi. Gelişmiş duygu düzenleme, terapistin baskın ikililere ve onlarla bağlantılı duygusal durumlara, etkileşimin “şu an”ında hassas bir şekilde uyum sağlaması ve bunları kapsamasıyla açıklanabilir. Bu hipotezi destekleyen bir çalışma, Levy, Clarkin ve arkadaşları (2006) ile Levy, Meehan ve arkadaşları (2006) tarafından yapılmış ve bir yıllık AOP sonrasında borderline hastalarda reflektif fonksiyonun ve güvenli bağlanmanın geliştiğini göstermiştir; daha güvenli bağlanma, daha iyi duygu düzenlemeye yol açmaktadır (Schore, 2005). AOP’nin zihinselleştirme temelli terapiye benzer olduğu ileri sürülebilir; ancak temel fark, AOP’de farklı ikililer arasındaki çatışma ve dalgalanmanın merkezde olmasıdır. Ayrıca, aktarım doğrudan ele alındığı için terapist bir koçtan ziyade, hastayla birlikte “dansın” içinde yer alan bir katılımcı olur; dolayısıyla AOP, bilişsel olmaktan çok deneyimsel bir yaklaşımdır. Son olarak, AOP, terapi ilişkisinde ele alınması gereken merkezi bir dinamik güç olarak saldırganlığa özel bir önem atfetmektedir.

    Saldırganlık ve onun nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda görüşler önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Bazı tedavi modelleri saldırganlığı hiç ele almaz (bunun “yabancı bir kendilikten” geldiğini varsayar), bazıları ise yalnızca onu kontrol etmeye çalışır (daha çok bilişsel-davranışçı öfke yönetimi yaklaşımları) veya bastırır (örneğin, ilaç yoluyla). Ancak AOP’de, saldırganlık içsel dinamiklerde temel, hayati ve bir bakıma sağlıklı bir unsur olarak kabul edilir.

    Ağır travma yaşamış hastalarda, saldırganlık doğrudan tedavi sürecinde ortaya çıkmadığında, bunun kâbuslar ve kendine zarar verme yoluyla dışa vurulabileceğine dair klinik bir izlenimimiz var. Bu yol ile, saldırganlık, içsel dünyadaki saldırgan figürlere yansıtılarak güvenli bir biçimde deneyimlenir (içsel olarak ifade edilir). Bu hastaların ayrıca, çocukluk dönemindeki saldırganlarla özdeşleşmelerinden kaynaklanan, tamamen kontrol sağlamaya çalışan (saldırgan) baskıcı içsel temsilleri vardır. AOP perspektifinden bakıldığında, bir tür entegrasyon, denge ve sağlığa ulaşmak için hastanın saldırganlığının ele alınması ve kendisine ait bir parça olarak kabul edilmesi gereklidir. Ancak, tüm hastaların bunu kabul etmeye istekli veya hazır olmadığını gözlemliyoruz; bazıları, kendilerini bir kurban kimliğine sıkı sıkıya bağlayarak ve saldırganlığı dışarıya yansıtmaya devam ederek baskı altında kalmaktan başka bir çıkış yolu olmadığını hissetmektedir.

    AOP terapisti, dansa katılır fakat aralarındaki dinamikleri sürekli olarak yansıtmaya çalışır. Terapist bunu saygılı bir şekilde yapar, hastanın içindeki çatışmalara karşı nötr kalır, hastanın algıları ve etkileşimleriyle tetiklenebilecek zorlu duygusal durumları kabul eder. Bir liman metaforunu kullanacak olursak, tüm gemilere izin verilir. Hiçbir geminin denizde kalması gerekmez (yani, ne kadar olumsuz olurlarsa olsunlar tüm duygular ve zihinsel durumlar terapist ile ilişkide kabul edilir). Sonra terapist hastanın kendisini yansıttığından daha entegre bir şekilde görebileceği yansıtan bir ayna gibi davranır. Saldırganlık ve nefreti kapsamak, iyi ve kötü olanın entegrasyonuna giden yolun ön koşuludur. “Yıkıcı kendilik” görülmeli, saygı gösterilmeli, kabul edilmeli ve tüm kişi için ne anlama geldiği takdir edilmelidir: O, korkunç anıların muhafızıdır ve yeniden zarar görmekten kaçınmak için hastayı gözetler. Bu kendilik yönü son derece yalnızdır (insanlık dışı) ve kimsenin onu sevmediğine veya yakın olamayacağına ikna olmuştur. Eğer bu tehlikeli ve nefret dolu parça anlaşıldığını, saygı gösterildiğini ve takdir edildiğini hissederse hastanın nefreti yavaşça erimeye başlar (bkz. Draijer, 1999). Ancak o zaman yas tutma ve derin üzüntü için yer açılır. Öldüren hastaların yas tutması gerekir, yas tutma ve pişmanlık ritüelleri başlatılabilir.

    Son olarak, terapistin, hastanın içsel dünyasına duygusal olarak erişmeyi öğrenmesi, bu dansa katılması, bunu tanıması ve bir müdahalede bulunmak için üzerine düşünmesi olmazsa olmazdır. Bu duygusal erişilebilirliği, zihinsel beceri ve duyusal duyguları fark etme ve bunları bir müdahaleye dönüştürme becerisini geliştirebilmek için terapistin bir süpervizörle güvenli ve kabul edici bir ilişkiye ihtiyacı vardır.

    Sonuç

    Aşırı saldırganlık ve bir saldırgan kendilik durumu, dissosiyatif bozuklukları olan hastalar için ciddi sorunlar oluşturur, onları diğer insanlardan yabancılaştırır, yakınlığı engeller ve terapistlerinde korku yaratır. Bu sorun, TSSB üzerine yapılan pek çok teori veya araştırmada nadiren ele alınmaktadır, çünkü tedavi genellikle anksiyeteye odaklanır.

    Öfke ve saldırganlık, şiddetli travmalarda merkezi bir rol oynar, hastaların kendilerini suçlu, kötü ve yalnız hissetmelerine neden olur, kontrol için mücadele etmelerine yol açar ve onları diğer insanlardan yabancılaştırır. Bu, özellikle hastaların öldürmeye zorlandığı durumlarda geçerlidir. DKB’den muzdarip eski çocuk askerlerinin saldırganlıkları ile ilgili tedavilerde AOP, bu saldırgan yönleri ve başkaları üzerinde tam kontrol kurma ya da başkalarını baskılama eğilimlerini ele alır, buna terapist de dahildir. Ayrıca, hastaların içsel baskılarından kurtulmalarına yardımcı olur.

    Yazarlar, Dr. Frank Yeomans, MD, PhD’ye çok yardımcı yorumları için teşekkür eder.
    Bu bölüm, şu makalenin genişletilmiş bir versiyonudur: Nel Draijer PhD & Pauline Van Zon MA (2013): “Eski Çocuk Askerleriyle Aktarım Odaklı Psikoterapi: Yıkıcı Benlikle Karşılaşma”, Journal of Trauma & Dissociation, 14:2, 170-183.
    Telif Hakkı © Taylor & Francis Group, LLC
    ISSN: 1529-9732 basılı/1529-9740 çevrimiçi
    DOI: 10.1080/15299732.2013.724339

  • Kişilik Sendromları

    Kaynak: Shedler, J. (2021). The personality syndromes. In R. Feinstein (Ed.), A Primer on Personality Disorders: Multi-Theoretical Viewpoints. Oxford: Oxford University Press. [© 2021 by Jonathan Shedler, PhD]

    Ana Noktalar

    • Kişilik (personality), bireyin düşünce, duygu, davranış, motivasyon, savunma mekanizmaları, kişilerarası işlevsellik ve kendini ve ötekileri deneyimleme yollarına ilişkin karakteristik örüntülerini ifade eder. 
    • Kuşaklar boyunca biriken klinik bilgi, tanıdık kişilik sendromlarına dair bir sınıflandırma (taksonomi) ortaya koymuştur. 
    • Kişilik sendromları, sağlıklıdan ciddi düzeyde bozulmuş bir fonksiyonel süreklilik üzerinde varlık gösterir. Normal ve patolojik kişilik arasında bir kesinti yoktur. 
    • Kişilik sendromlarını anlamak, içsel çatışmalar, savunma mekanizmaları ve güdüler gibi altta yatan kişilik süreçlerini anlamayı gerektirir. 
    • Her kişilik sendromu için, sendromu “ideal” veya saf haliyle tanımlayan bir tanısal prototip sağlanmıştır. 
    • Kliniklerin, hastalar ile tanısal prototipler arasındaki genel benzerliği dikkate alarak örüntü tanıma yöntemine dayalı pratik bir tanı yöntemi sunulmuştur. 
    • Kişilik yapıları, klinik vaka formülasyonlarının geniş çerçevesini sağlar. Mevcut semptomları ve rahatsızlıkları açıklayıp bağlam içine yerleştirebilirler. 
    • Her kişilik sendromu, depresyona giden farklı bir yol sunar ve farklı bir tedavi odağı gerektirir. 

    Giriş

    Kişilik, sahip olduğunuz rahatsızlıklarla değil, kim olduğunuzla ilgilidir. Bir kişinin düşünce, duygu, davranış, motivasyon, savunma mekanizmaları, kişilerarası işlevsellik ve kendini ve diğerlerini deneyimleme yollarına dair karakteristik örüntülerini ifade eder. Her insanın kişilikleri (personalities) ve kişilik stilleri (personality styles) vardır.

    Genel Bakış

    Her ne kadar insanlar kadar çok kişilik türü olsa da, kuşaklar boyunca biriken klinik bilgi, tanıdık kişilik stilleri (styles) ya da tiplerine (types) dair bir sınıflandırma ortaya çıkarmıştır. Sağlıklı ya da sıkıntılı olsun, çoğu insan bu sınıflamada bir yere uyar. Son yirmi yıldaki ampirik araştırmalar, ana kişilik türlerini ve temel özelliklerini doğrulamıştır.1–5

    Çoğu klinik kuramcı, kişilik tiplerini doğası gereği bozuk (disordered) olarak görmez. Klinik literatürde genellikle kişilik tipleri (types), stilleri (styles) ya da sendromları (syndromes) olarak tartışılır -“bozukluklar (disorders)” olarak değil. Her biri, sağlıklıdan ciddi düzeyde bozulmuş bir işlevsellik sürekliliği üzerinde varlık gösterir. “Bozukluk (disorder)” terimi, klinisyenler için bir dilsel kolaylık olarak görülmelidir; belirgin bir disfonksiyon, sınırlama ya da ızdıraba neden olan bir aşırılık ya da katılık derecesini ifade eder. Örneğin, narsisistik bir kişilik stiline sahip olmak, narsisistik kişilik bozukluğuna sahip olmak anlamına gelmez. 

    Aynı kişilik dinamikleri hem güçlü yönlere hem de zayıflıklara yol açar. Sağlıklı bir narsisistik kişilik stiline sahip bir kişi, büyük hayaller kurma ve bunların peşinden gitme cesaretine sahiptir; vizyoner, yenilikçi ve kurucu olabilir. Sağlıklı bir obsesif-kompulsif stile sahip bir kişi, hassas ve analitik düşünmeyi gerektiren alanlarda başarılıdır; mühendis, bilim insanı ya da akademisyen olabilir. Sağlıklı bir paranoyak stili olan bir kişi, yüzeyin altını görür ve başkalarının kaçırdığını fark eder; araştırmacı gazeteci ya da parlak bir tıbbi tanı uzmanı olabilir. En iyi ve en kötü özelliklerimiz genellikle aynı psikolojik kumaştan kesilmiştir. 

    Pek çok psikanalitik etkilenimli klinisyen, Otto Kernberg’in6-7 önerdiği bir örgütleyici çerçevenin geniş hatlarını kabul eder. Bu çerçeve, kişilik tipi kavramını, kişilik örgütlenme düzeyini (level of personality organization) yansıtan bir “şiddet boyutu” (sağlıklı, nevrotik, borderline, psikotik) ile birleştirir. Örneğin, narsisistik kişiliği nevrotik bir düzeyde veya borderline bir düzeyde organize olmuş bir hastadan söz edebiliriz. Burada sunulan yaklaşım, bu çerçeve ile tutarlıdır. (Kişilik örgütlenme düzeyleriyle ilgili tartışma için bkz. Bölüm 2: Kişilik Örgütlenme Düzeyleri: Teorik Arka Plan ve Klinik Uygulamalar.)

    Kişilik stillerinin işlevsellik sürekliliği üzerinde var olduğunu kabul etme anlayışı, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı (DSM)10 tarafından, DSM-III’ün11 yayımlanmasıyla birlikte zayıflatılmıştır. Klinik literatürde tartışılan kişilik stillerini bir bozukluklar sınıflamasına dâhil etmek için, DSM’nin hazırlayıcıları bunları patolojik bir biçimde tanımlamış, bazı durumlarda şiddeti karikatürize edilmiş bir noktaya kadar artırmışlardır.3-4 DSM ayrıca, kişilik stillerinin merkezinde yer alan içsel çatışma, savunma mekanizmaları ve güdüler gibi kişilik süreçlerini göz ardı etmiştir. Bunun yerine, dışa dönük davranışlara ve kolayca gözlemlenebilen semptomlara (symptoms) odaklanmıştır. Böylece DSM, terimleri ve kavramları klinik -özellikle psikanalitik- literatürden (obsesif-kompulsif, narsisistik, paranoyak vb.) ödünç almış, ancak bu terimleri daha geniş klinik bilgi birikiminden koparmıştır.

    Kişilik tedavisinde uzman klinisyenler, DSM’nin sunduğundan8,9,12,13 daha zengin, daha derin ve daha karmaşık bir kişilik sendromları bilgisine sahiptir ve bazı durumlarda DSM’den farklılaşır.3 Bu bölüm, kişilik sendromlarını uzman klinisyenlerin anlayışı doğrultusunda ve ampirik araştırmalarla doğrulanmış şekilde genel hatlarıyla ele almaktadır. Buradaki tanımlar, açık davranış ve semptomların ötesine geçerek altta yatan kişilik süreçlerine (personality processes) odaklanmaktadır. Bu süreçler, birçok hasta için etkili tedaviye yönelik yol haritaları sunabilir. 

    Örüntü Tanıma ile Tanı (Diagnosis as Pattern Recognition)

    Bu bölümde ele alınan her bir kişilik sendromu, tanısal prototip (diagnostic prototype) adı verilen ve kişilik sendromunu “ideal” ya da saf formuyla tanımlayan, bir paragraf uzunluğunda bir açıklama ile temsil edilir. Bu tanısal prototipler kanıta dayalıdır. Shedler-Western Değerlendirme Prosedürü (SWAP) kullanılarak, klinisyenlerin tanımladığı N = 1,201 hastadan oluşan ulusal bir örneklem temel alınarak ampirik bir şekilde türetilmiştir. Bu prototipler, yalnızca teorik varsayımlar değil, ampirik olarak gözlemlenebilir hasta özelliklerini yansıtır.

    Doğal olarak oluşan tanısal gruplamalar, klinik literatürde tanımlanan kişilik sendromlarını büyük ölçüde doğrulayan istatistiksel kümeleme yöntemleriyle belirlenmiştir. Her kişilik sendromunu en iyi tanımlayan SWAP maddeleri (tanımlayıcı ifadeler) de ampirik olarak belirlenmiş ve ardından tanısal prototipleri oluşturmak için paragraflar hâlinde düzenlenmiştir.4 (SWAP aracı, Bölüm 4: Klinik ve Ampirik Yaklaşımları Kişiliğe Entegre Etmek: Shedler-Western Değerlendirme Prosedürü / The Shedler- Westen Assessment Procedure (SWAP) başlığında tanımlanmıştır. Araca şu adresten ulaşılabilir: https://swapassessment.org](https://swapassessment.org).)

    Tanısal prototipler, hem ampirik temelli olmaları hem de birikmiş klinik bilginin zenginliğini ve karmaşıklığını korumaları açısından avantaj sağlar. Bir kişilik tanısı koymak için klinisyen, bir hasta ile tanısal prototip arasındaki genel benzerlik ya da uyumu 0 (hiç uyum yok) ile 5 (çok iyi uyum) arasında derecelendirir. Daha yüksek skorlar, tanısal prototipe daha fazla benzerlik ve daha fazla şiddet gösterir. Tanısal prototipler Kutular 1.1’den 1.10’a kadar sunulmuştur ve her prototiple birlikte derecelendirme ölçeği yer alır.

    DSM-5 veya Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD-10) tanı sistemleriyle uyum için kategorik bir tanı istenirse, 4 ve 5 puanları kişilik bozukluğu tanısını, 3 puanı ise bir bozukluğun özelliklerini ya da eğilimlerini ifade eder. Örneğin, bir hasta narsisistik kişilik için 5 ve obsesif-kompulsif kişilik için 3 puan alırsa, kategorik (DSM formatındaki) tanı, narsisistik kişilik bozukluğu ve obsesif-kompulsif özellikler olarak ifade edilir.

    Bu yaklaşımın temel varsayımı, bir kişilik sendromunu tanımlayan şeyin, birbiriyle ilişkili psikolojik özelliklerin bir örüntüsü ya da konfigürasyonu olduğudur; ayrı ayrı özelliklerin varlığı ya da yokluğu değil. Bir kişilik sendromunu tanımak örüntü tanımaktır, bir yüzü tanımanın ayrı ayrı özelliklerin sayılmasına değil örüntü tanımaya bağlı olması gibi.4,14,15

    Prototip eşleştirme, güvenilir ve geçerli tanılar sağlar ve klinisyenlerin bilişsel karar verme süreçleriyle uyumlu çalışır; bu süreçler örüntü tanımaya dayanır. Bu yöntem, uzman klinisyenlerin uygulamada hâlihazırda yaptıklarını sistematikleştirir. Bir tüketici tercih çalışmasında, psikologlar ve psikiyatristler, bu kişilik tanısı yöntemini, DSM tanı sistemine ve kişiliğin boyutsal özellik modellerine tercih etmişlerdir.16

    Tedavi Odağı Geliştirme

    Son yıllarda birçok klinisyen, yalnızca belirgin sorunlara ve DSM Eksen I bozukluklarına (örneğin depresyon veya yaygın anksiyete) odaklanmak üzere eğitilmiştir ve bunları kişilikten bağımsız, izole edilmiş durumlar olarak görme eğilimindedir. Belirli DSM bozukluklarını hedefleyen tedaviler, bir DSM tanısı alan tüm hastaların “aynı” duruma sahip olduğunu ve aynı müdahalelere yanıt vereceğini varsayar. Ancak klinisyenler, genellikle bu durumun nadiren bu kadar basit olduğunu deneyimleyerek öğrenirler.

    Çoğu zaman, kişilerin ruh sağlığı tedavisine başvurmalarına neden olan sorunlar, izole problemler değildir. Bu sorunlar, onların yaşamlarının dokusuna işlenmiştir. Bireyin karakteristik düşünme, hissetme, davranma, başa çıkma, savunma mekanizmaları ve diğer insanlarla ilişki kurma biçimlerine, yani kişiliklerine, gömülüdür ve onlardan ayrılamaz. Bu, kişinin tanımlanabilir bir “kişilik bozukluğu” olup olmamasından bağımsız olarak geçerlidir. Hasta, yalnızca hangi bozukluklara sahip olduğunu değil, kim olduğuna dair psikolojik olarak sistemik bir anlayış geliştirebilmesi için klinisyenin bunu kavramasına ihtiyaç duyar. Bu anlayış, neden belirli türdeki acılara tekrar tekrar maruz kaldıklarını ve bunu nasıl değiştirebileceklerini anlamalarına yardımcı olur.

    Anlamlı ve kalıcı değişimler genellikle semptomlara odaklanmaktan değil, bu semptomların altında yatan kişilik örüntülerine odaklanmaktan gelir. Kişilik stilleri bilgisi, uzman klinisyenlerin yönlendiği kişilik coğrafyasına dair bir harita sunar. Dolayısıyla her bir kişilik sendromu, yalnızca bir tanımlama değil, aynı zamanda klinik vaka formülasyonunun temel hatlarını temsil eden bir kısayoldur. Bu formülasyon, tedavi odaklı bir yaklaşım sunabilir ve birçok hastanın yaşadığı acıların temel nedenlerini ele alabilir. Bu bölümün sondan bir önceki seksiyonu olan Kişilik ve Kliniksel Vaka Formülasyonu bu konuyu tekrar ele alacaktır.

    Kişilik Sendromları

    Bu bölüm, klinik teorisyenler tarafından anlaşılan ve ampirik araştırmalarla doğrulanan başlıca kişilik sendromlarını açıklar. Tanısal prototipler ve derecelendirme ölçekleri  Kutu 1.1-1.10’da günlük klinik tanılar için kullanılabilir. 

    1) Depresif Kişilik

    DSM’de yer almamasına rağmen, depresif kişilik klinik uygulamalarda en sık karşılaşılan kişilik sendromudur.2 Bu, terimin her anlamıyla bir kişilik sendromudur: ergenlik döneminden itibaren belirgin olan ve kişilik süreçlerinin tüm spektrumunu kapsayan kalıcı bir psikolojik işleyiş örüntüsüdür.

    Depresif kişiliğe sahip bireyler, özellikle yetersizlik, üzüntü, suçluluk ve utanç duyguları gibi acı verici duygulara karşı kronik bir savunmasızlık gösterirler. İhtiyaçlarını fark etmekte zorlanırlar, fark ettiklerinde ise ifade etmekte güçlük çekerler. Kendilerine zevk verme konusunda çatışmalı olabilirler ve bazen bilinçdışı bir şekilde kendilerini cezalandırma arzusuyla hareket ederler. Bu, ya acıya yol açacak durumlara girmek ya da kendilerini keyif alabilecekleri fırsatlardan mahrum bırakmak şeklinde olabilir. Psikolojik açıdan anlayışlı bir gözlemci, böyle birini kendi kendisinin en büyük düşmanı olarak tanımlayabilir.  

    Bir düşmanın olduğu yerde genellikle öfke ve saldırganlık da bulunur. Depresif kişilikteki temel psikolojik temalardan biri, kendiliğe (self) yönelik içsel saldırılardır. Kişi öfke duyar, fakat bu öfkeyi deneyimlemeye karşı savunma geliştirir ve bunun yerine öfkesini kendisine yöneltir. Bu durum, öz-eleştiri, öz-yoksunluk ve öz-cezalandırma biçiminde ortaya çıkar. İlgili SWAP öğesi şu şekildedir: “Başka insanlara yönelik öfkeyi kabul etmekte veya ifade etmekte zorlanır ve bunun yerine depresif, öz-eleştirel, öz-cezalandırıcı hale gelir.” Kısacası kişi, kendisine nefret ettiği biriymiş gibi davranır.

    Klinisyenler, depresif kişiliklere sahip bireylerin öfke ve saldırganlıklarını kolayca gözden kaçırabilir, çünkü bu kişiler genellikle dışarıdan uyumlu görünür ve diğer insanların, klinisyen de dahil olmak üzere, ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne koyarlar. Psikoterapinin anlamlı bir psikolojik değişim sağlayabilmesi için, öfkenin tanınması, hissedilmesi ve terapi ilişkisinde keşfedilmesi gerekir. 

    Depresif kişiliklerde diğer bir psikolojik tema, ayrılık, reddedilme ve kayıpla ilgilidir. Kişilerarası ilişkilerdeki kopukluklara karşı aşırı duyarlıdırlar ve terk edilme ya da korunmasız bırakılma korkusu taşırlar. Bu nedenle kişilerarası çatışmalardan kaçınır ve kendilerini ifade etmekte zorluk çekerler. Gereksiz yere başkalarını memnun etme ve yardımsever davranışlar, onaylanmama ya da reddedilme korkusunu önlemeye yönelik savunmalardır.

    Bu örüntü, erken dönemde bir bakımverenin ilişkisel yetersizliği ya da duygusal olarak yeterince ulaşılabilir olmaması nedeniyle gelişebilir. Bu durum, bireyin kendisini boş ve eksik hissetmesine, yaşadığı yoksunluğun kendi kötülüğünden kaynaklandığını düşünmesine yol açabilir. Bazı hastalar, iyi oluşları için hayati öneme sahip birinin ya da bir şeyin kaybolduğuna ve asla geri getirilemeyeceğine dair yaygın bir his taşırlar. Bu duygular, sonraki kayıp deneyimlerine odaklanarak kristalleşebilir ve onlar tarafından daha da güçlendirilebilir. Gerçekçi olarak erişilebilir olan ödüller ve zevkler, kaybedilenin veya olabilecek olanın soluk bir gölgesi gibi deneyimlenebilir. Bu tür hastaların, hayatın şu anda sunabileceği şeylere duygusal olarak yatırım yapabilmeleri için, kaybettikleri şeylerin yasını tutmak amacıyla klinisyenin yardımına ihtiyaçları olabilir.

    Bazı depresif kişiliklerde bilinçdışı öfke ve benliğe saldırılar baskınken, diğerlerinde ayrılık ve kayıp temaları ön plandadır. Bu temalar literatürde içselleştirici (introjective) ((öz-eleştirel (self-critical)) ve anaklitik (anaclitic) ((bağımlı (dependent)) depresyon olarak tartışılmıştır.17,18 Her iki tema da herhangi bir karışımda mevcut olabilir.

    Ruh sağlığı profesyonelleri arasında depresif kişilik yaygındır.19 Klinik uygulayıcılar, kendileri yerine başkalarını önemseme, gereksiz yere yardımsever olma ve gerçekçi olmayan, kendilerine dayattıkları standartlara ulaşamadıkları için kendilerini suçlama konusunda sonsuz fırsatlara sahiptirler. Depresif kişilik prototipi için Kutu 1.1’e bakınız.

    Kutu 1.1 Depresif Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Depresif kişilik özelliklerine sahip bireyler depresyon ve yetersizlik duygularına yatkındırlar, genellikle öz-eleştirel veya öz-cezalandırıcı olurlar ve terk edilme ya da kayıp korkusu ile meşgul olabilirler.

    Bu prototipe uyan bireyler, genellikle depresif veya umutsuz hissederler, yetersizlik, aşağılık veya başarısızlık duyguları yaşarlar. Hayatın aktivitelerinde çok az zevk veya tatmin bulurlar ve yaşamlarının bir anlamı olmadığını hissederler. Kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yeterince önem vermezler, hayal kırıklığından korunmak için umutlarını ve arzularını reddederler. Zevk yaşamaktan çatışma içindedirler, heyecan, neşe veya gurur hislerini engellerler. Başarı veya başarı konusunda da çatışma yaşayabilirler (örneğin, potansiyellerine ulaşmamak ya da başarıya çok yaklaşmışken kendilerini sabote etmek). Bu prototipe uyan bireyler genellikle öz-eleştiricidirler, kendilerini gerçekçi olmayan standartlara göre değerlendirirler ve kötü şeyler olduğunda suçluluk hissederler. Kendilerini “cezalandırmak” ister gibi görünürler, bu da mutsuzluğa yol açacak durumlar yaratmak ya da zevk ve tatmin fırsatlarını engellemek şeklinde olabilir. Öfkeyi kabul etmek veya ifade etmekte zorlanırlar, bunun yerine depresif, öz-eleştirici veya öz-cezalandırıcı olurlar. Genellikle reddedilme veya terk edilme korkusu taşırlar, boşluk duygularına eğilimlidirler ve başkalarının yanında bile yalnız ve terk edilmiş hissedebilirler. Mutlulukları için gerekli olan birinin ya da bir şeyin, sonsuza kadar kaybolduğuna dair sürekli bir hissiyatları olabilir (örneğin, bir ilişki, gençlik, güzellik, başarı).

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    2) Kaygılı-Kaçıngan Kişilik

    DSM tarafından kullanılan “Kaçıngan Kişilik Bozukluğu (Avoidant Personality Disorder)” terimi klinisyenler arasında daha yaygın bilinir; ancak “kaygılı-kaçıngan (anxious-avoidant)” şeklindeki birleşik ifade, bu kişilik sendromunun özünü daha doğru ve net bir şekilde yansıtır.

    Kaygılı-kaçıngan kişilik özelliklerine sahip bireyler, öncelikle, kaygılıdır. Kaygı, hem kendilerini hem de dünyayı algılayış biçimlerini kuşatır. Algılanan tehlikeler ve geçmişte yapılan hatalar üzerine tekrar tekrar düşünürler. Baskın duyguları kaygı, utanç ve mahcubiyettir. Kaygı kaynaklarına karşı savunma mekanizmaları olarak kaçınmayı kullanırlar. Sorun şu ki, kaygının kaynakları her yerdedir, içlerinde bile. Sonuçta, kaçıngan tepkiler psikolojik bir hapishanenin parmaklıklarına dönüşür, düşünce, duygu, seçim ve eylem özgürlüğünü kısıtlar. Bunun sonucu olarak, kaygılı-kaçıngan kişilik özelliklerine sahip bireyler sınırlı bir hayat sürer ve tanıdık rutinlere bağlı kalma eğilimindedirler. Kaçıngan savunmalarına rağmen, kaygı yine de çeşitli yollarla dışa sızabilir; bu sızma, somatik semptomlar ve bedensel endişeleri içerebilir. 

    Kaygılı-kaçıngan kişiliğe sahip bireyler yalnızca dışsal, kişilerarası dünyadan değil, aynı zamanda kendi içsel dünyalarından da korkarak kaçınırlar. Bu, dış dünyaya karşı sosyal kaçınma, kendinin aşırı farkında olma ve sosyal beceriksizlik olarak kendini gösterir. İçsel dünyaya karşı ise duygusal yaşam ve arzuların bastırılması ve kısıtlanması şeklinde ortaya çıkar. Zarardan kaçınmaya odaklanırlar, arzularını gerçekleştirme motivasyonları zayıftır. 

    Psikoterapideki zorluk, kaygılı-kaçıngan kişilik özelliklerine sahip hastaların terapi sürecinde de kaçıngan davranışlar sergilemeleridir. Zor konulardan uzak durma, rahatsız edici düşünceler oluştuğunda konuyu değiştirme ve klinisyenin psikolojik deneyimleri keşfetme çabalarını savuşturma eğilimindedirler. Bu durum, klinisyenler için bir ikilem yaratır: Kaçıngan savunmalar ele alınmazsa terapi pek bir sonuç vermez; ele alındığında ise hasta terapiyi bırakabilir veya tamamen içine kapanabilir. Etkili bir tedavi, destek ve yüzleştirmenin dengelenmesini gerektirir. Klinisyenin hem destekleyici hem de gerektiğinde yönlendirici bir şekilde yaklaşarak bu hassas dengeyi sağlaması önemlidir.  Klinisyen, hastanın daha önce ifade etmediği duygularını ve fantezilerini kelimelere dökmesi için ona yardımcı olmalı ve destek olmalıdır. Hastalar, bazı durumlardaki kaygılı-kaçıngan tepkilerini (hem terapide hem de dışarıda) gösterdiklerinde, bu varsayılan tehlikelerle ilgili ayrıntılar istenmeli ve bunlar gün ışığında incelenmelidir (“O zaman ne olur?”). Güvenli bir çalışma ittifakı kurulduğunda, klinik uzman, hastayı korktuğu durumlarla ve deneyimlerle aşamalı bir şekilde yüzleşmeye teşvik etmelidir. Kaygılı-kaçıngan kişilik prototipi için Kutu 1.2’ye bakınız.

    Kutu 1.2 Kaygılı-Kaçıngan Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Kaygılı-kaçıngan kişilik özelliklerine sahip bireyler, sürekli kaygıya eğilimlidirler; sosyal kaygıları vardır ve kaygıyı yönetme çabaları yaşamlarını sınırlayıp kısıtlar.

    Bu prototipe uyan bireyler sürekli olarak kaygılıdırlar. Sorunlar üzerinde düşünmeye eğilimlidirler ve zihinlerinde konuşmaları yeniden oynatırlar. Arzu peşinde koşmaktan daha çok, zarar vermemekle ilgilenirler ve seçimleri ile davranışları, algılanan tehlikelerden kaçınma çabaları tarafından aşırı derecede etkilenir. Utanma ve mahcubiyet duygularına yatkındırlar. Bu prototipe uyan bireyler, sosyal ortamlarda utangaç ve özbilinçli olurlar, kendilerini dışlanmış veya yabancı gibi hissederler. Sosyal durumlarda genellikle sosyal olarak garip ve sık sık utanma veya aşağılanma korkusuyla sosyal ortamlardan kaçınırlar. İçsel engellemeler ve daralmalar gösterirler ve arzuları kabul etmek ya da ifade etmekte güçlük çekerler. Günlük rutinlere sıkı sıkıya bağlı olabilirler, karar vermekte zorlanabilirler veya seçim yaparken kararsızlık gösterebilirler. Kaygıları, panik ataklar, hipokondriyak endişeler (örneğin, normal ağrılar ve acılar hakkında aşırı endişe) veya stres karşısında somatik belirtiler (örneğin, baş ağrısı, sırt ağrısı, karın ağrısı, astım) gibi çeşitli kanallarla kendini gösterebilir.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    3) Bağımlı-Kurban Kişilik (Dependent‐Victimized Personality)

    DSM, “Bağımlı Kişilik Bozukluğu [Dependent Personality Disorder]” terimini kullanır, ancak “bağımlı‐kurban [dependent-victimized]” ifadesi, bu kişilik sendromunun temel özelliği olan kendini zarar görecek durumlara sokma eğilimini daha iyi yansıtmaktadır. Bu kişilik sendromuna sahip bireyler, kötü muamele gördükleri, sömürüldükleri veya istismar edildikleri ilişkilere çekilirler.

    Bağımlı‐kurban kişilik yapısına sahip bireyler, yoğun bağımlılık eğilimleri gösterirler ve hayati derecede ihtiyaç duydukları bağlanma ilişkisini sürdürebilmek için kendi ihtiyaçlarını başkalarının ihtiyaçlarına tabi tutarlar. Bu durum onları kötü muameleye ve sömürüye karşı savunmasız hale getirir. Kişi, bağlanma ilişkisini varoluşunun temel bir unsuru olarak deneyimler ve bunu koruyabilmek için kendisine itici veya hatta yıkıcı gelen şeyleri kabul etmeye hazır görünür. Dışa dönük olarak uyumlu, edilgen ve boyun eğicidirler. İçsel olarak ise kendilerini değersiz, layık olmayan ve ilişki içinde olmadıklarında çaresiz hissederler. Ağır vakalarda, kişinin kendine zarar veren bir ilişki dışında var olabilmesi hayal dahi edilemez hale gelebilir. Derin bir değersizlik duygusu nedeniyle, kendisini küçümseyen birini, kendisini gerçekten anlayan tek kişi olarak görebilir. 

    Boyun eğme, öfke ve içerlemeye yol açar, ancak açık öfke bağlanma ilişkisini tehdit ettiği için bastırılmalıdır. Bastırılan öfke ve saldırganlık, pasif-agresif davranışlar şeklinde ortaya çıkar ve bu da kişinin daha fazla kötü muamele görmesine yol açabilir. Bu ilişki dinamikleri, aktarım ve karşı-aktarım yoluyla terapi ilişkisine de yansıyabilir. Hasta, terapiste bağımlı hissederken, aynı zamanda yardım çabalarını pasif-agresif biçimde engelleyebilir. Terapistler başlangıçta hastanın ihtiyacına yanıt olarak ekstra özen göstermeye çalışabilir, ancak hasta “çaresiz” bir şekilde tüm çabaları boşa çıkardığında, kendilerini kontrolcü veya cezalandırıcı bir tutum içinde bulabilirler. Bu noktada, terapötik ilişki, hastanın diğer işlevsiz bağlanma ilişkilerine benzemeye başlar. Bu ilişki kalıplarını ve nasıl oluştuğunu anlamak, yeni ve daha sağlıklı ilişkisel yolların kapısını aralayabilir.  Bağımlı‐kurban kişilik prototipi için Kutu 1.3’e bakınız.

    Kutu 1.3 Bağımlı-Kurban Kişilik Prototipi

    Özet: Bağımlı-kurban kişiliğe sahip bireyler son derece bağımlıdır, yalnız kalmaktan korkarlar ve kendi iyilik hallerine yeterince önem vermezler; bu durum, refahlarını veya güvenliklerini tehlikeye atacak noktaya kadar varabilir. Ayrıca, öfkelerini doğrudan ifade etmekte zorlanırlar.

    Bu prototipe uyan bireyler genellikle muhtaç ve bağımlıdır, yalnız kalmaktan ve reddedilmekten ya da terk edilmekten korkarlar. Çevrelerine hoş görünmeye ve boyun eğmeye eğilimlidirler; destek veya onay alabilmek için kendilerine rahatsızlık veren şeylere bile rıza gösterebilirler. Pasif ve çekingen olurlar, kendilerini çaresiz ve güçsüz hissederler. Kararsız, etkilenmeye açık ve saf ya da dünyaya karşı bilgisiz görünebilirler. Beklenenden daha az hayat tecrübesine sahip gibi davranabilirler. Duygusal olarak ulaşılmaz insanlara bağlanma eğiliminde olup, kendilerini karşısındaki kişiye bakmak veya onu kurtarmak zorunda hissettikleri ilişkiler yaratırlar.  Bu prototipe uyan bireyler genellikle duygusal veya fiziksel olarak istismar edildikleri ilişkilerin içine çekilir ya da bu tür ilişkilerde kalmaya devam ederler. Ayrıca, gereksiz yere kendilerini tehlikeye atan durumlara girme eğiliminde olabilirler (örneğin, yalnız yürümek veya güvensiz yerlerde yabancılarla buluşmayı kabul etmek). Kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yeterince önem vermez ve kendilerini değersiz veya layık olmayan biri olarak görebilirler.  Bağımlı-kurban kişiliğe sahip bireyler, öfkelerini kabul etmekte ve ifade etmekte zorlanır; bunun yerine depresif, kendini eleştiren veya kendini cezalandırıcı bir tutum sergileyebilirler. Öfkelerini genellikle dolaylı ve pasif yollarla ifade ederler (örneğin, hata yaparak, işleri erteleyerek veya unutarak). Bu tür pasif-agresif davranışlar, başkalarını kışkırtarak onların öfkelenmesine veya kendilerine kötü davranmasına sebep olabilir.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    4) Obsesif-Kompulsif Kişilik (Obsessive-Compulsive Personality)

    Obsesif-Kompulsif kişilik [Obsessive-Compulsive personality], en tanıdık ve kolay fark edilen kişilik sendromlarından biridir. Yüzeyde, obsesif-kompulsif kişiliğe sahip bireyler vicdanlı, titiz, disiplinli ve entelektüeldirler. Duygusal dünyalarına pek erişimleri yoktur ve kendilerini düşünceler ve fikirler dünyasında, duygular dünyasından daha rahat hissederler. Bir obsesif-kompulsif kişiliğe sahip birine ne hissettiğini sorarsanız, büyük olasılıkla size uzun uzun -artıları ve eksileri dikkatle tartarak, argümanlar ve karşı argümanlar sunarak- ne düşündüğünü anlatacaktır.

    Ancak bu entelektüelleştirilmiş anlatım bir karar veya eylem planına varmalarını sağlamaz. Bunun yerine, önemsiz ayrıntılara saplanabilir ya da soyut düşüncelere kapılabilirler. Düşünce süreçleri duygusal netlik sağlamaz çünkü bilinçdışı işlevleri, duygulara, dürtülere ve arzulara karşı savunma yapmaktır. Kişisel bir seçim yapmaları gerektiğinde tereddüt eder, kararsız kalırlar. Her artının karşısında eşit derecede güçlü bir eksi bulunur. 

    Duygusal olarak erişilemez ve mekanik bir tavır sergiledikleri için, bir kuramcı obsesif-kompulsif kişilik stiline sahip bireyleri “yaşayan makineler [living machines] olarak tanımlamıştır.20 Ancak savunma mekanizmaları, bastırdıkları dürtülerle orantılıdır. Bilinçli yüzeyin altında, obsesif-kompulsif kişilik yapısına sahip bireyler büyük ölçekli duygusal savaşlar vermektedir. 

    Obsesif-kompulsif kişiliğin özünde, itaat ve başkaldırı arasındaki içsel çatışma yatar.12 Kurallara uymak ve otoriteye boyun eğmek, birey tarafından teslimiyet ve aşağılanma olarak deneyimlenir. Bu, öfkeye ve karşısındakini küçük düşürme dürtüsüne yol açar. Başkaldırı ise suçluluk duygusu ve cezalandırılma korkusunu beraberinde getirir ve bireyi yeniden itaate yönlendirir. Günlük meseleler bile orantısız bir anlam kazanır. Örneğin, bir randevuya erken mi yoksa geç mi gidileceğine karar vermek, birey için teslimiyet ve başkaldırı arasındaki büyük bir mücadeleye dönüşebilir. Başkalarının tercihlerine boyun eğmek ya da kendi tercihini dayatmak, kişinin ya yok ediliyormuş gibi ya da yok ediyormuş gibi hissetmesine neden olabilir. Küçük kararlar bile duygusal açıdan yüklü hale gelir. Bu kadar çok şeyin tehlikede olduğu bir durumda, korku, utanç ve öfke sürekli yüzeye çıkma tehdidi taşır. 

    Obsesif-kompulsif kişiliğin gözlemlenebilir özellikleri, bu içsel çatışmadan kaynaklanır. Titizlik ve düzen, otorite ve cezadan duyulan korkunun bir sonucudur. Buna karşılık, başkaldırı ve öfke, eleştirel tutumlar, kontrolcü davranışlar, karşıtlık, güç mücadeleleri, cimrilik, erteleme ve kaçınılmaz olarak ortaya çıkan düzensizlik alanları şeklinde kendini gösterir. Entelektüelleştirme ve duygusal kısıtlanma, bu çatışmayı bilinç dışına itmeye hizmet eder. 

    Obsesif-kompulsif kişiliğe sahip bireyler, keşif odaklı ve yorumlayıcı psikoterapiden fayda görürler. Duygusal yaşamlarına karşı geliştirdikleri savunmaların ve bunların ilişkileri ile kendiliğindenlik ve neşe kapasitesi üzerindeki ağır bedelinin farkına varmaları yararlı olur.  Klinisyen, hastanın entelektüelleştirmeye yatkınlığına dikkat etmelidir. Hasta, klinisyenin yorumlarını duygusal açıdan kendisini etkileyen meseleler olarak değil, yalnızca üzerine düşünülecek teoriler olarak görme eğiliminde olabilir. Örneğin, hasta klinisyenin gözleminin “mantıklı” olduğunu söylerse, klinisyen “Bu sadece mantıklı mı geliyor, yoksa kendinizde bunu gerçekten fark edip hissediyor musunuz?” diye sorabilir. Bu şekilde klinisyen, hastanın duygusal yaşamına ve bunu bastıran savunma mekanizmalarına dikkat çekebilir. 

    Obsesif-kompulsif kişilik, obsesif-kompulsif bozukluktan farklıdır ve farklı bir tedavi yaklaşımı gerektirir. Obsesif-kompulsif kişilik prototipi için Kutu 1.4’e bakınız.

    Kutu 1.4 Obsesif-Kompulsif Kişilik Prototipi

    Özet Açıklama: Obsesif-kompulsif kişiliğe sahip bireyler, hayatı aşırı derecede entelektüelleştirilmiş ve “mantıksal” bir çerçevede ele alırlar, duygusal olarak kısıtlı ve katıdırlar, kendilerine ve başkalarına karşı eleştireldirler ve öfke, saldırganlık ile otoriteye yönelik içsel çatışmalar yaşarlar. 

    Bu prototipe uyan bireyler kendilerini mantıklı ve rasyonel olarak görme eğilimindedirler ve duyguların etkisinden bağımsız olduklarına inanırlar. Soyut ve entelektüelleştirilmiş düşünme biçimine sahiptirler, ayrıntılara fazlasıyla odaklanarak (çoğu zaman asıl önemli olanı gözden kaçıracak şekilde) düşünmeye meyillidirler ve duyguların önemsiz ya da gereksiz olduğunu varsayarak hareket etmeyi tercih ederler. İş ve üretkenliğe aşırı derecede bağlı olup, bunu boş zaman ve ilişkiler pahasına yapabilirler.  Bu bireyler, içsel olarak ketlenmiş ve kısıtlı olup, isteklerini, dürtülerini veya öfkelerini kabul etmekte ve ifade etmekte zorlanırlar. Kendilerini duygusal olarak güçlü, huzurlu ve kontrol altında göstermeye yatırım yaparlar; ancak bu yüzeyin altında güvensizlik, kaygı ya da sıkıntı vardır. Şefkat veya ilgi görme ihtiyacını inkâr eder ya da bu tür ihtiyaçları zayıflık olarak değerlendirirler. Günlük rutinlerine sıkı sıkıya bağlı olup, bu düzen bozulduğunda kaygı veya rahatsızlık hissederler. Kurallar, prosedürler, düzen, organizasyon ve programlarla aşırı derecede meşgul olabilirler. Aynı zamanda, kirlenme, temizlik ya da bulaşma konularında takıntılı endişeler geliştirebilirler.  Rasyonellik ve katı kurallar, temelde yatan kaygı ya da öfkeyi gizleme işlevi görür. Bu bireyler, öfke, saldırganlık ve otoriteyle ilgili içsel çatışmalar yaşarlar. Kendilerine karşı aşırı derecede eleştireldirler ve “mükemmel” olmaları gerektiğine inanırlar. Aynı zamanda başkalarını da açık ya da örtük bir şekilde eleştirme eğilimindedirler. Kontrolcü, karşıt ve kendini haklı gören ya da ahlakçı bir tutum sergileyebilirler. Zaman, para ya da sevgi gibi kaynaklarını esirgeme eğilimindedirler. Otoriteyle ilgili çelişkili duygular yaşayarak, teslim olma ile başkaldırma arasında gidip gelebilirler.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    5) Şİzoid-Şizotipal Kişilik (Schizoid-schizotypal Personality)

    “Şizoid (schizoid)” terimi, klinik literatürde en kafa karıştırıcı kavramlardan biridir; çünkü farklı yazarlar bu terimi çok farklı türde hastaları tanımlamak için kullanmışlardır. DSM kişilik bozukluğu tanısı alacak kadar işlevselliği bozulmuş bireylerde temel psikolojik kapasite eksiklikleri bulunur. Bu bireyler, kişilerarası işlevsellik, duygusal yaşam ve düşünce süreçlerindeki yoksunluklarla karakterizedir. Burada sunulan şizoid-şizotipal kişilik prototipi (schizoid-schizotypal personality prototype), bu eksiklik temelli sendromu tanımlar. 

    Psikanalitik yazarlar ise “şizoid” terimini çok daha farklı ve daha sağlıklı bir hasta tipini tanımlamak için kullanmışlardır. Bu bireyler, temel eksikliklerden (deficits) muzdarip değildirler; psikolojileri daha çok çatışma temellidir (conflict-based). Bu tür hastalar, zengin bir iç dünyaya ve derin bir empati kapasitesine sahip olabilirler, ancak buna rağmen diğer insanlarla mesafeli bir duruş sergilerler. Altta yatan psikolojik çatışmaları, yakınlık arzusu ile yutulma, müdahaleye uğrama veya aşırı uyarılma korkusu arasında bir gerilimdir. (Bu daha sağlıklı, çatışma temelli “şizoid kişilik” versiyonu hakkında tartışma için, Bölüm 17: Şizoid Dinamikler Üzerine Bazı Düşünceler başlığına bakınız.)

    Daha fazla işlevsel kayıptan muzdarip olan (eksiklik temelli) hastalara ilişkin olarak, araştırmalar DSM’nin şizoid ve şizotipal kişilik bozuklukları arasındaki ayrımı desteklememektedir. DSM’nin hazırlayıcıları, bu tanı kategorileri arasındaki sınırları keskinleştirmek için birinde (şizotipal) şizofreninin subsendromal pozitif semptomlarına, diğerinde (şizoid) ise subsendromal negatif semptomlara vurgu yapmaya çalışmıştır. Ancak bu ayrım, ampirik olarak geçerli değildir. SWAP aracıyla yapılan araştırmalar, hem şizoid hem de şizotipal kişilik bozukluklarının özelliklerini taşıyan tek bir tanı grubunu tutarlı bir şekilde tanımlamıştır. Bu nedenle “şizoid-şizotipal” terimi kullanılmaktadır. 

    Şizoid-şizotipal prototipine uyan hastalar, yakın ilişkilere sahip değildirler ve insan topluluğuna ya da temasına kayıtsız görünürler. Sosyal becerilerden yoksundurlar ve genellikle sosyal olarak beceriksiz ya da uygunsuz davranışlar sergilerler. Görünümleri ya da tavırları tuhaf ya da garip olabilir; bir şeyleri “yerinde değil” gibi görünür. Somut terimlerle düşünme eğilimindedirler ve metafor, benzetme ya da nüansları anlamakta zorlanırlar. Başkalarının davranışlarını anlamlandırmakta güçlük çekerler ve kendi davranışlarına ilişkin de çok az içgörüye sahiptirler. Görünürdeki kopukluğa rağmen, genellikle derinden acı çekerler ve kendilerini dışlanmış ya da toplumun dışında kalmış bireyler olarak deneyimlerler.  Şizoid-şizotipal hastaların bir alt grubu, düşünce, akıl yürütme ve algılama süreçlerinde belirgin bozulmalar gösterir. Konuşmaları ve düşünce süreçleri dolambaçlı ya da ayrıntılara boğulmuş olabilir.

    Şizoid-şizotipal gruplama, istatistiksel kümelenme yöntemleriyle ampirik olarak tanımlanmış olmakla birlikte, en iyi şekilde kişilik bağlamında anlaşılabilecek homojen bir hasta grubunu tanımlamayabilir. Bu hastalar, özellikle yakın ilişkilerin yokluğu ve kişilerarası işlevlerdeki yetersizlikler gibi yüzeysel benzerlikleri paylaşmaktadır. Bazı durumlarda bu, kişilik özelliklerini yansıtabilir. Ancak, bu tanısal kümedeki diğer hastalar subklinik şizofreni spektrum bozukluklarına sahip olabilir ya da otistik spektrumda yer alabilirler. Şizoid-şizotipal kişilik tanısı koymaya eğilimli klinisyenler, hastanın zorluklarının kişilik dışında başka faktörlerle daha iyi açıklanıp açıklanamayacağını dikkatlice değerlendirmelidirler. 

    Eksiklik temelli şizoid-şizotipal hastalar için psikoterapi büyük ölçüde destekleyici (supportive) bir yaklaşımı içerir. Yakın kişilerarası bağlantılar ve duygusal samimiyet ulaşılabilir hedefler olmayabilir, ancak hastalar daha uyumlu ve sorunsuz bir birlikte yaşam için çaba gösterebilirler. Terapi, ego işlevlerini (yönetici işlevler) desteklemeli ve hastalara akıl yürütme, olayları yorumlama, başkalarının davranışlarını anlama, planlama, yargılama ve karar alma süreçlerinde yardımcı olmalıdır.  Şizoid-şizotipal kişilik prototipi için Kutu 1.5’e bakınız. 

    Kutu 1.5 Şizoid-Şizotipal Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Şizoid-şizotipal kişilik özellikleri, kişilerarası ilişkiler, duygusal deneyimler ve düşünce süreçlerindeki yaygın yoksunluk ve tuhaflıklarla karakterizedir.

    Bu prototiple örtüşen bireyler, yakın ilişkilere sahip değildirler ve insanlarla etkileşim kurma gereksinimleri azmış gibi görünür. Çoğu zaman mesafeli veya kayıtsız bir izlenim bırakırlar. Sosyal becerilerden yoksundurlar ve sosyal olarak garip veya uygunsuz davranma eğilimindedirler. Görünüşleri veya tavırları (örneğin, kişisel bakımları, duruşları, göz teması ya da konuşma ritimleri) tuhaf ya da “anormal” olarak algılanabilir. Sözlü ifadeleri çoğunlukla eşlik eden duygu ya da beden dilleriyle uyumsuzdur.  Başka insanların davranışlarını anlamakta zorlanırlar ve başkalarını, kim olduklarını ifade eden bir şekilde tanımlayamazlar. Benzer şekilde, kendi motivasyonlarına ve davranışlarına dair çok az içgörüleri vardır ve hayat hikâyelerini tutarlı bir şekilde aktarmakta güçlük çekerler. Bu bireyler genellikle sınırlı veya kısıtlanmış bir duygusal yelpazeye sahiptirler ve soyut düşünme kapasiteleri sınırlıdır; metafor, benzetme veya nüansı kavramakta zorlanırlar. Bu özellikler, başkalarında sıkılganlık hissi uyandırmalarına neden olabilir.  Duygusal olarak kopuk görünmelerine rağmen, genellikle derin bir duygusal acı yaşarlar: Hayatın aktivitelerinden çok az memnuniyet veya haz alırlar, yaşamın bir anlamı olmadığını düşünme eğilimindedirler ve kendilerini dışlanmış ya da yabancılaşmış hissederler.  Bu prototiple örtüşen bireylerin bir alt grubu, düşünme ve algılamalarında belirgin tuhaflıklar gösterir. Konuşmaları ve düşünce süreçleri dolambaçlı, laf kalabalığı yapan veya konu dışına sapan bir yapıda olabilir. Akıl yürütme süreçleri veya algısal deneyimleri garip ve kendine özgü bir nitelikte görünebilir. Bu bireyler başkalarına karşı kuşkucu bir tutum sergileyebilir ve başkalarının söz ve eylemlerinde kötü niyet arayabilirler. 

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    6) Antisosyal-Psikopatik Kişilik (Antisocial‐Psychopathic Personality)

    DSM’deki Antisosyal Kişilik Bozukluğu (Antisocial Personality Disorder) tanısı, suç davranışına vurgu yaparken, bir kişilik sendromunu tanımlayan kişilik süreçlerini ve motivasyonları büyük ölçüde göz ardı eder. Ampirik verilerle belirlenen tanı prototipi, kişilik süreçlerine odaklanarak psikopati kavramına tarihsel olarak daha yakın bir model sunar.21-23 “Antisosyal-psikopatik (antisocial-psychopathic)” terimi, DSM yapısıyla kliniksel kişilik sendromu arasında bir köprü işlevi görmektedir. 

    İnsanlar, kişilik patolojisiyle ilgisi olmayan birçok farklı sebepten dolayı antisosyal veya suç teşkil eden davranışlarda bulunabilirler. Suç işleyen (ya da DSM kriterlerine göre Antisosyal Kişilik Bozukluğu tanısı alan) herkes psikopatik bir kişiliğe sahip değildir; aynı şekilde, psikopatik kişilik özelliklerine sahip olan herkes de suç işlemez. Bazı alanlarda, psikopatik özellikler ödüllendirilebilir. Antisosyal-psikopatik kişilik özellikleri taşıyan bireyler, doğru fırsatları bulduklarında suçlu olmak yerine iş veya siyaset dünyasında lider konumuna gelebilir ve acımasız planlarını toplumsal onay ve hatta hayranlık eşliğinde sürdürebilirler.

    Antisosyal-psikopatik kişiliğe sahip bireylerin içselleştirilmiş bir ahlaki sistemleri yoktur. Onlara göre doğru olan, yanlarına kâr kalandır. Kişisel kazanç peşinde koşarlar, başkalarından faydalanırlar, insanları manipüle ederler ve aldatırlar -bunu yaparken ne suçluluk ne de herhangi bir engelleme hissederler. Başkalarının haklarını, mülkiyetini veya güvenliğini umursamazlar. Verdikleri zarardan dolayı çok az pişmanlık duyarlar ya da hiç duymazlar. Aksine, başkaları üzerinde güç sahibi olmaktan ve onları kontrol etmekten sadistçe bir haz alırlar.

    Antisosyal-psikopatik bireyler genellikle çok az kaygı hissederler ve olumsuz olaylara karşı otonom sinir sistemleri minimal düzeyde tepki verir. Çoğu, yüksek düzeyde uyarılma ihtiyacı duyar ve heyecan, yenilik ve risk arayışındadır. Sınırları zorlar ve dürtüsel davranırlar, çünkü dürtülerini sınırlayacak bir kaygıları, empati duyguları ya da içselleştirilmiş bir ahlaki sistemleri yoktur. Daha az rastlanan, dürtüsel olmayan antisosyal-psikopatik kişilik varyantları da mevcuttur. Bu bireylerde sadistçe saldırganlık, planlı, kasıtlı ve tamamen duygusuzdur; adeta “sürüngenvari (reptilian)” bir soğukkanlılıkla gerçekleştirilir.

    Antisosyal-psikopatik kişiliğe sahip bireyler kişisel çıkar, duyusal tatmin ve güç ile hâkimiyet kurma arzusu tarafından motive edilirler. Çoğu zaman, çevrelerindeki insanlar, bu kişinin neden manipülatif ya da acımasızca davrandığını anlamakta güçlük çeker -çünkü ortada bariz bir kazanç yokmuş gibi görünebilir. Ancak gerçek neden şudur: Bunu yapabildikleri için yaparlar. Başkaları üzerinde güç sahibi olmak ve onları kontrol etmek, başlı başına bir ödüldür. 

    Antisosyal-psikopatik kişiliğe sahip bireyler kendini keşfetmeye pek ilgi duymazlar ve genellikle kendi istekleriyle tedaviye gelmezler. Ancak, kendi çıkarlarına hizmet ettiğini düşündüklerinde terapiye başvurabilirler. (Örneğin, terapistten kendileri adına aracı olmasını sağlamak ya da yasal veya başka türde bir beladan kurtulmak için terapiye gelebilirler.) Bu bireyler, insanları manipüle etme konusunda ustadırlar. Başkalarını, değiştiklerine ve artık farklı biri olduklarına inandırabilirler -ancak bu yalnızca sorunlarından kurtulana kadar sürer; sonrasında aynı davranışlara geri dönerler. Empatiyi anlamazlar, ancak gücü çok iyi anlarlar. Bir terapistin şefkatini ve anlayışını zayıflık olarak algılar ve bunu kendi çıkarları için kullanmaya çalışırlar. Prognoz genellikle kötüdür. Terapide herhangi bir etki sağlanabilirse, bu genellikle güç ve otorite pozisyonundan gelir. Ancak, çoğu terapist bu tür bir yaklaşımı benimsemekte zorlanır. Antisosyal-Psikopatik Kişilik Prototipi için Kutu 1. 6’ya bakınız.

    Kutu 1.6 Antisosyal-Psikopatik Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Antisosyal-psikopatik kişiliğe sahip bireyler başkalarını sömürür, verdikleri zarar veya incinme için çok az pişmanlık duyar ve zayıf dürtü kontrolüne sahiptir.

    Bu prototiple eşleşen bireyler başkalarını sömürürler; yalan söyleme veya aldatma eğilimindedirler ve manipülatiftirler. Başkalarının haklarına, mülkiyetine veya güvenliğine karşı dikkatsizce kayıtsızlık gösterirler. Başkalarının ihtiyaçları ve duyguları konusunda empati yapmazlar. Bu prototiple eşleşen bireyler neden oldukları zarar veya incinme için çok az pişmanlık duyarlar. Sonuçlara karşı duyarsız görünürler ve tehditlere veya sonuçlara tepki olarak davranışlarını değiştirmezler ya da değiştirmeye istekli değildirler. Genellikle psikolojik içgörüleri düşüktür ve zorluklarının nedenini başkalarına veya dış koşullara bağlarlar. Başkalarına karşı sadistçe veya saldırgan davranmaktan keyif alıyor gibi görünebilirler ve önemli kişileri korkutma veya şiddet yoluyla domine etmeye çalışabilirler. Bu prototiple eşleşen bireyler dürtüseldir, heyecan, yenilik ve uyarılma arayışındadırlar ve yüksek seviyede uyarılma gerektirirler. Güvenilmez ve sorumsuz olma eğilimindedirler ve iş yükümlülüklerini veya mali taahhütlerini yerine getirmeyebilirler. Antisosyal davranışlarda bulunabilirler, yasa dışı faaliyetlere, madde bağımlılığına veya kişilerarası şiddete katılabilirler. Defalarca değişmeye kararlı olduklarına başkalarını ikna edebilirler ve çevrelerindeki kişiler “Bu sefer gerçekten farklı” diye düşünebilirler, ancak kısa süre sonra önceki uyumsuz davranışlarına geri dönerler.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

    7) Narsisistik Kişilik (Narcissistic Personality)

    Narsisistik kişiliğin (narcissistic personality) temel özelliği, büyüklük duyguları ile yetersizlik ve boşluk duygularının bir arada var olmasıdır. Büyüklük duygusu, altta yatan yetersizlik duygularına karşı bir savunma oluşturur ve bunları maskeler (ancak, Malin/Kötü Huylu/Habis Narsisizm (Malignant Narcissism) seksiyonuna bakın, burada bir istisna olabilir). 

    Narsisistik savunmalar devrede olduğunda, narsisistik kişiliğe sahip hastalar kendilerini özel ve üstün hissederler. Kendilerini aşırı derecede önemli görürler, ayrıcalıklı ve hak edilmiş olduklarını düşünürler, öncelikli muamele beklerler ve dikkat merkezinde olmayı arzu ederler. İçsel dünyaları, sınırsız başarı, güç, ihtişam, güzellik veya yetenek hayalleriyle domine olur. Başkalarını genellikle bir izleyici olarak (büyüklüklerini izlemeleri için) veya kendilerinin bir uzantısı olarak görürler. 

    İdealizasyon (idealization) ve devalüasyon (devaluation), temel savunmalardır. Birini idealize ettiklerinde, bağlantılı oldukları kişiyle özdeşleşerek kendilerini özel ve önemli hissederler. Birini küçümsedikleri zaman ise kendilerini üstün hissederler. Başkalarının gerçek duygusal deneyimlerine karşı görece kayıtsızdırlar; ancak bu deneyimler kendi duygularıyla örtüştüğünde fark edebilirler. Kişilerarası ilişkilerde, duygularını ileten ancak başkalarının duygularını alamayan kişiler olarak tanımlanmışlardır.

    Büyüklük duygusu, savunmacı bir işlev görerek yetersizlik, boşluk, önemsizlik, kaygı ve öfke gibi acı veren duyguları bastırır ve maskeler. Narsisistik savunmalar başarısız olduğunda, kişi bu acı verici duyguların insafına kalır ve öfkeyle saldırabilir ya da depresyon ve umutsuzluğa sürüklenebilir. 

    Sönmüş veya tükenmiş narsisistler, güçlü savunmalar geliştirmiş büyüklük hissine sahip narsisistler kadar kolay fark edilmezler (ve DSM tarafından hiç tanınmazlar). Ancak klinik uygulamalarda sıkça görülürler. Sönmüş narsisistler genellikle depresif bozukluklarla teşhis edilir ve utanç içinde, yenilmiş ve bitkin bir halde görünebilirler. Klinik uzmanlar, bu kişilerin iç dünyalarına eriştiklerinde, hastanın ihtişam hayalleriyle meşgul olduğunu ve dünyadan kendine özgü değerini tanımadığı ve hak ettiği ödülleri sunmadığı için kırgın olduğunu görürler. Depresif bir görünümün ardında bazen sönük bir narsisist (deflated narcissist) bulunabilir.

    Etkili bir tedavi, empati ve yüzleştirmeyi dikkatlice dengeleyen hassas bir yaklaşımı gerektirir. Narsisistik kişilik özellikleri taşıyan hastalar, altta yatan acıları, güvensizlikleri ve kırılganlıkları erişilebilir olduğunda, bu duyguların empatik bir şekilde anlaşılmasından fayda görürler. Klinisyenin yardımıyla, büyüklük fantezilerine ve değersizleştirme savunmalarına başvurmadan bu duygulara tahammül etme kapasitelerini geliştirebilirler. Öte yandan, narsisistik savunmaların nazik ama sistematik bir şekilde yüzleştirilmesi ve bu savunmaların ilişkiler, anlam arayışı ve yaşamdan tatmin olma yetileri üzerindeki maliyetinin incelenmesi de danışanlara fayda sağlar. 

    Karşı aktarım tepkileri arasında, hastanın değersizleştirmesi nedeniyle (devalüe ettiğinde) terapistin kendini etkisiz, yetersiz veya hastayla rekabet halinde hissetmesi; idealize edilmesi durumunda ise danışanla birlikte bir “karşılıklı hayranlık topluluğuna” katılma eğilimi yer alabilir (idealize ettiğinde). Klinisyenin karşı aktarım tepkileri, danışanın ilişki kalıplarını ve başkalarından aldığı tepkileri anlamak için önemli bir pencere sunar. Terapötik ilişki içinde bu kalıpları tanımak ve keşfetmek, yalnızca eski dinamikleri yeni biriyle tekrarlamaktan daha değerlidir. Narsisistik kişilik özellikleri taşıyan bireyler, genellikle orta yaş veya sonrasında psikoterapiye daha açık hale gelirler. Çünkü bu dönemde olağanüstü başarı ve ihtişam hayallerinin gerçekleşmediği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırlar ve yaşamın gerçekçi sınırlarını kabul etmek durumunda olurlar. Narsisistik kişilik prototipi için Kutu 1.7’ye bakınız.

    Malin Narsisizm

    Malin narsisizm, son yıllarda kamuoyunun dikkatini çeken narsisistik kişiliğin bir varyantıdır. Aslında, narsisistik kişilik ile antisosyal-psikopatik kişiliğin kesişim noktasında yer alır ve her iki yapının özelliklerini harmanlar. Klinik kuramcılar tarafından sadistçe saldırganlıkla iç içe geçmiş bir narsisizm olarak da tanımlanmıştır.6 Malin narsisist için yalnızca önemli ve özel hissetmek yeterli değildir; aynı zamanda başka birinin aşağılanması veya mağlup edilmesi gerekir. Bu sendrom, “psikopatik narsisizm (psychopathic narcissism)” veya “narsisistik psikopati (narcissistic psychopathy)” olarak da adlandırılabilir, ancak “malin narsisizm” hem tarihsel hem de klinik açıdan yaygın olarak bilinen terimdir. 

    Psikopatik aldatma, sömürü, sadistçe saldırganlık ve dışsallaştırma, narsisistik büyüklük ve kendini önemli görme ile birleştiğinde, ortaya son derece yıkıcı bir yapı çıkabilir. Eğer büyüklük arzularını dengeleyecek içselleştirilmiş bir ahlaki sistem yoksa, başkalarının ihtiyaçları, hakları ve refahı tamamen önemsiz hale gelir. Diğer insanlar hiçbir suçluluk veya pişmanlık duymadan kullanılır ve ardından bir kenara atılır. Zararlı sonuçlar ve felaket niteliğindeki olaylar ise daima başkalarının suçu olarak görülür. 

    Suçun dışsallaştırılması, çevredeki insanlar üzerinde son derece zehirleyici (toxic) etkiler yaratabilir ve genellikle profesyonel olmayan çevrelerde “yalanlara inandırma/gerçekliği çarpıtma (gaslighting)” olarak tanımlanır.  SWAP değerlendirme aracında bu eğilimi tanımlayan madde şudur: “Kendi başarısızlıklarını veya eksikliklerini genellikle diğer insanlara veya koşullara yükler; kendi davranışlarının veya seçimlerinin sorumluluğunu almak yerine zorluklarını dışsal faktörlere bağlar.” Gaslighting’e yol açan psikolojik süreçler oldukça basittir. Temel mantık şu şekildedir: “Dünya benim yüceltilmem ve kişisel çıkarım için vardır. Eylemlerimin veya yol açtığım zararların sorumlusu ben değilim. Sen sorumlusun.”

    Aşırı durumlarda, şiddetli malin narsisizm taşıyan kişiler gerçeklikle bağlarını koparmış gibi görünebilirler. Bu durum, dışsal olayların, onların savunma amaçlı inşa ettikleri büyüklük fantezilerini keskin bir şekilde çürütmesiyle ortaya çıkar. Sanki kişi, kendi benlik imajını gözden geçirmek ile gerçekliği yeniden yazmak arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığında, gerçekliği yeniden yazmayı tercih eder. Üstelik, çevresindekilerin de onun çarpıtılmış gerçekliğini kabul etmesini talep edebilir.

    SWAP aracını kullanan ampirik araştırmalarda, altta yatan yetersizlik ve aşağılık duygularını ele alan maddeler malin narsisizmin tanımlayıcı özellikleri olarak ortaya çıkmamıştır. Altta yatan yetersizlik duygularının malin narsisizmin bir bileşeni olup olmadığı veya bu duyguların veri sağlayan klinisyenler tarafından fark edilmiş olup olmadığı belirsizdir. Kişilik dinamikleri ağırlıklı olarak narsisistik olduğunda, altta yatan yetersizlik duygularının mevcut olması muhtemeldir, ancak bunlar kolayca gözlemlenmeyebilir. Öte yandan, kişilik dinamikleri esasen antisosyal-psikopatik olduğunda, bu duygular hiç mevcut olmayabilir. 

    Malin narsisizmde narsisizm ve psikopati bileşimine bağlı olarak, bu kişilerin psikoterapiye yatkın olup olmadığı değişkenlik gösterebilir. Eğer narsisizm baskın ve psikopatik özellikler ikincil düzeydeyse, psikoterapi zorlayıcı olsa da faydalı olabilir. Ancak psikopati baskın olduğunda, tıpkı antisosyal-psikopatik kişilikte olduğu gibi, prognoz kötüdür. İçselleştirilmiş bir değer sistemine veya temel karşılıklılık kapasitesine sahip olmayan hastalarla çalışırken terapötik etki yaratmak son derece zordur.

    Kutu 1.7 Narsisistik Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Narsisistik kişiliğe sahip bireyler büyüklük (grandiyözite) ve ayrıcalıklılık hissi taşır, başkalarını küçümseyici ve eleştirel bir tutum sergiler ve genellikle büyüklenmeci bir dış görünüşün altında kırılganlık belirtileri gösterirler. 

    Bu prototiple örtüşen bireyler abartılı bir öz-önem duygusuna sahiptirler. Kendilerini ayrıcalıklı ve imtiyazlı hisseder, özel muamele bekler ve ilgi odağı olmayı isterler. Sınırsız başarı, güç, güzellik veya yetenek hayalleri kurarlar ve başkalarını öncelikle kendi önemlerini veya parlaklıklarını gözlemleyecek bir izleyici kitlesi olarak görme eğilimindedirler. Yalnızca yüksek statülü, üstün veya “özel” kişiler tarafından takdir edilebileceklerine ya da yalnızca bu tür insanlarla ilişki kurmaları gerektiğine inanırlar. Empati seviyeleri düşüktür ve başkalarının ihtiyaçlarını ve duygularını, kendi duygu ve ihtiyaçlarıyla örtüşmedikçe anlamakta veya bunlara yanıt vermekte zorlanırlar. Bu prototiple örtüşen bireyler küçümseyici, kibirli ve ukala bir tutum sergilerler. Başkalarına karşı eleştirel, kıskanç ve rekabetçi olma eğilimindedirler ve sık sık güç mücadelelerine girerler. Kendilerini çaresiz veya depresif hissetmekten kaçınmak için öfkeye yönelirler ve algıladıkları hakaret veya eleştirilere öfke ve aşağılanma ile tepki verme eğilimindedirler. Dışa vurdukları büyüklenmeci tavırları, aslında altta yatan kırılganlıklarını maskeleyebilir. Bu prototiple örtüşen bireyler, kendilerini duygusal olarak güçlü, sorunlardan etkilenmeyen ve duygularını kontrol edebilen biri olarak görmeye ve böyle tanıtmaya yatırım yaparlar. Ancak çoğu zaman bu görüntünün altında belirgin bir güvensizlik veya sıkıntı yatar. Narsisistik bireylerin önemli bir alt grubu kendini yetersiz veya aşağı hissetme eğilimindedirler; yaşamlarının bir anlamı olmadığını düşünür ve kendilerine karşı aşırı eleştirel bir tutum sergilerler. İnsan olmanın doğal kusurlarına karşı hoşgörüsüzdürler ve kendilerini gerçekçi olmayan mükemmeliyet standartlarına göre değerlendirirler.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

     

    8) Paranoid Kişilik (Paranoid Personality)

    Paranoid kişiliğe sahip danışanlar kronik olarak kuşkucu, öfkeli ve düşmanca tavırlar sergilerler. Başkalarının sözlerine ve eylemlerine kötücül niyetler atfederler ve insanların onlara zarar vermek istediğini çabucak varsayarlar. Kin tutarlar, küçük düşürüldüklerini düşünerek uzun süre bu hislere saplanırlar ve algıladıkları tehditlere öfke ve saldırganlıkla karşılık verirler. Zorluklarının dışsal nedenlerden kaynaklandığını düşünürler ve olayların şekillenmesinde kendi rollerine dair içgörüleri zayıftır.

    Paranoid kişiliğin merkezinde yansıtma (projection) savunma mekanizması bulunur. Paranoid kişiliğe sahip kişiler yoğun öfke ve saldırganlık hissederler, ancak bu duyguları başkalarına yansıtarak onların düşmanca ve tehditkâr olduklarını (yanlış) algılarlar. Dünyayı soğuk, düşmanca ve tehlikeli bir yer olarak deneyimlemelerinin nedeni, her baktıkları yerde kendi düşmanlıklarını görmeleridir.

    Paranoid kişilik stili, sağlıklı ve nevrotik kişilik düzeylerinde görülebilse de, klinik popülasyonlarda genellikle borderline seviyesinde daha sık görülür. Klinik literatürde (ve DSM’de) yeterince vurgulanmayan bir konu, paranoid kişiliğe sahip danışanlarda bilişsel ve algısal bozuklukların yaygınlığıdır. Paranoid düşüncelerin ötesinde, düşünme süreçlerinde genel bozulmalar gösterebilirler. Algıları ve akıl yürütme tarzları tuhaf ve kendine özgü olabilir; yoğun duygular yaşadıklarında ise irrasyonel hale gelebilirler. Bilişsel ve algısal bozuklukların rolü tarihsel olarak yeterince takdir edilmemiş olsa da, paranoid yansıtmanın yaygınlığı göz önünde bulundurulduğunda bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü paranoid yansıtma, içsel olanla dışsal olanı ve gerçeklikle fanteziyi ayırt etmede kaçınılmaz bir bulanıklık yaratır.

    Klinisyenlerin paranoid kişiliğe sahip hastalara karşı güçlü duygusal tepkileri, bu danışanların kronik olarak deneyimlediği ve dışsallaştırma ile yansıtma yoluyla yönetmeye çalıştığı korku ve öfkenin küçük bir yansımasıdır.  Klinisyen, gerekli durumlarda hastaya gerçeklik testi konusunda yardımcı olmalı ve danışanın öfke ve saldırganlığını yönetmesi için daha uyumlu yollar bulmasına destek olmalıdır. Aşırı dostane veya aşırı sempatik bir tutum, danışanın şüphelerini artırabilir ve paranoid düşüncelerini daha da yoğunlaştırabilir. Bu nedenle, mesafeli ve nesnel bir yaklaşım -hatta zaman zaman sertlik sınırında olsa bile- genellikle daha etkili olmaktadır. Paranoid kişilik prototipi için Kutu 1.8’e bakabilirsiniz.

    Kutu 1.8 Paranoid Kişilik Prototipi

    Özet cümle : Paranoid kişiliğe sahip bireyler kronik olarak şüpheci, öfkeli ve düşmanca olabilir, ayrıca bozulmuş düşünce gösterebilirler.

    Bu prototipe uyan bireyler, başkalarının kendilerine zarar vereceğini, aldatacağını, karşı komplo kuracağını ya da ihanet edeceğini sürekli olarak beklerler. Sorunlarını diğer insanlara veya koşullara atma eğilimindedirler ve zorluklarını dışsal faktörlere bağlarlar. Kendi paylarını interpersonal çatışmalarda tanımaktansa, genellikle yanlış anlaşılmış, kötü muameleye uğramış ya da mağdur edilmiş hissederler. Bu prototipe uyan bireyler öfkeli veya düşmanca olma eğilimindedirler ve öfke nöbetlerine yatkındırlar. Kendi kabul edilemez dürtülerini başkalarında görmekte, dolayısıyla başkalarına yönelik düşmanlığı yanlış bir şekilde atfetmektedirler. Kontrol edici, karşıt, zıt görüşlere açık ya da hızlıca karşı çıkmaya meyilli olurlar ve kin tutarlar. Genellikle hoşlanılmama ya da düşmanlık uyandırırlar ve yakın arkadaşlıklar veya ilişkilerden yoksundurlar. Bu prototipe uyan bireyler, paranoid düşüncelerin ötesinde, düşüncelerinde bozulmalar gösterirler. Algıları ve akıl yürütmeleri garip ve kendilerine özgü olabilir ve güçlü duygular uyarıldığında irrasyonel hale gelebilir, hatta delüzyonel bir izlenim bırakabilirler.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

     

    9) Histerik-Histriyonik Kişilik (Hysteric-Histrionic Personality)

    “Histerik (hysteric)” ve “histriyonik (histrionic)” terimleri, ataerkillik ve cinsiyet eşitsizliğini çağrıştırır ve pek çok kişi için rahatsız edici olabilir. Ancak, terim ile olgunun kendisi arasında bir fark vardır. Etiket ne olursa olsun, belirli bir kişilik sendromu mevcuttur. Bu sendrom klinik literatürde tekrar tekrar tanımlanmış ve istatistiksel kümeleme yöntemleriyle yapılan ampirik araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Terminolojiye yönelik itirazlar, klinik gerçeği göz ardı etmemize neden olmamalıdır. Bu bölüm, adlandırma meselesini değil, klinik konuları ele almaktadır. 

    DSM-III histriyonik kişilik bozukluğu tanısını getirmeden önce, “histerik” terimi bu kişilik tarzına sahip, daha işlevsel bireyler için kullanılırken, “histriyonik” terimi daha bozulmuş işlevselliğe sahip hastalar (örneğin, borderline düzeyde işlev görenler) için kullanılıyordu. “Histerik-histriyonik” terimi, bu kişilik sendromunun hem daha yüksek hem de daha düşük işlevsellik gösteren varyantlarını kapsayarak, DSM kavramı ile geniş klinik literatür arasında bir köprü kurmaktadır.

    Histerik-histriyonik kişilik, kişilik süreçlerinin tamamını kapsayan çok yönlü bir sendromdur. Dışarıdan bakıldığında, bu kişilik tarzına sahip bireyler toplumsal cinsiyet kalıplarını örneklerler. Stilize bir Hollywood filmindeki başrol kadını ya da erkeği gibi, basmakalıp bir şekilde kadınsı ya da erkeksi görülebilirler. Duygusal ve dramatiktirler. Fiziksel çekiciliklerini ve cinselliklerini dikkat çekmek için kullanırlar. Flörtöz, baştan çıkarıcı ve cinsel olarak provokatif olabilirler. İnsanları peşlerinden sürükleyebilir ve romantik zaferler elde etmeye odaklanabilirler. Rakiplerin de dâhil olduğu romantik üçgenlere dâhil olma eğilimleri vardır. Karşı cinsi büyüleyip etkileyebilirken (her iki taraf da heteroseksüelse), aynı cinsiyetten olanları rahatsız edebilir ya da onlara kaşı tehdit edici bulunabilirler. Duyguları hem yoğun hem de yüzeysel görünebilir. Aşk olarak tanımladıkları güçlü tutkular geliştirebilirler ancak yeni bir seçenek ortaya çıktığında hızla ilgilerini kaybedebilirler. 

    Histerik-histriyonik kişiliğe sahip bireyler için gerçekler ve mantık, duyguların gerisinde kalır. Tepkileri genellikle mantıktan çok duygulara dayanır. Eğer böyle bir kişiye ne düşündüğünü sorarsanız, büyük olasılıkla nasıl hissettiğini anlatacaktır. Bilişsel tarzları yüzeysel, genelleyici ve izlenimci olma eğilimindedir; ayrıntıları kaçırır ve tutarsızlıkları göz ardı ederler.25 Çoğu zaman saf bir izlenim verirler ve dünyanın işleyişine dair beklenenden daha az bilgi sahibi gibi görünebilirler. İnançları klişe veya stereotipik olabilir; adeta masallardan ya da filmlerden alınmış gibidirler. Kolay etkilenebilir ve yönlendirilebilirler. Ancak bu izlenimci bilişsel tarz, zekâ düzeylerinden bağımsızdır ve savunma işlevi görmektedir. Histerik-histriyonik kişiliğe sahip bireyler, fazla ayrıntıya girmekten ya da olaylar arasındaki fazla bağlantı kurmaktan kaçınırlar; çünkü fazla görmek ve bilmekten bilinçdışı olarak korkarlar. 

    Bu kişilik yapısının merkezinde toplumsal cinsiyet ve güçle ilgili çatışmalar yer alır. Bilinçdışı düzeyde, kendi cinsiyetlerini zayıf, kusurlu ya da aşağı görürler. Karşı cinsiyeti ise güçlü, heyecan verici ve korkutucu olarak algılarlar ve onlara karşı bilinçdışı bir kıskançlık beslerler. Cinselliği, güç dengesini tersine çevirmek ve karşı cins üzerinde üstünlük kurmak için bir araç olarak kullanırlar. Cinselliğin bu şekilde kullanımı (ya da kötüye kullanımı), altta yatan zayıflık, güçsüzlük ve korku hislerini bastırmaya yardımcı olur. Bu bireyler, sergileyici ve teşhirci bir şekilde cinselliklerini ön plana çıkararak, derinlerde hissettikleri utancı, korkuyu ve kıskançlığı dengelemeye çalışırlar. Ancak aynı nedenlerle, gerçek anlamda cinsel yakınlık ve doyum onlar için zordur; çünkü hem kendilerini utanç verici derecede kusurlu hissederler hem de partnerlerinden korkarlar. Bilinçdışı psikolojik çatışmalar düşünceler ve kelimeler aracılığıyla ifade edilemediğinde, bedensel semptomlar (konversiyon semptomları) yoluyla ortaya çıkabilir. Dramatik dışavurum ve aşırı cinselleştirmenin altında, terk edilme ve ilgisiz bırakılma korkusu ile ilgi ve korunma arzusu yatar. En büyük trajedileri, şefkat ve bakım dolu bir ilişkiye özlem duymalarına rağmen, bunun yerine yalnızca cinsel ilişkiler kurmalarıdır.

    Histerik-histriyonik kişiliğe sahip danışanlar psikoterapiye iyi yanıt verir ve hem keşfedici-yorumlayıcı yönlerinden hem de ilişki boyutundan fayda görürler. Terapistin güvenilirliği ve terapötik çerçevenin sağladığı güvenlik, bireyin toplumsal cinsiyet, güç ve cinsellik konularındaki çatışmalarını keşfetmesi ve içgörü kazanması için uygun bir ortam sunar. Aynı zamanda, terapi ilişkisi danışan için yeni ve farklı bir ilişki şablonu oluşturur: Karşı cinsten bir terapist ne baştan çıkarıcıdır ne de baştan çıkarılabilir; aynı cinsten bir terapist ise ne yetersizdir ne de rekabetçidir. Terapistler, danışanın kendi hızında ilerlemesine izin vererek, ihtiyaçlarını, duygularını, arzularını, korkularını ve çatışmalarını keşfetmesine olanak tanımalıdırlar. Danışan, deneyimlerini ona açıklayan otoriter bir figüre ihtiyaç duymaz; aksine, kendi deneyimlerini keşfetmesi ve açıklaması daha faydalıdır. Didaktik bir terapist tavrı, danışanın kendini kusurlu ve güçsüz hissetmesini pekiştirebilir. 

    Her iki tarafın da heteroseksüel olduğu durumlarda, yüksek işlevselliğe sahip histerik-histriyonik danışanlar başlangıçta karşı cinsten terapistleri etkileyebilir ve aynı cinsten terapistleri rahatsız edebilirler. Burada önemli olan, danışanın ilişki kalıplarını kaçınılmaz olarak terapi ilişkisine taşıdığıdır ve bu, onların, altta yatan düşüncelerin, duyguların ve deneyimlerin keşfedilmesini mümkün kılar. Daha bozulmuş işlevselliğe sahip (borderline düzeyinde) histerik-histriyonik danışanlar, açıkça baştan çıkarıcı davranışları veya düşünmek ve konuşmak yerine eyleme vurmalarıyla terapistleri hem endişelendirebilir hem de yorabilirler. Histerik-Histriyonik Kişilik Prototipi için Kutu 1.9’a bakınız.

    Kutu 1.9 Histerik-Histriyonik Kişilik Prototipi

    Özet cümle: Histerik-histriyonik kişiliğe sahip bireyler duygusal olarak dramatik, bilişsel olarak yüzeysel ve izlenimci, cinsel açıdan provokatif, kişilerarası ilişkilerde etkilenebilir, hayranlık duydukları kişileri idealleştiren ve paradoksal olarak hem yoğun hem de yüzeysel bağlar kuran bireylerdir. 

    Bu prototipe uyan bireyler duygusal olarak dramatiktir ve duygularını abartılı ve teatral bir biçimde ifade etmeye eğilimlidirler. Tepkileri genellikle düşünmeden çok duyguya dayanır ve bilişsel tarzları yüzeysel, genelleyici ve izlenimcidir (örneğin, ayrıntıları kaçırmak, tutarsızlıkları göz ardı etmek, isimleri yanlış telaffuz etmek). İnançları ve beklentileri klişe veya stereotipik görünür; adeta masal kitaplarından ya da filmlerden alınmış gibidir ve beklenenden daha saf veya deneyimsiz görünebilirler. Bu prototipe uyan bireyler genellikle cinsel açıdan baştan çıkarıcı veya provokatiftir. Fiziksel çekiciliklerini aşırı derecede kullanarak ilgi ve dikkat çekmeye çalışırlar ve toplumsal cinsiyet stereotiplerini en uç noktada sergileyen bir şekilde davranabilirler. Flörtöz, cinsel fetihlerle meşgul, insanları kandırmaya eğilimli veya promisküiteye yatkın olabilirler. Romantik veya cinsel “aşk üçgenlerine” dahil olma eğilimindedirler ve hâlihazırda başka biriyle ilişkisi olan ya da başkalarının ilgisini çeken kişilere çekilebilirler. Bu prototipe uyan bireyler, hem şefkatli hem de cinsel duyguları aynı kişiye yönlendirmekte zorlanırlar; başkalarını ya erdemli ya da çekici olarak görme eğilimindedirler, ancak ikisini bir arada değerlendiremezler. Etkilenmeye açık veya kolayca yönlendirilebilir olma eğilimindedirler ve hayranlık duydukları kişileri idealleştirip onlarla özdeşleşerek onların tutumlarını ve tavırlarını benimseyebilirler. Kusursuz, ideal aşk üzerine fanteziler kursalar da duygusal olarak ulaşılmaz ya da uygunsuz görünen (örneğin, yaş, sosyal veya ekonomik statü açısından) romantik veya cinsel partnerler seçme eğilimindedirler. Hızlı ve yoğun bir şekilde bağlanabilirler. Ancak yüzeyin altında, sıklıkla yalnız kalmaktan, reddedilmekten veya terk edilmekten korkarlar.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

     

    10) Borderline-Düzensiz Kişilik (Borderline-Dysregulated Personality)

    “Borderline (borderline)” terimi, psikiyatrik sınıflandırmanın esas olarak sağlam ya da bozulmuş gerçeklik testi temelinde nevrotik ve psikotik rahatsızlıkları ayırt ettiği bir döneme dayanmaktadır. Zamanla, klinik yazarlar ne nevrotik ne de psikotik görünen, bu iki kategori arasında “sınırda” olan hastaları tanımlamaya başladılar. Tanısal yapı zaman içinde evrim geçirse de “borderline” terimi kullanılmaya devam etmektedir. “Borderline-düzensiz (borderline-dysregulated)” terimi, tanıdık olan bu ifadeyi koruyarak aynı zamanda kişilik sendromunun belirleyici özelliği olan duygusal dizregülasyona vurgu yapmaktadır. 

    Borderline-düzensiz kişiliğe sahip bireyler “istikrarlı bir şekilde istikrarsız” olarak tanımlanmıştır.26 Duygusal yaşamda, kendilik kavramında (self-concept) ve ilişkilerde süreklilik gösteren bir istikrarsızlık modeli mevcuttur. Temel özellikleri arasında duygulanım düzensizliği, bölme, kimlik dağılması, yansıtma, yansıtmalı özdeşim ve güvensiz bağlanma yer alır.

    Sınırda düzensiz kişiliğe sahip kişiler, duygulanımlarını düzenlemede zorluk çekerler. Duyguları hızla ve öngörülemez bir şekilde değişebilir ve kontrolden çıkarak aşırı umutsuzluk, kaygı, ajitasyon ve öfkeye yol açabilir. Umut ışığına erişimlerini kaybettikleri derin depresyon dönemleri yaşarlar. Genellikle öfkeyle doludurlar ve nefret dolu, öfke dolu patlamalarla ilişkileri yok etmeye eğilimlidirler. Zayıf dürtü kontrolü devam eden bir sorundur ve düşüncesizce yapılan eylemlere ve kendi kendine zarar veren davranışlara yol açar.

    Bölme (splitting), iyi ve kötü algılar, duygular ve deneyimlerin ayrı ayrı kutulara yerleştirilmesi anlamına gelir ve bu durum, kişinin kendisini ve başkalarını ya tamamen iyi ya da tamamen kötü olarak deneyimlemesine yol açar. (Diyalektik Davranış Terapisi’nde “ikili düşünme (dichotomous thinking)” terimi de bu olguyu ifade eder.) Bölme, kişinin hangi “kutuda” olduğuna bağlı olarak kendisi ve başkaları hakkında aşırı, çılgınca değişen görüşlere yol açar. Sıkıntı yaşadığında, borderline-düzensiz kişiliğe sahip bir kişi başkalarını karmaşık, üç boyutlu insan olarak görmekte zorlanır. Bunun yerine, başkalarına birer tek boyutlu kahramanlar, kurtarıcılar, mağdurlar, kötü karakterler ve zalimler olarak bakar.

    Kişi, belirli insanları tamamen iyi (“iyi nesneler”) ve diğerlerini tamamen kötü (“kötü nesneler”) olarak görebilir veya aynı kişiyi birbirine zıt uçlarda deneyimleyebilir. Bu durum, kararsız ve kaotik ilişkilere yol açar. Örneğin, borderline-düzensiz kişiliğe sahip bir kişi terapisti bir kurtarıcı olarak görebilir, ancak hayal kırıklığına uğradığında terapisti “kötü bir insan” olarak görüp, ona soğuklukları veya yetersizlikleri nedeniyle saldırabilir. İdealizasyon ile değersizleştirme arasındaki bu tür kaymalar genellikle algılanan eleştiri veya reddedilme ile tetiklenir.

    Bölme, aynı zamanda kendilikle ilgili çelişkili ve bölünmüş deneyimlere de atıfta bulunur. Kişi, kendisini bazen iyi bir insan olarak, bazen de kötü ve çürümüş biri olarak deneyimleyebilir. Kendilik kavramı, hangi çelişkili kendilik temsillerinin yaşandığına bağlıdır. Farklı kendilik temsilleri arasındaki geçişler, duygusal durumdaki değişikliklerle birlikte gelir ve kişiyi duygusal bir heyecan treninde (rollercoaster) tutar. Bu nedenle, duygusal düzensizlik ve bölme birbirini takip eder.

    Çünkü farklı kendilik temsilleri birbirine entegre bir bütün olarak birleşmemiştir, borderline-düzensiz kişiliğe sahip kişiler tutarlı, istikrarlı bir kendilik duygusu (kimlik yayılması) sürdürmede zorluk çekerler. Tutumları, değerleri ve kendilik kavramları istikrarsız ve değişken olabilir. İlişkiler, koşullar veya duygusal durumla değişebilirler. Kişi, farklı zamanlarda çarpıcı bir şekilde farklı biçimlerde kendini sunabilir ve bu genellikle klinik uzmanları şaşırtır. Eğer iyi hissediyorlarsa, yakın zamanda intihar düşünceleri geçirdiklerini umursamadan neşeli olabilirler. Depresyondaysalar, daha önce olumlu olarak deneyimledikleri herhangi bir parça ile bağlantı kuramayabilirler.

    Borderline-düzensiz kişiliğin belirgin özelliklerinden biri, ilkel yansıtma biçimleridir. Bölünmüş, reddedilmiş kendilik ve diğer temsilleri ve onlarla ilişkilendirilen duygular, kesinlik ve inançla tamamen başkalarına yansıtılır. Bu yansımalar genellikle öfke, kin, nefret, kıskanma ve tiksinme gibi yoğun olumsuz duyguları içerir. Kişi, yansımalarını algı değil, gerçek olarak kabul eder. Ötekiler tarafından -ki buna  klinisyenler de dahil- defalarca olduklarından farklı olarak algılanıp buna göre muamele gördüklerinde, bu durum onlar için kafa karıştırıcı ve sinir bozucu olabilir.

    Yansıtmalı özdeşim yansıtma savunmasını bir adım öteye taşır. Kişi, reddedilen kendi parçalarını yansıtmanın yanı sıra, yansıttığı duyguları bu kadar şiddetle uyandırmak ve harekete geçirmek için çalışır, böylece diğer kişi yansıtmaya göre hisseder ve hareket eder. Borderline-düzensiz hastalar bunu, bilinçli olarak yapmasalar da, ustalıkla gerçekleştirirler. Klinisyenler, kendi düşüncelerini düşünemez veya kendi duygularını hissedemez hale geldiklerini, sanki zihinleri yabancı bir şey tarafından istila edilmiş gibi hissettiklerini anlatırlar.27 Yansıtmalı özdeşim etkisi altındayken, klinisyenler kendilerini hastalarına karşı yoğun bir nefretle dolmuş ya da onları kurtarmak için profesyonel sınırları aşmaya zorlanmış halde bulabilirler.

    Yansıtmalı özdeşim sırasında hastadan klinisyene aktarılan düşünce ve duygular ne gizemli ne de mistiktir. Hastanın gözlemlenebilir davranışları, klinisyeni belirlenen rolüne çekip iter, yönlendirir ve zorlar; ancak bu süreç gerçekleşirken klinisyen bunun farkında olmayabilir. Genellikle önce karşı aktarım ortaya çıkar ve anlamlandırma sonradan gelir.

    Geçmişinde istismar öyküsü olan borderline-düzensiz hastalar, istismarcı, kurban ve kurtarıcı rollerinin sürekli değiştiği senaryoları canlandırmaya yatkındırlar. Yansıtma ve yansıtmalı özdeşim süreçleri aracılığıyla, klinisyen ve hasta bu üç rolden herhangi birini üstlenebilirler. Yaygın bir senaryoda, hasta başlangıçta kurban rolündedir ve klinisyen kurtarıcı rolünü üstlenir. Hastanın ihtiyaçları ve talepleri arttıkça, klinisyen kendini aşırı zorlar ve hastanın talepleri karşısında kendini baskı altında ve mağdur hisseder (örneğin, gece geç saatlerde gelen telefonları yanıtlamak, seans süresini aşmak, ücret almamak). Bu noktada, sınırları yeniden kurmaya çalışan klinisyen, denetleyici ve cezalandırıcı bir tutum sergileyerek istismarcı rolüne kayabilir. İdeal olan, klinisyen ve hastanın bu değişen benlik ve öteki deneyimlerini ve bu rol ilişkilerinin terapi sürecinde nasıl yeniden yaratıldığını birlikte inceleyebilmesidir; böylece hasta, bu dinamikleri yalnızca yeni bir kişiyle tekrar etmek yerine anlamlandırabilir.

    Son olarak, borderline-düzensiz kişiliğe sahip bireyler güvensiz veya düzensiz bağlanma stillerine sahiptir ve reddedilmeye karşı aşırı duyarlıdırlar. İhtiyaçlı ve bağımlıdırlar, hızla ve yoğun bir şekilde bağlanırlar ancak reddedilme ve terk edilme beklentisi içindedirler. İlgiye ve bakıma umutsuzca ihtiyaç duyarlar, ancak “ilgi” kavramları, hiç kimsenin karşılayamayacağı kadar gerçekçi olmayan bir erişilebilirlik ve uyum düzeyini içerir. Kaçınılmaz olarak karşı taraf bu beklentileri karşılayamadığında, öfkelenir ve saldırganlaşırlar. Bu dinamik, özlü bir kitap başlığında özetlenmiştir: Senden Nefret Ediyorum-Beni Bırakma.29

    Borderline-düzensiz kişilik için geliştirilmiş birçok terapi modeli bulunmaktadır ve bunlar diğer bölümlerde ele alınmaktadır. Borderline-düzensiz hastalarla çalışmak hızlı, yoğun, kaotik ve kafa karıştırıcı olabilir. Bir süpervizör, bu deneyimi “çamaşır makinesinde çaresizce savrulmaya” benzetmiştir; neyin, nereden geleceğini asla bilememek gibi. Tedavinin erken aşamalarında, klinisyenin rolü yalnızca kafa karışıklığını kabul etmek ve tolere etmek, hasta ile bağlantıyı sürdürmek ve tedavi çerçevesini korumak olabilir. Açık bir kuramsal model, yön sağlar ve klinisyenin kaygılarını sınırlandırmaya yardımcı olur.

    Tüm terapi modelleri, sınır meselelerine dikkat etmeyi, terapi ilişkisinde neler olup bittiğine odaklanmayı ve terapiye ve terapi ilişkisine potansiyel olarak zarar verebilecek davranışları aktif bir şekilde yönetmeyi vurgular. Borderline-düzensiz hastalar krizlere yatkın olduklarından, terapi süreci, altta yatan psikolojik meseleler yerine kriz yönetimine odaklanıldığında kolayca raydan çıkabilir. Bu nedenle, borderline-düzensiz kişiliğe yönelik terapi modelleri, terapistlerin yoğun karşı aktarım duygularıyla başa çıkmalarına yardımcı olmak için düzenli danışma ve destek mekanizmalarını içerir. 

    Borderline-düzensiz kişilik, kendi başına bir kişilik sendromu olarak (başka bir kişilik sendromu baskın olmadığında) veya herhangi bir diğer kişilik sendromu ile ilişkili bir kişilik organizasyonu seviyesi olarak görülebilir. Örneğin, narsisistik kişilik ve borderline-düzensiz kişilik tanımlarına uyan bir hasta, borderline düzeyde organize olmuş narsisistik kişilik olarak tanımlanabilir. Benzer şekilde, paranoid kişilik ve borderline-düzensiz kişilik özellikleri taşıyan bir hasta, borderline düzeyde organize olmuş paranoid kişilik olarak nitelendirilebilir. Bu organizasyon çerçevesi, tanısal değerlendirmelere önemli bir netlik kazandırır. Borderline-düzensiz kişilik prototipi için Kutu 1.10’a bakınız.

    Kutu 1.10 Borderline-Düzensiz Kişilik Prototipi

    Özet cümle:  Borderline-düzensiz kişiliğe sahip bireyler, duygularını düzenleme yetisinde bozulma yaşar, kendileri ve başkaları hakkında istikrarsız algılara sahiptir ve bu durum yoğun ve kaotik ilişkilere yol açar. Ayrıca, kendine zarar verme dahil olmak üzere, dürtüsel davranışlara yatkındırlar. 

    Bu prototipe uyan bireylerin duyguları hızla değişebilir ve kontrolden çıkabilir, aşırı üzüntü, kaygı ve öfke durumlarına yol açabilir. Bu kişiler olayları felaketleştirme eğilimindedirler; sorunları çözülemez ya da yıkıcı olarak görürler ve genellikle bir başkasının desteği olmadan kendilerini yatıştırma veya teselli etme becerisine sahip değildirler. Güçlü duygular uyandığında mantıksız hale gelebilirler ve işlevselliklerinde belirgin bir düşüş yaşarlar. Bu bireyler, kendilerine dair istikrarlı bir algıya sahip değildirler; tutumları, değerleri, hedefleri ve kendileri hakkındaki duyguları değişken ve tutarsız olabilir. Aynı şekilde, başkalarına dair dengeli ve istikrarlı bakış açılarını korumakta zorlanırlar. Rahatsız edici bir durumda, bir kişiyi hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle değerlendirmekte güçlük çekerler ve insanları uçlarda, “ya hep ya hiç” şeklinde algılarlar. Bu nedenle, ilişkileri genellikle istikrarsız, kaotik ve hızlı değişen bir yapıya sahiptir. Terk edilme ve reddedilme korkuları yoğundur; yalnız kalmaktan çekinirler ve başkalarına hızla ve yoğun bir şekilde bağlanma eğilimindedirler. Kendilerini sıkça yanlış anlaşılmış, kötü muamele görmüş ya da mağdur edilmiş gibi hissederler. Başkalarında yoğun duygular uyandırabilir ve onları, kendilerine yabancı ve alışılmadık rollere ya da senaryolara sürükleyebilirler (örneğin, olağan dışı bir şekilde acımasız olmak ya da onları “kahramanca” bir şekilde kurtarmaya çalışmak gibi). Aynı zamanda, diğer kişiler arasında çatışma veya düşmanlık yaratma eğiliminde olabilirler. Bu prototipe uyan bireyler dürtüsel davranışlar sergileme eğilimindedirler. İş hayatları veya yaşam düzenleri genellikle kaotik ve istikrarsızdır. Kendine zarar verme davranışları, intihar tehditleri veya girişimleri, özellikle bir bağlanma ilişkisi tehdit edildiğinde veya kesildiğinde ortaya çıkabilir.

    5çok iyi eşleşme (hasta bu bozukluğa örnek teşkil ediyor; prototipik vaka) Tanı
    4iyi eşleşme (hastanın bu rahatsızlığı var; tanı geçerlidir)
    3orta düzeyde eşleşme (hastada bu bozukluğun belirgin özellikleri var) Özellikler
    2Hafif uyum (hastada bu bozukluğun hafif özellikleri var)
    1eşleşme yok (atıf (apply) geçerli değil)

     

    Kişilik ve Klinik Vaka Formülasyonu

    Şu net olmalıdır ki, kişilik sendromları yalnızca betimleyici değil, aynı zamanda açıklayıcıdır. DSM tanıları gibi sadece belirtileri listelemekten öte, kişilik sendromları, altta yatan psikolojik süreçleri açıklar ve bireyleri çeşitli ruh sağlığı problemlerine karşı nasıl savunmasız hale getirdiğini gösterir. Ruh sağlığı problemleri bir boşlukta ortaya çıkmaz. Çoğu zaman, kişilik dinamiklerinin oluşturduğu bir matris içinde gelişir.

    Kişilik sendromu tanımlamaları, klinik vaka formülasyonlarının genel çerçevesini sağlar. Bunlar, tedaviye odaklanmak için bir temel sunar ve klinisyenin dikkatini, mevcut semptomların ve tanıların altında yatan psikolojik süreçlere yönlendirir. Bu tanımlamalar geniş çerçevelerdir çünkü özellikle daha yüksek (sağlıklı ve daha sağlıklı nevrotik) işlevsellik düzeylerinde bulunan bireylere uygulandığında kaçınılmaz olarak birer basitleştirme içerirler. Daha yüksek işlevsellik düzeyindeki bireyler, daha büyük psikolojik esnekliğe sahiptir ve genellikle çeşitli kişilik stillerinin bir karışımını sergilerler. Bununla birlikte, belirli kişilik dinamiklerinin (örneğin depresif, obsesif-kompulsif, narsisistik vb.) baskın olduğu alanları tanımak mümkündür. Daha “saf” kişilik stili örnekleri genellikle daha düşük kişilik organizasyonu düzeylerinde görülür.

    Klinik vaka formülasyonları neden-sonuç ilişkisini ortaya koyar. Örneğin, depresif kişiliğe sahip birey öfkeye karşı savunma geliştirir ve bu öfke dolaylı olarak kendini eleştirme ve kendini cezalandırma şeklinde ifade bulur. Narsisistik kişiliğe sahip birey, yetersizlik ve boşluk hissini bastırmak için kendini abartılı şekilde yüceltir, ancak savunma amaçlı inşa ettiği benlik imgesi, kendisiyle ve diğer insanlarla kurduğu gerçek bağlantıyı kesintiye uğratır. Borderline-düzensiz kişiliğe sahip birey, çelişkili algıları ve duygusal durumları uzlaştıramaz ve bunlar arasında gidip gelir. Paranoyak kişiliğe sahip birey, kendi yansıtılmış düşmanlığını her yerde görerek dünyayı soğuk ve zalim bir yer olarak deneyimler.

    Böyle ifadeler, bireyselleştirilmiş ve danışana özgü vaka formülasyonlarının temelini oluşturan neden-sonuç ilişkilerini açıklar ve tedaviye yön ve odak kazandırır. Tutarlı bir vaka formülasyonu olmadan, tedavi rastgele denemelerin yapıldığı, klinisyenin bir müdahaleyi diğerinin ardından uygulayıp birinin “işe yaramasını” umduğu düzensiz bir sürece dönüşebilir. Aynı zamanda, belirgin bir yönü olmayan, amaçsız bir “destekleyici terapiye” de evrilebilir; bu durumda terapist, anlamlı bir değişim sağlama konusunda fiilen pes etmiş olur. Bir kişilik sendromunu tanımak, klinik vaka formülasyonunu oluşturmaya başlamaktır.

    Depresyona Giden Kişilik Yolları 

    Kuzey Amerika’da en yaygın ruh sağlığı tanıları arasında depresif bozukluklar yer almaktadır. Depresyon yaşayan birçok hasta, semptom odaklı tedavilerden yalnızca sınırlı bir rahatlama sağlamakta ya da kısa süreli bir iyileşme yaşadıktan sonra tekrar depresyon nüks etmektedir. Depresyon sıklıkla kronik bir durum olarak kabul edilir. Pek çok vakada depresyon, kronik gibi görünebilir çünkü ona yol açan kişilik süreçleri psikoterapi sürecinde hiç ele alınmamıştır. 

    Hemen hemen tüm kişilik sendromları depresyona zemin hazırlayabilir ve her biri farklı bir tedavi odağı gerektirir. Bu bölümde, çeşitli kişilik sendromlarının depresyona nasıl yatkınlık oluşturduğunu kısaca açıklayacak ve bazı tedavi çıkarımlarına çok daha kısa değineceğim. Amacım, kişilik süreçleri ile depresyon arasındaki bağlantıları göstermek; spesifik bir tedavi yöntemi sunmak değil -bu başlı başına bir veya birkaç kitap gerektirir.

    Depresif Kişilik 

    Depresif kişilik, geçici bir ruh hali durumundan ziyade kalıcı kişilik dinamiklerini ifade eder. Depresif kişilik yapısına sahip bireyler klinik depresyon yaşayabilirler de yaşamayabilirler de; aynı şekilde, tekrarlayan ya da kronik depresyon yaşayan bireylerin depresif kişilik özellikleri göstermesi şart değildir. 

    İhtiyaçları ve arzuları tanımakta zorlanmak, klinik depresyona yol açabilir. Kendi ihtiyaçlarını bilmeyen birinin onları karşılaması zordur. Temel duygusal ihtiyaçların karşılanamaması tükenmişlik ve depresyona neden olur. Psikoterapi sürecinde yalnızca tanınmayan ve dile getirilmeyen ihtiyaçların ifade edilmesine odaklanmak yeterli değildir; aynı zamanda bu ihtiyaçların fark edilmesini engelleyen psikolojik süreçlerin de ele alınması gerekir. Klinisyen, hastanın kendi ihtiyaçlarından ve arzularından nasıl ustaca yollarla kaçındığını fark etmeli ve onları bu kaçınmaya yönelten korkuları ifade etmelerine yardımcı olmalıdır.

    Kendiliğe yöneltilen öfke, depresyona yol açabilir. Azarlanmak, cezalandırılmak ve hor görülmek acı vericidir; bunu yapan için de durum değişmez. Kişi, kendine yönelik eziyeti durdurabilmek için alışkanlık haline getirdiği inkârı bırakmalı ve öfkesini bilinçli bir şekilde deneyimlemelidir. Bu süreç yalnızca akademik ya da entelektüel bir düzeyde gerçekleşemez; öfkenin, terapi ilişkisi içinde, “burada ve şimdi” deneyimlenmesi gerekir. Terapist, danışanın dolaylı yoldan gösterdiği kızgınlık veya hayal kırıklığı belirtilerine –ya da bu duyguların beklendiği halde yokluğuna– dikkat etmeli ve bunları terapi ilişkisine aktif olarak davet etmelidir. Örneğin, “Geç kaldığım için üzgünüm” ifadesi, hayal kırıklığı veya öfkeyi keşfetmeye bir davet değildir; ancak “Ben burada olmadığımda nasıl hissettiğinizi söylemediğinizi fark ettim” ifadesi, bu duyguların açığa çıkması için bir davettir. 

    Güvenilir ve sürekli ulaşılabilir bir bakımvereni içselleştirememiş hastalar, duygusal bakım için dış kaynaklara bağımlı kalır ve yalnızca kendi içsel kaynaklarına güvenmek zorunda kaldıklarında depresyona yatkın hale gelirler. Bu kişiler, duyarlı ve güvenilir bir terapistle kurdukları ilişkiyi deneyimleyerek ve içselleştirerek fayda sağlarlar. Keyfi seans sınırlamalarına sahip kısa süreli terapiler ise yıkıcı olabilir; bu tür yaklaşımlar, danışanın erken dönemde yaşadığı ilişkisel kopukluk ya da kayıpları onarmasına yardımcı olmak yerine, onları tekrar yaşamasına neden olabilir.

    Kaçıngan Kişilik 

    Duygusal iyi oluş, dünyayla etkileşim içinde olmayı ve en azından bir miktar keyif ve zevk almayı gerektirir. Kaygılı-kaçıngan kişilik yapısına sahip bireyler, korkulu kaçınma yoluyla kendilerini duygusal beslenmeden mahrum bırakırlar. Yaşam alanları, temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyecek kadar daralabilir ve bu da tükenmeye ve depresyona yol açabilir. Dahası, korkulan durumlardan kaçındıklarında bile kaygılarından pek az kurtulurlar; çünkü algılanan tehlikeler yalnızca dış dünyaya değil, iç dünyaya da aittir. Kaygıları bastırmaya yönelik çaba, duygusal olarak tüketici ve yorucudur. 

    Terapi, danışanın hem içsel hem de dışsal olarak kaçındığı şeylerle yüzleşmesine yardımcı olmalıdır. Hayatları duygusal ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyecek kadar daralmış olduğu ve enerjilerini arzularını gerçekleştirmek yerine tehlikelerden kaçınmaya adadıkları sürece, depresyona karşı savunmasız kalmaya devam ederler.

    Obsesif-Kompulsif Kişilik 

    Obsesif-kompulsif kişiliğe sahip bireyler, sürekli bir iç çatışma içindedirler ve bu çatışmayı bastırmak için duygusal farkındalık ve ifadenin daraltılması ve kısıtlanması yoluyla savunma geliştirirler. Ne yazık ki, olumsuz duyguları seçici bir şekilde bastırmak mümkün değildir. Utanç, korku ve öfkeyi engelleyen savunmalar aynı zamanda kendiliğindenliği, neşeyi, heyecanı, arzuyu ve keyfi de engeller. Sonuç olarak, yaşam tekdüze, rutin ve zevksiz hale gelir. 

    Arzular yasaklanmıştır ve kişi arzusunu takip ettiğinde bile, bu durum öyle yoğun bir suçluluk duygusu yaratır ki aldığı zevk tamamen gölgelenir. Sürekli olarak ihtiyaçlarını ve arzularını bastırmak ve boş zaman ile keyif alma pahasına aşırı derecede işe ve üretkenliğe adanmak, tükenmeye ve depresyona yol açar. Temelde var olan utanç, küçük düşme ve öfke duyguları sürekli olarak yüzeye çıkma tehdidi taşır, bu da kişide devamlı yaklaşan bir felaket hissine neden olabilir. 

    Etkili bir psikoterapi süreci, danışanın duygusal yaşamını bastıran savunmaları keşfetmesine yardımcı olmalı ve terapi ilişkisi içinde deneyimleyerek, duyguların ve arzuların dehşetle değil, kabul ve ilgiyle karşılanabileceğini göstermelidir. Böylece, duyguların ifade edilmesinin ceza, misilleme veya bir felakete yol açmayacağını öğrenebilirler.

    Narsisistik Kişilik 

    Narsisistik kişiliğe sahip bireyler, doğaları gereği depresyona yatkındırlar. Bu yatkınlığın bir kaynağı, büyüklenmeci beklentiler ile gerçek dünyanın sundukları arasındaki kronik uçurumdur. Kişiye yöneltilen ödüller, kendilerini layık gördükleri seviyenin altında kaldığı için değersizleştirilir. Bu nedenle, tatmin ve haz yerine hayal kırıklığı ve mağduriyet hissederler. Beklenti ve gerçeklik arasındaki bu uçurum asla kapanmaz ve sonuç olarak kişi keder, umutsuzluk ve çaresizlik duygularına kapılabilir. 

    Benzer şekilde, kişinin kendine yönelik beklentileri ile gerçek yetenekleri arasında da sürekli bir boşluk bulunur. Narsisistik birey, sınırsız başarı, güç, güzellik veya yetenek hayalleri kurar. Ancak, gerçek başarılarından duyabileceği tatmin ve gurur -ki bu gerçekçi bir özsaygının temelini oluşturabilir-yerine, sürekli olarak yetersiz kaldığını hisseder. 

    Son olarak, savunmacı bir şekilde inşa ettikleri benlik imgesi, gerçek yakınlık için bir engel teşkil eder ve onları sevgi ile anlamlı ilişkilerden uzaklaştırabilir. 

    Etkili bir psikoterapi süreci, danışanın hayatın sunduğu zevkleri nasıl değersizleştirdiğini, kendi meşru yeteneklerini nasıl küçümsediğini ve anlamlı bağlantılardan nasıl kendini mahrum bıraktığını fark etmesine yardımcı olabilir. Eğer terapi ilişkisine yeterince güven duyarlarsa, utanç verici ve yetersiz hissettikleri yönlerini açığa çıkarmaya başlayabilirler. Bu süreçte, terapistin daha kabul edici ve insancıl bakış açısını içselleştirebilirler. Nihayetinde, kusursuz insan ve kusursuz dünya fantezilerinin yasını tutmaları gerekir ki, oldukları kişi olarak, gerçek dünyada var olabilsinler.

    Paranoid Kişilik 

    Paranoid kişiliğe sahip bireyler, dünyayı soğuk, acımasız ve düşmanca bir yer olarak algıladıkları için depresyona yatkındırlar. Kendilerini sürekli bir savaşın içinde hissederler, her yönden düşmanlar ve tehlikelerle çevrili olduklarına inanırlar. Dünyayı düşmanca bir yer olarak algılamalarının temelinde, kendi öfkelerini ve saldırganlıklarını dışa yansıtmaları (projeksiyon) yatar; yani, her baktıkları yerde aslında kendi düşmanlıklarını görürler. Sürekli bir mücadele, zulüm ve dışlanmışlık hissi, depresif ruh hallerine yol açabilir. Buna ek olarak, başkalarıyla anlamlı bağlar kurmak ve duygusal destek almak konusunda yoksun kalırlar. Çünkü insanları kendilerinden uzak tutar, aynı zamanda şüpheci ve saldırgan tavırlarıyla çevrelerindekileri de kendilerinden uzaklaşmaya iterler. 

    Psikoterapi, kişinin dışsal olarak deneyimlediği saldırganlığın aslında içeriden kaynaklandığını fark etmesine, saldırganlığın kaynaklarını ve daha derin yaralara karşı koruma rolünü anlamasına, düşmanca ve çekişmeli etkileşimler yaratmada kendi rolünü anlamasına yardımcı olabilir.

    Borderline-Düzensiz Kişilik 

    Borderline-düzensiz kişiliğe sahip bireyler, derin ve karanlık depresyon nöbetleri yaşarlar. Bu ağır depresif durumlar, kişinin varlığının tamamını kapsıyor gibi görünebilir. Birey, kendisiyle ve dünyayla ilgili her şeyin karanlık, umutsuz olduğunu ve geçmişte de hep böyle olduğunu, gelecekte de böyle olacağını hissedebilir. Kendisini onarılamaz şekilde zarar görmüş, kötü ya da içten içe çürümüş olarak algılayabilir. Olumlu benlik temsilleri ve deneyimler ulaşılamaz hale gelir. 

    Bu şiddetli depresif durumlar, bölmenin (splitting) bir sonucudur. Daha sağlıklı kişilik organizasyonu seviyelerinde, olumlu ve olumsuz benlik temsilleri ve duygusal durumlar bütünleşmiş bir yapı oluşturur ve birbirlerini doğal olarak dengeler. Ancak, benlik temsilleri bölünmüş ve ayrıştırılmış olduğunda, o an deneyimlenen benlik temsili ve duygusal durum, kişinin varlığının tamamıymış gibi hissedilir. Acı verici duygusal durumlar, diğer deneyimlerle dengelenmediğinde, en ham ve yoğun halleriyle yaşanır. 

    Ağır depresif durumlara katkıda bulunan başka etkenler de vardır. Kimlik difüzyonu, yani tutarlı ve istikrarlı bir benlik duygusunu koruyamama, yoğun bir boşluk hissine yol açar. Bireyin çaresizlik ve mağduriyet yaşadığı ilişki kalıplarını tekrar tekrar deneyimlemesi depresyona neden olabilir. Dengesiz ilişkiler ve başkalarına yönelik öfkeli tepkiler, kişinin en çok ihtiyaç duyduğu anda duygusal destekten yoksun kalmasına sebep olabilir. Dürtüsel ve düşünmeden yapılan seçimler ve eylemler, acı verici sonuçlar doğurabilir. 

    Bazı terapi yaklaşımları, düzensiz duygusal durumların yönetimine (örneğin, öz-düzenleme becerilerinin öğrenilmesi ve uygulanması yoluyla) odaklanır. Diğer yaklaşımlar ise bu düzensiz durumlara neden olan temel psikolojik süreçleri ele alır ve değiştirmeyi hedefler. Bunun için, hastanın yoğun duygusal tepkilerinin tutulabileceği, incelenebileceği ve anlaşılabileceği sağlam bir yansıtıcı alan yaratılması gerekir.

    Sonuç 

    Tanı koymanın amacı, daha etkili bir tedavi sağlamaktır. Şikayetler ve tanılar sıklıkla kişilik dinamiklerine dayandığında, anlamlı bir değişim sağlamak için bu dinamiklerin ele alınması gerekir. Kişilik dinamikleri belirli kalıplar içinde şekillendiğinden, kişilik tanısı büyük ölçüde bir örüntü tanıma sürecidir. Bu örüntüleri tanıyabilen klinisyenler, klinik süreci yönetmede büyük bir avantaja sahip olurlar. Örneğin, bireyin acı çekmesine neden olan temel psikolojik süreçleri, karşılaşabilecekleri savunma mekanizmalarını ve tedavi ilerledikçe aktarım ve karşı-aktarım yoluyla kendilerine biçilecek rolleri önceden fark edebilirler. Kişilik sendromlarını anlamadan hasta tedavi etmek, haritasız bir yolculuğa çıkmak gibidir. 

    Bu bölümde ele alınan on bir kişilik sendromu, sadece nesiller boyu süregelen klinik deneyimlerden elde edilen bilgileri değil, aynı zamanda ampirik araştırmaların bulgularını da yansıtmaktadır. Kullanılan tipoloji -on bir tanı grubu veya sınıflandırma- geniş klinik örneklemler üzerinde uygulanan istatistiksel kümeleme yöntemleriyle belirlenmiştir. Sendromların temel tanısal özellikleri, tanısal prototiplerde özetlendiği gibi, yine bilimsel verilerle desteklenmektedir. Bu tanı sistemini kullanan klinisyenler, kanıta dayalı bir yaklaşımdan yararlandıklarından emin olabilirler. 

    Belki de en önemlisi, her kişilik sendromu, terapist ve danışanın birlikte ele alıp detaylandırabileceği ve yeni anlayışlar geliştikçe revize edebileceği bir klinik vaka formülasyonunun temel hatlarını sunar. Bu tür bir vaka formülasyonu, tedaviye yön ve odak kazandırarak, birçok danışan için anlamlı ve kalıcı değişimlere yol açabilir. 

    Klinisyenler ve araştırmacılar için ek kaynaklar için Kutu 1.11’e bakınız. 

    Çıkar Çatışması / Açıklama: Bu bölümün yazarlarının herhangi bir mali çatışması veya açıklanması gereken bir durum bulunmamaktadır.

    Kutu 1.11: Klinik Uygulayıcılar ve Araştırmacılar İçin Kaynaklar

    • swapassessment.org

    Bu site, SWAP değerlendirme aracına erişim sağlar. Klinik uygulayıcılar çevrimiçi bir değerlendirme tamamlayarak kişilik tanıları, klinik vaka formülasyonları ve tedavi önerilerini içeren kapsamlı bir değerlendirme raporu alabilirler. Ayrıca, indirilebilir makalelere bağlantılar içeren geniş bir bibliyografya mevcuttur. 

    • swapassessment.org/prototypes

    Bu bağlantı, tüm tanısal prototipleri içeren üç sayfalık bir hızlı başvuru kılavuzuna (PDF dosyası) erişim sağlar. Günlük klinik uygulamalarda kişilik tanılarını kolaylaştırmak için ücretsiz bir referans kaynağı olarak sunulmaktadır.

  • O Zaman Öyleydi, Şimdi Böyle: Çağdaş Psikodinamik Terapiye Giriş

    “Kendine, zihninin en derinliklerine kadar, dürüstçe ve korkusuzca bak.”

    Yazarın Notu

    Bu üzerinde çalışılan metin, çağdaş psikodinamik düşünceye jargondan arındırılmış bir giriş sunmaktadır. Hem uygulayıcılar [psikodinamik psikoterapi uygulayıcıları] hem de diğer terapi yaklaşımlarında eğitim almış uygulayıcılar için tasarlanmıştır. Bu metni yazmamın sebebi, mevcut kitapların öğrencilerimin ihtiyaçlarını karşılamıyor olmasıdır. Birçok klasik psikanalitik terapi tanıtımı güncelliğini yitirmiştir. Onlar, onlarca yıl önceki psikanalitik düşünceyi anlatıyorlar, bugünkünü değil. Diğer bazı kitaplar ise aşırı derecede jargon içermekte veya çoğu çağdaş okuyucunun, sahip olmadıkları bir ön bilgiye sahip olduklarını varsaymaktadır. Bazı kitaplar ise belirli bir psikanalitik ekolü diğerlerine üstün kılmaya çalışan yanlı bir gündeme sahiptir, ancak öğrencilerin bu tür içsel teorik tartışmalara çekilmesi onlara yardımcı olmaz. Son olarak, bazı başarılı kitaplar ilgili ve anlayışlı bir okuyucuyu hedef alarak [onun var olduğunu varsayarak] yazılmıştır, ki bu [ilgili ve anlayışlı bir okuyucunun varlığı] genellikle doğru bir varsayım değildir. Birçok öğrenci, psikanalitik düşünce hakkında oldukça fazla dezenformasyona maruz kalmış ve bu yaklaşıma hatalı ve olumsuz önyargılarla yaklaşmaktadır.

    Başlık, bir tevriyedir (double entendre /iki anlamlı söz) . “O zaman öyleydi, şimdi böyle” ifadesi, psikanalitik terapinin temel bir amacına, insanların geçmiş deneyimlerinin bağlarından kurtulmasına ve bugünü daha dolu (fully) bir şekilde yaşamasına yardımcı olmaya işaret eder. İnsanlar genellikle “olan”a değil, “olmuş olana” tepki verirler ve psikanalitik terapi bu konuda yardım etmeyi hedefler. Başlık ayrıca, son yıllarda psikanalitik düşüncede meydana gelen köklü değişimlere de atıfta bulunmaktadır. Birçok kişi için “psikanaliz (“psychoanalysis)” terimi, günümüz uygulayıcılarının düşündükleri ve yaptıklarıyla pek az ilgisi olan, yüzyıl öncesine ait klişeleri çağrıştırmaktadır.

    Bu bölümler, bir kitabın başlangıcı olarak tasarlandı. Belki birgün tamamlarım, ancak bu proje şu an için ikinci planda. Şimdilik elimizde olan bu kadar. Jonathan Shedler, Nisan, 2010 

    Bölüm 1:

    Yanlış Anlamaların Kökenleri

    Psikanalitik psikoterapi, tüm terapi türleri arasında en yanlış anlaşılanı olabilir. Klinik psikoloji doktora öğrencileri için psikanalitik terapi üzerine bir ders veriyorum ve bu öğrencilerin birçoğu, zorunlu olmasa derse katılmazdı. Derse, öğrencilerden psikanalitik terapi hakkındaki inançlarını yazmalarını isteyerek başlıyorum. Çoğu, son derece yanlış önyargılar ifade ediyor. Bu önyargılar, psikanalitik uygulayıcılarla birebir karşılaşmalardan değil, medyadaki tasvirlerden, psikanalitik kavramlara derslerinde değinen ancak bunları pek anlamayan lisans düzeyi psikoloji profesörlerinden ve yarım yüzyıl öncesinde güncelliğini yitirmiş psikanalitik teorilerin karikatürlerini sunan ders kitaplarından kaynaklanıyor. 

    Daha akılda kalıcı yanlış anlamalardan bazıları şunlardır: Psikanalitik kavramların yalnızca ayrıcalıklı ve zengin insanlara uygulandığı, psikanalitik kavramların ve tedavilerin ampirik desteğe sahip olmadığı (ampirik kanıtların kapsamlı bir incelemesi için bkz. Shedler, 2010); psikanalistlerin her şeyi seks ve saldırganlığa “indirgediği”, hastaları yalnızca maddi kazanç için uzun süreli tedavide tuttukları; psikanalitik teorilerin cinsiyetçi, ırkçı veya sınıfçı olduğu (tercihinize göre başka bir politik olarak yanlış sıfat da ekleyebilirsiniz); psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un kokain bağımlısı olduğu ve teorilerini bu maddenin etkisi altında geliştirdiği, çocuk tacizcisi olduğu [Ivy League (ABD’nin kuzeydoğusunda akademik ve sosyal alanda prestijleriyle tanınan fakülte ve üniversitelerden oluşan bir grup)  mezunu bir öğrenci, bu garip fikri bir profesöründen öğrenmişti) ]; ve sanki psikanalitik bilgi 1900’lerin başından bu yana hiç ilerlememiş gibi  “psikanalitik” ve “Freudyen” terimlerinin eş anlamlı olduğu.

    Çoğu psikanalitik terapistin, (kokteyl partilerinde fazlasıyla sık karşılaşılan) “Siz bir ‘Freudyen’ misiniz?” sorusuna nasıl yanıt vereceğini bilmediği bir gerçektir. Bu sorunun anlamlı bir yanıtı yoktur ve şahsen, verdiğim herhangi bir cevabın yanlış anlaşılmaya yol açacağından korkarım. Temel bir açıdan bakıldığında, aslında tüm ruh sağlığı profesyonelleri bir anlamda “Freudyen”dir çünkü Freud’un kavramlarının birçoğu, psikoterapinin genel kültürüne adeta asimile olmuştur. Pek çok Freudyen fikir bugün o kadar sıradan, sağduyulu ve kabul edilmiş görünmektedir ki, bunların aslında Freud’dan kaynaklandığını ve ortaya çıktığı dönemde radikal olduğunu insanlar fark etmez. Örneğin, çoğu insan travmanın duygusal ve fiziksel semptomlara yol açabileceğini, erken yıllardaki bakımın yetişkin yaşamımızı derinden etkilediğini, insanların karmaşık ve sıklıkla çelişkili motivasyonlara sahip olduğunu, çocuk cinsel istismarının yaşandığını ve bunun yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini, duygusal zorlukların konuşarak tedavi edilebileceğini, bazen kendimizde görmek istemediğimiz şeyler için başkalarını suçladığımızı, terapistlerin danışanlarla cinsel ilişkiye girmesinin istismarcı ve yıkıcı olduğunu varsayar. Bunlar ve psikoterapi kültüründe sıradan hale gelmiş daha birçok fikir aslında “Freudyen”dir. Bu anlamda, her çağdaş psikoterapist, kabul etse de etmese de (eyvah eyvah) bir Freudyen’dir. Hatta danışanlarla düzenli olarak planlanan randevularla görüşme pratiği bile Freud ile başlamıştır. 

    Bir başka açıdan bakıldığında, “Freudyen misiniz?” sorusu yanıtlanamaz bir sorudur çünkü hiçbir çağdaş psikanalitik terapist bir “Freudyen” değildir. Demek istediğim, psikanalitik düşüncenin Freud’un zamanından bu yana köklü bir şekilde evrimleştiğidir -ki bunu çoğu ders kitabını okuyarak öğrenmeniz pek mümkün değildir. Son yıllarda, teori ve pratikte büyük değişimler yaşanmıştır. Alan, Freud’un tarihsel yazılarından çok daha farklı ve çeşitli yönlerde gelişmiştir. Bu anlamda, kimse Freudyen değildir. Psikanaliz sürekli olarak yeni modeller ve paradigmalar geliştirmeye devam etmektedir. Psikanalitik düşüncenin gelişimi, fizik biliminin Newton ile sona ermediği ya da psikolojide davranışsal geleneğin Watson ile sona ermediği gibi, Freud ile sona ermemiştir.

    Psikanaliz içinde farklı ve bazen sert bir şekilde bölücü görüşlere sahip birden fazla düşünce okulu vardır ve birinin size bir konu hakkında “psikanalitik görüşü” söyleyebileceği fikri hem eski moda hem de oldukça naiftir. Psikanaliz içinde, yalnızca terapilerin en eski geleneği olduğu için, diğer herhangi bir terapi okulundan daha fazla çeşitlilik bulunabilir. Bir psikanaliste “psikanalitik bakış açısını” sormak, bir felsefe profesörüne bir sorunun “felsefi cevabını” sormak kadar anlamlı olabilir. Zavallı profesörün yalnızca kafasını hayretle sallayıp nereden başlayacağını merak ettiğini hayal ediyorum. Psikanaliz için de durum aynıdır. Psikanaliz tek bir teori değil, insan işleyişinin bir veya başka bir yönünü aydınlatmayı amaçlayan bir dizi farklı teoriler bütünüdür.

    Ne değildir?

    Psikanalizin ne olmadığına açıklık getirmek, ne olduğunu açıklamaktan daha kolay olabilir. Başlangıç olarak, çağdaş psikanaliz bir “id, ego ve süperego” teorisi değildir (bu terimler, bu arada, Freud tarafından kullanılmamıştır; bir çevirmen tarafından kullanılmıştır). Ayrıca, bir “fiksasyon” teorisi ya da cinsel ve saldırgan dürtüler, bastırılmış anılar, Oedipus kompleksi, penis kıskançlığı/hasedi (penis envy) veya hadım edilme/kastrasyon kaygısı hakkında bir teori de değildir. Bu fikirlerin her birinden vazgeçilebilse de, psikanalitik düşünce ve terapinin özü bozulmaz. (Şaşırdınız mı?) Bazı psikanalistler bu kavramların bazen faydalı olduğunu düşünebilir ancak birçok psikanalist bunların tamamını reddeder.

    Üniversitede psikanalizin id, ego ve süperego hakkında bir teori olduğunu öğrendiyseniz, hocalarınız size yanlış bilgi vermiştir. Psikanalitik düşünceyi anlamak için psikoloji dersi hiç almadığınızda daha iyi hazırlanmış olabileceğinizi söylemekten dolayı üzgünüm. Zihnin bu belirli modeli (buna “yapısal teori” denir) uzun zaman önce yerini başka teorilere ve modellere bırakmıştır (örneğin Person, Cooper, & Gabbard, 2005). Bu konu, çağdaş psikanalitik yazında, tarihi bağlamlar dışında neredeyse hiç ele alınmamaktadır. 20. yüzyılın sonlarına doğru, teorinin en güçlü savunucusu, sonunda bunun psikanalizle ilgisi olmadığını savunmuştur (Brenner, 1994). Psikoloji ders kitapları, id, ego ve süperego’nun yapısal teorisini sanki bu psikanalizle özdeşmiş gibi sunduğunda, buna gülmek mi, yoksa ağlamak mı gerektiğini bilemiyorum.

    Bu kadar çok ders kitabının neden bu kadar demode ve tamamen yanlış olduğu sorusu haklı bir sorudur. Öğrencilerin ders kitaplarının doğru ve güvenilir olmasını beklemeleri için her türlü hakları vardır. Kısa cevap olarak, psikanaliz akademik dünyadan bağımsız olarak gelişmiştir ve çoğunlukla bağımsız enstitülerde yerleşmiştir. Karmaşık tarihsel sebeplerle, bu enstitüler genellikle oldukça kapalıydı ve yıllarca psikanalistler, fikirlerini kendi kapalı çevrelerinin dışındaki insanlara erişilebilir kılmak için pek bir şey yapmadılar. Bazı psikanalitik enstitüler aynı zamanda en kötü anlamda kibirli ve dışlayıcıydı ve diğer ruh sağlığı profesyonellerini yabancılaştırma konusunda takdire şayan bir iş çıkardılar. Bu durum, Amerikan psikanalitik enstitülerinin, bir tıp hiyerarşisi tarafından domine edildiği bir dönemde gerçekleşti (tarihi bir bakış için bkz. McWilliams, 2004). Psikanalitik enstitüler değişti, ancak diğer ruh sağlığı profesyonellerinde yarattıkları düşmanlık, muhtemelen uzun yıllar boyunca devam edecektir. Bu düşmanlık, birçok kuşak boyunca yetiştirilenler arasında aktarılmış ve her kuşak, hocalarının tutumlarını modellemiştir.

    Akademik psikoloji, psikanalitik psikoterapinin yaygın yanlış anlaşılmasını sürdürmede de rol oynamıştır. Akademik psikolojide, psikanalitik fikirleri küçümseyen bir kültür gelişmişti -daha doğrusu, psikanalitik fikirler yerine bu fikirlerin yanlış anlaşılmış stereotipleri ve karikatürleri- ve psikanalitik terapistlerin gerçekten ne düşündüklerini ve ne yaptıklarını öğrenmeye pek de çaba harcamadılar. Birçok akademik psikolog, psikanalizi bir rakip ya da savunmasız bir figür olarak kullanmakla yetinmişti. Ölü teorisyenlerle yapılan tartışmalarda düzenli olarak “kazandılar”, çünkü söz konusu teorisyenler orada değildi ve görüşlerini açıklayamayacaklardı (ölü insanlarla tartışmak oldukça kolaydır). Birçok akademik psikolog hala psikanalitik kavramların karikatürlerini ve psikanalizin çoktan geride bıraktığı eski teorileri eleştirmektedir (bkz. Bornstein, 1988, 1995; Hansell, 2005). Maalesef, çoğu akademik psikolog yüzyıldan fazla bir süredir psikanalizdeki gelişmeler hakkında hiçbir fikre sahip değildi.

    Aynı durum, son yıllarda psikanalitik yönelimli öğretim üyelerinin toptan tasfiye edildiği ve farmakolojik yönelimli hale gelen psikiyatri bölümlerinde de mevcuttur; öyle ki, birçok psikiyatrist artık hastalara reçete yazmayı gerektirmeyen durumlarda herhangi bir şekilde, nasıl yardım edeceğini bilmemektedir. İlginçtir ki, etkili bir psikofarmakolog olmak, psikanalitik terapinin gerektirdiği becerilerin çoğunu içerir -örneğin, yakınlık kurma, çalışma ittifakı oluşturma, hastaların doğrudan ifade edemeyeceği şeyler hakkında sağlam çıkarımlar yapma ve psikotropik ilaç alma konusunda neredeyse değişmez bir şekilde ortaya çıkan fantezileri ve dirençleri anlama becerisi. Psikiyatri stajyerleri arasında hastaları anlamanın daha kapsamlı yollarına ve biyolojik indirgemeci tedavi yaklaşımlarına alternatiflere yönelik bir açlık var gibi görünüyor.

    Hocalarınızın sizi yanıltmış olduğunu keşfetmek, özellikle bu hocalara hayranlık duyduysanız, hayal kırıklığı yaratabilir. Şu anda bilişsel çelişki yaşıyor olabilirsiniz (ve bilişsel çelişki kuramı, burada sağlanan bilgiyi, çelişkiyi çözmenize yardımcı olabileceği için göz ardı etme isteği duyabileceğinizi öngörür). Kendi deneyimimi hatırlıyorum; hayran olduğum hocaların beni yanlış yönlendirdiğini kabul etmekle ilgili yaşadığım mücadeleyi. Bu hocalara saygı duymak, onların görüşlerini paylaşmak, onlardan biri olmak istiyordum. Aynı zamanda, onlar gibi düşünmek ve onların inandığı şeylere inanmak, kendimi daha büyük ve önemli hissetmeme neden oluyordu, ve gözlerimde onlar küçüldüğünde, ben de kişisel olarak küçülmüş hissediyordum. Bu tepkinin yalnızca bana özgü olmadığını düşünüyorum. Düşünceli ve açık fikirli öğrencilerin bazen “psikanalitik” olarak etiketlenen fikirlere sağır kalmalarının nedenlerinden birinin bu olup olmadığını sık sık merak etmişimdir.

    Terminoloji üzerine bazı yorumlar

    Bu kitapta “psikanalitik” ve “psikodinamik” terimlerini birbirinin yerine kullanıyor olacağım. Psikodinamik terimi, II. Dünya Savaşı sonrasında tıp eğitimi üzerine bir konferansta ortaya atılmış ve psikanalitik ile eşanlamlı olarak kullanılmıştı. Bu terimi benimseyenlerin amacının, psikanalitik eğitimin psikiyatri ihtisası müfredatında yer bulmasını sağlamak olduğu söyleniyor, “psikanaliz” teriminin bazı psikiyatri eğitim yöneticileri tarafından endişeyle karşılanabileceği düşünülerek bu adım atılmıştı (R. Wallerstein, kişisel iletişim; Whitehorn ve ark., 1953). Kısacası, psikodinamik terimi bir nevi bir hiledir. Zaman içinde, psikanalitik kavramlar ve yöntemlere dayanan ancak haftada beş gün süren terapi seanslarını içermeyen veya bir divana/sedire uzanmayı gerektirmeyen çeşitli tedavi yaklaşımlarına  atıfta bulunmak için evrimleşmiştir.

    Bazı psikanalistleri rahatsız etme riskini göze alarak, psikanaliz ile psikanalitik psikoterapi arasındaki farklar hakkında birkaç kelime de söylemek gerekir. Psikanalizde seanslar haftada üç ila beş gün yapılır ve hasta bir divana/sedire yatar. Psikanalitik psikoterapide ise seanslar genellikle haftada bir veya iki kez yapılır ve hasta bir sandalyede oturur. Bunun ötesinde, farklar belirsizdir. Psikanaliz, bir anatomi pozisyonu değil, kişilerarası bir süreçtir. Bu, hasta ile terapist arasındaki özel bir etkileşimi ifade eder. Hasta sıkça gelir ve yatarak seans yaparsa, bu etkileşimi kolaylaştırabilir, ancak bu ne gerekli ne de yeterlidir. Sık yapılan görüşmeler, kısmen, hasta sık geldiğinde terapiste karşı daha yoğun duygular geliştirdiği için faydalıdır ve bu duygular, anlam ve değişim sağlama amacıyla yapıcı bir şekilde kullanılabilir. Yatmak da bazı hastalar için faydalı olabilir çünkü yatmak (başka birine bakmak yerine) daha serbest bir şekilde düşüncelerin dolaşmasına imkan tanıyan bir hayal kurma hali yaratır. Bu konuları bir sonraki bölümde ele alacağım.

    Ancak, uzanmak ve sık sık bir araya gelmek psikanalizin özü değil, sadece aksesuarlarıdır (bkz. Gill, 1983). Divanla/sedirle ilgili olarak, psikanalistler artık uzanmanın psikanalitik çalışmayı kolaylaştırdığı kadar engelleyebileceğini de kabul etmektedirler (örneğin, Goldberger, 1995). Görüşme sıklığına gelince, haftada dört randevuya giden birinin “psikanalizde” olduğunu, ancak üç randevuya giden birinin olamayacağını iddia etmek saçmadır. Genel olarak, bir hasta ne kadar sık gelirse, deneyimi o kadar zengin olur. Ancak haftada beş seansa katılan ve bir divana uzanan hastalar vardır ve psikanalitik sürece uzaktan yakından benzeyen hiçbir şey olmaz. Diğerleri haftada bir veya iki seansa katılır ve bir koltukta oturur ve psikanalitik bir sürecin gerçekleştiğine dair hiçbir şüphe yoktur. Bu gerçekten terapistin kim olduğu, hastanın kim olduğu ve aralarında ne olduğu ile ilgilidir.

    Son olarak, genellikle danışan (client) yerine hasta (patient) terimini kullanacağım. Gerçekte, her iki kelime de problematik olsa da, hasta bana daha az olumsuz gibi görünüyor. Hasta kelimesinin orijinal anlamı “acı çeken kişi”dir. Ancak bazıları için bu kelime, hiyerarşik bir güç ilişkisini ima etmekte veya otoriter doktorların, güçsüz alıcılar üzerinde işlemler yaptığı görüntüleri çağrıştırmaktadır. Bu çağrışımlar rahatsız edicidir çünkü psikanalitik terapi, iki insan arasında, hiçbiri gerçeğe ayrıcalıklı erişime sahip olmayan, ortak ve işbirliğine dayalı bir çabadır. Diğer taraftan, danışan terimi, psikoterapinin ciddiyetini veya terapistlerin üstlendiği büyük sorumluluğu hakkıyla yansıtmaz. Kuaförüm, muhasebecim ve yoga öğretmenim “danışan”lara sahiptir, ancak bildiğim kadarıyla hiçbiri intihar eğiliminde birini hastaneye kaldırmamış, bir psikozla boğuşan birinin korkmuş aile bireyinden acil bir gece telefonu almamış veya babası tarafından tecavüze uğramış birinin deneyimini anlamaya çalışırken zorlanmamıştır.

    Her iki kelime de ideal değildir ve saygı duyduğum bazı meslektaşlarım bir kelimeyi, bazıları ise diğerini tercih etmektedir. Ben kendi tercihimin nedenlerini açıklamaya çalıştım. Hasta kelimesinden hoşlanmayan okuyucular diledikleri yerde danışan kelimesini kullanabilirler. Terminoloji seçimi, seçimimizin anlamları ve sonuçları üzerinde düşünmekten daha az önemlidir.

    1Nancy McWilliams (kişisel iletişim) birçok kişinin tıbbi değil ticari [Client’ın anlamlarından biri müşteridir.] metaforu daha fazla şefkat ve insanlıkla ilişkilendirmesinin ironik olduğunu belirtiyor.

    Bölüm 2

    Temeller

    Eğer psikanaliz id, ego ve süperego, fiksasyonlar ya da bastırılmış anılar hakkında bir teori değilse, o zaman ne hakkındadır? Aşağıdaki fikirler çoğu psikanalitik uygulayıcının düşüncesinde merkezi bir rol oynar. Bu fikirler iç içe geçmiş ve birbiriyle örtüşmektedir; bunları yalnızca didaktik bir kolaylık sağlamak amacıyla ayrı ayrı sunuyorum.

    Bilinçdışı Zihinsel Yaşam (Unconscious mental life)

    Kendi kalbimizi ve zihnimizi tam olarak bilemeyiz ve birçok önemli şey farkındalık dışında gerçekleşir. Bu gözlem artık, en katı gerçekçi empiristler için bile tartışmalı değildir. Bilişsel bilim araştırmaları, düşünme ve hissetme süreçlerinin büyük bir kısmının bilinçli farkındalık dışında gerçekleştiğini tekrar tekrar göstermiştir (örneğin, Bargh & Barndollar, 1996; Kahneman, 2011; Nisbett & Wilson, 1977; Westen, 1998; Wilson, Lindsey, & Schooler, 2000). Genelde bilişsel bilimciler “bilinçdışı (unconscious)” kelimesini kullanmaz, bunun yerine “örtük (implicit)” zihinsel süreçler, “prosedürel/işlemsel (procedural)” bellek gibi terimlere başvururlar. Terimlerin ne olduğu önemli değildir. Önemli olan, hafıza, algı, yargı, duygu ve motivasyon süreçlerinin bir kısmının bilinçli bir şekilde erişilemez olduğu kavramıdır. Bununla birlikte, psikanalitik tartışmalar bilinçdışı zihinsel yaşam hakkında bilişsel bilimcilerin genellikle vurgulamadığı bir şeye dikkat çeker: Sadece zihnimizi tam olarak bilmediğimiz değil, aynı zamanda bilmek istemediğimiz şeylerin de var olduğudur. Bazı şeyler tehdit edici, çelişkili ya da bizi bir şekilde savunmasız hissettirebilir; bu nedenle, onlardan kaçınma eğilimi gösteririz.

    Kariyerimin başlarında dokunaklı bir örnekle karşılaşmıştım. Bir kişilik gelişimi araştırma projesinde katılımcılarla görüşmeler yapıyordum ve görevim, her bir katılımcının kişisel geçmişi hakkında olabildiğince fazla bilgi edinmekti. Genel olarak bu görüşmeler kolaydı. Çoğu insan, kendilerine saygılı, anlayışlı, söylediklerine gerçekten ilgi duyan ve gizlilik yemini etmiş biriyle konuşmaktan, biraz cesaretlendirme ile keyif alır. Ancak, bir görüşme garip bir şekilde sıkıcıydı. Görüşmeciye, ona “Jill” diyelim, sorularıma neşeli ve iş birliği içinde yanıt veriyor gibi görünmesine,  çekici ve zeki bir kişi olmasına rağmen hiç bağlanmış hissetmedim. Yavaş yavaş fark ettim ki, Jill’in sorularıma verdiği yanıtlar bir dizi soyutlama, klişe ve basmakalıp ifadelerden ibaretti. Jill ya da onun için önemli olan insanlar hakkında fikir edinemiyordum.

    Konuşmamız aşağı yukarı şu şekildeydi:

    “Bana kız kardeşinizden biraz daha bahsedebilir misiniz? O nasıl biri ve onunla nasıl bir ilişkiniz var?”

    “Nevrotik biri.”

    “Ne şekilde nevrotik?”

    “Bilirsiniz, her zamanki gibi nevrotik.”

    “Her zamanki gibi“nin ne olduğundan emin değilim. Nasıl nevrotik olduğunu anlamama yardımcı olabilir misiniz?”

    “Siz bir psikologsunuz, ‘nevrotik’in ne anlama geldiğini biliyorsunuz. Onu tanımlamak için en iyi kelime bu. Eminim onun gibi pek çok insan görmüşsünüzdür.”

    Birçok sorunun sonucunda, Jill nihayet kız kardeşinin kindar olduğunu ve babaları hakkında onu utandırmak amacıyla kötü şeyler söylediğini anlattı. Jill, babasını nazik, şefkatli ve bu kadar düşmanca ve nankör bir davranışı hak etmeyen biri olarak tarif etti. Jill’den kız kardeşinin şikayet ettiği şeylerin somut bir örneğini defalarca istedim. Sonunda, Jill bir olay anlattı: Olay, o beş, kız kardeşi ise yedi yaşındayken gerçekleşmişti. Aile sahildeydi ve kız kardeşi “huysuz ve kışkırtıcı” davranıyordu. Jill’in nazik ve şefkatli babası sinirlenmiş ve yedi yaşındaki kızını suyun altında o kadar uzun süre tutmuştu ki, kız neredeyse boğuluyordu. Jill bu hikayeyi anlatırken, tamamen kız kardeşinin ne kadar kışkırtıcı olduğuna odaklanmıştı. Az önce bir çocuk istismarı örneği anlatmış olduğunun tamamen farkında görünmüyordu. Jill, kız kardeşinin “nevrotik” olduğunu düşündüğü başka örnekler de verdi ve bunların hepsi babasının dehşet içinde kontrolünü kaybetmesiyle sonuçlanıyordu.

    Jill’in beni yanıltmaya ya da gerçeği saklamaya çalıştığı hissine kapılmadım. Çarpıcı olan, Jill’in bu olaylardan kız kardeşinin nevrotik olduğu dışında çıkarılabilecek başka sonuçlar olduğunun farkında değil gibi görünmesiydi. Bu, bilmek istemediğimiz şeyler olduğunu söylerken kastettiğim türden oldukça dramatik bir örnektir.

    Lütfen bu hikayenin psikanalizin, lisans ders kitaplarında ve medya tasvirlerinde çok fazla ilgi gören ve çağdaş psikanalitik terapi ile neredeyse hiçbir ilgisi olmayan, bir kavramı olan “bastırılmış anılar (repressed memories)” ile hiçbir ilgisi olmadığını unutmayın.

    Psikanalitik tedavinin amacı bastırılmış anıları ortaya çıkarmak değildir, 1900’lerin başından beri de olmamıştır. İnsanların şimdi ve buradaki deneyimlerinin daha fazla farkında olmalarına yardımcı olarak özgürlük ve seçimi genişletmektir. Bildiğim kadarıyla, “sahte anılar” hakkındaki yaygın tartışmalarda yer alan terapistlerin hiçbiri psikanalist değildi.

    Jill’in sorunu, hatırlamaması değildi. Aksine, anıları son derece netti. Sorun, Jill’in olaylara tek bir yorumla saplanıp kalması ve deneyimlerine alternatif bakış açıları geliştirmek için kendisine hiç izin vermemiş olmasıydı. Bu katı tutum, kuşkusuz bir zamanlar Jill için bir amaca hizmet etmiş olabilir. Örneğin, küçük bir çocukken, korkutucu derecede güvensiz bir ortamda, çaresizce ihtiyaç duyduğu bir güvenlik ve emniyet duygusunu korumasını sağlamış olabilir. Bu durum, psikanalitik psikoterapide önemli bir kavramla örtüşüyor: Çoğu psikolojik zorluk, bir zamanlar yaşamın zorluklarına uyum sağlayan çözümlerdi. Bu çözümler maliyetli olsa da, sonuçta çözüm olarak işlev görmüşlerdi. Sorunlar, koşullar değiştiğinde ve eski çözümler artık işe yaramadığında ya da kişinin kendisine zarar verici hale geldiğinde, fakat yine de onları uygulamaya devam ettiğimizde ortaya çıkar.

    Çatışma halindeki zihin (The mind in conflict)

    Bir diğer temel kabul de insanların bazı şeyler hakkında iki (veya daha fazla) fikir sahibi olabileceğidir. Aynı kişiye karşı hem sevgi dolu hem de nefret dolu duygular besleyebiliriz, bir şeyi arzularken aynı zamanda ondan korkabiliriz ve birbiriyle çelişen şeyleri arzulayabiliriz. İnsanların karmaşık ve çoğu zaman çelişkili duygu ve güdülere sahip olduğunun kabul edilmesinde gizemli hiçbir şey yoktur. Şairler, yazarlar ve genel olarak düşünen insanlar bunu her zaman bilmiştir. Psikanaliz, içsel çelişkiler hakkında konuşmak için bir kelime dağarcığı ve acıları hafifletmeye yardımcı olabilecek şekillerde çelişkilerle çalışma teknikleri sağlamıştır. George Bernard Shaw bir keresinde şöyle yazmıştı: “Bilgelik, iki çelişkili fikri aynı anda aklında tutabilme ve yine de işlevini sürdürebilme yeteneğidir.” Psikanalitik psikoterapi bu tür bir bilgelik biçimini geliştirmeyi amaçlar.

    Ambivalans (ambivalence) ve çatışma (conflict) terimleri, içsel çelişkilere atıfta bulunur. Bu bağlamda çatışma, insanlar arasındaki bir karşıtlığa değil, zihinlerimizin içindeki çelişki veya uyumsuzluğa işaret eder. Çelişkiyi çözme çabası içinde, duygularımızın bir yönünü inkâr ederek -yani bilinçli farkındalığın dışında bırakarak- hareket edebiliriz. Ancak, inkâr edilen duygular her halükarda “sızmanın” bir yolunu bulur. Sonuç olarak, kendi kendimizle çelişen şekilde hareket edebiliriz. Hastalarıma bazen kullandığım bir benzetme, bir ayağınız gazda, diğer ayağınız frenin üzerindeyken araba kullanmak gibidir. Sonunda bir yere varabiliriz, ancak bu, fazlasıyla gereksiz sürtünme, yıpranma ve yorgunluk yaşamadan olmaz.

    Pek çok insan, yakınlık konusunda çatışma yaşar. Hepimiz, yakın bir ilişki arzuladığı hâlde sürekli olarak erişilemez insanlara romantik bir ilgi geliştiren birini tanıyor gibiyizdir. Bu tür eğilimler, yakınlık isteği ile bağımlılık korkusu arasında bilinçdışı bir uzlaşmayı temsil edebilir. Bir arkadaşım, her zaman birden fazla kişiye aynı anda romantik ilgi duyuyor gibiydi. Hangi kişinin kendisi için “doğru” olduğuna karar verememekten büyük bir sıkıntı yaşardı. Ancak aynı anda iki kişiyle bir şeyler yaşaması, her ikisiyle de daha derin bir ilişki geliştirmesini engelliyordu.

    İlk hastalarımdan biri, bakım ve ilgiye olan arzusunu tanımak veya kabul etmekte zorlanıyordu. Bu arzuları zayıflıkla eşdeğer tutuyor ve soğuk, uzak ve hatta düşmanca olan kadınları tercih ediyordu. Bu kadınlar, onun ilgi ve şefkat ihtiyacını uyandırmadıkları için, rahatsız edici arzularını tetiklemiyorlardı. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, samimi ilişkilerinden tatmin olamıyordu. Terapisi sırasında, duygusal sıcaklığa olan arzusunu fark etti ve ancak o zaman sevgi dolu ve şefkatli bir partner seçebildi. 

    Bir çiftin her iki üyesi de yakınlık konusunda çatışma yaşadığında, genellikle bir döngü içinde birbirlerine yaklaşır ve tekrar uzaklaşırlar. Bir partner diğerini kovalar, diğeri ise geri çekilir, ve bu döngü sürekli devam eder. Deborah Luepnitz (2002) psikanalitik terapi üzerine tam da bu ikilemi vurgulayan Schopenhauer’in Kirpileri başlıklı etkileyici bir kitap yazmıştır. Kitap, Schopenhauer’in soğuk bir geceyi ısıtarak geçirmeye çalışan kirpi hikâyesine atıfta bulunur. Kirpiler birbirlerine yakınlaşarak ısınmaya çalışırlar, ancak dikenlerini birbirlerine batırırlar. Bu yüzden birbirlerinden uzaklaşmak zorunda kalırlar ama kısa süre sonra tekrar soğur ve ısınma ihtiyacı duyarlar. Yeniden yakınlaşırlar, yeniden birbirlerine dikenlerini batırırlar ve döngü başa döner.2

    Öfke ile ilgili çatışmalar da oldukça yaygındır. Özellikle belirli bir tür depresif kişilik özelliğine sahip olan bazı insanlar, başkalarına karşı öfkelerini kabul etmekte veya ifade etmekte zorlanırlar; bunun yerine, kendilerine cezalandırıcı ve yıkıcı bir şekilde davranırlar. William Styron, depresyonun birinci ağızdan anlatıldığı “Karanlık Gözükünce: Bir Delilik Güncesi” (Darkness Visible: A Memoir of Madness)  adlı eserinde, 25.000 dolarlık bir edebiyat ödülünü kazandıktan sonra ödül çekinin kaybolduğunu anlatır. Sonrasında, çeki kaybetmesinin tesadüfi bir durum olmadığını; bunun, derin bir öz-eleştiri ve değersizlik duygusunun yansıması olduğunu keşfeder.

    Öfke duygularını inkar etmenin birçok nedeni vardır. Bu duyguların intikam veya misilleme ile sonuçlanacağından korkabiliriz, öfkemizin sevdiğimiz birine zarar vereceğinden endişe edebiliriz, reddedilme veya terk edilme korkusuyla hareket edebiliriz, öfke duyguları kendimizi sevgi dolu biri olarak tanımladığımız kimliğimizle çelişebilir, bizden bakım gören birine karşı düşmanca duygular beslemenin suçluluk veya utanç hissettirebileceğini düşünebiliriz. Bir keresinde, ailesi Holokost’tan sağ kurtulmuş ve oğullarının daha iyi bir yaşam sürebilmesi için büyük fedakârlıklar yapmış bir adamı tedavi etmiştim. Ailesi, onun tıp fakültesine gitmesi ve başarılı bir kişi olabilmesi için uzun saatler boyunca düşük ücretli işlerde çalışmıştı. Bu şartlar altında, ebeveynlerden birine öfke duymak, onda ezici bir suçluluk duygusu uyandırırdı. Hastam, ne ebeveynlerine karşı ne de başkalarına öfke duygularını kabul edebiliyordu; ancak arkadaşlarına, meslektaşlarına -ve kendisine– oldukça kötü davranıyordu. Uzun bir çaba sonucu, öfkesini kabul edebilmeyi, sevgi ve minnettarlığın öfke ve kırgınlıkla bir arada var olabileceğini fark edebilmeyi başardı. Ebeveynlerine duyduğu öfkenin, onlara olan sevgisini, onların yaşadığı acı için duyduğu üzüntüyü veya onların fedakârlıklarına duyduğu takdiri azaltmadığını anlamaya başladı.

    Bazı insanlar, reddedilen öfkeyi pasif-agresif davranışlarla (passive-aggressive behavior) ifade ederler (bu da, psikanalitik terimler arasında, terapinin daha geniş kelime dağarcığına dahil olmuş bir terimdir). Örneğin, aile akşam yemeğini düzenli olarak mahvetmek, aynı anda hem aileye olan bağlılıklarını hem de içerdikleri öfkeyi ifade ediyor olabilir. Yemeği hazırlamak sevgi ve bağlılık gösterir ama onu yenilemez hale getirmek öfkeyi ifade eder. Annem de sık sık öfkesini pasif-agresif bir şekilde ifade ederdi, örneğin insanları bekleterek. Havaalanına beni almaya gelmeyi kabul ederdi ama genellikle iki saat geç gelirdi. Zihninde, beni havaalanında karşılamak, kendisini sevgi dolu ve özverili bir anne olarak görmesiyle tutarlı bir bağlılık eylemiydi. Geç kalmak ise koşullara bağlıydı. Ne yazık ki, aynı “koşullar” tekrar tekrar ortaya çıkardı. Annemin öfkesinin kaynağı şüphesiz pek çoktu, ancak öfkenin bir kaynağının, aslında ilk etapta benim evden ayrılmış olmamdı.

    Bu bölümü düzenlerken, bir kafede dizüstü bilgisayarımda çalışırken karşılaştığım cazip bir ambivalans örneği vardı. Yaklaşık on beş aylık bir kız çocuğu, bitişikteki masadan gelip yerdeki güzel bir dalı aldı ve büyük bir gülümsemeyle bana uzattı. “Teşekkür ederim” dedikten hemen sonra onu almak için uzandım, ancak o, belirgin bir keyifle dalı hemen çekip geri aldı. Benzer davranışları yetişkinlerde de sıkça görüyorum, fakat genellikle bu kadar sevimli olmuyor.

    Son olarak, daha açıkça “klinik” bir örnek olarak bulimia hastalarında görülen çatışmayı ele alabiliriz. Bir yandan, aşırı yeme, her şeyi yeme isteğini ve belki de içsel bir boşluğu doldurmayı ifade ediyor olabilir. Bu belirti, “O kadar ihtiyaç içindeyim ve umutsuzum ki asla doyamam” gibi bir mesaj veriyor gibidir. Kusma, çatışmanın diğer yüzünü temsil eder ve “Hiçbir ihtiyacım yok. Kontrol bende ve hiçbir şeye ihtiyacım yok” gibi bir mesaj taşır. Tabii ki, işler genellikle bundan daha karmaşıktır ve içsel (ya da psikolojik) çatışmalar genellikle sadece iki yüzeyle sınırlı değildir. Bu örnek, aşırı yeme ve kusma davranışlarının ardında yatan birçok olası anlamdan yalnızca ikisini gösteriyor. Psikolojik semptomlar genellikle birden çok nedene sahip olur ve birden çok amaca hizmet eder. Biz, bu çok anlamlılık durumunu aşırı belirleme/üstbelirlenim (overdetermination) ve çoklu işlev (multiple function) terimleriyle tanımlarız. Bu terimleri yakında tekrar ele alacağız.

    Psikolojik zorlukların yaratılmasında içsel çatışma veya çelişkinin rolünü açıkça ele alan ilk kişiler psikanalitik terapistlerdir, ancak her terapi geleneğinin çatışmayı şu veya bu şekilde ele alması dikkat çekicidir. Bilişsel terapistler çelişkili inançlardan veya şemalardan, davranışçılar yaklaşma/kaçınma çatışmasından veya kısa vadeli ve uzun vadeli pekiştireçlere yanıt vermekten, hümanist terapistler rakip değer sistemlerinden ve sistem odaklı teorisyenler rol çatışmasından bahsedebilirler. İçsel çatışmanın insanlık durumunun bir parçası olduğuna dair evrensel bir kabul vardır.

    Bilişsel bilimci Daniel Kahneman, “Sistem 1” ve “Sistem 2” adını verdiği, birbirine rakip bilişsel karar verme süreçlerini tanımlayan ampirik araştırmalarıyla Nobel Ödülü kazanmıştır (Kahneman, 2003, 2011). Sistem 1, sezgisel ve otomatik çalışır ve yeni bilgilere veya değişen koşullara karşı nispeten duyarsızdır. Bu sistemin işlemleri genellikle hızlı, otomatik, çaba gerektirmeyen, çağrışımcı, örtük (iç gözleme kapalı) ve sıklıkla duygusal olarak yüklüdür (vurgu eklenmiştir). Buna karşılık, “Sistem 2’nin işlemleri daha yavaş, sıralı, çaba gerektiren, daha fazla bilinçli olarak izlenen ve kasıtlı bir şekilde kontrol edilen” işlemlerdir (Kahneman, 2003, s. 697). Bu bilişsel sistemler birlikte çalışır ve sıklıkla çelişkili sonuçlar üretir. Bu tür çelişkiler, beynin yapısında köklenmiş olabilir; farklı karar verme sistemleri sırasıyla bazal gangliya ve prefrontal korteksin faaliyetlerini yansıtabilir.

    Bilişsel bilimden, titizlikle kontrol edilen deneylere dayanan bu bulgular, Freud’un onlarca yıl önce bilinçli ve bilinçdışı zihinsel süreçlere dair tanımlamalarıyla çarpıcı paralellikler taşımaktadır. Temel psikanalitik varsayımları çürütmek bir yana, bilişsel bilim ve sinirbilimdeki araştırmalar, bu varsayımların birçoğuna ampirik bir temel sağlamıştır. Ayrıca, [araştırmalar] psikanalitik düşünürlerin zihinsel süreçler ve etkili müdahale konusundaki anlayışlarını daha da geliştirmelerine yardımcı olmaktadır (ör. Gabbard & Westen, 2003; Westen & Gabbard, 2002a, 2002b).

    Geçmiş günümüzde yaşamaya devam eder (The past lives on in the present)

    En erken deneyimlerimiz aracılığıyla, dünyanın nasıl işlediğine dair belirli şablonlar veya senaryolar öğreniriz (bir bilişsel terapist bunlara şemalar diyebilir). Örneğin, başkalarından ne bekleyeceğimizi, ilişkilerde nasıl davranacağımızı, ilgi ve şefkati nasıl çekeceğimizi, biri bize kızdığında nasıl hareket edeceğimizi, biz kızgın olduğumuzda kendimizi nasıl ifade edeceğimizi, insanları nasıl gururlandıracağımızı, başarmanın ve başarısızlığın nasıl hissettirdiğini, sevmenin ne anlama geldiğini ve daha fazlasını öğreniriz. Hayatımız boyunca bu şablonları veya senaryoları yeni durumlara uygulamaya devam ederiz, genellikle artık geçerli olmadıklarında bile. Bunun başka bir şekilde ifade edilişi, şimdiyi geçmiş deneyimlerin merceğinden görmemiz ve bu nedenle geçmişin belirli yönlerini tekrar etme ve yeniden yaratma eğiliminde olmamızdır. William Wordsworth’un sözleriyle, çocuk, adamın babasıdır.

    Geçmişi yeniden yaratmamıza dair örnekler bolca bulunabilir. Örneğin, küçük bir kız çocuğunun babası duygusal olarak mesafelidir. Bu nedenle, onun sevgiye dair erken deneyimleri, ince bir duygusal mahrumiyet hissiyle birlikte gelir. Yetişkinlikte, kendisini duygusal olarak tepkisiz erkeklere çekilirken bulur; duygusal olarak erişilebilir erkekler ise onu ilgilendirmez ya da heyecanlandırmaz. Bu modeli terapide de yeniden yaratabilir. Erkek terapisti dikkati dağılmış ya da sıkılmış gibi göründüğünde, onu güçlü ve önemli olarak algılarken, terapist şefkatli ve ilgili göründüğünde, onu sıkıcı, sıradan ve kendisi için faydasız biri olarak görebilir.

    Annesinin tüm ilgisini sadece fiziksel olarak hasta olduğunda gören bir çocuk düşünün. Bu zamanlarda annesi onun üzerine titrer ve onu rahatlatır. Yetişkinlikte, kocası tarafından ihmal edildiğini hissettiğinde fiziksel semptomlar geliştirebilir; bu, kocasının sevgi dolu ilgisini ortaya çıkarmak için bilinçsiz bir çabadır. (Ne yazık ki kocası ona sevgi dolu bir ilgiyle karşılık vermiyor ve bu da onun, kelimelere dökemeyeceği şekilde, kafasının karışmasına ve ihanete uğramış hissetmesine yol açar). Terapide fiziksel semptomlarından bahsediyor ve duygularını dile getiremiyor gibi görünüyor. Terapistinin öncelikle ağrı ve sızılarıyla ilgilendiğini varsayıyor ve duyguları hakkında konuşmaya davet edilmesinden dolayı kafası karışmış görünüyor.

    Başka bir kişi çocuklukta fiziksel ve cinsel istismar mağduru olmuştur. Hayatındaki oyuncular arasında (dramatis personae) istismarcılar, kurbanlar ve kurtarıcılar yer alır. Yetişkinlikte, bu rol kalıplarını yeniden oluşturarak kendini ihanete uğramış ve mağdur hissettiği durumlara girer, kendisini kurtaracak birini arar ve sonra bu kişiyle kurban ve istismarcı rollerini yeniden canlandırır. Terapide, başlangıçta terapistini idealize eder ve onu bir kurtarıcı olarak görür. Terapist, onun idealizasyonuna ve yoğun ihtiyacına yanıt olarak ekstra seanslar planlar, seansların süresini uzatır, geç saatlerde gelen telefon aramalarını kabul eder ve seansların sonunda sarılma taleplerine isteksizce boyun eğer. Zamanla, terapist kendini tükenmiş hisseder ve sınırları yeniden tesis etmeye çalışır. Bu noktada hasta, terk edilmiş, ihanete uğramış ve öfkeli hisseder. Terapistine karşı etik şikayette bulunur, profesyonel sınır eksikliğini özellikle vurgular (böylece kendisi istismarcı, terapist ise kurban haline gelir) ve ilk terapistten aldığı zarar için kendisini kurtaracak başka bir deneyimsiz terapist bulur. Bu senaryo aşırı görünebilir ancak deneyimli bir terapist bu kalıbı tanıyacaktır (ör. Davies & Frawley, 1992; Gabbard, 1992). Bu, borderline kişilik örgütlenmesine sahip bazı hastalar için karakteristik bir örüntüdür.

    Olayları geçmiş deneyimlerin merceğinden algılamamak ve yorumlamamak mümkün değildir. Başka bir şekilde işlev göstermek mümkün değildir. Geçmiş deneyimler, güncel deneyimleri bağlamsallaştırır ve algılarımızı, yorumlarımızı ve tepkilerimizi şekillendirir. Çocukluğunda sevildiğini, değer verildiğini ve desteklendiğini hisseden bir kişi, eşinin ölümü ile bir süre derin bir üzüntü duyar, yas sürecinden geçer, ancak sonunda yeniden sevebilme kapasitesine ulaşır. Buna karşın, çocukluğunu bir dizi başarısızlık, reddedilme ve kayıp olarak deneyimleyen bir kişi de eşinin ölümünü yaşar. Bu kayıp, onun için önceki kayıplarının bir tekrarı ve yaşam çabalarının yalnızca hayal kırıklığıyla sonuçlanacağının bir kanıtı haline gelir. Bu kişi acı dolu, öfkeli bir depresyona girer ve toparlanamaz. Her iki durumda da dışsal “nesnel” kayıp deneyimi aynı olsa da, olayın psikolojik anlamları oldukça farklıdır.

    Her terapi ekolü, geçmişin şimdinin üzerindeki etkisini ele alır. Bilişsel terapistler, yeni deneyimlerin mevcut şemalara nasıl entegre edildiğini tartışabilir; sistem odaklı terapistler, aile dinamiklerinin kuşaklar boyunca tekrarlanmasına dikkat çekebilir; davranışçılar ise koşullanma geçmişi ve uyaran genellemesinden bahsedebilirler. Psikanalitik psikoterapinin hedefi, geçmiş deneyimlerin bağlarını gevşetmek ve yeni yaşam olasılıkları yaratmaktır.

    Aktarım (Transference)

    Terapinin başlangıcında, birey yeni bir durum ve ilişki içine girer ve bu yeni kişiyi -terapisti- ve yeni durumu anlamlandırmak için daha önce geliştirdiği şablonları, senaryoları veya şemaları doğal olarak kullanır. Başka bir seçenek yoktur; bu yeni ilişkiyi geçmiş ilişkilerinin merceğinden görmek bir tercih değil, kaçınılmaz bir durumdur. Bu nedenle, aynı terapiste gelen farklı hastalar, tamamen farklı tepkiler gösterebilirler. 

    Terapinin başında tüm hastalarıma benzer şekilde yaklaşırım. Onları selamlar, bir koltuğa oturmalarını önerir ve neden geldiklerini anlatmalarını isterim. Ancak, hastaların gözünde aynı kişi olmam. Bazıları beni tavsiye ve rahatlık sunacak bir otorite figürü olarak görür, bazıları ise içsel sırlarını hemen anlayacak, her şeyi bilen biri olarak. Kimileri beni etkileyip yenmek istedikleri bir rakip, kimileri beceriksiz bir başarısız, kimileri tehlikeli bir düşman, kimileri memnun etmek istedikleri eleştirel bir ebeveyn, kimileri ise çekici ve cazip bir figür olarak görebilir. Kimileri ise soğuk ve tepkisiz biri olarak algılar. 

    Terapinin ilerlemesiyle bu ve daha binlerce farklı yapı ortaya çıkar. Uzun süre terapi yapmış herhangi bir terapist, hastalarımızın bizden ne kadar farklı tepkiler aldığını, kendimizi algılayışımızla ya da başkalarının bizi farklı bağlamlarda algılayışıyla hastaların algılarının nasıl çeliştiğini fark etmeden edemez.

    (Tersine durumlar da geçerlidir ve genellikle çok daha rahatsız edici olabilir. Bazı hastalar, terapistin gerçek sınırlılıklarını, kırılganlıklarını ve güvensizliklerini şaşırtıcı bir hassasiyetle fark eder ve neredeyse lazer gibi bir kesinlikle bunların üzerine giderler. (Ancak bu, ileriki bir bölümde ele alınacak bir konudur.)

    Lisansüstü eğitimdeyken bir arkadaşım, soyadı “Hiller” gibi bir şeye benzeyen bir terapist ile terapiye başlamıştı. Çoğu kişinin gözünde Dr. Hiller, nazik, şefkatli, hatta biraz çekingen ve alçakgönüllü bir insandı. Ancak arkadaşım, terapi sürecinin bir döneminde onu agresif bir eziyetçi olarak algıladı ve yarı şaka yollu ona “Hitler” adını taktı. Arkadaşımın bu algısı zamanla değişti, ancak bu aşamadan geçmesinin önemli olduğunu ve terapistinin bu algıya tahammül edebilmesinin hayati olduğunu düşünüyorum. Dr. Hiller, arkadaşımı aksi yönde ikna etmeye çalışmak yerine, onun bu algısını kabul etti ve sabırla bu algının ardındaki düşünceleri, duyguları ve anıları keşfetti.

    Aktarım (transference) terimi, terapötik ilişki bağlamında mevcut beklentilerin, şemaların, senaryoların, korkuların ve arzuların aktive olmasına özel olarak atıfta bulunur. Hasta, terapisti erken dönemdeki önemli ilişkilerinin merceğinden görür. Psikoanalitik terapide, hastalarımızın bizi algılayış biçimleri tedaviyle ilgili rastlantısal veya bu algılar, çalışmanın engelleri ya da dikkat dağıtıcı unsurları değildir. Aksine, terapinin kalbinde yer alır. Eski kalıplar, senaryolar, beklentiler, arzular, şemalar (ne derseniz deyin) terapötik seansta “canlanıp” aktif hale geldikleri için, biz de hastaların bunları incelemelerine, anlamalarına ve yeniden şekillendirmelerine yardımcı olabiliyoruz.

    Yakın zaman önce, alkolik (ve muhtemelen bipolar) babası tarafından duygusal ve fiziksel olarak kötü muameleye uğramış bir hastayla terapi yaptım. Babası, onu küçücük bir öfkelendirmesi ile azarlamış, utandırmış ve dövmüştü. Hastanın insanlara güvensizlik ve şüpheyle yaklaşmasına rağmen, bana anlatması önemli bir şeydi. Bir diğer önemli nokta, bu ilişki biçimi terapide hayat bulduğunda ve bana, sanki ben öngörülemez, öfkeli bir düşmanmışım gibi tepki vermeye başladığında, durum çok daha farklı hale geldi. Bilinçli olarak, beni, onun çıkarlarını gözeten bir müttefik olarak görüyordu (ve bana yardımım için iyi para ödüyordu). Aynı zamanda, bana her söylediğini, onu incitmek için bir silah olarak kullanacağımdan korkarak, kendini benden “korumak” için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu şekilde tepki vermesi otomatikti ve refleksifti; tepkileri o kadar yerleşmişti ki, bunların olağan dışı olduğunu fark etmiyordu.

    Hastamın bana karşı olan tutumunu terapinin önündeki bir engel olarak görmedim. Aksine, bu ilişki modelinin yeniden yaşanması ve üzerinde çalışılması, onun iyileşmesinin merkezindeydi. Defalarca, olabildiğince nazik bir şekilde, bana tepkilerini sanki ben tehlikeli bir düşmanmışım gibi gösterdiğini belirtirdim. “Babandan yardım istediğinde seni küçümsemişti. Yaşadıkların göz önüne alındığında, şimdi benim de sana aynı şekilde davranmamı beklemen anlaşılabilir,” derdim. Veya, “Bana şunu söylüyorsun: İşimiz senin için hiçbir anlam ifade etmiyor, bir daha beni hiç görmemenin senin için önemi yok. Belki de beni hayal kırıklığına uğratıp, sana zarar vereceğimi düşünüp, kendini korumak için beni reddediyorsun,” diye eklerdim.

    Zaman içinde bana (ve hayatındaki diğer önemli insanlara) olan ilişkilerinde, başka bir kişiyle, başka bir zaman ve başka bir yerde yaşanan bir duruma göre davrandığını entelektüel bir şekilde değil, anında ve duygusal olarak etkileyici bir şekilde anlamaya başladı. Yavaşça, olaylara dair beklentilerini, tepkilerini ve yorumlarını sorgulamaya başladı. Ayrıca, şüphelerini, suçlamalarını ve öfke patlamalarını karşılık vermeden ve geri çekilmeden (en azından çoğu zaman) göğüsledim. Bu nedenle, ilişkimiz yeni ve farklı bir tür ilişki için bir örnek oluşturdu. Zamanla, ilişkileri farklı bir perspektiften görmeye başladı. Dünyayı daha az tehlikeli hissetmeye başladı ve ilişkileri daha tatmin edici hale geldi.

    Psikoanalitik terapide, hastalarımızın beklentilerinin, şemalarının veya kalıplarının tedavi sürecinde belirginleşmesini sağlayacak şekilde her şeyi bilinçli olarak düzenleriz. Başka bir deyişle, aktarımların açığa çıkmasına ve somut hale gelmesine olanak tanımaya çalışırız. Psikoanalitik terapinin temel özelliği, aktarımı (ve ayrıca karşı aktarımı -yani, bizim hastalarımıza karşı duyduğumuz duygusal tepkileri) kullanarak hastayı anlamak ve değişim sağlamak için bir araç olarak kullanmamızdır. Psikoanalitik psikoterapinin temel ilkelerinden biri, sorunlu ilişki desenlerinin terapist ile olan ilişkide yeniden ortaya çıkmasıdır. Bu, hastalarımızı tanıma ve müdahalelerimizi hedefleme şeklimizdir.

    Ampirik araştırmalar, en etkili terapistlerin, hangi tür terapiyi uyguladıklarını düşünseler de aktarımı tanıyıp bunu terapötik olarak kullananlar olduğunu göstermektedir. Enrico Jones ve meslektaşları (Ablon & Jones, 1998; Jones & Pulos, 1993), Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü Depresyon Tedavisi İşbirliği Araştırma Programı’ndan psikoterapi seanslarının kayıtlarını inceleyerek, terapistlerin kullandığı müdahale türlerini değerlendiren 100 değişken üzerinden seansları puanladılar. En iyi sonuçları elde eden terapistler, hastalarının terapi seanslarında, kendilerine [terapistlere] verdikleri duygusal tepkilerini sürekli olarak fark eden ve bu tepkileri hastalarının hayatlarındaki diğer önemli kişilerle olan tepkileriyle ilişkilendiren terapistlerdi. Bu durum, aktarımın değişim mekanizması olarak “resmi” olarak tanınmadığı manuelize edilmiş bilişsel-davranışçı terapi (BDT) uygulayan terapistler için de geçerliydi. Terapistler etkili oldular çünkü çalışma protokolü tarafından belirtilen manuelize müdahalelerden sapmışlardı.

    Şöyle bir soru adil olacaktır. Terapinin kendine özgü bir yanı, güçlü aktarım tepkilerini tetikler mi, yoksa aktarım her ilişkide yaygın mıdır? Cevap her ikisi de doğrudur. Tüm ilişkileri erken dönemdeki önemli ilişkilerimizin merceklerinden görürüz. Aynı zamanda, terapi özellikle olgunlaşmamış ve güçlü duyguları tetikleyebilir. Bunun nedeni, terapinin sadece başka herhangi bir ilişki olmamasıdır. Terapi, çaresiz yardıma ihtiyacı olan bir kişiyle yardım sunmaya çalışan bir kişi arasındaki sürekli bir ilişkidir. Bu durum, güçlü özlemleri ve bağımlılığı doğrudan harekete geçirir. Aslında, terapi durumu, erken dönemdeki bakımverenlerimizle olan ilişkilerimizi psikolojik olarak yeniden yaratır ve dolayısıyla özel bir regresif bir çekim yaratır. Terapist, çözülmemiş isteklerin ve korkuların mıknatısı haline gelir. Terapi, ilk bakımverenlerimize karşı bir zamanlar deneyimlediğimiz tüm bozulmamış duyguları uyandırabilir, bunlar arasında omnipotens beklentileri, güçlü özlemler, sevgi ve nefret de bulunur. Terapistin, terapist rolündeki gücü tanımadığı takdirde, başı dertte demektir.

    Terapinin diğer yönleri de regresif bir çekim uygular. Daha sık yapılan görüşmeler, aktarım duygularını yoğunlaştırır. (Bu, psikanalitik terapinin haftada birkaç kez yapılan görüşmelerle daha fazla şey başarabilmesinin bir nedenidir. Aynı şekilde, daha fazla zorluk yaşayan bazı hastalar, bu yoğunluğu tolere edemez ve haftada bir veya iki kez yapılan tedavilerde daha iyi sonuç alırlar.) Terapideki iletişimin büyük ölçüde tek yönlü olması da regresif fantezileri teşvik eder. Olağan sosyal etkileşimde, insanlar sırayla bilgi paylaşır, ancak terapide çoğunlukla hasta konuşur. Terapist, hastanın yaşamı hakkında çok şey öğrenirken, hasta terapistin yaşamı hakkında pek bir şey bilmez. Bilgi eksikliğinde, insanlar boşlukları kendi arzuları, korkuları ve beklentileriyle doldurmaya eğilimlidirler (tıpkı Rorschach kartlarında gördüğümüz şekillerin, gerçek mürekkep lekeleri kadar bizimle ilgili şeyler ortaya koyması gibi).

    Birçok terapi okulu, artık insanların terapistleriyle olan ilişkilerinde sorunlu ilişki kalıplarını yeniden yarattıklarını ve bunun terapötik amaçlar için kullanılabileceğini kabul etmeye başlamıştır. Bilişsel terapistler, hastalarının terapiste karşı duygusal tepkilerine, bu tepkileri terapötik işten sapmalar olarak görmek yerine, giderek daha fazla odaklanmaktadırlar (Safran, 1998; Safran & Segal, 1990). “Radikal davranışçı (“radical behaviorist)” olarak kendilerini tanımlayan öğrencilerimin, bir “Klinik olarak İlgili Davranış” kısaca KİD kavramını tartıştıklarını duyduğumda ise biraz şaşırmıştım. KİD, terapistle terapi seansında sergilenen semptomatik bir davranış örneği, olarak tanımlanır -diğer bir deyişle, aktarım. Radikal davranışçılık perspektifinden bakıldığında, etkili müdahale, hastaların KİD’lerini tanımalarına ve yeni ilişkiler kurma yolları geliştirmelerine yardımcı olmayı içerir (Kohlenberg & Tsai, 1991). Terapinin farklı okulları arasında böyle bir yakınsama şaşırtıcı değildir. Aynı psikolojik ikilemleri anlamaya çalışan düşünceli profesyonellerin, nihayetinde benzer fikirlerde birleşmeleri mantıklıdır. Ancak, itiraf etmeliyim ki, başka terapi geleneklerinin takipçilerinin, psikanalitik uygulayıcıların nesiller boyu fark ettikleri olgulara yeni isimler uydurup, bunları yeni keşifler gibi tartışmaları beni rahatsız etmektedir.

    Bu bölümde aktarımı ele alırken, psikanalitik düşüncenin daha yeni, postmodern akımlarını göz ardı etmemek gerekir; bu akımlar, aktarımı yalnızca hasta tarafından yaratılan bir şey olarak gören önceki, mekanistik ve artık çoktan reddedilmiş görüşlere bir düzeltme ekler. Dogmatik, otoriter ve kendini sorgulamayan bir terapistin elinde (ki bu tutumların hiçbir terapötik yaklaşımda yeri yoktur), aktarım kavramı yanlış kullanılabilir. En kötü senaryoda, bu kavram, hastanın bizim sınırlamalarımızı ve başarısızlıklarımızı suçlamak için bir yol haline gelebilir. Örneğin, bir terapist bir hastaya umursamaz bir şekilde davrandığında, ortaya çıkan kırgınlık ve öfkenin, patolojik bir “aktarım” bozulması olarak yorumlanması, psikanalitik tekniğin bir suistimali olurdu. İlişkisel ve intersubjektif yaklaşımları savunan postmodern psikanalistler (daha önce bahsettiğim psikanalitik teorilerin çeşitliliğini hatırlayın) bize, hastanın tepkilerinin bir boşlukta meydana gelmediğini ve hasta ile terapistin birbirlerini karmaşık bir şekilde karşılıklı olarak etkilediklerini hatırlatır. Aslında, her etkileşimi birlikte inşa ediyorlar veya birlikte yaratıyorlar.

    Psikanalitik literatürde bu konu etrafında fırtınalar kopmuştur, ancak burada bunları ele almamız gerekmez. Gözlemlenen gerçektir ki, hastalar kişisel geçmişlerini terapötik etkileşime getirir, erken ilişki kalıpları yeniden aktive olur ve oynatılır, çözülmemiş kırgınlıklar ve özlemler terapiste yönlendirilir. Aynı şekilde, terapistin etkileşime girme ve tepki verme şekli, terapötik etkileşimi şekillendirir ve hangi kalıpların, nasıl devreye gireceğini etkiler. Bu sadece hastalar için değil, terapistler için de geçerlidir; terapistler de geçmişlerini danışma odasına getirir.

    Savunma (Defense)

    Bir şeyleri bilmemeyi tercih ettiğimizi fark ettiğimizde, bunun nasıl gerçekleştiğini düşünmeye başlarız. Herhangi birinin dikkatini rahatsız edici veya uyumsuz bir şeyden uzaklaştırmaya yönelik her türlü davranışın, bir savunma işlevine hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Savunma süreçlerinde gizemli bir şey yoktur. Savunma, bir şeyi fark etmiyor olmak, bir şeyi düşünmemek, iki artı ikiyi birleştirmemek ya da basitçe başka bir şeyle kendimizi oyalamak kadar basittir. Psikanalist Herbert Schlesinger (2004), savunmayı sistemler teorisi bağlamında tanımlamıştır. Sistemler (biyolojik ve psikolojik), dengeyi veya homeostazı korumak için kendilerini düzenler (örneğin, biyolojik düzenleyici süreçler, dış sıcaklıkta önemli değişikliklere rağmen vücut sıcaklığımızı 37 santigrat derece civarında tutmaya çalışır). Bir şey, düşünme, hissetme ve algılama şekillerimizle o kadar uyumsuz hale gelir ki, psikolojik dengeyi bozacaksa, bu tür şeyleri genellikle reddeder, yok sayar, göz ardı eder, küçümser ya da başka bir şekilde inkâr ederiz. Aile sistemleri terapistleri, işlevsiz aile kalıplarını sürdüren homeostatik süreçleri bozarak sistemin daha uyumlu bir şekilde yeniden organize olmasını beklerler. Benzer şekilde, psikanalitik terapistler, yaşamda sorunları sürdüren homeostatik süreçleri bozmaya çalışırlar.

    Eski psikanalitik yazılarda düşüncelerin ve duyguların bastırılmasından (repression) bahsedilir, ancak artık bu terimi özellikle faydalı bulmuyorum ve benim izlenimime göre çağdaş psikanalitik yazarlar da daha uygun kelimeler aramaktadır. Bu kelimenin basit, sıradan ve yaygın bir şeyi gizlemek için kullanıldığını düşünüyorum. Bruno Bettelheim (1982), “bastırmak (repress)” kelimesinin Freud’un kullandığı Almanca kelimenin kötü bir çevirisi olabileceğini savunmuş ve bunun yerine “inkar (disavow)” kelimesinin daha yardımcı bir çeviri olacağını önermiştir. Sözlüğümde “inkar/reddetme (disavow)” kelimesinin tanımı, “bilgi sahibi olmamak, sorumluluk taşımamak veya ilişkilendirilmemek; reddetmek” olarak verilmektedir.

    Deneyimlerin inkârı (disavowal of experience) oldukça yaygındır. “Bilinçdışı zihinsel yaşam” başlığında örnek olarak kullandığım Jill, babasının istismarcı olduğunu kabul etmeyi reddetti. Ailesi hakkında düşündüğü şeyleri genel ifadelerde tutarak ve detaylara odaklanmayarak bu farkındalığa karşı direnç gösterdi. İnsanlar, el üstünde tuttukları inançlarını sorgulamak gerekliliği doğuracak detaylara dikkat etmek yerine genellemeler yapar ve konuşurlar. Jill, genellemeleri bilinçli olarak yapmıyordu. Bunu alışkanlıkla ve otomatik olarak yapıyordu, ne yaptığının farkında değildi. Bu, kişiliğinin bir parçası haline gelmişti. Görüşmemizin ilerleyen kısımlarında, Jill babasının şiddetle kontrolden çıkmış olduğunu fark etmeye başladı. Çirkin gerçeği gözler önüne serdikten sonra bile, Jill psikolojik dengeyi korumak amacıyla bunun önemini küçümsemeye çalıştı. Babasının kız kardeşini neredeyse boğarak öldürebileceği hikâyesini benim ciddiyetle ele aldığımı fark ettiğinde, Jill hızla kendini ve beni teselli etmeye çalışarak, olayın özel bir anlamı olmadığını belirtti. Yine kız kardeşinin ne kadar kötü davrandığını vurgulayarak, “Herkesin babası bunu yapmaz mıydı?” diye ekledi.

    Daha önce, ilgi ve şefkate duyduğu arzuyu fark etmekte ve kabul etmekte zorlanan, sürekli soğuk ve mesafeli kadınları seçen bir hastadan bahsetmiştim. Bu partner seçimleri, nazik ve sevgi dolu kadınların kendisinde uyandırdığı zorlu duygulardan kaçınmasına yardımcı olduğu için savunmacı bir işlev görüyordu. Kendini güçlü, dayanıklı ve bağımsız biri olarak görmeye çalışıyordu ve daha nazik, daha hassas yanını inkâr ediyordu. Beni terapist olarak sevmesinin sebebi; daha önce gördüğü  ve hızla uzaklaştığı “yumuşak” ve “fazla duygusal” terapistin aksine, beni mantıklı ve kararlı biri olarak algılamasıydı.

    Herhangi bir düşünce ya da duygu, bir diğerinin savunma mekanizması olarak kullanılabilir. Öfke duyguları, terk edilme ya da reddedilme hislerine karşı bir savunma işlevi görebilir; depresyon, öfkeye karşı bir savunma olabilir; kibir, kendinden tiksinme duygusuna karşı bir kalkan olabilir; kafa karışıklığı, acı veren gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmamıza yardımcı olabilir; mantığa sıkı sıkıya sarılmak (örneğin, Star Trek’teki Spock karakteri gibi), öfke ya da aşağılanma duygularını görmezden gelmemize olanak tanıyabilir. İstenmeyen bir özelliğimizi kendimizde fark etmeyip hızla başkalarına atfedebiliriz (yansıtma/projection). Bir tutumu, onun zıttını vurgulayarak gizleyebiliriz; örneğin, pornografi karşıtı kampanya yürüten bir kişinin, protesto edip kınamak amacıyla pornografik materyaller arayarak aslında kendi pornografi merakını açığa vurması gibi (karşıt tepki geliştirme/ reaction formation). Gözümüzün önündeki bilgileri dikkate almamayı seçebiliriz; anoreksik kızının açlıktan ölmekte olduğunu fark etmeyen bir ebeveyn ya da hastasının intihar planına dair göndermelerini duymayan bir terapist gibi (inkâr/denial).   Duygusal açıdan yüklü konulara soğukkanlı ve soyut bir şekilde yaklaşabiliriz; örneğin, âşık olup olmadığına bir maliyet-fayda analizi yaparak karar vermeye çalışan bir hastam gibi (entellektüelleştirme/intellectualization). Korkularımız olmadığını kendimize kanıtlamak için korktuğumuz duruma düşüncesizce atılabiliriz (karşıt-fobik davranış/couentrphobic behavior). Duygularımızı yanlış kişiye yönlendirebiliriz; kocasının sadakatsizliğini fark etmeyen ama onun bir arkadaşının bir ilişki yaşadığını öğrenince öfkelenen kadın gibi (yer değiştirme/displacement).  Dayanamadığımız duyguları başka birine yükleyebilir ve sonra bu duyguları o kişide yönetmeye çalışabiliriz (yansıtmalı özdeşim/projective identification). Davranışlarımızın sorumluluğunu reddedip onları kontrolümüz dışındaki koşullara bağlayabiliriz (dışsallaştırma/externalization). Rahatsız edici olanı engellemek ya da inkâr etmek için sonsuz derecede yaratıcı yollar bulabiliriz.

    Son yıllarda psikoterapiyi oldukça zorlaştırabilen, özellikle rahatsız edici bir savunma biçimiyle karşılaştım. Depresyondaki bir hasta, ilk görüşmemizde zorluklarının bir “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını söyleyebilir. Bu genellikle, algılarının, beklentilerinin, seçimlerinin, çatışmalarının, ilişki kalıplarının ya da anlaması ve değiştirmesi kendi gücü dahilinde olan herhangi bir şeyin acısını yaratabileceği, sürdürebileceği ya da kötüleştirebileceği olasılığını göz önünde bulundurmak istemediği anlamına gelir. Zorluklarının tamamen bir “kimyasal dengesizlikten” kaynaklandığını ısrarla dile getiren bu tür danışanlar, genellikle kendilerini incelemek istemediklerini bize belirtmektedirler. Bu, özellikle tehlikeli bir savunma mekanizmasıdır çünkü ilaç şirketlerinden (duygusal acıyı biyolojik bir hastalık olarak sunma konusunda açık bir ekonomik teşvikleri olan) ve genellikle güvendikleri doktorlardan (ki bu doktorlar da bilgilerini çoğunlukla aynı ilaç şirketlerinden alırlar) gelen mesajlarla desteklenmektedir. Bu tür danışanlar, acılarında psikolojik bir bileşenin varlığını kabul etmeyi, dayanılmaz bir zayıflık veya kişisel başarısızlık itirafı olarak görebilirler. Bu tutumun altında yatan sert öz-yargı ve kendini kınama, depresyonu sürdüren tam da bu şey olabilir, ancak kendilerini inceleme konusundaki isteksizlikleri, değişime yol açacak türde bir terapinin önünde engel oluşturabilir. Bu gibi durumlarda, danışanların inançlarına doğrudan meydan okumak yerine, meraklarını ve kendilerini sorgulama kapasitelerini başka yollarla harekete geçirmeyi daha etkili buluyorum. (Bu noktada, biyolojik faktörleri göz ardı etmemiz ya da farmakolojik tedavi seçeneklerinden yararlanmamamız gerektiğini öne sürmediğimi belirtmeliyim. Ancak biyolojiye yönelik bir takdirin, psikolojik fenomenlere karşı sağır ve kör olmamıza yol açmaması gerektiğini savunuyorum.)

    Lisans düzeyindeki psikoloji ders kitapları genellikle savunma mekanizmalarını sıralar, ancak bu sunumlar nadiren psikanalitik terapinin daha derin bir anlayışını teşvik eder. “Savunma mekanizması” terimiyle ilgili bir zorluk, kulağa mekanik gelmesi ve zihinsel yaşamın mekanik olmaktan son derece uzak olmasıdır. Ayrıca, “mekanizma” terimi bir isim olduğu için, savunmanın bir şey olduğu izlenimi verir. Oysa savunmayı, bir fiil olarak, insanların yaptığı bir şey olarak düşünmek daha faydalıdır. 

    Bir diğer sorun, savunma mekanizması teriminin ayrık bir süreç ya da olay izlenimi vermesidir ki bu da tam olarak doğru değildir. Ayrık olaylar olmaktan ziyade, savunma yolları yaşamlarımızın dokusuna işlenmiş olup, düşünme, hissetme, davranma, başa çıkma ve ilişki kurma biçimlerimizde yansır. Savunma biçimlerimiz, kalıcı kişiliğimizin ya da karakterimizin bir parçası haline gelir. 

    Örneğin, bazı insanlar karakteristik olarak detaylara dalar ve bütünü gözden kaçırır. Somut detaylara odaklanmak, zorlayıcı duygulara odaklanmayı engeller. Diğer insanlar ise detaylara hiç odaklanamaz. Kendilerine ve başkalarına dair algıları yüzeysel ve kaygısız görünür. Bu savunmacı tarz, rahatsız edici gerçeklerden dikkati uzaklaştırabilir. Bazı insanlar, kendilerini üstün hissederek ve kibirli davranarak, farkındalıktan uzak tutmaya çalıştıkları boşluk veya yetersizlik duygularını bastırabilir. Bazı insanlar ise kendi ihtiyaçlarına kronik olarak ilgisiz kalır, ancak bunun yerine başkalarına özen gösterir (bu, ruh sağlığı uzmanları arasında yaygın bir örüntüdür).  Savunma ve kişilik ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir.

    Psikanalitik psikoterapi, deneyimlerimizin belirli yönlerini nasıl reddettiğimizi fark etmemize yardımcı olur ve amacı, bize ait olanı sahiplenmemize veya yeniden sahiplenmemize yardımcı olmaktır. Bu süreç, özgürlük ve seçim alanını genişletir. Daha önce otomatik ya da zorunlu gibi görünen şeyler, bilinçli tercihler haline gelir ve yaşam seçenekleri çoğalır. Ancak, özgürlük ve seçim kendi ikilemlerini de beraberinde getirir. Seçimle birlikte sorumluluk gelir ve bu sorumluluk bazen korkutucu olabilir. Bu nedenle, sorumluluğu reddetme arzusu, değişime karşı önemli bir direnç kaynağı olabilir. 

    Erica Jong’un bu ikilemi aklında bulundurarak yazdığına inanıyorum: 

    “Suçlayacak kimse yok! … İşte bu yüzden çoğu insan, nefret ettiği insanlarla birlikte nefret ettiği hayatlar yaşar… Suçlayacak birine sahip olmak ne harika bir şey! Kendi düşmanınla yaşamak ne harika bir şey! Mutsuz olabilirsiniz ama her zaman haklı olduğunuzu hissedersiniz. Parçalanmış olabilirsiniz ama bunun için tüm suçlardan kendinizi arınmış hissedersiniz. Hayatınızı kendi ellerinize alın, peki ne olur? Korkunç bir şey: Suçlayacak kimse kalmaz.” 

    Aktarımla ilgili bölümde, en etkili terapistlerin psikoterapide aktarımı ele aldığını gösteren araştırmalardan (Ablon & Jones, 1998; Jones & Pulos, 1993) bahsetmiştim. Aynı araştırma, en etkili terapistlerin ayrıca savunma mekanizmalarını tanımaları ve bunlara ortaya çıktıkları anda dikkat çekmeleriyle hastalarına yardımcı olduklarını ortaya koymuştur. Bu iki tür müdahalenin de başarılı bir tedavi sonucuyla bağlantılı olduğu, ampirik olarak kanıtlanmıştır.

    Savunmayı sistemik bir çerçevede, dengeyi ve homeostazı koruma çabası olarak ele alırsak, psikoterapinin bir paradoksu ortaya çıkar. İnsanlar terapiye değişmek için gelirler, ancak değişim, kaçınılmaz olarak denge ve homeostaz için bir tehdit oluşturur. Bu nedenle, her hasta terapiye karşı ambivalent bir tutum sergiler; değişme arzusu ile mevcut durumu koruma arzusu arasında gidip gelir.

    Bu ambivalans terapinin başında oldukça hissedilebilir. Üniversite kliniğimize randevu alan hastaların yaklaşık yarısı ilk randevularına gelmiyor. Bunun birçok klinik için tipik olduğunu düşünüyorum. Hastalar kliniği aradıklarında, içsel çatışmalarının değişimi arzulayan tarafını ifade ediyorlar. Ancak randevularına gitmediklerinde, homeostazı koruma arzusu taşıyan diğer taraflarını ifade ediyorlar.

    Kendi psikanalizime başladığım zamanı hatırlıyorum. İlk randevumu bir hafta öncesinden ayarlamıştım. O hafta boyunca yaklaşan randevuyu gece gündüz düşündüm. Ancak, randevu günü geldiğinde, tamamen aklımdan çıkmıştı. Analist ve ben nihayet buluşmayı başardığımızda, bana genelde randevuları unutup unutmadığımı sordu. Utançla, bunun bana pek uyan bir durum olmadığını söyledim. Omuz silkti ve “Demek ki senin de bir bilinçdışın var,” dedi.

    Psikoterapi, değişimi arzulayan yanımızla, ne kadar acı verici olursa olsun tanıdık ve bilindik olanı korumaya çalışan yanımız arasında süregelen bir çekişmedir. Terapistler olarak, büyüme ve gelişimi arzulayan güçlerin yanında yer alırız.

    Freud’un (1912) bu paradoksu aklında bulundurduğunu düşünüyorum; o, “Direnç tedaviyi adım adım takip eder. Tedavi gören kişinin her bir çağrışımı, her bir davranışı dirençle hesaplaşmak zorundadır ve iyileşmeye yönelik güçlerle bu güçlere karşı çıkanlar arasında bir uzlaşmayı temsil eder,” diye yazmıştı.

    Direnç ve savunma terimleri yakından ilişkilidir. İkisi de düşünceleri, duyguları ya da sorumluluğu reddetme ya da inkar etme çabalarını ifade eder. Daha teknik olarak, direnç, terapinin kendisinde ortaya çıkan ve keşif ve sorgulama gibi ortak görevleri engelleyen savunma süreçlerini ifade eder. Direnci, terapist ve hasta arasında bir çatışma ya da karşıtlık olarak görmek pek yardımcı olmaz. Aksine, direnç, danışanın kendi içindeki çatışma ya da uyumsuzluktan kaynaklanır.

    Bu durumu akılda tutmak, direnç terapistler için rahatsız edici biçimler aldığında zor olabilir; örneğin hastalar geç kaldığında, randevuları kaçırdığında, sessiz kaldığında, seansları önemsiz konuşmalarla doldurduğunda ya da terapistin yorumlarını görmezden geldiğinde. Terapistler için ne kadar hayal kırıklığı yaratıcı olursa olsun, bu tür davranışlar danışanın dengeyi koruma çabalarını yansıtır.

    Terapistin en iyi yaklaşımı, hastanın büyüme ve değişim arayışındaki yönleriyle ittifak kurmaktır. İdeal olarak, hasta ve terapist, savunma süreçlerine karşı yargısız bir merak hissi geliştirir, bunları sadece incelemek ve anlamak arzusuyla ele alır. Bu konuyu ilerleyen bölümlerde yeniden ele alacağız.

    Savunma, çatışma ve bilinçdışı zihinsel yaşam kavramları birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bilinçdışı kelimesi, aslında, reddettiğimiz, sahiplenmekten kaçındığımız ya da savunduğumuz düşünceler, duygular ve davranışlar için bir tür kısaltma işlevi görür. Çoğu zaman, savunma süreçleri ile bu süreçlerin savunduğu düşünce ve duygular arasında aktif bir itme ve çekme dinamiği gözlemleriz. Onları ne kadar uzaklaştırmaya çalışırsak, aynı şekilde bir çıkış ya da ifade bulmaya çalışır gibi geri itiyor görünürler.

    Bu nedenle, reddeden yanlarımız ile reddedilen yanlarımız arasında bir çatışma ya da dinamik bir gerilim oluşur. Psikanalitik kuramcılar, dinamik bilinçdışı terimini kullanarak, bilinçdışı düşünce ve duyguların hareketsiz ya da etkisiz olmadığını, aksine aktif olarak ifade arayışında olduklarını vurgular. Bu düşünce ve duygular, dolaylı yollarla düşüncelerimizi, duygularımızı ve eylemlerimizi etkiler.

    (Psikanalitik teoride bilinçdışı teriminin belirli ve özel bir anlamı olduğunu not etmek önemlidir. Pek çok zihinsel süreç farkındalığımız dışında gerçekleşir, ancak bilinçdışı terimi genellikle, aktif olarak reddettiğimiz ve aynı zamanda ifade arayışında olan düşünceler, duygular ve davranışlar için kullanılır. Bu bağlamda, bilinçdışı aslında dinamik bilinçdışı anlamına gelir.

    Psikanalitik kuramcılar, farkındalık dışındaki zihinsel süreçleri ifade etmek için, ancak çatışmalı ya da aktif bir şekilde savunulan süreçleri içermeyen durumlarda, genellikle bilinçsiz (non-conscious) gibi diğer terimleri tercih ederler. Bu ayrım, savunma mekanizmaları ve çatışmaların işleyişini anlamada kritik bir rol oynar.)

    Psikolojik Nedensellik

    Psikolojik belirtiler genellikle anlamsız gibi görünür. Görünürde hiçbir amacı yoktur ve bu belirtileri yaşayan kişi için yabancı hissedilebilirler. Birçok depresif hasta, umutsuzluk ve üzüntü duygularının “birdenbire” geldiğini söylemiştir. Anksiyete veya hatta panik duyguları da beklenmedik bir şekilde ortaya çıkabilir. Aslında, DSM tanı ölçütleri, panik bozukluğu için panik ataklarının “beklenmedik” bir şekilde, yani belirgin bir neden olmadan başladığını belirtir.

    Belirtiler ne kadar rastlantısal veya anlamsız gibi görünse de, bizim çalışma varsayımımız, bu belirtilerin bir anlamı olduğu, psikolojik işlevler gördüğü ve bir psikolojik bağlamda meydana geldiğidir. Çünkü bir belirtinin bağlamını oluşturan psikolojik durumlar bilinçli olarak erişilebilir olmayabilir, bu nedenle belirti anlamsız veya rastglantısal görünebilir. Bir kişinin farkındalık alanı genişledikçe ve daha geniş bir deneyim yelpazesi tanıyıp dile getirme yeteneği arttıkça, belirtinin anlamı ve işlevi belirginleşebilir. Genel olarak bu süreç gerçekleştikçe, hasta eski sorunlara yeni çözümler bulabilir ve belirti azalır.

    Kendimize ne kadar yabancılaşırsak, deneyimlerimiz o kadar rastlantısal, tesadüfi ve parçalanmış gibi görünebilir. Psikanalitik terapi, düşünceler, duygular, eylemler ve olaylar arasındaki bağlantıları tanımamıza yardımcı olur. Örneğin, bir hasta bana “Bunu neden yaptığımı bilmiyorum” dediğinde, ben de şöyle cevap verebilirim: “’Bilmiyorum’un ötesine bakabiliyor muyuz görelim? Hadi, bundan önce ne olduğunu inceleyelim.” Öncesinde olan şey, dışsal bir olay ya da bir olayla ilgili düşünceler ve duygular olabilir.

    Bir kalp krizi geçiren bir hasta, ilaçlarını sürekli “unutuyordu.” Burada “unutmak” kelimesini tırnak içinde kullanıyorum çünkü hasta, adını Steve koyduğum kişi, zeki bir insandı ve diğer şeyleri hatırlama konusunda hiçbir sorunu yoktu. Steve’in doktorları, ilaçların neden gerekli olduğunu açıklayarak ona “hasta eğitimi” verdiler. Steve sağlığını önemseyen biriydi ve doktorlarının tedavi planına uymaya çalışıyordu. Yine de, ilaçlarını sürekli unutuyordu.

    Steve’e, unuttuğu şeyin görünenden daha fazlası olabileceğini söyledim ve bu konuda bir fikri olup olmadığını sordum. Steve, ilaç almanın ona kötü bir his verdiğini, ancak bunun nedenini söyleyemeyeceğini belirtti. Gerçekten de bilmiyordu. Ona, aklına gelen her türlü düşünce veya duyguyu, bunların ne kadar anlamlı veya alakasız görünse de, bana anlatmasını istedim. Steve, o anda aklına neden geldiğini bilmediğini ama küçük kardeşini düşündüğünü söyledi. Çocukken Steve popüler, atletik ve başarılı bir öğrenciydi. Buna karşın, kardeşi zayıf ve hasta biriydi. Sürekli olarak bir şeyler için ilaç alıyordu. Okulda başarısızdı ve sporla da ilgisi yoktu. Ailesi için bir hayal kırıklığıydı.

    Steve’in düşüncelerinin sırasına dikkat edin. İlk düşüncesi ilaç almakla ilgiliydi. Sonra, küçük hasta kardeşine dair çağrışımlar yaptı. Bu düşüncelere “çağrışımlar” diyoruz çünkü bunların bir şekilde, önceki düşüncelerle bağlantılı veya ilişkilendirilmiş olduğunu varsayıyoruz. İlk bakışta iki konu birbirine alakasız görünebilir, ancak çalışma varsayımımız, bunların bir şekilde bağlantılı olduğu yönündedir. Bu durumda, düşünce sırasının bize sunduğu hipotez şudur: Steve’in zihninde ilaç almak, küçük kardeşi gibi olmakla özdeşleşiyor—yani, zayıf, hasta ve daha az sevilen biri olmakla. Eğer bu hipotez doğruysa, doktorunun tüm çabalarına rağmen hiçbir “hasta eğitimi” fayda etmezdi. Aslında, Steve ilaçlarını almamayı ancak zayıf ve başarısız olma korkusunu, ve bu korkuya bağlı olarak kendisine değer veren insanların sevgisini kaybetme korkusunu tartışabildikten sonra bırakabildi. Daha spesifik olarak, Steve, ilaç almanın onu kardeşi gibi yapmayacağını fark etti. Bu, irrasyonel bir fanteziden ibaretti. Fantezi, farkındalık dışında işlemişti ama Steve’in davranışlarını etkilemişti ve bu, hayatını riske atabilirdi.

    Bir başka danışan, hafif kilolu bir kadındı ve dönemsel olarak yemek yeme krizleri yaşıyordu. McDonald’s’ın arabaya servis eden şubesine gizlice gider ve cheeseburgerler ve milkshakeler sipariş ederdi. Sonrasında, bu davranışından nefret ederdi. Yıllardır yemek krizlerini kontrol etmeye çalışmış ancak pek başarılı olamamıştı. Bir yemek krizi sonrasında, kendisine bu krizle ilgili olup olmadığını düşünmeden aklına gelen herhangi bir düşünceye dikkat etmesini söyledim. Düşünceleri kocasına yöneldi. Onun bencil, kontrolcü olduğunu ve ihtiyaçlarını dikkate almadığını söyledi. Kendisini bir insan olarak değil, sergilenecek bir ödül gibi gördüğünü ifade etti. Ek olarak, kocasının kendisi zayıf olduğunda mutlu olduğunu çünkü o zaman daha iyi bir “ödül” gibi göründüğünü, duygusal olarak yoksun ve sevilmemiş hissettiğini ve kocasına bağımlı olduğunu ve kapana kısılmış gibi hissettiğini belirtti.

    “Yemek kriziniz, kocanızdan intikam almanın bir yolu olabilir mi?” diye düşündüğümü yüksek sesle dile getirdim. Bu yorumum, şimdiye kadar örtük veya bilinçdışı kalmış olabilecek düşünceler, duygular ve eylemler arasındaki olası bağlantıyı açık veya bilinçli hale getirmeyi amaçlıyordu. Danışanım, kocasına yönelik öfkesini kabul etmekte büyük zorluk yaşıyordu, bu durum sürekli ondan şikâyet etmesine rağmen böyleydi. Yorumu ciddiye almak onun için bir oldukça zorlayıcı oldu. Ancak zamanla, öfkesini, intikam fantezilerini ve kocasının “o kadar berbat bir herif ki zayıf bir eşi hak etmiyor” düşüncesini kelimelere dökmeye başladı.

    Danışanımın yemek krizleri, karmaşık bir çağrışım ve anlam ağına gömülüydü. Sonuç olarak, bu davranışı aynı anda birkaç amaca hizmet ediyordu: Kocasını cezalandırmak, duygusal yoksunluğunu telafi etmek (çünkü yemeği sevgiyle ilişkilendiriyordu), kendisini onun kontrolü altında olmadığına dair rahatlatmak, onu terk etme fantezilerini bastırmak (çünkü fazla kilolu olmak diğer erkekler için daha az çekici olmasını sağlayacaktı) ve intikamcı düşünceleri yüzünden kendisini cezalandırmak (çünkü fazla kilolu olmaktan nefret ediyordu).

    Bu çoklu nedenler ve anlamlar, daha önce bahsettiğim aşırı belirleme(overdetermination) ve çoklu işlev (multiple function) kavramlarını gözler önüne sermektedir. Zihinsel yaşamda, basit bir neden-sonuç ilişkisi bulmak her zaman mümkün değildir. Bir semptom ya da davranışın birden fazla nedeni olabilir (aşırı belirleme) ve birden fazla amaca hizmet edebilir (çoklu işlev).

    Bu nedenle, yetkin tüm psikanalitik terapistler, zihinsel yaşamın karmaşıklığına derin bir takdir duyarlar. Bu sebeple, psikanalitik psikoterapi “standart” bir terapi değildir. Ezbere uygulanabilecek bir teknikler topluluğu ya da adım adım takip edilecek bir kılavuz haline getirilemez. Bunun yerine, iç deneyimin en mahrem, kişisel ve derinlemesine öznel yönlerine empatik bir şekilde odaklanan bir sorgulama sürecine dayanır. Bu anlamda, herhangi iki terapi süreci birbirine tamamen benzemez. (Bazı araştırmacılar, yalnızca adım adım yönergeler içeren “manuelize” terapilerin bilimsel açıdan sağlam ve “kanıta dayalı” olduğunu savunmaktadır. Bu iddialarla ilerleyen bölümlerde ilgileneceğim. Bu tür terapiler—düzenli, süre sınırlı ve görünüşte birbirinin yerine geçebilen—aynı zamanda, hasta yaşamlarını iyileştirmek değil, kârlarını artırmakla ilgilenen sağlık sigortası şirketleri tarafından da tercih edilmektedir.)

    Danışanım aniden bir içgörü kazanmadı ya da dramatik bir iyileşme yaşamadı ve terapiye gizlice McDonald’s’a gitmeleri nedeniyle başlamamıştı. Bununla birlikte, zamanla, aşırı yeme krizlerinin ortaya çıkmasına neden olan karmaşık anlam ağına dair bazı bağlantıları keşfetmeyi başardık. Öfkesini kabul etme ve ifade etme konusunda yavaş yavaş daha rahat hale geldi, duygusal ihtiyaçlarının daha fazla farkına vardı ve bu ihtiyaçları kocasına ve başkalarına daha iyi iletebildi. Kocasıyla olan ilişkisi düzeldi ve aşırı yeme krizleri azaldı.

    Sonunda, yıllardır ilk kez kilo verebildiğini ve bu kiloyu zorlanmadan koruyabildiğini bildirdi. Ancak bu mücadeleyi tamamen kazanmış sayılmazdı. Takip eden yıllarda, özellikle kocasına çok kızdığı zamanlarda ara sıra tekrar krizler yaşadı.

    Bu örnekler, psikolojik semptomların düşünceler, duygular, algılar ve anılardan oluşan organize ağlara nasıl yerleştiğini ve bu bağlamların onlara anlam kattığını göstermek için verilmiştir. Bu durum yalnızca semptomlar için değil, tüm zihinsel olaylar için geçerlidir. Psikanalizin temel varsayımı, zihinsel yaşamda hiçbir şeyin rastlantısal olmadığıdır. Zihin, zihinsel olayların birbiriyle anlamlı, ancak karmaşık yollarla bağlantılı olduğu ayrıntılı bir çağrışım ağıdır. Belirli geniş parametreler içinde, bağlantıların açık ya da bilinçli olup olmaması fark etmeksizin tüm zihinsel aktiviteler bu çağrışım ağının mantığına göre işler. Bu durum yalnızca düşünceler, duygular ve anılar için değil, aynı zamanda rüyalar, gündüz düşleri, hatalar ve dil sürçmeleri (meşhur! “Freudyen sürçme”) için de geçerlidir. Görünüşte rastgele bir zihinsel olayla başlayıp onunla bağlantılı çok sayıda çağrışımı izlemek mümkündür. Genellikle, bu olay, daha geniş çağrışım ağı açığa çıktığında anlam kazanır.

    Çağrışım ağına bir benzetme olarak Dünya Çapında Ağ (World Wide Web) düşünülebilir; burada web sayfaları karmaşık bir şekilde birbirine bağlıdır. Bir web sayfasını açabilir, oradan başka bir sayfaya, sonra bir başkasına bağlantı yapabilirsiniz. Birkaç tıklama içinde başlangıç noktanızdan oldukça uzak bir yere ulaşabilirsiniz. Örneğin, küresel ısınma hakkında bir sayfadan başlayarak, birkaç tıklama sonra Shakespeare’in sonelerine dair bir sayfaya varabilirsiniz.

    Biri o anda bilgisayar ekranınıza baksa, nasıl bu noktaya geldiğinizi tahmin edemez. Ancak isterseniz, başladığınız yerden bitirdiğiniz yere sizi getiren bağlantı dizisini geri izleyebilir ve neden bu bağlantıları takip ettiğinizi açıklayabilirsiniz.

    Elbette bu internet analojisinde eksik olan bir şey var: duygular. İnternette bağlantılar genelde içerik temelli iken, zihinsel çağrışım ağları duygusal temellere dayalı olarak organize olur. Yani, benzer duyguları çağrıştıran şeyler birbiriyle bağlantılıdır. Çağrışım yolları genellikle duygusal olarak yüklü ya da sorunlu olana yönelir. Bu durumun terapötik teknikler için önemli etkileri vardır: Eğer düşüncelerimizi sansürlemeden ya da düzenlemeden gözlemlememize izin verir ve onları nereye götürdüğüne bakarsak, genellikle rahatsızlık verici olana ulaşırız.

    Çağdaş bilişsel bilim ve sinirbilim araştırmaları, zihni çağrışım ağı olarak kavramlaştırma temeline dayanır ve bilişsel araştırmacılar çağrışım bağlantılarını incelemek için birçok deneysel yöntem geliştirmiştir (örneğin, ön hazırlama deneyleri/priming experiments ve tepki zamanı deneyleri/ reaction time experiments). İlginçtir ki, çağrışım yolları kavramı her zaman psikanalitik teori ve pratiğin merkezi bir unsuru olmuştur. Freud, psikolojik anlamları keşfetmek için çağrışım bağlantılarını izlemekte, bir dedektifin hassasiyetiyle bu bağlantıları çözmekte ustaydı. Freud’un bu düşünce tarzı, en anlaşılır ve etkileyici şekilde 1904 tarihli “Gündlük Yaşamın Psikopatolojisi” adlı monografında görülür. Psikanalitik terapiyi öğrenen tüm öğrenciler için bu eseri öneririm. Elbette Freud’un zaman zaman kendi zekâsına kapılıp, hastalarının çağrışımlarına şüpheli anlamlar yüklemekle suçlanabileceği durumlar olmuştur. Freud’u eleştirme amacı güdenler onun yazılarında bolca malzeme bulacaktır, ancak bu tür eleştiriler meselenin özünü kaçırır.

    Çağrışım bağlantılarını izlemeye yardımcı olmak için, hastalarımızdan akıllarına gelen her şeyi düzenlemeden veya sansürlemeden söylemelerini isteriz. Bu süreçte düşüncelerini yargılamadan (bunun belirli Budist meditasyon biçimlerinde olduğu gibi) gözlemlemelerini teşvik ederiz; düşüncelerin mantıklı olup olmadığına veya toplumsal açıdan uygun görünüp görünmediğine aldırmadan bunu yapmalarını isteriz. Teknik olarak bu yönteme *serbest çağrışım* denir. Amacı, genellikle örtük olan çağrışım bağlantılarını açık hale getirmektir.

    Her psikanalitik terapistin, düşünce ve iletişimin serbest akışını teşvik etmeye yönelik bir dizi ifadesi vardır. Sürekli olarak şu tür şeyler söyleriz: 

    – “Bunun hakkında biraz daha konuşabilir misiniz?” 

    – “Aklınıza başka neler geliyor?” 

    – “Başka ne düşünüyor veya hissediyorsunuz?” 

    – “Düşünceleriniz oradan nereye gidiyor?” 

    Bazen de sadece “devam edin” veya “hı hı” diyerek hastanın ifade sürecini destekleriz.

    Günlük sosyal dialoglarda, düşüncelerimizi otomatik olarak düzenler ve sansürleriz. Konuda kalmaya çalışır, düşüncelerimizi anlamlı cümleler haline getirecek şekilde yapılandırır ve utandırıcı ya da rahatsız edici olabilecek şeyleri dışarıda bırakırız. Ancak “serbest çağrışım”, bu alışıldık düzenleme ve sansürleme süreçlerini askıya almak anlamına gelir ve bizi genellikle öngöremediğimiz yerlere götürür. Bu nedenle, serbest çağrışım özellikle sakin, toplu ve kontrol altında hissetmeyi seven insanlar için oldukça zordur.

    Hastalar terapiyi “içini dökmek” olarak tanımladığında veya bir arkadaşla sohbet etmeye benzettiğinde (bu tür tanımlamalar her zaman psikoterapiyi son derece değersizleştirici olarak görünüyor bana), bu onların anlamlı bir terapötik sürece dahil olmadığının kesin bir işaretidir. Gerçek bir serbest çağrışım sürecine dahil olan hiç kimse terapiyi sıradan bir sohbete benzetmez. Psikanalitik terapi, bilinçli olan ile bilinçdışı arasındaki sınırda, uçurumun kenarında gerçekleşir. Bu süreçte hiçbir şey sıradan değildir.

    Gay olan bir erkek hastam dil sürçmesi yaparak bana başka birinin adını söyledi—diyelim ki James. Bu hatanın ne anlama geldiğini sordum ve o da bunun rastlantısal bir durum olduğunu, hiçbir anlamı olmadığını belirten klasik itirazlarda bulundu. Ben de bunun ne anlama geldiğini bulmamız gerektiğini, “James” isminin ona ne düşündürdüğünü görmek için düşüncelerini izlememizi önerdim. O da, James adında bir arkadaşının arkadaşı olduğunu hatırladı ve hemen bu kişinin kendisi için hiçbir anlam ifade etmediğini belirtti. “Tamam,” dedim. “Belki de hiçbir anlamı yok. Yine de, düşüncelerin nerelere gideceğini görelim.” Hastam bir süre sessiz kaldı, sonra utandı. James’in ona ilgi duyduğunu ve onu baştan çıkarmak istediğini söyledi. Ben de sordum: “Bunu neden utanç verici buluyorsun?”

    Hastamı utandıran şey, James’in baştan çıkarma girişimi değildi. Aslında hastam, kafasından bir şeyi zorla atmak için çok çaba harcıyordu. O şey, benim gay olmam ve onu baştan çıkarmak istememdi. Gerçekten de bununla ilgili çok canlı bir hayal kurmuştu ve bu konuda partneriyle konuşmuştu; partneri ise bu olasılığı ilginç bulmuştu. Hastam, bir daha bunu düşünmemeye ve bahsetmemeye karar vermişti, ancak işte tam o anda, bir “rastlantı” sonucu ortaya çıktı. Dil sürçmesine dair yaptığı “rastlantısal” çağrışımlar, tam da o an için en duygusal olarak yüklü olan şeyle, yani bu düşünceyle bağlantılıydı—ki bu çoğu zaman böyle olur.

    Bu örneğin imkansız, yapmacık veya teorik önyargılarla şekillendirilmiş olduğunu düşünen birine şunu söylerim: Deneyin. Bir sonraki hatanızı yaparken, dil sürçmesi ya da bir kelimeyi ya da ismi unuttuğunuzda, serbest çağrışım yapmayı deneyin ve düşüncelerinizin sizi nereye götürdüğünü takip edin. Düşüncelerinizi yazmak faydalı olabilir. Tam olarak “bu kadar” dediğiniz ve durmak istediğiniz noktada, kendinize bundan sonra ne geliyor diye sorun. Ve sonrasında bir sonraki ne diye tekrar sorun. Karşınıza çıkacak iç dirençleri aşmaya zorlayın (örneğin “bu alıştırma saçma,” “bu sıkıcı,” “düşüncelerim hiçbir yere gitmiyor”) ve çağrışımlar zinciri nereye götürürse takip edin. Gerekirse bana gülün, ama deneyin. Deney yapmazsanız veriye asla ulaşamazsınız.

    Resmi olarak, zihinsel süreçlerin bu rastlantısal olmama durumu ruhsal determinizm olarak adlandırılır. Bu terim, düşüncelerin, duyguların, davranışların ve semptomların rastlantısal ya da tesadüfi olmadığı, önceki zihinsel olaylar tarafından etkilendiği veya belirlendiği gerçeğine işaret eder. Ben, “ruhsal süreklilik” terimini “ruhsal determinizm” yerine tercih ediyorum. Bu, bir düşünceden diğerine sürekliliği hatırlatır ve düşünceler ve duyguların, ilişkiliymiş gibi görünmese de anlamlı çağrışım dizilerinde zincirleme bir şekilde bağlı olduklarını ifade eder. “Determinizm” terimi, 19. yüzyılın mekanistik, materyalist bilimsel ruhunun köklerine dayanır ve onun çağrışımlarının günümüzde faydalı olup olmadığından emin değilim.

    Psikooanalitik yaklaşımları reddeden bazı öğrencilerle karşılaştım çünkü yanlış bir şekilde, psikanalizin özgür iradeyi reddettiğini ve tüm davranışları bizim kontrolümüz dışındaki güçlerin belirlediğini düşünüyorlardı. Aslında, bunun tersi daha yakın bir gerçek olabilir. Psikanalitik terapistler, davranışlarımızın anlamlarını ve nedenlerini anlayışımızı genişletmenin özgürlük, seçim ve daha özgür bir irade yarattığına inanırlar. İnsanlar değişebilir, insanlar değişir ve psikanalitik terapi, bazen derinlemesine bir şekilde, insanların değişmesine yardımcı olur. Her psikoterapist, derinlerde, insanların büyüme, değişim ve hayatın kaçınılmaz zorlukları karşısında daha büyük bir özgürlük ve denge hissi deneyimleme kapasitesine inanır. Eğer davranışlar kaçınılmaz bir şekilde belirlenmiş olsaydı, psikanalitik terapi yapmak ya da başka herhangi bir terapi türünü uygulamak için bir ihtiyaç olmazdı. (Bir hastam, hayatında tekrarlayan bir örüntüyü işaret ettiğimde derinden etkilenmişti. Ruhunu sarsan bir an içinde, hayatında aynı hatayı defalarca tekrar ettiğini fark etti. Son derece zeki ama psikolojik olarak pek gelişmemişti. Tanıma şokuyla, “Gerçekten, gerçekten! Tam olarak söylediğin gibi yapıyorum, görüyorum!” diye bağırdı. Sonra, endişeyle ekledi: “Bunu neden yapıyorum? Neden hep bunu yapıyorum? Bu, ben miyim?” Ben de cevap verdim, “Bu, sendin.” Bu, terapideki en sevdiğim anlardan biriydi.)

    Senin için iyi olan (what’s good for the goose)

    ( what’s good for the goose is good for the gander bir atasözüdür ve senin için iyi olan benim için de iyidir anlamına gelmektedir.)

    Okuyucu, bu bölümün çoğunu “biz” zamiriyle yazdığımı fark etmiş olabilir. Bu bir tesadüf veya edebi bir kolaylık değil. Bu, hastalarımıza uyguladığımız kavram ve içgörülerin, aynı şekilde kendimize de uygulanabileceğini iletmek için kasıtlı olarak yapılmıştır. Psikanalitik duyarlılık, hastalara ve terapistlere uygulanan psikolojik ilkeler arasında herhangi bir ayrım yapmaz. Psikanalist Harry Stack Sullivan’ın (1954) yıllar önce belirttiği gibi, “Diğer taraftan hepimiz, basit bir şekilde başka herşeyden çok insanız.” Hem hasta hem de terapist, kendini ve diğerlerini geçmiş deneyimlerin merceklerinden görür, bilinç dışı zihinsel yaşamlara sahiptir, tehditkar olanı reddeder (disavow),  aktarımlar oluşturur ve geçmiş ilişki rollerini yeniden canlandırır.

    Bazı öğrencilerim, psikanalizin, duygusal olarak uzak, otoriter bir doktor ile ona tâbi hasta arasında hiyerarşik bir “üstten alta” ilişki olduğunu maalesef yanlış bir şekilde düşünmüşlerdir. Vicdanen bunun hiç yaşanmadığını söyleyemem; bir zamanlar birçok psikanalist hastalarına karşı mesafeli, tutuk bir tavır sergiliyordu( En iyi psikanalistlerin hiçbir zaman bu şekilde çalışmadığını düşünme eğilimindeyim, ancak kesinlikle birçok vasat psikanalist çalışmıştır. Son yıllarda psikanalitik teori ve uygulamada büyük değişiklikler oldu ve şükürler olsun ki mesleğin gelişimindeki bu aşama büyük ölçüde geride kaldı).Ancak yine vicdanen şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu durum psikanalizin ruhundan daha uzak veya daha zıt olamaz. Psikanalitik terapi, bir başkasına yapılan ya da bir başkası üzerinde uygulanan bir şey değildir. Bu, iki kişi arasında ortaklaşa yapılan bir şeydir. Bu, terapinin eşit ya da simetrik bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Bir kişinin yardım almak, diğerinin ise sunmak için geldiği, bir kişinin diğerine ücret ödediği ve koşulların doğal olarak bir güç dengesizliğini içerebileceği gerçeğini inkar etmek anlamsızdır. Ancak bu, terapinin, iki kişinin birlikte anlamaya çalışarak mücadele ettiği, ortak bir çaba olduğu anlamına gelir (Buirski & Haglund, 2001).

    Tanıdığım ve saygı duyduğum psikanalitik terapistler, başkalarının içsel, özel hayatına bu kadar yakın bir şekilde katılmayı derin bir ayrıcalık olarak görürler ve çalışmalarında, bizim neyi bilip bilemeyeceğimize ve yardım etme kapasitemize dair derin bir alçakgönüllülük duygusu geliştirmişlerdir. Kişisel olarak, doğam gereği alçakgönüllülük veya tevazuya yatkın biri değilim. Yine de içtenlikle söyleyebilirim ki, ne kadar uzun süre çalıştıysam ve ne kadar çok şey öğrendiysem, hastalarımla olan çalışmamda o kadar daha alçakgönüllü hissettim ve onlara derinden saygı duymaya başladım. Benimle benzer çatışmaları ve mücadeleleri paylaşan hastalarım var ve onlarda, kendi hayatımda da bildiğim bir acıyı görüyorum. Hiçbir zaman bir hastaya tedavi uygulamadım ki, onda kendimden bir şey görememiş olayım. Gerçekten de, biz hepimiz başka herşeyden çok insanız.

    Psikanalitik terapi, terapistten bir zeka seviyesi, belli bir mesleki bilgi ve beceri düzeyi, bir başkasıyla empatik uyumlanma kapasitesi, başka bir kişinin özel ve öznel dünyasına kendimizi daldırma istekliliği, kendimizi sorgulamaya karşı tamamen acımasız bir isteklilik ve kelimenin tam anlamıyla, insanlık gerektirir. Bir terapisti oluşturan tüm nitelikler arasında, belki de nihayetinde her şeyi belirleyen, son derece tarif edilemez olan bu son nitelik olabilir.

    Kendimizi sorgulama isteğine gelince, anlamlı psikanalitik bir çalışma yapmak, kendimiz de anlamlı bir terapi deneyimi yaşamadan zor, hatta imkânsızdır. Ayrıca, hastalarımızdan yapmaya istekli olmadığımız bir şeyi yapmalarını istemek, düşüncelerini sansürlemeden nereye giderse oraya takip etmelerini talep ederken, kendimiz bunu yapmamış olmamızda bir tür iki yüzlülük vardır. Hastalarımıza karşı empati geliştirmek ve terapinin güçlü ve çoğu zaman irrasyonel duygularını nasıl tetikleyebileceğini anlamak için hasta olma deneyimi gibisi yoktur. Aktarım veya direnci, bir kitaptan okuyarak ya da başkasında gözlemleyerek gerçekten anlayamayız; bunları bizzat deneyimlememiz gerekir. Ayrıca, terapiye yalnızca “mesleki gelişim” amacıyla girmek yeterli değildir. Tıpkı hastalarımız gibi, acı çeken birer insan olarak terapiye girmeliyiz.

    Bunun ötesinde, kendi çatışmalarımızı ve ilişki kalıplarımızı ne kadar iyi anlarsak, bunları hastalarımızla yeniden yaşama riskine o kadar direnebiliriz. Kişisel psikoterapi veya psikanaliz, bu konuda başarılı olacağımızın garantisini vermez, ancak en azından bize mücadele şansı sunar. Çok sık olarak, terapistlerin kişisel patolojilerini hastalarıyla yeniden yarattıklarına tanık oldum. Cinsel istismar geçmişi olan ve kişisel terapisinde bu deneyim üzerinde çalışmamış terapistler, hastalarının deneyimlerini kendilerinin keşfetmesine izin vermek yerine, hastalarının deneyimlerini onlar için tanımlayarak, hastalarını kurban ilan etmekte hızlı davranma eğilimindedirler. Benim izlenimime göre, sahte anılar üzerinden yaygara koparan terapistler (eğer böyle adlandırılmayı hak ediyorlarsa) bu kategoriye girmektedir.Karşı cinsle ilgili çözümlenmemiş sorunları olan terapistler, hastalarının yakınlık ihtiyaçlarını ve bunları gerçekleştirmeye engel olan psikolojik bariyerleri anlamalarına yardımcı olmak yerine, onların “erkek düşmanlığı” ya da “kadın düşmanlığı” söylemlerine hızlıca katılabilirler. Özsaygı sorunlarıyla mücadele eden terapistler, hastalarını örtük bir şekilde küçümseyebilir ya da onlara yüzeysel “onaylama” mesajları sunabilir. Örneğin, Saturday Night Live programındaki Stewart Smalley karakterinin hicvettiği türden sığ ifadeler kullanabilirler. Ancak bu, hastalarına kişisel tarihleri ve deneyimleriyle uyumlu bir şekilde tutumlarını keşfetme ve yeniden yapılandırma fırsatı sunmanın yerini tutmaz.

    Bunlar görece bariz örneklerdir. Çoğu zaman, terapistler çatışmalarını ve ilişki kalıplarını hemen göze çarpmayan yollarla yeniden sahnelerler.

    Son olarak, anlamlı bir kişisel terapi deneyimi, terapötik sürece yönelik bir inanç geliştirir ve bu inanç, terapötik denizlerde yolumuzu bulmaya çalışırken büyük bir gereklilik haline gelir. Nancy McWilliams’ın (2004) etkileyici bir şekilde ifade ettiği gibi:

    “Etkin bir kişisel terapi veya analiz deneyimi, sürecin gücüne ve tedavinin etkinliğine dair derin bir saygı bırakır. Psikoterapinin işe yaradığını biliriz. Disipline olan sessiz takdirimiz, duygusal acılarından kurtulmalarında umut hissinin kritik bir rol oynadığı danışanlara bu inancı iletebilir.” Umutsuz bir durumda terapi mümkün değildir; umut olmadan terapi de var olamaz.

    Son söz:

    Bir Akademik Psikoloğun Çöküşü

    (Bu makaleyi kariyerimin başında yazdım. Bu nedenle, tamamlanmamış bir kitaba uygun bir sonsöz gibi görünüyor. İlk akademik görevime, yardımcı doçent olarak başlamadan önce, yurtdışında seyahat ettiğim bir yıl boyunca kişisel bir günlük kaydı olarak yazılmıştı. Büyük bir üzüntü ve kişisel hayal kırıklığı dönemi geçirmiştim. O dönemde alanla ilgili bazı yargılarım şimdi bana sert ve yersiz görünüyor. Diğerleri ise belki fazla hoşgörülü olabilir. Yazıyı büyük ölçüde düzenlemeden bıraktım. Gerçeğe sadık kalmak, sonradan düzeltme yapmaktan daha iyi göründü.)

    “Bu hikayeler, anlatacak kimseniz olmadığında hiçbir şey ifade etmez.” Brandi Carlile

    Geriye dönüp baktığımda, psikolog olmaya karar vermemde belirleyici olan bir olayın öne çıktığını görüyorum. Bu, kişisel ve anlatması utanç verici bir hikaye; ama nihayetinde hayatlarımızı şekillendiren hayati seçimler, duygusuz ya da nesnel olanlar değildir. Hikâyeyi olduğu gibi anlatmalıyım, yoksa bu makale bir başka boş akademik egzersizden öteye geçemez.

    Üniversitedeki ikinci yılımdaydım ve sanırım yaşıma göre oldukça etkilenebilir ve olgunduktan uzaktım. Güney aksanıyla konuşan, hayatın içinden kopup gelmiş gibi görünen, etkileyici bir psikoloji profesörüyle arkadaş olmuştum. Onun bir zihin okuyucu olduğunu düşünüyordum. Hep onun peşindeydim, sunduğu ufak tefek içgörü kırıntılarını hevesle bekliyordum.

    Ayrıca âşıktım, hem de ilk aşkımdı. Sevgilimle doğum kontrolü için prezervatif kullanıyorduk ve bir gün, sevişirken prezervatif yırtıldı. Ardından sevgilim regl olmadı ve hamile olduğuna ikimiz de emindik. O zamanlar evde yapılan hamilelik testleri yoktu, bu yüzden doktora gitmek ve test sonuçlarını öğrenmek için birkaç gün beklemek zorundaydı. Test sonuçlarını alacağı gecenin öncesinde bir rüya gördü.

    İkimiz bir arabadaydık ve köprülerin üzerinden geçiyorduk, gölleri, nehirleri ve dereleri geçiyorduk. Sonra sahne değişti, bir dükkandaydık ve ben birbiri ardına şapkalar deniyordum. Sonra bazı insanlar permasının ne kadar iyi durduğu konusunda yorum yapıyordu. Gerçekten de saçlarını perma yaptırmıştı.

    Rüyayı güneyli profesörüme anlattım çünkü rüyalara ilgi duyuyordum. Bunun kız arkadaşımın rüyası olduğunu ya da bir kadına ait olduğunu bilmiyordu. Elbette yırtılan prezervatif ve hamilelik korkularımız hakkında da hiçbir fikri yoktu. Şapkaları değiştirme kısmına geldiğimde sözümü kesti. Güney aksanıyla, “Bay Shedler,” dedi. “Su doğumu temsil eder. Suyu geçmek doğumdan, yani hamilelikten kaçınma arzusunu temsil eder. Başın bir şapka ile kaplanması ise penisin ucunun prezervatif ile kaplanmasını ifade eder. Bu rüya, kız arkadaşınızın hamileliği önlemek için prezervatifin düzgün kullanılmasını istemesini dile getiriyor.” Daha sonra beni ayak parmaklarıma kadar utandırarak prezervatif kullanımı üzerine babacan bir şekilde ders vermeye devam etti.

    Profesörün sözlerinin etkisi, meleklerin trompetleriyle müjdelenmiş olsaydı daha büyük olamazdı. O anda, bu Freudyen şeylerin—en azından önemli bir kısmının—gerçek ve doğru olduğunu anladım. Doğal olarak, profesörün bir zihin okuyucu olduğu görüşüm de sonsuza dek doğrulanmış oldu. Ve kendi adıma, eğer dünyada bu tür şeyleri anlayan insanlar varsa, onlardan biri olmam gerektiğine karar verdim.

    Bir daha asla rüyaların anlamsız olduğuna, rastgele sinirsel dürtülerden ibaret olduğuna ya da sonrasında karşılaştığım birçok anti-psikolojik teoriye inanmayacaktım; hepsi kendilerini “bilim” kisvesiyle süslenmiş bir güvenle sunuyordu. Şairler haklı, “bilim insanları” ise yanlıştı: Kadınların ve erkeklerin hem uyanık olduklarındaki hem de uykudaki rüyaları, anlamlarla örülmüş zengin bir dokuydu. Bu dokular keşfedilebilir ve anlaşılabilirdi.

    Birkaç yıl sonra doktora öğrencisiydim ve bir üniversite dersi veriyordum. Bir öğrenci bana bir rüya anlattı. O ve erkek arkadaşı bir şelalenin altındaymışlar. Su her yerden üzerlerine akıyormuş ama ikisi de ıslanmıyormuş. İçten bir gülümsemeyle, tereddütsüz şekilde şunu söyledim: “Hamile olabileceğinden korkuyorsun.” Çenesinin neredeyse yere düştüğünü gördüm. Onun da bir gün psikolog olup olmadığını asla öğrenemedim.

    Bu hikâyenin son kısmını her anlattığımda aklıma bir söz gelir: “Hayatta sadece iki trajedi vardır: İstediğin şeye ulaşamamak ve istediğin şeye ulaşmak.” Bu makale, ikinci tür trajedi hakkındadır.

    Psikolog olma yolunda geleneksel bir rota izlemedim. Psikolojiye her zaman ilgi duymuştum ve çocukken birçok “pop psikoloji” kitabı okumuştum. On iki yaşındayken arkadaşlarımı hipnotize etmeye çalıştım (başarısız oldum), rüyaları yorumlamayı denedim ve dergilerde bulduğum “pop psikoloji” testlerini uyguladım. Ancak üniversitede psikoloji üzerine yoğunlaşmadım ve psikolog olmayı hiçbir zaman ciddi şekilde düşünmedim. Çoğu insan gibi, psikologlar, psikiyatrlar ve psikanalistler arasındaki farkı anlamıyordum. Psikologların bir tür “ikinci sınıf psikiyatr” olduğunu düşünüyordum ve ikinci sınıf bir şey olmayı kesinlikle istemiyordum. Tıbba ilgim yoktu (ve kan midemi bulandırır), bu yüzden psikiyatriyi de eledim. Psikanalistin ne olduğunu ise hiç bilmiyordum. Böylece tüm bu konuları bir kenara bırakıp ekonomi okumaya karar verdim.

    Üniversiteyi bitirdikten sonra, lisansüstü okula başvurmak için gerekli psikoloji derslerini almak üzere Columbia Üniversitesi’ne gittim. Ne yaptığımı bilmiyordum. Hangi dersleri almam gerektiğini bilmiyordum. Psikolojide neden bu kadar çok farklı alt alan olduğunu (deneysel, sosyal, kişilik, klinik, biyolojik, gelişimsel, bilişsel, örgütsel vb.) anlamıyordum. Sadece ne yaptığımı bilmiyordum.

    Bu yüzden, bulunduğum yere dolambaçlı bir yoldan geldim. Bunu, California’dan Broadway’e gitmeye çalışmaya benzetiyorum; yalnızca doğuya gitmek gerektiğini bilmek dışında hiçbir yönergem yoktu.

    *       *       *

    Columbia’da, tesadüfen bir profesörle tanıştım—bir derse kaydolabilmem için imzasına ihtiyacım vardı—ve bana kendisinin araştırma asistanı olarak çalışmamı önerdi. Durumumu açıklamış ve lisansüstü okula başvurmadan önce hangi dersleri almam gerektiği konusunda tavsiye istemiştim.

    “İstatistik alman lazım.”

     “Zaten iyi bir istatistik altyapım var.”

    “İyi derken ne demek istiyorsun ?”

     “Hipotez testi ve regresyon çalıştım. Ayrıca bilgisayar konusunda da iyiyim.”

    Profesör, sanki ilk kez bana bakıyormuş gibi bir ifade takındı.

    “Zeki misin?”

    “Sanırım öyleyim.”

     “Bak, bu derslerin hepsi saçmalık. Gel, benim araştırma asistanım olarak çalış. Bu, senin en iyi şansın.”

    Artık yolda olduğumu ve hayatımın istediğim gibi gidebileceğini düşünerek sevinçle kaydoldum. Haftanın geri kalanında kafamda “İşte bu, bu senin mucizen!” sözleriyle popüler bir şarkı dönüp durdu.

    Kısa süre sonra kendimi, istatistiksel veri analizi yapmak için bilgisayar programları yazarken ve tepki süresi deneylerini çalıştırmak için programlar geliştirirken buldum. İş, satranç oynamak ya da bir yapboz birleştirmek gibi ilginçti ama bunun psikoloji ile ne ilgisi olduğunu bilmiyordum. Yetersiz bir geçmişim olduğunu düşündüm, bu yüzden işin önemini takdir edemediğimi varsaydım ve ağzımı kapalı tutmaya karar verdim (konuşup tüm şüpheleri ortadan kaldırmaktansa susup aptal yerine konmak daha iyidir).

    Ayrıca profesörün giriş seviyesindeki psikoloji dersine de katıldım; burada insan kulağının baziler membranı hakkında, Ebbinghaus’un anlamsız heceleri hafızasında tutma deneylerinden, at nalı yengecinin retina yapısından ve benzeri şeylerden öğrendim. Bir gün başka bir öğrenci profesöre yaklaşıp şöyle bir şey söyledi: “Bunlar hepsi iyi güzel ama psikolojiyle ne ilgisi var?” Profesörün cevabının detaylarını hatırlamıyorum ama özü, bu öğrencinin gerçekten Columbia gibi bir üniversiteye ait olup olmadığını düşünmesi gerektiğiydi. O günden sonra, ağzımı kesinlikle kapalı tutmaya karar verdim.

    Sanırım Kaliforniya’daysanız Broadway doğudadır. Ama New York’a gittiğinizde Broadway doğu, kuzey, güneybatı ya da her neyse, nereye gittiğinize bağlı olarak değişebilir. Broadway’i hedeflemiştim ve nerede olduğunu bilmiyordum, belki Brooklyn’de. Ama bunu henüz fark etmemiştim.

    Gittiğimi sandığım yere varmadığıma dair yeterince ipucu vardı. İlk başlarda, profesörümün tepki süresi deneylerinden biri için “denek” olarak çalışıyordum. “Denekler” büyük bir odada bir video ekranının önünde tek başlarına oturuyorlardı ve ekranda belirli bir ışık yanıp söndüğünde bir düğmeye basmaları gerekiyordu. Ben de onları kendi video ekranımdan izleyebileceğim bitişik bir odada oturuyordum. Ben kendi video ekranımı, onlar da kendi video ekranlarını izliyordu.

    Sonunda çok tuhaf bir şey fark ettim. Tüm bu insanlar odaya aynı şekilde girdiler ve hepsi aynı şekilde oturdular, omuzları çökmüş ve elleri kucaklarında sıkıca kavuşturulmuştu. Hepsinin yüzünde geniş gözlü, sıkı dudaklı ifadeler vardı. Burada büyüleyici bir şeyler oluyordu; odada, deneyde, deneyi yapan kişide ya da başka bir şeyde, davranışları güçlü bir şekilde kontrol eden ve bu insanların her birinin aynı şekilde oturmasını, hareket etmesini ve kendilerini aynı şekilde tutmasını sağlayan bir şeyler vardı (şimdi korktuklarını anlıyorum). Profesörüme “bakın burada neler oluyor, tüm bu insanlar tıpatıp aynı şekilde oturuyor” dedim – onu bu konudaki gözlemlerini ve içgörülerini paylaşmaya, buna neyin sebep olabileceğini açıklamaya, varsayılan psikolojik bilgeliğini bana aktarmasını bekledim. “İyi” dedi ve işine devam etti.

    Bu yanıt beni şaşırtmıştı, ama şimdi anlıyorum. Bu bir aşağılama değildi. Sadece, bu insanların duygusal (bana kalırsa psikolojik?) tepkilerine zerre kadar ilgi duymuyordu. Onları fark etmedi, hatta ne sormaya çalıştığımı bile kavrayamadı. Bu, bilişsel psikolojiye dair bir deneydi ve bu insanlar bir veri dosyasındaki sayılardan ibaretti. Hepsi aynı şekilde davranıyorsa, bu harika bir şeydi: istatistiksel veri analizlerinde çok daha az hata varyansı vardı.

    Başka işaretler de vardı ki, doğuya gitmiş, ama Broadway’e hiç yaklaşmamıştım. Columbia’daki hiçbir profesörüm gerçekten bir hasta görmemişti ve hiçbiri rüyalarla, insan tutkularıyla, hayati yaşam seçimleriyle, aşk, nefret, duygusal acı, delilik veya psikolojik çatışmalarla… kısacası, çoğu insanın psikolojik olarak ilginç sayacağı hiçbir şeyle profesyonel bir ilgisi yoktu. Bir şekilde, bu şeylere karşı ince bir küçümseme taşıyorlardı. Bu küçümseme, dolaylı ve örtük yollarla ifade edildiğinden, sorgulamak, hele ki yüzleşmek oldukça zordu. Ben de kendi hevesimle, coşkumla, bu “mentorlarla” özdeşleşme arzumla, onların tutumlarını taklit etmeye başladım. Kendime ihanet etmeye başlamıştım.

    Sonunda kişilik üzerine bir dersi aldım ve Freud’u “işledik.” Hatta Freud’un bazı metinlerini orijinalinden okuduk. Profesör, tabii ki, hiç psikanaliz yapmamıştı, psikanalizden geçmemişti, çağdaş psikanalitik yazıları okumamıştı ve (eminim) bir psikanalistik bir uygulayıcı ile  anlamlı bir konuşma yapmamıştı. Çoğunu yanlış anlamıştı ve hepsini absürd göstermek için elinden geleni yapıyordu. Bundan etkilenmemem nasıl mümkün olabilirdi ki? O profesördü ve ben öğrenciydim. O bilgi, akademi ve otorite sembollerini taşıyordu. O, Columbia Üniversitesi’nin onayını taşıyordu. Hatalarına, eksik ve yanlışlarına rağmen, bu profesör, eski güneyli profesörümün bildiği psikolojiye yakın olan tek kişiydi. Bu profesör kendisini “deneysel bilişsel sosyal psikolog” olarak tanıtıyordu ve ben de bu kelimeleri söylemeyi öğrenip, ben de bundan olmak istediğimi söylemeye başladım.

    Her gün beni şaşırtan olaylar oluyordu. Bir lisansüstü öğrenci bana yürüttüğü bir araştırmadan bahsetti, ne hakkında olduğunu hatırlamıyorum, sadece çok sayıda kişiyi telefonda arayıp onlardan bir şey yapmalarını istemekle ilgiliydi. Her halükarda, sonuç ne olursa olsun çalışmanın nasıl özel bir içgörü veya bilgelik sağlayacağını göremedim. (Bir kez daha) bir şeyleri kaçırdığımı, çalışmanın alaka ve önemini takdir edecek geçmişe veya bilgiye sahip olmadığımı varsaydım. Ona neden bu araştırmayı yürüttüğünü sordum ve o, “bir yayın almak için” dedi. Bunu, basit ve sıradan bir şekilde, sanki apaçık bir şeymiş gibi söyledi.

    Çalışmaların akademinin para birimi olduğunu ve bir yayının içeriğinden ya da içerdiği bilgelikten ya da herhangi birinin gerçekten önemsediği bir soruyu yanıtlayıp yanıtlamadığından ya da insan ruhunun daha derin bir şekilde anlaşılmasına yol açıp açmadığından değil, yalnızca varlığından dolayı bir şekilde değerli kabul edildiğini henüz kavramamıştım. Çalışmanın bilgelik getirip getirmediği ya da sadece yarım yüzyılı aşkın bir süredir büyüyen, büyüyen ve büyüyen ve gerçek bir öneme sahip çok az şeye yol açan bütünleştirilmemiş ve bütünleştirilemez “bulgular” bolluğuna katkıda bulunup bulunmadığı önemli değildi. Sadece yayınlama eylemi bir şekilde içsel bir iyilikti.

    Bu tema, lisansüstü okula gittiğimde daha sonra tekrar yankılandı, burada “scoring pubs” (yayın yapma) terimini duydum, tıpkı basketbol maçında sayı yapmaya benzer bir şekilde. Söylenenlere göre, iyi bir akademik iş şansı elde edebilmek için mezuniyet öncesi üç yayın yapılması gerektiği söyleniyordu. Ayrıca “LPU” ( Least Publishable Unit)  kısaltmasını duydum, yani “En Az Yayınlanabilir Birim.” Bu fikir, araştırma bulgularının, hala yayınlanabilecek en küçük parçalara bölünmesi gerektiği üzerindeydi. Böylece bir araştırma projesi, en fazla sayıda “pub” (yayın) üreterek işe alım ve terfi komiteleri tarafından genellikle sadece yayın sayısını dikkate alarak daha fazla öneme sahip olurdu. Adil olmak gerekirse, LPU kavramı yalnızca bir şakaydı. Yine de, mizah tuhaf bir şeydir.

    *   *   *

    Bilgisayar programları yazmam, derslere girmem, profesörün çocuklarına şoförlük yapmam ve tüm bunların psikolojiyle ne ilgisi olduğu gibi aptalca sorular sormamam karşılığında Columbia profesörüm sözünü tuttu ve yüksek lisans okuluna girmeme yardımcı oldu. O olmasaydı giremeyebilirdim, çünkü kabul komiteleri beni ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ekonomi okudum, sonra deneysel bilişsel psikoloji alanında araştırma yaptım ve şimdi de kişilik alanında yüksek lisans programlarına başvuruyordum (hala doğuya gidiyorum…). “Niyet Mektubum” muhtemelen belirsiz ve dağınıktı. Ancak profesör, Michigan Üniversitesi’nde psikoloji bölümünün kişilik bölümü başkanı olan eski bir meslektaşını aradı ve ona kişilik, motivasyon ve “bunun gibi şeylerle” gerçekten ilgilendiğimi söyledi. Bu telefon görüşmesine dayanarak, başvuru dosyam “ret” yığınından “kabul” yığınına taşındı. Mucizelerle ilgili şarkı artık aklımdan geçmiyordu. Onun yerine ruhunu şeytana satan bir kişi hakkında okuduğum bir hikayeyi düşünüyordum.

    El yordamıyla doğuya doğru ilerlemeye devam ettim.

    *   *   *

    Michigan’daki hocalarım araştırmaya büyük önem verirlerdi. İtiraf etmeliyim ki, tüm bu araştırmaların hangi amaca hizmet ettiği konusunda kendi saflığıma biraz şaşkındım. Psikoterapi uygulamasıyla hiç ama hiç ilgisi yokmuş gibi görünüyordu. Tüm bunların amacı neydi? Burada, pratikte hiçbir önemi olmayan koca bir meslek vardı. Daha da kötüsü, diğer akademik psikologlar dışında kimseyi ilgilendirmeyen şeylerin (ve yıllarca ilgilenilmeleri için sosyalleştirildikten sonra) incelenmesine adanmış bir meslekti. Herkesin birbirinin makalelerini incelediği, birbirinin dergilerinde yayın yaptığı, birbirinin fon taleplerini onayladığı, birbirinin öğrencilerini işe aldığı, birbirine kadro verdiği, birbirinin yayınlarına yanıt verdiği, karşı yanıt verdiği ve karşı-karşı yanıt verdiği, kendi kendine yeten bir sistemdi. Ve tüm bunlar olurken alan, çoğu insanın psikolojik olarak anlamlı bulacağı şeylerden gittikçe uzaklaştı. Psikolojimizin neden bir uygulaması olmasın? Bana öyle geliyordu ki, sadece sonsuza kadar çalışmak yerine bir şeyler yapabilmeliydik.

    O zamanlar bu kaygılar bu kadar ayrıntılı değildi, ancak profesörlerimden birinin yanında, kolektif araştırma çabalarımızın pratik öneme sahip sorulara daha iyi yönlendirilip yönlendirilemeyeceğini merak ettiğimi söyledim. Profesör John Atkinson’dı ve verdiği yanıt harikaydı. Ne yazık ki, zamanla bunun yanlış olduğuna inanmaya başladım. Dedi ki, “Neden bilimsel araştırmanın bir uygulaması olması gerektiğini düşünüyorsunuz? Galileo yıllarını çelik bilyeleri eğik düzlemlerden aşağı yuvarlayarak geçirdi. Bu çalışmanın hiçbir uygulaması yoktu ama önemliydi ve şimdi hepimiz Galileo’yu biliyoruz. O yıl Alpler’de çığ önleme üzerine çalışan adamı? Onu hiç duymadık.”

    Atkinson’ın argümanı itiraz edilemez görünüyordu. İkna olmuştum ve bir süre için hem kendi araştırmam hem de meslektaşlarımın araştırmaları hakkında kendimi daha iyi hissettim. Bizler “salt araştırma,” “temel araştırma” ile meşguldük ve bu, oldukça değerli bir uğraştı. Biz “Bilim İnsanlarıydık”. Ancak içten içe ikna olmamıştım. Günün sonunda, psikolojide yayımlanan araştırmaların çoğu hâlâ anlamsız görünüyordu.

    “Galileo” argümanına nasıl yanıt vereceğimi anlamam epey zaman aldı. O zamandan beri, psikologların kendi başarısızlıklarını haklı çıkarmaya çalışırken fizik bilimlerine sıkça atıfta bulunduğunu gördüm. (Bir parantez: Lisans öğrencileri için yazılmış bir sosyal psikoloji ders kitabını hatırlıyorum. Kitapta, bir bulguyu açıklamak için birbiriyle çelişen teorilerin utanç verici bir şekilde çoğalması sergileniyordu. Kitap ise bu durumu arsız bir şekilde fizik bilimine bir gönderme yaparak haklı çıkarmaya çalışıyordu; fizikçilerin ışığı hem bir parçacık hem de bir dalga olarak ele aldığını not düşmüştü. Bu analoji konuyla ilgisizdi ama fizik bilimine yapılan gönderme, psikoloji teorilerinin kaotik durumunu bir şekilde meşru göstermeliydi.) Bugün bu argümana verdiğim yanıt, Galileo’yu örnek göstermenin kibir ve kendini beğenmişlik olduğunu söylemek olurdu. Evet, Galileo “temel araştırma” ile uğraşıyordu. Ancak tarih, fizik bilimlerindeki temel araştırmaların gerçekten de uygulamalara yol açtığını göstermiştir ve bu durum, orijinal araştırmacılar bu uygulamaları öngöremese bile böyle olmuştur. Fizik bilimleri, tarihsel kanıtlar bu değeri doğruladığı ve bu hakkı kazandıkları için “salt araştırma”nın değerine sahip çıkabilir. Buna karşılık, akademik psikolojide yarım yüzyıldan fazla süredir süren “temel araştırmalar,” görece çok az sonuç üretmiştir. Galileo, kendi zamanının entelektüel dünyasını dönüştürdü. Akademik psikoloji ise buna uzaktan bile yaklaşan bir katkı sunmamıştır.

    *   *   *

    Eğer acımasız görünüyorsam, bunun nedeni budur. Kimse, dürüst bir şekilde, psikolojiye yalnızca “bilgiyi ilerletmek” ya da “insanlığa yardım etmek” gibi yüce amaçlarla girmez. Bu alana gireriz çünkü kendimizi tanımak isteriz. Ancak bu oldukça karmaşık bir meseledir. Hepimiz daha fazla özbilgi, duygusal büyüme ve bir psikoterapistin “çözümleme süreci” dediği şeye dair bir arzu taşırız. Ama bu süreç acı verir; kendimiz hakkında rahatsız edici bulabileceğimiz şeyleri keşfetmeyi gerektirir. Bilme isteğinin karşısında ise bilmemeyi isteme, öğrenmekten kaçınma, konforlu ve tanıdık olanın güvenliğine özlem duyma vardır.Bu iki karşıt güç—çözümleme süreci ve direnç—psikoterapide ve hayatın kendisinde birbiriyle çarpışır. Genç insanlar psikoloji alanına girerken, bu çözümleme sürecini utangaçça ve tereddütle ilerletmeyi, insan duygularının yelpazesini genişletmeyi, daha fazlasını anlamayı, daha fazlasını deneyimlemeyi, daha özgür ve daha özerk olmayı arzu ederler. Kendilerini tanımayı isterler. Ama aynı zamanda tanımamayı da isterler.

    Ne yazık ki, akademik psikoloji açıkça direncin tarafını tutar. Bu genç insanlara, onları ilk başta psikolojiye çeken sorulardan uzaklaştıracak, kendilerini oyalayacak sonsuz bir uğraş kaynağı sunar. Ruhlarından gelen ve derin gerçeklerin fısıltıları olan çağrıları önemsizleştirir, hatta var olmadığını bile ima eder. Onlara, önemli olanın aslında önemli olmadığını, önemsiz olanın ise önemli olduğunu garanti eden karmaşık rasyonalizasyonlar (bunlara “teoriler,” “modeller” veya “paradigmalar” denir) sunar.

    Karanlığın güçlerini aydınlığa tercih ettik. Kendimize ihanet ettik.

    Kaynak

    Yazı şuradaki metnin çevirisidir.

  • Toplum Ruh Sağlığı Ortamlarında Depresyon İçin Psikodinamik Psikoterapi (7. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Contemporary Psychodynamic Psychotherapy: Evolving Clinical Practice‘nin [Çağdaş Psikodinamik Psikoterapi: Gelişen Klinik Uygulama] 7. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Mary Beth Connolly Gibbons, Katherine Crits-Christoph and Paul Crits-Christoph

    Department of Psychiatry, University of Pennsylvania, PA, United States

    Kısa süreli destekleyici-açıklayıcı dinamik psikoterapi (short-term supportive expressive (SE) dynamic psychotherapy) süreci araştırmalarından öğrendiklerimizi ele almak ve gerçek topluluklardaki (community) terapistlerin, tüketicilerin ve ilgili kimselerin taleplerini karşılamak için zamanla zaman içinde gelişmiştir. SE topluluğu, ilk olarak Luborsky (1984) tarafından açıklanan ve Book (1997) tarafından daha da ayrıntılı olarak geliştirilen destekleyici ve ilişki odaklı teknikler üzerine kuruludur. SE’nin özellikle depresif bozukluğu olan hastalara uygulanmasının ayrıntıları ilk olarak Luborsky ve arkadaşları (1995) tarafından ortaya konmuştur. Bu yayınlardan beri, SE psikoterapisinde toplum ruh sağlığı ortamlarında terapistlere eğitim verme ve toplumdaki hizmet tüketicileri için kısa vadeli SE’nin etkinliğini değerlendirme konusunda önemli deneyime sahibiz (Connolly Gibbons et al. 2012, 2014, 2016). Bu bölümün, SE modelini toplum ruh sağlığı ortamlarında depresyon tedavisine genişletmek ve uyarlamak amacıyla daha önceki yayınlara yardımcı olması amaçlanmıştır.

    SE’yi topluma uyarlamak

    Kısa süreli SE topluluğu, hem toplum SE’sinin pilot denemesinde (Connolly Gibbons ve ark., 2012) hem de depresyon için her zamanki tedavide ve toplum ruh sağlığı ortamında majör depresif bozukluk için kısa süreli dinamik terapi ile bilişsel terapinin karşılaştırmalı etkililik denemesinde (Connolly Gibbons ve ark., 2014, 2016) etkili olduğu gösterilmiştir. Depresyon için SE’nin bu topluluğa adaptasyonu, özellikle hastaların ve toplum ayakta tedavi ortamlarında çalışan terapistlerin ihtiyaçlarını karşılamak için geliştirildi.

    Hasta ihtiyaçlarının karşılanması

    Toplum ruh sağlığı merkezlerinde hizmet arayan depresyon hastalarının hizmetlerden erken ayrılma riski yüksektir. Hastalar genellikle iş kaybı, sevdiklerinin ölümü, istikrarsız barınma koşulları, çocuklarının velayetini kaybetme korkusu ve tıbbi sağlık yükü gibi birden fazla psikososyal stres faktörüyle bu tür merkezlere başvururlar. Amacımız, SE’yi toplum içinde kullanıma uyarlamak, böylece tüketicilerin kısa süreli bir tedaviyle ilişki sorunları üzerinde çalışabilmelerini ve aynı zamanda tedaviye müdahale edebilecek sık görülen psikososyal stres faktörlerini esnek bir şekilde ele alabilmelerini sağlamaktı.

    Terapist ihtiyaçlarının karşılanması

    Toplum ruh sağlığı sistemlerindeki terapistlerle yaptığımız çalışma, majör depresif bozukluk için başarılı bir tedavinin, hastaların karşılaştığı birçok psikososyal stres faktörünü doğrudan hedef alan müdahaleleri içermesi gerektiğini ortaya koydu. Terapistlerin hastaların eğitim ihtiyaçlarının terapötik sürece nasıl entegre edileceği konusunda çok az yönlendirmeye sahip olduğu açıktı. Bazı terapistler hastaların bu yaşam koşullarıyla başa çıkmak için ihtiyaç duydukları kaynaklara erişmelerine yardımcı olma konusunda oldukça yeteneklidir, ancak birçok terapist bize bu çalışmanın terapinin çoğunu kapsadığını da söyledi. Amacımız depresyona yönelik müdahalemizin tüketicileri motive etmesine yardımcı olmasını sağlamaktı. Güçlü bir sosyalleşme bileşeni dahil ederek psikoterapide kalmak, hastalara psikoterapinin nasıl faydalı olabileceğini ve eğitimsel bir bileşeni öğretmek, hastaların yaşamla başa çıkmak için ihtiyaç duydukları gerekli kaynakları edinmelerine yardımcı olmak bir yandan müdahaleyi depresif belirtilerin hafifletilmesine odaklarken, bir yandan da stres etkenlerini ortadan kaldırıyoruz. Umudumuz toplulukta, başarılı bir psikoterapi için ayrılmaz bir bütün olarak bu sorunları ele alarak ruh sağlığı merkezlerini rahatsız eden yüksek yıpranma oranını azaltmaktır. SE’nin topluma uyumu beş önemli bileşenden oluşur: ittifak kurma, ilişkiye odaklanma, kültürel duyarlılık, eğitim ve tedavi sosyalleşmesi. Her bir bileşenin temelinde yatan teknikler aşağıda ayrıntılı olarak açıklanmaktadır.

    İttifak kurma bileşeni

    SE topluluğunun ittifak kurma bileşeni (alliance-building component), Crits-Christoph ve arkadaşları tarafından geliştirilen ittifakı güçlendiren psikoterapi el kitabında özetlenen teknikler üzerine kuruludur (2006). İttifakı teşvik eden psikoterapi, terapistlere hastalarıyla işbirliğine dayalı (işbirlikçi) çalışma ilişkisini geliştirmek için kullanılabilecek teknikler sağlamak üzere tasarlandı. Teknikler, herhangi bir terapötik yöntemi tamamlaması için amaçlanmıştır fakat aslında depresyon için kısa süreli ilişki odaklı psikoterapi bağlamında incelenmiştir.

    Terapist, tedavinin başlarında açık tedavi hedefleri oluşturmak için hastayla birlikte çalışır ve bu hedefleri tedavi boyunca düzenli olarak gözden geçirir. Terapinin görevleri üzerinde anlaşma, tedavinin ilk iki seansı boyunca hastanın açık bir şekilde sosyal uyum yoluyla teşvik edilmesidir. Terapist ve hasta, terapötik süreçteki her katılımcının görevlerini açıkça tartışır. Örneğin hastanın rolü, kendi duygularını ve aklından geçenleri tartışmaktır. Terapistle aynı fikirde olmamak ve hatta ona kızmak anlamına gelse bile, hastanın düşüncelerini sansürlememesi önemlidir. Terapistin rolü, hastanın duygularını ve ilişkilerini daha iyi anlamasına yardımcı olmak için dinlemek ve güvenli ve anlayışlı bir yanıt sağlamaktır. Terapötik ilişkiyi kurmak için terapist, tedavi boyunca hastanın tedavinin gidişatından memnun olduğundan emin olmak amacıyla tedavi boyunca bu görevleri düzenli olarak gözden geçirir. Ayrıca terapist-hasta bağı, (1) hastanın tedavi motivasyonunun düzenli olarak incelenmesini, (2) hastanın terapötik sürece katılımının düzenli olarak izlenmesini, (3) terapi görevleri ve hedefleri tartışılırken “biz” ifadesinin kullanılmasıyla gösterilen empatik duruşun sürdürülmesini, (4) konuşma tarzının kullanılmasını, (5) hastanın dinlendiğinin tekrar tekrar bildirilmesini, (6) ilgi ve saygıyı göstermek amacıyla yüz ifadelerinin kullanılmasını, (7) hastanın gerçekleştirdiği olumlu değişiklikleri düzenli olarak not etmesini, (8) yansıtıcı açıklamaların sık kullanımını içeren bir dizi teknikle güçlendirilir. Ek olarak terapist, hastanın sözlü ve sözsüz uzaklaşmasıyla kanıtlandığı gibi ilişki bağlarındaki kopmayı da izler. İttifakın koptuğu durumlarda terapist, hastanın duygularını ifade etmesine yardımcı olur ve bu tür bir tartışma için kabul edilebilir bir ortam sağlar.

    Toplulukta çalışan terapistler, hastayla olumlu bir çalışma ilişkisi geliştirmeye zaten bir şekilde katılmış olsalar da, ittifakı teşvik eden tekniklerin eklenmesi, terapistin çalışma ilişkisini geliştirmek için tasarlanmış müdahaleleri daha sık ve tutarlı bir şekilde kullanmasına yardımcı olur. Hastayı terapötik sürece dahil etmek için empati ve destek sağlamak kritik öneme sahiptir. Hastanın depresyonu azalmaya başladıkça ve ittifak güçlendikçe hedefler SE’nin ilişki odağına kayacaktır. Görevler ve hedefler üzerindeki anlaşmanın gözden geçirilmesi ve devam eden depresyonla başa çıkılması, SE’nin toplumda depresyon tedavisine uyarlanması açısından kritik öneme sahiptir.

    İlişki odaklı bileşen

    Standart SE terapisi gibi SE topluluğu, hastalar onların şuan ki ilişkilerinin istek ve yanıt örneklerini keşfetmelerine yardım etmesi üzerine odaklanır. Hastaların uyumsuz ilişki kalıplarını keşfetmelerine yardımcı olacak temel teknikler, Luborsky (1984; ayrıca bkz. Book, 1997) tarafından tanımlanan Temel Çatışmalı (Conflictiual) İlişki Teması CCRT) yönteminden alınmıştır. CCRT modeli, tüm kişilerarası etkileşimlerin üç bileşen tarafından yönlendirildiğini kabul etmektedir: hastanın diğer kişiyi ilgilendiren istekleri veya ihtiyaçları, hastanın, diğer kişinin kendisine yönelik tepkisini algılama şeklinin basmakalıp biçimi ve hastanın diğer kişiye karşı tepkisinin basmakalıp şekli. CCRT örüntülerinin yaşam boyunca, yaşam olaylarına, bakım verenlerle erken ilişkilere, akran ilişkilerine, erken romantik ilişkilere ve hastanın başkalarına ve kendine ilişkin görüşlerini etkileyen diğer ilişki deneyimlerine tepki olarak geliştiği düşünülmektedir. SE topluluğunda terapist, hastanın istek tepkisi örüntüsünün birden fazla yönünü keşfetmesine yardımcı olur. Mevcut ilişki hikayelerinde istekleri ve tepkileri belirleme: Terapistin hastanın kişilerarası istek ve tepki örüntülerini formüle etmesindeki ilk görevi, hastanın dünyasındaki önemli insanlarla yakın zamanda yaşadığı gizli etkileşimlerin belirli hikayelerini anlatmasını sağlamaktır. Hastalar genellikle genellemelerle konuşur: “O bunu her zaman yapar” veya “O beni genellikle görmezden gelir.” Hastanın örüntülerinin zengin bir formülasyonunu edinmenin bir parçası, hastanın diğer kişinin gerçekte ne yaptığını ve hastanın nasıl tepki verdiğini açıkça anlattığı birden fazla hikaye elde etmeye bağlıdır. Terapist, belirli etkileşimlerin tam açıklamalarını ortaya çıkararak, hastanın farkına bile varmadığı, sorunlu olabilecek tepki kalıpları hakkında fikir edinebilir. Hastanın diğer kişiye nasıl tepki verdiğini ayrıntılı olarak anlatması için onu teşvik etmek önemlidir. Hastalar çoğunlukla genel olarak nasıl hissettiklerini dile getirirler (örneğin, “Bu beni çok kızdırdı”) ancak gerçekte nasıl tepki verdiklerini nadiren ayrıntılı olarak açıklarlar. Terapist, hastanın hissettiklerine karşı çok fazla anlayış göstermeli (should express a lot of sympathy) ve hastanın kendi tepkisini keşfetmesine yardımcı olmak için kabul edici bir ortam sağlamalıdır. Terapist, hastanın etkileşimini spesifik olarak yönlendiren kişilerarası isteklerini veya ihtiyaçlarını anlamak için sorular sormalı ve açıklamalar yapmalıdır. Karşısındaki kişiden ne istediği sorulduğunda hastalar, başlangıçta “sadece çöpü çıkarmasını istedim” gibi çok somut bir dilek ya da “beni yalnız bırakmasını istedim” gibi gerçek isteklerinin yalnızca bir kısmına hitap eden bir istek ifade edeceklerdir. Hastanın bundan ne sağladığını açıklığa kavuşturmak ve terapistin hikayede gördüğünden daha derin olan arzuyu, yorumlama yoluyla arzunun daha karmaşık katmanlarını hastayla birlikte keşfetmek terapistin görevidir.

    Kişilerarası etkileşimlere karşı istek ve yanıt kalıplarını tanıma

    Hastanın mevcut ilişkilerine müdahale eden ilişki örüntüsünün tam olarak anlaşılabilmesi için birden fazla ayrı hikayeye ihtiyaç vardır. Terapist, hikayelerde tekrarlanan istek ve tepki kalıplarını görmeye başladığında, hikayeler arasındaki istek ve tepkilerin ne kadar benzer olduğunu hastaya belirtmek için ifadeler kullanmalıdır. Hastanın, neden bir kalıbı değiştirmesi gerektiğini tam olarak anlayabilmesi için, istek ve tepkilerinin bir kalıp oluşturduğunu fark etmesi önemlidir. SE topluluğundaki amaç, tedavinin erken evrelerinde hastanın isteğini ve yanıt örüntüsünü açıkça ortaya koymaktır. Terapist, başlangıçta hastanın belirli hikayelerdeki belirli isteklerini ve tepkilerini belirtmeye yardımcı olur ve terapist-hasta işbirliği içinde, hastanın anlayabileceği bir dil kullanarak örüntüyü belirlemeye doğru ilerler. Çoğu zaman hasta, modele ilişkin kısa bir referans bulur. Bir vakada, terapist hastanın diğer insanlardan gerçekten saygı görmek istediğini, insanların onu aşağıladığını düşündüğünü ve kendisinin de diğer kişiyi aşağılayarak karşılık verdiğini vurgulayan ifadeleri hastaya tekrar tekrar açıkladı. Hasta bunun üzerine kendi modelinden “benim değersizleştirici şeyim” olarak bahsetmeye başladı. Bu, hastanın kendi kalıbına sahip olma sürecinin yararlı bir parçasıdır.

    Kişilerarası modelin tarihsel kökenlerini tanımak

    SE topluluğunda CCRT yöntemini, öncelikle hastanın mevcut sorunlara katkıda bulunan ilişki modellerini tanımlamasına ve anlamasına yardımcı olmak için kullanırız. Geçmiş ilişkiler biçimlendirici olarak görülse de, geçmiş ilişkilerin araştırılması, mevcut ilişkilerde tanımlandıktan sonra hastanın bu modelin kökenlerini anlamasına yardımcı olmakla sınırlıdır. Birçok hasta kendi kalıplarından utanıyor. Örneğin öfke patlaması gibi basmakalıp tepkiler veren bir hasta, kendisinde bir sorun olduğunu hissedebilir ve “Bunu neden yapmaya devam ediyorum?” diye merak edebilir. Hasta ve terapist sorunu belirledikten sonra hastanın mevcut ilişkilerinde sorunlu tepki modelinin tekrarlaması durumunda, hastanın bu şekilde tepki vermeyi nereden öğrendiğini düşündüğünü sormak faydalı olacaktır. Terapist, geçmişteki bazı ilişki deneyimlerini keşfederek sıklıkla hastanın stereotipik tepkisini normalleştirmeye ve utancı azaltmaya yardımcı olabilir. Terapist hastaya öfke tepkisinin nasıl beklendiğini ve geçmiş deneyimler bağlamında kolayca anlaşılabileceğini gösterebilir. Kendiliğin mevcut uyumsuz tepkisi, hastaya, hastanın yanlış yaptığı bir şey olarak değil, geçmiş deneyimlerde anlamlı olan ancak mevcut kişilerarası etkileşimlerde hasta için işe yaramayan bir tepki tarzı olarak tanımlanır. Bu içgörüyle, hastanın tepkisini gözden geçirmesi ve değiştirmesi alışılmadık bir durum değildir, çünkü hasta bunu daha kabullenici ve daha az utanç verici olarak hisseder.

    Uyumsuz kişilerarası ilişkilerin sürdürülmesinde hastanın rolünün araştırılması

    Hasta, ilişkilerde kendini tekrarlayan belirli bir kişilerarası modeli fark etmeye başladığında, bu modelin sürdürülmesinde kendi rolünü anlamaya yönelik çalışması gerekir; bu, değişiklik yapma motivasyonunun korunmasına yardımcı olabilir. Hastalar, başkalarının kendilerine kötü davranmasını beklemeyi ve kendilerini savunmak için uyumsuz bir tepki geliştirme tarzını öğrenmiş olabilirler. Örneğin hasta, diğerlerinin kendisini acıtacağını öğrendiğinde, diğerlerinden uzak durarak kendini korumayı öğrenir. Bu model, kendini korumaya ihtiyaç duyan bir çocuk için yardımcı olabilir fakat kişi bir yetişkin olarak, gerçekte böyle bir niyetleri olmadığı halde, başkalarının kendisine zarar verme niyetinde olduklarını yanlış algıladığında çok uyumsuz hale gelir. Belki başka bir önemli kişinin hastanın çıkarlarını gözetmediğine dair algısında bir miktar doğruluk payı vardır fakat hasta, diğer kişinin incitici olmasını bekler ve bu nedenle, diğerinin en küçük, önemsiz davranışlarını bile incitme niyetinde olduğunu yanlış algılar. Bunun yerine hasta, bu davranışı ortaya çıkarmak için genellikle bilinçsiz bir şekilde davrandığında, başka bir kişinin davranışlarını doğru bir şekilde algılayabilir. Bu bazen hastanın birbiriyle çelişen istekleri olduğunda ortaya çıkar. Belki hasta başka bir kişiden saygı beklediğinin farkındadır ama aynı zamanda kendisiyle ilgilenilmesini de çok ister. Eğer hasta, karşısındaki kişinin kendisini aşağıladığını algılıyorsa, karşısındaki kişinin karşısına çıkıp, saygıyı hak ettiğini kanıtlamak için kişiyi azarlayabilir. Sorun şu ki, bu davranış ilişkiye mesafe koyabilir ve karşıdaki kişinin hastayla ilgilenmek istememesine neden olabilir. Bağımsızlığı öne sürerek ve diğer kişiyi kendinden uzaklaştırarak, hasta, diğer kişiye hastaya bakmaması için ortam hazırlar. Hasta sorunu sürdürmek için ne yaptığını fark eder ve bu davranışın “çılgın” olmadığını anlar ama bu daha ziyade hastanın geçmiş deneyimleri bağlamında anlam ifade eden bir şeydir, daha sonra hasta ve terapist birlikte yeni, daha uyumlu tepki kalıplarını keşfedip uygulayabilirler.

    İlişki odaklı bileşenin SE topluluğunun diğer bileşenleriyle entegre edilmesi

    SE topluluğu, tedavi boyunca ihtiyaç duyulan çeşitli bileşenleri kullanarak esnek bir şekilde uygulanacak şekilde tasarlanmıştır. Hastanın bahsettiği herhangi bir şeyin ilişkideki sonuçlarını araştırmak için her fırsatı kullanmak için çaba gösterilmelidir. Örneğin, bir hasta tıbbi bakıma ihtiyaç duyabilir ve ciddi bir tıbbi sorunun yönetilmesine yardımcı olmak için eğitimsel bir müdahaleye ihtiyaç duyabilir. Terapist, hastanın tıbbi yardım almak için önemli adımları atmasına ve uygulamasına yardımcı olmak amacıyla eğitim bileşeninin tekniklerini (aşağıda açıklanmıştır) kullanırken, tıbbi yardım alma girişimlerini de ilişki etkileşimlerinin örnekleri olarak görebilir. Terapist, tıbbi personelle olan etkileşimleri, diğer önemli ilişkilerde olduğu gibi çözümleyebilir. Terapist, tekniklerin bütünleştirilmesiyle, uyumsuz kişilerarası örüntüyü çözmede ilerleme kaydederken gerekli eğitim tekniklerini uygulayabilir.

    Kültürel duyarlılık bileşeni

    Kısa süreli ilişki odaklı psikoterapiyi (White, Connolly Gibbons ve Schamberger, 2006) geliştirmek için kullanılabilecek belirli terapötik tekniklere kültürel duyarlılık kavramlarını entegre etmek için çalıştık. Kültürel açıdan daha hassas bir tedavi sunmak için kılavuz ilkelere (Amerikan Psikoloji Derneği, 2003) dayanarak, bu genel kılavuz ilkelerinin SE topluluğu çerçevesi içinde nasıl uygulanacağını daha ayrıntılı olarak açıklıyoruz. Aşağıdaki bölümlerde toplumsal SE’nin kültürel açıdan yetkin müdahaleleri de kapsayacak şekilde nasıl genişletilebileceği açıklanmaktadır.

    Terapistin etnik azınlık hastalara yönelik önyargılarına ilişkin farkındalığın artması

    İnanıyoruz ki, terapistler, azınlık hastalar hakkındaki inançlarını ve önyargılarını bir süpervizyon ilişkisi veya akran süpervizyonu altında keşfetmeye en iyi şekilde başlayabilirler. Süpervizyon seanslarında terapist, süpervizörle birlikte aşağıdaki soruları araştırabilir: Bu belirli etnik azınlık üyeleriyle ilgili önceki deneyimim nedir? Bu etnik azınlık üyelerinin değerleri ve yaşam tarzları hakkındaki varsayımlarım nelerdir? Bu etnik grup hakkında ne gibi önyargılarım var ve bu önyargılar bu hastaya dair beklentilerimi nasıl etkiliyor?

    Hastanın kültürü hakkında bilgi edinilmesi ve anlaşılması

    Hastanın kültürel geçmişi hakkında bilgi edinmenin birincil kaynağı hasta olmalıdır. Terapist ve hastanın, hastanın geçmişini ortak bir şekilde keşfetmesi ittifak kurma deneyimi olabilir ve terapistin hastanın kültürünü hastanın bakış açısından öğrenmesini sağlamaya yardımcı olabilir. SE topluluk modelinde, tedaviye sosyalleşme, hedef ve görev belirleme, ilişki bölümlerini keşfetme ve temel ilişki örüntüsünü geliştirme dahil olmak üzere terapötik çalışmanın her bileşeninde terapist, yalnızca hastanın benzersiz kültürel geçmişini anlamaya ilgi göstermesi için değil ama aynı zamanda hastaya kültürel değerlerin ve normların nasıl entegre edilmesi ve çalışmada nasıl dikkate alınması için teşvik edilir. Örneğin, terapist ve hasta, hastanın saygı ve özerkliğe olan ihtiyacını anlamak için birlikte çalışabilirler. Terapist, hastanın kültürünün özerkliğe nasıl baktığını, hastanın kültürel geçmişinden gelen insanların özerklik iddia etme çabalarına nasıl tepki verebileceğini ve hastanın kendi kültüründe saygı duyduğu bireylerin nasıl saygı kazandığını hastayla birlikte araştırmalıdır. Kültürel alan, işbirlikçi çalışmanın yalnızca ittifakı güçlendirmekle kalmayıp aynı zamanda olumlu ve kalıcı değişimi desteklemek için de kritik öneme sahip olduğu bir alandır.

    Terapist ve hasta arasındaki kültürel farklılıkların kabul edilmesi ve araştırılması

    Tüm psikoterapi süreci boyunca terapistin, hastanın kültürel değerlere veya inançlara yaptığı göndermelere dikkat etmesi önemlidir. Bu tür referanslar terapiste farklılıkları kabul etme ve bu kültürel deneyimleri keşfetme fırsatı verir. Terapist farklılıkların varlığını kabul etmeli ve hastanın deneyimini anlama isteğini ifade etmelidir.

    Eğitim odaklı bileşen

    Toplum ruh sağlığı sistemlerindeki çalışmalarımız aynı zamanda psikoterapötik çerçevede eğitime odaklanmamızı da sağladı. Birçok hasta tıbbi, yasal ve sosyal hizmetlere ihtiyaç duyarak terapiye gelir. Hastalar genellikle tedavinin erken dönemlerinde yaşadıkları yasal sorunları terapistlerine anlatırlar; buna çocuk velayeti sorunları da dahildir. Terapiste sunulan diğer yaygın sorunlar arasında iş kaybı, potansiyel konut kaybı ve acil müdahale gerektiren tıbbi sorunlar yer alır. Birçok hasta, gerekli hizmetleri alabilmek için gerekli bilgilere sahip değildir ve yaşamlarında istikrarlı bir yaşam sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları hizmetleri almalarına engel teşkil eden birçok faktör bulunmaktadır. Toplum ruh sağlığı sistemlerindeki terapistler, hastaların ailelerini, işlerini, barınmalarını ve tıbbi sorunlarını istikrara kavuşturmak için ihtiyaç duydukları kaynaklara ulaşmalarına yardımcı olmak için değerli birkaç psikoterapi seansını kullanmak ile bu seansları depresyonu hafifletebilecek terapötik teknikleri uygulamak için kullanmak arasında sürekli bir çatışmayla karşı karşıya kalmaktadır. Hastaları terapiye getiren krizler çoğu zaman acil müdahaleye ihtiyaç duymasına rağmen, terapist hastanın daha fazla kişisel krizden kaçınmak için değerli bilgilere ihtiyaç duyduğunu ve ayrıca hastanın depresyonunun birçok yönden hastanın bu sorunların çoğunu bağımsız olarak çözmesini engellediğini bilir.

    Toplum temelli psikoterapide terapist, hastanın daha fazla yaşam krizi yaşamaması için ihtiyaç duyduğu bilgilere ulaşmasına yardımcı olurken aynı zamanda depresif semptomların tedavisine odaklanmayı sürdürür. Toplum ruh sağlığı ortamının dışında geliştirilen birçok deneysel temelli psikoterapinin aksine, toplum SE psikoterapisi bu yasal, tıbbi ve ailevi krizlerin gerçek olduğunu ve acil ilgiye ihtiyaç duyduğunu kabul eder. Psikoterapinin erken seanslarında terapist, bireyin hayatını istikrara kavuşturmak için acil dikkat gerektiren yaşam koşullarını dinlemelidir. Terapistin görevi, olayın hastanın hayatının istikrarına müdahale edecek ve dolayısıyla hastanın terapide kalmasını engelleyecek kadar ciddi olup olmadığını değerlendirmek için bu sorunları araştırmaktır. Terapist, hastanın bu durumlarla başa çıkmak için alması gereken gerekli eylemlerin olup olmadığını çözmeye çalışmalı ve hastanın durumla başa çıkmak için gerekli bilgi ve becerilere sahip olup olmadığını değerlendirmelidir. Bazen terapistin yapabileceği en iyi şey, hastanın depresyona odaklanmasına yardımcı olmaktır; depresyonun azalmasının hastanın yaşam stresleriyle başa çıkmasına yardımcı olabileceği umulmaktadır. Terapistin görevi, hastanın yaşam durumlarını anlatırken hastaya destek olmak için empati ve ittifak kurma tekniklerini kullanmak, hastanın istikrarını sağlamak için yararlı olabilecekleri durumlarda eğitim tekniklerini değerlendirmek ve kullanmak ve ardından depresyonu hedeflemek için ilişki odaklı tekniklere geri dönmektir.

    Eğitim bileşenini ittifak kurma ve ilişki odaklı bileşenlerle bütünleştirmek

    Hastanın hayatını istikrara kavuşturmak için gerekli kaynaklar konusunda eğitilmesine odaklanılması, terapistin hasta ile güçlü bir destekleyici terapötik ittifak kurması ve terapistin bu yaşam koşullarına katkıda bulunan ilişki sorunları hakkında bilgi toplaması için bir fırsat sağlayarak SE topluluğu modeline entegre edilmiştir. Terapist, hastanın güncel önemli yaşam sorunlarına odaklanarak, bu sorunların hasta için ne kadar önemli olduğunu anladığı mesajını verir. Bu önemli yaşam konularını dikkate almadan, terapist farkında olmadan hastaya, terapistin daha büyük resimden habersiz olduğunu iletebilir. Hastalar, yalnızca depresif semptomlarına odaklanan ve diğer gerçek sorunları göz ardı eden bir psikoterapiye devam etme konusunda daha az motivasyona sahip olabilirler. Terapist, hastanın yaşam koşullarını dengelemesine yardımcı olarak tedaviye başlayarak, bu yaşam koşullarına katkıda bulunan uzun süreli ilişki sorunlarını ortaya çıkarmak gibi zor bir işi yapmanın temelini oluşturabilecek güçlü ve güvenilir bir terapötik bağ kurar.

    Terapist, hastanın tıbbi, yasal ve sosyal kaynak gereksinimlerini keşfederken, onun değerli bilgilere ulaşmasını sağlamanın yanı sıra, bu yaşam sorunlarında ilişki örüntülerinin rolünü de anlamaya çalışmalıdır. Bu, hastanın yaşamındaki önemli kişileri, bu yaşam sorunlarıyla bağlantılı olarak, tedavinin erken döneminde tespit etmek için mükemmel bir fırsattır. Terapist bu keşfi, hastanın hayatındaki diğer önemli insanlardan ne istediği, bu diğer insanların hastaya nasıl tepki verdiği ve hastanın bu yaşam koşullarına katkıda bulunmak için nasıl uyumsuz bir şekilde tepki verebileceği hakkında bilgi toplamak için kullanabilir.

    Sosyalleşme odaklı bileşen

    Pek çok psikoterapi modeli hastanın psikoterapiye uyum sağlamasını önermektedir. Ancak mevcut tedavi kılavuzlarında hastanın nasıl sosyalleştirileceğine dair çok az ayrıntıya yer verilmekte ve terapistlerin hastalarını tedavi için nasıl sosyalleştirecekleri konusunda eğitime çok az önem verilmektedir. Toplum ruh sağlığı merkezlerindeki terapistlerle yaptığımız çalışmalarla terapistlerin hastanın gerçekten sürece dahil olmadığını bilmelerine rağmen terapötik sürece ne sıklıkla devam ettikleri vurgulandı. Toplum ruh sağlığı merkezlerinde tedavi arayan hastalar genellikle kaotik hayatlara sahiptir ve belirli bir kriz sırasında hizmet arasalar bile, ilk kriz geçtikten sonra psikoterapiye devam etmek için genellikle çok az motivasyonları olur. Hastalar psikoterapinin kendilerine tam olarak ne sağlayabileceği konusunda sıklıkla yanlış algılara sahip olurlar ve hiçbir işe yaramıyormuş gibi görünen bir terapiden dolayı hayal kırıklığına uğrayabilirler. Psikoterapinin nasıl yardımcı olabileceğine dair yeterli bir anlayışa sahip olmayan hastalar genellikle psikoterapinin koşullarını değiştiremeyeceğine inanırlar ve bu nedenle devam etmek için motivasyonları olmaz. Terapist, psikoterapinin nasıl yardımcı olabileceğini ayrıntılı olarak açıklayarak ve ne beklemesi gerektiğini tartışarak, hastanın psikoterapiyi denemesi için motivasyon sağlamasına yardımcı olabilir. Ayrıca hastaların bazen psikoterapiyi akut kriz yönetimi olarak görebildiğini ve düzenli olarak katılmalarının beklendiğini anlamadıklarını da tespit ettik. Terapistin, hastanın beklenen katılımını açıkça gözden geçirmesi ve her hafta katılımın neden yararlı olduğunu araştırması önemlidir.

    SE topluluğunda, sosyalleşme sürecini ilk seansta bahsedilecek basit bir konu olmaktan ziyade müdahalenin ana bileşeni haline getirdik. Felsefemiz, hastanın müdahalenin önemini göreceğini umarak tedavi modeliyle ilerlemeye devam etmenin değmeyeceğidir. Bunun yerine terapistler, hastaların terapinin ne hakkında olduğunu anlamalarına yardımcı olmak, terapinin onlara nasıl yardımcı olabileceğini öğretmek ve hastayı terapiyi denemeye motive etmek üzere eğitilirler. Terapistler sosyalleşmeyi ilk seansta başlatmalı ve terapinin ilerlemediği veya hastanın psikoterapiye devam etmek için kararlı veya motive olmadığına dair işaretler olduğu her zaman, tedavi boyunca önemli bir odak noktası haline getirmelidir. Psikoterapi için sosyalleşmemiz, Book (1997) tarafından zaman sınırlı dinamik psikoterapinin bir parçası olarak özetlenen sosyalleşme bileşeni üzerine kuruludur. Book (1997) tarafından tanımlanan sosyalleşmeyi aldık ve bunu bir topluluk ortamında önemli olan ifadeleri ve bilgileri içerecek şekilde genişlettik.

    SE topluluğunda sosyalleşmenin önemli unsurları arasında terapi modeline giriş, zaman sınırının belirlenmesi, ilişki odağının sunulması, hastanın öğrenilmiş ilişki kalıplarının semptomlarına nasıl katkıda bulunduğu konusunda hastanın eğitilmesi, odaklanmış hedefin açıklanması ve terapistin ve hastanın görevlerinin ayrıntılı olarak açıklanması yer alır. Sosyalleşme, terapist ve hasta arasında işbirlikçi bir tartışma olacak şekilde tasarlanmıştır. Terapistler, basit bir konuşma yapıp sonra devam etmek yerine, sosyalleşmenin her bir unsurunu ele almalı, hastayı ne düşündüğünü tartışmaya, soru sormaya, endişelerini dile getirmeye ve çatışan motivasyonları keşfetmeye davet etmelidir. Bazen, örneğin hastalar tıbbi stres faktörleri hakkında uzun bir tartışmaya geri döndüklerinde terapistin terapi boyunca sosyalleşme unsurlarına geri dönmesi gerekebilir. Terapist, hastanın taşıdığı yükleri çok desteklerken, terapist hastanın taşıdığı yükler için çok destekleyici olurken ayrıca hastanın yeniden sosyalleşmesi için hastayı sunabileceklerine yeniden adapte etmelidir.

    Geç kalma veya katılmama ile başa çıkma

    Toplum ruh sağlığı alanında geç kalma ve devamsızlık yaygındır. Bazı terapistler bu durumu, sık görülmesinden dolayı tedavinin kaçınılmaz bir parçası olarak görmeye başlarlar. Hastaların tedavilerine bağlı kalmaları için teşvik edilebileceğine ve teşvik edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Toplum temelli psikoterapide terapist, öncelikle sosyalleşme bileşenini kullanarak hastalarla tedavi kurallarını belirler. Terapist, görüşme için kararlaştırılan zamanı ve hastanın her hafta katılması gerekliliğini özellikle ortaya koyar. Terapist, bazı hastaların psikoterapi seanslarına katılabilmeleri için çocuk bakımı ve ulaşım ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağını gözden geçirmelerine yardımcı olmak amacıyla eğitim teknikleri kullanabilir. Temel kurallar belirlendikten sonra, terapist, hasta her geç kaldığında veya bir seansı kaçırdığında incelemeye geri dönmelidir. Hasta ilk defa bir seansı kaçırsa bile terapist hastanın neden seansı kaçırdığını gözden geçirmelidir. Terapist koşullara karşı çok empatik olmalı ancak aynı zamanda hastanın seanslara düzenli olarak katılmasının ne kadar önemli olduğunu da gözden geçirmelidir.

    İnkar, direnç veya zayıf motivasyon

    Toplum ruh sağlığı alanında inkar, direnç ve motivasyon eksikliği de yaygındır. Aslında birçok terapist bu olgularla o kadar sık karşılaşıyor ki, bunları beklemeye başlıyor ve bazen hasta buna dahil olmasa bile, tedavi ilerledikçe hastanın motivasyonunun artacağını umarak, tedaviye devam ediyor. Tedaviden kaynaklanan kayıp çok yüksek olduğundan, toplumsal destekli psikoterapinin amacı, hastayı en başından itibaren motive etmeye yardımcı olmak ve motivasyonla ilgili herhangi bir sorun ortaya çıktıkça ve ortaya çıktıkça bunları keşfetmektir. Terapist, ittifakı güçlendirme tekniklerini (örneğin, tedavi hedeflerini gözden geçirme) kullanarak hastan için tedavinin nasıl gittiğini düzenli olarak kontrol edebilir ve hastanın tekrar doğru yola girmesine yardımcı olmak için sosyalleşme görüşmesinin bölümlerini gözden geçirebilir.

    Krizlerle başa çıkma stratejileri

    Bir hasta seansa bir yaşam krizini anlatarak başladığında, terapist öncelikle hastayı desteklemek ve neler olduğunu bulmak için ittifak kurma tekniklerini kullanmalıdır. Kriz, tedavinin erken evresinde ortaya çıkarsa, terapist daha sonra hemen ele alınması gereken sorunları belirlemek ve hastanın çözümleri belirlemesine ve uygulamasına yardımcı olmak için bazı eğitim tekniklerini kullanabilir. Bu, ittifakı ve hastanın tedaviye olan bağlılığını sağlamlaştırmak için temel istikrarı sağlamanın hizmetindedir. Ancak kriz terapinin ilerleyen dönemlerinde, ittifak güçlü olduğunda ortaya çıkarsa, terapist hastaya krizin duygusal anlamının ne olduğunu ve hastanın şu anda sorun çözme ve destek için gidebileceği kişilerin olup olmadığını sormalıdır. Elbette bu, terapistin kriz konusunda şefkatli ve empatik olmadığı anlamına gelmez; ancak hastanın ilişkisel çalışmadan yararlanarak bir çözüm bulmak için ego gücüne ve kişilerarası becerilere sahip olduğunu görmesine yardımcı olmak önemlidir. Hastanın ilişkisel kalıpları krizle nasıl başa çıkacağını etkiliyorsa, terapötik çalışma hastanın şu ana kadar edindiği içgörü göz önünde bulundurularak alternatifleri keşfetmeye odaklanmalıdır. Örneğin bir hasta, evinden atılmış gibi bir krizle seansa başlayabilir. Olayın önemli ayrıntılarını toplarken bolca empati kurduktan sonra terapist, söz konusu ilişki sorunlarına yönelmelidir. Mevcut kriz, daha önce tedavide tartışılan ilişki sorunlarından oldukça farklı görünse bile, her yeni olay, ilişki örüntüsünün daha iyi anlaşılması için bir fırsat olarak görülmelidir. Terapist, hastanın başkalarını algılama biçiminin ve başkalarına tepki verme biçiminin stereotipik olmasının krize katkıda bulunup bulunmadığını veya krizin çözümüne müdahale edip etmediğini kendine sormalıdır. Terapist, hastanın dahil olan diğer kişilerden ne istediği, hastanın diğer kişilerin kendisine nasıl tepki verdiğini gördüğü ve hastanın da diğer kişilere nasıl tepki verdiği konusunda belirli bilgiler toplamaya çalışmalıdır. Terapistin tavsiye vermeye çekilmesinin tehlikesi dinamik psikoterapide iyi anlaşılmıştır, ancak SE topluluğu için tehlike, sınırlı kısa vadeli çerçevede önemli terapötik çalışmadan uzaklaştırılmaktır.

    Tedavinin sonlandırılması

    Topluluk ortamındaki gerçek şu ki, psikoterapilerin çoğu erken sona eriyor. SE topluluğu ile tedaviyi baştan itibaren süreli bir müdahale olarak kullanmanızı öneriyoruz. Zaman sınırlamaları hem terapisti hem de hastayı motive etmek açısından faydalı olabilir. Bu ortamlarda tedavi arayan birçok hasta, psikoterapinin karşılaştıkları muazzam engellerle başa çıkmada gerçekten yardımcı olup olamayacağı konusunda şüphe duyduğundan, terapist hastayla birlikte gerçekçi kısa vadeli hedefler belirlemeli ve ardından hastayı terapiye bağlı kalmaya motive etmeli ve kısa vadede bağlı kalmanın denemeye değer olabileceğini belirtmelidir. Bu zaman sınırlaması çoğu zaman hasta için güven verici olabilir ve hastanın tedaviye olan bağlılığını artırmaya yardımcı olabilir. Zaman sınırları, belirli sayıda seans konusunda anlaşılarak kesin olarak belirlenebileceği gibi, daha esnek bir şekilde, belirli sayıda seanstan sonra tedavi hedeflerinin yeniden değerlendirilmesi konusunda bir anlaşmaya varılarak da belirlenebilir. Her iki durumda da terapistin bu zaman sınırlarını hastayla düzenli olarak gözden geçirmesi önemlidir. Amaç, üzerinde anlaşılan hedeflere odaklanmayı sürdürmek için ittifak kurma tekniklerini kullanmak ve terapistle birlikte sonlandırmaya yönelik tepkileri keşfetmek için ilişki odaklı teknikleri kullanmaktır. Hastanın sonlandırmaya verdiği tepkinin incelenmesi, mevcut ilişki kalıplarının incelenmesini derinleştirebilir. Tedavinin sonuna doğru semptomların yeniden ortaya çıkması beklenebilir, çünkü hastalar terapötik ilişkiyi kaybetme konusunda kaygılı hissetme eğilimindedir. Terapist, semptomların yeniden ortaya çıkmasını, hastanın ilişki çatışmasına ilişkin anlayışını derinleştirmek için kullanabilir ve çoğu zaman bu semptomlar azalır.
    Özetle, SE topluluğu, topluluk ortamlarında birlikte çalışan hastaların ve terapistlerin ihtiyaçlarını karşılamak için topluluk paydaşlarıyla işbirliği içinde geliştirilen teknikleri içerir. Bu yaklaşım, ittifak kurma, kişilerarası ilişkiler, kültürel duyarlılık, eğitim ve sosyalleşmeye odaklanmayı içerir. Terapötik ittifakı güçlendirme, kültürel farklılıkları ele alma ve hastaları sosyalleştirme tekniklerini dahil ederek, bu model hastaları terapötik sürece dahil etmeye çalışır, böylece ilişki odaklı stratejiler hastaların semptomlara yol açan uyumsuz ilişki kalıplarını keşfetmelerine yardımcı olmak için kullanılabilir.

  • Psikodinamik Formülasyon (Kitap)

    Ana düşünceler

    Psikodinamik formülasyonlar insanların nasıl ve neden bu şekilde davrandıklarını açıklamamıza yardımcı olur.

    Birinin işlevini açıklamaya çalışmadan önce, onu TANIMLAMAK (DESCRIBE) zorundayız. Bunu aşağıdakileri tanımlayarak yapabiliriz:

    • Sorun (the problem) – hastayı şu anda tedaviye getiren şey nedir?
    • Kişi (the person) – hastanın karakteristik düşünme, hissetme ve davranma örüntüleri nelerdir?

    Bu örüntüleri aşağıdaki gibi kategorize edebiliriz:

    • Kendilik (Self)
    • İlişkiler (Relationships)
    • Uyum (Adaptation)
    • Biliş/Kognisyon (Cognition)
    • Değerler (Values)
    • Çalışma/İş ve Eğlence/Oyun (Work and play)

    İşleyişin, kişinin farkında olduğu (bilinçli) ve aynı zamanda farkında olmadığı (bilinçsiz/bilinçdışı) yönlerini tanımlamamız gerekir.

    Her model için, güç alanların (areas of strength) yanı sıra zorluk alanlarını (areas of difficulty) da düşünmek önemlidir.

    Hastalarımıza hikâyeleri hakkında soru sormak, bize iç dünyalarını anlatmalarına yardımcı olur.

    Bir şeyin nasıl çalıştığını (function) düşündüğümüzde, yapmak üzere tasarlandığı şeyi yapıp yapmadığını dikkate alırız. Buzdolabı, yiyecekleri düşük sıcaklıkta tutacak şekilde tasarlanmıştır; bu nedenle süt soğuksa iyi çalışıyor, sıcaksa kötü çalışıyor. Araba, insanları bir yerden bir yere taşımak için tasarlanmıştır; bu nedenle, eğer güvenilir bir şekilde dolaşmamıza izin veriyorsa, iyi çalışıyor demektir; genelde tamirhanede bulunuyorsa, kötü çalışıyor demektir. Birden fazla işleve sahip olacak şekilde tasarlanan şeyler bazen bir şekilde iyi çalışabilir, ancak diğerinde işe yaramayabilir. Örneğin, hem rahat hem de şık olması amaçlanan bir masa sandalyesi ofiste şık bir görünüm yaratıyor ancak çalışanların sırt ağrısı yaşamasına neden oluyorsa, bu bir işlevi yerine getiriyor ancak diğerini yerine getirmiyor. demektir.

    Bir buzdolabının veya sandalyenin amaçlanan işlevini bilmek kolay olabilir ancak bir kişinin ne yapması gerektiğini bilmek çok daha zordur. Mesela herkes çalışmalı mı? Evlenmek? Çocuklarınız var mı? Dini bir kuruma bağlı mısınız? Fedakar olmak mı? Ruh sağlığı uzmanları olarak bu tür yargılarda bulunmak bizim işimiz değil. Tam tersine, yaşamanın dünyadaki insan sayısı kadar yolu olduğunu biliyoruz. Ancak insanlar acı çektiğinde (suffer) , bu onların işleyişinin bir şekilde aksadığını gösteriyor.

    Açıklamadan önce, tanımlayın!

    İnsanların nasıl ve neden bu şekilde davrandıklarını açıklamaya çalışmak için formülasyonlar yaratıyoruz. Açıklamadan önce işlevlerini tanımlayabilmemiz gerekir. Bunu [ancak], hem sorunu (problem) hem de kişiyi (person) tanımlayarak yapabiliriz.

    Sorunu tanımlama

    Sorunu, kişiye şu anda en çok zorluk çıkaran şey, olarak tanımlayabiliriz. Her zaman olmasa da genel olarak bir ruh sağlığı uzmanına danışmalarının nedeni budur. Bazen hastalarla asıl problem konusunda aynı fikirde oluruz, bazen de anlaşamayız. Her iki durumda da onların kaygılarını kabul etmeli ve ele almalıyız. İnsanları psikoterapiye yönlendiren sorunlara birkaç örnek:

    • Ergen kızımı anlamak için yardıma ihtiyacım var.
    • Boşanıp boşanmamam gerektiği konusunda yardıma ihtiyacım var.
    • Yardıma ihtiyacım var çünkü iş yerinde çok kaygılıyım.
    • Kendimi toplumuma yabancılaşmış hissediyorum.
    • Doktorum, işten atıldıktan sonra tekrar ayağa kalkabilmem için bir terapiste görünmem gerektiğini düşünüyor.
    • Neden romantik bir ilişki kuramadığımı anlamak istiyorum.

    Elbette birçok hastanın birden fazla sorunu var. Depresyonda olabilirler ve eşleriyle ilgili süregelen sorunlar yaşayabilirler ya da çok fazla içki içebilirler ve ebeveynleri hasta olabilir. Bununla birlikte, formülasyona odaklanmak için kişiyi şu anda (right now) en çok rahatsız eden şeyin ne olduğunu belirleyebilmek (identify) ve tanımlayabilmek (describe) önemlidir. Şu soruya cevap bulmak için kendinizi zorlayın: Bu kişi beni neden şimdi görmeye geldi? Muhtemelen birincil sorunu tanımlayacaksınız.

    İster kişilerarası bir zorluk olsun, isterse bir duygudurum ya da anksiyete bozukluğunun belirtileri olsun, sorunla ilgili tüm ayrıntıları öğrenmek önemlidir. Hastalarımızın bilişsel ve duygusal zorluklarının (örn. dikkat eksikliği bozukluğu, yeme bozuklukları, kaygı ve duygudurum bozuklukları vb.) dikkatli bir şekilde teşhis edilmesi, onların bilinçli ve bilinçdışı düşünce, duygu ve davranışlarını anlamak açısından kritik öneme sahiptir.

    Kişiyi tanımlama

    Sorunu hastaya şu anda en çok zorluk çıkaran şey olarak tanımladık. Ancak birinin nasıl işlev gördüğünü tam olarak anlayabilmek için aynı zamanda genel olarak (generally) nasıl düşündüğünü, hissettiğini ve davrandığını da tanımlayabilmemiz gerekir. Biz buna kişiyi (person) tanımlamak diyoruz. Sorun ile kişi arasındaki farkları göz önünde bulundurmak için, uzun süredir birlikte oldukları partnerleri tarafından yakın zamanda terk edilmiş, otuzlu yaşlarındaki iki kişi olan Kate ve Millie’yi ele alalım. Aynı sorunu yaşamalarına rağmen bunu çok farklı yaşıyorlar:

    Kate: Kendimi çaresiz ve yalnız hissediyorum. Başka kimsem yok. Partnerimi her gün arayıp eve gelmesi için ona yalvarıyorum. Dün gece eğer eve gelmezse kendimi keseceğimi söyledim ona. Kendimi tamamen sevilemez hissediyorum; asla başka bir ilişki kuramayacağım. Çocuklar konusunda bana kim yardım edecek?

    Millie: Şok olmadığımı ve üzülmediğimi söylersem yalan söylemiş olurum. Ama arkadaşlarım ve ailem harikalardı; arayıp çocuklara yardım ettiler. Çok şanslı hissediyorum. Hayatlarının en az düzeyde bozulması için çocuklara odaklanmaya çalışıyorum. Yeni bir ilişkiye hazır değilim ama bu da zamanla gelecek.

    Kate ve Millie’nin benzer bir soruna farklı tepki vermiş olmaları muhtemeldir çünkü sorun ortaya çıkmadan önce genellikle farklı şekilde işlev görüyorlardı. Bu genel, devam eden işleyiş, kişi/kişilik olarak adlandırdığımız şeydir; bu nedenle kişinin kim olduğunu ve sahip olduğu sorunu bilmeliyiz.

    Örüntüleri/kalıpları tanımlamak kişiyi tanımlamamıza yardımcı olur

    Kişiyi karakteristik düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini tanımlayarak tanımlayabiliriz. Bunlara onların karakteristik örüntüleri/kalıpları (pattern) diyebiliriz. Yetişkin olduklarında insanlar hayatlarının çeşitli yönlerinde karakteristik modeller geliştirirler. Çağlar boyunca insan davranışını gözlemleyenler, insanların karakteristik işleyiş şekillerini tanımlamak için farklı yöntemler kullanmışlardır. Bu yöntemlerden bazıları, farklı özelliklere sahip kişileri, belirli ortak özelliklerine göre kategorilere (category) ayırmaya çalışmıştır. Hipokrat insanları dört temel vücut sıvısı arasındaki dengeye göre sınıflandırmıştır (Arikha, 2007), Freud, insanları psikoseksüel gelişimsel bir yol boyunca saplanmalarına (fixation) göre gruplandırdı (Freud, 1905/1953), ve Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı (DSM), insanları ortak özellikler listelerini kullanarak kategorilere ayırır (Amerikan Psikiyatri Birliği, 2022). Ancak bu alanda giderek daha fazla araştırmacı, insanların karakteristik düşünme ve davranma kalıplarını bir dizi boyut (dimension) kullanarak tanımlamayı savunmaktadır (Cloninger, 2000; Widiger, 2005). Bu kitapta altı temel işlev alanını kullanarak bu boyutsal yaklaşımı benimsiyoruz:

    Her alanı bir dizi değişken (variable) kullanarak daha derinlemesine tanımlıyoruz. Her hastanın bu alanların her birindeki işleyişini öğrenmek ve tanımlayabilmek, onlar hakkında bir kişi olarak bilgi edinmek için çok önemlidir. Bir kişinin bir modeli diğerine karşı nasıl ve neden geliştirdiği, psikodinamik formülasyonumuzu kullanarak anlamaya çalışmak istediğimiz şeyin önemli bir yönüdür. 6-11 arası bölümlerde, alanın temelleri, o alandaki ortak modeller ve alanı değerlendirme yolları dahil olmak üzere bu alanların her birini açıklıyoruz.

    Güçlü yanlar ve zorluklar

    İnsanlar karmaşıktır ve tek bir işlev alanında bile güçlü yanlara (strength) ve zorluklara (difficulty) sahip olabilirler. Bazı insanlar bir alanda çok iyi performans gösterirken diğerinde daha fazla zorluk çekerler. Hiçbir zaman uzun süreli romantik bir ilişkisi olmayan, ancak sosyalleştiği ve güvendiği çok sayıda yakın arkadaşı olan bir kişiyi düşünün. Veya mükemmel bir yönetici ve iş adamı olan ancak sosyal durumlarda son derece kaygılı olan ve hafta sonları evinde saklanan bir kişiyi düşünün. Çoğu insan gibi, bu bireyler de bir alanda iyi işleve sahip, diğerinde ise daha fazla zorluk çeken mozaiklerdir (mosaic).

    Bazen ruh sağlığı uzmanları olarak yalnızca sorunlara odaklanırız ve güçlü ve dayanıklı olduğumuz alanları ihmal ederiz. Ancak hastalarımızın yeni, daha yararlı işlev görme yolları geliştirmelerine yardımcı olmak için güçlü yanlarına güvenmemiz gerekiyor. Hastalarımızın güçlü yönlerini ve zorluklarını tanımlamak, psikodinamik formülasyonlarımızda her ikisi hakkında da hipotez kurmamıza olanak tanır.

    Bilinçli ve bilinçdışı örüntüler

    İnsanlar düşünme, hissetme ve davranma biçimlerinin hepsinin olmasa da bir kısmının farkındadır. İki kişinin terapiste kendini anlatma şeklini düşünün:

    Kendimi iyi hissetmekte çok zorlanıyorum. Çocukluğumdan beri hep böyleydim. Üzerinde çalışmak istediğim bir konu.

    Eşim önüme ya terapi ya da ayrılık diye iki seçenek koydu. Onu dinlemediğimi söylüyor. Neden dinleyeyim ki onu? Sürekli iş -muhasebe- konularında gevezelik ediyor, bundan daha sıkıcı ne olabilir ki? Bu arada, yeni bir resepsiyon görevlisine ihtiyacın var. Seninki adımı iki kez yanlış telaffuz etti -pek uyanık değil.

    Her iki insan da özgüven konusunda zorluk yaşıyor gibi görünüyor. Ancak bu birinci kişi için bilinçliyken, ikinci kişi için davranışta ortaya çıkar. Psikodinamik olarak düşündüğümüzde hem bilinçli (conscious) hem de bilinçdışı kalıplarla (unconscious pattern) ilgileniriz.

    Hastalar hakkında bilgi edinmek için hikayeleri sorun

    İşbirliği içinde psikodinamik formülasyonlar yaratmak için hastalarımızın bize içsel yaşamlarını anlatmalarına yardımcı olmalıyız. Bunu yapmanın iyi bir yolu onlardan bize kendileri hakkında hikayeler (story) anlatmalarını istemektir. Bunlar uzun zaman öncesine ait hikayeler olabileceği gibi düne ait hikayeler de olabilir. Arkadaşlar, aile, istekler, korkular ve hayaller hakkındaki hikayeler hastalarımızın bilinçli ve bilinçdışı zihinlerinin zenginliğini anlamamıza yardımcı olur. Hikâyeler hakkında soru sormanın iyi bir yolu, önce bir açılış sorusu sormak, sonra da bir hikâye istemektir. Örneğin:

    Terapist: En iyi arkadaşın olduğunu düşündüğün biri var mı?
    Hasta: Evet
    Terapist: Bu kişinin adı nedir?
    Hasta: Jeanine
    Terapist: Jeanine nasıl biri? Bana Jeanine’le yakın zamanda yaptığınız ve sizin için gerçekten çok şey ifade eden bir şeyden bahseder misiniz?

    Adını sormak hastanın arkadaşını canlandırır. Aniden odada gerçek bir insan belirir. Daha sonra bir hikaye istemek onların kişisel ilişkilerini hayata geçirir.

    Kitabın bu kısmındaki her bölümün sonunda hastalarımızı tanımlamamıza yardımcı olabilecek sorular öneriyoruz. Bunları açılış soruları olarak kullanmanın ve ardından öykü istemenin hastalarımızın bize iç yaşamlarını anlatmalarına yardımcı olduğunu keşfettik.

    Geleceğe bakarak

    Her işlev alanı önemlidir ve hastalarımızı tanımlamak için kendimize bunların hepsini öğrenmek için izin/fırsat vermek çok önemlidir. 6. Bölüme ve kendilik (self) ile ilgili örüntülere geçelim.

    Kaynaklar
    1. American Psychiatric Association. (2022). Diagnostic and statistical manual of mental disorders
      (5th ed.). American Psychiatric Press.
    2. Arikha, N. (2007). Passions and tempers. HarperCollins.
    3. Cloninger, C. R. (2000). Biology of personality dimensions. Current Opinion in Psychiatry,
      13(6), 611–616.
    4. Freud, S. (1953). Three essays on the theory of sexuality. In J. Strachey (Ed.), The standard edition
      of the complete psychological works of Sigmund Freud, volume VII (1901–1905): A case of hysteria,
      three essays on sexuality and other works. Hogarth Press. (Originally published in 1905).
    5. Widiger, T. A. (2005). Five factor model of personality disorder: integrating science and
      practice.
      Journal of Research in Personality, 39(1), 67–83.

    Bir Araya Getirmek — Sorunları ve Örüntüleri TANIMLAMAK

    Bu ilk “Bir Araya Getirmek (Putting It Together)” kesitinde (section), İkinci Kısım’da incelediğimiz altı işlev alanını nasıl tanımlayacağımızı göstereceğiz. “Bir Araya Getirmek” kesitleri üçüncü ve dördüncü kısmın sonlarında da bulunabilir. Kitapta ilerledikçe formülasyonu oluşturmaya devam edeceğiz. Bu kesitlerin her birinin farklı hastaları vurgulayacağını unutmayın. Her zaman sunumla (presentation) başlayacağız çünkü ilk duyacağımız şey bu olacak.

    Bir kişinin sorunlarını ve kalıplarını TANIMLAMAK (DESCRIBING), bir formülasyon oluşturmanın ilk adımıdır. Ana hatlarını çizdiğimiz altı alan (kendilik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler ve iş/eğlence) bize, bir kişinin yaşamdaki işlevselliğini tanımlamak için gerekli yapısal zemini (scaffolding) sağlar.

    Altı işlev alanındaki örüntülerini nasıl tanımlayabileceğimizi görmek için Jonathan’a bakalım:

    Jonathan, dört ay önce annesinin ölümünden sonra değerlendirme için başvuran 64 yaşında beyaz bir cisgender eşcinsel erkektir. Jonathan’ın annesi 90 yaşındaydı ve demans hastasıydı. Ölümünden birkaç yıl önce Jonathan’ın yanında olabilmek için memleketindeki bir huzurevine taşınmıştı. Geçtiğimiz birkaç yılda Jonathan onu neredeyse her gün ziyaret etti. Annesinin ölümünden bu yana Jonathan kendini “amaçsız” ve “sürüklüyormuşum gibi” hissediyor. Jonathan şöyle diyor: “Onun uzun ve güzel bir hayatı olduğunu biliyorum ve artık hayatımda biri var. Bu durumla daha iyi başa çıkmam gerektiğini düşünüyorum.”

    Jonathan 15 yıldır kocası Charles’la birlikte. Jonathan ve Charles birbirlerini seviyorlar ve birbirlerine tamamen bağlılar, ancak biraz farklı hayatlar yaşıyorlar. Jonathan çoğunlukla evden bilgisayar/bilişim danışmanı olarak çalışıyor, Charles’ın ise banka müdürü olarak yoğun bir hayatı var. Birlikte orta sınıf yaşam tarzlarını sürdürüyorlar. Jonathan’dan 10 yaş küçük olan Charles, uzun toplantılardan veya işle ilgili akşam yemeklerinden sonra genellikle işten eve oldukça geç geliyor. Charles ayrıca bazen bir seferde 2 haftaya kadar iş için seyahat ediyor. Jonathan bu düzenlemenin onlara çoğunlukla fayda sağladığını çünkü yalnız vakit geçirmeyi tercih ettiğini ve Charles’ın daha sosyal olduğunu ve aktiviteden keyif aldığını söylüyor. Evlenmelerine izin veren yasalar değiştiğinde, Jonathan ve Charles hemen bir düğün organize ettiler ve yaklaşık 50 aile üyesini ve arkadaşlarını davet ettiler. Jonathan, insanların kendilerini çok desteklemesine rağmen misafirlerin çoğunlukla Charles’ın arkadaşları olduğunu ve kendisinin etkinlikte biraz marjinal hissettiğini söylüyor. Yine de Jonathan keyif almış ve bu duyguları yönetebilmiş. Jonathan’ın annesi düğünde hazır bulundu. Jonathan’ın 20 yıl önce ölen babası onun eşcinsel yaşamını onaylamasa da annesi daha hoşgörülüydü ve Charles’a çok düşkündü.

    Jonathan düğünden beri kendini daha yalnız hissetmeye başladığını söylüyor. İşinin yavaşladığını, Charles’ın işinin ise daha da yoğunlaştığını söylüyor. Ayrıca Jonathan, Charles’ın meslektaşlarıyla geçirdiği zamanı kıskanmaya başladığını ve hatta ara sıra Charles’ın kendisine olan bağlılığından korktuğunu söylüyor. Jonathan şöyle diyor: “Charles bana her zaman güven veriyor… ama neden benim bu kadar harika olduğumu düşündüğünü bilmiyorum. O daha akıllı, daha başarılı ve herkes onu seviyor. Bazen onu alt ettiğimi düşünüyorum. Bunca zamandır benimle birlikte olmak istediği için şanslıyım.” Jonathan emekli olmayı sabırsızlıkla beklediğini ancak “bu kadar zaman”la ne yapacağından emin olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Hiçbir zaman dışarıdan pek ilgim olmadı.”

    TANIMLAMAK

    Sorun

    Jonathan annesinin ölümüne alışmakta güçlük çekiyor. Kendini yalnız, amaçsız hissediyor ve kaybın daha çabuk “üstesinden gelmesi” gerektiği hissine kapılıyor.

    Örüntüler

    Kendilik

    Jonathan’ın kimliği (identity) tam olarak bütünleşmiş/sağlamlaşmış değil. Jonathan kendisini iyi bir bakıcı ((annesinin ve Charles’ın) )ve eşcinsel bir erkek olarak tanımlıyor ve bilgisayar danışmanlığı işinde oldukça başarılı. Ancak emeklilikle karşı karşıya kalan Jonathan kendini kaybolmuş hissediyor ve iş dışında herhangi bir ilgi alanını tanımlayamıyor. Jonathan, özellikle kendisini aldatıyor olabileceğinden korktuğu Charles’la olan ilişkisinde kendilik değeri tehditlerine (self-esteem threat) karşı biraz savunmasız görünüyor, ancak Jonathan’ın bundan şüphelenmek için somut bir nedeni yok. Jonathan’ın Charles’a karşı kendini küçümseyen tutumu, kendilik değeri tehditlerine karşı içsel tepkisinde zorluk (difficulty with his internal response to self-esteem threat) yaşayabileceğini gösteriyor.

    İlişkiler

    Jonathan’ın bu alanda hem güçlü yönleri hem de zorlukları var. Charles’la olan 15 yıllık istikrarlı ilişkisi bir güçtür. Ancak son zamanlarda Jonathan güvenmek (trust) konusunda bazı zorluklar yaşıyor ve Charles’ın ilişkilerini sonlandırabileceği hisleriyle boğuşuyor. Jonathan’ın bu anlamlı ilişkiyi sürdürebilmesi için yeterince iyi bir kendilik ve öteki algısına (sense of self and other) sahip olması gerekirken, bu alanda bazı zorluklar ortaya çıktı. Jonathan, Charles’ı idealleştiriyor, bu da Jonathan’ın ikisini de daha karmaşık şekillerde görememesi anlamına geliyor. Birbirlerine olan bağlılıklarının gücü ve uzun ömürlülüğü göz önüne alındığında Jonathan, Charles’la olan bu ilişkisinde kendini sanıldığından daha az güvende (secure) hissediyor. Yakın arkadaşlıklarının olmayışı Jonathan’ın bu alanda zorluklar yaşadığını doğruluyor. Yine de Jonathan, Charles’la kalması ve annesiyle çok yakın bir ilişkisi olması nedeniyle bir dereceye kadar yakınlığa (intimacy) tahammül edebiliyor. Karşılıklılık (mutuality) alanında Jonathan, aldığından çok daha fazlasını veriyor gibi görünüyor (annesine gösterdiği ilgi ve Charles’a karşı tutumu).

    Uyum/Adaptasyon

    Genel olarak Jonathan strese oldukça iyi uyum sağlıyor. Bazıları kendisine diğerlerinden daha fazla fayda sağlayan bir savunmalar dizisi (range of defenses) kullanıyor. Örneğin Jonathan, Charles’ın iş gezilerinin, kendine ayırdığı zamana ihtiyacına uygun olduğunu düşünüyor. Stresli olduğunda Jonathan, Charles’ın onu terk edeceğinden endişe etmesinin de gösterdiği gibi idealleştirir (idealize) ve yansıtır (project). Jonathan’ın digerkamlığı (altruism) kullanması (annesine bakmak), onun şefkatli bir insan olmasına rağmen başkalarından ilgi ve şefkat almakta zorluk çektiğini gösteriyor. Jonathan, daha az stres kaynağı olduğunda oldukça iyi uyum sağlayabilen, oldukça duygusal (emotional) bir kişidir; ancak annesinin ölümü ve yaklaşmakta olan emekliliği karşısında Jonathan, savunma kullanımında daha az esnek (less flexible) hale geldi.

    Biliş

    Biliş Jonathan için çoğunlukla güçlü bir alandır. Başarılı bir işi yürütme yeteneği, Jonathan’ın nispeten güçlü genel bilişsel işlevlere (general cognitive function) sahip olduğunu, makul derecede zeki olduğunu ve işini ve işletme finansmanını yönetebilecek beceri ve yeteneklere sahip olduğunu göstermektedir. Jonathan duyguları yönetiyor (manages emotion), iyi bir dürtü kontrolüne (impulse control) sahip ve uyarım düzenlemede (stimulus regulation) zorluk bildirmiyor. Jonathan’ın düşünceleri iyi organize edilmiş ve hafızası sağlam görünüyor. Jonathan’ın kendi üzerine düşünebilme (self-reflection) kapasitesi tek yönlüdür: Jonathan muhtemelen annesinin ölümüne tepki verdiğini anlasa da Charles’a dair kıskançlık duygularını daha az sorgulayabiliyor. Jonathan’ın Charles’ın bakış açısını tam olarak hayal edip edemediği belirsiz olduğundan bu aynı zamanda zihinselleştirmede (mentalization) bazı zorluklara da işaret edebilir (aşkının Jonathan tarafından tam olarak kabul edilmediğini hissetmek Charles için sinir bozucu olmalı). Jonathan’ın muhakemede (judgment) zorluk yaşadığına dair hiçbir kanıt yok.

    Değerler

    Jonathan’ın doğruyu ve yanlışı ayırt etme duygusu (sense of right and wrong) var gibi görünüyor ve olumlu/toplum yanlısı sosyal davranışlar (prosocial behavior) sergiliyor (annesine bakmak). Jonathan’ın değerleri aile ve ilişkiler (family and relationships) etrafında dönüyor gibi görünüyor.

    İş ve eğlence

    Jonathan’ın iş hayatında eğlenceden daha güçlü yanları var. Yaptığı iş, yetenekleri ve eğitimi ile uyumludur (consonant with his talents and training) ve memnuniyet (satisfaction) ve destek (support) sağlar. Emeklilik konusundaki endişesi, Jonathan’ın iş dışındaki faaliyetlerden keyif alamadığını gösteriyor; bu bakımdan iş ve eğlenme kapasitesi sınırlı görünüyor. Çalışmak onun için savunma işlevi görüyor olabilir ama yine de Jonathan’ın çalışma ve eğlenme biçimi kültürel olarak kabul edilebilir (culturally sanctioned) gibi görünüyor.

    Önerilen etkinlik

    Bireysel öğrenciler tarafından veya sınıf ortamında yapılabilir.

    Artık TANIMLAMAYI’yı öğrendiğinize göre, hastalarınızdan biri için TANIMLAMA kesiti yazmayı deneyin. Bağımsız bir öğrenci iseniz bunu bir süpervizör veya akranınızla paylaşmayı düşünün. Eğer bir süpervizör veya öğretmenseniz, bunu bir sınıf uygulaması olarak belirlemeyi düşünün. Bunun farklı hastalar için nasıl göründüğünü görmek için bir sınıftaki tüm öğrencilerin birbirlerinin ödevlerini okumasını sağlamak öğretici olabilir. Psikodinamik psikoterapide bir hasta hakkında yazmak zorunda değilsiniz; bu, tüm hastalar için yapılması gereken önemli bir şeydir, böylece birçok farklı klinik durumda psikodinamik formülasyonlar oluşturmaya başlayabilirsiniz. Hem sorunları hem de örüntüleri dahil edin. Örüntüler için incelediğimiz altı başlığı (kendilik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler, iş ve eğlence) kullanın ve her alandaki değişkenlerin her birini göz önünde bulundurun. Yazının uzun olmasına gerek yok -kesinlikle bir sayfadan fazla değil. Unutmayın -hastanın geçmişi tekrarlamayın, bunun yerine sorunlar ve örüntüler hakkındaki düşüncelerinizi pekiştirin.

    Giriş

    Anahtar kavramlar

    Psikodinamik olarak formüle ederken, insanların karakteristik düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini nasıl geliştirdikleri hakkında hipotezler yaratıyoruz.

    Dolayısıyla, bir kişinin sorunları ve örüntüleri hakkında iyi bir anlayışa sahip olduktan sonra, psikodinamik bir formülasyon oluşturmanın bir sonraki adımı şudur: onların yaşam öyküsünü değerlendirmek/gözden geçirmek/incelemek (review their life story). Bir yaşam öyküsü, insanların yaşamları sırasında meydana gelen ve onların baskın işleyiş kalıplarını şekillendirmeye yardımcı olan şeyleri; yani kendileri hakkında nasıl düşündüklerini, başkalarıyla nasıl ilişki kurduklarını, strese nasıl uyum sağladıklarını, nasıl düşündüklerini, doğru ve yanlışı nasıl kavramlaştırdıklarını, nasıl çalışıp eğlendiklerini içerir.

    Bir kişinin yaşam öyküsünü öğrenirken şu ilkeler bize rehberlik eder:

    • Doğuştan geleni (nature) ve yetişme koşullarını/yetiştirmeye bağlı olanı (nurture) dahil edin
    • İlişkiler (relationships) esastır (key)
    • Toplum ve kültür gelişimi (development) etkiler
    • Travma (trauma) kritiktir
    • Kronoloji konuyla ilgilidir (relevant)
    • Gelişim yaşam boyudur

    Hastalarımızın yaşanmış deneyimlerine ilişkin anlayışımız, birlikte yaptığımız çalışmalar boyunca derinleşir.

    Yaşam öyküsünü öğrenmek

    Bir kişinin ana problemlerini ve örüntülerini tanımladıktan sonra, psikodinamik bir formülasyon oluşturmadaki bir sonraki adımımız, bu problemlerin ve kalıpların ne zaman gelişmiş olabileceğini düşünmektir. Bunu, kişinin yaşamının her aşamasında başına neler geldiğine dair bir fikir edinmek için yaşam öyküsünü gözden geçirerek (reviewing their life story) yapıyoruz. Bu inceleme diğer türdeki öykülerin alınmasından farklıdır. Örneğin, mevcut hastalığın geçmişini (history of present illness) incelediğimizde, kişinin en acil sorunlarının (problem) yakın geçmişine odaklanırız ve önceki psikiyatrik geçmişi (past psychiatric history) gözden geçirdiğimizde ise kişinin yaşam boyu psikiyatrik belirti ve bozukluklarının geçmişini gözden geçirmiş oluyoruz. Aksine, Tam tersine bir hayat hikayesi insanı şekillendirmeye yardımcı olan her şeye odaklanır -yani baskın işleyiş örüntülerine.

    Yaşam öyküsünü öğrenmek için yol gösterici ilkeler

    Bir yaşam öyküsünü dinlediğimizde aşağıdaki ilkeler bize rehberlik eder.

    Doğayı ve yetiştirmeyi dahil edin

    1. Kısım’da incelediğimiz gibi, insanlar hem dünyaya getirdikleri şeylerle -donanımlarıyla (endowment)- hem de çevreleriyle olan etkileşimleriyle şekillenirler. Bazen psikodinamiği düşünürken sadece bireyin başkalarıyla olan ilişkilerinin etkisini düşünürüz. Bu bir hata. Eski bir espri, psikanalistlerin ikinci çocuklarını doğurana kadar genetiğin gelişimdeki rolünü dikkate almadıklarını söylüyor. Bu, iki kardeşin aynı ebeveynlerle etkileşimde bulunabileceği farklı yollardan bahsediyor -muhtemelen benzersiz yetenekleri nedeniyle. Bu nedenle, bir yaşam öyküsünü öğrenirken, bazen mizaç (temperament) olarak da adlandırılan kişinin doğuştan gelen donanımının, onun gelişimini nasıl etkilediğini anlamamıza yardımcı olacak sorular sormalıyız (bkz. Bölüm 12).

    İlişkiler anahtardır

    Donanımın ötesinde, büyük ölçüde başkalarıyla olan ilişkilerimiz ve etkileşimlerimiz tarafından şekilleniriz. 7. Bölüm’de tartıştığımız gibi, hayatımız boyunca türlü türlü insanla -aile üyeleri, arkadaşlar, meslektaşlar ve tanıdıklar- ilişkilerimiz olur ve bu ilişkilerin her biri farklıdır. Özellikle hayatımızın erken dönemlerinde düşünme, hissetme ve davranma şeklimiz büyük ölçüde başkalarına nasıl tepki verdiğimize ve onların bize nasıl tepki verdiğine bağlıdır. Bu etki ilk yıllarımızda çok güçlü olsa da yaşamımız boyunca devam eder ve dolayısıyla daha sonraki ilişkilerimiz de kalıplarımızı derinden etkileyebilir. Birinin ilişkilerini öğrenmek, kilit oyuncuların isimlerini bulmaktan daha fazlası anlamına gelir; bu, hastanın hayatındaki söz konu insanların -hem yaşam öyküsündeki hem de şu andaki- nasıl kişiler olduklarını öğrenmek ve hastayla ilişkilerinin doğasını gerçekten anlamaya çalışmak anlamına gelir.

    Toplum ve kültür gelişimi etkiler

    Her insan, kendisine sunulan fırsatları, gelişim sürecindeki deneyimleri ve nihayetinde kendilerini, sorunlarını ve çevrelerindeki dünyayı anlamlandırma biçimlerini şekillendiren sosyokültürel bir ortamda bulunur. Bir bireyin mevcut zorluklarını anlamak, onların deneyimlerini şekillendiren daha geniş sosyokültürel bağlam hakkında biraz bilgi sahibi olmayı gerektirir. Örneğin, 11 Eylül’den sonra çoğunluğu Beyaz ve Hıristiyan olan bir banliyöde yaşayan Müslüman-Amerikalı bir çocuk İslamofobiyle ne yapacak? Kendi mahallesinde inancının ve kimliğinin değersizleştirildiğini deneyimliyorsa, bu onun akranlarıyla olan etkileşimlerini ve benlik duygusunu nasıl etkiler ve şekillendirir?

    Ekoloji (ecology) alanı, bir bitkinin veya hayvanın boşlukta var olmadığını anlamamıza yardımcı oldu; onu anlamak için, onu çevresi ve çevresinde bulunan organizmalar bağlamında incelememiz gerekir. İnsan ekolojisi (human ecology) alanı da insanlar hakkında düşünmeye benzer bir yaklaşımı benimser ve insanları yaşamları boyunca etkileyen ve yönlendiren birçok insan ortamının olduğunu öne sürer (Bronfenbrenner, 1977). Ekolojik sistemler modeli (ecological systems model) bunları yakın çevre (immediate environment), topluluk çevresi (community environment) ve daha geniş toplum (broader society) olarak kavramsallaştırır.

    Yakın çevre (mikrosistem) (the immediate environment (microsystem)), kişinin birincil bakımverenlerini ve yakın akrabalarını içerir. Yakın çevreden gelen katkılara örnekler şunlardır:

    • Birincil bakımverene güvenli bir bağlanma
    • Erken yaşta ebeveyn kaybı
    • Birincil bakıcımverenin elinden yaşanan travma veya istismar
    • Birincil bakımverenin yeterince iyi ebeveynlik yapması

    Topluluk çevresi (mezosistem), okullar, dini kuruluşlar veya mahalleler gibi kişinin ait olduğu grupları içerir. Topluluk çevresinden gelen katkı örnekleri şunları içerir:

    • İlgili bir öğretmenin mentörlüğü
    • Bir mahalleye ait olma hissi
    • Bir topluluğun göçmen bir aileye yönelik düşmanlığı
    • Yerel bir dini topluluğun desteği

    Daha geniş toplum (makrosistem), yasaların, kamu politikalarının, ekonomik yapıların ve geniş kültürel değerlerin etkisini içerir. Daha geniş toplumdan (makrosistem) gelen katkı örnekleri şunları içerir:

    • Bir azınlık grubuna ait olmanın getirdiği kronik stres
    • Kronik bedensel zarar korkusu
    • Jim Crow yasalarına göre yaşayan bir Siyahi olmanın ömür boyu dezavantajı
    • Bir çoğunluk grubundan gelen başarı beklentileri

    Tüm bu ortamlar bireyin bilinçli ve bilinçdışı gelişimini etkiler. Yakın çevre, topluluk ve daha geniş çevrelerin hepsi tüm hastaların psikodinamik formülasyonlarını oluştururken dikkate alınmalıdır -sadece sosyal hiyerarşiler nedeniyle dezavantajlı durumda olanlar değil. Toplum genel olarak herkesin örtülü zihinsel süreçlerini güçlü bir şekilde etkiler. Ekolojik sistem modelini 20. Bölüm’de tekrar ele alacağız ve bu modelin yaşam öykülerini problemlere ve örüntülere bağlamamıza nasıl yardımcı olduğuna odaklanacağız.

    Travma kritik

    Genel nüfusla karşılaştırıldığında, ruh sağlığı uzmanlarına başvuran hastalarda fiziksel/cinsel istismar ve ihmal gibi erken yaşamda olumsuz olaylara yakalanma oranı daha yüksektir (Floen ve Elklit, 2007). Bu olaylar insanları yetişkinlikte depresyon, anksiyete, madde kullanım bozukluğu, yeme bozuklukları ve borderline kişilik gibi zorluklara yatkın hale getirebilir (Clemmons ve diğerleri, 2007; Cohen ve diğerleri, 2001; Edwards ve diğerleri, 2003; Green ve diğerleri, 2010; Kessler ve diğerleri, 1997; Lansford ve diğerleri, 2002; Van der Kolk ve diğerleri, 1994). Bu nedenle travmanın gelişim üzerinde büyük etkisi olabilir. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı hastalarla konuştuğumuzda bazen travma öyküsünü sormaktan çekiniriz. Hastalarımızın katlandığı korkunç şeyleri duymak son derece üzücü ve bunaltıcı olabilir. Soru sorarak onları üzmekten veya yeniden travmatize etmekten korkuyor olabiliriz ve bazen nasıl yanıt vereceğimizi bilemeyiz. Bununla birlikte, yalnızca travmanın gelişimin herhangi bir noktasında meydana gelip gelmediğini sormak değil, aynı zamanda bu travmanın o kişi için anlamını anlamaya çalışmak da önemlidir. Bu bilgiyi elde etmek için sorabileceğimiz soru türlerine örnekler aşağıda verilmiştir:

    Başınıza gelenlerin bana anlatır mısınız?

    Bu olay yaşanırken ne hissettiniz?

    O dönemde olup biteni nasıl anlamaya çalıştınız? Şimdi nasıl anladınız?

    Bu olay gerçekleştiğinde ya da sonrasında herhangi biriyle bu konu hakkında konuştunuz mu?

    Bu deneyimin (travmanın) üzerinizde kalıcı etkileri olduğunu düşünüyor musunuz? Eğer öyleyse, bunlar nelerdir?

    Bu deneyimin bugün kim olduğunuzu şekillendirdiğini düşünüyor musunuz? Öyleyse nasıl?

    Deneyim, diğer insanlar hakkındaki düşüncelerinizi ve genel olarak hayat hakkındaki düşüncelerinizi şekillendirdi mi?

    Hastalarımızın travma geçmişlerini dinlerken, olan bitene ilişkin bizim hislerimiz ile onların hisleri arasında ayrım yaparken dikkatli olmalıyız. Bir travma hikayesine “Aman Tanrım!” diye bağırarak verilen tepkiler, kendi duygularından kopmuş birini alarma geçirebilir. Öte yandan, “Bu zor olmuş olmalı” gibi nazikçe empatik değerlendirmelerde bulunmak, hastanın sizin onu dinlediğinizi ve anlamaya çalıştığınızı fark etmesine yardımcı olabilir.

    Kronoloji önemlidir

    Gelişimde, olayların ne zaman gerçekleştiği genellikle ne olduğu kadar önemlidir. Aynı olay yaşamın erken dönemlerinde meydana gelmişse, daha sonra meydana gelmiş olandan çok farklı bir etkiye sahip olabilir. Genel olarak, erken dönemdeki rahatsızlıkların daha sonra ortaya çıkanlara göre yaygın sorunlara neden olma olasılığı daha yüksektir. Örneğin, 1 yaşında birincil bakımverenden birkaç ay süreyle ayrılmak, 7 yaşında aynı uzunlukta bir ayrılığa göre muhtemelen daha fazla kapsamlı zorluklara neden olacaktır. Bir kişinin işleyişinin birçok yönünü etkiliyorsa, bir sorunun kapsamlı (global) olduğunu söyleriz ve daha az işlevi etkiliyorsa sınırlı (circumscribed) diyoruz. Örneğin bir kişi herhangi bir yakın ilişki kuramıyorsa, yaşadığı zorluk, çok sayıda yakın arkadaşı olan ancak yakın bir romantik ilişki kuramayan bir kişininkinden daha kapsamlıdır.

    Kişinin sorunlarını ve örüntülerini anladığınızda, sorunlarının ne kadar kapsamlı olduğu hakkında da fikir sahibi olursunuz. Bu onların yaşam öykülerini keşfederken size rehberlik edebilir. Olayların zamanlaması çok önemli olduğu için yaşam öykülerini kronolojik olarak kavramsallaştırmanızı öneririz. Gelişimin aşamalarını 12-17. Bölümlerde kronolojik olarak tartışacağız.

    Gelişim yaşam boyudur

    Birçok insan için “gelişim öyküsü almak”, erken çocukluk döneminin dönüm noktalarının tarihini öğrenmek anlamına gelir. Bu kilometre taşları açıkça konuyla ilgili olsa da, gelişimin yaşam boyunca devam ettiğini hatırlamak önemlidir ve dolayısıyla tam yaşam öyküsü, doğum öncesinden kişinin tüm yaşanmış deneyimine kadar her şeyi içermelidir. İnsanlar yetişkinlik yıllarında birçok yönden büyür ve değişirler. Başarıları, kayıpları, travmaları, ayrımcılıkları, dezavantajları, hastalıkları, sonraki ilişkileri ve psikoterapötik deneyimleri vardır -bunların hepsi onların düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini etkiler.

    Gelişen/dönüşen geçmiş/tarih

    Bir hastayla ilk tanıştığımızda, doğum öncesi maruz kalmalar, gelişimsel dönüm noktaları, birincil bakıcılarla ilişkiler, büyük travmalar, yaşamın ilerleyen dönemlerindeki ilişki kalıpları, kaynaklara erişim ve hastanın eğitim ve çalışma geçmişi hakkında temel bilgiler dahil olmak üzere, yaşam öyküsünün ana yönleri hakkında bir fikir edinmeye çalışırız. Bu, hastaya yönelik tedaviye rehberlik edecek bir başlangıç formülasyonu oluşturmamıza yardımcı olur. Ancak başlangıçta onlar hakkında her şeyi öğrenemeyiz. Her şeyi öğrenmek sadece çok uzun zaman almakla kalmıyor, aynı zamanda tedavi ilerledikçe hastalar yavaş yavaş hayat hikayelerinin yeni yönlerini ortaya çıkarıyor. Sonuç olarak, hastalarla ilk görüşmelerimizde gelişimin her yönünü sormamıza gerek yok VE birlikte çalışmamız boyunca bir hastanın yaşam öyküsüne ilişkin anlayışımızı geliştirmeye devam etmeyi hatırlamamız gerekiyor.

    Yaşam öyküsü ne kadar kapsamlı olmalı?

    12-17. Bölümler, genetikten yaşlanmayla ilgili konulara kadar yaşam öyküsüne kadar dair ayrıntılı bilgilerle doludur. Şunların hepsini yaşam öyküsüne dahil ettik:

    • hastalarımız hakkında öğrenebileceğimiz bilgilerin kapsamı hakkında size fikir vermek
    • çünkü ruh sağlığı profesyonelleri eğitimleri sırasında gelişim hakkında farklı şeyler öğrenirler
    • size bu materyalin bir incelemesini sunmak için
    • bilinçli ve bilinçdışı düşünce ve duyguların gelişimini etkileyen yaşam öyküsünün yönlerini vurgulamak

    Ancak burada o kadar çok bilgi var ki, her hasta hakkında hepsini öğrenmemiz mümkün değil. Psikofarmakolojik tedaviler ve akut bakım ortamları gibi bazı klinik durumlarda (Beşinci Kısma bakınız), bu bilgilerin herhangi birini almak için çok az zamanımız olabilir. İster bireysel öğrenci ister eğitimci olun, lütfen bu bölümleri referans olarak kullanın. Okurken her yaşam evresinin önemli noktalarını vurgulamaya çalışın. Daha sonra zor bir dönem duyduğunuzda daha fazla ayrıntı kazanmanıza yardımcı olması için ilgili bölüme tekrar başvurabilirsiniz. Üçüncü Bölümün sonundaki “Bir araya getirmek” örneği, bir klinisyenin hastayı daha ayrıntılı olarak tanıdıktan sonra yazabileceği yaşam öyküsü türünü göstermektedir. Öte yandan Dördüncü ve Beşinci Kısımlarda pek çok kısa hayat hikayesi bulacaksınız. Belirli bir klinik durumda yaptığımız yaşam öyküsü incelemesinin türü, hastayla geçirdiğimiz zamanın yanı sıra tedavinin hedeflerine de bağlıdır. Klinik durumdan bağımsız olarak, psikodinamik olarak formüle etmek için kişinin yaşam yolculuğuna dair bir miktar fikir sahibi olmamız gerekir.

    Şimdi 12. Bölüme ve yaşam öyküsünün başlangıcına geçelim.

    Referanslar
    1. Bronfenbrenner, U. (1977). Toward an experimental ecology of human development. American Psychologist, 32(7), 513–531. https://doi.org/10.1037/0003-066x.32.7.513
    2. Clemmons, J. C., Walsh, K., DiLillo, D., et al. (2007). Unique and combined contributions of multiple child abuse types and abuse severity to adult trauma symptomatology. Child Maltreatment, 12(2), 172–181.
    3. Cohen, P., Brown, J., & Smaile, E. (2001). Child abuse and neglect and the development of mental disorders in the general population. Development and Psychopathology, 13(4), 981–999.
    4. Edwards, V. J., Holden, G. W., Felitti, V. J., et al. (2003). Relationship between multiple forms of childhood maltreatment and adult mental health in community respondents: Results from the adverse childhood experiences study. American Journal of Psychiatry, 160(8), 1453–1460.
    5. Floen, S. K., & Elklit, A. (2007). Psychiatric diagnoses, trauma, and suicidiality. Annals of General Psychiatry, 6(1)). https://doi.org/10.1186/1744-859x-6-12
    6. Green, J. G., McLaughlin, K. A., Berglund, P. A., et al. (2010). Childhood adversities and adult psychopathology in the National Comorbidity Survey Replication (NCS-R) I:Associations with first onset of DSM-IV
      disorders. Archives of General Psychiatry, 67(2), 113–125.
    7. Kessler, R. C., Davis, C. G., & Kendler, K. S. (1997). Childhood adversity and adult psychiatric disorder in the US National Comorbidity Survey. Psychological Medicine, 27(5), 1101–1119.
    8. Lansford, J. E., Dodge, K. A., Pettit, G. S., et al. (2002). A 12-year
      prospective study of the long-term effects of early child physical maltreatment on psychological, behavioral, and academic problems in adolescence. Archives of Pediatric Adolescent Medicine, 156(8), 824–830.
    9. Van der Kolk, B. A., Hostetler, A., Herron, N., et al. (1994). Trauma and the development of borderline personality disorder. Psychiatric Clinics of North America, 17(4), 715–730.

    Bir Araya Getirmek – Bir Yaşam Öyküsünü İNCELEME

    Artık bir yaşam öyküsünü İNCELEME’ye hazırız. Bunu Nia için nasıl yapabileceğimize bir göz atalım:

    Sunum

    Nia, kendisini heteroseksüel ve Katolik olarak tanımlayan, yoğun bakım hemşiresi olarak çalışan, 25 yaşında bekar, Afro-Amerikan ‘cisgender’ bir kadındır. Giderek artan depresyon, kaygı ve “bazen keşke sadece uyuyabilseydim ve öylece uykuda kalabilseydim” gibi düşünceler gösteriyor; bunların hepsi ergenliğinden beri yaşamadığı belirtiler. Ölmek istemediğini söylüyor. Nia, üç ay önce annesinin daha sık aramaya başlayıp Nia’ya zihinsel ve fiziksel engelli babasına bakması için yalvarmasıyla başlayan “bir kara deliğe kaymayı” tarif ediyor. Nia 1-2 seneliğine yoğun bakım hemşireliğini bırakıp tüm hayatı boyunca hayalini kurduğu gibi gelişmekte olan bir ülkeye gidip orada çalışmayı planlıyordu, fakat şu anda kendisini burada kalıp ailesine destek olmak zorunda hissediyor. Gitgide artan bir şekilde gergin, yorgun, asabi hissediyor ama uyku ve iştah konularında zorluk yaşamıyor.

    Yaşam öyküsü

    Genetik ve prenatal gelişim

    Nia, güneydeki bir eyalette ağırlıklı olarak Afrika kökenli Amerikalıların yaşadığı bir mahallede, başlangıçta evli olmayan bir anne babanın tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Annesinin hamileliği veya doğumuyla ilgili herhangi bir sorun olup olmadığını bilmiyor, ancak Nia’nın doğumundan sonra depresyon ve alkol bağımlılığı nedeniyle hastaneye kaldırıldığı için annesinin hamilelik sırasında içki içtiğini tahmin ediyor. Aynı zamanda anne tarafından birçok akrabada depresyon öyküsü var. Nia’nın babası, çocukluğu boyunca öfke kontrol sorunları nedeniyle sinirlilik geliştirmiş ancak 12 yıl önce kendisine Parkinson hastalığı teşhisi konulana kadar hiçbir zaman psikiyatrik tedaviye başvurmamıştı. Şu anda bilişsel açıdan engelli ve anti-Parkinson ilaçlarını kullanırken kronik olarak psikotik durumda.

    Erken dönem (doğum-3 yaş)

    Doğumdan kısa süre sonra Nia bakımı için anneannesine bırakıldı. Nia bunun annesinin hastaneye kaldırılmış olmasından dolayı olduğunu tahmin ediyor fakat neden bu sırada kendisiyle babasının ilgilenmediği konusunda emin değil. Büyükannesi ona sağlıklı, rahat, “kolay” bir bebek olduğunu, neredeyse hiç ağlamadığını ve genellikle diğer çocuklara yavaş ısındığını söyledi. Nia’nın büyükannesiyle geçirdiği erken çocukluk dönemine dair oldukça sevgi dolu anıları var ama bu yıllarda anne ve babasıyla ilgili çok az anısı var; büyükannesi ona tekrar bakabilmek için para biriktirmek için çok çalıştıklarını söylemişti.

    Orta çocukluk (3-6 yaş)

    Nia dört yaşındayken anne babası evlendi ve üçü birlikte babasının özel bir soruşturma şirketine katıldığı komşu kasabaya taşındı. Babası iyi bir geçim sağlıyordu ve ailesi rahat bir orta sınıf hayatı yaşıyordu. Ancak babası daha çabuk sinirlenen ve sert bir şekilde eleştiren, kapıları çarpan biri haline geldi, sık sık Nia’nın önünde annesine bağırdı, ona vurdu ve ara sıra Nia’yı kemerle tehdit etti. Nia çocukken babasından korktuğunu ve anne babası tartışırken dolaba saklandığını hatırlıyor. Annesini özellikle içki içtiği zamanlarda sinirli ve depresif biri olarak anımsıyor. Bir keresinde sarhoş olduğunda Nia’nın annesi ona “istenmeyen bir hamilelik” olduğunu ve Katolik olmasaydı kürtaj yaptıracağını söylemişti. Bu, Nia’ya ebeveynlerinin mutsuz ilişkisinin sebebinin kendisi olduğunu hissettirdi. Bu yıllara dair sahip olduğu tek güzel anılar ara sıra büyükannesiyle geçirdiği hafta sonları ve tatillerdi.

    Geç çocukluk (6-12 yaş)

    Nia’nın ebeveynleri onu anaokulundan itibaren tamamı kızlardan oluşan bir Katolik kilise okuluna yerleştirdi. Okuldaki öğrencilerin çoğu Afro-Amerikandı. Okulu çok sevdiğini ve okulun “hayatını kurtardığını” söylüyor. Utangaç ve terbiyeli olduğunu, rahibeler ve rahiplerle yakın ilişkileri olduğunu hatırlıyor. Çok az arkadaşı olmasına rağmen okuldan sonra çoğu gün evine gittiği yakın bir arkadaşı vardı. Nia, ortaokuldayken rahibelerden birinin ısrarı üzerine konfirmasyon derslerine başladı ve büyükannesiyle birlikte yaptığı gibi her Pazar ayinine tek başına gitmeye başladı. Babası ve annesi bu işe katılamayacak kadar meşgul olduklarını söyleyince, arkadaşının ailesi ona vaftiz ebeveyni olmayı teklif etti.

    Ergenlik (13-19 yaş)

    14 yaşındayken, Nia’nın ebeveynleri artık kilise okuluna paralarının yetmeyeceğini söyledi ve onu, Afro-Amerikan öğrencilerin azınlıkta olduğu büyük, karma bir devlet lisesine yerleştirdi. Eski okulundaki arkadaşlarını ve rahibeleri özlemişti ve Beyaz sınıf arkadaşları onun kıyafetleri ve saç stili hakkında yorum yapmaya başladıklarında ve ona kendilerinden daha az zekiymiş gibi davrandıklarında şaşırmıştı. Bu, önceki okulunda ve mahallesinde büyük ölçüde korunduğu açık ırkçılığa ilk maruz kalışıydı. Notları düştü ve intihar düşünceleri vardı. Kendini aç bırakmayı denedi ve bu şekilde 7 kilo verdi, fakat kimse fark etmediği için bunu yapmayı bıraktı. 10. sınıftayken bir antrenör onu basketbol takımına katılmaya teşvik etti ve kendisinin “yabancı gibi hissetmekten yıldız oyuncu gibi hissetmeye” geçtiğini söyledi. Kendini daha iyi hissetmeye başladı ve daha sağlıklı beslenmek için çaba gösterdi çünkü “takıma karşı bir sorumluluğu” olduğunu düşünüyordu. Annesi sporun “kadınsı olmadığını” söylese de sporu seviyordu. Partilere gitmekten kaçındı, kendini okul çalışmalarına ve atletizme verdi ve her ikisinde de başarılı oldu. Nia, 11. ve 12. sınıflar arasındaki yaz aylarında yerel bir hastanede gönüllü olarak çalıştı ve sonunda yardım mesleklerinde kariyer yapacağını fark etti. Geriye dönüp bakınca, babasının yeni ortaya çıkan Parkinson hastalığının kararını etkilemiş olabileceğini düşünüyor: “O ne kadar engelli olursa, ben de o kadar az öfkelendim. Korkutucu bir durumdan muhtaç ve acınası bir duruma dönüştü. Ayrıca annemin ona eziyet etmekten ne kadar keyif aldığını görmekten nefret ediyordum ve babamı korumam gerektiğini hissediyordum.

    Erken yetişkinlik (18-23 yaş)

    Üniversiteye başvurma zamanı geldiğinde Nia’nın annesi babasının sağlık sorunları ve maddi kaygılarla meşguldü. Ona, eğer üniversiteye gitmek isterse okul ücretini kendisinin karşılaması gerektiğini söyledi. Güçlü bir Siyah kadın olarak güçlü kimliğini pekiştirerek, kendisine tam burs sunan ve tarih boyunca Siyahların gittiği bir üniversiteye gitmeyi seçti. Kendini “yeniden evinde” hissetti ve okul çalışmalarına ve spora adadı. Bir kız öğrenci yurduna girmesine rağmen hafta sonu partilerine gitmeye çekiniyordu ve flört deneyimleri sınırlıydı. “Hayır’ı cevap olarak kabul etmeyen” erkeklerle çok sayıda kısa süreli ilişkisi oldu ama bunların hiçbiri bir yıldan fazla sürmedi. Nia başlangıçta tıp öncesi eğitimi görüyordu ancak babasının bakımına yardımcı olmak için eve sık sık gittiğinden dolayı “organik kimya ve fizik konusunda uzmanlaşmaya hiç zamanı olmadı” ve sonunda hemşireliğe geçti.

    Geç yetişkinlik (23 yaş- günümüz)

    Nia, çalışmaya başladıktan sonra “ölüm kalım anlarının zorluğu” nedeniyle yoğun bakım hemşireliğine yöneldi. Ayrıca ek olarak aldığı eğitimin, ağırlıklı olarak Beyazların bulunduğu eğitim hastanesindeki statüsünü korumasına yardımcı olduğunu hissetti. Hızla terfi aldı, tıp merkezinde liderlik ve öğretmenlik pozisyonları üstlendi; maaş artışları sayesinde ebeveynlerinin mali yüklerini ve sağlık faturalarını daha fazla üstlenebildi. Son birkaç yılda arkadaşlarından uzaklaştı, gelişigüzel flörtler yaşadı ve işine, ailesine ve kedisine odaklandı.

    Önerilen aktivite

    Bireysel veya sınıf ortamında yapılabilir

    Şimdi, TANIMLAMA’dan sonra yaptığınız gibi bir danışanınızın yaşam öyküsünü İNCELEME’ye çalışın. Daha önce belirttiğimiz gibi, öğrenciler diğer arkadaşlarının incelemelerini okumaktan fayda göreceklerdir. Bu örnekte olduğu gibi her gelişim evresi için başlıklar kullanmayı deneyin: prenatal, erken yıllar, orta çocukluk, geç çocukluk, ergenlik, erken erişkinlik ve erişkinlik. Danışanınızın yaşam öyküsünü anladığınızı düşünseniz bile bunu sistematik bir şekilde incelemek konusunda kendinizi denemek, danışanınız hakkında daha fazla şey öğrenmenize ve sormak istediğiniz soruları belirleyebilmenize yardımcı olabilir.

    Giriş

    Anahtar Kavramlar

    İş birliği içinde bir psikodinamik formülasyon oluşturmanın son adımı, bir kişinin gelişimi hakkında hipotezler oluşturmak için sorunları ve örüntüleri yaşam öyküsüne BAĞLAMAKTIR.

    BAĞLAMA’da, hastanın ana zorluklarına ve yaşam öyküsündeki kilit noktalara odaklanmak için TANIMLADIĞIMIZ ve İNCELEDİĞİMİZ şeylere odaklanıyoruz. Daha sonra bunları, gelişimle ilgili aşağıdaki organize edici fikirleri kullanarak birbirine bağlarız:

    Psikodinamik formülasyonlar oluşturduğumuzda dilimiz, kurduğumuz bağlantıların gerçekler değil, hipotezler olduğunu belirtmelidir.

    BAĞLAMA şeklimiz tedaviye rehberlik eder.

    Kitabın bu kısmına kadar problemleri ve örüntüleri nasıl tanımlayacağınızı ve danışanın tüm yaşam öyküsünü nasıl inceleyeceğinizi öğrendiniz. Artık kişinin en önemli alanlarına ve zorluk dönemlerine odaklanmak için tanımladığımız ve gözden geçirdiğimiz şeylere odaklanabilir ve bunları bir kişinin gelişimi hakkında hipotezler oluşturmak için bağlayabiliriz.

    Gelişim ile ilgili organize edici fikirleri kullanarak BAĞLAMA

    Bu hipotezleri oluşturmak için kişinin büyük zorlantılarını yaşam öyküsündeki kilit noktalara bağlamamız gerekir. Bu çok önemli bir adımdır; nedensellik hakkında hipotezler oluşturarak danışanın geçmişini bir formülasyona dönüştürdüğümüz noktadır. Bu önemli adım için gelişim ile ilgili organize edici fikirlere güveniyoruz. Bu organize edici fikirler, yaşam boyunca olup bitenlerin danışanlarımızda gördüğümüz sorunlara ve örüntülere nasıl yol açabileceğini kavramsallaştırmanın yollarıdır. Bunlar aşağıdaki gibi soruları yanıtlamamız yardımcı olurlar:

    • Erken travma duygu düzenlemesi sorunlarına nasıl yol açabilir?
    • Çocukluk çağındaki depresyon, benlik saygısı yönetimiyle ilgili sorunlara nasıl yol açabilir?
    • Annenin yokluğu yetişkinlikte kişilerarası sorunlara nasıl yol açabilir?
    • Dışlanmış bir grupta olmak nasıl benlik saygısı sorunlarına yol açabilir?
    • Uyumlu bir anneye sahip olmak, birinin üniversitede ayrılıkla başa çıkmasına nasıl yardımcı olabilir?
    • Bir ebeveynle aşırı yakın ilişki nasıl cinsel engellemelere yol açabilir?

    Çok sayıda gelişimsel fikir, bir kişinin yaşam öyküsünü onun düşünme, hissetme ve davranış örüntüleriyle ilişkilendirmemize yardımcı olabilir. Her fikir, bir kişinin yaşadığı deneyimin (genetik ve çevre dahil) yetişkinlerde gördüğümüz sorunlara ve örüntülere nasıl yol açabileceğini açıklamanın farklı bir yolunu sunar. Sorunları ve örüntüleri öyküye etkisini düşünerek bağlayabiliriz:

    • Travma
    • Erken bilişsel ve duygusal zorlantılar
    • Kültür ve toplum
    • Çatışma ve savunma
    • Başkalarıyla ilişkiler
    • Benlik gelişimi
    • Erken bağlanma modelleri

    BAĞLANTI kurduğumuzda, bu organize edici fikirler arasında gezinir ve danışanın örüntüleri ile yaşam öyküsü arasında yararlı bağlantılar kurmamıza yardımcı olacak olanları seçeriz. Tek bir formülasyon için birden fazla fikir kullanabildiğimiz gibi, farklı fikirleri de farklı formülasyonlarda kullanabiliriz. 4. kısımdaki her bölüm, gelişimle ilgili bu organize edici fikirlerden birini sunar, böylece formülasyonlarınızı oluştururken arasından seçim yapabileceğiniz bir fikir kütüphanesine sahip olmaya başlayabilirsiniz.

    Pek çok organize edici fikir var, nasıl seçeceğiz?

    Gelişimle ilgili birçok fikir olduğu gibi, danışanın örüntülerini yaşam öyküsüne bağlamanın da birçok yolu vardır. Klinisyenin bunu psikodinamik formülasyonda yapma şekli, danışanın öyküsünü anlatma şekli ve klinik durumun ihtiyaçları dahil olmak üzere birçok değişkene bağlıdır. Bazı klinik durumlar, gelişime ilişkin belirli organize edici fikirler kullanılarak iyi bir şekilde açıklanabilir ve 4. kısmın her bir bölümünde bu tür durumları örneklerle özetliyoruz. Örneğin, duygu düzenlemede güçlük çeken iki kişiyi düşünün; biri istismarcı, diğeri ise erken dönem bipolar bozukluğu olan bir ebeveyne sahip. Zorluklarının benzerliğine rağmen psikodinamik formülasyonları gelişime ilişkin iki farklı düşünceyi gerektirebilir. Tercih edilen (popüler) bir fikir seçip başlamak yerine, TANIMLAMA ve İNCELEME’deki bilgilerle yola çıkmak ve ardından gelişimle ilgili fikirleri seçmek genellikle mantıklıdır. Gelişim ile ilgili bir fikre uygun olan bir şey bulmak için “öyküyü aramaktan” kaçınmaya çalışın; bu, formülasyonu çarpıtabilir ve 4. bölümde tartıştığımız gibi ön yargıya yol açabilir.

    Psikodinamik bir formülasyon yazmak

    Tüm psikodinamik formülasyonlar yazılı olmasa da TANIMLAMA, İNCELEME ve BAĞLANTI KURMA’yı öğrenirken bazı kronolojik hikayeler yazmaya çalışmanızı öneririz. Yazarken kişinin yaşamı boyunca meydana gelen olayların kişinin gelişimini nasıl etkilemiş olabileceğinin düşünün; örneğin, ilk yıllardan itibaren benlik saygısı ile ilgili sorunların ergenlikteki kimlik pekiştirmesini nasıl etkilemiş olabileceğini, birincil ikili ilişki sırasında güvenin pekiştirilmesinin daha sonraki bir travmaya nasıl yardımcı olabileceğini veya orta çocukluktan itibaren rekabetle ilgili sorunların kişinin erken erişkinlikte kariyer gelişimini nasıl etkilemiş olabileceğini düşünün. Odak noktalarınızı özetleyen bir özet ile başlayın, ardından kişinin her yaşam evresinde nasıl geliştiğine dair yorum yapmaya çalışın. 4. kısmın sonunda, iki terapistin tam psikodinamik formülasyonları nasıl “bir araya getireceğini” tartışırken dinleyebilir ve ardından hikayeleri okuyabilirsiniz.

    “Marco’nun benlik saygısı sorunları hem kronik duygudurum bozukluğundan hem de babası tarafından kabul edilmemesinden kaynaklanıyordu.”

    cümlesi şu cümleden oldukça farklıdır:

    “Marco’nun hem yaşam boyu süren bir moral bozukluğu geçmişine hem de babasının sürekli olarak kendisini aynalamada eksik kalmasına ilişkin raporu, bunların benlik saygısını sürdürme ve yönetmede yaşadığı zorlukların gelişmesine katkıda bulunmuş olabileceği izlenimini uyandırıyor.”

    İkinci ifade, Marco’nun benlik saygıyla ilgili yaşadığı zorluklar ile geçmişinin unsurları arasındaki bağlantıların kanıtlanmış gerçekler değil, hipotezler olduğunu açıklığa kavuşturuyor.

    Zaman içinde gelişime ilişkin fikirleri kullanma

    Formüle etme konusunda rahatlık kazandıkça, gelişimle ilgili farklı fikirleri her zaman bilinçli olarak düşünüp uygulamayacaksınız. Otomatik olarak danışanlar hakkında düşünme şeklinizin bir parçası haline gelecekler. Bununla birlikte, formüle etmeyi öğrenirken, bireyin gelişimi hakkında hipotezler oluşturmada hangilerinin size en iyi şekilde yardımcı olabileceğine karar vermek için her danışanla birlikte tüm bu organize edici fikirleri dikkatlice değerlendirmenizi öneririz.

    Bağlama tedaviye yön verir

    Yetişkin danışanlarımızın sorunlarını ve örüntülerini yaşam öykülerine bağlama şeklimiz tedavimize yön veriyor. Sorunları erken travmaya bağlarsak hastalarımızın travmatik deneyimlerini anlamalarına ve bozulan gelişimlerini onarmalarına yardımcı olmalıyız. Sorunları bilinçdışı çatışmalara ve savunmalara bağlarsak, hastalarımızın stresle başa çıkmanın daha faydalı yollarını geliştirmelerine yardımcı olmalıyız. Sorunları kültürün ve toplumun etkilerine bağlarsak, hastalarımızın toplumun kendileri hakkındaki olumsuz görüşlerini nasıl içselleştirdiklerini ve bunları kendilerinden nasıl ayırabileceklerini anlamalarına yardımcı olmalıyız. Sorunları başkalarıyla olan ilişkilere bağlarsak hastalarımızın yeni ilişki şablonları geliştirmelerine yardımcı olmalıyız. Formülasyonlarımız tedavi hedeflerimize, danışanlarımızı dinleme şeklimize ve müdahalelerimizi seçme şeklimize rehberlik eder (bkz. Bölüm 3). Genel olarak danışanlarımıza şu şekilde yardımcı olabiliriz:

    • Gelişimlerinin veya işlevlerinin sorunlu bir yönünün farkına varmalarını sağlamak
    • Daha tatmin edici yeni işleyiş yolları geliştirmelerine yardımcı olmak.

    4. kısımdaki bölümlerin her birinde her ikisini de nasıl başaracağımızı tartışıyoruz.

    Kısmın devamında

    4. kısmın her bölümünde gelişime ilişkin bir organize edici fikir göstereceğiz. Özet olarak:

    • Organize edici fikrin temelleri
    • Organize edici fikrin özellikle faydalı olduğu klinik durumlar
    • Fikrin kullanıldığı örnek bir formülasyon
    • Söz konusu fikre bağlanmanın tedaviyi yönlendirme yolları

    Bu bölümlerdeki örnek formülasyonlarımızın daha önce üzerinde durulmuş olan AÇIKLAMA ve İNCELEME bölümlerini sunduğunu ve bu nedenle yalnızca büyük zorlantıları ve temel gelişim noktalarını içerdiğini unutmayın. Şimdi gelişimle ilgili ilk organize fikrimize geçelim: sorunları ve örüntüleri travmaya bağlamak.

    Önerilen aktivite

    Bireysel veya sınıf ortamında yapılabilir

    Birlikte çalıştığınız bir danışanın örüntülerini özetlemek için TANIMLAMA alanlarını (benlik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler, iş/oyun) kullanın. Odaklandığınız soru nedir? Nereye odaklanırsınız ve neden? Sınıf ortamında çalışıyorsanız, çiftler halinde veya daha büyük gruplar halinde düşüncelerinizi paylaşın.

    Bir Araya Getirme – İş Birliğiyle Psikodinamik Formülasyonlar Oluşturmak için BAĞLANTI KURMA

    Artık TANIMLAMAYI (DESCRIBE), GÖZDEN GEÇİRMEYİ (REVIEW) ve BAĞLANTI KURMAYI (LINK) öğrendiğinize göre, iki terapistin hastalarıyla işbirliği içinde ilk psikodinamik formülasyonları oluşturmasını dinleyelim. 52 yaşında beyaz bir kadın olan ilk terapist, hasta Mike’ı dört seans boyunca gördü. Terapistin nasıl olduğunu duyacağız

    • Mike’ın ilk yorumlarını dinler
    • Sorunları ve örüntüleri TANIMLAR
    • Yaşam öyküsünü GÖZDEN GEÇİRİR
    • Sorunları ve örüntüleri yaşam öyküsüne BAĞLAR
      • TANIMLAMA ve GÖZDEN GEÇİRME yoluyla öğrendiklerine odaklanmak
      • organizasyonla ilgili fikirlerin seçilmesi.
    • Bir ön formülasyonu paylaşır
    • Formülasyonun tedaviyi nasıl yönlendireceğini düşünür

    Mike’ı tanıyalım:

    Sunum

    Mike, 32 yaşında Afrikalı-Amerikalı bir adam ve terapiste şunları söylüyor: “Kız arkadaşım biriyle konuşmamın iyi bir fikir olacağını düşündü. İş beni bunaltıyor. Orada durumum iyi değil ve nedenini bilmiyorum.” Üniversiteden beri aynı firmada finans alanında çalışan Mike, birkaç yıldır “gerçekten iyi iş çıkardığını, doğru yolda” olduğunu ancak son altı ay içinde, kendisini olumsuz yönde etkileyen birkaç “kötü eleştiri” aldığını belirtiyor. Alanında gerçekten başarılı olmak için “gerekli olana sahip” olup olmadığını sorguluyor. “Depresyondan ziyade kafamın karıştığını söyleyebilirim” diye açıklıyor. “Eskiden eğlenceliydi; şimdi sadece hareketlerden geçiyormuşum gibi hissediyorum. Ve gecenin bir yarısı bunu düşünerek uyanıyorum.” Yöneticilerinin, anlaşmaları tamamlama konusunda yeterince agresif olmadığını ve “bir sonraki aşamaya” geçmek istiyorsa daha fazla “öldürücü içgüdüye” ihtiyacı olduğunu özellikle söylediğini söylüyor. Firmasındaki az sayıda siyahi insandan biri olarak, iş arkadaşlarının “toplumsal huzursuzluk hareketinin yalnızca piyasayı etkilediği ölçüde önemliymiş gibi davranması” nedeniyle son iki yılın “zorlayıcı” geçtiğini söylüyor. 30 yaşındaki Afro-Amerikalı kız arkadaşı Jackie’nin çok başarılı bir yönetim danışmanı olduğunu ve “yönetim engellerini aşmakta hiçbir zorluk yaşamadığını” söylüyor. “Kendimi aşmam ve olmam gereken başarılı adam olmam gerektiğini söylüyor,” diye içini çekiyor. “İşte buradayım.”

    Sunumu dinledikten sonra terapist şöyle düşünür:

    Mike işte işlerin gerçekten iyi gitmesine alışmış gibi görünüyor ve ilk kez olumsuz geri bildirim alıyor. Bunun kafasını karıştırdığını söylediğini fark ettim. Hayatının diğer yönlerinde neler olup bittiğini merak ediyorum.

    Terapist daha sonra Mike’a işleyişinin diğer yönleri hakkında sorular sormaya devam eder. Terapist Mike’ın sorunlarını ve örüntülerini şu şekilde TANIMLIYOR:

    TANIMLAMA (DESCRIBE)

    Sorun

    Yaşam boyu akademik ve profesyonel başarının ardından Mike, yakın zamanda ve ilk kez işyerinde olumsuz eleştiriler aldı. Gözden geçirildiğinde yeterince agresif bir yaklaşım sergilemediğini gösteriyor. Bu onun iş konusunda “üzgün” hissetmesine ve işin zevkli olmadığını hissetmesine yol açtı.

    Örüntüler

    Terapist daha sonra Mike’ın örüntülerini kendilik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler ve çalışma ve oyun açısından tanımlar.

    Kendilik

    Kendini algılama (self-perception) açısından Mike kendisinin akıllı ve çalışkan olduğuna ve bu noktaya kadar profesyonel olarak iyi iş çıkardığına inanıyor gibi görünüyor. Kendini sevgi dolu bir oğul, erkek kardeş ve ortak olarak tanımlıyor. Mevcut durum göz önüne alındığında, özgüven darbelerine kendini suçlama ve kendinden şüphe duymayla tepki veriyor gibi görünüyor. Bir Afrikalı-Amerikalı olarak kimliği kararsız görünüyor; Mike kendisinin ve ailesinin yaptıklarından açıkça gurur duyuyor, ancak genel olarak Afrikalı-Amerikalı topluluğuyla özel bir bağlantısı yok.

    İlişkiler

    Mike’ın kız arkadaşıyla oldukça güvenli bir ilişkisi var gibi görünüyor, ancak evlilik konusunda neden emin olmadığı konusunda net değil. Ebeveynleriyle yakın ve güvene dayalı bir ilişkisi var gibi görünüyor, ancak üniversite yıllarından bahsederken, suçluluk ve utanç nedeniyle bazı zorluklarını – özellikle de ırksal gerilimlerle ilgili olanları – paylaşmadığını söylüyor. (“Benim için çok şey feda ettiler; sorunları duymalarına gerek yoktu.”) Karşılıklılık açısından, kendisi küçük kız kardeşi ve kendisinden küçük kuzenleri için hazır ve istekli bir akıl hocası ve kız arkadaşına ve onun kariyerine ilgi duyduğunu ifade ediyor. Genellikle kendisinden daha genç olan ve ona “ağabey” gözüyle bakan arkadaşları var. Jackie ile cinsel ilişkisinden keyif alıyor ve “Ne istediğini biliyor” diyor ve flört ve cinsel aktivite açısından “oyuna geç kaldığını” hissettiği için Jackie’nin kendisine olan ilgisini ifade etmesinden memnun.

    Uyum Sağlama

    Mike dayanıklılığıyla gurur duyuyor ve ebeveynlerinin onu stresle başa çıkma konusunda “iyi eğittiğini” söylüyor. Sloganının “Çok çalışın ve sakinliğinizi koruyun” olduğunu söylüyor. Yaşamındaki bazı stresli anlara rağmen, uzun süreli depresyon ya da kaygı yaşamamış ve bu nedenle kendisine faydası olan yüksek fayda sağlayan başa çıkma stratejileri kullanmış gibi görünüyor. Strese aşırı duygusallık göstermeden tepki verme eğilimindedir; Mike sorunlar üzerinde düşünmeyi ve engelleri “öğrenme deneyimleri (learning experiences)” olarak ele almayı sevmektedir.

    Biliş

    Okulda her zaman başarılı olan, burs kazanan ve onur derecesiyle mezun olan Mike, akademik açıdan yeteneklidir ve öğrenmekten keyif alır. Ekipleri yönetmede ve işyerindeki sorunları yaratıcı bir şekilde çözmede usta olduğunu anlatıyor. Mike başkalarının duygularıyla ilgileniyor ve başkalarının nasıl düşündüğünü hayal edebiliyor ve dolayısıyla zihinselleştirme yapabiliyor gibi görünüyor. Duygularını yönetme yeteneğinden (ki bu onu bazı bilinçdışı duygulara erişmekten alıkoyabilir) ve “yolda kalmaktan” (yani dürtüsel olmamaktan veya riskli davranışlarda bulunmamaktan) gurur duymaktadır.

    Değerler

    Mike, kendi ailesinin yanı sıra gelecekte sahip olmayı umduğu aileyi de içeren aileye değer veriyor. Mali açıdan rahat olmak onun için önemli: “Başkalarına bağımlı olmak zorunda kalmamak ve çevremdeki herkese bakabilmek için bankada yeterince param olsun istiyorum.” Mike aynı zamanda mesleğindeki kişiler tarafından da saygı görmek istiyor. Tüm bunlar, mentorluk rollerini üstlenme eğilimine ve “nokta atışı” olmaktan duyduğu gurura ek olarak, onun toplum yanlısı davranışlara olan eğilimini ve güçlü, hatta belki de sert bir içsel doğru ve yanlış anlayışını ortaya koyuyor.

    İş ve Oyun

    Mike işinden keyif alıyor ve son birkaç aydır işin zorluklarından da keyif alıyordu. Ailesiyle vakit geçirmekten hoşlanıyor ancak ücretli izinleri olduğunda çoğu zaman dinlenmekte zorluk çekiyor.

    Mike ile yapılan birkaç değerlendirme seansından sonra terapist, Mike’ın TANIMLADIĞI şeye odaklanmaya başlar ve şöyle der:

    “Senin pek çok güçlü yönün var. Akıllısın, azimlisin, dayanıklısın, ailenle ve Jackie’yle bağlantı halindesin ve söylediğine göre son altı aya kadar işte gerçekten iyi gidiyordun. Yöneticilerinizin neyi kastettiğini anladığımdan emin değilim ama bunun adil bir eleştiri olduğunu düşündüğünü varsayarsak, saldırganlık sizin için yeni bir sorun mu yoksa daha önce uğraştığınız bir şey mi? İşyerinde yolumuza nelerin çıkabileceğine dair erken bir fikir sahibi olabilmemiz için yaşam öykün hakkında daha fazla bilgi edinmek isterim.”

    Terapist daha sonra Mike’ın yaşam öyküsünü (life story) dinler:

    GÖZDEN GEÇİRME (REVIEW)

    Genetik ve doğum öncesi gelişim

    Mike iki çocuğun en büyüğüdür. Ailesinin her iki tarafından da büyükanne ve büyükbabasının Büyük Göç sırasında kuzeye taşındığını ve ebeveynlerinin Ortabatı’daki bir sanayi şehrinde birbirine yakın büyüdüğünü söylüyor. “Bunun hakkında konuşmadık ama büyükannem ve büyükbabamın Siyah insanlara korkunç şeyler yapıldığını gördüğünü biliyordum” diye anlatıyor. “Annem-babam ve anneannem bana, biz Siyahların, Beyazlardan daha çok çalışmamız ve daha çok dua etmemiz gerektiğini öğretti.” Ailesi ayrı okullara gitti ve liseden mezun oldu. Üniversite için paraları olmadığı için evlendiler ve başarılı oldukları sağlam işler buldular. “Annem ve babam inanılmaz derecede güçlü insanlar. Babamın lisede birkaç çılgın arkadaşı vardı ama annemle tanıştıktan sonra sanki hayatları buna bağlıymış gibi o sıra evle ilgilendiler. Ve öyle oldu.” Ailenin her iki tarafında depresyonun yanı sıra uyuşturucu ve alkol kullanımını da inkar ediyor.

    İlk yıllar (doğum – 3 yaş)

    Mike, anne ve babasının her ikisinin de yirmili yaşlarında olduğu dönemde doğmuştu. Akranları tarafından çok sevilen babasının, yerel bir sendika lideri olarak yükseldiği çelik fabrikalarında güvenli bir işi vardı. Annesi evin bakımını titizlikle üstleniyordu ve kilise topluluğunun aktif bir üyesiydi. Yaşamının ilk dönemlerine ilişkin hikayelerin onun “asla ağlamayan” “kolay bir bebek” olduğunu gösterdiğini söylüyor. “Annem beni şahin gibi izledi” diyor. “Hiçbir zaman hiçbir yerde yalnız olmadım. Annemle babam dünyanın tehlikeli olduğunu biliyordu ve bunu küçük yaşlardan beri bilmemi sağladı.”

    Orta çocukluk (3-6 yaş)

    “Annemin gözbebeği olduğumu söylemek bunu hafife almak olur” diyor. “Ayı astığımı sandılar. Her fotoğrafta gülümsediğimi ve kiliseye giderken iyi giyindiğimi gösteriyorum.” Mike, babasının onu sendikanın softbol maçlarına götüreceğini söylüyor. “Ben takımın maskotuydum” diye anımsıyor. “Ama oyunu hiç sevmedim. Çoğunlukla sığınakta resimli kitaplar okurdum.” O iki yaşındayken küçük kız kardeşi doğdu. “İkimize de ‘Evet hanımefendi’ ve ‘Hayır hanımefendi’ demeyi öğretildi; bugün bile bunu hâlâ yapıyorum ve bu insanları gerçekten rahatsız ediyor. Hafta içi tatlı yok, okuldan hemen sonra ödevler yapılıyor, hasta olan kilise üyelerine yemek götürmek için annemle birlikte dolaşılıyor.” “Sevgi dolu bir aile olmasalar da” anne babasının birbirini sevdiğini bildiğini söylüyor.

    Geç çocukluk (6-12 yaş)

    Mike ve kız kardeşi, ağırlıklı olarak Afro-Amerikan ve Latin kökenlilerin yaşadığı mahalledeki devlet okuluna gidiyordu. Anaokulunda okumayı öğrenerek ve standart testlerde son derece iyi puanlar alarak hemen başarıya ulaştı. “Kız kardeşimin durumu daha az iyiydi, bu da aileme acı veriyordu” dedi. “Babam oldukça açıktı; okul çıkış ve yukarı çıkış yoluydu. Benimle inanılmaz derecede gurur duyuyordu. Bana kızdığı tek an benim ‘gaklama’ dediği şey olduğumu düşündüğü zamandı. ‘Kendi şeridinde kal’ derdi, ‘Çok çalışın ama kimseden daha iyi olmadığınızı unutmayın. Dikkatleri üzerinize çekmenize gerek yok.’” Mike’ın arkadaşları vardı ve bunların çoğu kilise üyelerinin çocuklarıydı. “Annem ve babam arkadaşlarımı inanılmaz derecede dikkatli bir şekilde taradılar. ‘Kötü etkilerin’ herhangi bir şekilde sızma etkisi yaratması ile ilgilenmiyorlardı.”

    Ergenlik (13-18 yaş)

    Mike, babasının sendikası sayesinde kendisini lise için seçkin bir hazırlık okuluna gönderen bir programa girebildi. Orada ilk kez ırk nedeniyle ötekileştirildi. “Fırsat için son derece minnettarım ve oradaki eğitimin kalitesi, alacağımdan çok daha iyiydi. Ama sosyal açıdan zordu.” Bazen okuldan sonra sınıfındaki beyaz çocuklar tarafından “sertleştirildi”, “dik durdu ve bunu kabul etti” ve asla karşılık vermedi. Anne babasına bu zorbalıktan hiç bahsetmemişti; onu okula göndermek için o kadar çok fedakarlık yapmışlardı ki, bundan korunmayı hak ettiklerini düşünüyordu. Okuldaki bir avuç “azınlık çocuğundan” biriydi, flört etmeyi bile denemedi ve okulun sosyal etkinliklerinin çoğundan kaçındı. “Annemle babam da benim mahallede flört etmemi istemedi” dedi, “bu yüzden şansım yaver gitti. Çalışmak için daha fazla zaman var sanırım.” Akademik olarak yükseldi ve özellikle beşeri bilimler alanında öğretmenlerinden övgüler aldı. Aynı zamanda kız kardeşinin yerel devlet lisesinde sorunları vardı ve hatta bazı “şüpheli” arkadaşları bile vardı. “Ona ödevlerinde yardım etmek için saatler harcadım” diye anımsıyor. Rehberlik danışmanlarının yardımıyla, farklı ırklardan öğrencilere eğitim verdiği bilinen küçük bir liberal sanatlar kolejine kabul edildi ve daha fazla sendika bursunun yardımıyla ilk kez evden ayrıldı.

    Genç yetişkinlik (18-23 yaş)

    Onun küçük liberal sanatlar okulu “gerçek dünya için değil, benim için mükemmeldi.” İlk kez flört etti ve kadınların “güven verici bir şekilde kendilerinden emin olduklarını, en azından ne yapacaklarını bildiklerini” gördü. Hafta sonları sık sık evdeydi ve yaz aylarında finans alanında staj yapmak üzere işe alınmaya başladı. “Ofislerin enerjisini sevdim. Buraların gerçekten başarılı olabileceğim yerler olduğunu düşündüm. Ayrıca aldığımız daireleri ve dışarıda yenen öğle yemeklerini de çok sevdim. Farklı bir hayat gördüm ve bunu istedim. Doğru kıyafeti giydiğim ve firmaya para kazandırdığım sürece Siyah ya da Beyaz olmamın bir önemi olmayacağını hissettim. Bu çok heyecan vericiydi.” Evde olmadığı sürece kiliseye gitmeyi bıraktığını ancak ailesine söylemediğini söylüyor.

    Geç yetişkinlik (23 yaş – günümüz)

    Onur derecesiyle mezun olduktan sonra Mike, firmasında analist olarak işe başlama teklifini kabul etti. Grubunda başarılı oldu, 24 saat çalıştı ve üstleri tarafından değer gördü. Çok az zamanı olmasına rağmen flört etti ve 28 yaşında Jackie ile bir arkadaşının düğününde tanıştı. “Ailesi gibi Siyah insanlarla hiç tanışmadım” diye belirtiyor. “Lisede tanıştığım zengin beyazlara benziyorlardı. Büyükbabası üniversiteye gitti ve çok para kazandı; anne ve babasının her ikisi de yüksek lisans derecesine sahip. Siyahi insanların sahip olabileceğini bilmediğim bir özgüvene sahip.” Üç yıllık flörtün ardından birlikte yaşamaya başladılar; ancak annesine söylememişti ve sürekli evlenme teklif etmeyi düşünüyordu. “Bunu neden henüz yapmadığımı bilmiyorum. İstiyorum ama bir şey beni engelliyor. Kafam karıştı.” En iyi arkadaşı üniversitedeki beyaz oda arkadaşıdır ve siyah odaklı profesyonel ağlara katılma tekliflerini rutin olarak geri çevirir.

    Şimdi terapist GÖZDEN GEÇİRDİĞİ şeye odaklanmaya çalışıyor ve Mike’a şunu söylüyor:

    “Ailen ve topluluğun, açıkça tehlikeli olan bir dünyada kendini güvende hissetmeni sağladığı açık. Genel olarak size öğrettikleri strateji işe yaradı; gerçekten iyi iş çıkardın. Ama hayatında lisede zorbalığa uğradığında ve belki şimdi de böyle olmayan birkaç şey oldu.”

    “Bak” diyor Mike. “Dünyada en çok güvendiğim kişi bana ‘sakinliğimi korumayı’ öğretti. Ama hayatımda yeniden yaşamak istediğim birkaç an varsa o da o öğleden sonralardır. Bazen bunun hayalini kuruyorum; Mike Tyson’a benzer mükemmel bir vuruş yapıp adamı yere seriyorum. Ama asla babamın karşısına çıkamazdım. Gidilecek yolun bu olmadığını biliyordum.

    ”Bu, terapistin Mike’ın sorunlarını ve kalıplarını hayat hikayesine nasıl bağlayabileceğini düşünmesine yardımcı olur. İşte bunları nasıl bir araya getirmeye başlıyor:

    TANIMLAMA’ya göre Mike’ın en büyük zorluğu öfke ve saldırganlık konusunda yaşadığı zorluk gibi görünüyor ve bu muhtemelen işindeki mevcut zorluklarla ilgili. GÖZDEN GEÇİRME’den, Beyaz dünyada geçinebilmek için saldırganlıktan kaçınmak üzere yetiştirildiği açıktır. Yani bir çatışması var; saygı ve mali ödüller elde etmek için işyerinde daha agresif olmak istiyor, ancak saldırganlıktan kaçınıyor çünkü (bilinçli/conscious ve bilinçsiz/unconscious olarak) Siyah bir adam olarak saldırgan olmanın tehlikeli olduğunu düşünüyor. Bu boyutları birbirine bağlamak için, Mike’ı en iyi şekilde anlamama yardımcı olacak, gelişime ilişkin düzenleyici fikir olarak bir çatışma modelini kullanabilirim. Ancak bu çatışma ebeveynleri ile olan ilişkisiyle (mikrosistemiyle) ilgili olsa da, bunun makrosisteminde derin kökleri olduğu açık. Büyük Göç’ün çocukları tarafından büyütülen ve ebeveynleri Beyazların Siyahlara karşı işlediği zulümlere tanık olan bir Siyah adam olarak Mike’ın saldırgan olmanın tehlikeli olduğu duygusu, ailesinin nesiller boyunca karşılaştığı yapısal ırkçılıkla silinmez bir şekilde bağlantılıdır. Bu aynı zamanda bu kadar iyi yetiştirilmiş ve her iki ebeveyniyle de bu kadar yakın bir ilişkisi olan bir adamın nasıl olup da iddia konusunda bu kadar derin bir çekingenliğe sahip olabileceğini anlamama da yardımcı oluyor. Saldırganlık ve kimlik hakkındaki duygularını anlamama yardımcı olması için Ekolojik Sistemler modelini ve travmanın nesiller arası aktarımına ilişkin fikirleri kullanacağım ve Çatışma/Savunma modelini ikincil bir teori olarak kullanacağım.

    Şöyle yazıyor:

    BAĞLANTI KURMA (LINK)

    Mike’ın en büyük zorluk yaşadığı alan uyum sağlamak. Saldırganlıktan kaçınmaya çalışırken, muhtemelen iddialı olma yeteneğini engellemiş, bu da ona iş, kimlik ve hatta belki de ilişkisi konusunda zorluk çıkaran çatışmalara yol açmıştır. Bu büyük olasılıkla bilinçdışı/bilinçsiz (unconscious) bir çatışmayla ilgilidir; iddialı olmak ister ancak saldırganlıktan korkar ve bunun tehlikeli olduğuna inanır. Beyaz bir toplumda Siyah bir kişi olarak saldırgan olmakla ilgili olan bu inanç, yalnızca ebeveynleri tarafından benimsenmez. Ama tüm topluluğu tarafından ve muhtemelen yapısal ırkçılıkla ve (ailesinde ve toplumunda) travmanın nesiller arası aktarımıyla bağlantılıdır. Ayrıca Mike’ın idealleştirdiği ve fazlasıyla aştığı babasıyla olan özel ilişkisi de bu duruma katkıda bulunmuş olabilir.

    Beyaz şiddetin ve sistemik baskının travmasını yaşayan bir ailede ve toplulukta doğan Mike, ebeveynlerinin genel olarak topluma karşı korku ve ihtiyatlılığını miras aldı ve içselleştirdi. Girdiği son derece güvenli ortam onu beslerken aynı zamanda onu dış tehlikelerden koruyan bir kale gibiydi. Onun rahat mizacı, ailenin “kendi şeridinde kal” emrini doğal bir uyum haline getirmesine yardımcı oldu. Yakın çevresindekilere ve topluluk çevresindekilere kesin olarak güvenmeyi ve ötesindekilere karşı dikkatli olmayı öğrendi.

    Orta çocukluk, idealize ettiği babasıyla ilişkisinin güçlenmesini sağlarken, babasının üstün yetenekli oğluyla hem gurur hem de kaygı göstermesi nedeniyle saldırganlık konusundaki çatışmanın tohumlarını ekiyordu. Mike’ın babasının saldırganlıktan ve “böğürmekten” kaçınmaya yönelik açık tavsiyesi muhtemelen hem Beyaz bir dünyada saldırgan Siyah adamların başına ne geleceğine dair korkularıyla, hem de bir oğlunun onu geçmesine ilişkin kendi bilinçdışı çatışmalarıyla ilgilidir. Mike ikisini de içselleştirdi ve birbirlerini güçlendirdiler. Mike, annesi tarafından çok sevilmiş gibi görünüyor, ancak aynı zamanda ebeveynlerinin birbirlerine olan görünürdeki sevgisinin de iyi sınırları vardı. Mike, kız kardeşine yönelik her türlü rakip duyguyu bakıcılık ve akıl hocalığı yoluyla halletmiş (yani yüceltmiş) gibi görünüyor – bu muhtemelen hayatı boyunca birçok ilişkide kendini böyle göstermiştir.

    Çocukluğunun ilerleyen dönemlerinde Mike için bir büyüme dönemi oldu; yeteneklerinin öğretmenler tarafından hızla takdir edildiğini fark etti ve her türlü öğrenmeden keyif aldı. Doğası gereği kitap tutkunu olduğundan, babasının en sevdiği eğlence olmasına rağmen spordan kaçındı. Bu onun saldırganlıkla bağlantı kurma yeteneğini de karmaşıklaştırmış olabilir. Anne babasının korumacılığı göz önüne alındığında, bu süre zarfında akran ilişkileri bulmakta zorluk çekmiş olabilir, bu da ergenlik döneminde yaşadığı sosyal zorlukların habercisi olabilir.

    Korunaklı ama oldukça huzurlu erken yaşamının aksine, ergenlik Mike için zor bir dönemdi çünkü ilk kez açık ırkçılıkla ve ırksal şiddete maruz kalmıştı. Mesaj karmaşıktı; Beyaz dünya aynı zamanda fırsatlarla dolu bir mayın tarlasıydı. İşin püf noktası nereye adım atacağını bilmekti. Ne pahasına olursa olsun saldırganlıktan kaçınmak üzere eğitilen Mike kavga etmedi. Bu onu dışarıdan güvende tuttu ve babasını idealleştirmeye devam edebilmesini sağladı, ancak iddia geliştirme yeteneğini engelledi. Beyazların çoğunlukta olduğu bir ortamda yaşamak, hem akranları hem de romantik ilişkiler açısından sosyal olarak gelişmesini de engelledi. Hem beyaz ağırlıklı bir çevrede bulunması hem de bu ortamdaki içsel duruşunun onu genel olarak Siyah toplumla ilgili güçlü bir kimlik oluşturmaktan alıkoymuş olması muhtemeldir. Beyazların çoğunlukta olduğu küçük bir üniversiteyi seçmesi onun akademik olarak gelişmesine yardımcı oldu, ancak yine de açık ırksal saldırganlık karşısında kendini güçlü hissetmesine yardımcı olmadı.

    Mike’ın son derece kendine güvenen kadınlara olan ilgisi, aslında saldırgan olmasına gerek kalmadan kendisini güce bağlama çabası olabileceği gibi, bilinçdışı/bilinçsiz (unconscious) bir şekilde birliktelik yoluyla güçlenmeye yönelik bir girişim de olabilir. Bu hem iş rolünde hem de cinsel açıdan kendini gösterdi.

    Toplum içinde güçlü ama Beyaz dünyada zayıf görülen babası ile tüm dünyada güçlü görülen Jackie’nin ailesi arasındaki bölünme (the split/bölme), saldırganlıkla ilgili kendi iç çatışmasının -Siyah bir adam olarak kimliğiyle ilgili kafa karışıklığından- dışsallaştırılmasıdır ve odak noktası olarak hizmet edebilir.

    Mike’ın Beyaz dünyada saldırgan olmadan güçlü olma arzusu onu finansa yönlendirdi; burada sıkı çalışmanın, adanmışlığın ve sadakatin başarıya yol açacağını hayal etti. Ancak belli bir noktada, belki de kısmen işyerindeki ırkçılık ve ayrıca kendi kişisel tutumu nedeniyle daha fazla ilerlemekte zorluk yaşadı.

    Kız arkadaşının istediği kadar güçlü olamayacağını hissetmesi ve belki de Beyaz bir dünyada Siyah çocuklara güçlü bir baba olma konusundaki korkuları nedeniyle evlilikle ilgili çatışması bununla da ilgili olabilir.

    Terapist, psikodinamik psikoterapiyi önerirken Mike ile ön formülasyonunu şu şekilde paylaşıyor:

    “Bana hayatının çok canlı bir resmini verdiniz. Terapi planı yapmamıza yardımcı olabilecek bazı ön fikirlerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Bana iddialı olma konusunda birbiriyle yarışan iki fikriniz varmış gibi geliyor. Ailenizin geçmişinden ve kendi deneyimlerinizden toplumumuzun Siyah insanlar için tehlikeli bir yer olduğunu öğrendiniz. Ailenizden ve topluluğunuzdan gelen mesaj, bu tehlikeyle başa çıkmanın yolunun sizin de söylediğiniz gibi ‘göze batmamak’ olduğu yönündeydi. Ama şimdi size iddialı olmanın önemli olduğu söyleniyor. Hatta gerekli. Dahası, daha iddialı olmak istediğinize ve hatta hayatınızda bazı zamanlar daha iddialı olamadığınıza pişman olduğunuza dair bir his var. Bunların bir kısmının farkındasınız, bir kısmının ise hâlâ farkında değilsiniz. Psikoterapide konuşmanın size son derece yararlı olacağını düşünüyorum; düşüncelerinizin, duygularınızın ve bunların nasıl geliştiğinin daha fazla farkına varmanızı sağlayacaktır. İşinizde, ilişkilerinizde ve kendiniz hakkında nasıl hissettiğiniz konusunda size yardımcı olacağını düşünüyorum. Bu fikirler hakkında herhangi bir fikriniz var mı?”

    “Ne söylediğinizi anlıyorum ve kulağa çoğunlukla doğru geliyor” diyor Mike. “Eskiden olmadığı kadar kafa karıştırıcı. Agresif olma isteğini tam olarak aklımdan çıkaramıyorum ama bunun hakkında konuşmam gerektiğini hissediyorum. Hadi bir deneyelim.”

    Terapist, tedavi ilerledikçe formülasyonunun nasıl değişeceğini merak etti…

    Şimdi, 45 yaşındaki beyaz bir adam olan ikinci bir terapistin Willa ile tanışmasını takip edelim:

    Sunum

    Willa, kendini heteroseksüel olarak tanımlayan ve kendisini grafik tasarımcı olarak geçindiren (support) 28 yaşında beyaz bir kadındır. Altı aylık erkek arkadaşı David’le yaşadığı “büyük kavga”nın ardından depresyona girdiğini söyleyerek kliniğe başvuruyor. Willa, kendisinin ve David’in son birkaç haftadır zorluk yaşadıklarını, bunun da başka bir şehirdeki iş görüşmesine gittiğinin duyurulmasıyla hızlandığını söylüyor. Willa, David’in kendisini terk etmesinden “korktuğunu” ve onu hala sevdiğinden “emin olmak” için ona her saat mesaj atmaya ve aramaya başladığını söylüyor. Üç gün önce David’in dairesinde tartışırken Willa, birlikte kalacaklarına dair David’in “garantisini” alana kadar “ayrılmayı reddettiğini” söyledi. David polisi aramakla tehdit ettikten sonra nihayet ayrıldı. O zamandan beri kendini “çılgınca” hissediyordu, işe gitmedi, yataktan zar zor kalktı ve iştahı çok azdı. Bir iş arkadaşının kendisine mesaj atması ve durum hakkında birisiyle konuşmasını önermesi üzerine kliniği aradı.

    Willa’nın onu kliniğe getiren şeyin ne olduğuna dair ilk açıklamasını dinledikten sonra terapist şunu düşünüyor:

    Beni asıl şaşırtan şey Willa’nın erkek arkadaşının onu terk etmesinden ne kadar korktuğuydu. Korkusu onu bu kadar dramatik tepki vermeye yöneltmiş gibi görünüyor. Hayatının diğer yönlerinde nasıl işlevsellik gösterdiğini merak ediyorum.

    Terapist daha sonra Willa’ya işlevselliğinin diğer yönlerini sorar. Terapist Willa’nın sorunlarını ve örüntülerini şu şekilde TANIMLIYOR:

    TANIMLAMA

    Sorun

    Willa birkaç gündür aşırı uyuyor, iştahı azalıyor ve erkek arkadaşıyla çalkantılı bir kavgadan sonra yataktan kalkamıyor. Bu belirtiler bu kısımdan (episode) önce mevcut değildi. Çift, Willa’nın erkek arkadaşının onu terk edebileceği korkusu nedeniyle birkaç haftadır onunla tartışıyor.

    Örüntüler

    Terapist daha sonra Willa’nın kalıplarını benlik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler ve iş ve oyun açısından tanımlar.

    Kendilik

    Willa’nın bu alanda güçlü yönleri ve zorlukları var. Kendisinin iyi bir tasarımcı olduğuna inanıyor ve işi hakkında ne büyüklenmeci ne de kendini küçümseyen, yaratıcı yetenekleri hakkında makul kendilik algısına (self-perception) sahip görünüyor. İş yerinde, başkalarının işini eleştirmesi gibi özgüven tehditleriyle (self-esteem threats) aşırı duygusallaşmadan genellikle başa çıkabiliyor. Ancak romantik ilişkilerinde reddedilmeyle ilgili özsaygı tehditlerine sıklıkla büyük kaygı ve korkuyla karşılık verir. Bir tasarımcı olarak kimliği (identity) güçlü ama başka güçlü kimlikleri yok. Yakında evlenmesi gerektiğine ve bekar bir kadın olmanın “yeterli olmadığına” dair “acil hissettiren” (urgent) bir duyguya sahip.

    İlişkiler

    Willa’nın kişisel ilişkilerine genellikle güven eksikliği (lack of trust), hızlı ama yüzeysel bir yakınlaşma (intimacy) ve ardından gelen yabancılaşma, zayıf bir kendilik ve öteki duygusu (poor sense of self and other), empati eksikliği (lack of empathy) ve güvenlik eksikliği (lack of security) damgasını vuruyor. Bu özellikle romantik ilişkilerinde geçerlidir. Örneğin, David tarafından rahatlatılma ihtiyacının yarattığı baskı, onun duygularını ve onun durumu algılama biçimini dikkate almasını engelledi.

    Uyum Sağlama

    Willa farklı durumlarda farklı savunmalar (defenses) kullanıyor. İş yerinde mizah ve aşırı duygusallık gibi savunmaları kullanıyor. Ancak kişisel ilişkilerinde bölme, yansıtma, idealleştirme ve eyleme dökme gibi maliyeti daha yüksek olan savunmaları (defenses that a higher cost) kullanma eğilimindedir. Uyum sağlama tarzı duyguları vurgulama (emphasize emotions) ve esnek olmama (inflexible) eğilimindedir.

    Biliş

    Willa prestijli bir tasarım okulundan yüksek notlarla mezun oldu. Bir grafik tasarımcı olarak yeteneğinden ötürü övüldü ve aynı zamanda lisedeki standart sınavlarda da iyi puanlar aldı. Bu nedenle yetenekli görünüyor ve muhtemelen zekidir (intelligent). İş yerinde bir ekiple işbirliği yapıyor, sorunları çözebiliyor (solve problems) ve yaratıcı (creative) olabiliyor. Ancak romantik ilişkilerinde zihinselleştirmede (mentalizing) büyük zorluk yaşıyor ve özellikle kendi üzerine düşünmüyor (kendi üzerine düşünmüyor). Ayrıca, kişisel ilişkileri bağlamında, duygularını yönetmekte (managing her emotions) güçlük çekiyor; bu, David’e karşı kaygısıyla “ortaya çıkamadığı” zamanlardaki davranışlarından da açıkça görülüyor. Bu durum onun erkek arkadaşına karşı dürtüsel davranmasına (örn. sürekli arama ve mesaj gönderme) yol açsa da, dürtülerini maddelerle veya iş yerinde kontrol etmekte zorluk çekmiyor. Duyusal düzenlemede (sensory regulation) zorluk bildirmiyor.

    Değerler

    Söylediğine göre Willa, vergi ödemek ve sıraya girmek gibi şeyler yapıyor gibi görünüyor, bu da onun bağlı olduğu doğru ve yanlış için bir sisteme (system for right and wrong) sahip olduğunu gösteriyor. Bu aynı zamanda değerlendirme oturumları için hemen ödeme yapılmasında da geçerliydi. Daha sonraki bir seansta, davranışlarını kontrol etmesi zor olsa da, erkek arkadaşına eziyet ettiği için kendini suçlu hissettiğini bile dile getirdi. Bir seansta “Daha iyisini hak ediyor” diyor. Tasarımı ve estetiği (design and esthetics) sevdiğini, güzel bir yerde yaşamanın kendisi için önemli olduğunu belirtti.

    İş ve Oyun

    Willa kendisini grafik tasarımcı olarak geçindiriyor (support). Çok çalışıyor ve hafta sonları ve tatillerde dinlenmekte zorlanıyor. Çok az arkadaşı var ve boş zamanlarını (leisure time) şu anda birlikte olduğu adamla birlikte geçirme eğiliminde.

    Willa ile yapılan birkaç değerlendirme seansından sonra terapist, TANIMLADIĞI şeye odaklanmaya başlar:

    “Zeki, yetenekli ve yaratıcı bir insansınız ama birinin sizinle gerçekten birlikte olmak isteyebileceğine inanmakta güçlük çekiyormuşsunuz gibi görünüyor. Bu sizi inanılmaz derecede kaygılı hale getiriyor ve sizi buraya getiren de bu kaygıdır. Bunun nedenini merak ediyorum. Erkek arkadaşınızın sizi terk etmesi fikrinden neden bu kadar korktuğunu anlamamıza yardımcı olup olmayacağını görmek için yaşam öykünüz hakkında daha fazla şey duymak isterim.

    Terapist daha sonra Willa’nın yaşam öyküsünü (life story) dinler.

    GÖZDEN GEÇİRME

    Genetik ve doğum öncesi gelişim

    Willa, evli bir anne babanın üç çocuğundan en küçüğüdür. Doğum öncesi herhangi bir maruziyet veya doğum yaralanması olduğunu reddediyor ve yedi kiloyla doğmuş bir bebekmiş. Willa, annesinin muhtemelen tüm hayatı boyunca tedavi edilmemiş anksiyete yaşadığını söylüyor; kendisinin her şeyin bir “felaket” olduğunu düşünen “gergin bir enkaz” olduğunu söylüyor. Annesinin hamileliği sırasında fiziksel olarak hasta olduğuna ya da bu süre zarfında madde kullandığına inanmıyor. Annesinin ailesinin diğer üyelerinin de kaygı yaşayabileceğini düşünüyor. Ne babasını ne de babasının ailesini bu geçmişi anlatacak kadar iyi tanımıyor. Ayrıca annesinin her zaman onun zor bir bebek olduğunu, çok ağladığını, yalnız kalmak istemediğini ve “yapışkan” (clingy) olduğunu söylediğini söylüyor.

    İlk yıllar (doğum – 3 yaş)

    Willa bu döneme ait çok az anısı olduğunu söylese de ağabeyleri ona ebeveynlerinin “sürekli kavga ettiğini” söyledi. Babasının kapıları çarpmasına ve annesinin kanepede ağlamasına dair belirsiz anıları var. Willa, bu yıllara ait anıların genellikle kendisini dışarıda tutan ağabeylerine ait olduğunu ve zamanının çoğunu yalnız geçirdiğini hissettiğini söylüyor. Willa’nın bir iş adamı olan babası, Willa üç yaşındayken annesini terk etti ve kısa süren ilk evliliğinin büyük bölümünde ilişki yaşadığı bir kadınla hızla yeni bir aile kurdu. Ülkenin öbür ucuna taşındı ve ara sıra çek göndermeye devam etmesine rağmen Willa ve ağabeyleriyle çok az doğrudan teması oldu. İlk anısı, annesinin bir sokak köşesinde ona bağırmasıydı; bunun nedeninin annesinin elini bir anlığına bırakması olduğunu ve bunun da annesinin Willa’ya bir arabanın çarpabileceğinden korkmasına yol açtığını düşünüyordu.

    Orta çocukluk (3-6 yaş)

    Willa, babası gittikten sonra annesiyle daha da yakınlaştığını söylüyor. Gece kısrakları geliştirdi ve ancak annesi yanındaysa uyuyabiliyordu. Willa şunları söylüyor: “Kardeşlerim bebek olduğumu söyleyerek acımasızca benimle dalga geçtiler. Yalnız uyuyabilmek istedim ama yapamadım.” Altı yaş civarında, annesi bir iş arkadaşıyla çıkmaya başladı ve erkek arkadaşı orada uyumaya başladığında aniden Willa’nın kendi yatağında uyuması konusunda ısrar etti. Her yıl okulun başında annesinden ayrılmakta zorluk çekiyordu -anaokulunda annesi haftalarca “kahve odasında” oturmak zorunda kalıyordu- diğer çocuklar okula bırakıldıktan çok sonra bile. Her ne kadar bundan utansa da, annesi olmadan okulda olacağı düşüncesiyle “paniğe” kapıldığını hatırlıyor.

    Geç çocukluk (6-12 yaş)

    Willa, çocukluğunun ilerleyen dönemlerinde yalnız olduğunu söylüyor. Bir ya da iki kadın arkadaşı vardı ve şöyle diyor: “Okuldan eve birlikte yürüdük ama başka pek bir şey yapmadık.” Ev hayatı stresliydi; annesi, çok içki içen erkek arkadaşıyla ara sıra bir ilişki içindeydi. Willa şöyle diyor: “İyi olduğunu hatırladığım tek şey çizmeye başlamamdı. Okuldan sonra yapılacak bir şeydi ve bunda iyiydim.” Evdeyken annesi endişeliydi, onu aşırı kalın giysiler giymeye zorluyordu ve ödevleri konusunda endişeleniyordu, ancak sık sık onu okuldan almayı unutuyordu ve zaman zaman çocuklarına haber vermeden geceyi erkek arkadaşıyla birlikte geçiriyordu. Willa şöyle diyor: “Önce erkek arkadaşlar geldi. Annem ona yardım edecek bir erkek olmadan gerçekten çalışamazdı.

    Ergenlik (13-18 yaş)

    Willa okulda sıra dışı çizim ve matematik becerileriyle fark edilmeye başlandı. Bir öğretmeni onu birkaç yıldır katıldığı yerel bir yaz sanat programına burs başvurusunda bulunmaya teşvik etti ve sonunda ulusal çapta tanınan bir ödül kazandı. “Çok şükür ki; beni kurtardı.” İlk kez seks yaptığını, “çoğu çocuktan daha genç olduğunu söyledi; “Muhtemelen 15 yaşlarındaydım. Oğlanlar benden yaşça büyüktü; her zaman bir erkek arkadaşım vardı ama ilişkilerim hiçbir zaman çok uzun sürmedi.” Esrar ve kokain denedi ancak bunların kendisini rahatsız ettiğini fark etti ve bunları kullanmaya devam etmedi. Alkolü seven bir çocukla ilişkisi sırasında oldukça fazla içki içiyordu ama ayrıldıklarında içkiyi bıraktı. Kardeşleri evden çıktıktan sonra onları nadiren görüyordu; çok içki içmeye başlayan ve geceyi nadiren evde geçiren annesinden kaçınıyordu.

    Genç yetişkinlik (18-23 yaş)

    Willa, memleketindeki prestijli bir tasarım okuluna kabul edildi. Annesiyle birlikte yaşamayı planlamış olmasına rağmen üniversiteye girdikten birkaç hafta sonra tanışmış ve ilk “ciddi” erkek arkadaşının yanına taşınmıştı. “Ruh eşiyle” tanıştığını hissetti ama birkaç ay içinde kavga etmeye başladılar. Willa’nın tasarım okulu yılları boyunca erkeklerle “çete avcıları gibi” başlayıp çalkantılı bir şekilde sona eren seri ilişkileri oldu. Willa okulda çok başarılı oldu, birçok ödül kazandı ve mezun olduğunda birçok iyi iş teklifi aldı.

    Geç Yetişkinlik (23 yaş – günümüz)

    Willa artık kendini geçindiriyor ve işyerinde kendini rahat hissediyor. Kendi firmasını kurmak istiyor ancak mevcut meslektaşlarından kopmaktan korkuyor. En uzun romantik ilişkisi neredeyse bir yıl sürdü ve erkek arkadaşının ona eşcinsel olduğunu söylemesiyle sona erdi. “Yıkılmıştı” ama sonra hızla David’le çıkmaya başladı.

    Şimdi terapist, GÖZDEN GEÇİRDİĞİ şeye odaklanmaya çalışıyor ve Willa’ya şunu söylüyor:

    “İlişkilerle ilgili pek çok kafa karıştırıcı sinyalin olduğu bir çocukluğun olduğunu gerçekten görüyorum. Baban aileyi terk etti ve annen neredeyse kaygısıyla seni boğuyordu.”

    Willa hemen araya giriyor: “Evet, endişeliydi ama beni de gerçekten terk etti. Onsuz uyuyamadım ve sonra beni kaba bir şekilde dışarı attı. Bunu düşünmek beni hala üzüyor, sanki şu anda oluyormuş gibi.”

    Bu, terapistin Willa’nın sorunlarını ve örüntülerini yaşam öyküsüne nasıl bağlayabileceğini düşünmesine yardımcı olur. İşte terapist bunları bir araya getirmeye başlıyor.

    TANIMLAMA’ya göre Willa’nın en büyük zorluk yaşadığı alan ilişkileri; erkek arkadaşlarına o kadar yakın olması gerekiyor ki sonunda onları duygusal olarak boğuyor. GÖZDEN GEÇİRME’ye göre Willa’nın geçmişindeki en sorunlu kısım, annesiyle aşırı yakın ama tutarsız ilişkisi ve babasının onu terk etmesidir. Sorunlu ilişkiler genellikle bunun gibi sorunlardan kaynaklanır, bu da bana onun kalıplarını geçmişine BAĞLANTI KURMAK için bağlanma hakkındaki fikirleri kullanabileceğimi düşündürüyor. Willa’nın da doğuştan kaygılı olduğu anlaşılıyor ve annesinin de kaygısı var; bu aynı zamanda mizacı ile ilgili bir özellik de olabilir. Dolayısıyla, erken dönemdeki bilişsel ve duygusal zorlukların etkisi hakkındaki fikirleri de hesaba katmalıyım; bunlar kendi başlarına ve erken bağlanma şekillerini şekillendirme açısından önemli olabilir. Willa’nın aynı zamanda kadınların erkekler olmadan iyi işlevsellik gösteremeyeceği ve tam olabilmek için bir erkeğe bağlanmaları gerektiği yönündeki toplumsal fikrini de içselleştirmiş olabileceğini düşünüyorum. Kültürün ve toplumun etkisini de dahil etmeliyim ve bir erkek olarak bunu dinlemeye devam ettiğimden ve onun bana olan hisleri aracılığıyla bu duygular hakkında daha fazla şey öğrenip öğrenemeyeceğime bakmam gerekiyor. Willa’nın ayrıca daha sonraki çocukluk ve ergenlik döneminde gelişen ve onun önemli şekillerde işlev görmesine yardımcı olan önemli güçlü yönleri de var; bunu da eklemem gerekiyor. Bağlanma sorunlarının erken dönem gelişimine odaklanacağım ve ardından bunun hayatı boyunca gelişimini nasıl etkilediğini görmeye çalışacağım.

    İşte şöyle yazıyor:

    BAĞLANTI KURMA

    Willa’nın en büyük zorluk yaşadığı alan başkalarıyla olan ilişkileridir. Bu büyük olasılıkla onun kaygılı-kararsız bağlanma stiliyle ilgilidir; bu da onun terk edilme korkusuyla çılgına dönmesine ve duygusal açıdan düzensiz olmasına neden olur. Bu senaryo onun şu anki kendini arz ediş biçimi ile sonuçlandı ve geçmişte birçok kez yaşandı. Willa’nın bağlanma stili, genetik olarak miras alınan kaygıyla, kadınların toplumda erkekler tarafından kötü muamele göreceği beklentisini içselleştirmesiyle ve ilk yıllarında annesiyle olan tutarsız ilişkisiyle bağlantılı olabilir.

    Mizaç olarak kaygılı ve ayrılıktan korkan Willa, ilk yıllarını şiddetli ebeveyn tartışmalarıyla dolu bir ortamda geçirdi. Annesini son derece kaygılı, sık sık ağlamaklı ve meşgul biri olarak deneyimledi. Bu nedenle sağlam bir ikili ilişki kurmakta zorluk yaşaması muhtemeldir. Sık sık yalnız başına ve korktuğu için hiçbir zaman temel bir güven geliştirmedi veya güvenli bağlanma kapasitesini geliştirmedi. Annesinin endişesi ve meşguliyeti, Willa’ya özellikle uyum sağlamadığını gösteriyor; bu nedenle Willa, kendisinin veya başkalarının duygulanım durumlarına ilişkin bir anlayış geliştirmekte zorluk çekiyordu. Bu muhtemelen onun yetişkinlerde empati, zihinselleştirme, kendini kontrol etme ve güven konusunda yaşadığı zorluklara katkıda bulunmuştur.

    Willa orta çocukluğa kaygılı bir bağlanma stiliyle ve pek çok önemli yeteneği pekiştirmeden girdi. Gelişimsel gidişatı, babasının yakın zamanda evi terk etmesi gerçeğiyle daha da sekteye uğradı; bu nedenle, sevildiğini ve beğenildiğini hissetmesine yardımcı olacak arzulanan bir bakıcı olmadan iki kişilik ilişkisine kilitli kaldı. Bu rol, kendisiyle pek ilgisi olmayan ağabeyleri tarafından da üstlenilmedi. Annesinin Willa’yı aniden yatağından atması ve yerine yeni bir erkek arkadaşının gelmesi onu korkutmuş ve kafasını karıştırmış olabilir. Aşırı yakınlık ile aniden terk edilme arasındaki bu salınım muhtemelen onun kaygılı bağlanma tarzına yol açmıştır. Annesiyle olan ilişkisindeki tutarsızlık daha sonraki çocukluğunda da devam etti. Ya annesi kıyafetine çok önem veriyordu ya da onu okuldan almayı unutuyordu. Okul çağındaki ayrılık kaygısı, mizaç kaygısıyla ilişkili olabileceği gibi, kaygılı-kararsız bağlanma stili geliştirmesiyle de ilişkili olabilir. Annesinin alkolik erkek arkadaşıyla olan sorunlu ilişkisinin yanı sıra kendisinin artan içki içmesi, onun tutarsızlığını ve dolayısıyla Willa’nın bağlanma sorunlarını kötüleştirmiş olabilir. Willa’nın, annesinin iki ilişkisini gözlemleyerek toplumun, kadınların erkekler tarafından tahakküm altına alındığı ve sıklıkla kötü muameleye maruz kaldığı yönündeki genel algıyı içselleştirmesi de muhtemeldir.

    Willa’nın okulda eşcinsel akran arkadaşlıklarında yaşadığı zorluk, mizaç kaygısı da dahil olmak üzere birçok faktörden kaynaklanmış olabilir. Sorunlu ikili ilişkisi ve babasının yokluğu nedeniyle benlik duygusu zayıftı ve ona hem zevk hem de ilgi veren çizimi keşfetmesiyle biraz canlandı. Bu yetenek, öğretmenlerinin mentorluğu ve sanatsal başarıları, hayat hikayesinin ona en çok yardımcı olan ve işinden elde ettiği özgüvenin en büyük sorumlusu olan özellikleridir. Willa’nın erken gelişmiş cinsel ilişkileri büyük olasılıkla kaybettiği ikili ilişkisini yeniden kazanma girişimleriydi. Genç yetişkinliğini karakterize eden bir dizi yoğun, kısa süreli ilişkiye zemin hazırladılar. Genç bir yetişkin olarak kaygılı bağlanma tarzının devam etmesi onu neredeyse yalnız kalamaz hale getirmiş, partnerlerini duygusal olarak boğmasına ve umutsuzca tutunduğu ilişkileri zaman zaman yok etmesine yol açmıştır.

    Terapist, psikodinamik psikoterapiyi önerirken ön formülasyonunu Willa ile şu şekilde paylaşıyor:

    “Haklısın, anneniz de sizi terk etti. Her iki ebeveyninizle olan ilk deneyimlerinizin sizi terk edilmekten çok korkuttuğunu düşünüyorum. Bunun olabileceği ihtimali bile içinizi dehşete düşürmüş olmalı. Sanırım annenizin deneyimleri size kadınların genellikle erkekler tarafından kötü muameleye maruz kalacağını da öğretmiş olabilir. Bütün bunlar şu anda David’in başına gelenlere katkıda bulunuyor olabilir. Psikoterapinin ilişkilerde nasıl tepki verdiğiniz hakkında daha fazla bilgi edinmenize yardımcı olabileceğini düşünüyorum; bu size şimdi ve gelecekte de yardımcı olacaktır.”

    “Sanki aynı şey hayatımda defalarca başıma geliyor.” diyor Willa. “Sanırım kendimi şanssız hissettim ama sen bunun öğrenebileceğim bir kalıp olduğunu söylüyorsun. Bu bir rahatlama olurdu.”

    Terapist, Willa’nın terapötik ilişki bağlamında kaygılı-kararsız bağlanma stilini değiştirebileceğini öngörüyor. Tedavi ilerledikçe formülasyonunun nasıl değişeceğini merak etti.

    Önerilen etkinlik

    Bireysel öğrenciler tarafından veya sınıf ortamında yapılabilir.

    Şimdi kendi psikodinamik formülasyonunuzu yazmanın zamanı geldi. TANIMLADIĞINIZ ve GÖZDEN GEÇİRDİĞİNİZ şeylere odaklanın ve ardından nedensellik hakkında hipotezler oluşturmak için onları yararlı bir şekilde BAĞLANTI KURMAYI sağlayacağınız düşündüğünüz gelişimle ilgili fikirleri organize etmeyi seçin. Bir özet ile başlayın ve ardından kişinin yaşamı boyunca yaşadığı başlıca zorlukların ve güçlü yönlerin gelişimini izlemeye çalışın. Gelişimle ilgili birçok düzenleyici fikri tek bir formülasyonda kullanabileceğinizi unutmayın. Bir kez daha çalışmanızı bir akranınızla veya bir hocanızla paylaşmaya çalışın ve formülasyonunuzu oluştururken yaptığınız seçimler hakkında konuşun, öğrenmenizi artıracaktır. Ayrıca tedavide paylaşım formülasyonlarını uygulamak için rol oynama çalışması yapabilirsiniz.

    Giriş

    Anahtar kavramlar

    Aşağıdakiler de dahil olmak üzere birçok farklı klinik durumda psikodinamik formülasyonlar oluşturabilir ve kullanabiliriz:

    • Acil servis odaları ve yataklı tedavi üniteleri gibi akut bakım ortamları

    • Psikofarmakolojik tedaviler

    • Psikodinamik psikoterapi

    Hastalarımız hakkında bilgi edindikçe psikodinamik formülasyonlarımız değişir.

    Psikodinamik formülasyonlar tüm klinik ortamlarda faydalı olabilir

    Artık işbirliği içinde psikodinamik formülasyonları nasıl oluşturacağımızı bildiğimize göre, bunları nasıl ve ne zaman kullanıyoruz? Öğrenciler ve klinisyenler sıklıkla hatalı bir şekilde psikodinamik formülasyonların yalnızca psikodinamik psikoterapi için yararlı olduğunu varsayarlar, ancak hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamaz. Psikodinamik formülasyonlar insanların nasıl ve neden bu şekilde düşündüklerini, hissettiklerini ve davrandıklarını anlamamıza yardımcı olur ve bu nedenle her klinik durumda faydalıdır. Buna acil servislerde tek seferlik karşılaşmalar, tıbbi veya psikiyatri yatarak tedavi birimlerinde kısa terapiler, psikofarmakolojik tedaviler ve ayaktan kısa ve uzun vadeli psikodinamik psikoterapiler dahildir. Kısa klinik durumlarda psikodinamik formülasyonlarımız daha sınırlı bilgilere dayanacak ve genel olarak mevcut zorluğu anlamamıza yardımcı olacaktır. Uzun vadeli tedavilerde psikodinamik formülasyonlarımız daha kapsamlı bilgilere dayanacak ve kişinin gelişiminin geniş kapsamını anlamamıza yardımcı olacaktır. Klinik durum ne olursa olsun, psikodinamik olarak formüle etmek, hastalarımızın bilinçli ve bilinçsiz düşünce ve duygularının etkisini ve gelişimini anlamamıza yardımcı olur.

    Psikodinamik formülasyonlar canlı ve değişkendir

    Kısım I’de tartıştığımız gibi, başlangıç ​​formülasyonu oluşturmak birçok nedenden dolayı son derece faydalıdır -tedavi önerisi yapmamıza, hedefler belirlememize ve terapötik bir strateji oluşturmamıza yardımcı olur. Ancak hastalarımızın nasıl ve neden düşündükleri, hissettikleri ve davrandıkları konusunda yeni düşünme yollarına açık olmak, onlarla yaptığımız çalışmalar boyunca formülasyonlarımızı derinleştirmemizi sağlar. Psikodinamik formülasyonlar statik değildir -birlikte çalıştığımız süre boyunca bunları hastalarımızla işbirliği içinde sürekli olarak revize ederiz.

    Şimdi akut bakım ortamlarından başlayarak birçok farklı klinik durumda psikodinamik formülasyonları nasıl kullandığımızı düşünelim.

  • Temel Psikodinamik Psikoterapi: Edinilmiş Bir Sanat (Kitap)

    Bu sayfada Essential Psychodynamic Psychotherapy: An Acquired Art‘ın [Temel Psikoterapi: Edinilmiş Bir Sanat] bölümlerinin çevirilerinin linkleri yer almaktadır.

    “Doğrudan konuya gireceğim: Bu, psikanalitik psikoterapi uygulamasına şimdiye kadar okuduğum en iyi giriş kitabı. Pek çok giriş metni var, ancak okuduklarımdan hiçbiri okuyucuya psikanalitik psikoterapist olma gibi zorlu bir işte yardımcı olma sürecinde bu düzeyde bir yakınlığa ulaşamadı. Kitabın kenarlarındaki karalamalarım, Quatman’ın tartıştığı fikirlerin derinlemesine anlaşılmasına ve onun kendi klinik deneyimlerine ilişkin açıklamalarında yansıtılan zeka ve şefkate bir yanıttır, ancak kitabı okumayı bitirdikten sonra fark ettim ki, en önemlisi her sayfada yer alan gösterişsiz, bilinçli olmayan bilgeliğe hayranlık ve takdirle bakıyorum. Dr. Quatman’ın kitabından alıntı yapacak olursak, kendisi her şeyden önce okuyucunun psikoterapist olmaya yönelik bir “varoluş biçimi”, “belirli bir hazırlık” kazanmasına yardımcı olmakla ilgileniyor. “Düşünmek için durduğumuzda” bir şeyin ne anlama geldiğinden bahsediyor; söylenmesi yapmaktan çok daha kolay. Ve belki de benim için en şaşırtıcı olanı, kitabın “neşeyle” dolu olması; en önemli şey hakkında konuşmaktan duyulan haz duygusu: her hastanın en temelde istediği ve ihtiyaç duyduğu şey konusunda birine nasıl yardım edileceği: “Yaşamlarında, kendilerinden ve kendileri için daha fazlasını istiyorlar.” Bu aynı zamanda her psikoterapistin terapist olarak hayatlarında en çok istediği ve ihtiyaç duyduğu şeydir ve Dr. Quatman’ın kitabının tam ve derinlemesine sağlamayı başardığı da budur. Bu kitabı okumanın keyfinin bir başka kaynağı -temel kaynağı- yazının kendisidir. Tekrar ediyorum, insanın bu olağanüstü eseri okuyup yeniden okurken karşılaştığı ve birlikte vakit geçirmeyi sabırsızlıkla beklediği resmi olmayan, son derece kişisel ama hiçbir zaman aşırı şekerli olmayan bir yaklaşımla yazılmış bir giriş metni okumadım.”

    —Thomas H. Ogden, MD

    Temel Psikodinamik Psikoterapi: Edinilmiş Bir Sanat  geniş bir okuyucu kitlesi için güncel psikodinamik teori ve pratiğinde temel, erişilebilir bir zemin sağlar. Eğitim alanlar için, sadece teorik eğitimden klinik pratiğin keşfedilmemiş alanlarına geçiş yapmalarına yardımcı olacak çok faydalı bir araç seti sunar. Daha deneyimli terapistler ve psikodinamik terapideki anlayışlarını derinleştirmek isteyenler için kavramsal netlik sağlar ve aynı zamanda ileri düzey klinisyenler için yazılmış daha karmaşık ve yoğun psikanalitik eserlere geçişte bir basamak taşı olarak da hizmet edebilir.

    Bu kitap psikodinamik düşünme ve çalışma yöntemlerine bir giriş niteliğindedir. Öncelikli olarak, psikanaliz ve psikodinamik psikoterapi alanında yüksek lisans düzeyinde eğitim alanlar için yazılmıştır, ancak bu kitlenin çok ötesine ulaşmaktadır. Günümüz psikanalitik teorisine dayanmaktadır ve güncel psikodinamik düşünce ve pratikte kilit öneme sahip olan Winnicott, Bion ve Ogden’in çalışmalarından yararlanmaktadır. Ayrıca bağlanma teorisi ve araştırmalarını entegre eder ve nöropsikolojik araştırmalardan yeni katkılar içermektedir.

    Kitabın dili samimi ve içtendir. Tonu pratiktir. Yeni terapistin terapinin en derin ve en zengin kısımlarına erişimini sağlayan, günümüz psikodinamik teorisine dair açık bir anlayışla yazılmıştır. Psikodinamik psikoterapinin birçok temel teorik ilkesini çevirmekte ve okuyucuya herhangi bir analitik seansın yapısını nasıl yöneteceğine, bir klinisyen olarak algısal ve duygusal pencerelerini nasıl açacağına, “ilişki”yi nasıl çalışıp anlayacağına ve hastaların en yaygın intra [içsel] problemleriyle nasıl çalışacağına dair net (ancak kalıplaşmış olmayan) bir rehber sunmaktadır -ve kişilerarası problemleriyle. Bu yayın, yeni analistler ve terapistler için değerli bir rehber olacaktır ve klinik kariyerlerinde nerede olurlarsa olsunlar, psikodinamik terapi dünyasının onlar için neler sunabileceğini anlamaya çalışanlar için de faydalı olacaktır.

    Teri Quatman, Santa Clara Üniversitesi Danışmanlık Psikolojisi Lisansüstü Bölümünde Danışmanlık Psikolojisi Doçentidir. 1990 yılında Stanford Üniversitesi’nden doktora derecesini almıştır ve son 25 yıldır psikodinamik psikoterapiyi araştırmış, uygulamış ve lisansüstü öğrencilere öğretmiştir.

    ÖN SÖZ

    Bu kitabı öğrencilerime adıyorum. Onlar düşüncelerime ilham verenler; onlar, doğrudan bilgileri olmasa da, bu çalışmayı birlikte oluşturanlardır. Zaman içinde sınıflarda karşılaştığım iki binden fazla yüksek lisans öğrencisini düşünüyorum, Danışmanlık Psikolojisi (Counseling Psychology) programlarına başlayan öğrencileri, sadece en iyi klinisyen/terapist olma hedefiyle yola çıkan öğrencileri. Kendimi de hatırlıyorum, 1970’lerin sonlarında aynı yolculuğa başladığımda alan içinde her yönüyle tecrübesiz ve toy olduğumu düşünüyordum, bir gün etkili bir psikoterapist olabileceğim umuduyla adım attım.

    1970’lerin sonlarında ve 1980’ler boyunca eğitimime devam ederken -bir dereceden diğerine, ardından bir diğerine ve bir diğerine geçerken- sürekli olarak kendimi hiçbir şekilde  terapistliğe hazır olmadığıma dair rahatsız edici bir duygu hissetmeye devam ettim. Olmak istediğim türde bir terapist için -ki bunun ne tür olacağını da bilemiyordum- gerekli bilgeliğe, yaşam deneyimine ve varoluş biçimine sahip olmadığımı hissediyordum. Zamanla ve aldığım eğitimler sonucunda, terapist olmanın ne olabileceğine dair vizyonumu kısa ve hedefe yönelik buluşlar doğrultusunda yeniden tanımlamam gerektiğini hissettim. Bunlar davranışsal ve bilişsel terapilerin mutlu günleriydi. Sonuçta fobik bozuklukların nasıl ortadan kaldırılacağını, depresif bozuklukların nasıl yeniden çerçeveleneceğini, taşkınlık yapan [acting-out] gençler için davranışsal müdahalelerin nasıl yapılandırılacağını öğrenmiştim. Ama nasıl yapacağımı bildiğim halde kendimi hala bir terapist gibi hissetmiyordum.

    Bilmediğim şey ve çok sık öğrencilerimin de bilmediği şey, istediğim türde bir terapist olmanın kişisel bir dönüşüm gerektireceğiydi. Bu, kesinliklerimi terk etmemi, önyargılarımı yeniden gözden geçirmemi, sıkı sıkıya tuttuğum birçok inancımı geri çekmemi ve başlangıçta büyük bir karanlığa doğru ilerlememi gerektirecekti. Ayrıca, bu sürecin bir ön şartı olarak kendim için terapi sürecine girmem gerektiği anlamına gelecekti. Bu benim için bir sürpriz ve şok oldu, çünkü kendimi toplu ve iyi entegre olmuş bir insan olarak algılamıştım, stabil ve yeterince sevgi dolu bir aileden gelmiştim ve kişisel terapiye ihtiyaç duymadığımı hissetmiştim. Başlangıçta bilemediğim şey ise, bu öz algıların kendisinin, gerçekten olmak istediğim türde bir terapist olmamın önünde duran bir tür psişik geçirgenlik engeli yarattığıydı.

    Bir akşam psikoterapi teorileri üzerine bir ders verirken ders arasında bir öğrenci yanıma geldi. “Bu şeyleri seviyorsunuz!” dedi. (davranışsal müdahaleler hakkındaki dersime atıfta bulunarak). “Evet!” Heyecanla, “Bu işi seviyorum!” dedim. Daha da ileri gitti, “Nedenini sorabilir miyim?” “Elbette” dedim, “çünkü işe yarıyor!” Düşünceli bir tavırla yanıtladı: “Bu çok tuhaf, çünkü bu derste eğitmen olarak bulunan kişinin bundan daha fazlasına ihtiyacı var.” Öğrenci bu oldukça şifreli yorumla ayrıldı ama yorumu kaldı. Kalacak ve kalacaktı, beni iyice gömülmüş şüphelerimle yüzleştiriyor ve bana terapist olmayı istememdeki asıl motivasyonumu hatırlatıyordu. Diğer insanlara ve kendime dair derin bir anlayış geliştirmek istemiştim; başkalarının sıkışıp kalmalarının, kendilerini sabote etmelerinin, hayatlarını dolu dolu yaşayamamalarının altında ne olduğunu görmelerine yardımcı olmak istemiştim.

    Böylece psikodinamik psikoterapi yolculuğum başladı. Öğrencimin yorumuyla merakım artmış ve çok hassas bir psikodinamik danışmanın süpervizyonu altında stajım başladı. Bu, uzun ve zorlu bir yolculuğa dönüşen bir başlangıç oldu. İlk olarak bana Althea Horner’ın (1984)  Nesne İlişkileri ve Terapide Gelişen Ego  kitabı verildi. Hem ilginç hem de anlaşılmaz buldum. Sonraki aylar ve yıllar, beni önceden kötülenmiş olan Freud’un (hiçbir zaman gerçekten okumadan reddettiğim) ve onun geçmiş ve günümüz haleflerinin topraklarına götürecekti. Başlangıçta onları Nesne İlişkileri terapistleri olarak tanıyordum, ancak kısa sürede Psikanalitik ve Psikodinamik Psikoterapilerin çeşitli dünyalarını içerecek şekilde genişledi. Gelecek zaman dilimi, kendi kendime çeşitli terapileri içerecekti. Bu, görselleştiremediğim ve etkinliğini değerlendiremediğim bir terapiyi yıllar boyunca pratik yapmayı içerecekti. Bu uzun bir süre boyunca, belli belirsiz (dimly-lit journey) bir yolculuktu.

    Bu sabah bilgisayarımın başına geçtim, yolculuğumun uzunluğu değil, yolculuğumun aydınlığı nedeniyle. Eğitime olan bağlılığım ve psikodinamik yolculuğun ilk adımlarını öğrencilerim için daha erişilebilir ve anlaşılır hale getirme arzumdan dolayı yazıyorum. Özellikle Tom Ogden’a derin bir minnet duyuyorum. Onun cömert danışmanlığı, düşüncelerinin açıklığı ve yazılarının titizliği, çalışmalarımı büyük ölçüde zenginleştirmiş ve yolumu aydınlatmıştır.

    Gelecek sayfalarda, psikodinamik psikoterapin uygulamasının (practice) bazı temellerini açıklıyorum (Nesne İlişkileri, Psikanaliz ve Psikanalitik Psikoterapilerin yerine geçecek bir terim [practice]). Alanımız teori yoğunluğuna sahip olsa da, pek az yazar uygulama temellerini (basics of practice) başlangıç/ilerleme aşamasındaki terapistlere açıklamaya çalışır. Bu çalışmayı, dönem dönem sınıfıma giren ve içgörü ve etkinlik araçlarına sahip olmak isteyen binlerce öğrenciye adıyorum, onlar arayışlarını nasıl adlandıracaklarını bilmeden. Psikodinamik çalışmanın başlangıç materyallerinin şifresini çözmek için çok uzun bir çalışma süresi gerektiği için yazıyorum. Umarım bu çalışma onlar için yolculuğu daha aydınlık hale getirmeye hizmet eder, çünkü yol boyunca onların soruları ve sorguları benim için hayatımı daha aydınlık hale getirdi.   

    TEŞEKKÜRLER

    Hayatlarımızı yaşamamız ve elimizden geldiğince katkıda bulunmamız için gereken destek ağına  teşekkür etmek isterim. Yol boyunca bana bu edinilmiş sanatı öğrenme lütfunu sağlayan akıl hocalarım var. Uygulama yapmama, hatalar ve yanlış adımlar atmama ve onlarla birlikte büyümeme izin veren hastalarım var. Son 22 yıldır bu klinik sanatı canlı tutma ve bunu öğrencilere sunma tutkumu onurlandıran Santa Clara Üniversitesi öğretim üyeleri ve öğrencileri var. Bu projenin ortasında ortaya çıkan ve iki yıl önce beni alaşağı etmekle tehdit eden kanseri atlatmamda bana yardımcı olan aile üyelerim ve yakın arkadaşlarım var.

    Tabii ki, bu çalışmanın doğumunda yardımcı olan, yol boyunca teşvik eden, dinleyen, okuyan ve eleştiren özel insanlar var, adları sayılamayacak kadar çok. Ancak özellikle danışma grubu üyelerime teşekkür etmek istiyorum; onlar bu çalışmanın ortaya çıkan bölümlerini hafta hafta sesli olarak dinlediler ve kaybolduğumu hissettiklerinde gerçeği söylediler. Ayrıca Dr. Bob Fisher’a teşekkür etmek istiyorum; haftalık kahve buluşmalarında sağladığı cömertlik sayesinde klinik köşeleri düşünmemi ve yeni yolları keşfetmemi sağladı. İlk okuyucularım Susan Martin, Connie Swanson, Julie Smith’e teşekkür etmek istiyorum; arkadaşlarım, içgörülü terapistler, hepsi yazarlar, hepsi beni devam etmeye teşvik etti. Derin etkileri olan Dr. Tom Ogden’a mentorluğu ve cömert ruhu için teşekkür etmek istiyorum. Bu eserin tamamlanmasına yine cömertliği ve hatırı sayılır yeteneğiyle katkıda bulunan sanatçım ve ödünç aldığım oğlum (my borrowed son) Tim Lamb’e teşekkür etmek istiyorum. Son olarak, bu süreç boyunca arkadaşım ve psikodinamik rehberim olan Dr. Mardy Ireland’a özel teşekkürlerimi sunmak istiyorum; projenin başlamasını teşvik etti ve ortaya çıktıkça hem kavram hem de uygulama konusunda doğru yol almamı sağladı.

    Pek çok ele ve pek çok sese borçluyum. Artık tamamlamanın mutluluğunu onlarla paylaşıyorum.

  • DSM-5’te Kişilik Bozuklukları

    DSM-5 önerilen haliyle kişilik bozukluklarının teşhisine yönelik yaklaşımda önemli bir değişim sunmaktadır. DSM-III ve DSM-IV’te özetlenen tanı kriterleri ve eksen II’nin tanıtımı, klinik uygulamada dikkati bu sendromlara odaklamayı ve tanı, epidemiyoloji, psikobiyoloji, klinik seyir ve tedavi üzerine araştırmaları teşvik etmeyi amaçlamıştır. Bir tanı sistemi klinik açıdan uygun olmalı, uygulamada görülen kişilik sendromları spektrumunu kapsamalı, tanınmalarını kolaylaştırmalı ve kişiliğin değerlendirilmesi ve tedavisinde uzmanlaşmamış olanlar da dahil olmak üzere meşgul klinisyenler tarafından kullanılabilecek kadar basit olmalıdır. Aynı zamanda, tanı şemasının bu hastalıkların daha iyi anlaşılmasına ve daha iyi tedavi edilmesine yol açan araştırmalardaki ilerlemeyi yansıtması ve desteklemesi gerekmektedir. Ne yazık ki, kişilik bozukluklarını sınıflandırmak için önerilen sistem çok karmaşıktır, yeterli bir klinik gerekçe olmaksızın tanıya yönelik özellik temelli bir yaklaşım içermektedir ve önemli klinik faydası olan kişilik sendromlarını göz ardı etmektedir.

    Kişilik bozuklukları için önerilen DSM-5 tanı şeması, bir arada mutlu bir şekilde var olamayacak farklı modellerin hantal bir birleşimidir ve birçok klinisyenin uygulamalarında bunu kullanmak için sabır ve sebat göstermeme olasılığını artırmaktadır. Ortaya çıkan taslak kriterler 5 kişilik işleyiş düzeyi, 5 kişilik tipi, 6 kişilik özelliği derecelendirme ölçeği ve özellik derecelendirme ölçeği başına 4-10 özellik derecelendirme alt ölçeği veya yönünü kapsamaktadır.

    Klinik açıdan faydalı bir yaklaşım, derecelendirme ölçeklerinin türlerine değil, insan türlerine odaklanmalıdır. Birincil tanı birimi kişilik sendromu olmalıdır -biliş, duygulanım, kişilerarası işlevsellik, davranış, başa çıkma ve savunmayı kapsayan işlevsel olarak birbiriyle ilişkili kişilik süreçlerinin bir konfigürasyonu veya örüntüsü. Ruh sağlığı uzmanları sendromlar veya örüntüler açısından düşünürler (DSM’nin önceki tüm versiyonlarında kabul edildiği gibi), yapısallaştırılmış alt bileşenler açısından veya derecelendirilecek 30’dan fazla ayrı özellik boyutu açısından değil (mevcut DSM-5 önerisinde olduğu gibi). Klinisyenler, eğitimsiz kişilerin karışıklık görebileceği birbiriyle ilişkili süreçlerin tutarlı kalıplarını görürler. Tanı değerlendirmesi, önerilen revizyonda olduğu gibi (DSM-IV’e göre memnuniyet verici bir gelişme) şiddet derecelerini de kabul etmelidir. Narsisistik bozukluğu olan bir hasta hafif derecede sosyal bozukluğa sahip olabilir ya da herhangi bir kişisel etkileşime etkin bir şekilde giremeyecek kadar ciddi derecede bozuk olabilir.

    DSM5 için önerilen prototip yaklaşım beş kişilik bozukluğunun tanımını sunmaktadır: antisosyal/psikopatik, kaçıngan, sınırda, obsesif-kompulsif ve şizotipal. Teşhiste prototip yaklaşımının kullanışlılığı için ampirik destek vardır: bilişsel bilim araştırmaları bize, doğası gereği kategori üyeliği hakkında bir yargı olan teşhis kararının genellikle prototip eşleştirmesine dayandığını söylemektedir (1-6). Teşhis uzmanları, teşhis sendromlarının bilişsel prototiplerini geliştirir ve bir birey ile belirli bir prototip arasındaki eşleşmeyi ölçerek teşhis koyarlar. Bilişsel prototipler, bir kişilik sendromunun birçok farklı ancak birbiriyle ilişkili özelliğini yakalayan sendromal yapılardır. Bu alanda, DSM-5 Kişilik ve Kişilik Bozuklukları Çalışma Grubu, onu kullanacak klinisyenlerin bilişsel süreçlerine karşı değil, onlarla birlikte çalışabilecek bir yaklaşıma duyulan ihtiyaca dikkat etmiştir.

    DSM-5 önerisi, bu klinik temelli prototip yaklaşımı, sendromlar yerine özellik
    boyutları (derecelendirme ölçekleri) etrafında düzenlenen ikinci bir çok boyutlu değerlendirme modeli ile birleştirmektedir. Özellik modelleri akademik psikoloji içinde geliştirilmiştir ve kökenleri normal (klinik değil) popülasyonlar üzerinde yapılan araştırmalara dayanmaktadır. Önerilen altı boyut şunlardır: 1) depresyon, anksiyete, utanç ve suçluluk “yönlerini” içeren negatif duygusallık; 2) sosyal etkileşimden çekilmeyi içeren içe dönüklük; 3) abartılı bir kendini önemseme duygusunu içeren antagonizm; 4) dürtüselliği içeren disinhibisyon; 5) mükemmeliyetçilik ve katılığı içeren kompulsivite; ve 6) tuhaf algı ve inançları içeren şizotipi. Bu özellikler, çeşitli verilere dayalı modeller arasında sentez yapma ve uzlaşma sağlama çabasını temsil etmektedir. Bununla birlikte, önerilen özellik boyutları ve yönleri ile genel değerlendirme sistemi deneysel olarak araştırılmamıştır. Ortaya çıkan model artık onlarca yıllık araştırmalara dayanmamaktadır ki bu da modelin dahil edilmesinin başlıca gerekçesiydi.

    Dahası, özellik temelli sistemlerin, doğrulanmış olsalar bile, klinik olarak faydalı
    bir tanı sistemine dönüştürülebileceğinden şüphe etmek için iyi nedenler vardır. Boyutsal özellik yaklaşımları üzerine araştırmaların devam etmesinden yana olsak da, DSM-5 tanı sisteminin oluşturulması, klinisyenlerin boyutsal özellik yaklaşımlarını mevcut DSM-IV sisteminden önemli ölçüde daha az ilgili ve faydalı bulduklarını ve daha kötü olarak değerlendirdiklerini kabul etmelidir (7, 8). Sendromal prototip yaklaşımının kavramsal olarak farklı ikinci bir boyutsal özellik yaklaşımıyla birleştirilmesi DSM-5 önerisini gereksiz yere karmaşıklaştırmakta ve kişilik teşhisi için zaten az kullanılan bir sistemi klinik uygulamada çalışamaz hale getireceğini düşünmekteyiz. Boyutsal özellik
    stratejileri, özellikle bir popülasyondaki değişkenler arasındaki ilişkilerin belirlenmesinde kesinlikle değerli araştırma araçlarıdır, ancak bunlar DSM’nin bir bireydeki psikolojik süreçlerin karşılıklı ilişkilerini tanımlamadaki birincil klinik faydasına müdahale etmeyecek şekilde sağlanmalıdır.

    Çalışma Grubu tarafından önerilen beş kişilik prototipinin toplumda görülen
    kişilik patolojisi spektrumunu kapsamak için yeterli olmadığı endişesini paylaşıyoruz. Tanı sisteminde narsisistik, paranoid, bağımlı ve histrionik
    (tarihsel olarak “histerik” olarak adlandırılan) kişilik bozukluğu bulunmamaktadır. Önerilen boyutsal özellik derecelendirme ölçeklerinin kombinasyonları, geçtiğimiz on yıllar boyunca önemli miktarda ampirik veri ve daha da önemli bir klinik bilgelik birikimi olan (9-11) ihmal edilen sendromları (8) kolayca vermeyecektir.

    Prototip sisteminin toplumda görülen ve ampirik olarak tanımlanan kişilik sendromları yelpazesini kapsayacak şekilde genişletilmesini şiddetle savunuyoruz (9-11). Ayrıca, ulusal örneklemlerde yapılan ampirik araştırmalarda ortaya çıkan ve klinik olarak tanıdık bir dille yazılan prototip tanımları, prototip tanımlarında kullanılmak üzere ampirik olarak test edilmemiş boyutsal özellik modellerinden terminoloji eklenerek değiştirilmemelidir. Bazı kişilik bozukluklarının mevcut araştırmaların sınırlı olması nedeniyle atlandığını
    varsayıyoruz, ancak kanıtın olmaması yokluğun kanıtı değildir. Örneğin, narsisistik kişilik bozukluğu, klinik uygulama ortamları dışında örneklem elde
    etmenin zor olması ve çoğu kişilik araştırmacısı tarafından kullanılan anketler ve yapılandırılmış görüşmeler gibi öz bildirim yöntemleriyle değerlendirilmesinin zor olması nedeniyle daha az ampirik araştırma ilgisi görmüş olabilir. Bu gerekçe, iyi bilinen ve yaygın olarak görülen belirli sendromları hariç tutmak için kullanılırsa, uygulamada yaygın olarak görülen bozukluklar önerilen revizyondan kaybolabilir ve potansiyel olarak klinik gerçeklik ile resmi olarak onaylanmış tanılar arasına bir kama sokabilir.

    Bu yorum, kişilik bozuklukları konusunda uzmanlığa sahip deneyimli kıdemli
    klinisyenlerin ve farklı geçmişlere sahip araştırmacıların uzlaşmaya dayalı ortak
    görüşlerini temsil etmektedir. Kişiliğin psikiyatrik tanı ve tedavide daha belirgin
    ve haklı bir yer edinmesini sağlamak istiyoruz. Boyutsal bir özellik yaklaşımının
    gerçek dünyadaki klinik teşhis için işe yaramayacağından endişe duyuyoruz.
    Ayrıca DSM-5 önerisinin pratikte görülen kişilik patolojisi spektrumunu kapsayamayacak kadar az kişilik bozukluğu prototipi içermesinden de endişe
    duyuyoruz.

    İyi tanınan klinik yapıların (örn. şiddet) boyutlandırılmasının değerini onaylıyoruz, ancak akademik kişilik psikolojisinden alınan klinik olmayan
    kavramların kullanımına katılmıyoruz.

    Kişilik sendromlarını teşhis etme sistemi, ruh sağlığı profesyonellerinin klinik açıdan yararlı ve ilgili olarak kabul ettiği terimlerle yeniden düzenlenmedikçe ve teşhis koyma yöntemleri gerçek dünyada kullanılabilirlik ve zaman verimliliği göz önünde bulundurularak tasarlanmadıkça, psikiyatrik hastaların kapsamlı bir şekilde anlaşılmasına zarar verecek şekilde, kişiliğin klinik uygulamada giderek daha fazla atlandığını ve ihmal edildiğini görebiliriz. Bugün çok sayıda psikiyatrik kayıtta, eksen II’den sonraki giriş “ertelenmiş” gibi görünmektedir. Bu talihsiz eğilimi şiddetlendirmek yerine tersine çevirecek bir sistemi şiddetle savunuyoruz.

    Referanslar
    1. Rosch E: Cognitive representations of semantic categories. J Experimental
      Psychol General 1975; 104:192–232
    2. Cantor N, Genero N: Psychiatric diagnosis and natural categorization: a close analogy, in Directions in Psychopathology: Toward the DSM-IV. Edited by Millon T, Klerman GL. York, Guilford, 1986, pp 233–256
    3. Horowitz LM, Post DL, French RD, Wallis KD, Siegelman EY: The prototype as a construct in abnormal psychology, II: clarifying disagreement in psychiatric judgments. J Abnorm Psychol 1981; 90:575–585
    4. Horowitz LM, Wright JC, Lowenstein E, Parad HW: The prototype as a construct in abnormal psychology, I: a method for deriving prototypes. J Abnorm Psychol 1981; 90:568–574
    5. Kim NS, Ahn W: Clinical psychologists’ theory-based representations of mental disorders predict their diagnostic reasoning and memory. J Exp Psychol 2002; 131:451–476
    6. Millon T, Klerman GL (eds.): Directions in Psychopathology: Toward the DSM-IV. York, Guilford, 1986
    7. Spitzer RL, First MB, Shedler J, Westen D, Skodol AE: Clinical utility of fi ve
      dimensional systems for personality diagnosis: a “consumer preference” study. J Nerv Ment Dis 2008; 196:356–374
    8. Rottman BM, Ahn WK, Sanislow CA, Kim NS: Can clinicians recognize DSM-IV personality disorders from fi vefactor model descriptions of patient cases? Am J Psychiatry 2009; 166:427–433
    9. Westen D, Shedler J: Revising and assessing axis II, part II: toward an
      empirically-based and clinically useful classifi cation of personality disorders. Am J Psychiatry 1999; 156:273–285
    10. Shedler J, Westen D: Refi ning DSM-IV personality disorder diagnosis:
      integrating science and practice. Am J Psychiatry 2004; 161:1350–1365
    11. Beck AT, Butler AC, Brown GK, Dahlsgaard KK, Newman CF, Beck JS:
      Dysfunctional beliefs discriminate personality disorders. Behavior Res Therapy 2001; 39:1213–1225

    JONATHAN SHEDLER, PH.D.
    AARON BECK, M.D.
    PETER FONAGY, PH.D.
    GLEN O. GABBARD, M.D.
    JOHN GUNDERSON, M.D.
    OTTO KERNBERG, M.D.
    ROBERT MICHELS, M.D.
    DREW WESTEN, PH.D.

    Bu yorum Glen Gabbard, Jonathan Shedler ve Robert Michels arasında Şubat 2010’da yapılan konuşmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Tüm yazarların görüşlerini yansıtmaktadır ve her biri katkıda bulunmuştur. Dr. Shedler yorumun hazırlanmasında birincil rolü oynamıştır; diğerleri alfabetik sıraya göre listelenmiştir. Yazışma ve yeniden basım talepleri için Dr. Michels, Psikiyatri Bölümü, Cornell Üniversitesi, 418 East 71st Street, Suite 41, New York, NY 10021;rmichels@med.cornell.edu (e-posta). Yorum Haziran 2010’da yayınlanmak üzere kabul edilmiştir (doi: 10.1176/appi.ajp.2010.10050746).

    Dr. Shedler, Quick PsychoDiagnostic Panel’in (QPD Panel) telif hakkı sahibidir ve Shedler-Westen Değerlendirme Prosedürü’nün (SWAP) telif hakkı sahibidir. Dr. Beck, Kişilik İnancı Anketi’nin (kamu malı) ve The Psychological Corporation tarafından yayınlanan altı anketin (hiçbiri kişilik bozuklukları üzerine değildir) yazarıdır. Aynı zamanda, hasta ücretleri ve stajyer ödemeleri yoluyla gelir elde eden, psikoterapi ve eğitim sağlayan, kâr amacı gütmeyen bir kurum olan Beck Bilişsel Terapi Enstitüsü’nün başkanıdır; kendisi bu kurumdan herhangi bir gelir elde etmemektedir. Dr. Westen, SWAP’ın telif haklarının ortak sahibidir ve Westen Strategies’in kurucusu ve Implicit Strategies’in (siyasi ve pazar araştırma şirketleri) kurucu ortağıdır. Dr. Freedman bu yorumu incelemiş ve bu ilişkilerden etkilendiğine dair herhangi bir kanıt bulamamıştır. Diğer yazarlar ticari çıkarlarla herhangi bir mali ilişki bildirmemiştir.

  • Farmakolojik Tedavide Psikodinamik Formülasyonlar (26)

    Anahtar Kavramlar

    Psikodinamik formülasyonlar psikofarmakolojik tedaviyi optimize etmemize yardımcı olabilir.

    Bu bağlamda, en yararlı psikodinamik formülasyonlar aşağıdakilerle ilgili konuları hedefler

    • Semptomlar
    • İlaçlar
    • Uyumluluk
    • Yan etkiler

    Ruh sağlığı için gelen hastalar genellikle bir tür acıdan kurtulmayı ararlar. Bazılarının başlangıçta ilaç tedavisi, psikoterapi veya her ikisiyle tedavi olup olmama konusunda tercihleri olabilir. Diğerlerinin belirli bir tedavi tercihi olmayabilir. Ruh sağlığı hizmetlerinin yapılandırılma, sunulma, ödenme (en azından ABD’de) ve medyada tasvir edilme şekli nedeniyle, psikiyatristlerden genellikle sadece ilaç yazmaları ve konuşma tedavisini dışarıda bırakmaları istenmektedir (Mojtabai & Olfson, 2008). Hastaları diğer ruh sağlığı uzmanlarından psikoterapi alabilir ya da hiç almayabilir. Ancak ilaç tedavisi için gelen hastaların duygusal açıdan anlamlı konuları psikoterapideki hastalar kadar tartışma olasılıkları vardır. Gördükleri farmakologlar onları neyin rahatsız ettiğini empati kurarak dinleyebilir ve yanıt verebilir (Cabaniss et al., 2017) ve bu bilginin hassas bir şekilde ortaya çıkarılıp anlaşıldığında genellikle ilaç tedavisini optimize etmeye yardımcı olduğunu fark edebilirler. Ancak günümüz psikiyatri pratiğinin gerçekleri, psikiyatristlerin “medikal kontrol” ziyaretlerinin süresini 15-20 dakika ile sınırlamalarını gerektirmektedir. Psikodinamik formülasyon bu tedavi yaklaşımına nasıl uyum sağlayabilir (Gabbard, 2009; Plakun, 2012)

    Psikodinamik formülasyon farmakolojik tedaviyi yönlendirmeye yardımcı olur

    Psikodinamik bir formülasyon, tedavi esas olarak farmakolojik olarak tasarlandığında bile yararlı bir rehber olabilir. İyi formülasyonlar, klinisyenlerin hastalarının hastalıklarına, ilaçlarına ve ruh sağlığı uzmanlarına karşı tutumlarını anlamalarına yardımcı olur. (Mintz & Belnap, 2011).

    Reçeteyi yazan kişi için en yararlı psikodinamik formülasyon öz ve problem odaklıdır. Bazı durumlarda, hastanın net bir psikiyatrik teşhisi vardır, eşlik eden semptomları veya durumları az veya hiç yoktur, ilaç kullanımı konusunda çelişki yaşamaz, ilaca iyi yanıt verir ve az veya hiç yan etkisi olmaz, ilaç tedavi programına iyi uyum sağlar. Bununla birlikte, genellikle durum daha karmaşıktır. Hastanın net olmayan bir tanısı, birden fazla stres faktörü veya travma yaşamış olabilir, ilaç kullanma konusunda kararsız veya olumsuz duygulara sahip olabilir, yan etkileriyle ilgili sıkıntı veya reçetelenen ilaca uyum sağlamakta zorluk yaşayabilir. Bu durumlarda, tedavi eden klinikler, hastayı yeterince tanımak için zaman ayırarak işbirlikçi bir şekilde hedef odaklı bir psikodinamik formülasyon oluşturabilirler. Bu aynı zamanda tedaviye uyum ve sonuçla pozitif korelasyon gösterdiği gösterilen terapötik ittifakın güçlendirilmesine de hizmet edecektir (Cabaniss ve ark., 2017; Zeber ve ark., 2008). Bir klinisyenden ilaç tedavisi ve diğerinden psikoterapi alan hastalar için ayrı tedavi (split treatment), iki klinisyenin iletişim kurmaya istekli olması -psikodinamik formülasyon hakkında fikir alışverişinde bulunmak da dahil olmak üzere- tedavinin çok önemli bir bileşeni olabilir.

    Farmakolojik tedavide hedefe yönelik bir formülasyon için bilgi toplanması

    Hastaların ilk konsültasyona gelme şekli, hedeflenen psikodinamik formülasyon için bilgi toplama yaklaşımına rehberlik edecektir. Bir hasta kriz halinde (örneğin akut intihar eğilimi gösteriyorsa) acil hedef hastanın güvenliğini sağlamak olacaktır. Daha kapsamlı öykü alınması bekleyebilir. Bunun aksine, uzun süredir devam eden yaygın anksiyetesi olan bir hastanın randevu için haftalar öncesinden plan yapması durumunda, hastayı tanımaya başlamak ve ziyaretin “Neden şimdi? “sini anlamak için zamanımız olacaktır. Önemli bir not olarak, formülasyon için ihtiyacımız olan bazı veriler, bir psikoterapist veya bir birinci basamak doktoru olabilecek başvuran klinisyenle iyi bir çalışma ittifakı kurularak elde edilebilir.

    Göreceli olarak acil olmayan bir durumda bile, yaşam öyküsünü tam olarak öğrenmeye veya hastanın mevcut ve geçmiş ilişkilerini derinlemesine araştırmaya zaman olmayabilir.Klinik durumun gereklilikleri göz önüne alındığında, bilgi toplamanın hedefe yönelik olması gerekir. Peki formüle etmeye başlamak için ne tür bilgileri bilmek faydalıdır?

    Bu örneği düşünün:

    Orta yaşlı bir inşaat işçisi olan Alfred, farmakoloğa “karım sizi görmemi istediği için” konsültasyona geldiğini söyler. “Biraz depresyonda olduğunu ama önemli bir şey olmadığını, işler iyi gitmediğinde depresyona girdiğini” söylüyor. Sorulara isteksizce cevap veriyor ve çok az bilgi veriyor. Duvardaki diplomalara bakarak, biraz alaycı bir ses tonuyla, “Demek bir sürü okula gittiniz, oldukça zeki olmalısınız” diyor. Farmakolog buna yanıt vermiyor ama Alfred’in semptomlarıyla ilgili sorular sormaya devam ediyor.

    Bu örnekte farmakolog, Alfred’in majör depresyona sahip olduğu sonucuna varabilir ve bir antidepresan ilaç yazmaya karar verebilir. Ancak Alfred’in farmakoloğun diplomaları hakkındaki kışkırtıcı yorumu, farmakolojik ittifakı ve tedaviyi etkileyebilecek özsaygı tehditlerine karşı kırılganlık ve başkalarına güvenmekte zorluk gibi başka sorunların da söz konusu olabileceğini düşündürmektedir. Alfred, benlik duygusu, başkalarıyla olan ilişkisi, doktorlara, ilaçlara ve psikiyatrik tanılara karşı tutumu hakkında daha fazla şey öğrenmeden, büyük olasılıkla tedavi başarılı olmayabilir (Skodol ve ark., 2005, 2011) Alfred’in, benlik algısı, başkalarıyla ilişkileri ve doktorlara, ilaçlara ve psikiyatrik teşhislere karşı tutumları hakkında daha fazla bilgi edinmeden tedavi başarılı olmayabilir.

    İlk farmakoloji konsültasyonu için yeni bir hastayla görüşürken, ziyaretin çeşitli hedeflerini açıklayarak çerçeveyi belirlemek yararlıdır. Örneğin:

    Bugünkü ziyaretin ana amacı sizin için ilaçların faydalı olup olmayacağını görmek olsa da, bunu en iyi şekilde yapabilmek için sizi tanımam gerekecek. Bu nedenle, şu anki yaşam durumunuzla ilgili ve geçmişinizle ilgili bazı sorular soracağım.

    Aşağıdaki bölümlerde klinisyenlerin psikofarmakolojik tedavide hedefe yönelik psikodinamik formülasyonlar oluşturmasına yardımcı olabilecek önemli bilgiler tartışılmaktadır.

    Hastanın hayat hikayesine odaklanmış sorular sormak

    Travma öyküsü de dahil olmak üzere standart bir tıbbi ve psikiyatrik öykü almanın yanı sıra, hastanın çocukluğu ve köken ailesi hakkında bir şeyler bilmek de yararlıdır. Bu, standart bir görüşmenin içine yerleştirilebilir, örneğin şöyle denebilir:

    Bana kısaca kendinizden ve siz büyürken ailenizin nasıl olduğundan bahsederseniz çok yardımcı olursunuz. İnsanlar sizi çocukken nasıl tarif ederdi? Anne babanız ve kardeşleriniz nasıl insanlardı? Çocukluğunuz veya gençlik yıllarınız hakkında bilmem gereken önemli bir şey var mı?

    Özellikle hem hastada hem de aile üyelerinde erken dönem mizaç kalıpları, bilişsel ve duygusal zorlukların belirtileri ve ilaç tedavisi geçmişi hakkında bilgi edinmek önemlidir.

    İlişkilerin geçmişi

    Bunu sormanın yararlı bir yolu şöyle bir sorudur:

      Bana hayatındaki önemli insanlardan bahset.

    Hastanın tanıdığı herhangi birinin psikiyatrik bir bozukluk için ilaç alıp almadığını veya kullanıp kullanmadığını öğrenmek yararlı olabilir. Hastanın destek için kime güvendiğini ve kimin stres kaynağı olabileceğini bulmak da önemlidir.

    Uyum sağlamak (Adapting)

    Bir hastanın stresle nasıl başa çıktığını, kendini nasıl düzenlediğini, duyusal uyarıcılara nasıl tepki verdiğini ve duygularını nasıl yönettiğini anlamak, psikofarmakolojik tedavi için son derece değerlidir. Bu, ilaç kavramını daha geniş bir bağlama yerleştirmeye ve semptomları yönetmek için farmakolojik olmayan stratejiler önermeye yardımcı olabilir. Ayrıca, hastanın nüks, yan etkiler ve tedaviye yanıtsızlık durumlarında nasıl tepki vereceğini öngörmemize de yardımcı olabilir.

    Stresi genellikle nasıl yönetirsiniz? Kaygı, öfke veya üzüntü gibi duygularla genel olarak nasıl başa çıkıyorsunuz? Bu başa çıkma stratejilerinizin ne kadar işe yaradığını düşünüyorsunuz?

    Hastalığa karşı tutumlar

    Hastalarımızın tıbbi ve psikiyatrik geçmişiyle ilgili gerçekleri öğrenmenin yanı sıra, hastalık veya tedaviyle ilgili deneyimlerini, mevcut durumu veya sorunu nasıl anladıklarını, mevcut soruna neyin neden olduğu veya katkıda bulunduğu hakkındaki fikirlerini veya teorilerini ve neyin yardımcı olabileceğini düşündüklerini de sorabiliriz.

    Aşağıdaki gibi sorular,

    Bazen insanların neden endişeli olduklarına dair fikirleri vardır. Senin var mı?

    Ya da

    Depresyonu bir tıbbi hastalık olarak düşünsek de bazen sizin gibi semptomları olan insanlar sorunlarının kendilerinden kaynaklandığından endişe ederler. Sizin böyle düşünceleriniz oldu mu?

    Hastalarımızın semptomları hakkındaki fantezilerini anlamak tedavi başarısı için kritik öneme sahip olabilir.

    İlaca karşı tutumlar

    Basındaki makaleler, televizyondaki doğrudan tüketiciye yönelik reklamlar, sosyal medyadaki paylaşımlar; bunlar psikiyatrik ilaçlarla ilgili bilgilerin kültürümüze nüfuz etmesinin yollarından sadece birkaçıdır. Ruh sağlığı uzmanlarına başvuran hastaların ilaç tedavisine ilişkin önceden var olan bazı görüş ve duyguları olması muhtemeldir ve tedaviye başladığımızda bunları sormamız önemlidir (Drescher, 1995). Hastalar psikiyatrik ilaçlar hakkında çok ya da az bilgi sahibi olabilir ve bu konudaki duyguları çok olumsuzdan oldukça olumluya kadar değişebilir. Genellikle bu tutumlar, hastanın tanıdığı herhangi birinin psikiyatrik bozukluk için ilaç alıp almadığı ya da almış olup olmadığı sorulduğunda ortaya çıkarılabilir.

    Liam, depresyonun değerlendirilmesi için terapisti tarafından bir farmakoloğa yönlendirilir. İlk görüşmede Liam, farmakoloğa şunları söyler: “Kız kardeşim birkaç antidepresan denedi ve hepsi korkunç yan etkilerden başka bir etkiye neden olmadı. Onlara pek güvenim yok.”

    İlaçlar ayrıca hastalar için belirli anlamlara da sahip olabilir. Bu anlamlardan bazıları şunları içerebilir: semptomlarına neden olan bir şeyin “biyolojik” olduğunu doğrulama, özsaygıya darbe, kendilerine özel bir şekilde bakıldığını hissetme, başkalarının (örneğin, psikiyatristin) zihnini veya bedenini kontrol etmek için bir araç olma veya psikoterapide “başarısız” olduğu hissi (Busch & Auchincloss, 1995; Busch & Sandberg, 2007; Frank & Gunderson, 1990.

    Tedaviyi yürüten klinisyene yönelik tutumlar

    Konsültasyon sırasında genellikle hastalara bize karşı tutumlarını doğrudan sormasak da, bu konuda ipuçları arar ve not ederiz. Hasta aşırı saygılı ve idealize edici mi? Şüpheci ve güvensiz mi? Düşmanca ve tartışmacı mı? Tüm bu tutumlar önemli bilgilere işaret eder ve bizim işimiz bunların nedenlerini ve kaynaklarını anlamaya çalışmaktır. Bunlar altta yatan bir psikiyatrik bozukluğun belirtilerini gösterebilir veya hastanın başkalarına karşı uzun süredir devam eden tutumları olabilir, örneğin, otorite pozisyonları. Bu tutumların, tıp mesleğinin, tarihsel olarak ve günümüzde, renkli insanlara, kadınlara, LGBTQ bireylere ve diğer azınlık gruplarına karşı önyargı gösterme, kötü muamele veya istismar etme şekilleriyle kök salmış tıbbi mesleğe güvensizliği yansıtabileceğini düşünmek de önemlidir (Brandon et al., 2005; Drescher, 2015; Hamberg, 2008; Mensah et al., 2021; Saha et al., 2003). Bu tutumlar ilaç kullanımı önerilerine uyumu etkileyebilir ve farmakologların hastalarını daha etkili bir şekilde tedaviye dahil etmelerine yardımcı olabilir (Douglas, 2008).

    Psikofarmakolojik tedavide psikodinamik bir formülasyonun oluşturulması

    Psikofarmakolojik tedavide psikodinamik formülasyon, hastanın ilaçlara yönelik duygularını, tutumlarını ve davranışlarını etkileyen sorunları ve kalıpları hedefler. Temelde, şunu bilmek istiyoruz:

    Bu kişinin sorunları, kendisiyle ve diğerleriyle ilişki kurma kalıpları, stres ve çatışmalarla başa çıkma karakteristik yolları ve yaşam öyküsü göz önüne alındığında, farmakolojik tedaviye nasıl tepki vereceğini nasıl öngörebilirim?

    Farmakolojik tedaviye ilişkin hastaların tutumlarını etkileyebilecek daha yaygın kalıplar ve çatışmalar özsaygı, güven ve bağımlılık sorunlarıdır. Daha önce belirtildiği gibi, bazı hastalar, ilaç önerilen bir psikiyatrik tanı almanın özsaygılarını zedelediğini hissedebilirler. Her gün bir hapı almanın fiziksel gerçeği, kişinin “kusurlu” olduğunu veya “destek” kullanıyor olduğunu hatırlatan somut bir deneyim olarak algılanabilir. Güven sorunu olan hastalar, bir psikiyatristin önerilerini takip etmekte isteksiz olabilir veya hoş olmayan fiziksel duyumlar veya potansiyel olarak tehlikeli yan etkilere neden olabilecek bir maddeyi almakta isteksiz olabilirler.

    Diğer insanlara bağımlı olmaktan kaçınan hastalar, bir hap veya reçete için görmeleri gereken doktor gibi kişilere güvenmeyi, bağımlılık veya bağımsızlık duygularına veya kendi başına başarıya zarar vermek olarak görebilirler. Özellikle bir ilaç faydalıysa, ihtiyaç duyulduğunda ancak bulunamayacak bir durumu öngörmek daha da üzücü olabilir. Bu yaygın korkuları anlamak, hastalarımızla bu konuları konuşmamıza ve endişeyi azaltmaya ve terapötik ittifakı artırmaya yönelik stratejiler bulmamıza yardımcı olabilir.

    İşte psikofarmakolojik tedavilerde oluşturulan bazı psikodinamik formülasyonlar. İlk olarak, Ivan için oluşturulan bu formülasyonu inceleyelim:

    Sunum (PRESENTATION)

    30 yaşındaki Ivan, uzun süredir devam eden anksiyetesinin değerlendirilmesi için farmakoloğa gidiyor. Periyodik panik atakları geçirmekte, nefes darlığı ve kalp krizi geçirme korkusu yaşamaktadır.  Ayrıca mikrop ve kirlenme korkusu da var; bu da onu her gün vücudunu, eşyalarını ve dairesini yıkamak için uzun süre harcamasına neden oluyor. Bu durum çoğu zaman işe geç kalmasına neden oluyor ve uzun süreli romantik bir ilişki kurma becerisini engelliyor Psikoterapistinin önerisi üzerine, bir bilişsel davranışçı terapi (BDT) sürecine ilaç tedavisiyle destek olunabileceğini düşündüğü için şimdi burada. Ivan yaşadığı sıkıntıya rağmen ilaç almak istemedi. Semptomlarını isteksizce tanımlıyor ve farmakolog detayları sorduğunda utanmış gibi görünüyor.

    TANIMLAMAK (DESCRIBE)

    Problem

    Ivan’ın günlük yaşamını ve romantik ilişkilerini etkileyen panik bozukluğu ve Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) semptomları olduğu görülüyor.

    Örüntüler (PATTERNS)

    Ivan ömür boyu süren düşük özgüvenden mustariptir. Başkalarının yapabileceği şeyleri yapamayacağını hissediyor ve özgüven tehditleriyle karşılaştığında ilişkilerden çekilme eğiliminde oluyor. Başkalarıyla ilgilenmesine ve onlarla empati kurabilmesine rağmen ilişkilerinde güven ve samimiyet eksiktir. İlkokuldan beri matematikte başarılı olsa da görevleri organize etme ve okuma hızı konusunda zorluk yaşadı.  Bilgisayar programcısı olarak işinden keyif alıyor, ancak hafta sonları ve tatillerde rahatlamakta zorlanıyor.

    Hayat hikayesini gözden geçirme (Review the life story)

    Ivan, eğitim düzeyi yüksek olan iki profesyonel ebeveynin çocuklarından küçük olanıdır. Büyük kız kardeşi okulda her zaman başarılı oldu ve şimdi profesördür. Ivan, öğrenme güçlüğü yaşadı ve eğitim desteği ve özel ders alma gibi yardımlara rağmen akademik olarak zorlandı. Ivan, akademik başarıyı çok önemseyen ebeveynlerinin, bu durumdan dolayı her zaman kendisini “kusurlu” hissettirdiklerini ve beklendik bir şekilde başarılı olan büyük kız kardeşi tercih ettiklerini hissetti.

    Ivan ilk anksiyete belirtilerini ergenlik döneminin başlarında göstermiş olmasına rağmen, bunu 20’li yaşlarının sonuna kadar kimseye açıklamadı. Şimdi, ilk önemli romantik ilişkisinde kız arkadaşının yanına taşınıyor ve semptomlarını ona açıklamaktan korkuyor. Ayrıca, Ivan “gerçekten hasta olanların psikiyatrik ilaç aldığını” düşünüyor. Eğer ilaç önerilirse, bu durumun “gerçekten” bir sorun olduğunu göstereceğini ve kız arkadaşından saklaması gereken bir başka şey olacağını düşünüyor. Ayrıca, obsesif-kompulsif bozukluğu (OKB) tedavi etmek için kullanılan bazı ilaçların düşük cinsel istek ve iktidarsızlık gibi yan etkilere neden olabileceğini duymuş ve bu tür bir yan etkiye sahip olabilecek bir ilacı kullanmayı düşünmeye isteksiz.

    Sorunları/örüntüleri yaşam öyküsüne BAĞLAMA (LINK)

    Ivan’ın düşük özsaygısı, ebeveynlerinin ona ve akademik olarak daha başarılı olan kız kardeşine karşı tutumlarıyla ve okuldaki zorluklarla ilişkili olabilir. Utançla başa çıkmanın bir yolu olarak semptomlarını gizli tutmuştur. Ivan, ilacı kendisinde bir sorun olduğunun daha fazla kanıtı olarak görüyor ve bu, farmakolojik tedaviye uyum gösterme isteğini etkileyebilir. Ivan, ilaçların olası cinsel yan etkilerinden endişe duyuyor; bu nedenle, böyle semptomlar gelişirse, onları özsaygısına karşı başka bir, belki de dayanılmaz bir darbe olarak görebilir.

    Bu formülasyon, farmakoloğun, Ivan’la bir tedavi planını tartışırken Ivan’ın öz saygı konusundaki hassasiyetini ve kendisi hakkında potansiyel olarak utanç verici bilgileri açıklamama eğilimini akılda tutmasının önemli olacağını anlamasına yardımcı olur.

    Şimdi Estee için şu formülasyonu düşünün:

    Sunum (PRESENTATION)

    Estee, iki çocuk annesi 45 yaşında bir kadındır ve eşi bir buçuk yıl önce kanserden ölmüştür. Bir arkadaşının depresyon için ilaçtan faydalandığını öğrendikten sonra bir psikofarmakologdan danışmanlık almak üzere gelmiştir. Eşinin ölümünden bu yana “çok fazla baskı altında” hissetmektedir, uyku sorunu yaşamakta ve dikkatini toplamakta zorlanmaktadır. Kendini “kötü hissetmekte” ve sık sık sinirli olmaktadır. Bu durum evde çocuklarıyla ve iş arkadaşlarıyla sürtüşmelere neden olmaktadır. Ayrıca mesleki yükümlülüklerini yerine getirmekte geride kalmıştır. Bu semptomları zor yaşam koşullarına ve iki çocuğunu tek başına büyütüp desteklemesine bağlıyor.Farmakoloğa, herhangi birinin veya herhangi bir şeyin kendisine yardım edip edemeyeceğinden emin olmadığını ve “kendini toparlayıp bu durumu aşması” gerektiğini söylüyor.İlaçlarla ilgili düşünceleri sorulduğunda Estee şöyle diyor: “Bağımlı olabileceğim hiçbir şeyi almak istemem.” Psikofarmakolog, antidepresan ilacın kendisini daha iyi hissetmesine ve daha iyi çalışmasına yardımcı olabileceği ihtimalini tartıştıktan sonra Estee şöyle diyor: “Peki, diyelim ki kendimi daha iyi hissediyorum – o zaman ne olacak? Psikofarmakolog, antidepresan ilacın kendisini daha iyi hissetmesine ve daha iyi çalışmasına yardımcı olabileceği ihtimalini tartıştıktan sonra Estee şöyle diyor: “Peki, diyelim ki kendimi daha iyi hissediyorum- sonra ne olacak? İşe yaraması için hayatımın geri kalanında ilaçla mı kalmam gerekecek? Bunu istemezdim.

    Tanımlamak

    Problem

    Estee, büyük bir kayıp olan kocasının ölümü nedeniyle depresyon belirtileri gösteriyor. İlaç tedavisini düşünme konusunda kararsız.

    Örüntüler

    Estee genel olarak iyi bir özsaygıya sahiptir ve istikrarlı bir kimlik duygusuna sahiptir. Hayatı boyunca empati ve yakınlıkla karakterize edilen yakın arkadaşlıklar kurmuştur, ancak genellikle başkalarına değil kendisine güvenmeyi tercih eder. Eşinin hastalığı öncesinde, onunla karşılıklı memnuniyet sağlayan bir ilişkisi olduğunu hissediyordu. İşini sevmekte, iyi yaptığına inanmakta ve geçmişte arkadaşlarıyla bir araya gelmekten ve okumaktan keyif alıyordu.

    Yaşam Öyküsünü Gözden Geçirmek (REVIEW)

    Estee, dört çocuklu kaotik bir ailede büyümüştür ve en büyük çocuktur. Annesi alkol ve reçeteli ilaçlara bağımlıydı ve Estee erken ergenlik dönemindeyken annesi çoğu zaman kendi odasında zaman geçirirdi. Babası genellikle iş seyahatlerindeydi ve eve geldiğinde duygusal olarak uzaktı. Ergenlik yıllarının çoğunda, Estee kardeşlerine bakmak ve ev işlerine yardımcı olmakla sorumluydu. Bütün bunlara rağmen, Estee okulda başarılı oldu ve iyi bir üniversiteye burs kazandı. Mezun olduktan sonra başarılı bir kariyere başladı. 30’lu yaşlarının ortasında evlendi ve birkaç yıl içinde iki çocuğu oldu. Rahmetli kocasını nazik, sevgi dolu ve güvenilir bir adam olarak tanımlıyor ama şöyle diyor: “Sonuçta ona güvenemedim; kansere yakalandı ve öldü.

    Sorunları/örüntüleri yaşam öyküsüne BAĞLAMA (LINK)

    Estee’nin bir yetişkin olarak güvenli ve başarılı bir yaşam kurmasına yardımcı olan motivasyon, kendine güven ve dayanıklılık gibi önemli güçlü yanları var gibi görünse de, başkalarına bağlı kalmakta yaşam boyu zorluk çekmiştir. Erken yaşam öyküsü, duygusal ve pratik destekten yoksun olması ve gençliğinde bile yetişkin bakım sorumluluklarını üstlenmesiyle dikkat çekicidir. Çocukluk deneyimi olarak ebeveynlerini güvenilmez ve güvenilir olmayan olarak deneyimlemesi, başkalarına güvenme konusundaki tutumunu etkilemiş olabilir. Bu durumda, mümkünse güvensizlik duyduğu ve kaçınmaya çalıştığı bir durum olarak diğerlerine bağımlı olma tutumunu etkilemiş olabilir. Bu tutum, psikotropik ilaçlara ve ilacı reçete eden klinisyene karşı Estee’nin duruşunu muhtemelen etkileyecektir. İlaç denemeyi kabul etse bile, özellikle depresyon semptomlarına yardımcı olursa, Estee’nin ilaç kullanmaya devam etme konusunda oldukça ikircikli kalması muhtemeldir.

    Estee’nin yaşamı boyunca bağımlılık korkularının nasıl geliştiği hakkında bir teori oluşturabilmek ve bunun şu anda ilaç alma kararını nasıl etkilediğini anlamak, Estee’nin güncel seçimlerini uzun süredir devam eden duygu ve davranış kalıplarından ayırmasına yardımcı olabilir.

    Önerilen Etkinlik

    Bireysel olarak veya sınıf ortamında yapılabilir

    Çalıştığınız bir hastayı düşünün, ilaç kullanıyor. İlaç tedavisinin deneyimini nasıl etkileyebileceğine dair hastanın yaşam öyküsünün iki yolu hakkında birkaç cümle yazın (veya bir meslektaşınızla tartışın). Özellikle terapiste veya reçeteyi yazana olan tutumlarına dikkat edin.

    Referanslar

    1. Brandon, D., Isaac, L., & LaVeist, T. (2005). The legacy of Tuskegee and trust in medical care: Is Tuskegee responsible for race differences in mistrust of medical care? Journal of the National Medical Association, 97(7), 951–956. PMID: 16080664

    2. Busch, F. N., & Auchincloss, E. L. (1995). The psychology of prescribing and taking medica tion. In H. J. Schwartz, E. Bleiberg, & S. Weissman (Eds.), Psychodynamic concepts in general psychiatry (1st ed., pp. 401–416). American Psychiatric Publishing, Inc.

    3. Busch, F. N., & Sandberg, L. S. (2007). Psychotherapy and medication: The challenge of integra tion. Analytic Press.

     4. Cabaniss, D. L., Cherry, S., Douglas, C. J., & Schwartz, A. (2017). Psychodynamic psycho therapy: A clinical manual (2nd ed.). Wiley Blackwell.

     5. Douglas, C. J. (2008). Teaching supportive psychotherapy to psychiatric residents. American Journal of Psychiatry, 165, 445–452. https://doi.org/10.1176/appi.ajp.2007.07121907

    6. Drescher, J. (1995). Psychotherapy, medication and belief. Issues in Psychoanalytic Psychology, 17(1), 7–28.

    7. Drescher, J. (2015). Ethical issues in treating LGBT patients. In J. Sadler, C. W. van Staden, & K. W. M. Fulford (Eds.), Psychodynamic concepts in general psychiatryoxford handbook of psychiatric ethics (pp. 180–192). Oxford University Press.

    8. Frank, A. F., & Gunderson, J. G. (1990). The role of the therapeutic alliance in the treatment of schizophrenia: Relationship to course and outcome. Archives of General Psychiatry, 47(3), 228–236. https://doi.org/10.1001/archpsyc.1990.01810150028006 9. Gabbard, G. O. (2009). Deconstructing the “med check.” Psychiatric Times, 26(9). http://www.psychiatrictimes.com/display/article/10168/1444238

    10. Hamberg, K. (2008). Gender bias in medicine. Women’s. Health, 4(3), 237–243. https://doi. org/10.2217/17455057.4.3.237

    11. Mensah, M., Ogbu- Nwobodo, L., & Shim, R. (2021). Racism and mental health equity: History repeating itself. Psychiatric Services. Published January 12, 2021, https://doi. org/10.1176/appi.ps.202000755

    12. Mintz, D., & Belnap, B. A. (2011). What is psychodynamic psychopharmacology? An approach to pharmacologic treatment resistance. In E. Plakun (Ed.), Treatment resistance and patient authority: The Austen Riggs reader. W.W. Norton & Co. p. 42–65

    13. Mojtabai, R., & Olfson, M. (2008). National trends in psychotherapy by office- based psychia trists. Archives of General Psychiatry, 65(8), 962–970. https://doi.org/10.1001/archpsyc.65.8.962

    14. Plakun, E. (2012). Treatment resistance and psychodynamic psychiatry: Concepts psychia try needs from psychoanalysis. Psychodynamic Psychiatry, 40(2), 183–210.

    15. Saha, S., Arbelaez, J., & Cooper, L. (2003). Patient- physician relationships and racial dis parities in the quality of healthcare. American Journal of Public Health, 93, 1713–1719. https:// doi.org/10.2105/AJPH.93.10.1713

    16. Skodol, A. E., Gunderson, J. G., Shea, M. T., McGlashan, T. H., Morey, L. C., Sanislow, C. A., Bender, D. S., Grilo, C. M., Zanarini, M. C., Yen, S., Pagano, M. E., & Stout, R. L. (2005). The collaborative longitudinal personality disorders study (CLPS): Overview and implications. Journal of Personality Disorders, 19, 487–504. https://doi.org/10.1521/pedi.2005.19.5.487

    17. Skodol, A. E., Grilo, C. M., Keyes, K., Geier, T., Grant, B. F., & Hasin, D. S. (2011). Relationship of personality disorders to the course of major depressive disorder in a nationally repre sentative sample. American Journal of Psychiatry, 168, 257–264. https://doi.org/10.1176/ appi.ajp.2010.10050695

    18. Zeber, J., Copeland, L. A., Good, C. B., Fine, M. J., Bauer, M. S., & Kilbourne, A. M. (2008). Therapeutic alliance perceptions and medication adherence in patients with bipolar disor der. Journal of Affective Disorders, 107, 53–62. https://doi.org/10.1016/j.jad.2007.07.026

  • Akut Bakım Ortamlarında Psikodinamik Formülasyonlar (25)

    Anahtar Kavramlar

    Psikodinamik formülasyonlar, akut bakım sunan tüm ruh sağlığı tedavi ortamlarında faydalıdır. Bu şunları içerir:

    • Psikiyatri acil servisleri
    • Psikiyatri yatış üniteleri
    • Tıbbi veya cerrahi hizmetler

    Akut bakım ortamları, şu nedenlerle psikodinamik formülasyonlara özel zorluklar getirir:

    • Klinisyenin hastalarla olan zamanı genellikle sınırlıdır.
    • Hastalar eksiksiz bir tıbbi geçmiş sağlayamayabilirler.
    • Formülasyon akut soruna odaklanmalıdır.
    • Formülasyon, akut bakım ortamıyla ilişkili öngörülebilir stresleri içermelidir.

    Kısa da olsa ve ön psikodinamik formülasyonlar şunlara yardımcı olur:

    • Hastalarla etkileşim kurmayı sağlar
    • Onların mevcut ve uzun vadeli sorunlarını ve kalıplarını anlamayı
    • Ele alınması gereken en belirgin sorunları ve kalıpları seçmeyi
    • Hastaların yardımı nasıl yanıtlayacakları hakkında tahmin yapmaya
    • Akut ve sürekli tedaviyi planlamaya

    Christopher, üniversiteden üç arkadaşıyla birlikte yaşayan ve lisansüstü okuyan 26 yaşında bir eşcinsel erkek, tekrarlayan hızlı kalp atışları ve nefes alma zorluğu nöbetleri ile acil servise başvurur. Ağlıyor, perişan halde ve öleceğinden korkuyor. Sağlı personelinden kendisini kurtarmasını ister. Semptomlarını değerlendirdikten sonra, acil servis doktoru Christopher’ın panik ataklar geçirdiğini söyler ve lorazepam verir. Bu, Christopher’ı sakinleştirmeye pek yardımcı olmaz ve psikiyatriye danışması istenir.

    Christopher’ın mevcut sorununun değerlendirmesi burada biterse şu şekilde özetlenebilir: “Daha önce herhangi bir ruh sağlığı sorunu veya tedavi öyküsü olmayan 26 yaşındaki erkek, yeni başlayan panik ataklarla başvuruyor.” Ancak acil servis ortamında bile mevcut sorunun ötesine geçmek önemlidir. “Neden bu hayat hikayesine sahip kişi, hayatının bu özel aşamasında bu özel sorunu geliştirdi?” (Gorton, 2000). Acil servisteki psikiyatrist Christopher’la konuşmaya geldiğinde şunlar oluyor:

    Christopher’a sorununun tedavi edilebilir olduğunu garanti ettikten sonra, psikiyatrist panik atakların bazen stres tarafından tetiklenebileceğini söyler. Christopher’a son zamanlarda hayatında strese neden olabilecek herhangi bir şey olup olmadığını sorar. “Bu biraz şaşırtıcı,” diye yanıtlıyor Christopher.  “Geçen ay tezimi bitirdiğimde, omuzlarımdan büyük bir yükün kalktığını hissettim. Danışmanım çok beğendi. Her şeyin mümkün olduğunu hissettim ve erkek arkadaşım ve ev arkadaşlarımla kutlamaya çıktım.” Derin bir nefes alır ve ekler, ““Fakat akademisyen olmak için gerekenlere sahip olup olmadığımı bilmiyorum. Babam, lise öğretmenliği çok az para kazanacağımı söylüyor ve sosyolojide doktora yaparken kendimi nasıl geçindireceğimi sürekli soruyor. Lütfen burada olduğumu ona söylemeyin — zaten eşcinsel olduğum için benden utanç duyuyor.”

    Bu, Christopher’ın babasının saygısından yoksun olduğunu düşünmesi nedeniyle düşük özgüvenden muzdarip olabileceğini gösteriyor. Bu bilgi, psikiyatristin basit ama önemli olan “Neden şimdi?” sorusunu yanıtlamaya başlamasına yardımcı olur. Christopher’ı acil servise getiren kaygıyı hafifletmenin en iyi yolunu planlamasında ona rehberlik ediyor:Psikiyatrist Christopher’dan hayat hikayesi hakkında daha fazla bilgi vermesini ister.

    Christopher ona, anne ve babası tarafından “normal doğmuş” bir ablası olduğunu söyler. Annesi çaresizce ikinci bir çocuk istiyordu ama bir dizi düşükten sonra yeni doğmuş bir bebeği evlat edinmeye karar verdi. Şöyle diyor: “Her zaman bunun daha çok onun kararı olduğu ve babamın da onu mutlu etmek için buna uyduğu hissine kapıldım.” Christopher biyolojik ebeveynleri veya doğum koşulları hakkında hiçbir şey bilmiyor, ancak bebeklik veya çocukluğunda herhangi bir önemli sorundan bahsedildiğini hatırlamıyor. Annesini “harika, verici, sevgi dolu” olarak tanımlıyor ancak babasına uygun değil: “Babam ve ben eskiden yakındık ama her zaman onun yaptıklarını yapmak zor olmuştur. Okulda başarılıydım ama babamın ailesindeki herkesin gittiği hazırlık okuluna veya koleje giremedim. Ben iyi bir atlettim, özellikle de squashta ama babam üniversitede ulusal sıralamada yer alan bir oyuncuydu. Ve sonra onun yanına çıktım. . . beni dışarı atmadı ama gerçekten geri çekildi. Anladın mı?”

    Bu noktada psikiyatristin elinde Christopher hakkında zengin bir bilgi vardır. Bu, Christopher’ın şu anda neden endişe duyduğunu düşünmesine ve akut tedavi önermesine yardımcı oluyor. Bu aynı zamanda Christopher’ın süregelen sorunlarını ve kalıplarını anlamasına ve devam eden olası terapi hakkında onunla bir tartışmaya girmesine de yardımcı olur. Bütün bunlar, Christopher’ın mevcut iç ve dış ortamına nasıl uyum sağladığını anlamasına yardımcı olarak lorazepam dozunun çok ötesine geçecek. Psikiyatrist bu bilgiyi kısa bir acil servis konsültasyonu sırasında elde edebildi ve bunu şu psikodinamik formülasyonu oluşturmak için kullandı:

    Sosyoloji alanında yüksek lisans öğrencisi olan 26 yaşındaki eşcinsel bir erkek olan Christopher, yeni başlayan panik bozukluğu nedeniyle acil servise başvuruyor. Panik atakları tezini tamamlaması ve gelecekteki kariyer seçenekleri hakkında düşünmeye başlaması bağlamında başladı. Her ne kadar bu çalışmayı bitirme konusunda bilinçli olarak heyecan duysa da yetenekleriyle ilgili kronik şüphelerin onu rahatsız ettiği açık; bu şüpheler, babasının Christopher’ın başarılarını ve cinsel kimliğini eleştirme eğilimiyle daha da arttı. Christopher babasının onayını özlüyor ama çoğu zaman babasının ondan olmasını istediğine inandığı şeyi başaramadığını düşünüyor. Dolayısıyla bu noktada ilerleme konusundaki çatışmalar kaygı ve paniği tetiklemiş olabilir. Babasının onayını/kabulünü istemek ile babasına karşı bilinçsiz öfke arasındaki çatışmalar da rol oynuyor olabilir. Christopher’ın aynı zamanda çocukluğuna kadar uzanan güvensizlik ve düşük özsaygı gibi uzun süredir devam eden sorunları olduğu da görülüyor. Akademik başarılarından haklı olarak gurur duyan Christopher, babasının görüşlerine son derece bağımlıdır ve kendisi hakkındaki görüşleri, babasının aşağılamalarından kolaylıkla etkileniyor gibi görünmektedir. Annesiyle yakın bir ilişkisi olmasına rağmen, Christopher’ın babasının empatik uyum eksikliği nedeniyle tutarlı bir benlik duygusu geliştirmede zorluk yaşaması muhtemel.Annesi tarafından sevildiğini hissetmesine rağmen, onu hiç tanımak istemeyen ebeveynleri tarafından bebekken terk edildiğine dair duygular da besleyebilir.

    Psikiyatrist daha sonra sonraki adımları iş birliği içinde planlamak için bu ön formülasyonu Christopher’la paylaşır:

    “Tezinizi bitirmiş olduğunuz için çok heyecanlı olsanız da sonraki adımlarınız konusunda endişeleriniz var gibi görünüyor. Babanızın geleceğinizle ilgili hisleri konusunda açıkça endişeleniyorsunuz ve bu, başarınıza dair kendi iyi hislerinizle çelişiyor olabilir. Bazen bu gibi çatışmalar kaygıya neden olabilir ve bunun hakkında konuşmak yararlı olabilir. Siz bu fikirler hakkında ne düşünüyorsunuz? Eğer bunlar sizde yankı buluyorsa, ilaç tedavisine ek olarak psikoterapi de önümüzdeki aylarda sizin için çok faydalı olabilir.”

    Bu nedenle, akut bakım ortamlarında bile psikodinamik formülasyonlar, hastaların katılımını sağlamak, onların zorluklarına en iyi şekilde nasıl yanıt vereceklerine karar vermek ve müdahalelerimize nasıl yanıt vereceklerini tahmin etmek için hayati bir yol haritası sağlar.

    Psikodinamik formülasyonlar her ortamda yardımcı olur

    Christopher’ın acil servise yaptığı kısa ziyarette olduğu gibi, psikodinamik formülasyonlar, aşağıdaki akut bakım ortamları dahil tüm klinik durumlarda tedaviye rehberlik etmeye yardımcı olabilir:

    • Psikiyatrik acil servis odaları (Blackman, 1994; MacKinnon et al., 2006a; Myerson & Glick, 1980; Silbert, 1995; Sulkowicz, 1999; Talbott, 1980).
    • Psikiyatri yatan hasta birimleri (Gabbard, 1995; Leibenluft et al., 1993; Wolpert, 1995).
    • Tıbbi ve cerrahi hizmetler (Barnhill, 2009; Blumenfeld, 2006; Grossman, 1984; Lefer, 2006; MacKinnon et al., 2006b; Muskin, 1990, 1995; Nash et al., 2009; Strain & Grossman, 1975; Viederman, 1983).

    Akut bakım sırasında çoğu zaman fazla zamanımız olmasa da hastalarımızın bilinçdışı düşüncelerini, isteklerini, duygularını ve korkularını anlamamıza yardımcı olacak ön psikodinamik formülasyonları hâlâ oluşturabiliriz. Bir ön psikodinamik formülasyon bile bize şu konuda yardımcı olabilir:

    • Hastalarımızla etkileşime geçmek
    • “Neden şimdi?” sorusuna cevap vermek
    • Hastanın duygusal zorluklarının bağlamını anlamaya başlamak
    • Acil olarak ele alınacak en önemli sorunları ve/veya örüntüleri seçmek
    • Hastalarımızın sunduğumuz yardıma nasıl yanıt verebileceklerini tahmin etmek
    • Akut ve sürekli tedaviyi planlamak

    Ani kriz, kronik psikiyatrik hastalıkta beklenen bir dönem gibi görünse de olup bitenlerin hastanın farkındalığı dışındaki düşünceler veya duygular tarafından tetiklenip tetiklenmediğini kendimize sormamız önemlidir. Psikodinamik olarak düşünmek -nerede çalışırsak çalışalım- insanların genellikle bilinçdışı düşünce ve duygular tarafından motive edildiğini hatırlamamıza rehberlik eder. Bu motivasyonları anlamak, hastalarımızı tedaviye getiren sorunları çözmenin anahtarı olabilir (MacKinnon et al., 2006a, 2006b; Nash et al., 2009; Schwartz, 1995; Shapiro, 2012).

    Akut bakım ortamlarında formüle ederken, bu ortamların tüm hastaları bir şekilde öngörülebilir şekillerde etkilediğini hatırlamak yararlı olacaktır (Schwartz, 1995). Örneğin, acil servise gelmek genellikle hastanın değersizlik ve başarısızlık duygularını teyit ederken aynı zamanda koruyucu bakıverenler tarafından kurtarılma arzusunu da harekete geçirir.Kilitli yataklı tedavi üniteleri kontrol edilme korkusunu tetikleyebilirken, tıbbi ve cerrahi üniteler sıklıkla ölüm ve ölme korkusunu tetikler. Bu ortamlarda hastalarla iş birliği yaparak formülasyon yaparken bu yaygın tepkileri göz önünde bulundurmak önemlidir.

    Akut bakım ortamında psikodinamik formülasyonun zorlukları

    Akut bakım ortamlarında psikodinamik formülasyonlar oluşturmak, hastayla geçirilen zaman sınırlı olduğundan ve hastanın tüm yaşam öyküsünü dinleyemeyebileceklerinden, klinisyene bazı zorluklar getirir.

    Klinisyenin hastalarla geçirdiği süre sınırlıdır

    Acil servis ya da yatan hasta ünitesi gibi ortamlarda genellikle birinin hayat hikayesinin tamamını öğrenme ya da bunun zaman içinde ortaya çıkmasını bekleme lüksümüz yoktur. Bunun yerine, göze çarpan sorunları ve kalıpları anlamak ve tedaviyi başlatmak için genellikle tek bir görüşmede elde edilen bilgilere güvenmek zorundayız. Yine de geçmişten ve hastayla olan etkileşimlerimizden toplanan sınırlı bilgilerle bile, hastanın mevcut sorunlarına katkıda bulunabilecek duyguları, fantezileri ve korkuları anlamak mümkündür. Bu örneği düşünün:

    Yakın zamanda dul kalmış, 60’lı yaşlarında, uzun bir depresyon geçmişine sahip bir kadın olan Thelma, ateş, kilo kaybı ve karın ağrısı nedeniyle hastaneye kaldırılıyor.Yapılan incelemede kronik miyeloid lösemi ortaya çıkıyor, ancak Thelma daha ileri tedaviyi reddediyor ve “Yeterince uzun yaşadım” diyerek taburcu olmayı istiyor.Danışman psikolog, tıp stajyerinin Thelma’nın hayatını değiştirecek bu kararı veremeyecek kadar “depresyonda” olabileceği yönündeki endişesini kabul ediyor, ancak normalde sağlıklı bir kadının, hayatını uzun yıllar uzatabilecek tedaviyi neden reddettiğini merak ediyor. Psikolog Thelma’ya tıp doktorlarının kendisini görmesini istediklerini çünkü onun nispeten iyi huylu ve potansiyel olarak hayat kurtarıcı tedaviyi neden reddettiği konusunda kafalarının karıştığını açıklıyor. Thelma şöyle yanıt verir: “Ne anlamı var?” ve ağlamaya başlar. Beklenmedik bir kayıp hissi yaşayan psikolog sessizce der ki, “Devam etmenin pek bir nedeni olduğunu düşünmüyorsun gibi geliyor.” Thelma ona bakıyor ve başını sallayarak şöyle diyor: “Kocam 2 yıl önce öldüğünden beri parçaları toplayıp yoluma devam edemiyorum. Nedenini Tanrı biliyor; hayatımı perişan etti.” Evliliği hakkında daha fazla bilgi vermesi istenen Thelma, 22 yıllık evliliği boyunca sözlü tacize uğradığını ve korkutulduğunu söyledi. “Özellikle çocuk sahibi olamayacağımı öğrendiğimizde kendimi başarısız hissettim; sanki benim hakkımda söylediği tüm kötü şeyler doğruymuş gibi. Bunları söylediği için ondan nefret ediyordum ve boşanmayı hayal ediyordum ama bu kendimi daha da fazla günahkâr gibi hissetmeme neden oluyordu. Benim ailemde dinden uzaklaşmış Katolikler bile boşanmaz. Kız arkadaşlarım babamla evlendiğimi söyleyerek şakalaşıyorlar. Babam huysuz bir sarhoştu, her zaman bir hiç uğruna anneme öfkelenirdi. Korkunçtu; bazen onu öldüreceğinden endişeleniyordum. Ben ergenlik çağındayken kilise sekreteriyle kaçtı ve onu bir daha hiç görmedim.”

    Psikoloğun konsültasyonda çok sayıda hedefi olsa da ilk önceliği hastanın acil endişelerini duyduğunu ve anladığını aktararak hastayla etkileşime geçmektir (Viederman 1983, 2009).Thelma’nın umutsuzluk hislerini yansıttığında, kendisini anlaşılmış hissediyor ve kocasının ölümünden beri depresyonda olduğunu, evliliğin zor olduğunu ve kocasıyla ilişkisinin babasıyla ilişkisinin bazı yönlerini yinelediğini paylaşıyor. Bu birkaç ipucuyla psikolog, Thelma’nın geçmişini araştırmaya devam etmez, bunun yerine Thelma’nın tedaviyi reddetmesinin kocasının ölümüyle ilgili olabileceğine dair bir hipotez geliştirmeye başlar. Psikolog, eşinin ölümünden sağlıklı bir yaşam sürebileceği halde ölmeyi kabullenmesinin, bilinçaltında kocasını hayatta bırakarak hissettiği suçlulukla ilişkili olup olmadığını merak ediyor ve bunun “dinden uzaklaşmış” ve günahkâr bir Katolik olma konusundaki kendi eleştirel düşünceleri tarafından daha da kötüleştirilip kötüleştirilmediğini düşünüyor. Psikolog daha sonra Thelma ile iş birliği içinde çalışmak için psikodinamik fikirlerini kullanıyor:

    Thelma, zaman zaman kocasının ölmesini dilediği için kendisine kızgın olduğunu söylüyor -“Bu çok Hristiyanca değildi”- ve hem onun ölümü hem de ondan sonra hayatta kalmakla ilgili suçluluk hissettiğini belirtiyor. Psikolog Thelma’ya kontrol edemediği bir şeyden dolayı kendisini suçluyor olabileceğini öne sürüyor. Ayrıca Thelma’ya, özellikle onlarca yıldır maruz kaldığı sözlü taciz göz önüne alındığında, kocası hakkında bir veya iki saldırgan düşüncesi olduğu için kendisini affedip affedemeyeceğini soruyor. Babası tarafından terk edildiğine dair bilgiyi bir kenara bırakır ancak tıbbi bakımı reddetme kararıyla daha doğrudan alakalı görünen kocası hakkındaki mevcut suçluluk duygularına odaklanmaya karar verir. Psikoloğun bağışlamayla ilgili yorumuna yanıt veren Thelma, konuşma sırasında ilk kez gülümsüyor. Daha sonra, daha ileri tedavi hakkında ekiple konuşurken psikoloğun orada bulunmasının mümkün olup olmayacağını soruyor.

    Psikolog, tek bir karşılaşmada bile hastanın bilinçdışı suçluluk duygusu hakkında yeterince bilgi sahibi oldu ve Thelma’nın yaşamı onaylayan bir seçim yapmasına yardımcı olmak için Thelma ile iş birliği yaptı.

    Klinisyen belki de tüm yaşam hikayesini duyamayabilir.

    Akut bakım ortamlarındaki hastalar başlangıçta ön hazırlık psikodinamik formülasyon için gerekli bilgileri sağlayamayabilir veya isteksiz olabilirler. Bu durumda, yakın akrabalardan, önemli diğerlerinden veya dış merkezli terapistlerden yan bilgi almak gerekebilir. Bununla birlikte, diğer kaynaklardan elde edilen bilgilerin hastanın durumu hakkındaki duyguları tarafından etkilenebileceği unutulmamalıdır ve bu nedenle bu bilgilerin ihtiyatla ele alınması önemlidir.

    Anne ve babasıyla birlikte yaşayan 47 yaşında, bekar, beyaz bir adam olan Dennis, şizofreni belirtileri nedeniyle birçok kez hastaneye kaldırıldı. Şimdi, tüm ilaçlarını tuvalete attıktan sonra psikotik semptomların akut bir şekilde alevlenmesi nedeniyle istemsiz olarak psikiyatri yatan hasta ünitesine kabul ediliyor. Çocukken Pakistan’dan göç eden sosyal hizmet uzmanı, Dennis’in çoğu zaman tedaviye uyumsuz olduğunu bilmesine rağmen, Dennis’i bu özel zamanda ilaçlarını bırakmaya neyin ittiğini kendi kendine soruyor. Dennis’e neden şimdi hastaneye kaldırıldığını düşündüğünü sorduğunda Dennis ona dik dik bakıyor ve mırıldanıyor: “Bir teröristin annemi öldürmesine izin vermeyeceğim.” Daha sonra güneş gözlüklerini takıyor, duvara dönüyor ve sosyal hizmet görevlisinin sorularını görmezden geliyor. Sosyal hizmet uzmanı, Dennis’in kendisine karşı başlangıçtaki düşmanlığının, kontrol edilme ve aşağılanma konusunda uzun süredir devam eden kaygısıyla ilişkili olup olmadığını merak ediyor; bu kaygı, onun istemsizce kilitli bir koğuşa kabul edilmesiyle daha da şiddetlendi. Buna ek olarak sosyal hizmet uzmanı, Dennis’in terörle ilgili yanılsamalarının, onun görünürdeki Müslüman karşıtı duyguları nedeniyle daha da kötüleşebileceğini düşünüyor. Sosyal hizmet görevlisi sakin bir sesle Dennis’e şunu söylüyor: “Daha iyi bir zamanda geri gelmeye çalışacağım. Umarım o zaman konuşabiliriz. Bu arada eğer senin için de sakıncası yoksa annenle kısaca konuşacağım. Dennis huzursuzca kıpırdandı ama reddetmedi. Dennis’in annesi hayal kırıklığına uğramış ve bunalmış bir halde sosyal hizmet görevlisine şunları söylüyor: “Oğlum ilaca ihtiyacı olduğunu hiçbir zaman kabul etmedi. Her zaman katır gibi inatçıydı. Hastalanmadan çok önce, ergenlik çağında bile asi ve zor biriydi.” Dennis’in babasının yakın zamanda felç geçirdiğini söylüyor ve ekliyor: “Artık ikisiyle de başa çıkabilir miyim bilmiyorum.”

    Dennis’in paranoya ve otorite figürlerinden teslimiyet ve aşağılanma korkuları olabileceği göz önüne alındığında, sosyal çalışmacı başlangıçta hastanın annesinden elde edilen yan bilgilere güvenmek zorunda kalır. Ancak sosyal hizmet uzmanı, annenin öyküsünün sıkıntısı ve hayal kırıklığıyla şekillendiğini hemen fark eder ve ondan daha kapsamlı bir öykü almanın Dennis’in uyumsuzluğuna pek ışık tutmayacağına karar verir. Bununla birlikte, Dennis’in mevcut sorunlarını anlamaya başlamak için ona verdiği bilgileri kullanır. Örneğin, Dennis’in mevcut uyumsuzluk döneminin babasını kaybetme korkusuyla ilgili olup olmadığını merak eder. Bu anlayış, hastaya babasına iyi bakıldığı konusunda güvence vermenin yollarını düşünmesine yardımcı olur- örneğin, baba için evde bakım ayarlayarak. Sosyal hizmet uzmanı, bir sonraki görüşmeleri öncesinde Dennis’in otoriteye duyduğu şüpheyi, kontrol edilme endişesini ve görüşmeye karşı direncini aşmanın yollarını da düşünmeye başlar. Dennis’in Müslümanlara karşı düşmanlığını yatıştıramazsa, Dennis’i ekibin başka bir üyesine yeniden devretmeyi teklif edebilir. Eksik olmasına ve bir aile üyesinden alınmasına rağmen, Dennis’in yaşam öyküsü hakkındaki ek bilgiler sosyal hizmet uzmanının tedaviyi yönlendirmeye yardımcı olacak kısa bir formülasyon oluşturmasına yardımcı olur.

    Psikodinamik formülasyonun akut sorunu hedef alması gerekir

    Akut bakım ortamlarındaki hastalarla çalışmamız genellikle zaman sınırlı olduğundan, orada oluşturduğumuz formülasyonlar akut sorunlara odaklanmalıdır. Önceki örneklerde görüldüğü gibi, her zaman kendimize “Neden şimdi?” diye sormalıyız. Başka bir deyişle, bu belirli hastanın bu belirli zamanda akut bakıma gelmesine neden olan belirli, sınırlı bir kriz var mı? (Gorton, 2000). Kısa bir değerlendirmeden sonra bile, şu şekilde özetleyebiliriz:

    • Kişiyi şu anda tedaviye getiren sorun
      • Akut krizle en doğrudan ilişkili olan düşünme, hissetme ve davranma örüntüleri

    Daha sonra, kişinin yaşam öyküsü hakkında bu sorunların ve örüntülerin olası öncüllerini araştıran hedefe yönelik sorular sorarak takip edebiliriz. Bu türden odaklanmış formülasyonlar eksik gibi görünse de hastalarımızı anlamamıza ve tedavi konusunda işbirliği içinde seçimler yapmamıza yardımcı olmaları açısından hayati önem taşımaktadır.

    Önerilen Etkinlik

    Bireysel olarak veya sınıf ortamında yapılabilir

     Aşağıdaki klinik durumu göz önünde bulundurun:

    Manny, 76 yaşında, önceden sağlıklı, dul kalmış, emekli enfeksiyon hastalıkları uzmanı, acil servise ateşli, nefes darlığı, göğüs rahatsızlığı ve şiddetli baş ağrısı hissiyle başvurur. Kısa bir süre önce, COVID salgınının başlangıcından bu yana ilk kez tek kızını ve torunlarını ziyaret ettiği Florida gezisinden döndü. Aşılanmış olmasına ve yolculuk boyunca korunma önlemleri konusunda bilinçli davranmasına rağmen, COVID kaptığından emindi ve hızlı COVID-19 testinin negatif olduğu söylendiğinde neredeyse çökmüş görünüyordu. Testin “hatalı negatif” olduğunda ısrar etti ve “daha hassas” bir testin sonuçları çıkana kadar acil serviste kalmayı talep etti. Birinci basamak doktoruna başvurmasının kendisi için güvenli olacağı söylendiğinde öfkelendi, semptomlarının stresle ilişkili olabileceği yönündeki öneriyi küçümseyerek reddetti ve küçümseyici bir ses tonuyla acil servis doktoruna hangi tıp fakültesine gittiğini sordu.

    Dikkate alınması gereken sorular:

    • Yalnızca bu bilgiyle, bu adamı bu zamanda acil servise getiren spesifik kriz hakkında hangi hipotezleri üretmeye başlayabilirsiniz?
    • Acil servis personelinin semptomlarının açık tıbbi nedenlerini tespit edememesi nedeniyle yaşadığı beklenmedik hayal kırıklığını ve onların açıklama ve tavsiyelerine karşı direncini nasıl anlayabilirsiniz?
    • Ona hangi ek bilgileri sormanın faydası olur?
    • Manny için akut sorunları hedef alan geçici bir psikodinamik formülasyon yazın. Anlayışınızı onunla paylaşır mısınız?

    Yorum

    Eşini kaybetmiş olan emekli hekimler kendilerini özellikle sıkılmış, yalnız ve boşlukta hissedebilirler. Genellikle kariyerleri kimliklerinin ve sosyal etkileşimlerinin büyük bir bölümünü oluşturmuştur ve dışarıdaki ilgi alanlarını geliştirmek için çok az zaman bırakmış olabilirler. Bu zorluklara ek olarak, Manny pandemi sırasında daha da yalnızlaşmış, tek kızından, torunlarından, arkadaşlarından ve eski iş arkadaşlarından kopmuş olabilir. Ailesiyle geçirdiği canlandırıcı bir tatilin ardından -aylar sonra ilk kez- boş bir eve, işsiz ve gününü düzene sokacak pek bir şey olmadan dönmenin Manny için iç karartıcı ve stresli olduğunu tahmin etmek zor değil. Bilgilerimiz sınırlı olmasına rağmen Manny, depresyon ve yalnızlık duygularını kabul etmeye alışık olmayan, bu ‘zayıflığı’ başkalarına, özellikle de tıp mesleğindeki genç meslektaşlarına açıklamaya alışık olmayan, gururlu bir adam gibi görünüyor. Yardıma ihtiyacı olduğunu kabul etmek yerine başkalarıyla ilgilenmeye alışkındır. Manny’nin duygusal sıkıntısını ifade etmesinin ve desteğe başvurmasının tek kabul edilebilir yolu fiziksel belirtiler olabilir.

    Referanslar

    1. Barnhill, J. W. (2009). Overview of hospital psychodynamics. In J. Barnhill (Ed.), Approach to the psychiatric patient: Case- based essays (pp. 207–210). American Psychiatric Publishing, Inc.

    2. Blackman, J. S. (1994). Psychodynamic techniques during urgent consultation interviews. The Journal of Psychotherapy Practice and Research, 3, 194–203.

    3. Blumenfeld, M. (2006). The place of psychodynamic psychiatry in consultation- liaison psy chiatry with special emphasis on countertransference. Journal of the American Academy of Psychoanalysis and Dynamic Psychiatry, 34, 83–92. https://doi.org/10.1521/jaap.2006.34.1.83

    4. Gabbard, G. O. (1995). Psychodynamic psychiatry in clinical practice. American Psychiatric Publishing, Inc.

     5. Gorton, G. E. (2000). Commentary: Psychodynamic approaches to the patient. Psychiatric Services, 51, 1408–1409. https://doi.org/10.1176/appi.ps.51.11.1408

     6. Grossman, S. (1984). The use of psychoanalytic theory and technique on the medical ward. Psychoanalytic Psychotherapy, 10, 533–548.

    7. Lefer, J. (2006). The psychoanalyst at the medical bedside. Journal of the American Academy of Psychoanalysis and Dynamic Psychiatry, 34, 75–81. https://doi.org/10.1521/jaap.2006.34.1.75

     8. Leibenluft, E., Tasman, A., & Green, S. A. (1993). Less time to do more: Psychotherapy on the short- term inpatient unit. American Psychiatric Publishing, Inc.

    9. MacKinnon, R. A., Michels, R., & Buckley, P. J. (2006a). The psychiatric interview in clini cal practice (pp. 481–504). American Psychiatric Publishing, Inc.

    10. MacKinnon, R. A., Michels, R., & Buckley, P. J. (2006b). The hospitalized patient. In The psychiatric interview in clinical practice (pp. 505–520). American Psychiatric Publishing, Inc.

    11. Muskin, P. R. (1990). The combined use of psychotherapy and pharmacology in the medi cal setting. Psychiatric Clinics of North America, 13, 341–353.

    12. Muskin, P. R. (1995). The medical hospital. In H. J. Schwartz, E. Bleiberg, & S. H. Weissman (Eds.), Psychodynamic concepts in general psychiatry (4th ed., pp. 69–88). American Psychiatric Publishing, Inc.

    13. Myerson, A. T., & Glick, R. A. (1980). The use of psychoanalytic concepts in crisis interven tion. Psychoanalytic Psychotherapy, 8, 171–188.

    14. Nash, S. S., Kent, L. K., & Muskin, P. R. (2009). Psychodynamics in medically ill patients. Harvard Review of Psychiatry, 17(6), 389–397.

    15. Schwartz, H. J. (1995). Introduction. In H. J. Schwartz, E. Bleiberg, & S. H. Weissman (Eds.), Psychodynamic concepts in general psychiatry (pp. xix–xxi). American Psychiatric Publishing, Inc.

    16. Shapiro, E. R. (2012). Management vs. interpretation: Teaching residents to listen. The Journal of Nervous and Mental Disease, 200(3), 204–207. https://doi.org/10.1097/NMD.0b013e3182487a3e

     17. Silbert, H. (1995). The emergency room. In H. J. Schwartz, E. Bleiberg, & S. H. Weissman (Eds.), Psychodynamic concepts in general psychiatry (pp. 49–68). American Psychiatric Publishing, Inc.

    18. Strain, J. J., & Grossman, S. (1975). Psychological care of the medically Ill: A primer in liaison psychiatry. Appleton-Century-Crofts and Fleschner.

    19. Sulkowicz, K. (1999). Psychodynamic issues in the emergency department. Psychiatric Clinics of North America, 22, 911–922. https://doi.org/10.1016/S0193-953X(05)70133-7

    20. Talbott, J. A. (1980). Crisis intervention and psychoanalysis: Compatible or antagonistic? Psychoanalytic Psychotherapy, 8, 189–201