Yazar: Editör

  • Nesne İlişkileri (9. Bölüm)

    Herhangi bir çocuğun, bir kaleydoskopa bakamadan büyümesinin üzücü olduğunu düşünüyorum. Kaleydoskop, çocuğun ellerinin en ufak bir hareketiyle anında değişebilen, renkler, desenler ve ışıklarla dolu büyülü bir dünyadır. Nasıl çalıştığına gelince, kaleydoskopun içinde gevşek, renkli objeler (boncuklar, çakıl taşları, cam parçaları) içeren bir ayna çemberi bulunur. İzleyici bir ucundan baktığında, diğer ucundan giren ışık, aynalardan yansıyarak sonsuz sayıda renkli desen oluşturur.

    Bu kitap yolculuğunda birlikte kesinlikle kaleydoskopik bir yere girmek üzereyiz. Renkli cam parçalarını önceden sayacağımızı söyleyebiliriz: birkaç yeşil, birkaç kırmızı, birkaç sarı, birkaç mavi parça. Bunları düzgün küçük yığınlar halinde düzenleyebilir ve tam boyutlarını ve şekillerini bilebiliriz. Ancak, bu cam parçaları psikoterapötik ilişkinin kaleydoskopuna yüklendiğinde, karışacaklar ve kesinlik dünyası, daha önce hiç görmediğimiz desenler, renkler ve şekillerle dolu bir dünyaya dönüşecek.

    En azından renkli cam parçalarını birlikte seçelim: “nesne ilişkileri” bir büyük yığında, yanındaki yığında “aktarım,” bir başka yığında “karşı aktarım” ve onun yanında yansıtmalı özdeşim. Kaygılar— belki savunmalar da o yığının içinde. Yığınları teker teker incelemeye çalışacağız, ama nihayetinde bunları bir araya getirmenin (ve girdabın) mucizesi bizi bekliyor olacak.

    Teori Üzerine Birkaç Söz

    Keşfetmek üzere olduğumuz cam yığınları, bize terapi için gelen bireyleri anlamamız açısından terapötik ilişkiye bakış yollarıdır. Anlama, içten dinlemenin ve hastalarımızla karşılaşma, girdap ve çökme anlarında öznelerarası alana girmenin ardından gelir. Ama dinlerken karşılaştıklarımızı anlamak—bir hastanın içsel kalıplarının nedenlerini ve bu kalıpları yerinde tutan kök sistemlerini anlamak—nadiren kendiliğinden ortaya çıkar. İşimizin en önemli parçalarından biri, olayların altındaki psikolojik gerçeği anlama kapasitemizdir. Gerçek, güçlü bir değişim aracıdır. Empatinin rahatlık getirebileceği yerde, gerçekler özgürlük getirebilir.

    Bu nedenle, psikodinamik psikoterapistler olarak, teori bizim dostumuzdur ve anlam sanatı konusunda kesinlikle yardımcı olur. Teori, kafa karışıklığımızı birleştirir, bağlar. Bize kelimeler verir. Nereye bakmamız gerektiğini söyler. Bizi kuşatır. Teori, bizi şimdiki ana, bu hastaya getiren alandaki dahilerin algılarını hizmetimize sunar. Lenslerimizi odaklar ve böylece aksi takdirde gözden kaçırabileceğimiz şeyleri görmemizi sağlar.

    En küçük kız kardeşim Suzi, yedinci sınıfta gözlük aldı. Uzaktan ağaçların yapraklarını hiç görmemişti ve görülebileceğini hiç bilmiyordu. Yeni gözlükleri, kendi kaynaklarına ve kendi gücüne bırakıldığında ona bulanık kalacak olan herşeyi netleştirmesini sağladı. Teori de böyle çalışır. Odağımızı keskinleştirir; belki de sonsuza kadar belirsiz kalacak olan şeyleri görmemizi sağlar veya daha kötüsü, üzerine düşene kadar fark etmeden gözden kaçıracağımız şeyleri görmemizi sağlar.

    Medya psikologlarını dinlemekten acı verici bir şekilde haberdar olduğunuz gibi, hepimiz teoriyle çalışırız. Bazıları tamamen kendi deneyimlerinden çıkarır. Greenberg ve Mitchell’den (1983: s. 3) alıntı yapmak gerekirse,

    Her analist, en teorik olmayan bile, en azından dolaylı olarak bir teorisyendir. Bir hastadan duyulanlar, yaşam hakkında bilinenler tarafından şekillendirilir; analistin kendisine bile açıklamasa da bir teori tarafından biçimlendirilir ve bu teori, teknik literatürün içinde ve dışında okuduklarından, gördüklerinden ve yaşadıklarından türetilir.

    O zaman, psikodinamik psikoterapide anlamlandırma işini derinden bilgilendirebilecek birkaç teoriye birlikte bakalım. İlk olarak “Nesne İlişkileri” olarak adlandırılan teoriye bakacağız. Bu teori, insanların kendileriyle, başkalarıyla ve terapistler olarak bizlerle ilişkilerinde kendilerini benzersiz şekillerde nasıl konumlandırdıklarını anlamak için temel bir “meta-harita” sağlar.

    Nesne İlişkileri?

    İlk olarak, “Nesne İlişkileri” isminden bahsedeceğim. Bazı nesiller arası isimler bir sonraki kuşağa taşınmamalıdır. “Nesne İlişkileri Teorisi” de bu isimlerden biridir. Resmen bu isim 1952’de Ronald Fairbairn tarafından verilmiştir (Fairbairn, 1952) ve aslen Freud’u dürtü teorisinin ilk yaratıcısı olarak kabul ettirmek için yapılsa da , dürtü teorisinden uzaklaşmak için bir dönüm noktası görevi görmüştür. Freud, “İçgüdüler ve Değişimleri” adlı makalesinde bir dürtünün üç temel özelliğini tanımlamıştı (Freud, 1915b: s. 121–122). Bir dürtünün kaynağı (fizyolojik), amacı (tatmin: sinir sistemi uyarımın boşaltılması veya ifadesi) ve nesnesi (dürtünün yönlendirildiği son derece değişken varlık) vardı. Bir dürtünün nesnesi yiyecek, seks, belirli bir insan veya bir dizi değiştirilebilir olasılık olabilirdi. Nesne İlişkileri Teorisi, dürtünün bu üçüncü yönünü ele alır ve teorik olarak

    insan “nesnesinin” en birincil ve zorlayıcı nesnemiz olduğunu öne sürer. Nesne İlişkileri Teorisi’nin gerçekten insan olan nesnelerle olan ilişkimize odaklanması ve bunu ayrıntılı olarak açıklaması, son altmış yılda psikanalitik söylemin gidişatını değiştirdi. Ancak, Nesne İlişkileri Teorisi ne kadar zengin hale gelirse gelsin, hala bu isimle yaşamak zorundayız. Lisemin adının hala Mother Butler (Rahibe Butler, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde hıristiyan kız okullarının açılmasına öncülük etmiş bir rahibe) Memorial Lisesi olması gibi.

    Ancak Nesne İlişkileri Teorisi gerçekten de isminin ötesinde yaşıyor. Psikodinamik psikoterapiye yoğun bir şekilde iki kişilik bir odak kazandırıyor. Burada bunun en yalın şemasını sunacağım çünkü çok sayıda yazar benden önceki konuşmayı çok güzel yaptı (özellikle Greenberg & Mitchell, Sandler, Ogden, St. Claire, McWilliams ve diğerleri)ama birkaç temel noktayı ortaya koymama izin verin. Önceden belirteyim ki, “teori” gerçekte “teoriler”dir: Bu teori alanında zaman içinde yazmış olanların kümülatif (ve bazen de farklı) söylemidir.

    Kendilik ve Öteki, Perspektifler ve Tercihler

    Nesne İlişkileri Teorisi’ne göre, ilişkilerdeki eğilimlerimiz ve kalıplarımız esasen üç şeye dayanır. Öncelikle, kişilerarası alan hakkındaki algımıza: diğer kişiyi nasıl gördüğümüze—onların güvenliği, güvenilirliği, itibarı, bizi anlama ve kabul etme kapasitesi, bizden beklentileri vb. İkinci olarak, kendi içsel alanımızla ilgili kalıplarımıza: kendimizi nasıl gördüğümüze—değerli, değersiz; saygı görme, kötü muamele görme, hayal kırıklığı yaşama hakkı gibi. Son olarak, ikisi arasındaki etkileşim (interface): algılanma ve muamele görmeyi tercih ettiğimiz yollar – veya kişilerarası ve içsel alanların karışımında ne talep ettiğimiz ve neyi çektiğimiz. Bu, Nesne İlişkileri Teorisi’nin odaklandığı konulardır. Ayrıca, bu ilişkisel perspektiflerin ve tercihlerin nasıl kazanıldığını açıklamaya çalışır.

    Kendilik

    Herkesin kendine dair bir görüşü vardır. Kendimizi belirli şekillerde görürüz: yetenekli, sevilen, bilge, mücadele eden, yanlış anlaşılan, yalnız, nazik, bakım veren, düşünceli, yabancılaşmış, görünmeyen, etkisiz, yetkin, hayatta kalan, neşeli, bağımlı, garip, depresif, güçlü, takdir edilen, kararlı, kaygılı, paranoyak, parçalanmış. En temel düzeyde, kendimizi sevgiye layık olup olmadığımızı görürüz. Bu kendilik tanımlamaları anlık olarak, yaşam olaylarıyla veya ruh halimizle değişebilir. Ancak, kendimizi deneyimleme biçimimizi tanımlayan belirli bir tutarlılık gösteren özelliklerimiz genellikle mevcuttur.

    Öteki

    Hepimizin başkalarını gördüğümüz belirli filtreleri vardır; başkaları hakkındaki seçici algımızı yöneten filtreler. Bu filtreler genel olabilir (gerçekten kimseye güvenemezsin ) veya daha spesifik (yakışıklı, dışa dönük erkekler özünde narsisisttir) olabilir. Hiç kimse filtresiz değildir. Hepimiz başkalarını önceden var olan bir prizma kümesinden görürüz. Kimse filtrelerden muaf değildir. Hepimiz başkalarını önceden var olan bir dizi prizma aracılığıyla görürüz. Her birimizin belirli bir kişiyi başkalarının algılarıyla karşılaştırdığı, ancak kişinin karakteri, motivasyonu, hoşluk derecesi, samimiyeti gibi konularda zıt sonuçlar bulduğu deneyimleri olmuştur. Ayrıca, birini başlangıçta belirli bir şekilde gördüğümüzü ve zamanla, görüşümüzü yavaş yavaş rafine edip gözden geçirdiğimizi de deneyimlemişizdir. Özellikle başlangıçta, filtreler aracılığıyla görürüz.

    Etkileşim

    Hepimizin ilişkilerimizde tercih ettiğimiz bir etkileşim stili [style of interface] vardır: nasıl algılanmak istediğimiz, nasıl ilişki kurmak istediğimiz, bizi rahat hissettiren bir şekilde görülmek ve bağlantı kurmak gibi. Genellikle farklı bağlamlar ve ilişkiler boyunca belirli bir duyguyu bilinçsizce sağlamaya çalışır ve başkalarını bizi görmek istediğimiz şekilde görmeleri, bize istediğimiz gibi davranmaları için çekiştirmeye çalışırız. Tanıdık olduğumuz biçimlerde algılanmak ve davranılmak için çalışırız. Bu hedeflere ulaşmak için tanıdık yöntemler ve hareketler kullanırız. Ben bunlara ilişkilerdeki “dönüşümüz (spin)” diyorum. Örneğin, saygı görmek isteyebiliriz, sıcak olarak deneyimlenmek, bakım görmek, dinlenmek, bağımsız, akıllı veya yaratıcı olarak görülmek, “sorumluluk almak,” barış sağlamak, gerçeği söylemek veya bunların herhangi bir kombinasyonu olmak isteyebiliriz. “Üstte” veya “altta” olmak için sürekli olarak rol kapışabiliriz, ya da gizli kalmak veya hatta göz ardı edilmek ve kötü muamele görmek daha rahat olabilir. Davranışlarımızı—dönüşümüzü (spin)—bilinçsizce şekillendirir, öngörür ve kısıtlarız, böylece alışık olduğumuz, bizim için normal olan şeyleri elde ederiz.

    Burada önemli bir sonuç var: Kendimiz ve öteki hakkındaki kavrayışlarımız ve nasıl görünmek ve muamele edilmek istediğimiz, öteki olarak en yakın ve en samimi ilişkiler kurduğumuz kişilerle büyük ölçüde ilişkilidir. Sanki yol boyunca bir dizi dans adımında ustalaştırıyormuşuz gibi. Bu adımları farklı insanlarla deneriz. Bazı insanlar bizimle hiç dans edemez. Bazıları bizim ritmimize mükemmel bir şekilde uyum sağlar ve hatta bazı adımlarımızın arkasında ne olduğunu bile bilir gibi görünür. Bunlar, hayatımız boyunca tanıdığımızı hissettiğimiz insanlardır. İlişkisel olarak, alışık olduğumuz ve yol boyunca pratik yaptığımız şeyleri elde ederken en rahat olduğumuz yer burasıdır çünkü iyi ya da kötü, dansımızın tam olarak nasıl gittiğini biliyoruzdur. Örneğin, kaotik bir ortamda büyüdüysek ve rolümüz gözlemci ve arabulucu olmaksa, düşük çatışmalı bir ilişkinin keyfini özleyebiliriz, ancak kaosun olmadığı ilişkilerde bilinçsizce sıkılabiliriz. Ebeveynler ve aile üyeleriyle az bağlantı kurarak büyüdüysek, bir gün böyle bir bağlantıya sahip olmayı hayal edebiliriz, ancak bizi daha sık veya daha samimi etkileşimlere çekmeye çalışanlar tarafından boğulmuş hissedebiliriz. Tanıdık olana yöneliriz; zamanla öğrendiğimiz ve pratik yaptığımız dans adımlarını kullanma eğilimindeyizdir.

    Tanıdık olana kaçınılmaz ilgimiz, Nesne İlişkileri Teorisi’nde büyük bir aksiyomdur ve “tanıdık şekillerde algılanmak ve muamele görmek” için çabaladığımız gözlemini, ona gereken önemi vermeden, göz ardı etmek çok kolay olurdu. Bu nedenle, bir dakikanızı ayırıp şu soruları düşünmek iyi olabilir: “Sizin belirli ‘dönüşünüz’ (spin) nedir?” “Başkaları tarafından nasıl algılanmak, görülmek, muamele edilmek istiyorsunuz, buna ihtiyaç duyuyorsunuz ve bunun için çalışıyorsunuz?” “Olağanüstü bir şekilde anlaşılmadığınızı hissettiğinizde, birinin anlamadığı şey nedir?” Bu sorular aynı sonuca çıkar: Başkalarının bizi tanıdık yollarla karşılaması için (genellikle bilinçsizce) çalışırız.

    Nesne İlişkileri Teorisi, ilişkisel “dönüşümüzü”(spin): nasıl karşılanmak ve algılanmak için pozisyon aldığımızı; ve ilişkisel “filtrelerimizi”: diğer kişileri ve kendimizi gördüğümüz temel şablonları açıklamaya çalışır . Teori, bu tür seçicilikler ve ilişkisel eğilimlere nasıl sahip olduğumuzu ayrıntılarıyla açıklar.

    Kısa Bir Reklam

    Daha ileri gitmeden önce, Nesne İlişkileri Teorisinin reklamını yapmak istiyorum. Terapist olarak işimizin büyük bir kısmı, kendilerini ve ötekilerini (ve bizi) zarar verici şekilde gören ve bu ilişkilerde eşit derecede zarar verici davranışlarda bulunan insanlarla ilgilidir. Ancak pratikte kısa bir süre sonra, bu tür görme ve olma yollarının tartışarak veya mantıkla kolayca değişmediğini keşfederiz. Birinin psikolojik alanında kolayca kenara atılabilecek bir çakıl taşı gibi görünen şey, genellikle bu kişinin dünyasının merkezine bağlı olan çok daha büyük bir şema setine yapışmış olarak ortaya çıkar! Bu nedenle, klinisyenler olarak, bu gizli altyapıları (kendimizde ve hastalarımızda) anlamak için teorik araçlara sahip olmak, uygun saygı, uygun perspektif ve uygun sabırla hareket etmemize yardımcı olur.

    Kendilik  ve Ötekinin Kökenleri: Deneyimle Bilgilendirilmiş “Modeller”

    Kendiliğimiz ve ötekiler hakkındaki görüşlerimizi ve bunlar arasındaki arzu edilen etkileşim biçimini nasıl ediniriz? Nesne İlişkileri Teorisinin öne sürdüğü basit bir şematik form, “dönüşlerimizin” ve “filtrelerimizin” insan gelişim sürecinin çok erken aşamalarında edinilmeye başladığıdır.

    Şöyle ki biz bebekler olarak, bizden önce var olan bir kişilerarası çevreye gireriz. Bu önceden var olan ortama, “doğa/yetiştirme” (nature or nurture) denkleminin “doğa” kısmını oluşturan belirli bir gen karışımıyla gireriz. Sonrasında, belirli bir deneyim setine sahip oluruz (bu da “yetiştirme” kısmıdır) ve bu, kişilerarası dünya hakkında bir psişik izlenim oluşturmamıza neden olur; adeta bir kişilerarası model inşa ederiz. (Burada Lacan’ı (1953) eklersek, bizi önceden belirli kültürel ve dilsel bir çevreye alındığımızı ve bunun da bizi önceden ayrıcalıklı kıldığını ve sınırladığını belirtebiliriz).

    Bu model, teoriye göre bebeklik döneminde inşa edilmeye başlanır ve bu model, ötekinin (“nesne”) bize nasıl davrandığını ve bizi nasıl algıladığını içeren bir ve ayrıca bu ilişkideki kendiliği içeren birer resimden oluşur. Ötekinin ve kendiliğin resmi, yaşamın en erken günlerinden itibaren şekillenmeye başlar. Winnicott’u açımlamak gerekirse, biz bebekler olarak, annemizin bize olan muamelesinden ne deneyimliyorsak o deneyimlerden kendimize dair bir resim oluştururuz: onun bize nasıl baktığı ve bizi nasıl gördüğü. Doğrudan alıntı yapmak gerekirse, “Aynanın öncüsü annenin yüzüdür” der. Winnicott aynı bölümde şöyle detaylandırır, “Genelde, bebek [anne ile bakışmalar sırasında] kendisini görür… Bebek açısından annenin neye benzediği, annenin orada ne gördüğü ile ilişkilidir” (Winnicott, 1967: s. 112). Winnicott’a göre, ilk anlarımızdan itibaren, birincil bakım verenlerimizin bize nasıl baktığı, nasıl davrandığı ve nasıl tepki verdiğine dayalı olarak içsel ve kişilerarası gerçekliğimizin modelini inşa ederiz.

    Bu durumu daha somut hale getirmek için, uyuşturucu bağımlısı bir annenin bebeği olma deneyimini hayal edin. Hayata doğum öncesi aldığımız uyuşturucudan yoksunluk yaşamanın getireceği büyük fiziksel acı ve rahatsızlıkla başlamak zorunda kalırdık. Bu, Dünya Gezegenine ilk gelişimizi acı verici bir deneyim haline getirirdi. Sonra, yüzde yüz bağımlı olmanın fiziksel deneyimi olurdu, ancak en temel ihtiyaçlarımızı bile sürekli olarak anlayıp karşılayamayan biri tarafından bakım verilmek zorunda kalırdık. Ve—bunu hayal etmek zor olabilir— ama bu anları nasıl değerlendireceğinizi düşünebileceğiniz bir dilinizin olmadığını hayal edin. Buna ek olarak, çabalarımızın alıcı ucunda orada olamayan biriyle bir bağ kurmaya çalışmanın getirdiği kademeli psikolojik hayal kırıklığı olurdu.

    Diyelim ki bu aynı düzeydeki tutarsızlık saatler, günler boyunca, gelişimimizin en erken evreleri boyunca devam etti. Şimdi, bu biçimlendirici zaman diliminde, sağ beynimizin duygusal ve kişilerarası dünya hakkındaki temel izlenimlerini oluşturduğumuzu ve bu dünyayı yönetme yollarımızı aktif bir şekilde bağlantıladığımızı ekleyin. Perspektif veya mantık araçlarımız elimizde olmazdı. Bu araçlar gelişimimizin çok daha ileriki dönemlerinde gelir. İnsanların güvenliği ve kendi değerimiz hakkında, birinin dikkatini hak edip etmediğimiz konusunda kelimelere dökülemeyen, ama güçlü hipotezler oluşturma olasılığımız yüksek olurdu.

    Bu geçici hipotezler zamanla sürekli olarak pekiştirildiğinde, Mary Ainsworth’un “güvensiz bağlanma” stili olarak adlandırdığı duruma ilerleyebiliriz (Ainsworth et al., 1978). Ainsworth ve ardından gelen birçok bağlanma araştırmacısı, bebek gelişiminin birinci yılı kadar erken bir dönemde, bazı bebeklerin “kaçıngan (avoidant),” “ikircikli” (ambivalent) veya “düzensiz” (disorganized) olmak üzere üç alt türünden birinde bu “güvensiz” bağlanma stilini sergilediklerini gözlemlemiştir; bu, doğa ve yetiştirme(natüre or nurture)  unsurlarına bağlıdır. Buna karşılık, ihtiyaçlarına ve bireyselliğine daha iyi uyum sağlayabilen ebeveynlere doğan bir çocuk, bir yaşına geldiğinde ölçülebilir derecede “güvenli” bir bağlanma geliştirebilir. Buna, insanların genel güvenliği ve bu çocuğun doğuştan gelen değeri hakkında, yine birinin dikkatini hak etme bağlamında, farklı başlangıç (kelimelere dökülmemiş) hipotezler eşlik eder.

    Kuramsal Arka Plan

    Bazı Nesne İlişkileri Teorisi prensiplerine güven kazandırmak için, burada bir dakika boyunca bu teoriyi güncel bağlanma ve kişilerarası nörobiyoloji araştırmalarından birkaç şeyle aydınlatmak faydalı olabilir. Artık, dil geliştirmeden önce, yaşamın ilk on sekiz ayında, bebeklerin beyinlerinde ve deneyimlerinde sessizce çok sayıda inter- ve intra-kişisel (kişilerarası ve içsel) eylemin gerçekleştiği açıkça ortaya konmuştur (Schore, 2012). Bu erken günlerin gözlemcileri olarak bir bebeğe doğrudan ne düşündüklerini/hissettiklerini/ötekiler veya kendileri hakkında ne inşa ettiklerini soramasak da, bir çocuğun kişilerarası çevresine yönelik bazı sözsüz uyarlamalarını gözlemleyebiliriz ve nihayetinde bu manzarayı net bir şekilde geriye dönük olarak görebiliriz.

    Bebeklerle ilgili araştırmacılar, savaş veya ebeveyn hapsi ya da ölümü gibi nedenlerle yetim kalan ya da kronik olarak uyumsuz, ihmal edici veya şiddet dolu ortamlarda yetiştirilen bebekler, küçük çocuklar ve çocukların davranış ve duygusal örüntülerinde ortaya çıkanları dikkatlice incelerler. Bu tür “doğal” deneylerden, belirli erken duygusal yoksunluklarla güçlü bir şekilde ilişkili olan kişilerarası ve içsel sonuçlar olduğunu biliyoruz ve kendilik kavramı (kendilik değerine dair duygular) ve öteki kavramı (temel güven) oldukça tutarlı bir şekilde etkilenir. İnsanlığın temel yönlerinden olan güvene karşı güvensizlik; ilişkide güvenlik ve sevgi duygularına karşı şüphe ve temkinlilik duyguları; öz takdir ve kabul duygularına karşı öz nefret duyguları, işte bunlar bebek gelişiminin en erken günlerinde ve aylarında tehlikede olan şeylerdir.

    Kendilik ve öteki kavramlarının (ilk olarak bir yaşında ölçülebilir) zamanla izlerini sürdük ve çocuklar olgunlaşma basamaklarında ilerlerken güçlü tutarlılıklar bulduk. Kasıtlı müdahale olmadan, güvensiz bağlanmış bir yaşındaki çocuklar, güvensiz (“kararsız,” “kaçıngan” veya “düzensiz”) bağlanmış beş yaşındaki çocuklara dönüşür, bu da kararsız, kaçıngan veya düzensiz sekiz yaşındaki çocuklara dönüşür ve bu çocuklar bu örüntüleri ergenliğe taşır ve nihayetinde yetişkin olarak da aynı ilişkisel örüntüleri sergiler. Bu tutarlılıklar, bağlanma araştırmacılarının boylamsal çalışmalarında (Waters ve diğerleri, 2000) güçlü ve iyi yerleştirilmiş durumdadır.

    Ek olarak, güncel fonksiyonel MRI teknolojileri sayesinde, artık son derece olumsuz ilişkisel ortamlarda yetişen çocukların beyinlerinde belirli nörolojik bozulmaları gözlemleyebiliyoruz. Bunlardan ikisini özellikle klinik açıdan önemli buluyorum.

    İlki, böyle son derece olumsuz ortamlardaki çocuklar için, genç çocuğun kendini yatıştırma stratejisi olarak dissosiyasyonu kullanma sıklığında belirgin değişiklikler olabileceğidir. Bu değişiklikler, dissosiyasyonu yöneten nörolojik yollarda kalıcı değişikliklerle birlikte gelir ve bu durumun kişinin ilerleyen yıllarında daha olası ve belirgin hale gelmesine neden olur (Schore, 2009).

    İkincisi, bazı çocuklarda kendilik ve ötekine aracılık eden orbitofrontal merkezlerin bozulmalarını gözlemleyebiliyoruz—bu, içsel ve kişilerarası dünyamızı uygun bir şekilde bütünleştiren beyin bölgesindeki kalıcı değişiklikleri ifade eder. Bu nörolojik değişiklikler çok erken yaşlarda, hayatın ilk on sekiz ayında bile gözlemlenebilir (Gerhardt, 2004; Schore, 2009; Siegel, 2012).

    Bu örnekleri paylaşarak, alanımızdaki teorisyenlerin bilimsel topluluğun yeterince hassas ölçüm araçları geliştirmeden çok önce gözlemledikleri olgulara güvenilirlik kazandırmak istiyorum. Beyinlerimiz yaşam boyu plastiktir ve yaşam boyunca yeniden yapılandırma çabalarına açıktır. Ancak temel izler—kendilik ve ötekiler hakkında kemiklerimizde bildiğimiz şeyler—deneyimimizin erken dönemlerinde oluşur ve ilk başta doğru bir şekilde yapılandırılmaları çok daha kolaydır; sonradan yeniden yapılandırılmaları ise çok daha zordur.

    Nesne İlişkilerine Geri Dönüş

    Nesne İlişkileri teorisyenleri, başlangıç günlerimizden ve aylarımızdan edindiğimiz içsel ve kişilerarası verileri kullanarak kendimizde bir dizi duygusal beklenti oluşturduğumuzu öne sürmüşlerdir. Bunun avantajı, sonraki insan etkileşimleri için ne bekleyeceğimizi ve ne yapacağımızı öngörme ve hazırlık yapma yeteneğidir. Bu zamanla biriktirdiğimiz beklentiler, bizi daha verimli hale getirir. Kişilerarası ve içsel çarkı her seferinde yeniden icat etmek zorunda kalmayız ve eğer dünyanın zaten nasıl olduğunu biliyorsak sürpriz veya hayal kırıklığı yaşamayız. Artık deneyime karşı hazırız (veya açığız).

    Düşündüğümüzde, bu, genel olarak insan olmanın öğrenme eğilimiyle tamamen uyumlu bir durumdur. Önceki deneyimlerimiz, yeni şeyler için öngörüde bulunmamıza ve hazırlanmamıza yardımcı olur, ister uzun bölme işlemlerini öğrenmek olsun, ister kişilerarası manzarayı değerlendirmek olsun. Fark şu ki, çok erken yaşlarda (örtük olarak, duygusal olarak bağlantılı sağ beyinle) öğrendiğimiz şeyler, gerçekten çok iyi öğrenilir ve okulda öğrendiğimiz şeylere göre daha az değişime veya revizyona tabidir. Kalanlı  bölme işlemini “sadece biliriz,” ancak kime ve neye güvenmeyeceğimizi ” kemiklerimizde biliriz.”

    Alıştırma Mükemmelleştirir

    Şimdi, Nesne İlişkileri Teorisi’nde bir adım daha ileri gidelim. Kendimiz için bir tür içsel referans bankası oluşturduğumuzu söylemiştik, bu banka ötekinin ve kendiliğin izlenimlerini içerir. Nesne İlişkileri’ndeki araştırmacılar ayrıca zaman geçtikçe bu izlenimlerin giderek daha fazla içsel ve kişilerarası özgüllüğe sahip olmaya başladığını ileri sürerler. Zamanla, belirli çocukluk çevremizi idare etme açısından kişilerarası daha akıllı hale geliriz.

    Bu ne anlama geliyor? Bu, bakım verenlerimiz olarak karşımıza çıkan belirli insanlarla ve aile yapılandırmasındaki diğer her şeyle başa çıkmak için duygusal araçlar geliştirdiğimiz anlamına geliyor. Bu, belirli bir spor için kas geliştirmeye benziyor. O spor için sürekli antrenman yapıyoruz. Bu sporda daha güçlü ve daha sofistike hale geliyoruz. İlgisiz bir sporu denersek, ilk başta ne kasımız ne de tekniğimiz olur. Tenis kortunda mükemmel olabiliriz, ancak futbol sahasında nispeten sakar ve hantal olabiliriz.

    Eğer bir çocuk duygusal olarak zorlu bir ortamda büyüyorsa, kendi doğal yeteneklerine göre bu ortamı yönetmek için en uygun stratejileri öğrenmeye mental ve duygusal kaynaklar ayıracaktır. Örneğin, bir çocuk, babanın alkolik ve annenin onunla etkili sınırlar koymakta başarısız olduğu bir ailede büyüyorsa, çocuğun görevi, işe yarayan ve mümkün olan her şekilde babası sınırını aştığında nasıl hareket edeceğini öğrenmektir ve bu çocuğun elindeki kaynaklara bağlıdır. Bu, erken belirtileri okumayı, uyum sağlamayı, görünmez olmayı veya diğer çocuklara bakmayı içerebilir; Ayrıca, eğer anne, baba sarhoş ve tehlikeli olduğunda kırılgan ve yetersizse, çocuğun görevi, yine, mümkün olan her şekilde annesini nasıl yöneteceğini, korkularını nasıl sakinleştireceğini veya onu nasıl güvende tutacağını öğrenmek olacaktır. Ayrıca, tabii ki, bu çocuk tüm bu anlaşmazlıklar arasında kendisinde korku, denge sağlayıcı olarak hissetme ve bunların altında, sıklıkla çocukların düşünce süreci olarak, tüm bunlara (sihirli bir şekilde) sebep olduğu duygularını da yaşayacaktır.

    Şimdi, metaforları tenisten akademik hayata çevirerek, o çocuk büyüdüğünde içki içen tehlikeli bir baba ve kırılgan beceriksiz bir anneyle başa çıkma konusunda doktora yapmış olur. Teorisyenler, onun (bilinçsizce) zor kazanılmış bilgi ve becerilerini kullanmasına izin veren durumları arayacağını iddia ediyorlar. Tanıdık olanı tarayacak ve bulduğunda, onunla nasıl başa çıkacağını tam olarak bilecek. Bazılarımız profesyonel hayatlarımızda bunu yaparken buluyoruz kendimizi; bazıları travmayı kişisel hayatlarımızda tekrarlıyoruz.

    Patlamaya hazır veya şiddet dolu bir evde büyüyen, tüm çocukluğunu daha normali için dilek dileyen, ancak yetişkin evinde tam olarak aynı türden bir ortam yarattığını gören bir çocuğu tanıyor olabilirsiniz. Ya da kendi muayenehanemde çalışan ve çocukluğunu ara ara psikotik bir anneyle ilgilenerek geçiren ve şimdi çocuklarını evde tutmak için psikolojik olarak çok zayıf olan ebeveynlerle sürekli etkileşim halinde olan sosyal hizmet görevlisi gibi. Psikoterapist olmak bile genellikle çocukken duygusal ortamın nüanslarını okumak ve kendi ebeveynlerimizin duygusal dünyasını dinlemek gibi çocukken öğrendiğimiz becerileri kullanmayı içerir. Bunlar oldukça mantıklı geliyor.

    Duralım ve Toparlayalım

    Dolayısıyla, çocuklar olumsuz duygusal ortamlarda daha fazla zaman geçirdiklerinde, bu ortamlarda uzmanlaşmış beceriler kazanırlar. Çocuklar bu becerilerle büyürler ve hayatları boyunca bu becerileri kullanabilecekleri yerler ve yollar bulurlar. Bazen, zor kazanılmış becerilerin bu şekilde uygulanması kurtarıcıdır; bazen de trajiktir.

    Ancak burada önemli bir nokta var. Bir çocuk kök ailesindeki duygusal zorluklarla başa çıkmak için zaman ve enerji harcadığında, bu duygusal enerjiyi normal, temel çocukluk görevlerine yatırmıyor demektir. Böylelikle bir şey feda ediliyor demektir. O çocuğun gelişmesi ve olması gereken bazı yönleri bu süreçte kayboluyor. Bu hasar görünür değildir. Hiçbir zaman ortaya çıkması için gerekli alana sahip olmamışsa gerçekten neyin olması gerektiğini bilmek zor olabilir. (Bu, psikanalitik psikoterapinin heyecan verici kısımlarından biridir; bazen bu kısımların ortaya çıktığını görebiliriz.)

    Toparlayacak olursak, başkalarını nasıl gördüğümüzü etkileyen filtrelerimiz olduğunu, kendimizi nasıl algıladığımızı öğrenme yollarımız olduğunu ve ilişkilerde kendimize özgü bir tarz geliştirdiğimizi belirttik. Bu süreci daha ayrıntılı olarak ele aldık ve bakım verenlerimizin çeşitli yönlerini deneyimleyip bunları nasıl yönettiğimizi açıkladık. Ayrıca, bu deneyimsel referans bankasının, sonraki ilişkisel dünyamızı değerlendirmemize ve yönlendirmemize yardımcı olduğunu, tanıdık olanı bilinçsizce aradığımızı ve bu nedenle tanıdık alanlarda işlemeyi tercih ettiğimizi belirttik.

    Bunları çalışmak, düşünmek ve üzerinde durmak neden önemlidir? Cevap basit. Çünkü bu, insanların bize anlamlı gelmesine yardımcı olur ve onlara kendilerini anlamaları konusunda yardımcı olabilir. Eğer bu gerçekleşirse yeni perspektifler, yeni sorular, yeni duygular, yeni özgürlükler, yeni seçimler, yeni parçalar gibi her zaman var olan şeylerin ötesinde yeni bir şeyin ortaya çıkmasını sağlar.

    Bir Adım Daha: İçsel Nesneler ve İçselleştirmeler

    Şimdi Nesne İlişkileri Teorisi’nde bir adım daha atacağız. Bu klinik olarak faydalı ancak başlangıçta kavraması biraz zor olabilir. Bu yüzden yavaşça ilerleyeceğim ve örnekler sunacağım.

    Öncelikle bazı terimler. Teorisyenlerin bahsettiği “içsel nesneler”e sahibiz. Dışsal nesneler, büyürken bizimle ilişki kuran gerçek ebeveynler, bakım verenler ve aile çevresindeki diğer kişilerdir. (Dışsal nesneler, mevcut hayatımızdaki gerçek insanları da ifade edebilir). Bu kişiler—bu gerçek nesneler—kendilik algılarımızın ve öteki algılarımızın oluşumunda oldukça etkilidir.

    İçsel nesneler ise, bunun aksine, bu dışsal nesneler hakkındaki erken kavramlarımıza atıfta bulunur. Çocukken (özellikle sıfırdan beşinci yaşlara kadar), dışsal nesnelerimizin çeşitli yönlerini bize temsil eden bir dizi imge veya yapıyı içimizde inşa ederiz. Kendi içimizde, sıkıntılı olduğumuzda bizi sallayan, saçımızı yapan, kardeşlerimizle kavga ettiğimizde bize bağıran, bunaldığında ağlayan annenin bir imgesi olabilir. Bizimle oynayan, bize kitap okuyan, bize şarkı söyleyen veya sinirlendiğinde bizi korkutan babanın bir imgesi olabilir. Bu imgelerin geniş bir yelpazesini kendi içimize küçük insanlar olarak yerleştiririz – kendiliğimizde, ebeveynlerimizin ve önemli bakım verenlerimizin, o zamanlar deneyimlediğimiz gibi, parçalanmış halleri vardır. Bir kez yerleştirildiğinde, bunlar ruhumuzun bir parçası olarak kalıcı olarak içimizde kalır ve yetişkin yıllarımız boyunca kendi içimizde düşünme, hissetme ve davranma biçimlerimizi gizlice etkiler. Biz bunlara içsel nesneler diyoruz.

    Teorik olarak, bilinçaltında, bu parçalanmış ebeveyn etkileşimleri—bu içsel nesneler—bizimle ve hayatımızdaki diğer kişilerle ilişkide kalmaya devam edebilir ve bizimle tıpkı küçükken dışsal nesnelerimizin bize davrandığı gibi ilişki kurabilirler. Örneğin, stresli zamanlarda, (genellikle bilinçli olarak değil) bizi sakinleştiren ve ilgilenen içsel nesne annemize başvurabiliriz. Bu bakımı hissedebilir ve kendimizi onun gibi sakinleştirebiliriz. Bir hata yaptığımızda, içsel nesne ebeveynimizin onaylamamasını içimizde hissedebiliriz. İhmalci bir ebeveynimiz varsa, temel ihtiyaçlarımız konusunda (yemek ve uyku gibi) kendimize ihmal edici davranabiliriz. Tehlikeli, şiddetli bir babamız varsa, kendimize karşı psikolojik olarak tehlikeli ve şiddetli olabiliriz. , belki de onun kullandığı kelimeleri ve tonu kullanarak kendimize acımasızca saldırabiliriz.

    Dün Şükran Günü aile toplantısında bu duruma küçük bir örnek gördüm. Kayınbiraderim pasta servis ediyordu ve bir parçasını kucağına döktü. “Ne kadar aptalım!” dedi. Ben de, “Benim hatam. Bana sadece küçük bir parça getirmeye çalışıyordun,” dedim. O, “Ben sakarım. Babam bunu her zaman bana bağırarak söylerdi,” yanıtını verdi. “Tüm çocuklar sakardır. Koordinasyonları henüz tam değil,” dedim. O da, “Babam çocukların mükemmel olması gerektiğini düşünüyordu,” dedi. Ben de, “O zaman çocuk yapmamalıydı!” diye karşılık verdim. Ama daha da önemlisi, onun sık sık özeleştirisini sert bir şekilde gözlemlediğimi ve bu anlarda muhtemelen dolaylı olarak sık sık sert olan babasıyla olan çocukluğundan sahneleri ziyaret ettiğimi düşündüm.

    Çok Yönlü Tanımlamalar

    Şimdi bu içselleştirme süreciyle ilgili bir diğer önemli noktayı ele alalım—yine biraz zor anlaşılabilir olabilir. Bakım verenlerimizle olan erken kişilerarası/duygusal etkileşimlerin her iki tarafını da içimizde depolarız: çocuğun tarafı ve ebeveynin tarafı. Aşağıdakilerin hepsini içselleştiririz: (1) mikro anlarda ebeveynimizin alıcı tarafında olmanın nasıl bir his olduğunu (yatıştırıcı, kısıtlanmış, korkmuş, özlenmiş, vb.); (2) ebeveynimizi eğer böyle bir yönetim gerekliyse yönetmek için başlattığımız kişilerarası stratejiler, (sakinleştirici, destekleyici, olgun, görünmez, vb.); (3) bu anlarda ebeveynimiz olmanın nasıl bir his olduğunu (kontrolden çıkmış, şiddet yanlısı, depresif, endişeli, vb.). Evet! Duygusal etkileşimin her iki tarafını da yetişkinler olarak gerçekten yapmadığımız bir şekilde içselleştiririz. Çocukken, bu şeyler içsel, duygusal hafıza bankalarımızda depolanır ve kimliğimizin, düşünme şeklimizin, hissetme şeklimizin ve işleyişimizin bir parçası haline gelir.

    Örneğin, duygusal olarak bakımımıza muhtaç, kırılgan ve yetersiz bir anneye sahipsek, yalnızca bakım veren yönü geliştirmekle kalmaz, aynı zamanda belirli koşulların doğru bir şekilde bir araya gelmesi durumunda duygusal kırılganlık ve yetersiz eğiliminde olan bir yanımızı da barındırırız. Bu da bizi, normalde işlev gösterebileceğimiz bazı anlarda kendimizi yönetemez hale getirebilir. Psikolojik olarak ölü veya içeride depresif bir ebeveynimiz varsa, aynı ölülüğü içimizde taşıyabilir ve onunla mücadele edebiliriz. Eğer ebeveynimiz şiddet eğilimliyse, o şiddet eğilimini içimizde bulabiliriz. Eğer ebeveynimiz hayatın sıradan görevleri için asla yardım istemediyse, aynı özelliği kendimizde de bulabiliriz. Ebeveynlerimizin özelliklerini içselleştirir ve ardından (bazen bizim için anlaşılmaz olsa da) onları sergileriz. Bu, biz terapistler için önemli bir şeydir. Böyle özdeşleşmeler, kişilerin orijinal ebeveyn nesneleriyle olan psikolojik bağlarını korur. (Bu da onları değişime karşı oldukça dirençli hale getirir).

    İçselleştirilenleri Dışsallaştırma

    Son olarak, içselleştirdiklerimiz -içsel nesnelerimiz- hayatımızdaki diğer insanlara olan davranışlarımızı da etkileyebilir. Bunun birçok örneğini sürekli olarak görürüz. Şiddet mağduru olan çocuk, büyüdüğünde içindeki istismarcıyla birlikte yaşar; kendi çocuklarına karşı istismarcı olabilir.

    Neden böyle olur? Neden zihinlerimizin ya da ruhlarımızın, ebeveynlerimizin bize davrandığı gibi, özellikle de bu davranışlar acı verici olmasına rağmen, kendimize veya hayatımızdaki diğer insanlara davranan parçaları olur? Belki de bunun nedenini cevaplamak zor, ama nasılını anlamak daha kolaydır.

    Önemli olan, gelişen çocuklar olarak farklı öğrenme yollarına sahip olduğumuzu fark etmektir. Küçük insanlar olarak deneyimleri incelemek yerine, onları özümseriz. Yaşamın ilk on sekiz ayında, sol beyinlerimizin değerlendirme ve tartma hizmetlerinden hiç yararlanamadan, sağ beyinlerimizle (zihnimizin duygusal tarafı) duygusal olarak şekillendirici deneyimleri özümseriz. Sadece özümseriz. Dil öğrenmeye başladığımız ikinci on sekiz ay boyunca, dili öğrenmek için incelemeyiz; onu özümseriz.

    Küçük çocuklar, yer aldıkları deneyimlerini özümserler. Duygusal olarak, çocuklar içlerinde mükemmel bir şekilde çapraz eğitilirler. Sadece çocukluk sahnelerinde kendi rollerini değil, aynı zamanda ötekinin rolünü de ustalıkla öğrenirler. Küçük çocuklar olarak babalarının şiddetinin ve öfkesinin hedefi olarak kendileri olmanın ve o anlarda babalarının rolünde şiddet ve öfke dolu olmanın nasıl bir şey olduğunu içselleştirirler. Genç yaşlarda bütün deneyimleri “içselleştiririz”; tam anlamıyla içimize alırız.

    İçselleştirme süreciyle ilgili bir diğer önemli şey de, bu süreci çocuklar olarak yaşadığımız duygusal öğelerin geniş yelpazesinde gerçekleştirdiğimizdir. Küçük yaşlarda sadece annenin babanın tehlikeli olduğu anlardaki kırılganlığını ve yetersizliğini değil, aynı zamanda onların nazikliğini, gücünü, kendine olan güvensizliğini ve yoksunluk duygusunu da, onun tüm özellikleri ve durumları boyunca özümseriz. Sadece babanın sarhoş anlarındaki tehlikeliliğini değil, aynı zamanda onun takıntılılığını, buyurganlığını, mizah anlayışını ve yargılayıcı doğasını da içselleştiririz. Sonra, kişilerarası çevremizdeki diğer kişilerden, örneğin ağabeyden, büyükanneden veya dadıdan, onların belirgin özelliklerini de içimize alabiliriz. Bu parçaları ve özellikleri, bizi büyüten kişilerarası çevreden özümseriz. Bunu çocukların öznelliğiyle—duygusal denge veya doğruluk talebi olmaksızın—yaparız. Aynı ailedeki iki çocuk, kendi mizaçları ve ihtiyaçları, belirli bakış açıları, dayanıklılıkları, ebeveynlerin farklı yansımaları, gerçek yaşam dışsal baskıları gibi faktörlere bağlı olarak bu özelliklerin farklı derecelerini veya değerlerini özümserler.

    Sonuç olarak, içsel nesnelerden oluşan referans bankamız aslında içimizde canlıdır ve kendi bilinçdışı yaşamına sahiptir, her zaman etkisini göstermeye hazırdır.

    Yeniden Bir Araya Getirmek

    Hadi şimdiye kadar kaleidoskopumuz için topladığımız Nesne İlişkileri parçalarını sayalım. Bir yanda kendilik , bir yanda ise orijinal kişilerarası dünyamızda gerçekte var olan dışsal nesneler (anne, baba, kardeşler, belki bir bakıcı ya da büyükanne) bulunuyor. Ayrıca, anne ve babanın içimizdeki, onların erken dönemlerdeki, duygusal ve algısal olarak taraflı deneyimlerimize dayanan içselleştirilmiş halleri var. Bu içselleştirilmiş nesnelerin bir uzantısı olarak, bu ötekilerin farklı ruh halleri ve durumları boyunca parçalanmış duygusal parçalarını taşıyoruz. Bu parçaları iki şekilde içselleştiriyoruz: bunlar hem kendiliğin bir parçası olarak hem de kendiliğin içinde, kendilik üzerinde etkili olan bir güç olarak bulunurlar. Sonra, yaşamımız boyunca karşılaştığımız gerçek günlük dışsal ötekiler var: öğretmenler, akranlar, iş arkadaşları, nihayetinde sevdiklerimiz, partnerlerimiz, çocuklarımız, belki de bir terapist. (Evet, bunlar da “nesne” olarak adlandırılıyor—evet, kafa karıştırıcı olabilir!). Son olarak, bu dışsal ötekilerle içimizde ne yaptığımız var. Başka bir deyişle, Nesne İlişkileri teorisinin dünyası oldukça kalabalık bir dünya. Teorik olarak çok fazla şey içeriyor.

    Bir adım geri atıp bunu birlikte düşünelim. Kişilerarası gerçekliğimizi yanlış algıladığımız tartışılmazdır. Hepimiz bunu yaparız. Bu, insan olmanın bir parçasıdır. İçimizde, bazen övgü, bazen aşağılama sesleri olarak kendimize yönelik yorumlar yapan bir kaynağın (daha doğru bir ifadeyle, kaynakların) varlığı da tartışılmazdır. Kendimizi farklı duygusal bağlamlarda ve ruh hallerinde farklı deneyimlediğimiz de tartışma götürmez. Bazen makul ve açık fikirliyizdir; bazen de çocukken nefret ettiğimiz annemizin davranışlarına tuhaf bir şekilde benzeyen, olgunlaşmamış ve huysuz bir hâl alırız. İçimizde yalnızca onların genleri değil, duygusal tutumları ve motivasyonlarıyla birlikte ebeveynlerimizin parçaları ve izleri olduğunu hissetmemiz de yine insan olmanın kaderidir. Nesne İlişkileri Teorisi, kişilerarası ve içsel olarak insan olma deneyiminin kırıntılarını ve parçalarını toplar ve bunlar etrafında açıklayıcı bir ağ örmeyi amaçlar.

    Birey olarak, bu teori kendimizin duygusal parçalarını, ve kırıntılarını, nevrotik eğilimlerimizi ve tutarsızlıklarımızı anlamamıza yardımcı olur. William Faulkner’ın (1950) Bir Rahibeye Ağıt adlı eserinde ( Requiem for a Nun) yazdığı gibi, kişilerarası ve içsel olarak “Geçmiş asla ölmez. Hatta “geçmiş” bile değildir.” (The past is never dead. It’s not even past.”) şeklindeki ifadeyi görmemizi sağlar.

    Klinik olarak, Nesne İlişkileri teorisinin perspektifleri, genellikle kafa karıştırıcı ve karşıt görünen diğer insanların karmaşasında yol alabilmemize büyük bir yardım sağlar. Örneğin, bir adım ileriye gittikten sonra neden belirli bir hastanın sürekli olarak kendini yenilgiye uğrattığını ve kendini sabote ettiğini anlamamıza yardımcı olur. Veya neden birinin kendisine veya bize karşı bu kadar acımasız olduğunu, ya da bazı insanların tüm yaşam becerilerine sahip olmalarına rağmen kritik anlarda en basit günlük zorlukları çözemiyormuş gibi davrandıklarını anlamamıza yardımcı olur. Ayrıca bazı insanların güven konusunda neden bu kadar zorlandığını da açıklığa kavuşturur.

    Belki bir veya iki klinik örnek bu kavramları daha net bir şekilde anlamaya yardımcı olur. Seçim yapmak zor, çünkü Nesne İlişkileri Teorisi o kadar güçlü bir görüntüleme merceği sağlıyor ki gördüğüm veya görmüş olduğum insanlardan herhangi birini (veya

    kendimi veya “ötekilerini”) seçebilirim. Yaklaşık altı yıl boyunca haftada birkaç kez gördüğüm Jackie adında bir kadını kısaca tarif edeceğim. Jackie 50’li yaşlarının başındaydı, boşanmıştı ve iki yetişkin kızı vardı. Büyük bir kurumsal firmada görsel prodüksiyonda çalışıyordu ve başlangıçta genel depresyon ve bıkkınlık duygularıyla başa çıkmak için geldi.

    Jackie zeka olarak ortalamanın çok üstündeydi, ancak hayatın basit görevlerini bile yerine getiremiyordu. Örneğin, kendi fotoğraf makinesini yükleyemiyordu, işi için kritik olan bilgisayar programlarının temel ilkelerini öğrenemiyordu. Ayrıca, bölgesel üniversitenin başvuru formunda verilen bilgileri kullanarak bir derse nasıl kayıt olacağını da anlayamıyordu.

    İnsanların kendisi için bir şeyler yapmasını sağlamada iyiydi. Bu, onun kişilerarası “dönüşü”ydü. Bana doktoruna özel erişimi olduğunu ve onunla görüşmek için randevu almasına gerek olmadığını anlattı. Kendisi uğrardı, doktoru onu görürdü ve onu bir çanta dolusu ücretsiz ilaçla gönderirdi. Tezgahın arkasında oturup eczacısıyla görüştüğü özel bir taburesi vardı. 2.000 kişilik bir kilisenin üyesiydi ,kilisenin başpapazıyla haftada bir saat düzenli randevusu vardı. Kilisede, özel olarak onunla ilgilenen onun için dua eden bir “dua ekibi” vardı. Bunun nasıl olduğunu sorduğumda, “Ah, biliyor musun – ıslak kedi rutinimi yaptım ve beni projeleri olarak benimsediler,” dedi. Elbette, ilk başta beni ona “özel” davranmaya yöneltti, haftada iki kez bir buçuk saatlik seans için pazarlık yaptı çünkü 50 dakikalık saatin kendisi için yeterli olmadığını düşünüyordu.

    Jackie’nin “dönüşleri” iyi gelişmiş bir Nesne İlişkileri kök sistemine sahipti. Ailesindeki üç çocuktan sonuncusu olarak kabul ediliyordu ve beş yıl süren bir boşluğun ardından aile, birkaç çocuk daha ekleyecekti. Ancak Jackie, annesi tarafından son çocuk olarak düşünülmüş ve bu nedenle ona, sıradan görevler ve sorumluluklar için özel yardım gereken biri gibi davranmıştı. Örneğin, Jackie ilkokula başlamadan önce annesi onun için ilkokul kitaplarını temin etmiş ve böylece ona önceden özel ders vermişti. Jackie okula başladığında, annesi büyük iki çocuğundan her teneffüste Jackie’yi oyun alanında bulmalarını ve zil çaldığında geri dönmesi için sınıfa çağırmalarını istemişti.

    Bu özel çocukluk dönemi, sonraki çocukların doğmasıyla aniden sona erdi. Hastam, bu kişilerarası kaybı asla atlatamadı ve yaşamını ve etkileşimde bulunduğu kişilerin yaşamlarını, annesinin bir bebek sahibi olma ihtiyacından kaynaklanan özel hisleri yeniden tatmak üzere düzenledi. Nesne İlişkileri Teorisi çerçevesinde, benimle olan “dönüşünü” ve onun tarafından kullanılmış hissetme duygularımı (annesi tarafından kullanıldığı gibi) anlamlandırabildim. Sonuçta, görüşme zamanlarımızı düzenlemeyi başardık, bana yönelik çocukça özel olma taleplerini fark ettik ve bu yaklaşımın zamanla ona (evliliğini, işini ve kızlarının saygısını kaybetmesi) verdiği korkunç maliyetleri gözlemledik.

    Başka bir kısa örnek, güzelliği üzerine kurulu bir yaşam süren bir kadının iki kız ve bir erkek çocuğundan ilk kızıyla ilgili. İlk kız, düşünceli ve zeki biriydi; ikinci kız ise annesinin güzelliğine sahipti ve annesinin gözdesiydi. İlk kız, yetişkin bir ilişkide ciddileştiğinde, yaşadığı kıskançlık duygularıyla, özellikle de erkek arkadaşının eski ilişkilerinin bahsedilmesiyle başa çıkamıyordu. Kendi tepkisini çılgınca ve rahatsız edici buluyordu. Ancak içsel nesne dünyası, kardeşiyle olan kronik olumsuz karşılaştırmadan o kadar yara almıştı ki, erkek arkadaşının (başarısız) hikayelerinin ima ettiği karşılaştırmanın psişik tehdidini yakıcı bir şekilde dayanılmaz buluyordu. İçsel nesne dünyasında, annesinin eşit olmayan sevgisinin alıcı tarafında olmanın nasıl bir his olduğunun izlerini taşıyordu ve (kendisi için görünürdeki temelsizliğe rağmen) bu hissin şimdiki zamanda tekrar harekete geçmesine tahammül edemiyordu.

    Kapanış Yorumları

    Bu bölümde, Nesne İlişkileri Teorisi’nin genel hatlarını sundum. Bu şematik görünüm göz önüne alındığında, daha incelikli bir yaklaşımla yazan araştırmacıları daha kolay bir şekilde çözümleyebilirsiniz, ki bu da tüm çabaya değer. Bir sonraki bölümde, Nesne İlişkileri Teorisi’nin hasta ile terapist arasındaki ilişkiye uygulanan özel durumuna bakacağız. Bu bir sonraki kaleidoskopik cam yığını, bizi yolculuğun büyüleyici bir parçası olan terapötik ilişkideki “aktarım”ın çok yönlü dünyasına götürecek.



    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

  • Sessiz Hasta (8. Bölüm)

    Bu bölümde, size bir dizi seans üzerinden sözlerimle, düşüncelerimle, terapötik kusurlarımla içten dinleme sanatı ve anlama sanatının şimdiye kadar özetlediğim kısımlarını en iyi şekilde örneklediğini düşündüğüm unsurları göstermek istiyorum. Kavramları açıklamada belirli bir noktaya kadar ilerleyebiliriz, ancak kaçınılmaz olarak bunları görme ihtiyacı ön plana çıkar. Bu yüzden, kelimesi kelimesine, düşüncesi düşüncesine sunacağım bir dizi seansı seçtim. Odada ve zihnimde bulunmaya ancak bu kadar yakın olabilirsiniz.

    Bu belirli görüntüleri sizinle paylaşma konusunda gerçek bir risk alıyorum. Hastamın kimliğini gizlemek için gereken değişiklikler dışında, çalışmamı daha iyi ya da farklı göstermek için bu metni değiştirmedim ya da düzenlemedim. Ham ve makyajsız bir şekilde sunuyorum. Bu sayfalarda gözlemleyeceğiniz terapist, aynı zamanda öznelerarası alanda elde etmeye çalıştığım varlığı hem harika bir şekilde örneklemekte ve hem de tamamen zıttı. Terapistin içten ve analitik olarak dinleme temel görevine büyük bir uyum gösterdiğini göreceksiniz, ancak bu süreçte psikanalitik yönergenin bazı temel kurallarını da ihlal ettiğini fark edeceksiniz.

    Öncelikle biliyorum ki bazıları bu çalışmayı beğenmeyebilir; benim geleneksel olmayan yaklaşımlarıma itiraz edebilir; hastamı beklememekle, savunma mekanizmalarını zorlamamakla ilgili eleştirebilir. Bazıları, özellikle psikanalitik alanda nispeten yeni olan terapistlere yönelik bir eserde, hem hastama hem de siz okuyucuma karşı kendimi açıkça ifade etmemden rahatsız olabilir. Ve bu konuda onlarla hemfikirim. Ama eğer geleneksel yaklaşımlarımızın altına inip daha sakin sulara dalarsak, aslında tüm bunların amacı olan, şimdiye kadar bahsettiğim tüm araçları ve bazen anlık olarak icat etmek zorunda kaldığım bazılarını kullanarak bu kişiyi bulmak ve tanımak olduğunu ortaya koymuş oluruz.

    Bu yüzden olduğu gibi bırakacağım. Belki de bu özel hastayı kullanmam iyi olacaktır. Gerçek şu ki, bir noktada, hepimiz işimizde bu kombinasyonu sürekli olarak yapıyoruz. Hepimiz koltuğumuzun altında gelenekselin kitabıyla yaklaşırız ama sonra kendimizi özel bir hasta ile, özel parçacık fırtınasında etkileşimde buluruz ve var olmanın bir yolunu bulmamız gerekir.

    Başlamadan önce bir girizgah yapacağım. Psikodinamik psikoterapist olarak çalışmalarımı çerçeveleyen ve bilgilendiren teorik eksenlerim var. Bu eksenlere ilerleyen bölümlerde daha derinlemesine değineceğim. Ancak, aynı zamanda hayatımın dokusunda hem klinik hem de özel olarak beni tanımlayan kişisel değerler ve olma biçimleri gibi kişisel yönlendirici eksenlerim de var. Hepimizde bu eksenlere sahibiz aslında. Klinik ve özel olarak kişisel yönelim eksenlerim, bence, zarafet ve hakikat nitelikleridir (Yeni Ahit’teki bir pasajdan Katolik okul günlerimden alınmış bir ifade). Terapist yolunda yürürken kişisel diyalektiğimi ifade etmek için daha iyi bir yol bulamadım. Zarafet bana belki de daha kolay geliyor. Annemin zarafetini aldığımı ve bu zarafeti eski bir ayakkabıyı giyer gibi, düşünmeden, rahatça taşıdığımı düşünüyorum. Doğruluk ise daha zorlu bir mücadele oldu. Onunla daha dikkatliyim, temizleyici veya yok edici gücüne saygı duyuyorum. Bu yüzden, elimden geldiğince, her hasta ile bu dengeyi korumaya çalışıyorum ve başaramadığımda gözümü bu dengenin üzerinde tutmaya özen gösteriyorum.

    Her yer karanlık olduğunda, beni yönlendiren yıldızlar bunlardır. Beni bir insan olarak yönlendirirler. Klinik çalışmalarda da hiçbir şeyin anlam kazanmadığı anlarda bana rehberlik ederler. Psikodinamik psikoterapi sanatında edinilecek teknikler ve teknik bilgiler ne kadar varsa -ki var– onların hepsinden önce ve hepsinin temelinde yer alan meselenin özü: Freud’un sözleriyle, “sevgi yoluyla bir tedavi” taşıyıcıları olduğumuz gerçeği ve ruhlarımızın bunun ardında sıralanması gerektiğidir (Bettelheim, 1984).

    Bu ruhla, şimdi alçakgönüllülük ve saygıyla, terapi pratiklerimde genç bir kadın olan Sara ile yapılan birkaç gerçek zamanlı seansı sunmak istiyorum. Onunla yaşadığım bazı deneyimleri kullanarak, “karşılaşma anları,” “girdap anları” ve “çökme anları”nın içten dinleme bağlamında nasıl görünebileceğini ağır çekimde göstermeye çalışacağım.

    Bu seansları incelerken dikkat etmeniz gereken birkaç nokta var. Birincisi, bu diğer vakalardan farklı; tamamlanmış değil, daha yeni başlamış, uzun süre devam edecek ve haftada birkaç kez olması gereken bir terapinin ilk zahmetli aylarındayız. Şimdilik haftada bir. İkincisi, bu süreç beni terapist olarak normal ritimlerimden ve oyun planımdan oldukça uzaklaştırdı, çünkü hasta, Sara, seanslarda son derece sessiz kalıyor ve kendi deneyim dünyasını güvenle paylaşmak için benim deneyimsel dünyama biraz erişmeye ihtiyaç duyuyor gibi görünüyor.  Bu anlamda vaka, tipik olmayan bir hasta ve karşılığında,tipik olmayan bir terapi örneğini temsil ediyor. Bu, kesinlikle normalde benimseyeceğimden veya onaylayacağımdan çok daha fazla kendini açığa çıkaran bir duruşu ima ediyor. Ancak şimdilik terapinin ilerlemesine hizmet ettiği sürece, zamanla değişeceğinden şüphelenmeme rağmen buna devam edeceğim.

    Üçüncüsü, ve özellikle dikkat edilmesi gereken nokta ise, bu hastayla kendi deneyimimi doğrudan paylaşmamın, onun ilişkide herhangi bir tür güven inşa etmesi için ön koşul gibi görünmesidir. Ancak, aynı zamanda, benim örtük hedefimin, onunla olan ilişkim hakkındaki deneyimimden konuşmak değil, bu ilişkinin ona nasıl göründüğü ve nasıl hissettirdiği hakkında konuşmak olduğunu fark etmeye çalışın. Ayrıca, bu hastanın (önceki bir terapistle on yıl geçirdikten sonra) bütün insan olma arayışıyla bu terapiye geldiğini belirtmek de önemlidir; bu, bu yolu seçen herkes için her zaman aşırı cesaret isteyen bir davranış olarak kabul edilmelidir.

    Son olarak, bu hasta ile olan “karşılaşma,” “girdap,” ve “çökme” anlarını sunmaya başlarken, gençken tenis oynarken ve şimdi büyük turnuvaları televizyondan izlerken hissettiğim duyguları hatırlıyorum. Kortta olmak ile uzaktan izlemek arasındaki fark yanıltıcıdır. Uzaktan bakıldığında her şey net, mantıklı ve dürüst olmak gerekirse, kolay görünür. Kortta ise tempo yoğundur ve sadece eğitimli içgüdülerinizin sizi yeterince iyi idare etmesini umabilirsiniz. Şimdi sizi bu sessiz hasta, Sara ile birlikte korta götüreyim. Okurken, benim içsel düşüncelerimi yönlendiren bir ışık olarak düşlem kullanımıma ve bu tür içsel düşünceleri doğurmak için gerekli olan sessizliğe dikkat etmeye çalışın.

    Söylediğim gibi sessiz, sadece ara sıra temas kuruyor. 32 yaşında ama çok daha yaşlı görünüyor, sanki hayat onun parlaklığını silip süpürmüş gibi. Onunla bir nevi yarışıyormuşuz gibi geliyor bana: Ben, endişeyle onun sessizliğini bozmamaya çalışıyorum; o beni içeri almak istiyor ama aynı zamanda istemiyor. Bazen “Ne düşünüyorsun?” sorusuyla sessizliğimizi bozuyor. Bu şekilde, etkileşimlerimizde ergenlik dönemi bir nitelik var. Sanki onun için asgari güvenlik şartlarıymış gibi temkinli çıkması veya çıkabilmesi için benden belli bir oranda özgünlük istiyor. Son olarak, bir hatırlatma yapacağım. Analitik üçüncüden aldığım, sizinle paylaşacağım karşılaşma, girdap ve çökme deneyimleri yalnızca benim çalışmalarımla sınırlı değil. Diğer psikodinamik yazarların birçoğu, meslektaşlarım ve pratiğimdeki süpervizyon verdiğim terapistler gibi, bu şekilde çalışma deneyimlerini aktardılar. Aşağıda, terapinin dördüncü ve beşinci aylarından kabaca alınmış yedi seanstan alıntılar ekleyeceğim. Seanslar ardışık olup (siz okuyucuya bir uyarı olarak) yavaşça ileriyor olacaklar. Ultra ağır çekim için kemerlerinizi bağlayın. Ancak ağır çekim, samimi ve verimli bir gözlem noktasıdır, bu yüzden izninizle sizi bu uzun, yakın çekim yürüyüşe çıkaracağım. Netlik sağlamak için, kendi düşüncelerimi, meraklarımı ve hayallerimi ve ayrıca okuyucuya bir şeyi açıklamak için yaptığım yorumları belirtmek için italik kullanacağım.

    14. Seans (Terapide 3,5. ay)

    Bu seansta, on dakikalık sessizlikte, zihnimi odadaki duygulara ve hayal gücüne bırakmıştım. Sara yüzümde bir şey fark etti.

    “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. Dürüstçe cevap verdim, “Ölmekte olan arkadaşımı düşünüyordum.” O Pazar öğleden sonra bana verdiği basit tavsiyeyi düşünüyordum. 17 yaşındaki kedimin o öğleden sonra ölmek üzere olduğunu düşündüğümü ona söylemiştim. Bana “Onu veterinere götür. Acı çekiyor olabilir.” demişti. Hikayeyi duyan, o ana kadar tamamen sessiz olan hastam, “Benim de 17 yaşında bir kedim var. Adı Notch.” dedi. Notch hakkında hikayeler anlatmaya başladı: onu nasıl edindiğini, adını nasıl koyduğunu, nasıl bir kedi olduğunu. “Adını ben koymadım,” dedi. “Onu mecburen aldım. Ev arkadaşlarım onu bıraktı. O zamandan beri birlikteyiz, yıllardır. Benimle birlikte yürüyor, tıpkı bir köpek gibi. Güneşte oturmayı seviyor. Ona bir gölgelik tutuyorum; burnunda bir cilt kanseri var. Çok havalı bir kedi. Ona güveniyorum. Güvendiğim tek canlı varlık o.”

    Bu anlarda, Sara’nın beni hayatının kutsal alanına getirdiğini hissettim. Bu deneyim beni çok etkiledi Bu bir “karşılaşma anıydı” çünkü sessiz, rastgele düşüncelerim onun huzurunda 17 yaşındaki kedime doğru kaymıştı ve ardından onun da 17 yaşında bir kediye sahip olması gibi garip bir tesadüf yaşandı. Bu anlar, bizi psikolojik olarak bağladı.

    15. Seans

    Bir sonraki seansa geçeceğim. Çok fazla sessizlik ve zihnimin dolaşmasına izin vermek için bolca zaman vardı. Düşlem, boşluk gerektirir ve zihninizin akıntılarının sizi sağa sola götürmesine izin verme isteği gerektirir. Çoğu hasta bu kadar uzun süre sessiz kalamaz. Ancak terapistler olarak, normal sosyal konuşmaların ileri geri hareketlerinden uzaklaşma (böylece gelenin akışında “kendimizi kaybedebiliriz”) konusundaki pratik yeteneğimiz, seanslarımıza sessizlikler alanını davet eder ve izin verir. Bu, edinilmiş sanatta olduğu gibi  Sara ile olan çalışmamda da kritik bir parçadır.

    Bir şekilde, sessizlikte, karşısında oturduğumda yüzümde bir ifadenin belirdiğini fark etti. “Ne düşünüyorsun?” diye tekrar sordu. Yine, dürüst bir soru gibi görünüyordu, bir şekilde onun için güvenliği sağlamaya hizmet ediyordu. Konuşması için baskı yapmamak adına, onunla sessiz oturmaya çalışırken aklımdan geçen sahneyi aktarmaya çalıştım. Aklıma gelen sahne, dördüncü sınıfta, yüzü çamur içinde, genç bir kızın rüya benzeri bir görüntüsüydü. Bir odanın köşesinde, dışarıya bakıyordu. Zihinsel sahnemde, çok korkmuş görünüyordu; hareketsiz kalmıştı. Herhangi bir hareket onu daha çok korkutacakmış gibi görünüyordu. O sahneyi sessiz hastamla ilişkilendirdim. Bir zamanlar köşede olmak hakkında bir şiir yazdığını ve “iç eleştirmeninin” onu o köşede kalmaya zorladığını söyledi.

    Bir kez daha bir “karşılaşma anı” yaşadığımızı biliyordum; zihnimde oluşan görüntü aramızdaki çorbadan çekilmişti ve yine, bir şeyi gerçekleştirmeye çalışsaydım gerçekleştiremeyeceğim bir şekilde onun deneyimine bağlıydı. Doğrudan anlayabileceğim bir şeyden çok, içsel duygusal sahne yaratıcıma (sağ beyin aracılı) teslim olmamdı. Yine, hayal gücü onun kişisel deneyimine derinden bağlıydı. Freud’un “bir insanın bilinçdışının, bilinçten geçmeden bir başkasının bilinçdışına tepki verebilmesi çok dikkat çekici bir şeydir” (Freud, 1915b: s. 194) gözlemini hatırladım. Şiirinde köşede olduğunu paylaşması karşısında içimden gelen tepki, sanki beni hiç kimsenin paylaşmadığını hayal ettiğim bir dünyaya getirmiş gibi, biraz şaşırmış ve alçakgönüllü hissetmiş olmamdı.

    16. Seans

    İki hafta sonraki bu oturumda, size ileri geri gidişleri ve bir oturumun arka planındaki düşünce ve duyguları gerçek zamanlı olarak anlatmak için seansın tamamını sunacağım.

    Yılbaşı arifesinde -Noel’den sonraki Cuma- her zamanki gibi, siyah tişörtündeki sade altın rengi desen dışında tamamen siyah giyinmiş olarak sessizce içeri girdi. Son görüşmemizden bu yana bir hafta ara vardı. Noel tatilinin sonuydu. Karşıma oturdu, sandalyeye yerleşti ve birkaç dakika ofise baktı. Sonunda başını kaldırıp baktı ve yumuşak bir ses tonu ve sıcaklık, belki de rahatlama hissi taşıyan bir ifadeyle “Merhaba” dedi. Onun ses tonuna uydum. “Merhaba” dedim.

    Seansın başında her zaman yaptığı gibi sessizleşti ama bu gün yüzü ve boyalı siyah saçları alışılmadık derecede koyuydu. Aşağıya ve sağına baktı, sandalyesinde biraz öne doğru eğildi, saçını yüzünü kısmen kapatacak şekilde aşağı çekti.

    Tüm seansın ondan tek kelime etmeden geçebileceğini bildiğimden (ve korktuğumdan) kendimi belirsizlik içinde hissettim. Aynı zamanda, benimle birlikteyken ne hissettiğini ifade etmek için savaştığını ve kendi iç dünyası hakkında ne kadar bilmemi istediği konusunda da mücadele ettiğini biliyordum. Ona doğru gelmemi mi, yoksa sessizliğinin tüm alanını ona bırakmamı mı istediğini merak ediyordum. Bu benim neredeyse her zaman mevcut olan “girdabımdı”.

    Birkaç dakika geçtikten ve o büyük boy sandalyede birkaç kez kıpırdadıktan sonra ara sıra bana, ben de ona bakarken, göze batmayacağını umduğum ilk soruyu sordum. “Ailenin evinden ne zaman döndün?” “Pazartesi,” diye yanıtladı, bana pek bakmadan ama biraz temas kurarak. Dakikalar geçti. Sessizliği böldüm, “O zamandan beri buralardasın.” diye geçici olarak önerdim, bir soru sormaktan ziyade en iyi tahminimi sundum. Biraz duraksadı ve “Evet” dedi.

    Bir an için, belki de onun alışılmadık karanlığının kaynağını bulduğumu ve temas kurduğumu düşündüm, bu yüzden kendimi onun bariz acısıyla ve bu acıyı sakladığı ulaşılmaz sessizlikle birlikte sakinleştirmeye başladım. İçimde bir panik duygusu vardı (girdabımda). Onun seanslarımızın sessizliğini nasıl deneyimlediğini merak ediyordum; bu kadar az kelime alışverişiyle bana gelmiş olmasının onun için herhangi bir değeri olup olmadığını düşündüm. Birkaç yıl önce, bir ortaokul öğrencisiyle on sekiz hafta boyunca çocuğun tek bir kelime etmediği ve terapistin de pek konuşmadığı bir seans gerçekleştiren süpervizörlüğünü yaptığım Wendy’yi düşündüm. Wendy bu kaygıyı taşıyabiliyorsa, ben de taşıyabilirdim (terapi, ortaokul kızının seanslar dışındaki uyumunda büyük değişiklikler yapmıştı). Kendi rolümün, onun deneyimlediği şeylere duygusal olarak yaklaşmak olduğunu hatırladım. Karanlığının, içinde intihar düşüncesi barındırıp barındırmadığını merak etmeme izin verdim. Birkaç hafta önce, antidepresanlarını bıraktığını söylemişti. Kaygım arttı. Bu seansın son seansımız olup olmayacağını bilmiyordum. İçimde kendimi sakinleştirmem gerekiyordu. Çocukken düzenli olarak ziyaret ettiğim, genellikle boş olan kiliseyi gözümde canlandırdım; o yerin boşluğu ve sessizliğiyle kendimle uzun süre geçirdiğim anları hatırladım. Bu huzur bulmamı sağladı.

    Sakinleştiğimde, odadaki somut duygulara inebildim. Üst karın bölgemde, sonsuz, karanlık, belirsiz bir boşluğa düşme hissini farkettim. Bu duygunun içimde büyümesine izin verdim, nefesimi sessizce ona doğru yönelttim. Sınırsız ve kaçınılmaz gibi görünüyordu Bu zar zor tolere edilebilen hisle uzun süre oturdum – yaklaşık on beş dakika – onun içinde güçlü bir his duymaya yetecek kadar uzun bir süre (bu, eylem halindeki somatik kayıttır. Bunun analitik üçüncüdeki duygusal çorbadan çekildiğine güvenmeyi öğrendim).

    İlk olarak o gün onunla ilgili hissettiklerimden bahsettim (ilişkinin ona şu anda nasıl bir his verebileceğine dair hislerim). Çocukken evinden biraz uzakta kendi kalesine çekildiğini ve tüm gücüyle yalnızlığını koruduğunu benimle paylaşmıştı. Ona şöyle dedim: “Bugün kalede olmadığını hissediyorum. Haklı mıyım?” Karanlığın içinden başını kaldırıp göz teması kurdu. “Ne hissettiğini ifade edecek kelimelerin var mı?” Cesaret edebildiğim kadar yumuşak bir şekilde sordum. Hemen başını hayır anlamında salladı. Bir iki dakikalık bir sessizliğin ardından devam ettim: “Düşünceler var mı?” “Evet” dedi. “Bunlardan herhangi birini paylaşabilir misin?” Sorumu düşünmek için durduktan sonra tekrar başını salladı, hayır.

    Sessizliğe geri dönmüştük ama içimde onun da, içine tek başına düşmesine izin vermeyeceğim boşlukta onunla birlikte olduğumu bildiğini hissettim. Bana (çorbaya) sessizce yerleştirdiği bu durumun onun içsel deneyimi hakkında ne gibi bir iletişim kurabileceğini; benim belirsizliğimin ve endişemin onun kendi geçmişinde katlanmak zorunda kaldığı duyguları yansıtıp yansıtmadığını merak ettim. Birkaç ay önceki bir seansta depresif ve bazen şiddet yanlısı annesiyle ilgili paylaştığı şeyleri düşündüm; kendisinin fiziksel şiddete maruz kaldığını ama ablasının daha çok şiddete uğradığını söylemişti. Korku ve kafa karışıklığından bahsetmiştik. Düşüncelerimi bırakıp tekrar karanlığa düşme alanına geldim.

    Uzun gibi gelen bir sürenin ardından ortaokul yıllarımdan bir sahne zihnimde canlandı. Dördüncü ve altıncı sınıflarda kendimi çok yakın hissettiğim ve bir şekilde onun tarafından görünür olduğum rahibe bir öğretmenim vardı. Okuldan sonra sık sık onu ziyaret eder ve sınıf işlerine yardım etmek için kalırdım. Hatırladığım sahnede, o günde ön büronun yakınındaki kitap deposuna gitmiştik, belki de farklı türde bir sohbet için güvenlik sunuyordu. 13 yaşındaki zihnime ağır bir yük bindiğini hissetti ve bana davetkar bir ses tonuyla şöyle dedi: “Söyle. Ne düşünüyorsun?” Aklıma gelen sahnede, tüm dünyanın bu güvendiğim öğretmenle kaygımı paylaşmasını istediğimi hatırlıyorum; benim için çok zor olan ve hayatımın o noktasında ifade etmesi zor olan iç bölgeye onu dahil etmek. Hatırlıyorum, uzun süre beklemişti ve ben içeride dönen şeyin sadece küçük bir kısmını anlatabildim. Gerçekten bunu ifade edecek kelimelerim yoktu, ama yine de onunla buluştuğumu hissettim.

    Bu kişisel sahnenin çok derin duygularını yaşadım ve (bu etkileyici hayalin aramızdaki çorbayla bir ilgisi olduğunu varsayarak) bir sonraki araştırmamı (hayallerimdeki sahnenin hissinden yola çıkarak) formüle ettim.

    “İçindeki bir parçan orada ne hissettiğini bilmemi mi istiyor?” diye sordum yumuşak bir şekilde. Yan yan baktı ve “Bir parçam istiyor, diğer parçam istemiyor.” dedi. Kendi cevabından biraz işkence görmüş gibi görünüyordu. Başımı yavaşça salladım, onunla tekrar temas kurduğumu bilerek.

    (Suskunluğu ve çekingenliği, benim veya onun için bir oyun anlamına gelmiyor. Hiçbir şekilde böyle hissettirmiyor. Daha çok, müdahale edilmesini gerektiren ama derin bir güvensizlik taşıyan yaralı bir hayvanın duruşuna benziyor.)

    Yalnız kaldığımda, bir dizi rastgele düşünceden sonra yeni bir rüya benzeri sahne belirdi, muhtemelen “çorbadan” çekilen. Sahnede, 2.5 fit yüksekliğinde bir beton blok ile çevrilmiş derin, boş bir kuyunun dairesel kenarında duruyordum. Hastam,kuyunun dibindeydi, neredeyse tamamen görünmüyordu, sadece karanlık gözleri yukarıya bakıyordu, kurtuluş ya da yardım umudu olmadan. O, kuyunun dibinde çaresizce sıkışmış bir hayvana benziyordu.O an , onu nasıl çıkaracağımı düşündüm, ama hepsi onun gücüne ve benim tasarlayabileceğim herhangi bir kaldırma aracını tutma isteğine bağlıydı. Sıkışmıştım (sahnedeydim), ama onu çıkarmanın bir yolunu bulmam gerektiğini hissettim; hatta güvenini ve işbirliğini kazanmam gerekiyordu. Ne yapacağımı bilmezken, kendime sahnede bir adım geri çekilip düşünmemi söyledim. İçimde bir değişime izin verdim ve o noktada onu çıkaramasam da, ona bir şey gönderebileceğimi fark ettim. Bir kova indirmeye karar verdim; içinde yavru bir kedi (Onun kedisi Notch’a olan bağlılığını düşündüğümde, bunu memnuniyetle karşılayacağını ve yanıt vereceğini biliyordum) ve bir sandviç; bu onun gücünü artırabilir ve birisinin yukarıda olduğunu bilmesini sağlayabilirdi. Bir süre geçtikten sonra sahne bir adım daha gelişti. Ayrıca, yazabileceği bir şey göndermem gerektiğini düşündüm. Yazma, onun aracı olmuştu.

    Seansın artık son on dakikasıydı. Zihnimde olan resmi bilmek isteyip istemediğini sordum (bunu nadiren yaparım çünkü eğitimim bana zihnimde beliren sahneleri doğrudan anlatmayı değil, onlardan bahsetmeyi öğretti). Bilmek istediğini söyledi, bu yüzden sahneyi tarif ettim: derin bir kuyunun dibindeydi, gözlerinden başka hiçbir şey göremiyordum, kimsenin varlığından habersiz yukarı bakıyordu. Sahnede onu oradan nasıl çıkarabileceğimi düşünemediğimi, ancak sonunda ona bazı şeyler indirebileceğime karar verdiğimi söyledim. Ona kuyuya bir kedi yavrusu ve bir sandviç indirmeye karar verdiğimi söyledim. Yarım yamalak gülümsedi.

    Bir dakika bekledim, sahnede daha sonra ne olduğunu bilmek isteyip istemediğini sordum. Başını salladı, evet dedi. Ona ayrıca üzerine yazmak için bir şey indirmem gerektiğinin aklıma geldiğini söyledim.

    Cevabını izledim. Bana doğru baktı ve sanki bana bir şey söylemeye karar veriyormuş gibi göründü ama kendini durdurdu. “Bir şey söyleyecektin ama kendini tuttun” dedim. Konuşmakla konuşmamak arasında kalmış gibiydi. “Ne?” Diye sordum. “Sana söylerdim ama zamanımız doldu” diye yanıtladı. Biraz şakacı bir tavırla, “Kımıldamıyorum,” dedim. “Çıkmayacak” dedi sonunda. “Bir parçam bunun ortaya çıkmasına izin vermiyor.” Tekrar yavaşça başımı salladım. “Yazabilir misin?” Diye sordum. “Evet.” dedi. “Her şey yolunda mı?” Diye sordum. “Evet” dedi yine yarım bir gülümsemeyle.

    İkimiz de gitmek üzere ayağa kalktık. İkimiz için de son derece yoğun bir zaman olmuştu ama sanki aynı felaketin tanıklarıymışız gibi tüm yol boyunca bağlantılı hissettik. İkimiz de kapıya doğru giderken durdum. Yavaş yavaş ve belirgin bir vurguyla ona şöyle dedim: “Bilmemi isteyen tarafın istediğini elde etti.” “Biliyorum,” dedi o gün ilk kez doğrudan bana bakarak.

    Bu, son derece yüksek etkili bir andı; onun bir şeylerin “ulaşmış” olduğunu kabul etmesi. Anlamını tam olarak kavrayamadığım ama hissedebildiğim şekilde önemli hissettirdi. Belki fark etmişsinizdir, bu oturum neredeyse tamamen düşlemlerim tarafından yönlendirildi. Tüm yol boyunca karanlığın (girdabın) içinde hissettim ve içimde en çok etki bırakan şeylerin dışarı çıkabilecek kadar istikrarlı olduğuna güvenmek zorundaydım. Hasta ve terapist arasındaki bu neredeyse erişilemez düşünceler ve duygular, alan ve sessizlik tarafından kolaylaştırılır ve bunun tersine, herhangi bir oturumda kesintisiz bir konuşma alışkanlığıyla tamamen erişilemez hale gelir.

    17. Seans

    Bu bir sonraki seans, tamamen öngöremediğim bir şekilde, önceki seansa bağlı olarak gelişti.

    Bir hafta sonraya odaya geldiğinde önceki kadar karanlık görünmüyordu. Normal siyah kazak ve pantolonunun altına, düz turuncu uzun kollu bir bluz giymişti. Oturuma sessiz başladı, ancak ilişkisel alanda son oturumdan kalanlar vardı, bu yüzden önemli olduğu üzere, onunla bu konuda konuşmaya karar verdim. “Geçen hafta hakkında herhangi bir düşüncen var mı?” diye sordum. Koltuğunda kıpırdandı ve yerleşti. “Sözlere dökemediğim bir şey yok,” dedi. Tekrar denedim: “Geçen hafta, seans sonunda ‘Görmemi isteyen tarafın istediğini elde etti” dediğimde, sen ‘Biliyorum’ demiştin. Bunu nasıl hissettin, her iki tarafın için de ne hissettirdi?” Bu sorunun ardından birkaç dakika sessizlik oldu. Sonunda konuştu: “Yalnız olmamak rahatlatıcıydı.” (Sessizlik.) “Peki, görünmek istemeyen tarafın için neydi?” diye sordum. “Yargılanıyor veya küçümseniyor gibi hissettim,” diye yanıtladı.

    Bir süre sessizlikten sonra, devam ettim: “Eve döndüğünde, seni bir şekilde gördüğümü bilmek sana ne hissettirdi? Diğer tarafın seni tekrar ortaya doğru sürüklemeye mi çalıştı?” “Oh, evet,” dedi, anlamlı bir şekilde. “Bir bedeli var mı?” diye sordum. Başını sallayarak onayladı.

    Birkaç dakika geçmesine izin verdim. Onun kelimelerini düşündüm: “yargılanmış,” “küçümsenmiş.” Bunlar bana acı verici ve trajik geldi. Bu noktada, ona derin bir saygı duyduğumu bilmediğini düşündüm. Bunu bilmesini isterdim ama bunun uzun bir zaman alacağını biliyordum. İçimde bu düşüncelerle boğuşurken nihayet kelimeler buldum.

    ‘Küçümsenmiş’,” dedim, “özellikle bir şiirde seni sarsan bir kelime gibi.”

    Şiir yazdığı için, şiirlerdeki kelimelere referansın onun için anlamlı olacağını düşündüm. İçimde rahatsız oldum; bunu deneyimlemiş olması beni üzdü, ama bunu ona söyleme dürtüsüne karşı koydum. O büyük duyguyu sadece tutmam gerektiğini biliyordum. (Önemli bir not: Bu tür anlarda bir kişinin içsel manzarasını sadece terapistin niyetini veya deneyimini ifade ederek değiştirmesi mümkün değildir. Bu yüzden, onu yargılamadığımı veya küçümsemediğimi söyleme seçeneğini cazip bulsam da vazgeçtim.)

    Devam eden sessizlikte, onun içindeki %50-%50 şeklindeki düzenlemeyi düşündüm; görülmek istemek ve istememek, tamamen ortada kalmış, “başabaş,”(dead-heat) “kördüğüm”(dead-lock) şeklinde tanımladığım bir durum. Yine, bu ruminatif düşünceler seansın sonunda analitik üçüncüden rastgele toplanmadıklarını ortaya koyuyorlardı.

    Yüzümde birşeyler farkederek “Ne?” diye sordu. Her zamanki gibi ona dürüstçe cevap verdim. Ona içindeki tarafları düşündüğümü söyledim; çok “başabaş (dead- heat) bir rekabet” içinde olduklarını, ellerimle işaret ettim. “kördüğüm,”(dead-lock) dedim, vurgulayarak ve onları jilet kadar ince bir çizgide dengede tutmak için çok fazla duygusal enerji gerektiğini söyledim.

    Yine bir sessizlik oldu. Onun için duyduğum üzüntüyü düşündüm; geçen hafta, oturumda söyleyemediği şeyi yazacağını söylediği gerçeğini. Neden yazıyı sunmadığını merak ettim. Görülme ihtiyacının, açıkça arzuladığı bir şeyin, neden bu kadar tehlikeli ve yasaklanmış hale geldiğini düşündüm. Kendi özgünlüğüm—güvenliğim—üzerindeki düşünceleri bir kenara koyarak, hayal etmeye çalıştım. O an aklıma gelen (tamamen girdabın içinde olduğum bir anda) bir “çökme anı” gibi hissettirdi, sanki dokunuşumla Braille alfabesinin bir kısmı beliriyor gibi. Bütün seans boyunca, son seansın (kuyu / kedi yavrusu seansı) deneyimini bilmek için içsel olarak bir özlem duymuştum. Bu özlemi yoğun bir şekilde hissettim ama onun gerçekten buna yorum yapacağı konusunda şüphelerim vardı. Bu duyguyu, seansa başlamadan önce ve seans boyunca, bir kenarda tutmuştum. Yoğun bir özlem duyma ve birinin buna cevap vereceği umudunun azlığı, belki de onun hissettiği bir durumdu (hem geçmişte hem de şimdi), bu duygunun şu an bana yansıtıldığı düşüncesi oluştu. Sonra, yeni bir düşünce (bir başka “çökme anı”): Bağlanma teorisi ve araştırmaları açısından, onun, dezorganize çocuğun (anne veya bakım veren tarafından acı çektirilmiş, savunmasız bırakılmış) yerine konmuş gibiydi.  Henüz çok fazla bilgi vermemişti, ama depresif ve bazen şiddet yanlısı bir annesi olduğunu söylemişti.

    Bu düşüncelerin ardından bir kez daha onunla birlikte ilerlemeye cesaret ettim. Görülme konusundaki tereddüdünü ele alarak, dürüstçe sordum: “Tahmin etmemeli miyim?” (yani, onun deneyimine ulaşma çabalarımı ifade etmemeli miyim). “Neden?” diye doğrudan cevap verdi. “Çünkü,” dedim, “sonrasında bir bedel ödenecek.” O da başını “hayır” anlamında salladı, sanki “hayır, tahmin etmeyi bırakma” demek istiyordu.

    On dakikamız kaldığının farkındaydım ve onun geçen hafta hakkında yazacağını söylediği şeyi üretmediğini düşündüm; bu oturum, söylenmemiş bir şeyle karanlık şekilde dolu gibi görünüyordu.

    Geçen hafta hakkında yazmama kararını ne zaman aldığını sordum. “Yazdım,” dedi. Sonra, şakalaşarak, “Ne zaman benimle paylaşmamaya karar verdin?” diye sordum. İkimiz de kahkaha attık. Durduğumuzda “Gülmek, nötr bir alan gibi geliyor. Senin için de öyle mi?” dedim (yani, gülme yoluyla bağlantı kurabileceğimiz ve bunun için bir bedel ödenmediği görünüyordu). “Evet,” dedi, başını sallayarak.

    Saat 4:20’de oturumun sonuna gelmiştik. “Bana bir şey söylemenin eşiğindesin. Cümleye başla, kelimeler gelecektir,” dedim. “Süremiz doldu,” diyerek saatine baktı. “Dur!” dedim sertçe, normalde oturumun bitişine olan sıkı bağlılığımı esneterek. Bir dakika daha bekledi ve sonunda “Notch gitti,” dedi.

    Hemen anladım ki bu, onun 17 yaşındaki kedisinin öldüğü anlamına geliyordu. Notch’un onun değerli (ve tek) yoldaşı olduğunu bildiğimden, mideme kürekle vurulmuş gibi hissettim. Hareket edemedim. Oturumun sonunda olmasına rağmen, uzun bir süre oturdum. Birkaç dakika sonra, “Şimdi benim söyleyecek kelimelerim yok,” dedim. Gözyaşlarıma izin verdim ve her iki gözümden de tek bir gözyaşı damlası süzüldü. “Ruhum derin bir hüzün içinde,” dedim. Birkaç dakika daha bekledim. “Ne zaman?” diye sordum. “Geçen hafta salı günü onu uyuttum. Bir veteriner eve geldi,” diye cevap verdi.

    Anında ve neredeyse ürkütücü bir şekilde, bir hafta önceki oturumda kuyu boşluğuna ona bir kedi yavrusu indirme hayalimin, onun ölümünden hemen (iki gün) sonraki oturum olduğunu fark ettim. Ayrıca bu oturumun başlarında, “başabaş”(dead-heat) ve “kördüğüm”(dead-lock) gibi kelimeleri rastgele kullanmamın, aslında ölüme belirgin bir atıf olduğunu fark ettim. Bu anlar “karşılaşma anları”ydı.

    “İyi kelimelerim yok,” dedim (nedense klişe bir şey söylemek istemedim). Sonunda “Çok, çok üzgünüm,” dedim.

    Önceki oturumda düşlemimde, kuyu ve kuyunun dibine bir kediyi indirdiğim sahneye çekilmiştim. Bu olay, kedisinin hayatına son vermek zorunda kaldıktan sadece iki gün sonra gerçekleşmişti. Oturumda, “başabaş” (dead heat), “kördüğüm” (dead lock) gibi kelimeleri kullanmam, kelime dağarcığımda nadir olarak yer almasına rağmen, aramızdaki “üçüncü” alandan tuhaf bir şekilde çekilmiş gibiydi. Notch’ın ölümünden hemen sonraki oturumda bu haberi neden tüm oturum boyunca sakladığını merak ettim, ama bunun belki de onun için çok hassas bir konu olduğunu ve şu anda yapabileceğinin en iyisi olduğunu biliyordum.

    18. Seans

    Saat tam 3:30’da geldiğinde, onu lobide karşıladım. Onu ofisime davet ettim. Oturduk; seansın yaklaşmakta olduğunun farkındaydım.

    Rahatlamak zordu. Sandalyesinin gıcırdadığını duyuyordum. Onarılmış olmasını dilerdim. Servis görevlisi gıcırdamayı gideremeyeceğini söylemişti. Gürültünün onu rahatsız etmesini istemiyordum. Onun serbestçe sallanabilmesini istiyordum. Düşüncelerim, çocukken annem ve babamın yatak odasındaki beyaz, boyalı hasır sallanan sandalyenin gıcırdamasına kaydı. Bebekken orada sallanırdık.

    Gergin olduğumun farkındaydım, önceki iki seansta olduğu gibi uyumlanmış ve bağlantıda olmayı özlüyordum. Bu seans o seanslardaki kadar “iyi” olamayacağımdan korkuyordum. Altıncı sınıf öğretmenimi yeniden düşündüm. O (hastam) şu anda ne düşündüğümü sormaz umarım diye düşündüm.

    Zihnime daha fazla bebek düşüncesi girdi: Winnicottyen bebekler, Ukraynalı mülteci bebekler, hastanede ikinci günde olan bebek Emma. Onun gözleri. Gözlerimi düşündüm ve onun benim bakışımı nasıl deneyimlediğini düşündüm. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Annesini düşündüm ve onun kaygılı bir anne olup olmadığını merak ettim, onunla birlikte hissettiğim kaygıyı düşündüm. Annesinin onu nasıl gördüğünü ve bebeklerin kırılganlığı ve geçirgenliğini merak ettim.

    Ona nasıl olduğunu, gününün nasıl geçtiğini sormak türünde bir şeyler sormak istedim. 

    Sonunda, “Nasılsın?” diye sordum. Omuzlarını silkti. 

    Onu izledim. Bir şeyler söylemekten vazgeçiyormuş gibi görünerek hareket etti. 

    “Bir şey söylemek üzereymiş gibi görünüyordun,” dedim. Omuzlarını silkti, “hayır”, dedi.

    Bir süre sessizlikten sonra, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. 

    Bugün burada ona nasıl yardımcı olabileceğimi merak ettiğimi söyledim. “Bazen ben de aynı şeyi merak ediyorum,” dedi. 

    Bu bana tuhaf bir şekilde esrarengiz geldi, sanki buraya gelmesinin işe yaramaz olabileceğini söylüyor gibiydi (seanslarımızın faydasız olup olmaması ile ilgili merak, birazdan çorbadan tekrar çıkacak).

    Sessizliğin orada kalmasına izin verdim. Sonunda o konuştu. “Notch hakkında olduğunu biliyor muydun?” dedi. (Karanlık bir oturumda geçen kedi yavrusu düşlemini veya belki de “kördüğüm” (dead-lock)ve “başabaş”(dead-heat)  ifadeleriyle dolu geçen haftaki oturumu kastediyordu; (Notch’un öldüğünü anlayıp anlamadığımı soruyordu). “Hayır,” dedim. Birkaç kelime daha buldum. “Çok şaşırdım, benim hayalimde ortaya çıkmış olmasına rağmen.” Sessizlik. Sonra konuşmaya başladım, “Geçen haftaki tepkimle ne yaptın?” (Kastettiğim, kendimi mideme kürekle vurulmuş gibi hissetmem, bu durumun hareketsiz kalmamla ve gözyaşlarımla ifade edilmesiydi.) “Önce, onlara inanmadım,” diye cevapladı. “Sonra kendi kayıtsızlığıma şaşırdım.” Ne demek istediğini tam anlayamadım, bu yüzden sordum, “Notch’un vefatından sonraki zamanda mı yoksa geçen haftanın son anlarındaki kayıtsızlık mı?” “Son anlarda,” dedi.

    İçten içe rahatsız oldum, çünkü o an tamamen samimi ve savunmasız bir tepki vermiştim. Ona, bir terapist olarak yaşadığım en savunmasız anlardan biri olduğunu söylemek istedim.

    “O anda tamamen şaşırdım. Eğer önceden bilseydim, daha dikkatli, dolambaçlı ya da başka bir şekilde tepki verirdim,” dedim Yarım gülümsedi.

    Birkaç dakika sonra bir noktada, “Geçen hafta bir kuyuda olduğumdan ve bana bir sandviç ve bir kedi yavrusu uzattığından bahsettin. Sandviçe ihtiyacım vardı ama kedi yavrusu. Kahretsin!” dedi. Ben de onun bu “durugörü” anıyla rahatsız olmuş gibi görünmesine güldüm. Şakacı bir şekilde, “Bana burada o kadar çok alan veriyorsun ki,  ben tehlikeliyim!” dedim. İkimiz de birlikte güldük.

    Yeniden sakinleşirken, aklıma 50–50 sayıları geldi. İç dünyasında benim olmamın onun için ne kadar işkence verici olabileceğini düşündüm. Hem güvenli hem de güvensiz; hem güvenilen hem de güvenilmeyen biri gibi görünüyordum.

    “Burada benimle olmak gerçek bir 50–50 deneyimi olmalı,” dedim. “Evet,” dedi duygulu bir şekilde. “Bir o tarafa, bir bu tarafa savrulmak gibi olmalı,” dedim. Gülümsedi, bu resimle bağlantı kuruyor gibi görünüyordu.

    Aklıma yeni doğmuş Emma geldi; gözleri dünyaya bakıyordu.

    “Ne?” dedi, yüzümde bir şey fark edip. “Yakın zamanda hastanede arkadaşlarımın hayatına giren iki günlük bebeğini ziyaret ettim. Bebek Emma. Gözleri çok etkileyiciydi. Neyi aldığını bilmeden dünyayı algılıyordu, çok daha sonra bunun anlamını kavrayacak.” diye yanıtladım.

    Bir dakika sonra, ona sormak istediğim bir soru olduğunu, ama sormaktan kaçındığımı, ancak sorunun kafamdan gitmediğini söyledim. Bekledi. “Burada sana bakarken gözlerimi nasıl deneyimliyorsun?” diye sordum, pek bir cevap beklemiyordum.

    Soruyu geçiştirmedi (şaşırtıcı bir şekilde). “Bu soruya şöyle cevap vermem gerekiyor: doğru olmayabilir, ama bir takım filtrelerim var dedi. Yavaşça devam etti, “Bazen, kızgınlık gördüğümü düşünüyorum; bazen hayal kırıklığı. Diğer zamanlarda, bilmiyorum.”

    Onun yanıtını duyduğumda üzüldüm, ancak transferans içinde onun için güvenilmeyen figür olduğumu hatırlattım kendime. Onu ne kadar zeki ve derin bulduğumu, ona karşı güçlü bir şefkat ve saygı geliştirdiğimi düşündüm. İlk seansımızda çalıştığı sorunlu çocuklar hakkında söylediklerini hatırladım; onlara “derin bir saygı” duyduğunu söylemişti.Şu aşamada gözlerimde göremediği tüm aklımdan geçenler ona karşı hissettiğim şefkat ve hassasiyetle maskesiz kalmışlardı.

    “Merak ediyorum” dedim, “Başka bir evrende hayalkırıklığı ve kızgınlıktan başka bir şeye yer olabilir mi? (güldü)”

    Bu, ona dair deneyimimi gerçeklik olarak ileri sürmekten çok farklıydı. Hiçbir şekilde onu kabul etmeye zorlamadığım, ısrarcı olmayan bir olasılık sunuyordu. Çoğunlukla onun bilinçdışına yönelikti.

    Devam ettim, “Küçük Emma’yı tekrar düşünüyorum. Ne olduklarını bilmeden önce birşeyleri anlamaya çalışıyordu. Gelişmesi zaman alacak. Burada da aynı şey geçerli olabilir diye düşünüyorum.”

    Anlamış gibi göründü ve sonra sordu, “Sence önce hangisi gelir, sezgi mi yoksa kendi filtrelerin mi?” Bunu düşündüm, sağ beyin gelişimine dair bilgimden bir şeyler inşa etmeye çalıştım ama o an aklıma hiçbir şey gelmedi. “Sezgi,” diye yavaşça cevapladım. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Bilmiyorum,” dedi.

    Sonunda seansın sonu yaklaşırken ona bugünkü etkileşimimizi nasıl deneyimlediğini sordum. “Tamam,” dedi neredeyse sorgulayıcı bir tavırla. “Sen nasıl deneyimledin?” İçimden sıfatları gözden geçirdim, “canlı” kelimesini çok genel bulduğum için reddettim. “temas dolu,” dedim. Sonra devam ettim, “’canlı’ demeyi düşündüm ama bu değildi.” Birkaç kez derin nefes aldım. “Derin nefes alıyorsun,” dedi. “Çünkü temas doluydu,” dedim. Ayağa kalktım. Katlanmış çekini cüzdanından çıkardı ve bana verdi. “Gelecek hafta Perşembe görüşürüz,” dedim. “Evet,” dedi.

    19. Seans

    Bekleyiş sırasında, yaklaşan seansla ilgili kafamda alışılmadık bir meşguliyet olduğunu fark ettim. Bunu aklımda tuttum; erken gelip, sakinleşmek istedim, birbirimize ne söyleyeceğimizi dört gözle bekliyordum. Gelecek olan şeye olan belirgin yatırımımı sorgulamak için kendime izin verdim.. Şimdi, yatırım ve beklenti girdabın bir parçası olmuştu.

    Seans başladı. Her zamanki gibi bir başlangıç sessizliği vardı. Ne bir “Merhaba” ne de başka bir şey. Rahatlamakta zorlandım. Karşımdaki sandalyenin gıcırtısını yine duydum. Yine keşke tamir ettirseydim diye düşündüm. Beş on dakika geçti. Sonunda ona, “Bugün burada rahatlamak zor gibi görünüyor,” dedim. “Evet,” dedi, hissederek.

    Birkaç dakika daha geçti. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. Bu soruları, güvenli bir şekilde temas kurmanın bir yolu olarak görmeye başlamıştım. “Bu biraz düşünceden öte gibi,” diye cevap verdim. “Düşünmeyi düşünmek hakkında düşünüyordum” (gülümsedi) “bugün senin için burada bir şeyler yapmam gerektiği konusunda baskı hissettiğimi fark ettim. Bunu fark ettim ve kendime nedenini merak etme fırsatı verdim.” Bu durumu kabullendi ve bir dakika sonra, “Ne düşündüğümü dürüstçe söylediğimde bu nasıl bir duygu uyandırıyor sende?” diye sordum. “Aslında, ferahlatıcı,” dedi, belli bir içtenlikle.

    Birkaç dakika sonra, “Kendi soruma bir cevabım olduğunu düşünüyorum,” dedim. (Bir şeylerin olmasını sağlama konusunda hissettiğim baskı hakkındaki soruya.) Cevabı duymak istediğini belirtti. “Bence, senin deneyimlediğin bir baskıyı deneyimliyorum; doğmak isteyen ama henüz hazır olmayan bir şey gibi. Bu bir baskı,” dedim. Durakladım, ardından daha az emin olduğum bir şey sundum. “İkinci düşüncem ise, belki de çocukken bir baskı hissettiğin olabilir; bir tür tetikte olma baskısı.”

    Uzun bir duraklamanın ardından sonunda, “Söylediklerinin ilk kısmına katılıyorum,” dedi. Bir rahatlama hissettim ve keşke ikinci kısmı söylemeseydim diye düşündüm. Sessizlik. Ardından, “Eskiden uzun süre tuvalete gidemediğim bir rahatsızlığım vardı. Aslında birkaç kez hastaneye kaldırıldım. Sonunda gidebilirdim, ama sonrasında her beş dakikada bir kusuyordum. Susuz kalıyordum. Bunun neden aklıma geldiğinden emin değilim,” dedi.

    Düşündüm ki bu tam olarak onun içinden çıkmasını beklediğim ve hissettiğim baskıyla örtüşüyordu: ondan bir şeyin doğmasını beklemek ve beklemek.

    Seansın sonunayaklaşık yirmi dakika kala, “Bugün söylemek istediğin bir şey var gibi görünüyor, doğru mu?” dedim. “Evet,” diye yanıtladı. “Normal ritmin genellikle oturumun sonuna kadar beklemek. Çok fazla boşluk oluyor, sonra bir şey söylüyorsun. Bunu daha erken söyleyip, ardından gelen boşluğu görebilir misin?” diye devam ettim.

    Yine sessizlik, kelimelere dökmenin değeri hakkında okuduğum birçok şeyi aklımda gezdirdim.

    Sonunda, “Belki bunu resimlerle anlatabilirsin,” dedim. Bu onu harekete geçirmedi, bu yüzden tekrar sessizce devam ettik. Yüzümde bir şey fark etti yine. “Ne?” diye sordu. Her zamanki gibi, düşüncelerimi onunla paylaşmaya çalıştım. Zihnime iki sporcunun yüksek bir tramplende olduğu bir görüntünün geldiğini anlattım.

    Bu resim o an için ona pek bir şey çağrıştırmış gibi görünmüyordu ama 1980’lerin olimpiyat madalya sahibi Greg Louganis’i (Gregory Efthimios Louganis, 1984 ve 1988 Yaz Olimpiyatları’nda tramplen ve platformda altın madalya kazanan Amerikalı bir Olimpiyat sporcusudur) düşündüm; hareket etmeden önce sonsuza kadar tahtanın kenarında duracakmış gibi görünüyor, sonra alışılmadık bir zarafetle ve güzellikle, atlayışını gerçekleştiriyordu.

    Seansın son beş dakikasına gelmiştik. O sordu, “Süremiz doldu mu?” “hayır dedim, “ve evet” onun tarafından pek az şey söylenmiş seansı bekleyerek sürdürmeye istekli değildim. Bekledim. “Kelimeler,” dedim. Göz teması kurdum ve bir dakika gibi gözüken bir süre boyunca sürdürdüm, bu sürede o da çoğunlukla göz teması kurdu. Çok fazla baskı ve göz teması olup  olmadığını merak ettim. Sonunda, başını sallayarak, “Değişti,” dedi. Tahmin etmeye çalışarak, “Değişti mi? Seans mı değişti? Biz mi değiştik?” (Burada hayal kırıklığına uğramıştım). Başını salladı. “Her ikisi de,” dedi.

    Sonunda sordu, “Kelimeleri bulamadığım için beni terapiden çıkaracak mısınız?” “Kesinlikle hayır,” dedim kararlılıkla, ardından karşılık verdim: “Kelimeleri bulamadığın için terapiyi bırakacak mısın?” “Kesinlikle hayır,” dedi aynı kararlılıkla.

    Onun terapinin fiziksel deneyimini yansıtabileceğini gözlemlemesini sağlamıştım (hastaneye kaldırılması). Bir şeylerin ortaya çıkması için uzun süre beklememiz gerekebilir ve beklemek acı verici olabilir.

    Seansı bitirdim ve o gün bir şekilde terapide ikimizin de anlaştığımızı düşündüm; onun hastaneye yatma hikâyesinde anlattığı gibi, çok daha önce çıkmak isteyen şeyleri tutmanın yarattığı baskıyı ve bunun getirdiği mide bulandırıcı acıyı konuştuk. Sonra, onun oldukça savunmasız sorusu geldi: “Kelimeleri bulamadığım için beni terapiden çıkaracak mısın?” Yine aramızda önemli bir şeyin gerçekleştiğini hissettim ve ne kadar yavaş olursa olsun, giderek artan bir güven duygusunun oluştuğunu fark ettim.

    20. Seans

    ” Kırmızı”dedim, yerine otururken kırmızı ayakkabılarına, kırmızı çoraplarına ve kırmızı kazağına atıfta bulunarak.

    Kendi kendime, onun kıyafet seçiminin bilinçsizce son seansımızla ilgili iyi bir duyguyu ya da ruh halindeki bir değişikliği yansıtıyor olabileceğini düşündüm. Rengin kendisi onun açılış hamlesi gibi görünüyordu.

    Birkaç dakika bekledim, sonra belki de kıyafetlerinden biraz cesaretlenerek, belki de sadece bir şeyler ortaya koymasını beklemek istemediğimden ve ayrıca kolay başlamadığının bilincinde olarak, “Nasılsın?” dedim. Bunu belki bir dakika düşündü, sonra “Bilmiyorum. Ne zaman olduğuna bağlı,” diye yanıtladı.

    Bu, bir satranç maçı başlatıyormuşuz gibi hissettirdi, ki buna hazır değildim. 

    “Son yedi gün içinde,” dedim. O da, “Değişken,” dedi. “Hangi aralıkta  ?” dedim. “Bu hafta Notch’u özledim. Ve, ben…” (bunu duyamadım). Ne olduğunu sordum. Evde daha önce olduğu gibi hafta boyunca birkaç kez farklı şeylere tekme atmak istediğini, bulaşık makinesine (önceden tekme attığı için göçükler oluşmuştu) ama yapmadığını söyledi. Niçin böyle hissettin?” diye sordum. “Hatırlayamıyorum. Küçük şeyler” dedi.

    İki ergen gibi olduğumuzu, temas kurmaya çalıştığımızı düşündüm. Bunu korkutucu ama cezbedici bulabileceğini düşündüm. Tüm bunların ne anlama geldiğini merak ettim, yoğunluğu anlamak için içten içe bekledim. Burada “girdabın” içindeydim.

    Bir iki dakika daha bekledim ve sonra “Geçen haftaki seansın sonu senin için nasıldı? Kelimeleri bulamazsan seni terapiden kovacağımı sordun,” dedim. Sözlerimi düzeltmek için hemen cevap verdi. “Beni terapiden çıkaracağını,” dedi vurgulayarak.

    Diyaloğu kelimesi kelimesine aklında tuttuğunu fark ederek, “Üzgünüm, terapiden çıkaracağımı, ben de ‘kesinlikle hayır’ dedim, sonra sana aynı soruyu sordum ve sen de ‘kesinlikle hayır’ dedin,” dedim.

    ” Bir parçam rahatlamış hissetti,” diye cevap verdi.

    Bunun üzerine onun rahatlamış hissetmesinden ben de rahatlamış hissettim.

    Ardından, “Senin için nasıldı?” diye sordu. Durdum ve düşündüm, ve onun mükemmel kelime bilgisiyle çalışabileceğime karar verdim. “Silahın ‘patlaması’ anlamında ‘patlama’ kelimesini biliyorsun, değil mi?” dedim. “Evet,” dedi. “Cevabımın patlamasını sevdim. Güçlü ve netti. Bunu sevdim ve sana sorduğum soruyla eşleşmesini de sevdim,” dedim. Kısa bir duraksamanın ardından, ” Söylediklerimi duymak senin için nasıldı?” diye sordum. “Bir parçam buna inanmıyor.”dedi.

    Başımı evet anlamında salladım ama içimde bir incinme ve cesaret kırıklığı hissettim. Onu dürüstçe (ve acıyla) güvenilmez hale getiren şeyi düşündüğümde kendimi biraz sakinleştirdim.

    Bir süre şizoid hastayla nasıl defalarca çalıştığımı düşündüm. Bunun benim şizoidliğimin bir yansıması olup olmadığını merak ettim ve bunu bir olasılık olarak kabul etmeye çalıştım. Bunun içimde yerleşmesine izin verdim ve bu arada düşüncelerimi şu an sorgulamayı seçmemesini umuyordum.

    Bir süre sonra, “Geçen hafta benimle ilgili hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordun,” dedi. Biraz şaşırmıştım ve bu konuda içsel bir mücadele verdim. Ona hızlı bir şekilde karşı çıkmak istemediğim için, kendimle ve onunla daha dürüst olmaya çalıştım. Sonunda, “hayal kırıklığı” kelimesine yakın ama tam olarak o olmayan bir kelime bulmaya çalıştığımı söyledim. Cevabımı dikkatlice kelimelendirerek, onun bunu hemen geçiştirmesini istemediğim gibi tamamen doğru olmayan bir şey de söylemek istemedim. Sonunda zihnimde oluşan resmi ortaya koydum. Geçen hafta onunla birlikte olmanın, ikisinden biri galip gelmeden önce, bir şey söylemek isteyen ve onu susturmak isteyen karşıt dürtülerin (bir elektrik telindeki akımlar gibi) sıkışıp kalmasını izlemek gibi olduğunu söyledim. Dar bir açıklık olduğunu ellerimle gösterdim. O, “Hangisini istedin?” diye sordu. “Konuşmak isteyenini,” dedim. Uzun bir duraksamanın ardından, sonunda doğru hissi yakaladım ve “Öğrencilerinleyken, onlar için içten bir şey umduğun olur mu?” diye sordum. “Evet,” dedi. “Bu, daha çok onun gibiydi,” dedim.

    Tekrar sessizliğe gömüldük. Birkaç dakika sonra, aklıma gelen bir şey yüzünden sessizliği bozarak yüksek sesle güldüm; bunu bastıramadım.

    “Ne?” dedi. Başımı hafifçe iki yana salladım, sanki “Hayır.” der gibi. “Ne olduğunu söylemeden gülemezsin,” diye ısrar etti yarım bir gülümsemeyle. “Tamam. Geriye doğru takip edebilir miyim bir bakayım.” Biraz çabalayarak, “Senin yoğunluğunu düşünüyordum… ve sonra benim yoğunluğumu. Ve söylediklerimin bir kısmının tamamen saçmalık olduğunu düşündüğünü düşündüm.” dedim. (Gülümsedi.) “Tam olarak böyle düşünmediğini biliyorum ama kendi kendime bu konuda böyle konuştum. Sonra aklıma gelen şey: 1990’ların ortalarında bölümümde bir profesör vardı -Mary Ann Wakefield. Ofisinde büyük bir çekmeceli dosya seti vardı ve üstünde ‘Saçmalık Kovucu’ etiketi olan bir aerosol kutusu vardı.” Tekrar gülümsedi ve “Evet, sanırım bunlardan birini birkaç kez gördüm.” diye cevap verdi. Sonra konuştu, ” Senin iyi sakladığımı sandığım  pek çok ipucunu yakalaman beni şaşırtıyor.” Uzun bir duraklamanın ardından şakacı bir şekilde cevap verdim, “Daha iyi saklaman gerekecek.” Sonra, uzun bir duraklamanın ardından vurgulayarak, “Ama buraya saklamak için gelmedin.” dedim.

    Uzun süre sessizce oturdum. Aklıma birkaç şiir geldi. İlk olarak, Frost’un Tamir Duvarı:

    “Duvarı sevmeyen bir şey vardır, 

    Donmuş toprağın kabarmasını onun altına gönderir, 

    Ve üstteki kayaları güneşe döker, 

    Ve iki kişinin yan yana geçebileceği boşluklar yaratır.”

    Bunu birkaç kez tekrarladım, şiirin daha fazlasını kendi kendime söylemeye çalıştım ve keşke tamamını ezberleseydim diye düşündüm. Neden etmemiştim ki? Bunu, Langston Hughes’un Harlem’inden cümleler izledi.

    “Ertelenmiş bir hayale ne olur? 

    Güneşte bir kuru üzüm gibi kurur mu? 

    Yoksa bir yara gibi iltihaplanır mı… ya da sarkar mı? 

    Yoksa patlar mı?”

    Zihnimdeki bu şiir telaşının sebebini merak ettim; acaba (çorbanın içinde) onun da aklına şiirler mi geliyordu?

    Sonunda, “Ne oldu?” dedi. Ben de “Aklımdan geçen birkaç şiir var. Nedenini merak ediyordum. Sen biliyor musun?” diye sordum. “Hangi şiirler?” diye sordu. En öne çıkanının Frost’un Tamir Duvarı’ı olduğunu söyledim. O şiiri biliyor muydu? “Nasıl geçiyor aklından?” diye sordu. Biraz rahatsızlıkla, “Bu neredeyse çok bariz” dedim. Ardından yavaşça okudum:

    “Duvarı sevmeyen bir şey vardır, 

    Donmuş toprağın kabarmasını onun altına gönderir, 

    Ve üstteki kayaları güneşe döker, 

    Ve iki kişinin yan yana geçebileceği boşluklar yaratır.”

    Raymond Carver’ın şiirlerini okuyup okumadığımı sordu. “Hayır,” dedim. “O benim en sevdiğim şair,” dedi.

    Yine, güvenin arttığı bir an gibi hissettim. Yazıları onun için çok önemliydi ve en sevdiği şairin adını benimle paylaşması, bana onun duygusal benliğine yakın bir şeye erişim sağlıyor gibi hissettirdi.

    Seansın sonunda, “Bugün burası senin için nasıldı?” diye sordum. “O soruya ne söyleyeceğimi hiç bilemiyorum,” dedi. “Bir kelime,” dedim. Başını sallayarak, hayır dedi ve “Senin için burası nasıldı?” diye sordu. “Yoğun,” dedim. “Oldukça adil,” dedi, kabul ederek. Sonra ekledi, “Sonunda hiçbir şey bulamadım.” “Aslında buldun,” dedim. Şaşırmış göründü. “En sevdiğin şairi paylaştın,” dedim.

    Kapıya doğru yürüdüm ve kapıyı tuttum. Göz teması kurmadan geçti. “Gelecek hafta görüşürüz,” dedim.

    Bu seanslar dizisi, uzun ve zorlu bir terapinin üç ayına yayılan sürecin bir parçası olarak gerçekleşti. Zorluğu, hastanın temposuna uyum sağlamak ve bana yönelik transferansal güvensizlik ve yanlış anlamaları taşıma olarak belirtilebilir. Burada sunulanların çoğu girdapta; düşüncelerimin, müdahalelerimin, hayallerimin çoğu zaman karışık ve kör olduğunu söyleyebilirim. Ara sıra, özellikle kedi yavrusu sahnesi ve “kördüğüm (dead lock)” ve “başabaş (dead heat)” kelimelerinin kullanımı gibi, onun içsel deneyimine yakın olduğumu ve kendisini bir şekilde görülmüş hissettiğini gösteren buluşma anları yaşandı. Son seanslardaki sözleri, bunu bana son seansta söylediği “Senin iyi sakladığımı sandığım  pek çok ipucunu yakalaman beni şaşırtıyor.” cümlesiyle ifade etti. Bazen, hastanın girdaptan çıkıp daha keskin bir odaklanmaya geçtiği, özellikle de belki de “düzensiz” bağlanma deneyiminin anlaşılması, benim onu görülmüş hissettirme konusundaki yoğun özlemimin onun çocukluk dönemi annesinin onun yanında olmasını özlemesini yansıtabileceği anlayışı gibi, çökme anları vardı. Bu terapi henüz emekleme aşamasında, ancak belki de hastanın söylenmemiş duygusal dünyasıyla bağlantı kurmada alan, sessizlik ve düşlemlemenin rolünü analitik üçüncü aracılığıyla gösterebilir.

    Sonsöz. Psikoterapi eğitim kitaplarında sıklıkla, sonu bilinen vakalar sunulur. Bunu özellikle seçtim, böylece öğrenciler kaygım ve kafa karışıklığımla nasıl başa çıktığımı, nasıl sonuçlanacağını bilmeden nasıl seansta olduğumu bilsinler. Ancak bu sabah bu notları düzenleme işini yaparken, bu seansların gerçekleşmesinden üç yıl sonra, bu hastayla çalışmamda girdiğim bahislerden ve aldığım risklerden memnunum. Terapiye bugün de devam ediyor, haftada iki kez, artık sessiz değil, artık beni amansız bir korku ve güvensizlikle deneyimlemiyor ve terapide giderek gelişiyor.


    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

  • Anlama, Fa Anahtarı ve Öznelerarasılık (7. Bölüm)

    Önceki bölümlerde içten dinlemekten bahsettik; tüm bedenimizle dinlemekten; duyguların tüm yapısı boyunca dinlemekten, yani somatik, motorik, imgesel ve sözel kayıtlara kadar dinlemekten. İçten dinlemenin gerçekleştiği alanı yaratmaktan bahsettik: sükunet, açıklık, disiplin. Takip eden bölümlerde, anlama sanatına [art of understanding], terapinin arka planında çalan fa notalarını [bass note] duyabilmek için kulağı geliştirmeye odaklanacağız.

    Zamanla ve çokça pratikle, terapide olanların müziğini tam anlamıyla takdir etmeye ve hatta bu müziğe katılmaya başlayabiliriz. Anlama sanatı gerçekten edinilmiş bir sanattır. Freud’dan itibaren geçen yüz yıl içinde geliştirilen perspektifleri içerir. Bir kişinin ömrünü aşan klinik duyarlılıkları gerektirir. Ancak her zaman başlangıç adımları vardır ve benim görevim de bizi bu adımlardan bazılarına götürmektir.

    Sonraki bölümlerde, terapinin gerçekleştiği öznelerarası alana birlikte bakacağız (dikkat çekmeden bunu zaten yapmaya başlamıştık). Bu bölümde ise öznelerarasılık (intersubjectivity) kendisini ve bu alandaki analitik üçüncü kişinin birlikte oluşturduğu yeri tartışacağız. Ardından, hastanın “nesne ilişkileri [object relations]” hakkında konuşacağız -hastaların, kendi dünyalarında kendileri ve başkalarıyla nasıl ilişki kurduklarını belirleyen ve sınırlayan içselleştirilmiş ilişkisel yapıları hakkında. Daha sonraki bölümlerde ise, bu içsel “nesneler” dünyasının özel bir tezahürü (dışavurumu) olarak aktarımı [transference] ele alacağız. Kendi karşı-aktarımlarımızın [countertransference] rolüne (ve faydasına) ve hastayla aramızda olan bitenin “bizim” meselelerimizden nasıl ayırt edileceğine bakacağız. Hastanın bizimle ve kendisiyle olma biçimini (ve bizimle ve kendisiyle olmayı reddetme biçimini) yönlendiren ve belirleyen temel kaygıları konuşacağız. Tüm bunları, psikodinamik psikoterapi deneyiminin gerçekten amaçladığı şeyi göz önünde bulundurarak yapacağız: bir kişinin insanlığını daha dolu ve zengin bir şekilde yaşamasını sağlamak.

    Amaç 

    Başlangıçta, psikodinamik psikoterapistler olarak çalışmamızın amacını daha geniş bir şekilde ele alalım. En temel düzeyde, Ogden’ın sözleriyle, psikanalitik psikoterapi (hastanın) “şu ana kadar başardığından, daha dolu anlamda insan olmasına” yardım etmeyi hedefler. Daha sonra şöyle devam eder: “İnsan olma çabası, bir insanın hayatında, zamanla kişisel hayatta kalma mücadelesinden daha önemli hale gelebilecek çok az şeyden biridir” (1997: s. 15). 

    Ogden, aşağıdaki güzel pasajda, psikoterapötik görevin doğasında var olan bütün insanlık arayışını anlatmak için Goethe’nin Faust’undan yararlanır: 

    “Ve karar verdim ki en içteki benliğim, tüm insanlığın payına düşeni paylaşacak; onların yüksekliklerini ve derinliklerini anlayacağım, kalbimi tüm sevinç ve üzüntüleriyle dolduracağım, ve bu şekilde kendimi onların seviyesine yükselteceğim; ve onlar gibi ben de yıkılacağım.” (s. 46). 

    (Ogden, 1997: s. 16)

    Amaç bundan daha az değildir: daha bütün anlamda insan olmak. Bu, ifade edilmesi ne kadar kolay olsa da, gerçekleştirilmesi olağanüstü derecede zor bir hedeftir ve hiç kimse bunu tamamen başaramaz. İnsan olmak, yaşamın sıradanlığında kaybolabilir. Başarı için feda edilebilir. Keder ve hayal kırıklığı tarafından boğulabilir. Aşık olmakla taklit edilebilir. Mali kazanç arayışıyla sömürülüp tükenebilir. Aile işlevsizliğinin mirası tarafından sindirilebilir. Bağımlılıklar tarafından emilebilir. Sapkınlıklarla yer değiştirebilir. Mutluluk arayışında kaybolabilir.

    Anlama İşi: Alışmak  

    İçten dinleme [listening deeply] sanatı, bir başkasının gerçekten insan olmasına yardımcı olma hedefine ulaşmak için uzun bir yolu kat etmemizi sağlar. Bu tür bir dinlemenin armağanı gerçekten nadir ve değerlidir. Ancak psikodinamik görevin bundan fazlası var. Psikanalizin gerçek dehası, başlangıcından bu yana, anlama [understanding] işinde yatmaktadır -seanstan seansa ve zamanla duyduklarımızı (bastaki notalarda) anlamakta. Son elli yılda giderek artan bir şekilde, psikanalizin dikkati, sadece hasta içinde olanı değil, hasta ve terapist arasındaki ilişkiyi anlamaya yönelik olmuştur. Neyse ki, bu çalışmanın bir parçası olan anlama işi için, Freud’un kendisi tarafından bize verilen bazı yön belirleyici eksenler vardır.

    Birçok kişi, resmi psikanalizin ilineklerini [accident] ve vurgularını [accent] -haftada 4-5 kez yapılan seanslar, divanın kullanımı, enstitü eğitimi, “analist” ve “analizan” kelimelerinin kullanımı- gerçek ya da hakiki [bona fide] psikanalitik psikoterapinin göstergeleri olarak düşünür. Freud bu görüşte değildi. O “aktarımı ve direnci, bilinçdışının varlığını ve rolünü konu edinen her şeyin psikanaliz olarak adlandırılmayı hak ettiğini” söylemiştir (Freud, 1914). Öyleyse bunlar -bilinçdışı, aktarım, büyümeye karşı direnç- anlama sürecimizin yön belirleyici eksenleridir [axes of understanding]. Bunu psikanaliz, psikanalitik psikoterapi, psikodinamik psikoterapi ya da nesne ilişkileri terapisi olarak adlandırsak da -adını ne koyarsak koyalım- eğer anlama çalışmamızı bilinçdışı ve aktarım eksenlerine doğru yönlendiriyorsak, psikanalitik çalışma yapıyoruz demektir.

    Anlama sanatından daha ayrıntılı bahsetmeden önce vurgulanması gereken önemli bir noktadan bahsetmek isterim. Psikodinamik (veya psikanalitik) terapistler olarak çoğumuz, haftada 3-4-5 kez yapılan bir psikoterapiyi mümkün kılan bir ortamda çalışmıyoruz. Birçoğumuz, böyle bir terapiyi finansal olarak sürdürebilecek bir popülasyonla çalışmayacağız. Birçoğumuz, haftalık terapiyi zar zor karşılayabilen insanları içeren geniş bir insan yelpazesine hizmet etmeyi bilinçli olarak seçeceğiz. Meslektaşımın psikotik hastasının, haftada 15 dolarlık terapi seanslarını ödemek için Target’ta [Amerika’da yaygın perakende market zinciri]  bütün gece çamaşır katladığını hatırlıyorum.

    Psikanaliz üzerine zengin araçlar ve bakış açıları, böyle hastalar (ve terapistler) için ulaşılmaz olarak düşünülmemelidir. Eğer amacımız hastalarımıza “bütün insan olma” yolunda yardımcı olmaksa ve bilinçdışı ile aktarım eksenlerine yönelmeyi öğrenebilirsek, o zaman gerçekten psikanalitik psikoterapi yapıyoruz demektir. Elbette, psikanalitik çalışmada bu anlama eksenlerine yönelmeyi öğrenmek küçük bir uğraş değildir ancak öğrenme işine kendini adayanlar için tamamen ulaşılabilirdir. Önümüzdeki sayfalarda bu eksenlere yöneleceğiz.

    Öznelerarasılık: Bir…

    Öznelerarasılık: temel bir kavram. Psikanaliz, başlangıcından bu yana yaşayan bir sanat biçimi olmuştur ve katkıda bulunanların eklenmesiyle değişmiş ve gelişmiştir. Freud’un çalışmasındaki anlayışın odağı, gerçekten de parlak olduğu kadar, “tek kişili [one-person]” bir psikoloji bağlamındaydı. Bu kişi, analiz edilmek üzere bir analiste gelirdi (genellikle kendisi isteyerek). Analist, hastanın serbest çağrışımlarını dinler ve hastanın semptomlarının bilinçdışı kökenlerini bütünleştirici bir şekilde anlamlandırırdı. Analist, hastanın kendi bilinçdışı motivasyon sistemini görme ve anlama konusundaki dirençleriyle çalışır ve hastanın kendisiyle bu sistemin bir parçası olarak ilişki kurma biçimlerini gözlemlerdi. Analiz sırasında, analist bir hasta ile çalışırken duygusal rahatsızlık veya dengesizlik yaşarsa, bu analistin içinde bir şeylerin ters gittiğinin bir işaretiydi ve hastayı analiz etmeye geri dönebilmek için karşı aktarım sorunlarını çözmek onun göreviydi.

    …Artı Bir…

    Geçtiğimiz altmış yıl boyunca, psikoterapötik karşılaşmanın yeri giderek teorik terimlerle hastanın ve terapistin katkılarını içerecek şekilde değişti. Winnicott’un gözlemiyle, bebeğe bakan anne olmadığında bir bebekten bahsedilemeyeceği, (Winnicott, 1960), artık terapi odasında bir değil, iki bağlantılı kişi olduğunu fark ediyoruz -iki “özne”- ve her birinin “öznellikleri” terapötik karşılaşma boyunca oyundadır. Bu iki kişi, “analitik ikili [analytic dyad]” dediğimiz şeyi oluşturur. Elbette, dahil olan iki kişinin rolleri asimetriktir. Terapist, Winnicott’un dilinde, hastanın psikolojik gelişimini kolaylaştıran diğeri için bir “kucaklayıcı çevre [holding environment]” sağlamakla ilgilenir; hastanın rolü, zamanla, bu tür bir desteği gerçekten bu gelişimi teşvik eden her şekilde kullanabilmektir.

    …Üç Eder

    Giderek, Bion’un yazılarının (ve diğer birçok araştırmacının) etkisiyle, hasta ve terapistin birlikte bir “üçüncü” alanı ortaklaşa yarattığını, aralarındaki “intersubjektif” alanı tanımaya başladık. Bu alan, her iki kişinin de farklı şekillerde katkıda bulunduğu, ancak hiçbirinin bireysel olarak sahiplenmediği bir alandır. Bu alanda, her iki kişinin bilinçli ve bilinçdışı ürünleri oluşur, bilgilendirir ve terapideki anlara ve anlayışlara katkıda bulunur.

    Ireland (2003), bu öznelerarası karışımı tanımlamak için atomaltı (psişik) parçacıklar metaforunu kullanır. Sanki iki kişinin protonları, nötronları ve elektronları birbirine karışıyor, çekim ve itme etkisi yaratıyor ve karışımlarında yeni bir şey oluşturuyorlar. Ogden, iki kişinin öznel dünyalarının birleşimini temsil eden bu “üçüncü” alanı “öznelerarası analitik üçüncü [intersubjective analytic third]” olarak adlandırmıştır. “Analitik üçüncü [analytic third]”, terapide anlayış çalışmasına derin bir katkıda bulunur ve modern psikanalitik literatürde iyi bir şekilde tanımlanmış ve ayrıntılandırılmıştır (Atwood & Stolorow, 1984; Bion, 1952, 1959, 1962a; Ogden, 1982, 1994, 1997, 2001, 2005, 2009; Sandler, 1976; Stern, 2004’e bakınız).

    Üçüncü Alan

    Artık belli bir terminolojimiz olduğuna göre, bunun hakkında birlikte yavaşça ve dikkatlice düşünelim. Aslında, terapistler olarak terapiye nasıl açıldığımız ve kendimizi terapi içinde nasıl konumlandırdığımız sayesinde, terapistin veya hastanın tek başına üretemeyeceği (içgörü, anlayış veya deneyim açısından) bir üçüncü deneyim alanı olasılığı yarattığımızı söylüyoruz. Bu üçüncü alan -bu “olasılık”- herhangi iki kişi bir araya geldiğinde veya bir terapist ve bir hasta birlikte çalışmaya karar verdiğinde otomatik olarak yaratılmaz. Herhangi rastgele bir terapötik karşılaşmanın doğal yan ürünü değildir. Yaratılmasının koşulları oldukça özeldir ve şimdiye kadar bahsettiğimiz alan, sessizlik, içten dinleme, terapötik çerçeve ve burada tartışacağımız bazı unsurları içerir. Bu koşullar göz önüne alındığında, bu öznelerarası analitik üçüncünün ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir.

    Öznelerarası Ortak Yaratım

    Peki, ne tür bir şey ortaya çıkabilir? Önce basit bir hamilelik metaforunu kullanayım. Normal koşullarda, bir hamilelik iki kişinin, yakın ve açık bir samimiyet gerektiren bir cinsel karşılaşmada buluşmasını gerektirir. Bu cinsel buluşma, karşıdaki kişiyle karşılaşmaktan başka bir şey beklemez. Ancak, kutsal anlar, şaşırtıcı bir şekilde, her iki taraftan da bazı parçaları taşıyan ve hiçbirini tamamen yansıtmayan yeni bir şey -üçüncü bir varlık- üretir. Bu yeni varlık yani üçüncü, her iki tarafın tek başına katkıda bulunabileceğinden öte bir şey taşıyacaktır. Bu “üçüncü”, onların dikkatini çekecek ve iki partner arasında benzersiz ve samimi bir buluşma zemini sağlayacaktır. Her ikisi tarafından kavranması, her ikisi tarafından öğrenilmesi, her ikisi tarafından tanınması gerekecektir. Her birine yenilikler getirecektir. Zamanla büyüyecek ve değişecektir. Bu şekilde, bir çiftteki her iki partnerin katkılarından bir üçüncü yaratılır; bu, her iki tarafın parçalarını taşır ama birinden veya diğerinden, hatta ikisinden bile farklıdır ve daha fazlasıdır.

    Öznelerarası psikodinamik psikoterapi alanında, analitik üçüncüde ortaya çıkabilecekler, önceki metaforun tam olarak önerdiği gibidir. Yeni bir şey doğar -farklı bir his, paylaşılan bir duygu, başka türlü erişilemeyen bir imge veya metafor, salt çıkarım yoluyla veya hatta zamanla diğerini dikkatle dinleyerek bile ortaya çıkamayacak bir içgörü. Bu alan, diğerinin içsel deneyimine erişim sağlar ve nihayetinde, yalnızca bir ortak yaratım süreci aracılığıyla elde edilebilecek bir anlayış sunar. Bu, aynı zamanda bir gizem ve bir armağandır.

    Düşlemleme (Reverie)

    Bu yeni şeylerin kendini sunduğu bir form, terapistin (ve genellikle hastanın) düş görme benzeri bir süreç olan “hayallere dalma” ile ortaya çıkar. Düşlemleme [reverie], uyanıkken uyku zamanındaki rüyalara benzer bir süreçtir. Terapistin (veya hastanın) bilincine, “gündelik, sıradan, göz önünde olmayan düşünceler, duygular, fanteziler, tefekkürler, gündüz düşleri, bedensel hisler ve benzeri” biçimlerinde gelir (Ogden, 2001: s. 21). Düşlemler somatik, motorik veya görsel (hatta işitsel) kayıtlar şeklinde kendini gösterebilir (bkz. Bölüm 4 ve 5). Bunlar, kendimizi derin bir iç sessizliğe bırakıp varlığımızın açıklığını en geniş şekilde açtığımızda gerçekleşir. Terapistin oturum sırasında subliminal olarak ortaya çıkan bu süreçler, dinleme/anlama sürecinde temizlenmesi gereken zihinsel kalıntılar gibi görülebilir. Ancak bunlar, ortak yaratılmış analitik üçüncüden çekilmiş olduklarından, bazı anlarda terapisti doğrudan hastanın içsel deneyimine bağlayan ham ögeler içerebilir ve nadir bağlantı anlarına ve başka türlü erişilemeyen içgörülere yol açabilir. Sanki, anlık olarak, tek bir zihni paylaşıyormuşuz gibi hissedilir (bu zihnin ne bize ne de hastaya ait olduğu).  Bu tür anlar, karşımızdaki hastanın yerinde olmanın nasıl olduğunu ve bu hasta ile ilişkide olmayı anlamamıza yardımcı olur. Sürecin bu kısmını bu bölümde ve bir sonraki bölümde örneklerle açıklayacağım. Şimdilik bu düşünceyi aklınızda tutun, daha sonra tekrar döneceğiz.

    Analitik üçüncüyü birlikte yaratmak için kendini ve terapötik alanı hazırlamak edinilmiş sanatın bir parçasıdır. Kesinlikle içten dinlemeye dayanır. Ancak belki de ondan sadece bir adım daha ileri gider. Bu öznelerarası birlikte yaratma sürecinde, terapistler olarak kendimizi diğerinin psişik enerjisini hissetmeye ve ondan etkilenmeye açmak için örtük bir anlaşma yapmalıyız. Sanki bu çalışma için, normalde yarı geçirgen olan psişik zarlarımızı gönüllü olarak daha geçirgen, daha kolay nüfuz edilebilir, etkilenebilir, diğerinin psişik “parçacıkları” tarafından ihlal edilebilir hale getiriyoruz.

    Öznelerarasılık: Karmaşık Bir Süreç

    Elimden geldiğince açık olmaya çalışayım. Terapinin çerçevesini (başlangıç, bitiş saatleri, tempo, kim önce konuşacak vb.) kontrol altına alırken, ilk baştan itibaren kendimizi bu kişinin nasıl olduğuna dair bir temel örneklem almak üzere alıcı konumuna getirmeye çalışırız. Bu çabanın hizmetinde, kendi geçirgenliklerimizi ayarlarız ve hastanın parçacıklarının bize nasıl çarptığını, onların enerjisinin bizi nasıl etkilediğini fark etmeye çalışırız. Onları kabul ederiz; parçacıklarının bizim psişik parçacıklarımıza çarpmasına, onları etkilemesine ve bazen onların düzenini değiştirmesine izin veririz. Bazen bu parçacık çarpışması (veya akıntı, veya baştan çıkarma, veya zehirleme) içinde psişik dengeyi kaybederiz. Psişik dengenin nasıl kaybolduğunu gözlemleriz ve bir noktada bunu hastamızla birlikte anlamaya çalışırız.

    Başlangıçta, bu birçok form alabilir. Birinin varlığında boğulmuş hissedebiliriz ya da onları gördüğümüzde gerçekten mutlu olabiliriz. Onların çok yakışıklı ve sempatik olduklarını görmek bizi tatmin edebilir. Kendimizi yeterince akıllı veya zeki hissetmeyebiliriz. Seslerinin hacminden veya ritminden nefret edebiliriz. Kendimizi hoş bir şekilde idealize edilmiş veya umutsuzca güvensiz hissedebiliriz. Uygulamamızı biraz farklı bir şekilde yapmaya çekilebiliriz. Kendimizi alışılmadık şekilde endişeli, konuşkan veya yardımsever bir halde bulabiliriz. Bunlar, çeşitli hastalarla kesinlikle hissettiğim şeylerdir.

    Herkesle bir his yaşarız. Herkes psikolojik parçacıklar yayar. Bizim görevimiz, bu parçacık bombardımanına (veya banyo [bath] ya da sızıntıya) açık olmak ve buna katılmaktır (bazen istemeden de olsa). Ancak her zaman içimizde terapist olarak tuttuğumuz ve tüm bunların olup bittiğini gözlemleyen bir şey olmalıdır. Bu, bizim görevimizdir; ancak bu tür gözlemleri bilinçli hale getirmek, genellikle ilk başta erişilebilir olmayabilir ve uzun sürecek gibi görünebilir.

    Bir “Particul-ar” Örneği

    Belki bu süreci anlatan hızlı bir örnek yardımcı olabilir. Geçen Perşembe, sadece üç haftadır gördüğüm bir hastayı görmeyi dört gözle bekliyordum. Kendisi belirgin bir Tip-A [dışa dönük, hırslı, sert bir şekilde organize olmuş, statü bilinci yüksek, sabırsız, endişeli, proaktif, işkolik ve zaman yönetimiyle ilgilenen] işadamı ve terapinin hedefi, midedeki stres mesajlarını daha etkili bir şekilde nasıl aşacağını bulmak. Günün seanslarından önce evde, ne giyeceğime özellikle dikkat ettim. Birkaç seçenekten vazgeçip, daha önce hiç giymediğim bir kıyafet ve Tayland’dan bir arkadaşımın verdiği bir şal seçtim. O gün derli toplu ve sofistike görünmek istedim, ama neden olduğunu bilinçli olarak fark etmedim.

    Bu küçük ama önemli bir örnek, bu hasta ile bizim öznelerarası alanımızda oluşan şeylerin bir parçası. Onun içsel mükemmeliyetçilik baskısının, ruhsal yapımda ince bir etkisi olabilir ve bu da bilinçsiz kıyafet seçimlerimi bile etkileyebilir.

    Bir diğer örnek ise geçen hafta terapi seansını bitirdiğimde fark ettiğim şey. Su sebiline yürürken, tüm üst kaslarımın gerildiğini ve nefesimin derin olmadığını fark ettim. Seans boyunca baskı altında hissetmiştim. Bu baskı, ona pratik çözümler sunmam için hissettiğim baskıdan kaynaklanıyordu; bunu yapmakta direniyordum ama büyük bir çaba gösteriyordum. Terapinin bu erken aşamasında, rahat olmasam da, parçalarımın bu hastanın alıcı [receiving] tarafında olmanın ne olduğunu hissettiğini biliyorum. Şu ana kadar, parçalarım “derli toplu” ve “işleri teslim etme” baskısı altında hissettiriyor. Zamanla, bu öznelerarası parçaların karışımı devam ettikçe, onun bana bu gerginliği ve baskıyı hissettiren biri olduğunu ve muhtemelen kendisinde de hissettiğini daha iyi anlayabileceğim. İlerledikçe daha derinlemesine örnekler vereceğim, ancak tartışmayı sadece anlık olarak güncel, yeni başlayan, gerçek yaşam deneyimine dayandırmak istedim.

    Bu sürecin vazgeçilmez koşulları olan içten dinleme sayesinde, zamanla hastalarımızın üzerimizdeki ruhsal etkisinin farkına varmayı ve bu etkiye daha fazla uyum sağlamayı öğrenebiliriz. Herkesin bir enerjisi, üzerimizde bıraktığı bir etkisi vardır. Bu etkinin farkına varmak ve bu etkiyle içimizde nasıl hareket ettiğimiz -fiziksel deneyimimizde, duygularımızda, düşüncelerimizde ve bu hasta ile olan davranışlarımızda nasıl ince bir şekilde değiştiğimiz-, diğer kişinin içsel psişik alanını anlamaya yönelik önemli bir yapı taşıdır. Ardından, onların parçacıklarının bizimle benzersiz şekilde iç içe geçmesiyle, beklenmedik olanın ortak yaratımı, doğum alanı olarak adlandırdığımız analitik üçüncüde ortaya çıkabilir.

    Bu öznelerarası analitik üçüncünün bir vaka örneğini detaylı olarak bir sonraki bölümde sunacağım. Ancak önce, bu öznelerarası alana daha spesifik bir şekilde nasıl girebileceğimizi ve bu süreci yarı zamanlı bir sıraya nasıl sokabileceğimizi açıklamak istiyorum.

    Bu sıranın unsurlarını “karşılaşma anları,” “girdap anları” ve “çökme anları” olarak adlandıracağım; bunlar, öznelerarası süreci kendi kendimle konuşurken oluşturduğum kısaltma terimleridir.

    Bir Hatırlatma 

    Hızlı bir hatırlatmada bulunacağım. Şimdi bizi götürdüğüm alan, psikodinamik psikoterapinin açık alanıdır. Diğer perspektiflerden gelen süpervizörler ve meslektaşlar, genellikle semptomları hafifletmeye odaklanan farklı teorik çerçevelerle çalışırlar ve genellikle sizin terapötik ilişki deneyiminize özel olarak ve öncelikli olarak odaklanmazlar. Diğer terapi okullarıyla bazı ortak noktalarımız olduğu gibi; bazı şeyler farklıdır. Elbette dinleme sanatının bazı kısımlarını ortak paylaşıyoruz.

    Ancak anlama sanatı -analitik üçüncüde duyduklarımızı ve deneyimlediklerimizi anlamlandırma- diğer terapi okullarından belirgin bir ayrılma noktasıdır. Bu, farklı bir hedef [goal] (birinin bütün insan olmasına yardımcı olmak) ve farklı bir süreç [process] (bilinçdışı, aktarım ve direnç ile analitik üçüncüde çalışma) ile temsil edilir. Psikodinamik bir klinisyen olarak aldığınız kademeli eğitim ve deneyim, analitik üçüncü alanında çalışmanızı ve bu alandan faydalanmanızı optimize etme olasılığını artırır.

    Üç “An” 

    Öyleyse birlikte bu üç unsurdan bahsedelim -üç andan. İlk olarak bu üç bileşenden ilki olan “karşılaşma anları”ndan bahsedeceğim, ancak muhtemelen bu anlara konuşmanın başından beri atıfta bulunduğumu fark edeceksiniz.

    Karşılaşma anları

    Terapinin geçirgen öznelerarası parçacık karışımında beklenmedik “karşılaşma anları [moments of meeting]” meydana gelebilir. Bunlar, başka türlü bilemeyeceğimiz şeyleri öğrendiğimiz veya başka türlü paylaşamayacağımız şeyleri paylaştığımız anlardır.

    Derslerimde, bu anları tanımlamak için bir metafor geliştirdik. Hasta ve terapist arasında büyük bir çorba tenceresi olduğunu hayal ediyoruz. Bu tencerenin içine her iki kişinin (genellikle dile getirilmeyen) psişik katkıları (birinden havuç, kereviz, defne yaprağı vb.; diğerinden soğan, tavuk, sarımsak vb.) giriyor. Çorba pişiyor ve karışık tatları paylaşılan alana (analitik üçüncü) yayılıyor, bazen çorba pişerken hafızayı, içgörüyü, arzuyu, deneyimi uyarıyor veya şu veya bu tadı öneriyor.

    Bu ortak yaratılmış dalgalanmalar terapistin bilincine düşlemler [reverie] biçiminde gelir ve kendilerini somatik, motorik veya imgesel (görsel veya hatta işitsel) kayıtlarda sunarlar. Açıkladığım gibi, düşlemler seans sırasında terapistte bilinçaltıyla ilgili olarak [subliminally] gerçekleşir, önemsiz zihinsel molozlar gibi görünür, hatta belki de dinleme/anlama süreci için dikkat dağıtıcı şeylerdir. Ancak onlar ortak yaratılmış analitik üçüncüden (çorba) çekildikleri için, bazı anlarda terapisti hastanın içsel deneyimine tamamen beklenmedik (ve açıkçası açıklanamaz) yollarla doğrudan bağlayan ham elementler (lezzetler) içerebilirler. Ortak yaratılmış çorbada, sanki  bazı anlar boyunca tek bir zihni (ikimizden hiçbirine ait olmayan) paylaşırız. Bunu,  örneklendirerek anlatmak daha iyi olacağı için önce örnek verip sonra açıklayacağım.

    Bir gün, emekli orkestra şefi olan bir hasta ile oturuyordum. Her zamanki gibi, dinlerken sessizdim, onun bu oturumun deneyimine ve benim kendi deneyimime uzanmasına izin veriyordum. Hayatında birçok kayıp yaşamış ve duygusal dünyasını kendisine veya başkalarına çok az gösteren bir hasta olarak duygusal olarak  güçlü bir gardı vardı. Bu arada, günlük hayatımın akışında sıklıkla zihnimin bir köşesinde çalan bir şarkı olduğunu bilmenizde fayda var. Bu sadece benim özel DNA’mın bir parçası. Çoğu zaman sessizce oradadır ve hatta ne çaldığını ve bana nasıl hissettiğim hakkında ne söylediğini anlamak için içime dönüp bakmam bile gerekebilir. Bu genellikle başka biriyle birlikteyken olmaz; genellikle sadece yalnızken olur.

    Bu oturumda, hastamın erkek partnerinin bazı tıbbi testlerin sonuçlarıyla ilgili mücadelesi hakkında konuşurken, zihnimin arka planında Smetena’nın Moldau‘sunun senfonik seslerini duymaya başladım. İlk başta, dağın yamacından aşağıya doğru çekingen yolculuğuna başlayan küçük dere sesleri vardı. Hastamı dinlemeye devam ettim ve o konuşmaya devam ettikçe, müzik de devam etti. Parçanın kendisi, dere akarsuya, sonra da hızla akan bir akıntıya dönüştükçe güç ve hacim kazanır, ancak bu oturumda, müziğin duyulabilir hacmi zihinsel arka planımda yükselmeye başladı. Öyle belirgin hale geldi ki, hastamın anlatımına odaklanmak için çabalamam gerekiyordu. Her zamanki gibi, bu deneyimi -müzikal bir düşlemleme- ve neden bu müziğin bu oturumda bu zamanda çaldığını merak etmeme izin verdim. Tamamen habersizdim.

    Teknik olarak uygunsuz  bir şekilde (ki bunu tavsiye etmiyorum) sonunda hastama, “Biliyor musun, bugün sen konuşurken zihnimde Moldau çaldı, tüm oturum boyunca. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum.” dedim. “Bu, profesyonel bir orkestrada yönettiğim ilk parçaydı.” dedi biraz şaşkınlıkla.

    Bu, her ikimiz için de şaşırtıcı bir “karşılaşma anı”ydı -bir terapist olarak benim yaratamayacağım bir an. Ama bu, aramızdaki karışmış psikolojik çorba tenceresinden çekilmiş bir düşlemdi. Açıklanamaz ve bilinçdışı olarak aramızda yaratılmış bir an, bu anın etkisi bizi o anda ve sonraki anlarda farklı bir şekilde bağladı. İkimiz de farkında olmadan, bu belirli küçük müzikal parçanın duygusal tonu, bu hastanın hayatında önümüzdeki iki yıl boyunca ortaya çıkacak trajik gerçek yaşam sahnelerinin habercisi olacaktı.

    Cuma günü pratiğimden sadece basitliğiyle etkileyici başka bir “karşılaşma anı” örneği vereyim. Noel tatilinden dönen hastamı dinlerken, ellerimin üstünü hafifçe ovuşturduğumu fark ettim. Genellikle bir oturum sırasında düşünceler içinde aşağıya bakarken ellerime dikkat ederim, ama bu sefer, alışılmadık şekilde kuru olduklarını fark ettim. Sağ elimle sol elimin dış yüzeyinde parmaklarımı gezdirirken, elimin kuruluğunu, neredeyse pul pul olma noktasına geldiğini gördüm. Bu benim için oldukça alışılmadık bir durumdu. Dikkatimi hastama geri verdim, tatilden döndükten sonra kendisini birçok açıdan eleştirdiğinden bahsediyordu. Belki de anlık fiziksel deneyimimden etkilenerek, kendisine saldırmaya başladığı tamamen psişik yolu tanımlamak için “otoimmün” kelimesini kısaltılmış bir yol olarak kullandım. Gözlemime beklediğim şekilde yanıt vermeyen hasta, “Evet!” diye coşkuyla yanıtladı, “Ellerim korkunç durumda!” (ellerini ikimizin de görebileceği şekilde kaldırarak). “Tüm tatil boyunca kabardılar! Sanırım bu, bedenimin otoimmün tepkisi.”

    Olanlar şunlardı: Aramızdaki çorba tenceresinde, onun bedensel deneyimi benim bedensel deneyimimle (ellerimdeki kuruluk) yansıtılmıştı; “otoimmün” kelime seçimim rastgele kendi zihnimden değil, aramızdaki çorbadan daha anlamlı bir şekilde gelmişti. [Otoimmün] ne kadar basit ve somut bir örnek olsa da, bu tür bir bağlantıyı -bu örnekte, benim bedenim (ellerim) ve konuşmam (“otoimmün”)- farkında olmadan onun deneyimini yansıttığını gösterir. Bu tür bir olay, genellikle analitik üçüncü çorbasından gelen düşlem alanında meydana geliyor gibi görünmektedir.

    Şimdiye kadar paylaştığım diğer örneklerle birlikte (örneğin, “küre”, Niagara Şelalesi, bölünmüş ekran TV, küçük kız–gri elbise vb.) bu “karşılaşma anları”, anlık düşlem yoluyla, gerçekten bir sır unsuru önermektedir. Bu sır, mevcut nörobilimimiz tarafından anlaşılmak için çalışılıyor. Ancak bu sır, uyumlanmış (ebeveynler ve) terapistler için rutin bir deneyimdir ve bilimsel araştırmaların dikkatine sunulmaya başlanmaktadır.

    Dr. Daniel Stern, tartıştığımız öznelerarasılık alanıyla ilgili güncel nörobiyolojik araştırmaları şu şekilde özetliyor:

    Sinir sistemlerimiz başkalarının sinir sistemleri tarafından ele geçirilecek şekilde yapılandırılmıştır, böylece başkalarını sanki kendi tenimizin yanı sıra onların teni gibi deneyimleyebiliriz. Diğer kişiye giden bir tür doğrudan duygu yolu potansiyel olarak açıktır ve biz onların deneyimleriyle rezonansa gireriz ve onlara katılırız, onlar da bizim deneyimlerimize… “Başkalarının niyetlerini okuyabilme” ve onların ne hissettiklerini bedenlerimizde hissetme yeteneğine sahibiz. .. Her ne kadar sezgilerimizin doğrulanmaya ve ince ayar yapılmaya ihtiyacı olsa da bu ‘zihin okuma’ konusunda oldukça başarılıyız,

    (Stern, 2004: s. 77)

    Neden bazı seviyelerde, bir başkasının “zihnini” veya deneyimini okumaya veya tartıştığımız terimlerle, birlikte yaratılan çorbanın esintilerini yakalamaya donanımlı olabiliriz? Aslında bu kapasitenin temelini hayal etmek için türün hayatta kalmasından daha öteye düşünmemize gerek yok. İnsan olarak, bebeklerin sözel olmayan sinyallerini çözemeseydik, çok azı bebeklikten sağ çıkabilirdi.

    Ve terapideki buluşma anlarının bir işlevi [function] vardır. Bunlar, hastanın bilinç öncesi, erişilemez düşüncelerine ve duygularına erişmemizi sağlar (bu analitik üçüncüde bize daha açıktır) -bu erişim, o kişinin oldukça derin, genellikle ifade edilmemiş bir düzeyde görüldüğünü ve anlaşıldığını hissetmesini sağlar. Dahası, böyle bir uyum (genellikle) kendilerine ve bize karşı daha fazla açılmalarına yol açar. Bu nedenle, analitik üçüncüde kendi geçirgenliklerimizi diğerine açtığımızda “karşılaşma anları” potansiyel olarak erişilebilir hale gelir. Bu, içten dinlemenin bir parçasıdır, ancak aynı zamanda anlama sanatının başlangıcıdır.

    Girdap anları

    Şimdi dikkatimizi öznelerarası deneyimdeki ikinci unsura, yani “girdap anlarına” yönlendirelim. Bu kısım, anlama sanatında daha büyük bir öneme sahiptir çünkü Freud’un aktarım ve direnç eksenlerine daha yakındır ve bilinçdışının sahnesinde gerçekleşir.

    Bu, diğer kişinin ruhsal enerjisini hissetmek ve etkilenmek için kendimizi açmak konusunda yaptığımız sessiz anlaşmamıza geri dönmemizi gerektirir. Söylediğim gibi, bu, normalde yarı geçirgen olan ruhsal zarlarımızı diğer kişinin “parçacıklarına” daha geçirgen hale getirmeyi içerir. Terapinin ilk anlarından itibaren hasta ile bir ilişkiye gireriz. Daha iyi ifade etmek gerekirse, hasta ile gönüllü olarak dinamik bir etkileşime gireriz, bu etkileşim, daha önce tartıştığımız türden “karşılaşma anları” üretmenin yanı sıra, bizi bu hastanın ilişkisel dünyasında bir yere yerleştirir.

    İlk seansta başlayıp zamanla evrilecek olan ilişkisel etkileşim, hasta olarak onların ve terapist olarak bizim karşılıklı etkileşimimizin ürünü olacaktır. Ancak biz terapistler olarak kendimizi doğru konumlandırırsak, bu etkileşim -ilişki-hastanın içsel ve büyük ölçüde bilinçdışı “nesne” dünyasına (içsel ilişkisel dünya) dayalı olacaktır. Eğer bunun için uygun bir alan yaratırsak -kendi kişisel ilişki kurma yollarımızla alanı kaygıyla doldurmazsak- kendimizi, hastanın şimdiki ve geçmiş yaşamındaki diğer insanlarla ilişki kurarken kullandığı tanıdık ve yönlendirici biçimler olan ilişkisel şablonlarının [relational template] alıcı tarafında bulacağız.

    Bu, psikodinamik psikoterapinin özüne yakın bir konudur ve kesinlikle edinilmiş sanatın bir parçasıdır. Hasta ile aramızda harekete geçen etkileşim, hastanın “nesne ilişkisel” dünyasını birinci elden deneyimlememizi sağlar ve onu, tabiri caizse içeriden dışarıya doğru [from the inside out] anlamamıza olanak tanır. Terapide insanlar içinde bulundukları ilişki dünyasından bahsettiklerinde, onların ilişkisel dünyasını dışarıdan bir gözlemci olarak görürüz. Kendimize o dünyada (psişik) katılımcı olmaya izin verdiğimizde, içeriden bir bakış açısı kazanırız. Katılımcı oluruz ki gözlemci olabiliriz ve nihayetinde belki de o dünyayı birlikte dönüştürebiliriz.

    Bu, en azından bir süreliğine kendi (ilişkisel) sahamızda oynamayı bırakmak anlamına gelir. Onlarla birlikte bir kişilerarası alana gireriz ve çoğu zaman bu alanın kuralları bilinçdışıdır, bu yüzden onları önceden bilemeyiz. Kendi içimizde yavaşça bu alanın nasıl bir his olduğunu keşfetmeliyiz. Terapinin sembolik çerçevesini (terapinin “kurallarını” ve “disiplinini”) korumamıza rağmen, kendimize başkasının (kişilerarası) oyununda bir karakter olarak yer almaya izin veririz. Bunu yapabilmek için, bir süreliğine kendi tanıdık, kendimize atadığımız rollerle oynadığımız alışılmış kişilerarası senaryomuzdan vazgeçmeli veya bunu askıya almalıyız. Bu senaryonun ayrıcalığını ve rahatlığını gönüllü olarak bırakırız ve başkası tarafından yönetilen, başkası tarafından öncelik verilen bir dünyaya gireriz.

    Örneğin, bir hasta bana, ona hem rahatsızlık hem de hayal kırıklığıyla baktığımı hissettiğini söylediğinde buna itiraz etmem ve ona onu “gerçekten” nasıl gördüğümü paylaşmam gerekmiyor. Benim görevim, yanlış anlaşılmanın verdiği rahatsızlığı yaşamak ve bu diyalogda ortaya çıkan duyguları kullanarak hastanın içsel dünyasını daha iyi anlamaktır. Bir hasta, seansa beş dakika geç başlamamın anlamı konusunda kendince emin olduğunda, benim görevim onun duygu dünyasını araştırmak ve anlamaktır, gerçekte olanı veya benim gerçekliğimi öne çıkarmak değil. Daha ince ve bilinçdışı olarak, kendimi bir kişiye saygıyla, diğerine küçümsemeyle davranırken bulduğumda, durup, bu kişilerarası dramada beni hangi pozisyona yönlendirdiklerini anlamaya çalışmak benim görevimdir (bu süreci bir sonraki bölümde detaylı olarak ele alacağım).

    Görülme biçimlerimiz ve bize verilen roller kafa karıştırıcı, sarsıcı ve merkezden uzaklaştırıcı olabilir. Ancak bu gönüllü görevlendirme, bizi hasta ile daha yakın temas içine sokar; böylece hastanın iç dünyasında ve dışında olmanın ne anlama geldiğini daha güçlü bir şekilde hissedebiliriz. Şüphesiz, bu kişinin terapi arayışına yönelmesinin bir parçası ve daha bütün insan olma yolunda tıkanmasının büyük bir kısmı, kişinin içinde taşıdığı ilişki eğilimlerinden kaynaklanmaktadır. Bu eğilimler, kişinin hiçbir söz hakkı olmadığı bir zamanda şekillenmiş, ilişkisel hayatla ilgili ince beklentilerdir: insanların tehlikeli olduğu, onlara güvenilmeyeceği, onların nihayetinde hayal kırıklığı yaratacağı veya sürekli desteğe ihtiyaç duydukları; ya da onların vampirleştirici, kırılgan, ilgisiz, cezalandırıcı veya onları anlamaktan aciz olduğu gibi. Bu beklentiler, kişinin ilişkilerinde -ve bizimle olan ilişkisinde- ne bekleyeceğini ve ne deneyimleyeceğini önceden şekillendirir.

    Terapi sürecinde biz terapistlerin rolü, hastaların önceden belirlenmiş kalıplarına uymayan yeni bir tür ilişki yaratmaktır. Ancak burası önemli, Beth ve Eric’in güllerini hatırlayın? Eski tür ilişki filizlenmeden önce yeni bir tür ilişkiyi ikame etmeye çalışırsak, süreci durdurmuş oluruz. Çoğu yeni terapist ve birçok deneyimli terapist için bu sezgisel değildir. Bir kişiyi kendi “sevgi alanımıza” ekerek onların mükemmel bir şekilde çiçek açmasını sağlayamaz mıyız?

    Cevap hayır. Çünkü belki de her şeyden öte, bizler duygusal olarak gerçeği arayan varlıklarız. Bir kişi terapiye, hayatta neler yaşadığını, bunun sonucunda ne hale geldiğini ve bu süreçte kendisinden ve potansiyellerinden aldığı derin fedakarlıkları kendisi ve bizimle paylaşmak için gelir. Kendi varlığımızı anlamlandırma ihtiyacımız vardır: nedir ve her zaman ne olmuştur? Bu birincildir. Biz terapistler olarak hastalarımızı bu temelde karşılamalı, bu durumu derinlemesine anlamalı ve böyle veya başka bir şekilde görülmeye katlanmalıyız; ancak o zaman onların içinde başka bir şeye psikolojik bir açıklık oluşabilir.

    Bunu düşünmek oldukça mantıklı. Hayatımızı belirli varsayımlarla inşa ederiz: bu verildiğinde, böyle olur. Bizim hakkımızda her şey sessizce “verilenler”e [given] dayanır. “Verilenler” genellikle iznimiz olmadan, çoğu durumda, beynimiz ve psikolojimizin en çok şekillendiği evrelerde, en erken bağlanma ilişkilerimizde verilmiştir. Bu noktadan itibaren, “verilenler” genellikle zamanla tutarlı bir şekilde tekrarlanan aile sistemi içinde pekiştirilir. Yerleştiğinde, “verilenler” bizim ve aile sisteminin ötesindeki gerçekliği filtrelememizi sağlar ve böylece “verilenler” kişisel seçim aracı ve kendini gerçekleştiren bir kehanet olarak işlev görür.

    Örneğin, bazı insanlar için başkalarının bakımının üstlenilmesi bir “verilen”dir. Bununla uyumlu olarak, bilinçsizce hayatlarına bakım gerektiren insanları seçerler. Terapilere geldiklerinde, bilinçsizce bu etkileri terapistlere yönlendirmeye çalışırlar. “Bugün yorgun görünüyorsunuz, değil mi? Belki erken bitirmeliyiz.” Diğerleri için ise, başkasının her zaman patlama veya çöküş eşiğinde olması bir “verilen”dir (ve bu enerjiyi analitik üçüncü alana enjekte ederler), bu nedenle onların varlığında kendimizde garip bir patlayıcılık hissederiz. Diğerleri için, kimsenin onları görmeyeceği veya onlara yaklaşmayacağı bir “verilen”dir (bu da terapide bilinçsizce deneyimlenebilir ve  gerçekleşmesine neden olabilir). Bu, randevu saatini unuttuğumuz hasta olacaktır.

    Bu “girdapta” yaşamak, başkasının kişisel dünyasında bu şekilde yaşamak, anlama sanatında kritik bir öneme sahiptir. Burada, hastanın gün içinde çaldığı müziğe biçim ve bağlam veren arka plandaki fa notalarıyla karşılaşırız. Bu alan, içten dinleme sanatına dayalı olarak inşa edilmiştir ve analitik üçüncüdeki “karşılaşma anları” ile desteklenir. Psikodinamik görevin sıfır noktasını tanımlar. Amacımız, hastamıza daha bütün bir insanlık hali kazandırmaktır. Bir kişinin kişisel tiyatrosuna getirdiği önyargılar, eğilimler ve verilenler, bilinçdışında insan olma hallerini kısıtlar ve boğar, bu fırsatı engeller. Faaliyet gösterdiğimiz yer burasıdır ve buraya gelmemizin nedeni budur.

    Ancak başlangıçta ve çoğu zaman uzun bir süre boyunca, bir “girdap” olarak kalır -yani, ilk başta nerede olduğumuzu veya ne tür bir rol oynayacağımızı bilmemiz mümkün değildir. Bu tamamen belirgin değildir. Biz, yavaş yavaş ve bilinçsizce, diğer kişinin etkisiyle belirli şekillerde hissetmeye ve belirli şekillerde davranmaya yönlendiriliriz. Bu genellikle uzun bir süre devam eder -bazen aylar, bazen yıllar- ta ki biraz tanınabilir hale gelene kadar. Ve sonra, kendimizle veya hasta ile konuşmak için kelimeler bulmak daha da uzun bir zaman alır.

    Klinikteki son haftama geri dönerek örnek verebilirim. Tip-A işadamımla, gergin ve performans odaklı hissediyordum ve normalde çalışılmış tarzımdan çok daha fazla konuşkandım. Beni oyunumdan dışarı çekiyordu. O anda onun sahasında oynuyordum. İşim geri dönmeye çalışmak ve neden başaramadığımı fark etmekti. Diğer bir kadın hastamla, korkuyordum: yetersizliğimden korkuyordum, beni paramparça ettikten sonra terapiyi bırakacağından korkuyordum. Her seans öncesinde karnım düğümlenmiş bir şekilde, endişeli bir şekilde ilerliyorum. Onun dünyasında, duygusal dengeyi bulamıyorum. Haftanın sonunda yıkıcı bir asperger sendromuna benzeri evde yaşayan erkek hastamla, ilişki hakkında konuşmanın neredeyse imkânsız olduğunu gördüm. Bu, diğer hastalarımla yaptığım bir şey değil. Ama beni, henüz keşfetmeye başladığımız evinin sahasına çekiyor. Bu, aile içi her karşılıklı etkileşimin diğerini parçalamak için bir fırsat olarak kullanıldığı bir ev sahası. Bu yüzden beni bilinçsizce bu tür konuşma akışlarının dışına itiyor. Bu, onun için ilişkimizi daha güvenli, ama aynı zamanda kişisel aile ortamının kuraklığını da tekrarladığı için daha tanıdık hale getirmişti. Son olarak, büyük ölçüde sessiz hastamla, terapinin ona nasıl değerli olabileceği konusunda kendimde alışılmadık bir özlem buldum. Her seansta ona bir can simidi sunma konusunda içimde yoğun bir baskı hissediyorum ve bu noktada yeni bir terapide, sadece o baskıyı merak edebilirim ve bu baskının yeni oluşturulan kişisel tiyatromuzda ne anlama gelebileceğini düşünebilirim.

    Terapistler olarak, ister farkına varmaya çalışalım ister çalışmayalım, diğerinin girdabında yaşarız. Psikodinamik psikoterapistler olarak, girdabın içinde gönüllü olarak yaşarız; onu davet ederiz. Fakat şu önemlidir ki girdabın dışında kalan her bir parçamızla girdabın içinde neyin canlandırıldığını anlamaya çalışırız –bu hastayla nasıl hissettiğimizi, kendimizi bu hastayla nasıl gördüğümüzü, bu hastayla nasıl farklı olduğumuzu, bu hastayla hangi normal varoluş biçimimizi ihlal ettiğimizi, nasıl farklı hissettiğimizi ve davrandığımızı- ve tüm bunların bize bu hastanın hayatında işgal ettiği ve bizi kişisel misafirleri olarak davet ettiği kişiler arası ve içsel dünya hakkında ne anlattığını. Genellikle, bu anlayışlar bize “an”lar halinde gelir, ki bunları daha sonra açıklayacağım. Fakat burada bahsettiğimiz şey -girdabın içinde yaşamak ve onu anlamlandırmak- bu gerçekten edinilmiş bir sanattır ve terapistler olarak gelişimimizde bize oldukça yavaş bir hızla gelir.

    Bu yüzden, şimdiye kadar, karşılaşma anları -çok güzel diyebiliriz. Ama anlar, seanslar, aylar, yıllar süren girdaplar. Hastamızın ilişkisel dünyasının içinde yaşamak. Onu görmek, kendimize tarif etmek, önce kendimize sonra da yavaş yavaş onlara mantıklı kılmak için çabalamak. Çok fazla çalışma gerektirir. Ve sonra, şükürler olsun ki ama nadiren, çökme anları…

    Çökme anları

    Üç unsurun sonuncusu, öznelerarası analitik üçüncünün alanı aracılığıyla erişilebilir ve bu alanın zaman içinde biriktirilebilen ve hastanın içsel ve kişilerarası dünyasına ilişkin anlayışımızı oluşturmak ve bilgilendirmek için bulmaca parçaları olarak kullanılabilen deneyimler, düşünceler, hisler ve hayaller sağlamasıdır. Analitik üçüncünün girdabında biriken bu deneyimler sonunda bize fark edilemeyecek kadar sessiz “işte bu” anlarında anlamlarını verirler; bu anlara “çökme anları [moments of precipitations]” diyeceğim.

    Öncelikle “çökme anları” ifadesinin arkasındaki temel metaforu açıklayayım. Lisede kimya derslerinde, iki elementi birleştirerek yaptığımız deneyleri hatırlıyorum; örneğin tuz ve suyu karıştırdığımızda. Çözeltinin içine tuz eklemeye başladığımızda, belirli bir noktada tuz aniden yoğunlaşarak çözeltiyi terk eder ve beherin dibine çöker, kendisi olarak yani tuz olarak kalırdı.

    Zamanla, hastayla aramızda benzersiz bir ilişki oluştururuz. Buna zaman ve deneyim unsurlarını ekleriz ve karıştırırız. Karıştırma süreci devam ederken, daha önce detaylandırılan “karşılaşma anları” gibi, analitik üçüncü alanından gelen birçok “an” yaşarız; bu anlar hastanın o anda daha fazla görülmüş ve anlaşılmış hissetmesine yardımcı olur. Karıştırma sürecini, yani akışı, üzerimize etkilediği veya bizden çıkardığı şeylerle birlikte taşırız.

    Ancak genellikle beklenmedik anlarda, analitik üçüncü bir nevi karışımın meta-anlayışları gibi daha derin anlayışlar sunabilir. Bu anlayışlar genellikle ani bir merak şeklinde ortaya çıkar: “… ne anlama geliyor ki?” anı. “Bu hastayla beş yıl boyunca sürekli olarak seansların beş dakika geç bitmesini ve bunu şimdi fark etmeye başlamam ne anlama geliyor?” “Bu hastanın seanslarda bana eğlenceli ve saygısız bir şekilde kendini sunmasını dört gözle beklemem ve hatta onun şeytani gülümsemesini zihin gözümde canlandırmam ne anlama geliyor?” “Hafta sonu hastama yeni köpeği için bir isim önermek üzere neredeyse bastırılamaz bir dürtü hissetmem ne anlama geliyor?”

    Bazen, bizim müdahalemiz olmaksızın, çözelti içindeki ilişkide sürekli olarak askıda kalan şeyleri görmemize çağıran çökme anları yaşarız. Bu çökme anları genellikle düşlemleme kapasitemizle arabuluculuk edilir -bedensel, motorik, imgelerle (veya işitsel) kayıtlarımızın dikkatimizi anlık olarak çekmesine izin verme kapasitemizle. Bu çökme anları, daha çok yıldırım çakması gibi değil, loş bir odada açıkça görünen bir şeyi tespit etme gibidir. Düşüncelerimizde, hayal kurmalarımızda tekrarlanan bir şey, ilişkide her zaman orada olan ancak bilinçli gözümüzden kaçan bir yöne dikkat çeker. Bu, terapist olarak belirli bir hasta ile etkileşimde bulunduğumuz ilişki parametrelerinin bazı bölümlerini fark etmemizi sağladığı için önemlidir. Bu anlar, analitik üçüncünün deposunda birikir ve yoğunlaşır, çöker, böylece bu parametreleri ve bu parametrelerdeki katılımımızı görebiliriz. Ardından, bu parametreleri düşünmeye başlayabiliriz ve nihayetinde hastanın yaşamında bağlamsal bir anlayış elde edebiliriz. Dürüstçe-kazanılmış bu bakış açısına (içsel dışsal) sahip olduğumuzda, hastamıza belirli bir doğruluk ve merhametle konuşma hakkını kazanırız. Hastanın içsel psikolojik dünyasında yaşamış ve zorlanmış olduğumuz için, sözlerimiz belirgin bir zarafet ve gerçeklik kombinasyonunu taşır. Ve bu, derin psikolojik hastalarımızın daha bütün insana dönüşmesini teşvik eden ve ona izin veren değişimin gerçekleşebileceği ve hatta gerçekleştiği güçlü bir ortamdır. Ireland (2003: s. 17) süreci şu şekilde özetler:

    Her analizde, analiz edilen ile analist arasında psişik parçacıkların sürekli dinamik bir hareketi vardır; bu parçacıklar birbirleriyle karışır, birbirlerine bağlanır ve birbirlerinden itilir, aralarında ileri geri hareket eder, hasta bilinçsizce analisti, ego ve diğerleri hakkında tanıdık bir bilinçdışı hayali paterni eşleşmeye yönlendirir. Analiz edilenin protosymbolik parçacıkları, sözlü ve sözsüz alışverişler aracılığıyla analistin iç yapısına akarak, daha sonra geri döner. Bu döngü tedavi boyunca tekrar tekrar gerçekleşir, her analistin tarafına gelen akışla birlikte, birikim etkisi başlamaya başlar. Bu birikimde, analist kendini transferans deneyimiyle doygun hale getirir ve Bion’un belirttiği gibi, bir “seçilmiş gerçek [selected fact]” ortaya çıkmaya başlar, böylece sembolik genişletme analist içinde şekil almaya başlar. Bu, Braille’e (körler alfabesi) yavaşça dokunulmaya başlanması gibidir.

    Bu, öznelerarası analitik üçüncünün kutsal alanındaki analitik süreçtir. Kendimizi duygusal ve ilişkisel olarak hastaya açarız. Birçok “girdap anı” içinde ve çevresinde “karşılaşma anlarına” erişimin tadını çıkarırız. “Çökme anlarıyla” kutsanmışızdır. Bu anlardan özgünlük ve şefkatle konuşuruz. Bu şekilde biriken duygusal gerçeği konuşmamız, hastamızın her zaman orada olan, ancak çok loş bir şekilde aydınlatılmış olanı görmesini sağlar. Bu görme, yeni bir şeyin, daha bütün insani bir şeyin olasılığını -potansiyelini- sağlar -başlangıçta bizimle birlikte, ancak nihayetinde bizim dışımızdaki yaşam alanlarına kadar uzanır- bize terapist olarak bu yüzden geldiler.


    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

  • Süpervizyon Kullanmak (8. Bölüm)

    Bu metin Introduction to Psychodynamic Psychotherapy Technique‘in [Psikodinamik Psikoterapi Tekniğine Giriş] 8. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Burada bir süre öncesine ait, oldukça dokunaklı ama ne yazık ki gerçek bir hikaye var; bugün biraz abartılı görünebilir ama muhtemelen yabancı da değil.

    Gauthier (1984), aslında bir süpervizyon alan kişi tarafından yazılan nadir bir ilk makalede, süpervizyon alan bir psikiyatri asistanı olarak kendi deneyimini anlatmaktadır. Kendini, süpervizörün sözlerini hastaya ileten “haberci rolünde” görüyordu. Öğrenci terapistlerin bazen hissettikleri iktidarsızlığa değinen Gauthier, zor bir hastayı tedavi ettiği dönemden şu klinik örneği veriyor: Terapinin bir noktasında bu hasta ona bir hediye getirdi. Şöyle anlatıyor:

    Hediyeyi sağlam bir şekilde süpervizöre getirdim. Gerçek terapötik ilişkinin benimle onun arasında olduğundan daha çok onunla hastam arasında olduğunu (ya da en azından hastanın iyiliği için öyle olması gerektiğini) sık sık hissettiğim için, hediye benden çok ona gönderilmiş değil miydi?

    (Gauthier, 1984, s.515)

    Son derece önemli ve değerli bir öğrenme fırsatı olarak görüldüğü için bu kitap boyunca süpervizyonun kullanımından sıklıkla bahsedilmiştir.

                  Süpervizyonun doğru ve sık kullanılması halinde, yeni başlayan terapiste, hatta daha deneyimli terapiste bile çok büyük faydaları olabilir. Schwartz ve Abel (1955) “Psikanalitik psikoterapist eğitiminin kalbinin, kişisel analizin ötesinde, gözetim altında yürütülen klinik deneyim olduğunu” belirtmektedir (s. 257). Aralarında daha istekli olanların danışmak isteyebileceği, denetim ortamındaki dinamikler üzerine çok eski birkaç makale vardır; bunlar arasında Knight (1945), Kelly (1951) ve Hutt (1953) yer almaktadır. Daha yakın zamanda Gabbard (2010) şunu ifade etmiştir: “Uzun vadeli psikodinamik psikoterapi bir ikilide gerçekleşir, ancak hasta-terapist-süpervizör üçlüsünde öğrenilir” (s. 189).

                  Süpervizyon, maharetlerinin iki tarafa da öğretilmediği, her iki taraf için de son derece kişisel bir öğrenme deneyimidir: Wagner’in (1957) ilk makalesinde farklı süpervizyon yöntemlerine ve yapısal yönlerine bir giriş yapılmasına rağmen, öğrenciler çoğunlukla süpervizyondan ne bekleyecekleri konusunda eğitilmiyor ve süpervizörler süpervizyon tekniği konusunda nadiren aktif eğitim alıyorlar. Ayrıca, denetleyici ikili (supervisory dyad), danışanın, hastanın ve danışmanın kaygılarını barındırdığı ve sürekli olarak karşılıklı değerlendirme tehdidini içerdiği, ayrıca zayıf yönlerin açığa çıkmasıyla ilgili karşılıklı korkuları barındırdığı için gerçek bir dinamik yuvasıdır. Jacobs’un (2001) belirttiği gibi, “[süpervizörler için] bunlar, yardımcı olma, beğenilme veya çekici ya da zeki bulunma isteklerini içerebilir. Öğrenci bir akıl hocası, bir ebeveyn veya bir zalim arıyor olabilir” (s. 813–814).

    Süpervizyon genellikle, aynı anda duygusal açıdan yüklü iki ilişkinin parçası olmak (yardım edenden yardım alana doğru ileri geri geçiş yapmak) ve her etkileşimin her iki taraftaki bireyler tarafından irdelendiği gibi eşsiz ve zor bir duruma düşen süpervizyon alan kişi için en çok endişe uyandıran durumdur. Buna ek olarak her üç kişide de bilinçdışı güçler harekete geçirilmektedir. O halde nasıl olur da bu durumda bir şeyler öğrenecek kadar rahatlayabilirsiniz diye sorabilirsiniz.

    Süpervizyonda neler olduğunu adım adım inceleyelim. Çoğu zaman süpervizörünüzle tanışmadan önce fısıltı gazetesi yoluyla onun hakkında bazı “bilgiler” duymuşsunuzdur. Bu bilgiler genellikle süpervizörün stajyerlerle nasıl etkileşim kurduğuna (örneğin, zor ya da kolay); psikoterapi yapmaya yönelik teorik yönelimleri ya da “çok şey öğrendim ya da sürekli kendilerinden bahsettiler” gibi yorumlar etrafında döner. Bazen süpervizör seçme lüksüne sahip olabilirsiniz; sıklıkla da size atanırlar. Süpervizyon durumu yalnızca hastanızla ilgili yardım alabileceğiniz bir yer olarak değil, aynı zamanda bir değerlendirme durumu olarak da kurulduğundan, danışmanınız üzerinde iyi bir izlenim bırakmak istediğinizi hissetmeniz ve dolayısıyla bir miktar savunmacı davranmanız oldukça doğaldır, en azından başlangıçta. Beckett’in (1969) gözlemlediği gibi, danışanların çoğunun “iyi öğrenciler” olması gerekir. Ancak bu ihtiyaç, “iyi öğrenci”nin de “iyi hasta” gibi hiçbir direncinin olmadığı, güven veya açıklık konusunda hiçbir çekincesinin olmadığı ve güven bunalımlarının olmadığı yönündeki yanlış izlenime dayandığında, bu durum tam raporlamanın önünde bir engel teşkil etmektedir. Elbette öğrenci terapistlerin açık ve güven dolu olması gerektiğini, süpervizörlerinden korkmaması veya onlardan mantıksız beklentilere sahip olmaması gerektiğini söylemek kolaydır ancak bunu gerçekleştirmek, özellikle ilişkinin başlangıcında bir düzeyde imkansızdır (tıpkı hastalarımız için olduğu gibi). Bütün bunlar elbette hastanızı süpervizyon altında sunma şeklinizi etkileyecektir. Bu talihsiz bir durumdur, ancak özellikle başlangıçta kesinlikle beklenen bir durumdur.

    Süpervizör-danışan ilişkisinin tam olarak şöyle olduğunu anlamak faydalı olabilir: bir ilişki; bu nedenle inişleri ve çıkışları olacaktır. Gabbard’ın (2010) söylediği gibi, terapötik ittifaktan bahsettiğimiz gibi denetleyici ittifaktan da söz edebiliriz çünkü pek çok ortak noktaya sahiptirler. Terapide hasta acı verici materyali terapistin üzerine boşaltır ve terapistin bunu kontrol altına almasını bekler; süpervizyonda, süpervizyon alan kişi bu zor materyali süpervizöre yükler; sadece kontrol altına alma beklentisiyle değil, aynı zamanda onu yönetmek için yardım alma beklentisiyle de.

    Yeni başlayan terapistler, süpervizörün kaygı veya başarısızlık yaşamanın ötesinde olduğu, her zaman söylenecek doğru şeyi bildiği ve kesinlikle objektif olduğu yönünde temel bir varsayıma sahip olabilir. Bu inanç, süpervizyon veren bizler için ne kadar sevimli olsa da danışanın gelişimini engelleyen bir durumu teşvik eder. Ve hepimiz şunu aklımızda tutmalıyız ki günün sonunda en iyisini bilen hastadır.

    Daha ileri gitmeden önce, bu ikililerin çoğunun oldukça sorunsuz çalıştığını ve genellikle öğrenci terapistin beslendiğini, öğretildiğini ve kelimenin en derin anlamıyla anlaşıldığını hissedebileceği bir iklimin geliştiğini bilmek yardımcı olabilir. Bu ilişkiler genellikle stajyer meslektaş olduktan sonra da uzun süre devam eder ve her biri diğerinin profesyonel hayatında özel bir ilişki sürdürür.

    Psikanalitik/psikodinamik süpervizörlerin çoğu, denetimi, terapinin gerçekleştirilme şekline benzer bir şekilde yapılandırır. Hastanızla haftada bir veya daha sık buluşuyor olsanız da süpervizörünüz toplantı için yaklaşık bir saat sürecek şekilde, genellikle haftada bir olmak üzere belirli bir görüşme zamanı belirleyecektir. Her iki taraf da bu süreyi taahhüt eder ve bu da size süpervizörünüzün programında korunan bir alan sağlar.

    Seansların sözleşmesi esas olarak terapistin terapi saatinde olup bitenleri süpervizöre iletmesidir: hastanın anlatımı, seans ve kendi izlenimleri. Tartışma, süpervizörün sunduğu yönergeleri, zamanında olması durumunda olası bir yorumu, ancak esas olarak terapinin neden bu şekilde ilerlediğinin (ya da ilerlemediğinin) daha iyi anlaşılmasını içerecektir. Farklı süpervizörler verileri duymak için farklı yöntemler kullanır, ancak çoğu terapistin vakayı sunuşunu dinlemeyi ve ardından gözlemlerini yapmayı tercih eder.

    Önsözde de belirttiğim gibi, öğrencilerden oturumları kaydetmelerini istediğim günlerde, onların kayıtlarını dinler ve notlar alırdım, mantığım bu şekilde sadece sözleri değil müziği de duymuş olmamdı. Oldukça benzersiz bir makalede Fink (2007), kendisini yalnızca bir öğrenci analistin danışmanlığını yaptığı hastayı analizde görmekle kalmayıp, aynı zamanda hastayı birkaç ay görene kadar tanıyamamak gibi alışılmadık bir durumda bulduğunu anlatır! Bu vakada hem Fink hem de süpervizyon alan kişi, daha önce hem hastayla hem de ayrıntılı süpervizyon altında mükemmel bir iş çıkardıklarını hissettiler; öyle ki, profesyonel bir toplantıda birlikte çalışmalarının bir sunumunu yaptılar. Birkaç yıl sonra daha fazla tedavi için geri geldiğinde hastayı neden tanımadığını soruyor. Şöyle diyor:

    Bu hasta, süpervizör tarafından gerçek anlamda tanınmıyor: süpervizörün hastası, öğrenci tarafından süpervizyon oturumuna getirilen hastadır, ancak süpervizör tarafından metabolize edildiğinde, sonunda öğrenci ve süpervizörünün ortak yaratımı haline gelmeden önce değişir.

    (Fink, 2007, s.1265)

    Hastanın öğrenciye olan aktarımı (çoğunlukla olumsuz), hastanın süpervizöre olan aktarımı (çoğunlukla olumlu) ve ortaya çıkan karşı-aktarım farklı olduğu için öğrenci terapistin hastayla ilgili deneyimi süpervizörünkinden (süpervizör hastayı tedavi etmeye başladığında) çok farklıydı. Fink, bu kişinin öğrencisinin tedavi ettiği adamla aynı kişi olduğunu keşfettiğinde yaşadığı şaşkınlık nedeniyle, makalesinin sonunda seansları kaydetmenin süpervizyonu daha doğru hale getireceğini öne sürüyor; muhtemelen seanslar kaydedilmiş olsaydı bu hastayı hemen tanırdı. Ancak Önsöz’de de belirttiğim gibi kayıt yapmanın da dezavantajları var.

    Yine de öğrencilerimin kayıt aldıkları günlerde, kayıtları dinlemenin fazladan bilgi sağladığını fark ettiğim zamanlar oldu. Bir vakada, genellikle çok içine kapanık ve sessiz bir stajyer, hastasını benimle oldukça hararetli bir şekilde tartışmaya başladı. Başlangıçta düşüncelerim onun süpervizyon konusunda ne kadar endişeli olduğu ve beni memnun etmek için ne kadar çabaladığı yönündeydi. Ancak kayıtlarını dikkatle dinlediğimde hastasının çok hızlı ve heyecanlı konuştuğunu fark ettim. Bu durum tespit edildikten sonra bu stajyer, temposu kendisininkinden çok farklı olan hastasına karşı ne kadar bunalmış hissettiğinin farkına vardı. Yoğun sözcük akışını hatırlayamayacağından ve uygun şekilde yanıt veremeyeceğinden endişe duyduğunu kabul etti. Sanki hastası kendisinden karşılayamayacağı bir talepte bulunuyor ve benimle bu şekilde konuşarak bu talebini bana devrediyor ve başa çıkmasına yardımcı oluyormuş gibi geliyordu. Bu durumda, kayıt muhtemelen bizim eninde sonunda fark edebileceğimiz ya da etmeyebileceğimiz bir olguyu çok daha hızlı bir şekilde gün ışığına çıkarmıştır.

    Daha yakın yıllarda, kısmen kayıt almanın herkes için zahmetli doğası nedeniyle, süpervizörlerin kullandığı en yaygın yöntem olarak basitçe süpervizyon aldığım kişiyi dinlemeyi tercih ediyorum. Bu şekilde süpervizör, terapistin hissettiği tüm duygularla birlikte stajyerin seans hakkındaki düşüncelerini duyabilir; Zaman geçtikçe stajyerler genellikle çarpıttıkları veya “unuttukları” verileri fark etmeye başlayacaklardır. Süpervizyon alan kişinin süpervizöre bol miktarda not okuması açısından, kayıtta olduğu gibi aynı problemin geçerli olduğunu düşünüyorum; ikili, “bütünlük” adına terapistin duygulanımını kaçırma riskiyle karşı karşıyadır. Görünüşe göre stajyerler, şu anda benimsedikleri herhangi bir teoriden ziyade, çoğunlukla süpervizörün onlara nasıl davrandığına göre öğreniyorlar.

    Sloane (1986), “Denetimde Empatik Bakış Noktası” başlıklı bir kitap bölümünde, süpervizörlerin süpervizyon sırasında, öğrencilerimizin psikoterapist olarak davranmasını umduğumuz şekilde davranması gerektiğini, yani temelde susmak ve dinlemek gerektiğini belirtmektedir. Sloane, süpervizyon aldığı kişilere bilgi aşılama konusunda hissettiği sorumluluğa rağmen teori oluşturma ve yorumlama eğilimini askıya almayı denedi ve duygusal ve fanteziyle tepki vererek kendisini sunulan materyalin akışına bırakmasına izin verdi. O halde süpervizörün ikilemi, nasıl dinleneceğine dair bir rol model sağlarken öğretmektir. Süpervizyon alan kişi olarak, süpervizyon saatinizde yeterli söz süresine sahip olduğunuzu düşünmüyorsanız, bu durumun süpervizörünüze iletilmesi gerekir.

    Fleming (1953), ilk makalelerinden birinde, süpervizyon oturumları sırasında meydana gelebilecek üç tür öğrenmenin ana hatlarını çizdi: 1) Taklitsel öğrenme veya özdeşleşme yoluyla öğrenme – öğrencinin, süpervizörün yaklaşımıyla tamamen özdeşleştiği yer, 2) düzeltici öğrenme – daha doğru bir yoruma ulaşmak için süpervizörün hastanın dinamiklerini tartışarak öğrencinin hasta hakkındaki anlayışını netleştirmesine yardımcı olduğu ve 3) yaratıcı öğrenme – süpervizyon alan kişilere kendi kendilerine sorular sormanın (örneğin, “Hasta bunu bana bu zamanda neden anlatıyor?”) ve kendi cevaplarını bulmaya başlamanın öğretildiği yer. Öğrenci, bir psikoterapist olarak daha fazla güven kazanmaya başladıkça bu tür öğrenmelerin genellikle ilişkide sıralı olarak gerçekleştiğini öne sürüyor.

    Literatürde süpervizyonla ilgili makalelerin çoğu süpervizörler tarafından süpervizörler için yazılmıştır; ancak süpervizyona girecek veya süpervizyonda olan stajyerlerin nelerin tartışıldığı konusunda bilgilendirilmesi önemlidir. 1955’te Searles, denetleyici ikilisindeki yansıma (reflection) süreci adını verdiği önemli bir süreci tanımlayan dönüm noktası niteliğinde bir makale yayınladı. Bu süreç daha sonra paralel süreç (parallel process) olarak anılmaya başlandı. (Eckstein ve Wallerstein, 1958). Bu konuda daha ileri araştırmalar Doehrman (1976) tarafından yapılmıştır.

    Özünde, yansıma veya paralel süreç, terapistin terapide yaşananı süpervizyon sırasında bir şekilde eyleme dökebileceğine veya dramatize edebileceğine işaret eder. Bu şekilde terapist, hastasının başına gelenleri süpervizöre iletir ve süpervizyon saatinde paralel bir sürecin, yani terapi saatinde yaşananlara paralel bir sürecin oluşmasına neden olur. Bu eyleme dökme veya dramatize etme, örneğin süpervizyon alan kişinin seansları iptal etmesi ve hastasının randevuları iptal etmesi gibi kurnaz olabilir. Boş saate sahip olmaktan memnun olan süpervizör bu tür bir talebi kabul edebilir. Veya eyleme dökme daha az kurnaz olabilir, örneğin süpervizöre karşı agresif davranmak veya bu hastayı tedavi etmenin nasıl bir şey olduğunu göstermek amacıyla süpervizörden (genellikle bilinçsizce) bilgi saklamak gibi. Hasta-terapist ilişkisinin denetleyici ikili üzerinde doğrudan etkileri olduğu gibi, denetleyici ikilinin de hasta-terapist etkileşimi üzerinde etkileri vardır.

    Olgun, deneyimli bir klinisyen, ilk denetim seansına benimle birlikte büyük bir evrak çantası ve daha da büyük bir çantayla geldi ve oturur oturmaz onları karıştırmaya başladı. Her birinin içindekileri yere dökmek gibi oldukça umutsuz bir eyleme rağmen, tartışmak istediği seansın notlarını tam olarak yanında getirmediğini fark etti. Bunu bana olan aktarımının bir göstergesi olarak keşfettikten sonra (çalışmasını eleştirmemi bekliyordu) hastasını anlatmaya başladı. Hastasının seanslarında ne kadar dağınık olduğundan, konudan konuya geçtiğinden ve aynı zamanda işi ya da yaşam düzenlemeleri açısından bir türlü uyum sağlayamadığı hayatından bahsettiğini duyunca şaşırdı. Kendi karşı aktarımı nedeniyle, bu hastanın onun için en sıkıntılı özelliği olduğu ve anlaşılması için yardıma ihtiyaç duyduğu özelliğinin bu olduğu ortaya çıktı.

    O halde, terapide ortaya çıkan ve henüz tanımlanmamış veya anlaşılmamış olan söze dökülmemiş bir çatışmanın varlığı konusunda süpervizörü uyaran şey, süpervizyonu alan kişinin karakteristik olmayan davranışıdır.

    Paralel süreçte Searles’den (1955) bir alıntıyla yinelemek gerekirse:

    Terapist … bilinçsizce hastanın içinde olup bitenler hakkında bir şeyler – terapistin kendi kaygısının tanımlayıp süpervizöre bilinçli olarak tarif etmesini engellediği bir şey – ifade etmeye çalışmaktadır. Terapist sanki bilinçsizce bu şekilde süpervizöre terapötik sorunun ne olduğunu anlatmaya çalışıyormuş gibidir.

    (Searles, 1955, s. 144)

    Miller ve Twomey (1999), “Süreçsiz bir paralellik” başlıklı bir makalede, paralel süreç fikrine karşı çıkarak, gözetim sürecinin terapiye paralel olmadığını, çünkü farklı bireylerin dahil olduğunu söylerler. İlişkisel bir bakış açısından, paralel sürecin çok sınırlayıcı bir kavram olduğunu, çünkü süpervizyon ilişkisinin öznelerarası alanını ve daha geniş dinamiklerini hesaba katmadığını belirtirler. Ayrıca, bir süpervizör paralel süreçleri yorumladığında, bunun onları yetkili bir konuma (gözlemci olarak) yerleştirdiğini ve hükümleri etkileyen süpervizörün kişiliğinin bir kısmını hesaba katmadığını belirtirler.

    Yine de çoğu süpervizör ve süpervize edilen kişi, tüm hikaye olmasa bile, olası bir paralel sürecin ortaya çıkmasının anlaşılmasını çok yararlı buluyor. Süpervizör ilişkisinin tedavi ilişkisine paralel olmayan yönlerinden biri, açık bir öğretmen-öğrenci bileşeninin olmasıdır. Belirli miktarda didaktik talimat verilmesi gerektiğinden, öğretmen/süpervizör, tavsiye verme, yorumlama yapma ve genel olarak bilgisini yayma konusunda terapistten daha fazla yetkiye sahiptir. Süpervizörlere not: Süpervizyonu sizin için oldukça tatmin edici olabileceğini biliyoruz çünkü öğrencilere, hastalarla yapamayacağınız şekilde konuşmanıza izin veriliyor, hatta teşvik ediliyorsunuz. Ne yazık ki, süpervizyonda empatik dinlemenin en iyi örneği olduğunu bildiğimiz şekilde davranmadığımız zamanlar oluyor.

    Daha önce de belirtildiği gibi, süpervizyonla ilgili makalelerin çoğu süpervizörün bakış açısından yazılmıştır ve öğrenci terapistin deneyiminin çoğu şüphesiz gözden kaçırılmıştır. Bu bölümün başında alıntılanan makale bir istisnadır. Beckett (1969), yine süpervizörün bakış açısından yazarak, öğrenci için öğrenci-süpervizör kurulumundaki gerginliği vurgular. Terapistin doğal kaygıları ve belirsizliklerine hata yapma ve süpervizör tarafından eleştirilme korkusunu eklersek, psikoterapi sanatını öğrenmenin zorluğunun daha da artacağını söyler.

    Öğrencilerin, süpervizörlerine karşı etkileyici bir görüntü sunma ve aynı zamanda yönetmekte zorlandıkları hastalarıyla ilgili sorunları bildirebilme ihtiyacının, oldukça fazla kişilerarası hokkabazlık gerektirdiğini hissettiklerini kesinlikle görebiliyoruz. Süpervizöre gelen öğrencinin üç bilinçli seçeneği vardır: materyali farkındalığının tüm kapsamıyla ifşa etmek; materyalin bazı kısımlarını ciddi şekilde sınırlamak, düzenlemek veya bağlamını değiştirmek veya materyali tartışmadan tamamen çıkarmak. Bu ikilemi, yalnızca hastalarının ne kadar iyi ilerlediğini ve terapiyi danışanlarının teorik ve terapötik duruşuyla nasıl tutarlı bir şekilde yürüttüklerini gösteren seanstan yalnızca “olumlu” materyal sunarak çözecek bazı öğrenciler vardır. Elbette, bu durumda stajyer çok az şey öğrenir. Diğer öğrenciler, kısmen süpervizörden yardım istemek ve kısmen de eleştirilme olasılığına karşı savunmak için yalnızca “olumsuz” veriler sunacaklardır; bu nedenle, süpervizör bir şans elde etmeden önce kendilerini eleştirirler. Yine, asgari düzeyde öğrenme elde edilir.

    Süpervizör olarak ilk deneyiminizde ortaya çıkabilecek bir diğer zorluk, bazen hastanızla anlamadığınız veya onaylamadığınız bir şekilde etkileşime girdiğinizi fark etmenizdir, çünkü süpervizörünüz bunu tavsiye ediyor gibi görünüyor. Bu, üç taraf için de çok yardımcı olmayan bir durumdur. Elbette, öğrenci ve süpervizör, hastanın tedavisinin öğrenci terapistin sorumluluğu olduğu konusunda net bir fikre sahip değilse büyük sorunlar ortaya çıkabilir. “Süpervizörün işlevi, [stajyerin] gelişimini ilerletmektir, hastasını uzaktan kontrolle tedavi etmek değil” (Beckett, 1969, s. 173).

    Bu bölümü açan anekdota rağmen, çoğu süpervizör süpervize edilen kişinin hastaya kelimesi kelimesine—hatta yakın—bir yorum veya tartıştıkları başka bir gözlemi geri götürmesini beklemez. Hiçbirimiz hastanın daha sonra ne getireceğini bilmediğimizden, süpervizyonda tartıştığınız konunun bir süre daha tekrar ortaya çıkma olasılığı yüksektir; bu nedenle, süpervizörünüz—bir kez daha—mükemmel bir yorumla ortaya çıkmış olsa bile, büyük ihtimalle bunu hemen deneyemeyeceksiniz ve daha sonra kullanmak üzere zihinsel dosyanıza kaldırılmalıdır. Süpervizör sonrası terapi seansınıza süpervizörünüzün yorumları dökülmeye hazır bir şekilde girerseniz, hastanız sizi belirgin bir şekilde duygusuz olarak deneyimleyecektir. Terapistler olarak işleyebileceğimiz en kötü dinleme “suçlarından” biri, bir gündemle seansa girmektir. Bu, dalgalı dikkatinizi ciddi şekilde sınırlar.

    Başlangıç ​​seviyesindeki terapistler için süpervizyonla ilgili birkaç konu her zaman bir zorluk gibi görünmektedir: Hastanızla birlikteyken süpervizörünüzü ne kadar kafanızda tutmalısınız? Kendi tarzınızla uyuşmasa bile süpervizörünüzün önerdiği şekilde çalışmaya ne kadar çalışıyorsunuz? Süpervizörünüze danışmadan hastanıza kendiliğinden, doğru hissettiren şekilde ne sıklıkla yanıt veriyorsunuz? Ne sıklıkla yaptığınız bir şeyi hastanızla paylaşmamayı istiyorsunuz? Bu sonuncusu Gabbard (2010) tarafından olası bir sınır ihlalinin kaygan zemini olarak belirtilmiştir. Bu tür sorunları yönetmek zor olabilir; ancak süpervizörünüz size belirli davranışların ne zaman uygun ve ne zaman uygun olmadığına dair somut örnekler verebilir.

    Süpervizyon toplantınızın zamanlaması da önemli bir faktördür. Deneyimime göre, hastanızla terapi seansınızdan hemen sonra süpervizyon planlamamak en iyisidir, çünkü bu, az önce olan biteni dikkatlice değerlendirmek yerine, iç dökmeyi ve zavallı süpervizörünüze boşaltmayı teşvik etme eğilimindedir. Daha da kötüsü, süpervizyonu terapi seansınızdan bir saat öncesine planlamaktır, çünkü o zaman, az önce yaptığınız tartışmayı sindirmek için zamanınız olmadığı için, içinizi dökerek zavallı hastanıza laf sokmaya meyilli olursunuz. Daha önce de belirtildiği gibi, süpervizörünüzün bir önceki seansta söyledikleriyle hala meşgulseniz, hastanızı dinlemeniz imkansız olacaktır.

    Süpervizyonda aktarım konuları

    Klinik psikoloji mezunu bir öğrenci olan Melanie, psikodinamik terapi yaklaşımını öğrenmek istediği için çalıştığım hastaneye geldi. Daha kısa süreli terapilerin öğretildiği başka yerlerde bulunmuş ve bunları tatmin edici bulmamıştı. Onun süpervizörü olmayı memnuniyetle kabul ettim ve o da benimkinin karşısındaki bir ofise yerleşebildi. Süpervizyon çok zor bir vaka üzerinde ilerledikçe, bana kişisel hayatı hakkında daha fazla şey anlatmaya başladı. Wallace ve Alonso (Greben ve Ruskin, 1994’te) şunları belirtmiştir:

    Denetleyici ilişki geliştikçe, bir yandan mahremiyete, diğer yandan ifşaya yönelik ikili çekimler arasında dinamik bir gerilim ve etkileşim gelişir… Stajyerin ifşaya yönelik çekimi, yalnızca özdeşleşme nesnesi olarak hizmet edebilecek hayranlık duyulan bir öğretmenle bağlantı kurma isteğiyle değil, aynı zamanda öğrenmek için psikoterapötik çalışmayı açığa çıkarma gerekliliğiyle de beslenir. Süpervizyon, öğrencinin [hastayla] ne olduğunu (mümkün olduğunca eksiksiz bir şekilde) ifşa edeceği ve ayrıca etkileşimle ilgili duyguları tartışacağı varsayımına dayanır.

    (Greben ve Ruskin, 1994, s. 211)

    Doehrman (1976), terapistlerin süpervizörlerine karşı gösterdikleri yoğun aktarım tepkilerini inceledi ve bu aktarımların psikoterapiyi yürütme biçimleri üzerindeki etkilerini değerlendirmeye çalıştı. Süpervizör ilişkisindeki çatışmalar çözülmezse, hastalarla eyleme döküleceği sonucuna vardı.

                  Melanie’nin durumunda, çatışmalar kontrolcü annesi etrafında dönüyordu (başka ne olabilirdi?), benim ondan çok farklı olduğumu ima ediyordu—elbette olumlu bir şekilde. Annesinin sık sık gittiği mağazaları önermeye başladı ve bu mağazalardan annesininkinden daha heyecan verici kıyafetler alacağımı söyledi. Ve eve yaptığı gezileri anlatırken, gizlice ailesiyle başa çıkma konusunda tavsiye istedi. Başka bir lisansüstü öğrenci bölümümüze katıldığında ve benden süpervizyon istediğinde işler daha da netleşti. Belki de tahmin edilebileceği gibi, bu iki öğrenci en başından beri pek iyi geçinemediler ve paylaşmaları gereken ofis alanı için sık sık kavga ettiler. Sonunda Melanie’ye kendi psikoterapisinden faydalanabileceğini söyledim ve o da hemen kabul etti. Yaklaşık bir ay sonra, oldukça utangaç bir şekilde ofisime geldi ve “Bunun uygun olup olmadığını bilmiyorum ama beni analizde veya psikoterapide görüp görmeyeceğinizi merak ediyordum.” dedi. Bu bazı açılardan cazip gelse de boyun eğmedim ve onu bir meslektaşıma yönlendirdim. İlk başta reddedildiğini hissetti ve bunu aşmamız biraz zaman aldı. Şimdi konferanslarda onunla görüşmekten ve hayatı hakkında bir şeyler dinlemekten keyif alıyorum.

                  Aslında süpervizyon kisvesi altında psikoterapi yürütmek, literatürde öğretme-tedavi ikilemi olarak anılmıştır. Süpervizyon alanlar, kendi terapilerinde olsalar bile, genellikle süpervizörlerini terapist olarak kullanmaya meyillidirler ve süpervizörler de genellikle iş birliği yapmaya meyillidirler. Çünkü hasta ile çalışma açısından aktarım ve özellikle karşı-aktarım sorunları tartışıldığı için, stajyerler muhtemelen en azından bir miktar kendini ifşa etmeye dahil olacaklardır, örneğin: “Bu hasta sana neden bu kadar çok ulaşıyor? Bu hastada seni heyecanlandıran, rahatsız eden, korkutucu olan şey nedir?” Bu, doğal olarak süpervizyon alanın kendi sorunları üzerinde düşünmesini içerir ve karşı-aktarım odaklı süpervizyon olarak adlandırılır. Çoğu yazar, Sarnat (1992) ve Zaslavsky, Nunes ve Eizirik (2005) ile süpervizyon alanların profesyonel işleyişlerini aktif olarak etkileyen karşı-aktarım sorunlarının, gerçek vakanın tartışıldığı süpervizyonda ele alınması gerektiği konusunda hemfikirdir. Ancak, süpervizörlerin burada uygun bir çizgi çekebilmeleri ve denetlenen kişiden gelen materyalin hastanın tedavisine doğrudan yansıyan kısmını anlayabilmeleri önemlidir. Denetlenen kişiyi rahatsız eden diğer sorunlar, denetleyici ilişkinin dışındaki bir terapiste yönlendirilmelidir.

                  Bir süpervizörde yakın zamanda gerçekleşen bir aktarım ifadesi beni gerçekten şaşırttı. Deneyimli bir stajyere süpervizörlük yaparken aniden kalp atış hızım hızlandı ve biraz başım döndü. Bunun önemsiz bir şey olduğunu düşündüm ve mesai saatinin sonuna kadar süpervizörlüğe devam ettim. Kocası doktor olan süpervizör bana iyi olup olmadığımı sorup duruyordu ve çok endişeli görünüyordu. Ona bitirdikten hemen sonra acil servise gidip kontrol ettireceğimi söyledim ve ona defalarca “İyi ki bir hastayla birlikteyken böyle bir şey olmadı!” dedim. Onu bir daha gördüğümde ilaç almıştım ve iyi olduğuma dair güvence vermiştim. Kocasıyla bu konuyu konuşmuştu ve kocası da bu tür şeylerin tehlikeli olabileceğini söylemişti. Tekrar, bu olduğunda bir hastayla birlikte olmadığım için rahatladığımı söyledim. Süpervizyon sözleşmemizin sonunda bu stajyerden çok az haber aldım ki bu alışılmadık bir durumdu ve başka destek kaynakları bulduğuna karar verdim. Yakın zamanda, ilişkimizi bitirdikten yaklaşık bir yıl sonra, arkadaşlarından biri için bana bir tavsiye mektubu yazdı. E-postasına “Nasılsın? Kalbin nasıl?” diye başladığını fark ettiğimde, bu olaydan ne kadar korktuğunu fark ettim. Ona her şeyin yolunda olduğuna dair tekrar güvence verdim ve şimdi yeni aydınlanmış olarak, ona hastalık ve ölümle ilgili geçmiş deneyimlerini sorabilmeyi diledim. Ancak, koşullar artık bu tür bir keşif için uygun değildi ve bu yüzden ona yardımcı olmak için hala etrafta olduğumu bilmesine güvenmek zorundaydım ve bana süpervizyonda aktarım hakkında başka bir ders verdiği için ona minnettar olmalıydım, yani bunun gerçekleştiği dersini!

                  Süpervizyonda ve terapide gözlemleyebileceğimiz önemli paralel süreçlerden biri, stajyerin hastasıyla psikoterapisinin sonlanmasının aynı zamanda süpervizyon ilişkisinin sonlanmasının da işareti olabilmesidir. Burada da sıkıntılı terapist iki duygusal olarak yüklü durumun ortasındadır. Genellikle süpervizyon ilişkisinin sonlandırılması, hastanın tedaviyi bırakma konusundaki duyguları ve terapistin hastayla çalışmayı sonlandırma konusundaki duyguları kullanılarak dolaylı olarak ele alınır. Bu, süpervizyon çiftinin ilişkilerini sonlandırma konusundaki duygularının yer değiştirmesi olarak hizmet edebilir. Bu gerçekleşirse, süpervizyonun sonlandırılması hakkında ayrıntılı olarak konuşulmayabilir -ya da hiç konuşulmayabilir. Ancak, bu ilişkinin olası yoğunluğu ve birçok aktarım fırsatı tanımlandığı için, süpervizyon ilişkisinin sonlandırılması önemli olarak görülmelidir. Psikoterapinin sonlandırılmasında ortaya çıkan sorunlar -ayrılık ve kayıp sorunları ve büyüme sorunları- süpervizyonun sonlandırılmasının ayrılmaz bir parçasıdır.

                  Elbette bazı öğrenciler için, süpervizyon ilişkisinin sona ermesi bir rahatlama olarak gelebilir, çünkü artık her kelimelerinin hesabını vermek zorunda olmayacaklarını ve değerlendirilmeyeceklerini hissederler. Özellikle ilişki yoğun ve olumsuzsa ve aktarım duyguları üzerinde çalışılamamışsa veya gerçekte kötü bir eşleşme olmuşsa, stajyer okuldan atıldığını ve artık kendi yoluna gitmekte özgür olduğunu hissedebilir. İlişki bağımlılıkla karakterize edilmişse, öğrenci terapist profesyonel dünyaya tek başına çıkmaktan rahatsız olabilir ve hatta korkabilir.

    Çoğu zaman hem öğrenciler hem de danışmanları vedalaşmaktan üzüntü duyarlar. İlişkinin karşılıklı olarak ödüllendirici olduğunu ve her birinin diğerinden öğrendiği bir ilişki olduğunu düşünürler. Genellikle karşılıklı saygı bağı ve birbirleriyle rahat bir ilişki kurma biçimi geliştirmişlerdir. En iyi durumlarda bile, her biri diğerinin öz saygısını ve profesyonellik duygusunu geliştirmiştir. Süpervizyon ilişkisini sonlandırmadan önce bu duyguların en azından bazılarının tartışılması için zaman tanımak hem öğrenci hem de danışman için önemli ve faydalıdır.

    Ve Gabbard’ın (2010) söylediği gibi, eğitim yıllarımızda süpervizyonun etkili kullanımı, profesyonel hayatımız boyunca devam eden danışmanlık için zemin hazırlar. Kendi terapinizde olsanız bile, hala kör noktalarınız olacak -hepimizin var- ve aktarım – karşı-aktarım karışımına dahil olmayan bir meslektaşınız veya süpervizörünüzle konuşmanın son derece değerli olduğunu göreceksiniz.

    Süpervizyonda karşı-aktarım sorunları

    Paralel süreç hakkında söylediğimiz gibi, süpervizör, öğrenci terapistin hasta ile ilişkiye çekildiği şekilde öğrenci terapist ile ilişkiye çekilebilir. Bu olgunun gerçekleşip gerçekleşmediğine karar vermeye yardımcı olan yöntemlerden biri, süpervizörün süpervizyon sırasında hissettiklerine ulaşabilme ve bunu değerlendirebilme becerisidir. Bu, öğrenci terapistine ve hasta ile etkileşimlerine kısmen bilinçsiz bir tepki verme anlamında karşı-aktarımdır ve son derece yararlı bir bilgi kaynağı olabilir:

    Bir süpervizörün deneyimlediği duygular (hatta özel, “öznel” fantezi deneyimleri ve öğrenci terapist hakkındaki kişisel hisleri dahil) genellikle öğrenci terapist ile hasta arasındaki ilişkiyi karakterize eden süreçlerin değerli açıklamalarını sağlar. Ayrıca, bu süreçler genellikle terapötik ilişkide zorluğa neden olan süreçlerdir.

    (Searles, 1955, s. 135)

    Gorkin (1987), süpervizyonda karşı-aktarım üzerine, süpervizörlerin süpervizyon sürecine girerken ortaya çıkan duygusal fenomenleri bildiren mükemmel bir bölüm yazmıştır. Bu paralel süreçler her iki yönde de akabilir: hastadan “yukarıya” terapistten süpervizöre ve süpervizörden “aşağıya”, böylece hasta etkilenir.

    Süpervizörlerin kendi zaafları ve yardım etme, öğretme, hayranlık duyulma, taklit edilme ve tüm cevapları bilme gibi narsisistik ihtiyaçları vardır. Bir koruyucu melek olarak görülmekten hoşlanabilirler (mücadele eden terapist ve hastaya çok ihtiyaç duyulan yardım ve rehberlik sağlamak). Ya da bir balayında refakatçi olarak görülmekten korkabilirler (özel terapi ilişkisine müdahale etmek):

    Ayrıca, süpervizörler öğrencilerine karşı arzu veya kıskançlıktan muaf değildir. Yaşlanma veya algılanan başka bir güç kaybı nedeniyle, bir süpervizör [süpervizyonu] … kaybedilen bir gençliği, canlılığı veya gücü geri kazanmak için kullanabilir…

    (Jacobs, 2001, s. 817)

    Bu duygular, onların nasıl süpervizyon yaptıklarını etkileyecektir.

    Tıpkı terapistinin süpervizyon aldığını bilen hastanın süpervizörle fantezi bir ilişkisi/aktarımının olabileceği gibi, bir süpervizör de hasta hakkında duyduklarında hastaya karşı bir karşı-aktarım tepkisi gösterebilir. Süpervizör hasta için üzülebilir, hastaya ilgi duyabilir, hastaya kızabilir, hastayla özdeşleşebilir veya terapistin kendisi olmasını isteyebilir. Tüm bu süpervizör karşı-aktarım tepkileri -özellikle Fink’in (2007) yukarıda atıfta bulunduğu gibi, süpervizörün hastayı stajyerden kurtarma ve kendisi tedavi etme fantezisine sahip olduğu sonuncusu- elbette süpervizörün terapisti nasıl dinlediğini/değerlendirdiğini etkileyecektir.

    Süpervizörler kendilerinin de değerlendirildiğini ve yargılandığını bilirler. Süpervizöre nasıl davrandıkları süpervizörün akranları arasında konuşulacaktır, böylece ne kadar sevilmeye ihtiyaç duyduklarına bağlı olarak gözlemlerini buna göre sınırlayabilirler. Süpervizörler için ipucu: Spontane ve doğal, alçakgönüllü ve empatik, sabırla dinleyebilen ve mizah anlayışına sahipseniz, öğrencileriniz bunu fark edecektir. Ayrıca, süreç boyunca kendi görüşlerinizi, şüphelerinizi, endişelerinizi, yol gösterici ilkelerinizi (ve cehaletinizi – illa kendi başarılarınızı değil) onlarla paylaşırsanız bunu takdir edeceklerdir. İyi bir süpervizör, süpervizyonda öğrenmenin iki yönlü olduğunu bilir.

    Sonsöz

    Ve böylece bu kitabın sonuna geldik; umarım psikodinamik psikoterapist olarak kariyerinize ilginç bir başlangıç ​​sağlamış olur. Tüm meslekler arasında, bu meslek—hem bilimsel hem de gizemli—insan olarak uygulayıcılarından en fazlasını talep eder: zekanızı, duygularınızı ve kişisel yaşam felsefenizi başka hiçbir mesleğin yapamayacağı kadar zorlayacaktır.

  • Alan Yaratmak (6. Bölüm)

    Dün, Noel Arifesi’nden bir gün önce, sekiz yıl boyunca haftada birkaç kez gördüğüm bir hastamdan bir kart aldım. Kartın dışı çok güzeldi, renkli olarak beş atla kabartılmış ve işlenmişti (bu arada hastanın iki atı var). İçinde sadece el yazısıyla yazdığı basit kelimeler vardı:

    “Bana kendimi verdin.

    Hayatımın geri kalanı için teşekkür ederim.

    Onu iyi yaşayacağım.”

    Biz kutsal bir iş yapıyoruz. Bu çalışmanın potansiyelleri nedeniyle, ulaşamayacağımız görünen şeyleri yönlendirmeye, gizemini çözmeye ve erişilebilir hale getirmeye çalışarak yazıyorum. Psikodinamik psikoterapinin edinilmiş sanatı, çeşitli yoğunluklarda müzik okumayı, hissetmeyi ve çalmayı tam zamanında ve uygun dokunuşla yapabilme yeteneğine sahip, bir bütün olarak bir senfoni gibi becerileri içerir ve yavaşça ustalaşmayı gerektirir. Detaylar göz korkutucu olabilir. Ancak detaylar, dokunuş ve zamanlama için vaktimiz olacak. Birlikte, detayların zaman geçtikçe gelişeceği bazı temel hususların taslağını çiziyoruz.

    Psikodinamik psikoterapinin müziğini iki anahtarlı bir düzenle düşünün. Şimdiye kadar, sağ elinizle çalmanız gereken şeylerden bahsettik: yani tiz anahtar, öyle söyleyelim. Melodiyi taşır (çoğu zaman). Çalışmamızda, bu içten dinleme, uyumlu bir şekilde dinleme, sıradan dinlemeden şaşırtıcı derecede farklı bir şekilde dinleme sanatını içerir. Diğer anahtar—bas anahtarı—melodiye bağlam, anlam ve derinlik kazandıran arka plan müziğini sağlar. Bu, sol elinizle (çoğumuz için daha az baskın olan el) çalınır ve belki de daha yavaş ustalaşılır. Bu anahtar, terapide zaman içinde duyduğunuzu ve hastanızla birlikte çaldığınız müzik içinde neler olup bittiğini anlama sanatını içerir.

    Şimdi, dinleme sanatında bir adım daha atacağız ve ardından anlama sanatına geçeceğiz. Şimdiye kadar bahsettiğim rezonans, uyum ve potansiyel alanını yaratmanın neye dayandığına değineceğiz. Derinlemesine dinlemenin gerçekleştiği yeri nasıl buluruz? Bu alan içte ve dışta nasıl görünür ve hissedilir ve buluşma anlarının gerçekleşme şansını nasıl optimize ederiz?

    Eski Ahit sembolojisinde, Tanrı tapınağın inşasını yönlendirdiğinde, ayrıntılı bir şekilde tarif etti, bunlar arasında tapınağın en kutsal bölgesinde bulunan ahit sandığı da vardı. Ahit sandığı, her iki ucunda altın serafim (melek) olan sağlam altın bir platforma sahip olmalıydı. Bu melekler arasında, sadece hava olan boş bir alan bulunmalıydı. Bu kutsal, düzensiz alan, Tanrı ile insan arasında en kutsal buluşmaların gerçekleşeceği yer olacaktı.

    İçten dinleme sanatı, içerde ve dışarda alan gerektirir. Bu alan, sıradan sosyal ritüellerle, nezaketlerin sıcaklığıyla doldurulmamış olmalı; bunlar bilinçsizce ama sürekli olarak daha  kaygı kendi sesini çıkaramadan onu söndürür. Birinin yalnızlığını, diğerinin varlığında tutabilecek kadar büyük ve hareketsiz bir alan. En kutsal buluşmalar, birinin düşünülmemiş, söylenmemiş parçaları ile diğerinin dinleyen sessizliği arasındaki bu buluşmalar, potansiyelin disiplinli alanını veya Winnicott’un deyimiyle “potansiyel alanı” gerektirir. Gaston Bachelard, The Poetics of Space adlı eserinde bunu şöyle ifade eder:

    “Uçsuz bucaksızlık içimizdedir. Varlığın bir tür genişlemesiyle ilişkilidir; yaşam bunu frenler ve tedbir bunu durdurur, ancak yalnız kaldığımızda yeniden başlar. Hareketsiz hale gelir gelmez başka bir yerdeyizdir; muazzam bir dünyada hayal kuruyoruzdur. Gerçekten, uçsuz bucaksızlık hareketsiz insanın hareketidir. Sessiz günlük düşlemenin dinamik özelliklerinden biridir.”

    (1969: s. 184)

    Psikodinamik psikoterapi bu uçsuz bucaksız alanda, kişinin yalnızlığının kendisiyle buluşabileceği ve diğerinin varlığında kendini tanıyabileceği alanda gerçekleşir. Ve bu buluşma alanı gerçekten de hassastır! Yıllar önce, eğitimimin başlangıç zamanlarında , klinikte kıdemli bir terapistle çalışıyordum. Bu terapist, bekleme odasına girer, genellikle erkek ergen olan danışanını bulur ve coşkulu bir jestle danışanın sırtına vurur ve neşeli bir sesle, “Bugün nasılsın dostum? Haydi gel!” derdi. O zamanlar, iyi niyetli coşkusuyla samimi ve neşeli bir ortam yaratmaya çalışırken, aslında seansı başlamadan bitirdiğini düşünmeden edemezdim.

    İçten dinlemenin içsel alanı, her şeyden önce, başka bir kişiyle saf, sade bir biçimde karşılaşmak için içsel bir hazırlık gerektirir. Saf ve sade. Birkaç gün önce arkadaşlarımın yeni doğmuş bebekleri Emma’yı hayatının ikinci gününde ziyaret ettim. Henüz insan olmanın yollarını öğrenmemiş, herhangi bir kalkan ya da örtü olmaksızın—alanına giren herkesin bakışını ve enerjisini almak zorunda kalarak—tamamen savunmasızdı. Bu durum hem değerli hem de silahsız bırakan bir deneyimdi, ama aynı zamanda tehlikeli bir şekilde korumasız olduğunu düşündürdü. İlk bebeklik günlerimizden sonra, kendimizi sosyal ritüellerle, cesaretle, zeka, sıcaklık, mizah, mesafe ya da otorite ile sarma sanatını öğreniriz. Bu, diğerlerinin tehlikelerine karşı sürekli ve bilinçsizce bizim için nöbet tutan görünmez korumamız olur.

    İçten  dinleme alanı, bu alana girmek istememiz halinde, terapistler olarak kendimizi sarmalayan normal koruma kozamızı açmayı gerektirir—bu, bizim sıradan ikinci derimizdir. Diğerinin tam gücüne yer açmak için bunu soymak anlamına gelir. Bu, bu alanı yeterince büyük, yeterince hareketsiz ve ortaya çıkmak isteyebilecek şeyleri içerecek kadar sağlam olarak belirleyen, bazıları görünüşte çok küçük olan birçok şey anlamına gelir.

    Bu alanı genellikle örtmek için refleks olarak (bilinçsizce) birçok şey yaparız. Bu bölümde yazdıklarım bu örtüleri tehdit edebilir. Tarzınıza uymadığı ya da önemsiz göründüğü için onları anında reddetmeye eğilimli olabilirsiniz. Bu konuda bir uyarı notu sunuyorum. 1867’de Joseph Lister, cerrahide steril bir alan tutulmasını önerdi. O dönemde ameliyat sonrası ölüm oranı %50 idi. “Ameliyat başarılı oldu, ama hasta öldü” sözü, günün gerçek ve yaygın deyimiydi. Lister’in yöntemleri, basit ve müdahalesiz olmalarına rağmen, şüphe, kayıtsızlık ve hatta düşmanlıkla karşılandı. Müdahaleleri, belki de, önemsiz görünecek kadar küçük olabilir. Ancak bazı küçük şeyler gerçekten önemlidir. Psikodinamik psikoterapide, bu yaklaşımlar, bir terapinin yaşaması ve derinlemesine etkili olması ile etkisiz ve yüzeysel kalması arasındaki farkı yaratabilir.

    Başlangıç Anları

    Terapi, hastayla ilk karşılaştığımız andan itibaren başlar. Karşılaşma anımız (hatta telefonda ilk anlarımız) “Bu farklı bir alan. Bu alanda, alıştığınızdan daha fazla yer olacak. Bu alanda sizinle sizin şartlarınıza göre karşılaşmak için bekleyeceğim /bekleyeceğiz. “Belirli bir hasta ile ilk karşılaşmamıza hazırlanırken, yeni terapistlerin (ve sık sık deneyimli terapistlerin de) yetkinliğimiz hakkında, bu ilk seansın nasıl geçeceği ve bu kişinin bizi tavsiye eden kaynağa ne söyleyeceği hakkında bizi saran düşünce ve endişeler, görüşme anlarından önce dikkatimize çarpan, tanınmalı ve bu düşüncelerden uzaklaşmalıyız ki kendi duyarlılıklarımızın alanı müsait olsun. Bu, kalplerimizin bu kişinin bizi belirli bir şekilde görme ihtiyacımızla ya da bize belirli bir tepki verme ihtiyacımızla dolu olmaması gerektiği anlamına gelir. Bunun yerine, basit bir açıklık ve merak ruhu olmalıdır. Burada ne olacağını, bu kişiden ve bu ilişkisel alanda ne ortaya çıkacağını bilmiyoruz. Onlardan veya bizden neyin ortaya çıkacağını bilmiyoruz. Bizim görevimiz, sadece bilinmeyen şeyin ortaya çıkabileceği bir alan sağlamaktır.

    Bununla birlikte, bu kişi için, yeni hastamız için, bu karşılaşma anının korkutucu ve zor olacağı gerçeği kabul edilmelidir. Tüm hafta boyunca bunu düşünecekler, belki de önceki gece iyi uyuyamayacaklar. Bugün giyecekleri kıyafetleri seçme, ofisimizi bulma ve kararlaştırılan saatte oraya varma konusundaki (bilinçli veya bilinçsiz) kaygıyı aşmak zorunda kalacaklar. Sonrasında, ilk telefon görüşmesinde sesimizin tonuna ve önceden edindikleri diğer bilgilere dayanarak kafalarında oluşturdukları imajı hızlıca ayarlamak zorunda kaldıkları tanışma anı gelecek.  Bu ilk seansta işlerin nasıl gideceğini, kendilerinden ne isteneceğini bilmiyor olacaklar.

    Tonu Ayarlama

    İlk anlar kritik öneme sahiptir; tüm sürecin ölçütünü belirlerler. Bir terapinin ilk birkaç dakikası, tüm seans için bir boşluk yaratır ve tonunu belirler. Sosyal eğitimimiz bize kaygıyı gidermenin yollarını öğretmiş olabilir, ancak terapinin başlangıcında görevimiz kaygının açıkça yaşanabileceği bir yer ve zamanla, tüm gizli duyguların açıkça yaşanabileceği bir yer oluşturmaktır.

    Bu nedenle, “Hoş geldiniz. Burayı bulmakta zorluk yaşadınız mı?” veya “Uygun bir toplantı zamanı oldu mu?” gibi alışılmış selamlaşma yöntemleri yerine, sadece “Brett? Ben Dr. Quatman. Lütfen içeri gelin.” gibi bir sorgulama yer alır. Koridorda terapi odasına yürürken hava durumu hakkında küçük bir sohbet yerine sessizlik vardır. Oturduğumuzda, “Ah, ofisinizi gerçekten beğendim.” “Teşekkürler, ben de beğeniyorum. Bu binada 1992’den beri buradayım.” gibi sosyal konuşmalar yerine, bir boşluk vardır. Terapinin başlangıcında, hem terapist hem de hasta için endişenin sessizce onurlandırıldığı bir alan vardır.

    Bu, terapistin tamamen sorumlu olduğu, pratiğe dayalı ve disiplinli bir boşluktur. Biz terapistler, başlangıçtaki kaygının alanını doldurmayı seçebiliriz, ancak bunu yaparken, Ogden’i (1989) özetlemek gerekirse, hastayı kendi varlığını ve terapinin kendi yolculuğuna başlama yolunu bulma şansından mahrum bırakmış oluruz. Bu, işin bir kuralı değil, işin bir aracıdır. Tonu ayarlamak, hastaya, bir başkasıyla daha önce yaşamadığı bir şekilde birlikte olacağımızı ilk andan itibaren iletmenin bir yoludur.

    Bir danışanım, stajı için yerel YWCA’de (Genç Kadınlar Hıristiyan Derneği , 100’den fazla ülkede kadınların, genç kadınların ve kızların güçlendirilmesine, liderliğine ve haklarına odaklanan, kar amacı gütmeyen bir kuruluş) çalışıyordu. Bekleme odası ile terapi odaları arasında, yarım şehir bloğu uzunluğunda L şeklinde bir koridor vardı. Hastanın boş gevezelik girişimlerini bastıracak kadar, her seferinde bu kadar yolu yürüme disiplini, benim için oldukça cesur bir hareketti. Ama iş için gerekliydi ve çevik danışanım bunun doğru olduğunu hissedebiliyordu.

    Oda

    Tanışma, selamlaşma ve oturma gibi pek de önemsiz olmayan ilk anları atlattıktan sonra, çok önemli olan ilk hamle/adım geliyor. Ama önce şunları anlatayım. Oturma önemlidir. Bir hastanın nereye oturacağı konusunda net olmak önemlidir. Onlara herhangi bir yere oturabileceklerini belirtmek doğru değildir. Koltuğunuz önceden belirlenmiş bir alanda kurulmuştur. Saati siz görebilirsiniz; hastanın görebileceği sanat eserleri ve pencereler gibi unsurlar önceden sizin tarafınızdan ayarlanmıştır. Eğer hasta yanlışlıkla sizin koltuğunuza yönelirse, onların hareketini kesip nereye oturacaklarını yeniden ayarlamak önemlidir. Bu, alanınızı sahiplenmedir. Ayrıca, sandalyeler arasındaki fiziksel mesafe de önemlidir. Bu mesafe, onların yalnızlığını sizin varlığınızda hissetmelerine yetecek kadar geniş olmalıdır; normal oturma odası sandalyelerinden biraz daha fazla. Ve işte son derece pratik ama tamamen kritik bir detay: Oturumlarım için sağımda bir masada dijital bir saat bulunduruyorum. O masada düzenli olarak bir su bardağı bulunur. Zihnim içsel saatimle zamanı takip edemediğinde, su içmek için uzanıp, bardağımı kaldırıp yerine koyarak saate rahatlıkla bakmamı sağlar.

    Ofisin dekorasyonu da önemlidir. Bion terapisini tamamen boş bir odada gerçekleştirirdi. Ailenizin fotoğrafları ya da Hawaii’ye yaptığınız tatil gezisi, terapinin dayanak noktasını hastanızın iç dünyasından kendi kişisel yaşamınıza doğru çeker. Bir terapi ne kadar samimi olursa olsun, terapinin yürütüleceği zemin bu olmamalıdır. Bunlar uygulanan terapinin sessiz arka plan parçalarından bazılarıdır.

    İlk Hamle

    Terapinin başlamasında önemli olan bir aşama, ilk hamleyi yapmaktır. Ne kadar zor ve soğuk görünse de ve ne kadar garip ya da kaybolmuş hissettirse de, hastanın oturumu başlatmasına izin vermek önemlidir. Bu, bir imza anıdır ve hastanın kendi el yazısıyla imzalanmalıdır. Bu tür bir anda, birlikte duygusal gerçeği anlatmaya başlamış oluruz. Tam olarak bu, yol boyunca yapmaya çalışacağımız şeydir.

    Kendi pratiğimde, ben beklerim. Bazı yeni hastalar sessizliğin ne anlama geldiğini anlayamazlar. Boşlukta tahminde bulunarak yol alırlar. “Başlamam mı gerekiyor?” diye sorarlar. Yanıt olarak, yavaşça ve sıcak bir şekilde başımı sallayarak onlara yanıt veririm. “Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Neden bana bazı sorular sormuyorsunuz?” “Gergin görünüyorsunuz,” diyebilirim. “Bize neden geldiğinizi anlatmakta gergin hissetmenize neden olan şey nedir?”

    Ayrıca, terapinin nasıl çalıştığını veya sizin özel terapötik yöneliminizin ne olduğunu sormak isteyen kaçınılmaz hastalar da olacaktır. Onlara, bunu anlatmak yerine göstererek daha net anlaşılacağını belirten basit bir yanıt vermek, başlamanın yükünü hastaya geri vermenin faydalı bir yoludur.

    Başlangıçtan itibaren hasta sizinle, şimdiye kadar sahip olduğu tüm diğer ilişkilerle hem aynı ve hem de onlardan farklı olacak bir ilişkiye başlıyor. Aynı olacak çünkü, biz insanlar olarak kendimizi “inşa etmeye” ve başka biriyle olmaya nasıl alıştığımızı tanımlayan ve sınırlayan belirli bir kalıba sahibiz. Karşılaştığımız her yeni bireyle bu tanıdık sınırlar içinde mümkün olduğunca hareket etmeye çalışırız. Farklı olarak ise, aşinalıklarını, işlevlerini (ve kısıtlamalarını) anlamak amacıyla bu sınırları ve desenleri, çeşitli meta-iletişimsel ve duygusal itiş ve çekişleri ile birlikte inceleyeceğiz. Bu, ilk anlardan itibaren oyunda olan şeydir. Bu boşluğa başlangıçta kendimizi çok bariz bir şekilde dahil etmek, hastanın bir gün birlikte alışılmadık olanı yaratabilmek adına bizimle aşina olanı canlandırma çabasını gasp etmek anlamına gelir.  

    İlk Dikkat Edilecekler

    Ajans ve eğitim ortamlarında çalışan terapistlere bir not: İlk seanslar son derece önemlidir. Daha önce de söylediğimiz gibi, tüm sürecin gidişatını ayarlarlar. Rastgele eğitim yerlerinde ve çeşitli süpervizörlerle yeni terapistler olarak, yapılandırılmış bir geçmiş alma ve gizlilik istisnaları gibi gereksinimlerle karşılaşmak kaçınılmazdır. Bu tür ön hazırlıkları ve açıklamaları mümkün olduğunca farklı bir alanda başlatmak önemlidir. Bazıları bu durumu yasalara ve gizlilik istisnalarına ilişkin bilgilerin ilk tarama ve seans düzenleme sürecinde ele alınmasıyla aşar; diğerleri ise bu bilgileri seansın başlangıcından önce yazılı bir bildirimde sunar. Bazıları süpervizörlerine, geçmişin organik bir şekilde ortaya çıkmasını ve hastanın kendini tanıtma şeklinin bir parçası olmasını istediklerini bildirir. Bunlar eğitim yerlerinin gerçekleri olup bunlarla başa çıkmak önemlidir.

    Sessizlik Alanı

    Sessizlik, başlangıçta geçer akçedir. Yeni bir formun yavaş yavaş ortaya çıkacağı krizalittir (İpek böceğinin yumurtasından çıkıp yaklaşık 35-40 gün süren bir gelişme döneminden geçip kozasını örebilme yeteneğine kavuştuğu halidir) . Bir hastayla sessizce oturmak, onların (somatik) enerjisini hissetmemizi, üzerimizdeki psişik çekimlerini deneyimlememizi sağlar. Kendi varlığımızı onların varlığında (ve onların bizim varlığımızda) kaybetme sürecini başlatmamıza olanak tanır; onların varlığının içsel (imajinal) tiyatromuzda uyandırdığı düşüncelere ve hayallere teslim olmamıza izin verir.

    Yerel bir psikanaliz topluluğunun toplantısında konuk konuşmacılardan birinin anlattığı eğlenceli bir hikaye aklıma geldi. Bölgedeki saygın bir psikanalitik psikoterapistle kendi terapisine başlamaya karar vermiş ve nihayet bir terapiye belki bir noktada başlama konusunda bilgi almak için cesaretini toplayarak telefon etmiş. Bu girişiminde başarılı olamayacağını düşündüğü için, terapistin onu iki gün sonra sabah saat 07:00’de kabul edebileceğini duyunca hem şaşırmış hem de şok olmuş.

    Bu şokun üstesinden gelen konuşmacı, uzun mesafe ve oldukça erken bir randevu saati olmasını özel olarak değerlendirerek buluşmayı kabul etmiş. Belirlenen günde, terapistin ofisine gitmek için sabah erken saatlerde kalkmış. Uzun mesafeyi kat etmiş, terapistin ofisine varmış, karşılanmış ve terapi odasına girmiş.

    Konuşmacı, seansı muhtemelen kendisinin başlatması gerektiğini önceden biliyor olduğundan öyle yapmış. Bir konuyu kaygılı bir şekilde ele almış, sonra bir sonrakini ve sonra bir sonrakini, seans devam ettikçe giderek daha huzursuz ve rahatsız hale gelmiş. 48. dakikada terapistten tek bir kelime bile duymamış. Bu adamı görme kararına giden tüm duygusal enerjiyi, tüm saatler süren sinirli bekleyişini, huzursuz bir uykunun ardından gelen erken kalkma saatini düşünmüş ve çok abartılı bulmuş.

    Seansın sonunda patlamış. “Lanet olsun bu işe”, “ve sana da lanet olsun! Seni görmek için bunca yolu geldim, tüm bu kaygı ve beklentiyi ve rahatsızlığı göğüsledim. Tüm bu süre boyunca ben konuştum ve sen hiçbir şey söylemedin! Bu tam bir zaman kaybı!” Terapist nihayet cevap vermiş: “Eğer bunu daha sık yapabilseydiniz, sanırım artık buraya gelmenize gerek kalmazdı.” Konuşmacı, terapistin gerçeği bulduğunu anlamış ve bu yorumla olağanüstü bir şekilde görüldüğünü hissederek, sessizlikte, terapistin tüm zaman boyunca kendisinin özüne oldukça yakın bir şeyi tanımakta olduğunu anlamış. Bu aniden fırtınalı başlangıç, uzun ve başarılı bir analizin başlangıcı olmuş.

    Başlangıçtan itibaren “alan” olması terapi için büyük avantajlar sağlar. Genellikle, hastanın kendini tanıtmaya çalışırken sergilediği varoluş biçiminin bir mikrokozmosu ile karşı karşıya kalırız. En başından itibaren, her bireyin yaydığı psişik parçacıkların  alanına gireriz. Onların özel kaygılarını ve bu kaygı etrafında kendileriyle veya başkalarıyla olma biçimlerini hissederiz. Varlıklarını kendi bedenimizde kaydederiz—genellikle oldukça ince bir şekilde—ve bu şekilde tanıştığımız farklı insanlardan farklı enerjiler hissederiz. Ancak işin sanatı, bunun için alan yaratmak ve izin vermekte yatar; hastanın iç dünyasının zar zor algılanabilen sinyallerini tespit edebilmemiz için yeterince sessiz bir alan.

    İlk Seansta Alan Yaratma

    Başlangıçtan itibaren alan yaratmanın, hastanın enerjisini almayı kolaylaştırdığını ve bu hastanın neden geldiğini “mikrokozmos” halinde anlamamıza nasıl olanak tanıdığını gösterebilir miyim, bir bakalım. Bunun için iki hastanın ilk seansından bazı anlar kullanacağım.

    Tedi

    İlk hastamıza Tedi diyelim. Kendisi, ruh sağlığı alanında çalışan bir sağlık danışmanıydı. Birlikte verdiğim sürekli eğitim atölyesinde benimle tanışmıştı ve benimle çalışabileceğini hissetmişti.

    Seansa, her zamanki gibi başladık; alanı istediği gibi belirlemesine izin verdim. Hızlı ve başta bana canlı gelen bir duygusallıkla konuşuyordu. Seans ilerledikçe sessizliğimde hafif bir huzursuzluk hissetmeye başladım. Bunu kendime tarif edemedim. Şüphesiz bedenimin somatik düzeyinde bir kayıt yapılıyordu. Yanındaki duvara asılı resme bakarak, bana anlatırken olanları anlamaya çalışmak için kendimi yeterince konuşmadan ayırmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sonunda gözlerimi kapatma ve onun varlığında bulunmanın nasıl bir his olduğunu hissetmek için kendime izin verdim.

    30 dakika kadar onu dinlemeye devam ettikten sonra, zihnimin gözünde (imajinal kayıt) iki büyük televizyon setinin üst üste dizilmiş halini gördüm. Göz hizasındaki üst televizyonda yalnızca parazit vardı; alt televizyonda ise bir program oynuyordu ama ne oynadığını tam olarak göremiyordum. Odadaki enerjinin bu bölünmüş ekran düzenlemesiyle iyi bir şekilde tarif edildiğini düşündüm. Bu imgeyle bir süre oturdum, anlamının bana daha fazla kendini önermesine izin verdim. İlk seansta olanlara duygusal olarak doğru gelen bir şeyi hastaya söyleyebilmek istiyordum.

    Bir noktada onun monoloğunu durdurdum ve zihnimde oluşan resmin yardımıyla ona şöyle dedim: “Burada birlikte otururken fark ettiğim bir şey var. Bugün aramızda iki şey oluyor gibi görünüyor. Biri aramızdaki konuşma; diğeri ise arka planda ama daha önemli olabilir, çünkü daha çok hikayeyi taşıyor gibi görünüyor—bugün benimle birlikteyken hissettiğiniz ama kendinizi ve beni de bundan uzaklaştırmak istediğiniz bir anksiyete. Burada konuşurken bunu hissedip hissetmediğinizi merak ediyorum?”

    Kendisi bunu hissettiğini ve içinde her zaman ne yapacağını bilmediği bir anksiyete olduğunu fark ettiğini söyledi. Bir düzeyde ya da diğerinde, bunun her zaman onunla birlikte olduğunu belirtti. Bu anksiyetenin ortaya çıkmasından utandığını ama aynı zamanda bunu adlandırabileceğimiz ve genellikle yaptığı gibi bunu örtbas etmek zorunda kalmayacağından dolayı rahatladığını ifade etti. Onu yavaşlatarak bu anksiyeteyi hissetme ve anlama çabalarımız terapinin merkezinde olacaktı, bu ilk seanstan itibaren küçük bir ölçüde de olsa gerçekleşmişti. Eğer onun varlığında kendi içsel deneyimimi düşünecek bir zihinsel alanım olmasaydı, bu ilk seans terapinin bambaşka bir yöne gitmesine neden olabilirdi.

    Barb

    İkinci hasta, Barb olarak adlandıracağım, bana bir meslektaşımdan geldi. Meslektaşım, Barb’ın katıldığı kısa dönemli bir grup terapisi yürütmüştü. Barb konuşmaya başladı ve geçmişte terapi aldığını, bu sürecin nasıl gittiğini bildiğini belirtti. Bunu birkaç kez daha söyledi ve bu durumun beni rahatsız ettiğini hatırlıyorum. Ona göre, bu terapide hiçbir yenilik yaşanmayacağını ima ediyordu.

    Barb’ın bu ilk karşılaşma tasviri, insanların ikincil önemde olduğu  mamogram yaptırmak gibi, zamanla tekrar edilen bir prosedüre benzer bir şekilde hissettirdi. Ayrıca, varlığı ve sesinin yüksekliği tarafından rahatsız edici bir şekilde sıkışmış hissettim; sıcak bir Temmuz gününde, markette birinin çıplak kollarının yanımda, ara sıra bana değdiğini hissetmek gibi bir durumdu. Çalışabileceğimi bilmediğim bir umutsuzluk duygusu yaşadım.

    Ayrıca, seansın sonlarına doğru, yaklaşık iki dakikalık bir süre kaldığında, gözümün önünde Niagara Şelaleleri’nin büyük bir güçle kükreyen, durdurulamaz görüntüsü belirdi. Bu anı hissettim ve hastanın (şüphesiz bilinçsiz olarak) seans süresinin uzatılması için son bir mücadeleye girişmek üzere olduğunu sezdim. Silahlanmış olarak, ona, konuşmaya çalıştığı şeyin duygusal olarak önemli olduğunu ve bunu kalan kısa süreye sıkıştırmak istemediğimi söyledim.

    Elli dakikalık süre dolduğunda, sandalyemden kalkıp, seans için genellikle makbuz düzenlediğim masama yöneldim. Hastanın sandalyesine geri dönerken, kendisini birkaç santimetre yakınımda buldum. “Sarılsak mı?” diye ısrarla sordu. “Aslında bunu yapmıyorum,” bu an için kelimeleri bulmuş olarak yanıtladım, “ama bunu bir sonraki gelişinde konuşabiliriz.”

    Bu, hastanın bilinçsiz olarak ilişkiyi kendisi için tanıdık bir zemine oturtmaya çalıştığı bir andı. Terapi için son derece önemli bir andı, çünkü seans sırasında uyanan kaygıyı yatıştırma girişiminin yanı sıra, mikrokozmosta hasta olmanın doğasında olan etkileri ve terapist olarak benim dansı (motorik olarak) canlandırmak yerine anlamak için hareketin ortasında dondurma isteğimi iletiyordu.

    Seansın önceki anları da mikrokozmosun bir parçasıydı. Terapi ilerledikçe, bebekliğinden itibaren, psikotik bir annenin ellerinde, bedensel kişiliğinde ve kendi zaman ve mekanına sahip olma duygusunda dayanılmaz darbelere maruz kaldığını öğrenecektim. Terapinin ilk anlarından itibaren benimle birlikte harekete geçirdiği etkiler bunlardı. Terapinin genel hissi bile onun annesinin bakımını alırken hissettiği bir şeyin habercisiydi. Eğer bu ilk görüşmede ikimizi de rahat ettirmeyi amaç edinmiş olsaydım, onun bana anlattıklarının çoğu örtbas edilmiş, belki de hiçbir zaman gün ışığına çıkmamış olacaktı. Her ne kadar o zaman bunu bilmese de, büyük ölçüde, ilk seansta onunla ilgili deneyimim onun terapiye gelme nedeninin merkezinde yer alıyordu.

    İlk Seans Yorumları

    İlk seansta psikodinamik terapinin alanını oluşturma konusunda bahsedeceğim iki şey daha var. İlki, biraz önce bahsettiğim konu. İlk seansta, mümkün olduğunca, bu karşılaşmanın duygusal gerçeğini ifade etmeye çalışırım. Bu, terapinin ilerleyen sürecinde de benim çabam olacaktır, ancak ilk seansta buna uygun kelimelerle, bu gerçeği ifade etmeye çalışırım. Bu, hem hastaya hem de bana terapinin bu alanında olacağımızı, duygusal gerçeğin aramızda ortaya çıkmasını ve kelimelere dökülmesini (böylece dönüştürülebilmesini) sağlayacağımızı iletir. Eğer bu başka bir şekilde yüzeye çıkmamışsa, genellikle seansta hastaya, bugünkü buluşmamızın nasıl geçtiğini, kendilerini ve beni nasıl deneyimlediklerini sormayı tercih ederim. Bu, aramızdaki ilişkinin deneyiminin ortaya çıkmasına olanak sağlar.

    İkincisi, yeni bir terapist olarak başarması son derece zor olan bir şeydir: seansı bitirmek. Bu, terapinin “alanını” ifade etmenin inanılmaz derecede güçlü bir yoludur. Eğer seans, belirlenen süresini aşacak şekilde devam ederse—yani, “sınırların dışına taşarsa” diyelim—bu, hastaya karşı gösterdiğimiz nazik cömertlik ve ilginin yanı sıra birçok şey iletiyor oluruz. Aynı zamanda, “Senden korkuyorum,” “Kendi saldırganlığımdan korkuyorum,” “Senin beni beğenmeyeceğinden korkuyorum,” “Kendi zamanımı önemsemiyorum,” ve “Bu alan seni ve getirdiklerini tutacak kadar sağlam ve kararlı olmayacak” mesajını da vermiş oluruz. Winnicott’un tabiriyle, “nefrete” yer olmayacaksa, bu odada “gerçek sevgiye” de yer olmayacaktır (1947). Bunlar, terapinin başından itibaren gerçekleşen bilinçdışı iletişimlerdir ve bu küçük gibi görünen parça, alanın oluşturulmasında temel unsurlardan biridir.

    Gerekli Disiplin

    Bu bölümün başında şu soruyla başladık: “Psikodinamik psikoterapide alan yaratmak içerde ve dışarda neye benziyor ve nasıl hissediliyor ve buluşma anlarının gerçekleşme şansını nasıl optimize ederiz?” Bu bölümde paylaştıklarım, bu edinilmiş sanat için gerekli olan disiplin türlerini anlamaya yönelikti. Bir kapanış hikayesi bu durumu daha iyi aydınlatabilir.

    Arkadaşımın kızı, profesyonel düzeyde bale yaptı. Bir gün, evlerinde misafir olduğum bir öğleden sonra, bana balenin bir parçası olan vücut pozisyonlarını öğretmeye çalıştı. Benim kontrol edilemez kahkahalarım ve talimatlarını takip etme çabalarım arasında, tüm bu bükülmelerin böyle güzel bir koreografinin temelini oluşturduğuna inanamadım. Ancak, zamanla, kas kas, kemik kemik bu yeteneği kazanmıştı. Ve sonunda, ona inanılmaz bir zarafet ve güzellik ile dans etme yeteneği kazandırmıştı. Bu onun için gerçekten edinilmiş bir sanattı.


    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

  • İçten Dinleme Sanatı: Seans Odasında (5. Bölüm)

    Peki, şu ana kadar konuştuğumuz şeyleri oturumda nasıl kullanabiliriz? Nasıl görünür, uygulama halinde nasıldır? Terapist olma eğitiminin tuhaf yanlarından biri, asistan bir cerrahın yapacağı gibi, öğrenmeye çalıştığımız şeyi ilk elden gözlemleyemememizdir. Asistan cerrah, bir uzman cerrahın sıkı denetimi altında gözlem yapar, gözlemler ve sonunda uygular. Terapistler olarak, bir usta klinisyen tespit edip, bu kişinin seanslarında nasıl bu durumu ele aldığını ve şu duruma nasıl yanıt verdiğini detaylı bir şekilde izleyemeyiz. Terapi sırasında video kayıtlarının faydalarını nadiren görebiliriz. Olsa bile, genellikle sadece bir kesit ve çoğu zaman terapi rolünü oynayan aktörlerle olur. Psikoterapötik ortamda gizliliğin kritik önemi göz önüne alındığında, etrafta durup izleyemememiz mantıklı, ancak bu birinci dereceden bir öğrenme zorluğu oluşturur. Kendi çalışmalarımızın ve mentörlerimizin çalışmalarının ardından gelen anlatımlara güvenmek zorundayız, ancak bu asla orada bulunmanın yerini tutmaz.

    Biliyorum ki bir terapist adayı olarak, süpervizörlerimden birinin terapi yapmasını izlemeyi çok isterdim. Eğer onun sözlerini, konuşma hızını, yaptığı işi kopyalayabilirsem hedefe çok daha yakın olacağımı düşünürdüm. Ancak (ne mutlu ki) psikodinamik terapi kopyalanabilecek bir şey değildir. Bu, bir teknikler bütünü değildir; yapılacak bir şey değildir. Bu, olunacak bir şeydir. Sözler, içgörüler, duygu anlayışı derinlerden gelir; bunlar tıpkı bir şiir yazmak gibi, benzersiz kılar. İçten dinlemeyi öğrenmek, odadaki duygusal deneyime uyum sağlama yeteneğini geliştirmekle ilgilidir, böylece bu kişiye, o seansta, o saatte uyum sağlayabiliriz. Bundan sonra, aldığımız sinyalleri ve bunların bu kişinin duygusal dünyasında nasıl bir araya geldiğini anlamak için bir adım daha var, ancak bu konuyu ileriki bölümlerde ele alacağız. Şimdilik, ilk kısmı çalışıyoruz: duygusal alma ve deneyimleme kısmı.

    Bu bölümde yine her şeyi biraz yavaşlatmaya çalışacağım. Gerçek seanslardan bazılarını size olabildiğince ayrıntılı olarak ancak yine de kelimelerle resim çizmenin odada oturup gözlemlemekle aynı olmadığını bilerek,  aktaracağım. Yine de dürüst bir tasvir, belki de gözlemden sonraki en iyi ikinci şeydir.

    Öncelikle biraz özetlemek istiyorum. Duygular dünyasının bir anatomisi, bir mimarisi vardır: somatik, motorik, imajinal, sözel. Herhangi biri için, bir duyguyu keşfetme yeteneği—onu bilinçli hale getirme, genişlemesine izin verme ve nihayetinde daha anlaşılır hale getirme—gelişimsel bir başarıdır. İnsan deneyimimiz hakkında genişlemiş bir bilinç—ne hissettiğimiz ve mizaç ve tarih açısından bizim duygusal olarak tepki vermemize ve yanıt vermemize neden olan şeyler—kendi duygusal gerçeğimizi görmemizi ve kendi duygusal klavyemizin tuşlarını “çözmemizi” sağlar. Özünde, daha “bütün insan” olmamızı sağlar.

    Bu kolay elde edilen bir başarı değildir. Tom Ogden’in (2001: s. 113) sözleriyle, terapi,

    iki kişinin [hasta ve terapist] insan deneyiminin tüm çeşitliliği ve karmaşıklığı ile yaşamaya daha becerikli hale gelebileceği bir süreçtir. Bu çabalar, insan olarak canlı olmanın acısını boşaltmak, saptırmak, alt üst etmek veya başka şekillerde öldürmek için bilinçli ve bilinçdışı arzulara karşı yapılır.

    Belki de acıyı öldürme ve bunu yaparken kendimizin bir parçasını öldürme dürtüsü, en insanî yanımızdır. Psikodinamik psikoterapiye, kısmen kendimize kapatmış olduğumuz ya da belki de ilk kez deneyimleyeceğimiz insanî canlılık biçimlerini yeniden kazanma umuduyla başvururuz.

    Psikolojik işlev bozukluklarının tümü —madde kullanımı, dissosiyasyon, bölünme, narsistik bozukluklar vb.—insan deneyimimizin parçalarını tam anlamıyla farkındalığımıza getirmekten alıkoyma girişimleri olarak düşünülebilir. Neden? Çünkü böyle bir deneyimin bizi (bazen fiziksel olarak bile) bunaltabileceğini ve nihayetinde kendimizi, geçmişimizi ve kişiler arası işlevimizi nasıl gördüğümüzü gözden geçirmemizi zorunlu kılabileceğini biliriz ve bundan korkarız. Duygusal gerçeğin ortaya çıkışı neredeyse her zaman psikolojik acı yoluyla olduğduğundan, refleks olarak bundan uzak dururuz. Ancak, insan olarak deneyimlerimizin “mentalizasyonu”—duygusal yaşamımızı bedenimizdeki köklerinden (ve oyuklarından) kötü duygulardan kurtulma motorik dürtülerimizin ötesine, imge tabanlı ve sözel farkındalığın ışığına taşımak—sürekli ve ömür boyu süren bir dönüşüm kaynağı olabilir, bizi daha canlı bir şekilde yaşamanın daha dolu derecelerine götürebilir.

    Şimdi Lyndsey adını vereceğim bir hastanın bir seansını birlikte gözden geçirelim. Önceki bölümde, duygusal bir “çöküş” geçirdiği, kendini “ortadan ikiye ayrılmış” hissettiği ve (somatik) acısını (motorik) eylemle hafifletmek istediği bir hafta sonunun ardından geldiği bir günden bahsetmiştim. Seans başladığında ve o gün yaşadıklarını benimle paylaşmaya başladığında, uzun zamandır hayatının bir parçası olan “çöküşler” hakkında ağladı. Gözyaşları ve ona günlerce hakim olan bir güç karşısında çaresizliği beni derinden etkiledi. Doğal tepkim, ona teselli vermek ve her şeyin düzeleceğine dair güvence vermek oldu. Ancak böyle bir güvence, “doğal” bir insan dürtüsü olsa da, terapötik olmayan (anti-terapötik) istemsiz sonuçlara yol açar (Feldman, 1993). Bu süreç, acının keşfi ve detaylandırılmasını durdurur. Bu deneyimin bedensel hislerden (“ortadan ikiye ayrılmış”) ve motorik eylemlerden (“erkek arkadaşından ayrılmak”, “işini bırakmak”, “intihar”) daha yüksek, daha bütünleştirici mentalizasyon biçimlerine (imajinatif ve sözel) geçiş potansiyelini engeller. Bu yüzden, o an terapist olarak görevim, ne ona ne de kendime güvence vermek değildi; çünkü güvence vermek, onun duygu ifadesinde kısa devre yapar ve bahsettiğimiz mentalizasyon sürecini kesintiye uğratırdı. Hayır, o anki görevim, kendi kaygılarımı ve dürtülerimi onun acısı ve beklenen eylemleri karşısında kontrol altında tutmaktı.

    Bu duygusal gerçeklik oldukça zor bir görev. Sanki biri derin bir kesikle, şiddetle kanayan bir yara ile bize geliyor ve biz de aslında, “Bu kanamayı biraz daha devam ettirelim ve ne olacağını görelim” diyoruz. Bu yapması oldukça zor bir şey. İçten  dinleme sanatı, bir başkasının acısına kendini açmayı ve o acıyı durdurmadan taşımayı gerektirir. Bu, kendi bedensel hissettiğimiz duyguların “uydu antenini” kullanarak, o an hastamızdan gelen yayılımları almayı ve onlarla kalmayı ifade eder.

    Yeni terapistlerin bana, süpervizörlerinin talimatlarını aktarırken, insanların acılarını kendi içlerine almadan ya da duygusal olarak etkilemeden gözlemleyebilmeleri gerektiğini söylediklerini duydum. Bu, gerçeğin tam tersidir. İçten  dinleme işinde, içimizde uyanan acı—bütün nüansları ve bazen yakıcı halleriyle—bize mentalizasyon/zihinselleştirme çalışmasına doğru, şefkatle ve geçerli bir şekilde katılma imkânı tanır. Oturuma geri dönersek, Lyndsey ile olan bu seansta kendimi sessizleştirdiğimi ve intihar güvenliği kontrolü yapma dürtüsüne bilinçli olarak direnmeye çalıştığımı hatırlıyorum—bu, benim eylemimi onun o anlarda yoğun bir şekilde bedensel olan duyguları ile rezonansa girmeyle değiştiriyordu. İhtiyaç olursa, intihar dürtülerinin ciddiyetini değerlendirmenin zamanı daha sonra gelecekti. Aynı şekilde, diğer beklenen eylemlerini (ayrılma, işten ayrılma) sorgulama ve belki de onları aklından geçirmesini sağlama dürtüsünü de yaşadım; bu da, onun içsel, bedensel olarak temellendirilmiş duygusal deneyiminden uzaklaşmamıza neden olacağı için yine yardımcı olmayacaktı. Şu anda iş, onun ne hissettiğini içten dinlemekti. Göğsümde hissettiğim gerginliği hatırlıyorum—bedenimin ortasında, boğazıma kadar uzanan fiziksel bir sıkışma. Kendim de neredeyse gözyaşlarına boğulacak gibi hissettim ve kendi ağlama dürtümü bastırdım (çünkü bu, dikkati ondan uzaklaştırırdı). Kafa karışıklığı, panik, üzüntü ve ne yapacağımı bilmemek duygusunu yaşadım. Bu duyguların gençliğini, üç veya dört yaşında, acıyı sınırlandıracak kimse olmadan hissettiğimiz şaşkınlık ve yanma duygusunu hissettim.

    Bu duyguları nasıl kullanabildim? Bu duyguların onun hissettikleriyle bir ilgisi olup olmadığını ve sadece benim hislerim olup olmadığını nasıl anlayabildim? Üçüncü Bölüm’de sinirsel uydu alıcımız hakkında konuştuğumuz bölüme geri dönün. Kendimizi sakinleştirip bir kişinin hissettiği duyguları diğerine yansıttığımızda, rezonans oluştururuz. Başkalarının bedenlerinde hissettiklerine benzer şekilde, kendi bedenimizde bir şeyler hissetme kapasitemiz vardır. Bunu bedenimizde nereye yerleştireceğimiz ve buna nasıl güveneceğimizi bilmek, edinilen bir sanattır.

    Lisansüstü seminerlerimde sınıf grupları önünde çok sayıda canlı terapi seansı yapma eşsiz fırsatına sahip oldum. Öğrencilere talimatım her zaman aynıdır: Bedeninizde hissettiklerinize ve aklınıza gelen görüntülere dikkatle odaklanın. Biz brifing verirken ve öğrenciler bedensel deneyimlerini rapor ederken, gönüllü hastayla bunu kontrol etme fırsatına sahip oldular. Öğrencilerin yaşadığı fiziksel deneyimler neredeyse istisnasız olarak seansın farklı noktalarında hastanın fiziksel olarak kayıtlı duygusal deneyimiyle doğrudan eşleşiyor olduğunu gözlemledik.

    Tekrar seansa dönelim. Somatik duygularla sessizce (ve acı içinde) otururken ve bu anlarda onunla olmaya devam ederken, zihnimin dolaşmasına ve meraklanmasına izin vermeye başladım. Bu, işimin onun duygularıyla kalmak olduğu düşünülürse, garip görünebilir. Ancak, bedenimde onun yaşadığı acının türünü ve yoğunluğunu tam olarak hissettikten ve bunu seansta uzun süre yaşadıktan sonra, zihnimin oluşturduğu herhangi bir resmi sunmasına yani imgeler dünyasına geçmesine izin verdim.

    Bazen, aklıma hiçbir şey gelmez, sadece acının kendisi olur. Ama bazen, hayal gücümde bir resim veya sahne belirir. Bion (1962a) bunu “deneyimi hayal etme” olarak adlandırır. Bu sefer, aklıma küçük gri bir palto ve beyaz ayakkabılar giymiş, çaresiz 3 veya 4 yaşında bir çocuk resmi geldi.

    Bu görüntünün zihnimde kalmasına izin verdiğimde, aklıma gelen şey (sol beynimin “düşünen” sözel kaydına geçerek) hastamın duygusal açıdan muhtaç ve uyumsuz bir anne tarafından büyütüldüğüydü. Hiç şüphe yok ki, bebekliğinde ve çocukluğunda, kontrol altına alınamayan, göz ardı edilen ve azalmadan devam etmesine izin verilen, yoğun fiziksel ve duygusal heyecanlar olan pek çok sahne yaşadığının farkına vardım. Acı ve buna bağlı resimlerle zihnimde oturdukça onun 45 yaşında, çocukluğunda içine düştüğü dayanılmaz halleri yaşayan biri olduğu ortaya çıktı; duygusal olarak geri dönüyormuş gibi. Hayatında pek çok kez yaşadığı bedensel temelli duygusal deneyimi o kadar yaşıyordu ki buna bir isim takmıştı: “kriz anı”. Ona göre kriz anları sadece vardır. Bu duygusal deneyimi hiçbir zaman somatik ve motorik seviyelerin ötesinde “zihinselleştirmeyi” başaramamıştı. Onun kriz anlarını hiçbir zaman başka deneyimler veya bakış açıları hakkında düşünülememiş veya bunlarla ilişkilendirilememişti.

    Tüm bunların, hastamın sözel ifadelerini aynı anda dinlerken içimde nasıl gerçekleştiğini merak ediyor olabilirsiniz. Bu  zihninizi dolaştırıp düşünmeye izin vermenin, hastanın söylemlerinin detaylarından bir miktar ayrılmayı ve sağ beyninizin imgelerle hareket etmesine olanak tanımakla mümkün olabilir. Genellikle, zihnimizde, bazen müzik de olabilir, kenarda veya arka planda, bazen sadece kısa süreliğine, dar sınırlarında imgeler bulunur. Günlük aktivitelerimiz ve konuşmalarımız sırasında bu rüya gibi akışa genellikle dikkat etmeyiz. Ancak terapistler olarak, sağ beynimizin doğal olarak sunduğu imgelere erişmek için, hastamızın sözel raporunun her detayını almak yerine “bütün resmi” görmeye odaklanmamız gerekir. Freud için (ve birçok psikodinamik terapist için), bu ayrılma süreci, kanepelerin kullanımıyla sağlanmıştır. Benim için ise bu, hastalara erken dönemlerde doğrudan bakmayarak; gözlerimi kapatıp aramızdaki ortak duvara içten bir şekilde bakarak, onların deneyimlerine tamamen dalarak ve onları daha kapsamlı bir şekilde dinleyerek gerçekleşmiştir. Aynı zamanda, normal bir konuşma ritmi içinde olduğu gibi sürekli olarak yanıt verme zorunluluğundan da ayrılmak olarak da gerçekleşmiştir. Bu iki şey, sağ beynimizin anlam oluşturmak için ihtiyaç duyduğu alanı sağlar—yine Bion’un sözleriyle, hastamızın deneyimini “rüya görmek”. Lyndsey ile çalışırken, içsel resim çizici benim “kriz anı” deneyimini mentalizasyon zincirinde ilerleterek imgesel seviyeye taşıdı, bunu bir görüntü (4 yaşında kız, gri palto) ile temsil etti ve ardından sözel seviyeye geçerek, bu tekrar eden ama asla anlaşılmayan duygusal duruma dair düşünceler geliştirmeme, bağlantılar kurmama ve anlamlı ilişkiler oluşturmama olanak tanıdı. Bu neredeyse rüya hali hakkında size anlatmak istediğim gerçekten önemli bir şey var. Bazen aslında çoğu zaman bu durum, hastanın da kendi görüntülerini elde etmesi için bir ortam sağlar. Hastanın deneyimini “rüya gibi” yaşamak, terapist ve hasta arasında paylaşılan bir rüya hali yaratır. Bu durum sessizce diğer kişi tarafından (belki de ayna nöronlar aracılığıyla) algılanır; böylece terapist olarak içsel temsillerimiz, hastanın kendi deneyimlerine dair görüntü ve temsiller oluşturabileceği bir ortam yaratır.

    Lyndsey ile bu seansta da bu şekilde devam etti. Sessiz içsel görüntü/düşünce akışımın ortasında, bunu ona sözlü olarak aktarmadan, kendisi bir ilişki, bir sahne—belki bir anı—sunmuştu. Küçükken, belki 9 aylıkken (ama kesin yaş o kadar önemli değil) banyodaki tezgaha tırmandığını, dişlerini kendisi fırçalamaya çalışırken düştüğünü anlattı. Yaralı olarak annesinin olduğu odaya doğru gitmiş annesine göstermişti. Üç gün sonra annesi onu doktora götürmüş ve kolunun kırık olduğu anlaşılmıştı. Burada olan şey, terapist olarak benim onun duygusal deneyimine sahip çıkma kapasitemin—onu hissetme, imgeleme ve düşünme—ona “kriz anı” deneyimiyle ilgili yeni bir şey yapmak için psikolojik alan sağlamasıydı. Bu yeni şey, deneyimi mentalizasyon zincirinde genişletmekti, bu da entelektüelleştirme yoluyla değil, görüntü tabanlı temsil aracılığıyla gerçekleşiyordu.

    İkimiz otururken, küçük bir kızın annesi tarafından bu temel düzeyde ihmal edilmesinin fiziksel ve psikolojik acığını birlikte değerlendirdik. Bu sırada, hasta bana beklenmedik bir şekilde, “Çocukluğuma dair hiçbir anım yok. Keşke hatırlayabilsem,” dedi.

    Bu noktada, çocuklukla ilgili bir anıyı yeni paylaşmıştı, ama bu duygusal olarak yanlış bir yöne kaydırma olabilirdi. Uzun bir sessizliğin ardından, zihnimde oluşan imgeleri ve sözel düşünceleri paylaştım. “Biliyor musun,” dedim, “Sanırım hatırlıyorsun, ama belki hafıza gibi hissettirmeyen bir formda. “Kriz anları”, çocukken korkutucu şekilde acı veren ya da tamamen kontrolsüz hissettiğin anların doğrudan örnekleri olabilir… Bu senin için nasıl hissediliyor?” Neredeyse anında, bedeni rahatlamaya başladı. Gövdesinin ortasındaki gerilim ve sıkışma azalıyor ve bunu ikimiz de hissedebiliyorduk. Bu değişimi yüksek sesle fark ettim, “Sanki sakinleşiyorsun gibi görünüyor,” dedim. “Evet,” dedi, “Nefes alabiliyormuşum gibi hissediyorum.”

    Ogden (1994) bu oturumda yaşananları şu şekilde tanımlar:

    “Bir hastaya sunabileceğimiz en bütünleştirici ve dolayısıyla en ‘destekleyici’ şeylerden biri, sözel sembollerin düşünceleri, duyguları ve hisleri içerebilme ve organize edebilme gücüdür, böylece bunları hastanın yönetilebilir hale getirmesidir. Kelimeler, fiziksel nesneler veya güçler olarak deneyimlenen şeyleri, birbiriyle belirli bir ilişkide olan kişisel yaratımlar olarak deneyimlenen düşünceler ve duygular sistemine getirir. Semboller, özneler olarak yaratmamıza yardımcı olur.”

    Bu oturumda onun yaşadığı şey, Bion’un (1962a, 1970) “kontrol altına alma” olarak adlandırdığı bir deneyimdi. Bebekle konuşmadan önce bir annenin yaşadığına benzer bir şekilde, onun bedensel temelli deneyimini karşılıyor ve bedenimde tamamen etkili olmasına izin veriyordum. Ardından, bu deneyimi içimde hareket ettiriyor, onu “hayallerime” dönüştürüyor ve nihayetinde kelimelere döküyorum (bu sırayla). Bu “deneyimi içimde yaşamak,” ona, “kriz anının” benim için dayanılmaz olmadığını (muhtemelen bilinçli olmasa da) hissettirdi, böylece onu farklı bir şekilde tolere edebildi. Bu sayede duyguları ortadan kaldırmak için her zamanki gibi bir şey yapmak yerine kendisi içsel olarak, deneyimi temsil eden ve genişleten resimler ve düşünceler barındırmak için yer Bu, duygusal karmaşa içinde olduğu bir dizi seansın ilkiydi. Her seferinde, deneyimi birlikte yaşar (hayal eder) ve o deneyimin içine girerdik. Her seferinde, kendisi daha fazla anlam oluşturabilirdi. Şimdi, terapinin üzerinden iki yıl geçtiğinde, eskiden yaşadığı “patlamalar” artık olmuyor. Duygusal deneyimlerin keskin anlarını yaşıyor, ama onlarla farklı bir şey yapabiliyor şöyle ki; bedensel temelli duyguları fark ediyor, bu duyguları hareket temelli bir boşaltımdan alıkoyarak kendini tutuyor ve bu duyguların ne anlama gelebileceğini anlamak için kendisine odaklanıyordu (dişlerini fırçaladığı ve düştüğü sahne).

    Bu noktada önemli bir şeyi belirtmek faydalı olabilir. Bu materyali paylaşma amacım, terapist olarak benzersiz yeteneklerimi göstermek değil. Bu paylaşım, edinilmiş bir sanatın parçası olan bir düzeyde uyum sağlamayı tanımlıyor ve bu düzeyin erişilemez olmadığını gösteriyor. Bu seansta yaşanan, terapinin olağan potansiyellerinden bir örnek; bu tür gelişmeleri, programımızdaki lisansüstü öğrencilerinin çalışmalarında da görebiliyorum. Ancak bu, odadaki farklı bir tür “var olma” gerektirir. Normal bir konuşmanın alışılmış hissi veya temposuna sahip değildir ve bu ritmi kurmayı ve sağladığı süreci tolere etmeyi öğrenmek gerekir.

    Carl Rogers, yaşamının sonlarına doğru, en iyi terapilerini, hastaların yanında meditatif bir durumda bulduğunda gerçekleştirdiğini belirtmiştir (1989). Kendi kendini sakinleştirme—daha yavaş, daha az baskılı bir ritme izin verme, sıradan konuşma kurallarından vazgeçip terapist hasta ikilisinin tetiklenen duygularla uzun süre vakit geçirebileceği bir alan yaratma—bunlar içten dinleme sanatının parçalarıdır. Bu yetenekler terapist olarak gelişmek için zaman alır ve özellikle kendi kaygılı “yardımcı olma” ihtiyacını bastırmayı gerektirir fakat işe yarar bir uyumlanma düzeyi için tüm bu çabaya değer.

    Küre

    Şimdi sizi seans sırasında mentalizasyon sürecinin farklı bir örneğini göstermek için önceki bölümde de bahsettiğim başka bir hastaya götüreceğim. Bu hastaya R. J. adını vereceğiz. R. J., iki haftada bir yapılan psikodinamik terapinin dördüncü yılında olan bir hastaydı. Terapisine, ergenleşen oğullarıyla kontrol edilemeyen çatışmaları nedeniyle karısının önerisiyle başlamıştı. Başlangıçta onu tamamen ilişkiden yoksun bir hasta olarak deneyimlemiştim; terapiye başladığında, aramızdaki çalışmanın tamamen bir “iş anlaşması” olduğunu, herhangi bir kişilerarası veya ilişkisel yönün konuşulamayacağını ısrarla belirtmişti. Seanslarım gerçekten de kişisel hissettirmedi; işteki sıkılma ve kişilerarası yanlış anlamalarından, terapinin kendisine faydalı olmadığına dair düşüncelerine kadar geniş bir yelpazede hissedilen bir mesafeyi yansıtıyordu.

    Zamanla, özellikle haftada birden ikiye geçtiğimizde, seansta gerçekleşen şeylere yavaş yavaş bir ısınma gözlemledim. Terapiye gelmekten daha fazla keyif almaya başlamıştı, terapiyi kendisi için daha faydalı bulmuş ve ne düşündüğünü ve hissettiğini öğrenmekten zevk almaya başlamıştı.

    Bir gün seansta, her zamanki gibi resmi selamlaması olan “Merhaba”nın ardından, uzun bir süre sessiz oturduk. (Uzun bir süre belki beş ya da on dakika kadar olabilir.) Daha sonra konuştu ve aklında net bir şekilde oluşan resmi tarif etti (hayal gücü kaydı). Bu, uzayda yavaşça dönen, NASA’nın uzak bir gezegenin fotoğraflarına benzeyen parlak bir küreydi. Kürenin tam görünümünü ve hızını tarif etti; zihin gözünde döndürme hızını istediği gibi artırıp azaltabiliyordu. Onu güzel ve etkileyici bulmuştu ve hızını belirleyebilmekten gerçekten keyif almıştı. “Evet,” dedim basitçe, “kendi hızında dönebilir.” Başka bir şey söylemedim.

    Şimdi, bu özel sahnede büyüleyici olan şey, dönen küreyi tarif etmeden önceki sessizliğin olduğu dakikalarda, kendi zihnimde de yavaş yavaş dönen güzel bir küre görüyor olmamdı. Neden orada olduğunu ya da neyi temsil ettiğini bilmeden, sessizce zihnimde dönmesine izin vermiştim. Bana hayalinde neye baktığını anlatırken, ben de tam olarak aynı sahneye dair açıklanamaz görüntümü onunla paylaşma dürtümü bastırdım (gerçi o benim için büyüleyici olmaktan öte bir şeydi!). Onun için kutsal olan bir şey konusunda açıkça aynı fikirdeydik, bu yüzden bunu içimdeki huşu içinde aklımda tuttum. Sonunda sessizce konuştu ve kendi içindeki sözlü ifadeye geçti. “Bu aramızda olup bitenlerin bir resmi. Geliyorum. Birlikte oturuyoruz. Kendi hızımda gidiyorum. Beni aceleye getirmeye gerek yok, şu anda bulunduğum yerden daha hızlı veya daha yavaş gitmeme gerek yok. Benim hızıma uyuyorsun. Yaptığımız bu. Hayatımda gittiğim hiçbir yere benzemiyor. Aceleye getirilmeden veya farklı bir şey yapmaya da farklı bir şey olmaya itilmeden, kendi hızımda gitmeme izin veriliyor. “Evet” dedim sessizce, başımı yavaşça sallayarak.

    Birlikte, seanslarımızda kendi olma özgürlüğünü, dışarıdan herhangi bir talep veya müdahale olmaksızın kendi deneyimine genişleme özgürlüğünü temsil eden kutsal bir temsili keşfetmiştik. Onun imgesi, kendisini sadece olduğu gibi kabul edilmiş hissetmenin, önce ebeveynlerinin, sonra da onların ardından gelen pek çok kişinin beklentilerine göre davranma gereği hissetmenin başlangıcını temsil ediyordu.

    Bu, ilişkimizin gerçekten özel bir hal aldığının -onun için kutsal bir hale geldiğinin- farkına varmasının başlangıcıydı. Onun için derin bir saygı duyduğumu ve aramızda onun için yarattığımız alanı hissetti.

    Bunlar devam etti, sonunda (önümüzdeki hafta ve aylarda) bu görüntünün tam anlamını kelimelerle ifade edebildik, ama o gün için bu böyle değildi. O gün, sağ beyninin terapi sürecinde yaşananları büyük ölçüde sözel olmayan bir şekilde yakalamasına tanıklık ediyorduk. Görüntüler ve görsel sahneler duygusal gerçeğin güçlü ifadeleri olabilir, ancak bazen bunların kelimelere tam olarak dökülmesi zaman alabilir. Tam anlamıyla olgunlaşmaları gerekebilir.

    Sonradan bana, oturumlarımızın hayatı boyunca arzuladığı ama mümkün olduğunu düşünmediği bir şey olduğunu ifade etti. Artık bunu diğer ilişkilerinde de istiyordu. Eşinin veya en yakın arkadaşının yanında, aramızda hayal ettiğimiz şömine gibi bir şömine varmış gibi oturmak, birlikte bakmak ve düşüncelerin ve duyguların içten içe ortaya çıkması için tüm zamanı tanımak istiyordu.

    Hem Lyndsey ile hem de R. J. ile bu iki durumda, önce terapist olarak ben, ardından terapist-hasta ikilisi olarak biz, duyguların hissedilip yaşanabileceği bir ortam yaratmış olduk. Duygular için alan yaratmak—onların genişlemesine ve bütün gücünü göstermesine izin vermek—zor ve sıklıkla kaygılı bir iştir. Bir yarayı hemen sarmak, 911’i aramak veya yaranın gerçekte olduğundan daha az ciddi görünmesini sağlamak için duyulan içsel dürtüyü dirençle karşılamak pratiğe dayalı bir sanattır. Bu konuda her zaman başarılı olduğumu söyleyemem. Ancak psikolojik acı karşısında sessizlik ve uyum sağlama taahhüdü, içten dinlemenin sanatında temel ilk adımdır. Bu, zihinlerimizin ve ruhlarımızın duygusal deneyimimizi yaşama sürecine tam anlamıyla, gerçekten katılabilmesi için ihtiyaç duyduğu ortamı sağlar.

    Başka önemli bir not olarak seans sırasında hissettiğim duygular, dürtüler, imgeler ve düşünceler—ne kadar belirgin hissedilirse hissedilsin—doğru veya yanlış olabilir.Bir anlamda, hasta kendi deneyiminin yazarıdır, bu nedenle bana gelen şeyler, hangi düzeyde olursa olsun, her zaman belirli bir ihtiyat ve alçakgönüllülükle tutulmalıdır. Ancak, bedensel veya imgelerle ilgili bir şekilde gelen şeylerden bazılarını hastalarımıza sunmayı seçtiğimizde, bu şeylerin anlık olarak onlara uyum sağlayıp sağlamayabileceğini aklımızda tutmamız gerekir (ancak şaşırtıcı bir şekilde genellikle uyum sağlar).

    Hatalar ve uyumsuzluklar sorun değil, özellikle de dikkatli bir şekilde sunulmuşsa. Anlık olarak uyumsuz olan şeyler bile analitik tartışmayı geliştirebilir veya netleştirebilir. Ayrıca, seans sırasında sessizliğimizde ve bilincimizde ortaya çıkan bazı şeylerin bir süre yaşanması gerekebilir, konuşulması gerekmez. Winnicott, bir şey bize geldiyse, genellikle hastamız için de gelmek üzere olduğunu ve cesaretin en iyisinin onun kendiliğinden ortaya çıkmasına izin vermek olduğunu söyler (1962, 1968). Örneklerde de fark ettiyseniz, hastanın, terapistten çok daha fazla, kilit imgeleri ve sözsel anlamları bulduğu bir alan yarattık. Benim görevim esasen, bir “ikili “olarak birlikte “rüya” görebileceğimiz bu alanı oluşturmaktı.

    İçten dinleme sanatı. Elde edilmiş bir sanat ve evet, hassas bir sanat. Bu sanatın bir parçasını bir sonraki bölümde daha ayrıntılı olarak ele alacağız.


    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

  • Duygu Zinciri (4. Bölüm)

    Bu kitaptaki yolculuğumuza içten dinleme sanatıyla başladım çünkü, içten dinleme terapi yapmanın vazgeçilmez şartı/olmazsa olmazıdır [sine qua non]; o olmadan, hiçbir şey olmaz. Eğer bir kişinin o seansta, o anki haline en temel düzeyde uyumlanamazsak, psikodinamik psikoterapinin diğer bakış açıları terapisti uyumlanmış hale getiremeyecektir. Bu yüzden, bu bölümde bizi bu yolda bir başka küçük ama önemli adım daha atmaya götüreceğim ve ilerlerken sizin de benimle kalmanızı umuyorum.

    Terapistler olarak, insanların hikayelerini dinlemek ve onların duygularını anlamak için bu işteyiz. İçgüdüsel olarak biliriz ya da zamanla öğreniriz ki “konuşma terapisi” süreci, insanların içlerindeki farkındalığı düşünülmemiş/bilinmeyenden, zar zor algılanabilen, hissedilebilen, söylenebilen, ayrıntılı hale getirilebilen, bağlantı kurulabilen ve nihayetinde dönüştürülebilen bir eğim boyunca hareket ettirmelerini içerir; deyim yerindeyse, bilinçsizden bilinçliye doğru. Öğreniriz ve muhtemelen kendi deneyimlerimizden biliriz ki, daha önce söze dökülmemiş bir duyguyu kelimelere dökmenin inanılmaz derecede özgürleştirici bir yanı vardır. Gerçekten korktuğumuzda, üzüldüğümüzde, kızdığımızda veya şaşırdığımızda, bu duyguyu adlandırmak yardımcı olur. Duygusal bir deneyim genellikle başka bir insanla konuşarak, onu kendimiz için kelimelerle ifade edene kadar, bir şekilde varlığımızın bir kısmını rehin tutuyormuş gibi görünür.

    V. A.’deki [“V. A.” kısaltması, Amerika Birleşik Devletleri’nde “Department of Veterans Affairs” yani “Gaziler İşleri Daire Başkanlığı” anlamına gelir. Bu kurum, Amerikan gazilerine sağlık hizmetleri, yardımlar ve diğer destekleri sağlayan devlet kurumudur.] çalıştığım dönem terapi alan bir Vietnam gazisinin terapi görüntülerini izlediğim anı asla unutmayacağım. Zihni, savaşta yaşadıkları tarafından gerçekten sömürülmekteydi. Aynı sahneyi kafasında defalarca oynatan korkunç, müdahaleci kabuslar görüyordu. Her seferinde çığlık atarak uyanıyordu. Uyanık yaşamı, hafızasında taşıdığı sahneleri mümkün olduğunca uyuşturma çabalarıyla ele geçirilmişti.

    Terapide, terapist gaziden tekrar eden sahneyi hatırladığı kadarıyla seans seans anlatmasını istiyordu. Her seansta, terapist gaziyi derin bir rahatlama haline geçirerek bu tekrar eden sahnenin ayrıntılarına daha fazla girmeye çalışıyordu; böylece bu anlatım tolere edilebilir sınırlar içinde kalıyordu. Her seansta, gazi, psikolojisini bu kadar etkileyen travmatik sahneyi biraz daha fazla kelimelere dökebiliyordu. Terapinin son seanslarından birine doğru, gazi korkunç bir ıstırapla, kendisinin ve arkadaşının birkaç  metre arayla siperlere saklandığı ve küçük bir düşman askeri grubunun (Viet Cong) bir dağın tepesinden onlara doğru geldiği bir sahneyi hatırladı. Gazi, askerlerin kurşun yağmuru altında metrelerce ötedeki siperinde izlerken, arkadaşını yakalayıp kaldırdıklarını, içlerinden birinin bıçakla önce kulaklarını, sonra burnunu kestiğini kesik kesik hıçkırıklarla anlattı. Bu, kendisinin kelimelere dökemediği, düşünmeye cesaret edemediği bir sırdı.

    Dakikalar geçtikten sonra terapist basit bir soru sordu: “Arkadaşınız çığlık attı mı?” “Hayır” dedi gazi. Uzun bir sessizliğin ardından terapist, gazinin kendi zihninde tamamlayamadığı boşluğu nazikçe doldurdu. Terapist “O zaten ölmüştü” diye fısıldadı. Birkaç saniye sonra gazi kendi kendine ve terapiste zorlukla duyulabilecek şekilde tekrarladı: “O zaten ölmüştü.” Birkaç saniye sonra, gazi zar zor duyulabilir bir şekilde hem kendine hem de terapiste tekrarladı, “O zaten ölmüştü.” Gazi, bu gerçeği kelimelerle, ifade edemediği, işkence dolu içsel anlatısından çıkarmıştı. Kendimize tamamlanmamış duygusal hikayeler anlatırız.

    Deneyimimizin içinde sıkıca kilitlenmiş parçaları alıp onları günlük kelimelere dökmenin güçlü bir yanı vardır. Kelimeler, bize kendimizi anlamamızı sağlar. Kelimeler, çocukken ve yetişkinler olarak bıraktığımız boşlukları doldurur. Kelimeler, bir duyguyu veya deneyimi olması gereken bir yere yerleştirir, böylece, artık, o duygu veya deneyim, içimizde her yerde var olamaz. Bir zamanlar bir hastam vardı, bir seansın metnini hatırlayabildiği kadarıyla minik harflerle yazardı. Seansın metninin dış kenarında sıkıca dolanmış olan tekrarlayan bir cümle vardı: “Artık burada yaşıyorsun, bu yüzden artık her yerde yaşayamazsın.” Freud’un kelimelerin kaygıyı bağladığı gözlemini yazdığı zaman, eminim ki hastamın deneyimine benzer bir şeyi kastetmişti.

    Kelimeler, zaman içinde belleğin, algının, deneyimin ve kendimizin temeline dayandırdığımız revizyonunu sağlayabildikleri için güçlü olabilirler. Ancak terapistlerin eğitiminde genellikle ihmal edilen şey, kelimelerin duygusal deneyimin çok bağlantılı bir zincirinin sonucu olduğudur. Bu zincirin halkalarını çözmek, duyguların konuşulabilir kelimelere dönüşmeden önceki seyrini anlamak için kritiktir. Bu bölümde, bu zincirin halkalarını ayırmaya çalışacağız, böylece bir duygunun seyrini anlayabiliriz ki bu çok önemlidir!

    Duygunun “Zihinselleştirme”si

    Duygularımızı [emotion] derin, erişilemeyen yerlerden toplama süreci gerçekten de önemlidir. Lecours ve Bouchard (1997) bu süreci, duygusal beynimizin mesajlarını bilinçli, düşünülebilir, konuşulabilir farkındalığımıza taşıma süreci, “zihinselleştirme [mentalization]”, olarak adlandırıyorlar. Bu yazarlar, duygusal deneyimin farkındalığının ve ifadesinin bebeklikten başlayarak bir meyil/eğilim [gradient] izlediğini ve bu meylin, yetişkin duygusunun mimarisini de tanımladığını açıklar. Bu süreç, duygusal deneyimin dört ayrı “kaydını” veya “halkasını” içerir: somatik [somatic], motorsal [motoric], imajinal [imaginal] ve sözel [verbal].

    Lecours ve Bouchard, terapistler olarak karşılaştığımız bir durumu açıkça ifade etmişlerdir: Bazı insanlar, duygusal deneyimleri net bir şekilde yaşadıkları halde bunları tanımlamak için henüz kelimeleri kullanamazlar. Hatta bazıları deneyimledikleri şeyin duygusal bir şey olduğunu bile bilmezler. Eğer terapistler olarak bu duygusal sinyalleri farklı “kayıt”larda -belki de “diller” demek daha doğru olurdu- almayı öğrenirsek, hasta[nın] dünyasını anlama kapasitemiz büyük ölçüde genişler. Eğer duygusal tonlamaların farklılıklarını duymayı öğrenebilirsek, kelimelerin ötesinde ifade edilen duyguları daha iyi tespit edip onlarla bağ kurabiliriz.

    Çoğunlukla, terapistlerin eğitimi sözel iletişim araçlarına ayrıcalık tanımakla başlar ve bu da, yol boyunca bazı temel bağlantıları dışarıda bırakabilir. Ancak bu duygusal deneyim zincirindeki ilk bağlantılar kolaylıkla kelimelere çevrilemez. Her bir kaydın kendi meşru yerinin olduğu ve bu yerin tanınması, saygı görmesi, keşfedilmesi ve bazen uzun bir süre boyunca yaşanması gerektiği kabul edilmelidir. Ancak bu şekilde, [her bir kayıt] zihinselleştirme zincirinde daha “üst” bir şeye dönüşmeye hazır olur.

    Aklıma, California’daki ilk yazlarında arkadaşım Beth’in hikayesi geldi. Bahçeye çıktığında kocası Eric’i yeni tomurcuklanmış güllerinin yapraklarını nazikçe eliyle açtığını görmüş. “Ne yapıyorsun?” diye sormuş. “Onların çiçek açmasına yardım ediyorum” demiş. Terapistler olarak duyguları hemen kelimelere dökmeye olan isteğimiz, bazen hassas bir sürecin önüne geçebilir; belki de çiçeğin, kendi zamanında ve kendi yolunda daha tam ve daha güzel açmasına engel olabilir.

    Zincirdeki Bağlantılar

    Lecours ve Bouchard’ın “zihinselleştirme” sürecine ilişkin açıklamalarıyla başlayalım. “Zihinselleştirme, bedensel [somatic] dürtü-duygulanım uyarımlarını simgeleştirilmiş zihinsel içeriklere dönüştürme ve bu uyarımları simgesel bir biçimde sürdürmenin ilk etkinliğidir” diye yazıyorlar. Başka bir deyişle, zihinselleştirme, bedensel temelli durumları anlamlı, düşünülebilir duygusal unsurlara dönüştürme sürecidir. Bu yazarlar duygusal deneyimi kaydetmenin dört ayrı ve aşamalı [progressive] yolunu tanımlar ve detaylandırırlar: somatik, motorsal, imajinal ve son olarak da sözel. Her birine tek tek bakacağız.

    Somatik (the somatic)

    Duygusal deneyim zincirinin ilk halkası somatik (fiziksel) deneyimdir. Duygulara ilişkin en erken ve en ilkel deneyimlerimiz tamamen fizikseldir. Beden, bir bebeğin henüz bir ihtiyacı, bir duyguyu, bir hissi adlandıracak dili olmadan önce duygusal kaydının ilk aracıdır.  Lecours ve Bouchard, bir bebekte, duygunun ilk olarak iç organlar (mide, kalp, vb.), baş, kaslar ve deri seviyesinde uyarılar (ağrı, gerginlik, bulantı, vb.) olarak deneyimlendiğini gözlemlemişlerdir. Vücudun kendisi, pasif bir şekilde olsa bile, en erken duygularımızın kayıt organı olarak tanımlanır.

    Bebeklikten yetişkinliğe doğru geliştikçe, beden duyguların “ilk dili” olmaya devam eder. Beden, duygusal sinyallerin -önceki bölümden hatırlayın- beyin sapımızın ve subkorteksimizin derinliklerinden kaynaklanan ilk alıcısıdır. Beden, gerçekten bir duygu alıcı-vericisidir [transciever]. Duygusal beyinlerimizin subkortikal kısımlarından gelen sinyalleri alır ve onları deneyim zincirimizde ileriye taşır. Bunu (potansiyel olarak) hissedebildiğimiz duyusal ve motorik çıktıları kullanarak yapar.

    Kendi duygusal deneyimimizi bilmemize yardımcı olan mekanizmalar açısından beden ilk sırada yer alır. Duygu beynimizin en derin kısımlarından ortaya çıktıkça alt kortekse aktarılır ve önce vücudun otonom sinir sistemine, ikinci olarak sağ beyine (görsel/duygusal kısım) kaydedilir. Ancak o zaman, sonradan akla gelen bir düşünce olarak sol beyne (düşünme/dil bölümü) iletilebilir.

    Buradaki anahtar nokta şudur: beden, yaşamımız boyunca nihai duygusal destek olarak kalır. Herhangi bir başka duygusal kayıt veya ifade biçimi olmadığında, tüm diğer duygusal algı araçları ya travmanın büyüklüğünden ya da gelişimsel yetersizliklerden dolayı devre dışı kaldığında, “beden kayıt tutar” (van der Kolk, 2006). Zihnimizde bilmeyi göze alamadığımız şeyleri bedenimizde depolarız. Joyce McDougall’un (1989) düşündürücü kitabı Theatres of the Body [Bedenin Tiyatroları] bu konuyu derinlemesine incelemektedir.

    Lecours ve Bouchard’ın somatik kayıtla ilgili perspektifleri, Winnicott’un bu alandaki önceki çalışmalarıyla örtüşmekte ve onlardan yararlanmaktadır. Winnicott, “Mind and its Relation to the Psyche-Soma (Zihin ve Psişe-soma ile ilişkisi)” başlıklı makalesinde (1949), başlangıçta, bebek olarak, duyguları ilk ve temel olarak bedensel bir deneyim [a bodily experience] olarak yaşadığımızı öne sürmüştür. İhtiyaçlar içimizde ortaya çıkar (veya dışarıdan tetiklenir), gerginlik durumları öne çıkar, bizi rahatsız eder, bedenlerimizi huzursuz eder ve fiziksel sıkıntılarımızı ifade etmemize neden olur. Buna karşılık, kişilerarası çevremiz tarafından etkileniriz. Sakinleştiriliriz (veya sakinleştirilmeyiz). Winnicott, bu görünmez ritmin “çevresel anneler [environmental mothers]” tarafından yanıtlandığını ve yönetildiğini, gelişmekte olan bir bebeğin içsel psişik dünyasına yavaş yavaş yayılmak için ihtiyaç duyduğu mecazi alanı sağladığını öne sürmüştür. Winnicott, yakından uyumlu bir çevre verildiğinde, bebekte fiziksel deneyimin doğal bir detaylandırmasının meydana gelmeye başladığını ve bebeğin kendi deneyiminin farkındalığını artırmaya yönelik doğal bir hareketin başladığını yazmıştır. Bu sürece psişe-soma gelişimi [development of the psyche-soma] adını vermiştir: Psişe, ruh; soma, beden birbirine bağlantılı ve böyle de olması gerekmektedir. Winnicott’un sözleriyle, psişemiz -öz farkındalığımız, kendilik deneyimlerimize ilişkin farkındalığımız – “fiziksel deneyimin psişik detaylandırılması” üzerine inşa edilir ve kökleri fiziksel deneyimde yatar (1949).

    Seansta (in session)

    Kişisel farkındalığımızı ve duygusal olarak ne hissettiğimizin farkındalığını sağlayan ilk organımız bedendir. Bebekler için de geçerli olan bu durum bebeklerde kolayca gözlenebilir. Ancak terapi sırasında bir hastada duygusal zincirin bu ilk halkası nasıl görünebilir? Bu oldukça önemlidir çünkü bazıları için bu somatik düzey, duyguların kaydedilmesi için sahip oldukları tek dil olabilir.

    Somatik düzey, bir seansta hastanın geçmiş bir olayı anlatırken aniden mide bulantısı veya baş dönmesinin ortaya çıkması şeklinde gözükebilir. Ya da bir travmanın kısmen yeniden yaşanması seans esnasında açıklanamayan otonom aktivasyonu (hızlı kalp atışı, karın ağrısı, titreme, terleme vb.) şeklinde temsil edilebilir. Ya da duygusal içerik çalışmada ortaya çıkmaya başladığında psikosomatik bir semptomun patlaması olarak, cilt döküntüleri veya baş ağrıları şeklinde kendini gösterebilir. Bir seans dışında, bazı duygu tetikleyicileri meydana geldiğinde, sıklıkla çocukluk çağı istismarının veya tacizinin yetişkin mağdurları arasında duygu olarak deneyimlenmeyen, ancak somatik deneyim [somatic experience] olarak kodlanması aşırı bedensel/psişik rahatsızlık olarak tecrübe edilebilir.

    Ayarlamak (tuning in)

    Şimdi, ilerledikçe birlikte daha derinlemesine keşfedeceğimiz bir şey söyleyeceğim. Ancak daha önce de açıkladığım gibi, uydu antenimizde, terapistler olarak bize normalde öğretilenden ve kesinlikle mevcut sinir biliminin tam olarak anladığından daha fazla potansiyel “alıcı ekipman” bulunmaktadır. Konuşma dilinin aracılığı olmadan, terapinin alanı boyunca -beyinden bedene, bedenden beyne- iletişim kurma kapasitesine sahibiz. Eğer bunu ayarlayabilirsek [tune in], muhteşem beynimiz zaman zaman karşımızda oturan hastanın somatik deneyiminin bir kısmını sözsüz olarak algılayabilir.

    Bu nasıl görünürdü? Seans sırasında bazen aniden mide bulantısı, baş ağrısı, midemizde huzursuzluk veya kalbimizin etrafında ağrı, endişeden kaslarımızın gerildiğini hissedebiliriz, nefes almakta zorlanabiliriz, gözyaşlarıyla mücadele etmek zorunda kalabiliriz, üşüyebiliriz. Aşağıdaki örnekte olduğu gibi, bir seansta kendimizi çok uykulu hissedebiliriz (kendi uyku ihtiyacımızla ilgisi yoktur). Bunlar, terapistler olarak genellikle öğretildiği gibi ilgilenmemiz gereken deneyimlerimizin parçaları değildir. Bu sinyalleri görmezden gelmek veya “bizim” olduklarını varsaymak oldukça yaygındır. Ama eğer onlara uyum sağlamayı öğrenebilirsek, işte oradalar. İşte oradalar, belki de birisinin “Üzgün ​​hissediyorum” demesi durumunda sahip olabileceğimiz kadar duygusal bilgiyi veriyorlar. Bu tür somatik sinyaller, normalde terapinin dışında mevcut olandan biraz daha derin bir uyumlanma düzeyine -uyumlu annelerin bebeklerine verdiklerine daha yakın bir düzey-, ifade edilmemiş fiziksel/duygusal sinyalleri okumaya izin verir.

    Hastalarımın yanında fiziksel olarak ne hissettiğimi fark etmek ve bunu önce kendi içimde, bazen de yüksek sesle onlarla birlikte konuşmak artık kendi pratiğimin alışıldık bir parçası halini aldı. Mesela midemin kasıldığını hissediyorum. Duygunun devam edip etmediğini görmek için bir süre bekliyor, sonra hastaya benimle konuşmaya çalışırken vücudunda olup bitenlerin farkında olup olmadığını soruyorum. Eğer boş çıkarsa biraz daha sorguluyorum, “Hımmm. Burada bir şeyler hissedip hissetmediğini merak ediyorum” (Mideme doğru işaret edebilirim). Eğer birisi kendi bedensel duyumlarına aldırış etmeme alışkanlığına sahipse, bu fazladan soru çoğu zaman onların bu zorluğu fark etmelerine ve kendi sözcüklerini   kullanmalarına olanak tanır. Daha sonra bu daralmaya neyin sebep olabileceğini merak etmemizi sağlayacaktır. Bilmiyor olabilirler. Duygular yalnızca somatik düzeyde olabilir. Eğer öyleyse, o andaki duygularını dile getirme çabaları pekala erken, hatta müdahaleci olabilir. Ama bizim bunu hissetmiş olmamız, onların o duygularla olan fiziksel/duygusal deneyimlerine dair bir şeyler edinmiş olmamız önemli; bunu onlarla birlikte merak etmiş olmamız ise zamanla çoğu hasta için, vücutlarında olup bitenlerin farkına varılması, duygusal dünyalarının, normalde hasta ve terapist tarafından gözden kaçırılabilecek olan bir kısmına giriş yapma olanağı sağlar.

    Elbette sinyal konusunda her zaman haklı olamayız ve bazı insanlar deneyimlerine o kadar kayıtsız kalırlar ki, kendi bedenlerinin o anda ne hissettiğini bile hissedemezler. Ancak seansta somatiğe dikkat ettiğimizde terapistler olarak bizim için geniş bir bilgi akışı olanağı mevcuttur. İnsanlar, bu oldukça ilkel seviyeye götürdüğümüzde kendilerinin çok iyi anlaşıldıklarını hissediyorlar. Bunda bir yakınlık veya çoğu kişinin kendi birincil bakım verenlerinde eksik olabilecek bir uyumlanma (attunement) düzeyi bulunmaktadır.

    Dün danışma grubunda bir terapist, belirli bir kadın hastanın yanında aşırı uykulu olma sorununu anlattı. Ancak hastanın bu ve bunu takip eden seansta uykulu görünmediğinden bahsetti. Bu hastanın ne söylediğine ve bunu nasıl söylediğine dair açıklamasını dinlediğimizde grup, hastanın konuşurken (korkunç ve umutsuz olan) kendi duygusal deneyiminden tamamen kopmuş göründüğü yorumunu yaptı. Birlikte bu kadından gelen tek yayılımın duygusal ifade zincirinin mümkün olan en alt noktasında -beden düzeyinde- olduğunu ve aslında terapistini bedenden bedene bir ilişki yoluyla duygusal dünyasına getirdiğini tahmin ettik. Beden bedene iletişimi [body-to-body communication], kendini (ve terapisti) uykuya yatırarak kendi umutsuzluğunun acısından uzak durma şeklinde gerçekleşmişti.

    Kendi somatik deneyimimizi terapi odasına taşımak da elbette mümkün. Aşağıda, gerçek bir hikayeyi anlatacağım. Küçük oğlunun eşini ve kendisini aylarca uykusuz bıraktığı sevgili arkadaşım, bir keresinde seansta bir hastaya yüksek sesle şu soruyu sorduğunu duymuştu: “Büyükannen uzay gemisinden çıktığında tam olarak nerede duruyordun?” Uykuya dalmış, rüya görüyordu ve bu sözleri söyleyen kendi sesiyle uyanmıştı. Şans eseri, mizah anlayışı güçlü arkadaşım o anda dürüst davranıp  bu hatanın hastası üzerindeki etkisini keşfedebildi. Yani evet, elbette hepimizin kendi bedensel sorunları var. Ancak eğer onları takip etmeyi öğrenebilirsek (arkadaşımın bu hasta ile yaptığı gibi) ve duygusal deneyimin somatik seviyesine uyumlanmak için kendi uydu antenimizi kullanabilirsek, duygusal deneyimler büyük ölçüde artar, terapimiz büyük ölçüde derinleşir ve hastalarımızın proto-duygusal/ön-duygusal deneyimlerine [proto-emotional experiences] uyumlanmamız mümkün olur.

    Toparlamak gerekirse; bazen insan olarak kendi zincirimizdeki halkaları kaçırıyor olabiliriz. Bazen duygularımızı ifade edecek söz bulamayız; bazen duygularımıza karşı hiçbir duygumuz olmaz. Travma ya da duygusal bunalım zamanlarından, duygularımızı yaralı ve budaklı bırakan olaylara dair anımız bile olmayabilir. Yine de zincirdeki diğer tüm halkalar silinmiş veya erişilemez olsa da, beden kayıt tutar, hafızayı korur, duyguyu kaydeder. Bunu az önce tartıştığımız şekilde içsel ve pasif olarak ve birlikte keşfetmek üzere olduğumuz aktif olarak [actively] ve kas hareketleriyle [motorically] olmak üzere, iki şekilde yapar .

    Motorsal (the motoric)

    Bizler, her şeyin temelinde, temelimizde, tasarım gereği duygusal varlıklarız. Bu ne demektir, ne anlama gelir, onun ışığında nasıl hareket etmeliyiz ya da etmemeliyiz gibi kendi duygusal deneyimlerimizi hissetmek ve kodunu çözmek için ayrıntılı donanıma sahibiz.  Bu donanıma sahibiz çünkü bilişin duyguyla iç içe olması hayatta kalmamız ve insan olarak yaşam kalitemiz açısından önemlidir. Terapistler olarak bu ekipmanın nasıl çalışacak şekilde tasarlandığını ve bir kısmı veya tamamı eksik göründüğünde ne yapmamız gerektiğini anlamalıyız.

    Duygusal deneyimin bir sonraki alıcı-vericisi (pasif olarak gözlemlediğimiz iç organlarımızda, derimizde, kafamızda ve kaslarımızda bir şeylerin kaydedilmesinin ötesinde) duygunun motor olarak aktif canlandırılmasıdır. Bebekte bu, kıvranma, kıpırdama, ağlama, eğilme, gülümseme gibi farklı somatik/proto-duygusal (birincil) durumların tüm aktif dışavurumları şeklinde görülür. Bunların hepsi hissedilen bedensel durumun doğrudan canlandırılması yani; bedensel duygunun eyleme geçirilmesidir. Ancak bebekte bu eylemler refleksiftir. İlgili duyguya müdahale eden herhangi bir zihinsel işlemden yoksundurlar. Zihinsel işlemleme konusunda daha gelişmiş donanıma sahip, biraz daha büyük bir çocukta öfke nöbetleri kesinlikle bu motor kategoriye girecektir.

    Bir yetişkinde motor ifade düzeyi kolaylıkla gözlemlenebilir. Hiç birisinin evine girip duvara açılmış bir delikle karşılaştınız mı? Yumruğun diğer tarafında, bir anda muhtemelen kelimelere aktarılmayan bir duyguyu motor olarak ifade eden bir insan vardı. İnsanlar bunu yumruklarını bir duvara vurduklarında, bir kapıyı tekmelediklerinde, odalarını altüst ettiklerinde, kendilerini kestiklerinde, bebeklerini sarstıklarında ya da kendilerini aşırı yeme sırasında yüzüstü bulduklarında yaparlar. Duygu olarak bedenlerinde ve ruhlarında olan, ancak içlerinde bilinçli olarak işlenmemiş ve alternatif ifade araçları olmayan bir şeyi eyleme geçirirler.

    Motor olarak bedende hapsolmuş duyguların klasik bir örneğini, Birinci Dünya Savaşı gazilerinin, o zamanlar “savaş nevrozu” (şimdiki adıyla Travma Sonrası Stres Bozukluğu ) olarak adlandırılan deneyimlerde görürüz. Savaş sonrası film görüntüleri, bu adamların çoğunun yürüme ve dengelerini koruma becerilerinde derin nöro-kas bozuklukları sergilediğini gösteriyor. Büyük bir sarsıntıyla birkaç adım yürüyüp sonra yere düşüyorlardı. Oldukça genç olmalarına rağmen ileri derecede Parkinson veya Huntington hastalığı olan insanlara benziyorlardı. Kardiner’in  (1941), bu gazilerle yaptığı çalışmalarda, savaş anılarını bilinçli ve aşamalı olarak yakalayıp sözel hale getirebildiklerinde (duygu zincirinin son halkası) oldukça ciddi motor temelli hareket bozukluklarının çözüldüğü görülmüştür.

    Motor ifade düzeyi, bedende bir uyarının motor eyleme yol açan isimsiz ve tanınmayan bir duygusal durumu temsil eder. Duygunun “Motor” kısmı, “emotion” kelimesinin kökeninde görülebilir; emotion Latince emovere’den gelir, burada e- “dışarı” anlamına gelir ve movere “hareket etmek” anlamına gelir.

    Motor aktivitenin, geniş yelpazesiyle duygusal ifadeyi temsil edebileceğinin kabul edilmesi, belirli bir hastanın içsel psikolojik dünyasını anlamak için çok önemli olabilir. Aynı şekilde, motor ifadenin, belirli bir hastanın belirli bir zamanda sahip olduğu “en yüksek” ifade biçimi olabileceğinin anlaşılması, o kişiyi bulunduğu yerde karşılamamıza olanak tanır. Böylece, onların bizim sözel konfor alanımıza tamamen gelmelerini beklemek yerine, bizim dilimizi konuşmaya hazır ve uygun hale gelmeden önce ne söylediklerini “duyabiliriz”.

    Birçok insan için patlama ya da içe patlama, duygusal ifade için tek seçenektir. Hareket ederler—yaklaşır veya uzaklaşırlar. Patlama, şiddet, saldırı ile yaklaşırlar; sessizlik, geri çekilme, terk etme, bırakma ile uzaklaşırlar. Bu aktiviteler, kasları araç olarak kullanmayı içerir. Parantez içinde, bazı insanların sözlü patlamaları, iletişimden çok kas salınımına benzer. Hiçbir mantıklı veya anlamlı içeriği olmayan bir doğrudan saldırı, bir tür motor boşalma, genellikle sadece budur.

    Terapi sırasında huzursuzluk görebiliriz. Ya da bir hastanın “Ne hissettiğimi bilmiyorum, sadece odayı terk etmem gerekiyordu.” veya “Ve işte o zaman kendimi kesmem gerekti.” ya da “Dün gece bir öfke nöbeti geçirdim. Ne hissettiğimi bilmiyorum.” dediğini duyabiliriz.

    Kronik aşırı yemek yiyenler için düzenlenen gruptaki bir geceyi hatırlıyorum; grup üyelerinden biri yoğun ve yorucu bir gün geçirdiğini ve kendisini bir restoranda dokuz büyük tabak dolusu patates kızartması sipariş edip yerken bulduğunu anlattı. Grup onun gününü sorguladıkça, bu eylemin kocası tarafından kullanılma ve göz ardı edilme duygusuna bir tepki olduğunu fark etti. Bütün gün boyunca onun yarattığı bir bilgisayar sorununu çözmek için çalışmıştı. O gün boyunca kendini bu şekilde kullanılmış ve değersiz hissettiğini bilmiyordu ve patates kızartmalarını yemenin içsel duygusal huzursuzluk haliyle bağlantısını hiç kurmamıştı.

    Bunlar, bir duyguyu anlamak ve sözel olarak ifade etmek yerine, etkinliği bir vekil olarak kullanmak, duygunun motor ifadeleridir. İnsanlar duygularını motor seviyede ifade ettiklerinde, genellikle bu eylemin bir duyguyu örtbas ettiğini bilmezler. Sıkça “Nedenini bilmiyorum; ne hissettiğimi bilmiyorum, sadece yaptım” (her neyse), ve bu “her neyse” genellikle onları utandıran bir şeydir, çünkü onlara çok az anlam ifade eder ve bazen de ciddi kişilerarası hasara neden olur. Terapötik açıdan, bu “her neyse” henüz sözcüklere dökülmeye hazır olmayabilir (ve bazen dökülmemelidir de), ancak biz terapistler tarafından (bazen sessizce) bir duygunun ilk ifadesi olarak tanınmalıdır.

    Bu gibi bir durumla birkaç yıl önce 45 yaşındaki bir hastayla yapılan bir seansta karşılaştım. Birkaç aydır haftalık terapiye devam eden bu kadın, o gün ofise solgun ve depresif bir şekilde geldi. Sandalyeye oturdu, ofisin her tarafına baktı ve sonunda konuştu: “Bugün burada çok iyi bir gün olmayacak.” Kısa bir sessizlikten sonra, “Ölmek istiyorum,” dedi. “Ortadan ikiye bölünmüş gibiyim” (somatik kayıt). Beni, hafta sonu erkek arkadaşıyla yaşadığı bir tartışmaya götürdü ve ardından yaşadığı “çöküşü” anlattı. Bu çöküş, sürekli ağlamaktan, tüm hafta sonu pijamalarını çıkarmamaktan ve ölmek istemekten oluşuyordu. Tartışmayı geriye dönük olarak yansıtırken bariz bir belirsizlik vardı. Birkaç eylem planının eşiğindeydi: erkek arkadaşını terk etmek, işini bırakmak, ya da hayatına son vermek. Bunların hepsi motor seviyedeydi; tanımlanamayan, açıklanamayan bir duyguya yanıt olarak eyleme geçmek.

    Burada ne oluyordu? Kadın, bedeninde sıkışmış ve eylem yoluyla ifade arayan duyguları yaşıyordu. Yaşadığı duygu düzeyinin kendisine tanıdık olduğunu ve erkek arkadaşıyla yaşadığı mevcut deneyimle orantılı bir tepki olmadığı açıkça görülüyordu. Bu kadarını biliyordu.

    Muhtaç ve uyumlanamamış bir anne ile büyüdüğü bir evde yetişmişti. Bebeklik ve çocukluk döneminde, karşılanmayan, göz ardı edilen ve durmaksızın devam eden, çocuk için korkutucu olan birçok fiziksel ve duygusal uyarılmalar yaşadığı sahneler yaşamıştı. 45 yaşında, çocukken içine düştüğü tahammül edilemez duygu hallerini yaşıyor ve duygusal olarak “geri dönüşler” yapıyordu. Kendi duygularını anlamakta tamamen yetersiz olduğu için, tek çaresi duyguları olası eylem kalıplarına dökmekti: ayrılmak, işi bırakmak, hayatına son vermek. Bu, motor kaydın eylemde nasıl görünebileceğine dair bir örnek olarak kabul edilebilir. Terapist olarak böyle bir duruma nasıl yanıt verebileceğimizi keşfetmek için bu olaya bir sonraki bölümde döneceğiz.

    Bu motor kaydı bitirmeden önce size bir örnek daha sunayım. Bazen seans sırasında, bir hastamın konuştuğunu dinlerken içimden bir şeylere yumruk atmak veya bir şeylere tekme atmak istediğim hayalini kurduğum oluyor. Bu tür bir anın ardından, bir hastama kendi aktivasyon durumunu sormak istemiştim ve böyle bir anda bir erkek hastama vücudunda ne hissettiğini sordum. Kollarında ve bacaklarında (şaşırtıcı olmayan bir şekilde) benim hissettiklerime uyan bir gerginlik vardı. Sonraki sorum şuydu: “Ve şu anda hissettiğin şeye (hayalindeki) motor düzeyde nasıl tepki vereceksin?” Şaşırtıcı yanıtı ise “Dans ederdim” oldu. Ardından gözyaşları geldi. Çocuklukta, bir oyun performansından önceki olaylarla bağlantılı, kendi ebeveynleriyle asla dile getirmediği dokunaklı anıları  hatırladı. Gerçekten duygusal zincirin daha yüksek halkalarına doğru güzel bir geçişti.

    İmajinal (the imaginal)

    Konuşma öncesi bebek kendi ruhuna somatik ve motor olanın ötesine “genişlerken” gelişecek bir sonraki “kanal” veya “kayıt” çok önemlidir. Bedensel deneyimleri ve ilgili uyarılma durumlarını temsil etmenin bir yolu olarak zihinsel imgeleri (zihinsel resimler ve nihayetinde zihinsel sahneler) kullanma kapasitesidir. Bu ileriye doğru büyük bir gelişimsel adımdır çünkü deneyimin temsilini içerir. Deneyimi, üzerinde düşünülemeyenden, nihayetinde detaylandırılabilecek yeniden oynatılabilir, yeniden hayal edilebilir ve hatta yeniden formüle edilebilir sabit bir zihinsel imgeye taşır: (Freud, 1915a; Sandler & Rosenblatt, 1962).

    Zihinsel imgeleme adımı, bebekliğin erken konuşma öncesi aylarında, sağ beyin gelişiminin hızla ilerlediği ve beyin dil devrelerinin aktif hale gelmesinden önce gerçekleşen bir adımdır. Bu, gelişmekte olan bebek zihnine belirli bir zihinsel/psişik esneklik getirir. Bir annenin yüzünün anısını veya beslenip uykuya dalma sahnesinin huzur verici anını hatırlayabilme kapasitesi, hatta bakım verene yönelik bir saldırı hayal edebilme kapasitesi gibi gelişimsel kapasiteler, bebeğe içsel ve dışsal çevresinden gelenlere refleksif tepkilerin ötesinde bir içsel yaşam kazandırmaya başlar. Bu, bir çocuğa acil bir durumun ortaya çıkması ile heyecanla ifade edilmesi arasında zaman kazandırır.

    Bir rahatsızlığın içimizde oluşması ile bu rahatsızlığın motor olarak gerçekleştirilmesi arasına zaman unsurunu dahil etmenin, insanın psikolojik olgunlaşması için çok önemli olduğunu düşündüğümüzde, bu unsurun devreye girmesi ile  birlikte düşünceli yansıma dünyası mümkün hale gelmeye başlar ve bununla birlikte alternatif açıklamalar, atıflar geliştirme ve hatta harekete geçme veya geçmeme seçeneği de ortaya çıkar. Anneler, bebeklerindeki bu kanalın gelişmekte olduğunu, çocuğun kendilerine yönelik taleplerine sadece biraz daha uzun süre tolere edebilme kapasitesinin belirmesiyle sezgisel olarak anlarlar; başlangıçta sadece biraz, sonra biraz daha uzun, ve daha da uzun süre. Winnicott (1949), bir çocuğun ihtiyacının ortaya çıkması ile tolere edilebilirliğinin bittiği noktaya gelmesi arasındaki gecikmenin artmasının, çocuğun hayal gücünün gelişmesine ve detaylandırılmasına olanak sağladığını düşünüyordu. Ancak, Beth ve Eric’in tomurcuklanan gülleri gibi, bu süreç aceleye getirilmemelidir.

    Bu görsel kaydın terapide ortaya çıkışıyla nasıl karşılaşabiliriz? Terapide bir çocuk, duygusal dünyasını iki boyutlu çizimlerin renkleri ve şekilleriyle görsel olarak temsil edebilir. Çoğumuz, istismara uğramış veya ihmal edilmiş evlerde yaşayan çocukların karanlık ve rahatsız edici çizimlerine rastlamışızdır. Bu çizimler, istikrarlı ve duyarlı evlerde yaşayan çocukların çizimlerinden çok farklı görünür ve hissedilir—koyu renkler, vurgulu çizgiler, abartılı oranlar—bize içsel olarak bir şeylerin yolunda gitmediği hissini verir.

    Yönlendirici olmayan oyun terapisinde çocuklarla çalıştığımızda, genellikle çocukların sahneleri, kendi duygusal dünyalarının üç boyutlu görsel temsilleri şeklinde düzenlediklerini görüyoruz. Bir çocuk kum havuzundaki figürleri düzenleyebilir, oyuncaklarla sahneler hazırlayabilir, hatta yönettiği sahnelerde terapist olarak bize rol verebilir. Bunlar, bir çocuğun ham somatik/motor duyguları (Bion’un deyimiyle (1962b), “beta öğeleri”) duygusal dünyalarının görsel temsillerine dönüştürmeye başlama kapasitelerinden kaynaklanır.

    Bir yetişkinde, imajinal düzeyde zihinselleştirme terapide çeşitli şekillerde kendini gösterebilir. Görüntüler, hastanın mevcut veya geçmiş deneyimlerinden, belki bir kitaptan, filmden, şiirden ya da gördüğü bir sanat eserinden kaynaklı olabilir. Hasta, çocukluğundan bir sahne tanımlayabilir. İmajinal olan, hastanın metafor kullanımıyla kendini gösterebilir. Hatta kendi sanat eserlerini terapi sürecinde ifade aracı olarak sunmasıyla da ortaya çıkabilir. Ya da duygusal deneyimi görsel hareketli resimlere dönüştürdüğümüz düzenli, gece boyunca süren bir mecra olan bir rüya sahnesinin hatırlanmasıyla kendini gösterebilir.

    Bir hasta, “Onu pencereden fırlatmak istedim” şeklindeki motor duygudan sadece küçük bir adım uzakta olabilir, ancak daha da önemlisi, duygunun bu görsel sunumu, eylemi gerçekleştirmekten ziyade duyguyu temsil etmeye başlar. Motor seviyeden imajinal/zihinsel imgeleme seviyesine doğru olan bu dönüş, detaylandırma ve derinlemesine düşünme için zaman ve alan sağlar. Terapide böyle bir an yaşandığında hastanın yanında olmak, hastayla birlikte kalmak, sahneyi olabildiğince tam olarak anlatmasını, daha fazlasını hayal etmesini sağlamak önemlidir. Duygularını onlar için kelimelere “çevirmek” konusunda çok istekliysek – “vay be, gerçekten kızmışsın” gibi – kullanabilecekleri aracı tam olarak kullanma fırsatını onlardan çalmış oluruz.

    Hayali/İmajinal kendini sabit bir görüntü olarak sergileyebilir: “Kendimi Edvard’ın Munch’un Çığlık tablosunun konusu gibi hissediyorum” veya “Bilmiyorum, sadece hassas bir sinirim” veya “Bataklıktaymışım gibi hissediyorum” .” Bir keresinde bir hastam bana zihninde yavaşça dönen bir kürenin görüntüsünü anlatmıştı. Bana onun görünüşünü ve hızını tam olarak tanımlayabildi ve sonunda bir görüntü olarak anlamını iletmek için kelimeleri kullanmış olsak da, bu onun için o anlarda terapide sözsüz olarak da  bir şeylerin  oluşmasını sağladı. (Bölüm 5’te küreye geri döneceğiz).

    Bazen imajinal (zihinsel imge) olan, terapist olarak bizlerin sorusuyla hastanın aklına gelen bir sahne olarak ortaya çıkıyor; tıpkı okuldaki bir tiyatro oyunundaki dans gösterisini hatırlayan hastam için de geçerli olduğu gibi, bir sürü anıyı ve duyguyu tetikliyor. Bazen bir hastanın şu andaki bir şeyi açıklamaya yönelik spontan girişimleri, onları çocukluğundaki görsel anılara yönlendirir ve bu da onları tam bir duygu hazinesine sokar “Dün patronum iş arkadaşımı o kadar zalimce azarladı ki, çok rahatsız oldum. Bu, babamın küçük kız kardeşime bağırdığı, ona vurup sürekli ağlamasını durdurmasını söylediği bir zamanı hatırlattı.”

    İmajinal olan  çoğu zaman metafor kullanımıyla sergilenir: “Onun yorumlarıyla kendimi otobüsün altında sıkışmış hissettim”, “Beni aşağı, aşağı, aşağı çeken bir girdabın içindeymiş gibi hissediyorum.” Görüntüler ve görsel sahneler, duygusal bir gerçeğin zengin ifadeleri olabilir; genellikle henüz tam olarak doğmaya hazır olmayan ve hatta standart duygusal kelime listemizde yeniden doğmasına gerek olmayan ifadeler. Görsel kayıt sırasında bir hastayla birlikte kalmak (birinin görüntüyü veya sahneyi hayal ettiği gibi tamamen detaylandırmasını sağlamak) gerçekten önemlidir. Bir hastayla görsel kayıtta kalmak—birinin hayal ettiği görüntüyü veya sahneyi tam olarak detaylandırmasını sağlamak—gerçekten önemlidir. Görsel, verimli ve duygusal olarak güçlü bir ortamdır ve aslında detaylandırmaya uygun, esnek bir alandır. Ancak bu detaylandırma, hastanın kendi detaylandırması olmalıdır çünkü birinin görüntüsünün onlarda uyandırdığı şey, bizde uyandırdığı şeyle aynı olmayabilir. Hedef, onların duygusal deneyimidir.

    Nörolojik olarak, görsel kanalın duyguların temsili ve ifadesi için önemli bir araç olmasının iyi bir nedeni vardır. Görüntüler, aynı zamanda kendi bedensel (somatik ve motor) deneyimimizle olan bağlantımızın da merkezi olan beynin sağ yarımküresinde ortaya çıkar (Schore, 2012). Sağ yarımküre beynin en yüksek duygu işleme merkezidir. Bu yarımküre, duyguların ifadesi zincirinde tartıştığımız ilk üç bağlantıyı düzenler. Sağ yarımküre, bedenle sürekli bir geri ve bir ileri iletişim halindedir ve bu yarımküre, beynin daha derin duygusal merkezleri ve vücudun organları ve kasları ile görüştükten sonra bir duyguyu görsel kanala iletebilir. Ancak o zaman, bir duygu konuşma diline nihai olarak iletilmek üzere korpus kallozumdan sol yarımküreye taşınacak kadar “olgunlaşır”.

    Yani duygusal dünyada bir resmin bin kelimeye bedel olması şaşırtıcı değildir.

    Sözel (the verbal)

    Duygusal ifade zincirindeki son yöntem sözlü olandır. Duyguları söze dökmek (duyguları kelimelerle ve hikayelerle, duygularımızla ilgili açıklamalar ve içgörüler ile ayrıntılandırmak) duygusal mimarimizin zirvesidir. Sözlü ifade, duygunun yokluğunda erişilemeyen duyguyu ifade etme konusunda benzersiz yetenekler bahşeder. Zihinselleştirme zincirinde “son” sırada yer almasına rağmen dil bize, duygusal deneyimlerimizi kelime sembollerine çevirmek ve bu kelimeleri, duygularımızı bize anlamlı kılmak için kullanmak için güçlü kapasiteler sunar. Kelimeler bir duyguyu zaman içinde tutmamızı sağlar böylelikle onu döndürebilir, farklı açılardan görebiliriz. Sözlü ifade, geçmiş duygusal deneyimi şimdiki duygusal deneyime dönüştürücek şekilde bağlantı kurmamızı sağlar. Dil, kendimizi, geçmişi ve bugünü nasıl gördüğümüzü yeniden inşa etmemize ve yapılandırmamıza ve kendi öz tanımımızdaki bu tür değişikliklere dayanarak nasıl davrandığımızı anlamamıza olanak tanır. Son olarak kelimeler bizi başkalarına sıkı bir şekilde bağlar ve anlam dünyamızı bir başkasına aktarmamızı sağlar.

    Bir duygunun izlediği yol düşünüldüğünde dilin bu son sıradaki konumu oldukça anlamlıdır. Erken gelişimde, bir duyguyu ifade edecek dili geliştirmeden önce, bir duyguyu hissetme, motor olarak harekete geçirme ve resmetme kapasitesini geliştiririz. Hayatımızın ilk on sekiz ayını esasen konuşma öncesi, birincil bağlanma figürü/figürleri ile yoğun ihtiyaç dolu, bağımlı, duygusal bir ilişki içinde geçiririz. Bu süre zarfında, deneyime bağlı beyinlerimiz duygusal deneyimlerimizi şekillendirir: bir ihtiyaca sahip olmanın, bu ihtiyacı ifade etmenin, bu ihtiyacın karşılanıp karşılanmadığının nasıl bir his olduğunu öğreniriz. Bir ilişkide olmanın—anlaşılmak, değer verilmek, sevilmek, değerli hissetmek, tutulmak, gülümsenmek, oyun oynamak, zevk almak, yeterince iyi bakılmak—nasıl bir his olduğunu öğreniriz ya da öğrenemeyiz. Çevremizdeki dünyaya karşı güven geliştiririz ve bakım alma hakkımızın olduğunu varsayarız ya da varsaymayız. Beynimiz öğrenir. Bizi bulunduğumuz duygusal ortama uyum sağlamak için donatır. Tüm bu işleri sol yarımküremiz (dil/mantık bölümü) gelişim sırasını beklerken yapar (Schore, 2012). Aslında, duygusal ve bağlanma yapımızın temel kısımları, büyük ölçüde, hayatın ikinci on sekiz ayında belirgin bir şekilde ortaya çıkan ifade edici dilin yokluğunda oluşur. Önce bağlanma ve duygu (sağ beyin), sonra dil ve mantık (sol beyin).

    Ancak özgürlük dil ile birlikte gelir. Kelimeler, temel deneyimleri (bedene dayalı), bu deneyimlerin yerine geçen imgeler ve sözcük sembolleriyle bağlama imkanı verir. Bu tür duyguların temsili, duygusal deneyime, deyim yerindeyse, geçiş izni verir; böylece duygusal deneyim artık bedensel bağlantılara ve anlık motor ifadelere bağlı kalmaz. Bir duygu ya da bir dizi duygusal deneyim resimler ve kelimelerle temsil edilebildiğinde, zamanda yolculuk yapma özgürlüğüne sahip olur. Duygular zamanla tanımlanabilir ve birbirine bağlanabilir. Hatta “duraklatılabilir” ve daha sonra yeniden ziyaret edilebilir. Duygusal deneyimler—hatırlanan duygusal deneyimler bile—kelime ve resim eşdeğerleriyle yer değiştirebilir ve o anda harekete geçme veya uygulanma zorunluluğundan veya mecburiyetinden kurtulabilir. Görüntü ve kelime temsilleri aracılığıyla, artık duygularımız tarafından “yaşanmaz” ve zorlanmaz; duygusal tepkilerimizi yazma ve düzenleme gücüne sahip oluruz.

    Özet

    Öyleyse özetleyecek olursak zihinselleştirme sürecinde, fiziksel/duygusal deneyimlerin istemsizce sergilendiği pasif bir sahne olmaktan çıkıp, kendi senaryomuzu yaratmaya geçeriz—fiziksel/duygusal uyarımları tanımlamak için imgeler ve kelimeler buluruz. Bu çeviri süreci, sadece “var oldukları” için düşünülemeyen temel bedensel deneyimlerin yerini alan imgeler ve kelimelerle bağlantı kurmamızı sağlar. Onlardan zamansal olarak geri adım atmamıza, birbirleriyle karşılaştırılmalarına, etiketlenmelerine ve deneyimi temsil etmek için sembollerle donatılmalarına olanak tanır. Bu noktadan itibaren, bu deneyimler sahiplenilebilir, hissedilen bir duygu olarak ifade edilebilir ve nihayetinde içsel ve dışsal deneyimlere karşı katı, inatçı tepkiler yerine düşünceli yapılar olarak esnek bir şekilde detaylandırılabilir.

    Bion (1962b) bu süreci “alfa fonksiyonu” olarak, kendiliğinden somut olarak deneyimlenen dayanılmaz içsel olayların (beta elemanları) tolere edilebilir, “düşünülebilir” deneyimlere dönüştürülmesi ve metabolize edilmesi olarak tanımlamıştır. Bu aynı zamanda Freud’un (1911) “ikincil süreç” düşünme kavramıyla da uyumludur: duygusal deneyimler hakkında sol beyinlerimizi kullanarak düşünmek. Freud, bu tür düşünmenin, nörotik ve hatta psikotik işlevselliği karakterize eden ve dış gerçekliğe optimum düzeyde uyumu engelleyen birikmiş enerjiyi serbest bırakmanın anahtarı olduğunu düşünüyordu. Duygusal deneyimlerimiz üzerinde düşünmek, belleğimizin gerçekliği algılama ve gerçeklikte hareket etme şekillerimizi ve nihayetinde kendimiz olma özgürlüğünü deneyimleme derecemizi gözden geçirmemize yol açabilir.

    Sonuç olarak, bu dört zihinselleştirme  düzeyi: somatik, motor, görsel ve sözel içten  dinleme sanatında hepsi kritik öneme sahiptir. Bu sanat, zamanla ve pratikle kazanılır. Bir sonraki bölümde, bu zihinselleştirme düzeylerinin seansta nasıl göründüğünü ve biz terapistlerin bu ifadeleri nasıl dinleyip kullanabileceğimizi, dönüşüm süreçlerini derinleştirmek amacıyla inceleyeceğiz.


    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz:

  • Psikodinamik Psikoterapi (Kitap)

    Bu sayfada Psychodynamic Psychotherapy: A Clinical Manual‘in [Psikodinamik Psikoterapi: Klinik Bir Manuel] bölümlerinin çevirilerinin linkleri yer almaktadır.

    Kitabın bölümleri

    BİRİNCİ KISIM: Psikodinamik Psikoterapi Nedir?

    Hareket Halindeki Bir Zihin İçin Tedavi

    Psikodinamik Psikoterapi Nasıl Çalışır?

    İKİNCİ KISIM: Değerlendirme

    Güvenli Bir Yer Oluşturma ve Değerlendirmeye Başlama

    Ego İşlevinin Değerlendirilmesi

    Formülasyon: Problem → Kişi → Hedefler → Kaynaklar modeli

    Psikodinamik Psikoterapi İçin Endikasyonlar

    ÜÇÜNCÜ KISIM: Tedaviye Başlamak

    Bilgilendirilmiş Onam ve Hedef Belirleme

    Çerçevenin Belirlenmesi ve Sınırların Oluşturulması

    Terapötik Bir İttifak Geliştirme

    10 Terapötik Tarafsızlık

    11 Bir Psikoterapi Seansını Yürütmek: Süre ve Sıklıkla İlgili Kararlar

    12 Hastalarımızın Bize Karşı Duyguları ve Bizim Onlara Karşı Duygularımız

    13 Empatik Dinleme

    14 Anlam Arama

    15 İlaç ve Terapi

    DÖRDÜNCÜ KISIM: Dinleme/Refleksiyon/Müdahale

    16 Dinlemeyi Öğrenme

    17 Refleksiyonu Öğrenme

    18 Müdahaleyi Öğrenme

    BEŞİNCİ KISIM: Bir Psikodinamik Psikoterapi Yürütmek: Teknik

    19 Duygulanım

    20 Serbest Çağrışım ve Direnç

    21 Aktarım

    22 Karşı Aktarım

    23 Bilinçdışı Çatışma ve Savunma

    24 Rüyalar

    Beşinci Bölüm için aktiviteyi gözden geçirin -terapide bir anın anlaşılması

    ALTINCI KISIM: Terapötik Hedeflere Ulaşma

    25 Benlik Algılarını ve Benlik Saygısını Düzenleme Yeteneğini Geliştirme

    26 Başkalarıyla İlişkileri Geliştirme

    27 Karakteristik Adaptasyon Yöntemlerini Geliştirme

    28 Diğer Ego İşlevlerini Geliştirme

    YEDİNCİ KISIM: Çalışma ve Sonlandırma

    29 Derinlemesine Çalışma

    30 Sonlandırma

    31 Öğrenmeye Devam Etme

    Önerilen Kaynaklar

    Dizin

    Giriş

    “Neden iyi bir ilişkim yok?”
    “Neden etrafımdakilerle sürekli kavga ediyorum?”
    “Neden çocuklarıma daha fazla sabredemiyorum?”
    “Neden kendimi iyi hissedemiyorum?”

    Kendimizi iyi hissetmek, başkalarıyla sevgi dolu ilişkiler kurmak ve tatmin edici işler yapmak… Bunlar çoğumuzun hedefleridir. Hepimizin, söz konusu hedeflere ulaşmak için bize rehberlik eden belirli örüntüleri [pattern] vardır. Yetişkinliğimizde, örüntülerimiz oldukça sabitleşmiş olur ve onları değiştirmek o kadar da kolay olmayabilir. Bu örüntülerin alışılmış doğası, suyun bir tepeden aşağı akmasına benzer -bir süre sonra belirli bir kanal (su yolu) oluşur ve su her zaman o kanaldan aşağı akar. Suyun yolunu değiştirmek, başka bir kanaldan akmasını sağlamak için çok çalışmanız gerekir. İnsan için de durum aynıdır: Belli bir yaştan sonra düşünce ve davranış şeklimiz konusunda oldukça tutarlı oluyoruz. Ancak birçok insanın, kendileri hakkında düşünme ve başkalarıyla ilişki kurma yöntemleri, tutarlı olsa da uyumsuzdur [maladaptive]; onları değiştirmek için de bir yönteme [way] ihtiyaçları vardır.

    İnsanlar çoğunlukla, değişmek istemelerine [want] rağmen, neyi [what] değiştirmek istediklerini bilmiyorlar. Çünkü alışılagelmiş örüntüler çoğu zaman, farkında olunmayan arzular, düşünceler, korkular ve çatışmalar tarafından motive edilir. Örneğin, asla kendini savunmayan ve nedenini bilmeyen -ama içten içe cezalandırılmayı hak ettiğini düşünen- ya da, yalnız olan ve başkalarından kaçmasına neden olan şeyin aslında reddedilme korkusu olduğunu düşünemeyen birini ele alalım. Bu insanlar için, derinlere yerleşmiş düşünceleri ve korkuları hakkında bilgi edinmek çok güçlü bir etki yaratabilir. Kendine güvenmeyen bir kadın, kendi kendini sabote etmenin yaşam boyu süren bir kendini cezalandırma biçimi olduğunu anlayabilir; yalnız bir erkek, başkalarına olan ihtiyacını inkar ederek kendini yalnızlaştırdığını anlamaya başlayabilir. Bu şekilde insanlar, yeni davranış kalıpları [patterns of behavior] geliştirmeye ve hayatlarını değiştirmeye başlayabilirler.

    Buraya kadar söylediklerim, psikodinamik psikoterapinin ne ile ilgili olduğunu gösteriyor. O, insanlara, yaşam kalitelerini yükseltmek için, yeni düşünme ve davranma yöntemleri yaratma şansı sunar. Psikoterapiyi, gelişimi yeniden etkinleştirme süreci olarak düşünebiliriz. Psikodinamik psikoterapinin bu yaklaşımıyla ilgili heyecan verici olan şeylerden biri, nöral bilimdeki gelişmelerle uyumlu olmasıdır.1-4 Örneğin, bütün öğrenmelerin nöral devrelerdeki değişimlerle ilişkili olduğunu varsayıyoruz -bu nedenle yetişkin beyinleri her zaman değişebilir. Eric Kandel’in sözleriyle şunu diyebiliriz: Psikoterapi işe yaradığında, sadece sinapslarda değil ama gene de sinapslarda, beyin fonksiyonlarını etkileyerek çalışır.5 Yeni gelişim – yeni bağlantılar – yeni örüntüler [new growth – new connections – new patterns].

    Söz konusu yaklaşıma göre, her ortam bu yeni büyüme için uygun değildir. Bunun için, kişinin kendini yeterince güvende hissedeceği, belirli koşullara ihtiyacımız vardır. Alışkanlık haline gelen herhangi bir şeyi değiştirmek için çalışacaksanız, bir koç, öğretmen veya ebeveyne ihtiyacınız olabilir. Psikodinamik psikoterapide o kişi terapisttir. Değişim, yalnızca, insanlar kendileri hakkında yeni şeyler öğrendikleri için değil bu yeni ilişki bağlamında yeni düşünme ve davranma yollarını deneyecek kadar güvende hissettikleri için de gerçekleşir.

    Bu kılavuz/manuel size psikodinamik psikoterapi yapmayı öğretecektir. İlk olarak psikiyatri asistanlarına eğitim vermek için bir müfredat olarak geliştirildiğinden, birkaç yıldır sınıflarda test edilmektedir. Basit bir dil ve özenle açıklamalı örnekler kullanarak sizi, değerlendirmeden sonlandırmaya sistematik olarak götürecektir. Psikodinamik psikoterapi, terapistin dikkatli ve incelikli bir şekilde kapsamlı bir değerlendirme yapmasını, terapötik bir çerçeve oluşturmasını, hastayla belirli şekillerde etkileşim kurmasını ve terapötik stratejiler hakkında seçimler yapmasını gerektiren spesifik bir terapi türüdür. Bu kitapta yolculuk ederken, tüm bu temel becerileri öğreneceksiniz. İşte temel yol haritası:

    Birinci Kısım (Psikodinamik Psikoterapi Nedir?) size psikodinamik psikoterapiyi ve onun işe yaradığını varsaydığımız yollarından bazılarını tanıtacaktır.

    İkinci Kısım (Değerlendirme), ego işlevi ve savunmalarının değerlendirilmesi de dahil olmak üzere hastaları psikodinamik psikoterapi için nasıl değerlendireceğinizi öğretecektir.

    Üçüncü Kısımda (Tedaviye Başlamak), terapötik ittifakı güçlendirmek, çerçeveyi belirlemek ve hedefler belirlemek dahil olmak üzere tedaviye başlamak için temel bilgileri öğreneceksiniz.

    Dördüncü Kısım (Dinleme/Refleksiyon/Müdahale) size hastaları dinlemenin, duyduklarınız üzerinde düşünmenin ve nasıl ve ne söyleyeceğiniz konusunda seçimler yapmanın sistematik bir yolunu öğretecektir.

    Beşinci Kısım (Bir Psikodinamik Psikoterapi Yürütmek: Teknik), dinleme/refleksiyon/müdahale etme yöntemini psikodinamik tekniğin temel öğelerine –duygulanım, direnç, aktarım, karşıaktarım, bilinçdışı fantezi, çatışma ve rüyalar– uygulamayı öğretecektir. O zamana kadar terapötik hedeflere ulaşmak için bu yöntemleri kullanmaya hazır olacaksınız.

    Altıncı Kısımda (Terapötik Hedeflere Ulaşmak) bu tekniklerin benlik saygısı, başkalarıyla ilişkiler, karakteristik uyum sağlama yolları ve diğer ego işlevleriyle ilgili sorunları ele almak için nasıl kullanıldığını göreceksiniz.

    Son olarak, Yedinci Kısım (Derinlemesine Çalışma ve Sonlandırma), tekniğimizin zaman içinde nasıl değiştiğini ele alarak sizi tedavinin sonuna götürecektir.

    Öğrenme aktif olduğunda en iyisidir –ve böylece birçok bölümün sonuna önerilen etkinlikleri ekledik. Bunlar, bu kitapta öğreneceğiniz beceri ve teknikleri denemenizi sağlamak için tasarlanmıştır. Tek başına, bir partnerle veya bir sınıf etkinliğinin parçası olarak yapılabilirler. “Yorumlar”, refleksiyona ve tartışmaya rehberlik etmesi için dahil edilmiştir; kesin veya “doğru” cevaplar olmaları amaçlanmamıştır.

    Jargon kullanımıyla ilgili birçok kasıtlı seçim yaptık. Örneğin, “aktarım” ve “direnç” gibi terimleri Beşinci Kısımda resmen tanıtana kadar kapsamlı bir şekilde kullanmıyoruz, çünkü terimlerimizi dikkatli bir şekilde tanımlamak istiyoruz ve bu tedavi hakkında bilgi edinmeye başlarken, mümkün olduğunca açık düşünmenizi istiyoruz. Hepimizin bu kavramlar hakkında yerleşmiş fikirleri var ve mümkün olduğu kadar önceden sahip olunan kavramların etkisini azaltmaya çalışıyoruz. Ayrıca nesne ilişkileri kuramı ve kendilik psikolojisi gibi belirli psikodinamik psikoterapi kuramsal ekollerini tartışmaktan bilinçli olarak kaçınmaya karar verdik. Yine bu karar, psikodinamik psikoterapi tekniğini mümkün olan en ekümenik/evrensel [ecumenical] şekilde öğretme niyetimizi yansıtmaktadır.

    O halde en baştan başlayalım -Birinci Kısım ve “Psikodinamik Psikoterapi Nedir?”

    Birinci Kısım: Psikodinamik Psikoterapi Nedir?

    İkinci Kısım: Değerlendirme

    Giriş

    Temel kavramlar

    Psikodinamik psikoterapinin dört temel aşaması vardır:

    • değerlendirme (evaluation)
    • indüksiyon (başlangıç) [[induction [beginning]]
    • orta aşama (tedavinin ana çalışma süresi) [midphase [main work time of the therapy]]
    • sonlandırma (bitiş) [termination [ending]]

    Psikodinamik psikoterapinin değerlendirme aşamasının iki ana hedefi vardır:

    • Vakayı formüle etmek ve öneride bulunmak için hasta hakkında bilgi toplamak
    • Hastayla bağlantı kurmak ve tedavinin gidişatını ayarlamak

    Psikodinamik psikoterapinin dört temel aşaması vardır:

    AşamaAmaçlar
    DeğerlendirmeDeğerlendirme yapmayı içerir.
    Tedaviye başlamaTedaviyi oluşturmayı, hastayla ittifak kurmayı, hedefler belirlemeyi ve hastanın terapiyi kullanmayı öğrenmesine yardım etmeyi içerir.
    Orta aşamaTedavinin ana çalışma süresi: hasta ve terapist, terapötik hedeflere ulaşmak için birlikte iyi çalışıyor.
    SonlandırmaTedaviyi sonlandırma: hedefleri pekiştirmeyi, tedaviyi gözden geçirmeyi, değişimin gerçekçi bir şekilde değerlendirilmesini ve gelecekteki değişim olasılığını, gerekirse gelecekteki tedaviyi planlamayı ve vedalaşmayı içerir.

    Bu kılavuzda, tedavinin tüm aşamalarını gözden geçireceğiz. Bu kısımda değerlendirme aşaması [evaluation phase] ile başlayacağız.

    Hastalarımıza en iyi şekilde yardımcı olabilmek için, onları yardıma götüren sorunları ve zihinlerinin karakteristik olarak çalışma şeklini olabildiğince çok anlamamız gerekir. Bu, değerlendirme aşamasının görevidir.

    3. Bölüm, hastalarınızı özgürce ve açık bir şekilde konuşmaya teşvik etmek için tasarlanmış rahatlık ve duygusal güvenlik koşulları yaratırken tam bir öykü almayı öğretecektir.

    4. Bölüm, özellikle savunma mekanizmaları da dahil olmak üzere ego işlevlerinin değerlendirilmesine odaklanmaktadır.

    5. Bölüm‘de, psikodinamik psikoterapi için belirli hedefleri formüle etmenize yardımcı olacak, klinik veriler hakkında düşünmenin ve düzenlemenin özel bir yolunu –Problem → Kişi → Hedefler → Kaynaklar modeli– açıklayacağız.

    Son olarak, Bölüm 6, bu tür bir tedaviden en çok kimin yararlanacağı konusunda net bir fikir edinebilmeniz için psikodinamik psikoterapinin genel endikasyonlarını açıklamaktadır.

    Üçüncü Kısım: Tedaviye Başlama

    Temel kavramlar

    Psikodinamik psikoterapinin başlangıcına indüksiyon aşaması [induction phase] da denir. Bu aşamanın önemli hedefleri şunlardır:

    • bilgilendirilmiş onam [informed consent] almak için tedavi önerilerini ve alternatiflerini tartışmak
    • tedavi için hedefler [goal] belirlemek
    • çerçeveyi [frame] düzenleme
    • sınırların [boundary] belirlenmesi
    • terapötik bir ittifak [therapeutic alliance] geliştirmek

    Bu aşamada ve tedavi boyunca hastanın terapist hakkındaki duygularına ve terapistin hasta hakkındaki duygularına empatik bir şekilde bakmak ve onları aynı şekilde dinlemek, hastayı anlamak için önemli araçlardır.

    Psikodinamik psikoterapinin başlangıcı aynı zamanda farmakoterapiyi de içerebilir.

    Tedavinin başlangıcında ve tedavi boyunca iki tedavinin birlikte nasıl çalıştığını anlamak önemlidir.

    İşleri baştan net bir şekilde ayarlamak

    Hayattaki pek çok şeyde iyi bir başlangıç, projenin geri kalanı için kritik öneme sahiptir. Şunlar hakkında düşünün:

    • bir makale için taslak yazmak
    • bir tarif için en iyi malzemeleri toplamak
    • bir gezi için güzergah planlamak
    • bir binanın temelini kazmak

    Tüm bu durumlarda sağlam bir başlangıç ve iyi bir planlama genellikle başarının anahtarıdır.

    Aynı şey psikodinamik psikoterapiye başlamak için de geçerlidir.

    Terapi için bir çerçeve oluşturmak, hastayla etkileşim kurmak ve hedefler belirlemek tedavinin potansiyel başarısı açısından çok önemlidir. Sonraki bölümlerde psikodinamik psikoterapiye başlamak için gerekli olan faktörleri tartışacağız.

    Dördüncü Kısım: Dinle/Derinlemesine Düşün/Müdahale Et

    Giriş

    Temel kavramlar

    Psikodinamik psikoterapinin temel tekniği üç adıma ayrılabilir:

    • dinleme [listening]
    • derinlemesine düşünme [reflecting]
    • müdahale etme [intervening]

    Genellikle bunun hakkında düşünmesek de, başka biriyle konuşmak üç adımlı bir süreci içerir. Karşımızdaki kişinin söyleyeceklerini dinleriz, duyduklarımızı işler ve onlara yanıt veririz. İdeal durumda, sosyal bir ilişkide insanlar birbirlerini oldukça dengeli bir şekilde dinler ve karşılık verirler. Ancak çoğu sosyal ilişkinin aksine terapötik ilişki simetrisizdir [lopsided]. Sonuç olarak, psikodinamik psikoterapinin kurgusu, odak noktasının yalnızca hastanın getirdiği sorunlara odaklanmasıdır. Hasta terapisti dinlese de terapistin söyleyecekleri genellikle kendisi hakkında değil, hasta hakkındadır. Bu nedenle terapistlerin kendilerini dinleme ve yeni bir şekilde yanıt verme konusunda eğitmeleri gerekir.

    Bu kılavuzda size üç temel adımı kullanarak psikodinamik psikoterapinin temel tekniklerini öğreteceğiz:

    • dinleme
    • refleksiyon
    • müdahale etme

    Dinleme, verileri topladığımız, refleksiyon bu verileri işleyip ne zaman ve nasıl müdahale edeceğimize karar verdiğimiz, müdahale etme ise bilinçdışı materyali ortaya çıkarmak veya zayıflamış ego işlevini desteklemek için hastayla sözlü olarak etkileşime girdiğimiz adımdır. Öncelikle bu adımların her birini gözden geçireceğiz ve daha sonra bunları psikodinamik psikoterapide dinlediğimiz ana unsurlara uygulayacağız.

    Beşinci Kısım: Bir Psikodinamik Psikoterapiyi Yürütmek: Teknik

    Giriş: Genel terapötik stratejiler

    Temel kavramlar

    Hastalarımız psikodinamik psikoterapide konuşurken birçok şey duyarız.
    Bazı önemli unsurları dinlemek hastalarımızı anlamamıza şu amaçlarla yardımcı olur:

    • bilinçdışı materyali açığa çıkarmak
    • zayıflamış ego işlevlerini desteklemek

    Bu önemli unsurlar şunları içerir:

    • duygulanım [affect]
    • direnç [resistance]
    • aktarım [transference]
    • karşıaktarım [countertransference]
    • bilinçdışı fantezi, çatışma, savunma [unconscious fantasy, conflict, defense]
    • rüyalar [dreams]

    Tüm psikodinamik psikoterapiler hem açığa çıkarma [uncovering] hem de destekleme [supporting] tekniklerini kullanır. Baskın olan mod ne olursa olsun, terapist hastanın ihtiyacına göre bir moddan diğerine esnek bir şekilde geçmeye hazırlıklı olmalıdır.

    Terapide kendini güvende hissetmek ve anlaşılabilmek için tüm hastaların biraz desteğe ihtiyacı vardır.

    Önemli unsurları dinlemek

    Herhangi bir psikoterapi seansında ortaya çıkan birçok tema vardır. 16. Bölüm‘de tartıştığımız gibi, seansın başında ambiyant dinlemeyi [ambient listening] kullanırız ve hastanın çağrışım akışıyla dikkatimizin konudan konuya çekilmesini sağlarız. Ancak filtrelemeye ve odaklanmaya başladıkça odaklandığımız bazı unsurlar var. Bunlar, hastaların duygulanımlarını, tedaviye karşı çalışma şekillerini (direnç), bizimle ilgili duygularını (aktarım), fantezilerini, çatışmalarını ve rüyalarını içerir. Ayrıca hastayla ilgili kendi duygularımızı da dikkatle dinleriz (karşı aktarım). Bu unsurlar özellikle hastayı bilinçdışı materyale doğru yönlendirmede ve bizi egonun zayıf olduğu alanlara yönlendirmede faydalıdır. Kitabın bu kısmındaki her bölümde bu temel unsurlardan biri tartışılacaktır. Bir psikoterapi seansı yürüttüğünüzde, o seanstaki baskın duygulanımı, direnci, aktarımı, karşı aktarımı, bilinçdışı fantezileri, çatışmaları ve savunmaları adlandırabilmelisiniz. Bu kısmın sonundaki gözden geçirme etkinliği bunu uygulamanıza olanak sağlayacaktır.

    İlk değerlendirme sırasında hastanın güçlü yönleri, sorunları ve ihtiyaçları hakkında edindiğiniz bilgilere dayanarak, artık hastanıza en iyi şekilde yardımcı olacak temel yaklaşımın hangisi olduğuna karar verebilirsiniz:

    • bilinçdışı materyalin açığa çıkarılması ve/veya
    • destek sağlama

    Tekniğin bir karışımını kullanmak

    Bu da tedavinin başlangıcında kullanacağınız baskın [predominant] teknikleri (açığa çıkarma veya destekleme) tanımlar. Ancak günlük klinik pratiğin gerçeği, psikodinamik terapistlerin tipik olarak hastanın o andaki özel ihtiyaçları ve yeteneklerine uygun destekleyici ve açığa çıkarıcı tekniklerin bir karışımını kullanmasıdır. Belirli bir “karışım [mix]” hastadan hastaya ve bazen aynı hastada andan ana değişir. Bununla ilgili seçimleriniz, hastanın duygusal ve zihinsel işleyişinin hangi yönlerinin “desteğe” ihtiyaç duyduğu ve hastanın bilinçdışı materyal hakkında öğrenmeye ne kadar tahammül edebildiği konusundaki anlayışınız tarafından yönlendirilir. Eğer ağırlıklı olarak açığa çıkarıcı bir yaklaşım seçtiyseniz yine destekleyici müdahaleleri kullanabilirsiniz, eğer ağırlıklı olarak destekleyici bir yaklaşım seçtiyseniz yine açığa çıkarıcı müdahalelerde bulunabilirsiniz.

    Tüm hastaların biraz desteğe ihtiyacı var

    Ancak tüm [all] hastaların biraz desteğe ihtiyacı olduğunu unutmayın. Daha sağlıklı hastalar genellikle tüm psikodinamik psikoterapide örtülü olarak mevcut olan destekten (yargılayıcı olmayan bir atmosferde duyulma ve anlaşılma hissi) başka bir şeye ihtiyaç duymazlar. Bazı hastalar, terapötik ilişkide kendilerini güvende hissetmelerine yardımcı olmak için tedavinin başlangıcında daha fazla desteğe ihtiyaç duyabilirler. Bazıları ise terapinin ilerleyen dönemlerinde bir kriz ortaya çıktığında daha fazla desteğe ihtiyaç duyabilirler. Son olarak, bazı hastaların tedavi boyunca sürekli desteğe ihtiyacı olabilir.

    Bu çerçeveyle psikodinamik bir psikoterapi seansındaki ana temaları dinlemeye, derinlemesine düşünmeye ve bunlara müdahale etmeye geçelim.

    Altıncı Kısım: Terapötik Hedeflere Ulaşma

    Giriş

    Temel kavramlar

    Psikodinamik psikoterapinin ana hedefleri şunlardır:

    • kendilik algılarının [self-perception] ve öz saygı [self-esteem] düzenlemesinin iyileştirilmesi
    • başkalarıyla ilişkileri geliştirmek
    • dış ve iç uyaranlara uyum sağlama yollarını geliştirmek
    • diğer ego işlevlerinin iyileştirilmesi

    Bu hedeflere ulaşmada hem destekleme hem de açığa çıkarma stratejileri kullanılır.

    Bu kılavuzun önceki bölümlerinde aşağıdakileri nasıl yapacağınızı öğrendiniz:

    • hastaları psikodinamik psikoterapi açısından değerlendirmek
    • tedaviyi oluşturmak
    • hastaları dinlemek, duyduklarınız üzerinde düşünmek ve hem desteklemek hem de açığa çıkarmak için müdahale etmek
    • duygulanım, direnç, aktarım, karşı aktarım, çatışma, fantezi ve rüyalara yanıt vermek için dinlemeyi, refleksiyonu ve müdahale etmeyi kullanmak

    Artık hastaların terapötik hedeflerine ulaşmalarına yardımcı olmak için bu teknikleri kullanmaya hazırsınız. Bu, terapinin orta aşamasının ana çalışmasıdır. Sonraki dört bölümde ana hatlarını çizdiğimiz teknikleri hastalarla yaptığımız çalışmanın dört ana hedefine uygulayacağız:

    • kendilik algılarının ve öz saygı düzenlemesinin iyileştirilmesi
    • başkalarıyla ilişkileri geliştirmek
    • iç ve dış uyaranlara uyum sağlamanın karakteristik yollarını geliştirmek
    • diğer ego işlevlerinin iyileştirilmesi.

    Yedinci Kısım: Derinlemesine Çalışma ve Sonlandırma

    Giriş

    Temel kavramlar

    Psikodinamik psikoterapinin sonraki aşamaları orta aşama ve sonlandırma aşamasıdır.

    Orta aşamada hasta ve terapist, tedavide tekrar tekrar ortaya çıkan temel sorunları ele alarak kalıcı değişimi kademeli olarak gerçekleştirmek için birlikte çalışırlar. Buna derinlemesine çalışma [working through] denir.

    Psikodinamik psikoterapinin son aşaması olan sonlandırma [termination], tedavinin sonunu işaret eder ve terapistin bu aşamaya uygun özel teknikleri kullanmasını gerektirir.

    Tedavinin başlangıcı nasıl özel teknikler gerektiriyorsa, orta ve son aşamalar da öyle. Orta aşama genellikle en uzun aşamadır ve hasta ile terapistin güçlü bir ittifak içinde olduğu ve birlikte iyi çalıştığı zamandır. Altıncı Bölümde tartıştığımız tüm terapötik hedefleri ele almanın zamanı geldi. Terminasyon, güçlü duyguların, regresyonun, yasın ve pekiştirmenin [consolidation] zamanıdır. Sonraki bölümlerde tekniğinizi nasıl ve ne zaman değiştireceğinize özellikle dikkat ederek bu aşamaları gözden geçireceğiz.

  • Psikodinamik Formülasyon (Kitap)

    Ana düşünceler

    Psikodinamik formülasyonlar insanların nasıl ve neden bu şekilde davrandıklarını açıklamamıza yardımcı olur.

    Birinin işlevini açıklamaya çalışmadan önce, onu TANIMLAMAK (DESCRIBE) zorundayız. Bunu aşağıdakileri tanımlayarak yapabiliriz:

    • Sorun (the problem) – hastayı şu anda tedaviye getiren şey nedir?
    • Kişi (the person) – hastanın karakteristik düşünme, hissetme ve davranma örüntüleri nelerdir?

    Bu örüntüleri aşağıdaki gibi kategorize edebiliriz:

    • Kendilik (Self)
    • İlişkiler (Relationships)
    • Uyum (Adaptation)
    • Biliş/Kognisyon (Cognition)
    • Değerler (Values)
    • Çalışma/İş ve Eğlence/Oyun (Work and play)

    İşleyişin, kişinin farkında olduğu (bilinçli) ve aynı zamanda farkında olmadığı (bilinçsiz/bilinçdışı) yönlerini tanımlamamız gerekir.

    Her model için, güç alanların (areas of strength) yanı sıra zorluk alanlarını (areas of difficulty) da düşünmek önemlidir.

    Hastalarımıza hikâyeleri hakkında soru sormak, bize iç dünyalarını anlatmalarına yardımcı olur.

    Bir şeyin nasıl çalıştığını (function) düşündüğümüzde, yapmak üzere tasarlandığı şeyi yapıp yapmadığını dikkate alırız. Buzdolabı, yiyecekleri düşük sıcaklıkta tutacak şekilde tasarlanmıştır; bu nedenle süt soğuksa iyi çalışıyor, sıcaksa kötü çalışıyor. Araba, insanları bir yerden bir yere taşımak için tasarlanmıştır; bu nedenle, eğer güvenilir bir şekilde dolaşmamıza izin veriyorsa, iyi çalışıyor demektir; genelde tamirhanede bulunuyorsa, kötü çalışıyor demektir. Birden fazla işleve sahip olacak şekilde tasarlanan şeyler bazen bir şekilde iyi çalışabilir, ancak diğerinde işe yaramayabilir. Örneğin, hem rahat hem de şık olması amaçlanan bir masa sandalyesi ofiste şık bir görünüm yaratıyor ancak çalışanların sırt ağrısı yaşamasına neden oluyorsa, bu bir işlevi yerine getiriyor ancak diğerini yerine getirmiyor. demektir.

    Bir buzdolabının veya sandalyenin amaçlanan işlevini bilmek kolay olabilir ancak bir kişinin ne yapması gerektiğini bilmek çok daha zordur. Mesela herkes çalışmalı mı? Evlenmek? Çocuklarınız var mı? Dini bir kuruma bağlı mısınız? Fedakar olmak mı? Ruh sağlığı uzmanları olarak bu tür yargılarda bulunmak bizim işimiz değil. Tam tersine, yaşamanın dünyadaki insan sayısı kadar yolu olduğunu biliyoruz. Ancak insanlar acı çektiğinde (suffer) , bu onların işleyişinin bir şekilde aksadığını gösteriyor.

    Açıklamadan önce, tanımlayın!

    İnsanların nasıl ve neden bu şekilde davrandıklarını açıklamaya çalışmak için formülasyonlar yaratıyoruz. Açıklamadan önce işlevlerini tanımlayabilmemiz gerekir. Bunu [ancak], hem sorunu (problem) hem de kişiyi (person) tanımlayarak yapabiliriz.

    Sorunu tanımlama

    Sorunu, kişiye şu anda en çok zorluk çıkaran şey, olarak tanımlayabiliriz. Her zaman olmasa da genel olarak bir ruh sağlığı uzmanına danışmalarının nedeni budur. Bazen hastalarla asıl problem konusunda aynı fikirde oluruz, bazen de anlaşamayız. Her iki durumda da onların kaygılarını kabul etmeli ve ele almalıyız. İnsanları psikoterapiye yönlendiren sorunlara birkaç örnek:

    • Ergen kızımı anlamak için yardıma ihtiyacım var.
    • Boşanıp boşanmamam gerektiği konusunda yardıma ihtiyacım var.
    • Yardıma ihtiyacım var çünkü iş yerinde çok kaygılıyım.
    • Kendimi toplumuma yabancılaşmış hissediyorum.
    • Doktorum, işten atıldıktan sonra tekrar ayağa kalkabilmem için bir terapiste görünmem gerektiğini düşünüyor.
    • Neden romantik bir ilişki kuramadığımı anlamak istiyorum.

    Elbette birçok hastanın birden fazla sorunu var. Depresyonda olabilirler ve eşleriyle ilgili süregelen sorunlar yaşayabilirler ya da çok fazla içki içebilirler ve ebeveynleri hasta olabilir. Bununla birlikte, formülasyona odaklanmak için kişiyi şu anda (right now) en çok rahatsız eden şeyin ne olduğunu belirleyebilmek (identify) ve tanımlayabilmek (describe) önemlidir. Şu soruya cevap bulmak için kendinizi zorlayın: Bu kişi beni neden şimdi görmeye geldi? Muhtemelen birincil sorunu tanımlayacaksınız.

    İster kişilerarası bir zorluk olsun, isterse bir duygudurum ya da anksiyete bozukluğunun belirtileri olsun, sorunla ilgili tüm ayrıntıları öğrenmek önemlidir. Hastalarımızın bilişsel ve duygusal zorluklarının (örn. dikkat eksikliği bozukluğu, yeme bozuklukları, kaygı ve duygudurum bozuklukları vb.) dikkatli bir şekilde teşhis edilmesi, onların bilinçli ve bilinçdışı düşünce, duygu ve davranışlarını anlamak açısından kritik öneme sahiptir.

    Kişiyi tanımlama

    Sorunu hastaya şu anda en çok zorluk çıkaran şey olarak tanımladık. Ancak birinin nasıl işlev gördüğünü tam olarak anlayabilmek için aynı zamanda genel olarak (generally) nasıl düşündüğünü, hissettiğini ve davrandığını da tanımlayabilmemiz gerekir. Biz buna kişiyi (person) tanımlamak diyoruz. Sorun ile kişi arasındaki farkları göz önünde bulundurmak için, uzun süredir birlikte oldukları partnerleri tarafından yakın zamanda terk edilmiş, otuzlu yaşlarındaki iki kişi olan Kate ve Millie’yi ele alalım. Aynı sorunu yaşamalarına rağmen bunu çok farklı yaşıyorlar:

    Kate: Kendimi çaresiz ve yalnız hissediyorum. Başka kimsem yok. Partnerimi her gün arayıp eve gelmesi için ona yalvarıyorum. Dün gece eğer eve gelmezse kendimi keseceğimi söyledim ona. Kendimi tamamen sevilemez hissediyorum; asla başka bir ilişki kuramayacağım. Çocuklar konusunda bana kim yardım edecek?

    Millie: Şok olmadığımı ve üzülmediğimi söylersem yalan söylemiş olurum. Ama arkadaşlarım ve ailem harikalardı; arayıp çocuklara yardım ettiler. Çok şanslı hissediyorum. Hayatlarının en az düzeyde bozulması için çocuklara odaklanmaya çalışıyorum. Yeni bir ilişkiye hazır değilim ama bu da zamanla gelecek.

    Kate ve Millie’nin benzer bir soruna farklı tepki vermiş olmaları muhtemeldir çünkü sorun ortaya çıkmadan önce genellikle farklı şekilde işlev görüyorlardı. Bu genel, devam eden işleyiş, kişi/kişilik olarak adlandırdığımız şeydir; bu nedenle kişinin kim olduğunu ve sahip olduğu sorunu bilmeliyiz.

    Örüntüleri/kalıpları tanımlamak kişiyi tanımlamamıza yardımcı olur

    Kişiyi karakteristik düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini tanımlayarak tanımlayabiliriz. Bunlara onların karakteristik örüntüleri/kalıpları (pattern) diyebiliriz. Yetişkin olduklarında insanlar hayatlarının çeşitli yönlerinde karakteristik modeller geliştirirler. Çağlar boyunca insan davranışını gözlemleyenler, insanların karakteristik işleyiş şekillerini tanımlamak için farklı yöntemler kullanmışlardır. Bu yöntemlerden bazıları, farklı özelliklere sahip kişileri, belirli ortak özelliklerine göre kategorilere (category) ayırmaya çalışmıştır. Hipokrat insanları dört temel vücut sıvısı arasındaki dengeye göre sınıflandırmıştır (Arikha, 2007), Freud, insanları psikoseksüel gelişimsel bir yol boyunca saplanmalarına (fixation) göre gruplandırdı (Freud, 1905/1953), ve Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı (DSM), insanları ortak özellikler listelerini kullanarak kategorilere ayırır (Amerikan Psikiyatri Birliği, 2022). Ancak bu alanda giderek daha fazla araştırmacı, insanların karakteristik düşünme ve davranma kalıplarını bir dizi boyut (dimension) kullanarak tanımlamayı savunmaktadır (Cloninger, 2000; Widiger, 2005). Bu kitapta altı temel işlev alanını kullanarak bu boyutsal yaklaşımı benimsiyoruz:

    Her alanı bir dizi değişken (variable) kullanarak daha derinlemesine tanımlıyoruz. Her hastanın bu alanların her birindeki işleyişini öğrenmek ve tanımlayabilmek, onlar hakkında bir kişi olarak bilgi edinmek için çok önemlidir. Bir kişinin bir modeli diğerine karşı nasıl ve neden geliştirdiği, psikodinamik formülasyonumuzu kullanarak anlamaya çalışmak istediğimiz şeyin önemli bir yönüdür. 6-11 arası bölümlerde, alanın temelleri, o alandaki ortak modeller ve alanı değerlendirme yolları dahil olmak üzere bu alanların her birini açıklıyoruz.

    Güçlü yanlar ve zorluklar

    İnsanlar karmaşıktır ve tek bir işlev alanında bile güçlü yanlara (strength) ve zorluklara (difficulty) sahip olabilirler. Bazı insanlar bir alanda çok iyi performans gösterirken diğerinde daha fazla zorluk çekerler. Hiçbir zaman uzun süreli romantik bir ilişkisi olmayan, ancak sosyalleştiği ve güvendiği çok sayıda yakın arkadaşı olan bir kişiyi düşünün. Veya mükemmel bir yönetici ve iş adamı olan ancak sosyal durumlarda son derece kaygılı olan ve hafta sonları evinde saklanan bir kişiyi düşünün. Çoğu insan gibi, bu bireyler de bir alanda iyi işleve sahip, diğerinde ise daha fazla zorluk çeken mozaiklerdir (mosaic).

    Bazen ruh sağlığı uzmanları olarak yalnızca sorunlara odaklanırız ve güçlü ve dayanıklı olduğumuz alanları ihmal ederiz. Ancak hastalarımızın yeni, daha yararlı işlev görme yolları geliştirmelerine yardımcı olmak için güçlü yanlarına güvenmemiz gerekiyor. Hastalarımızın güçlü yönlerini ve zorluklarını tanımlamak, psikodinamik formülasyonlarımızda her ikisi hakkında da hipotez kurmamıza olanak tanır.

    Bilinçli ve bilinçdışı örüntüler

    İnsanlar düşünme, hissetme ve davranma biçimlerinin hepsinin olmasa da bir kısmının farkındadır. İki kişinin terapiste kendini anlatma şeklini düşünün:

    Kendimi iyi hissetmekte çok zorlanıyorum. Çocukluğumdan beri hep böyleydim. Üzerinde çalışmak istediğim bir konu.

    Eşim önüme ya terapi ya da ayrılık diye iki seçenek koydu. Onu dinlemediğimi söylüyor. Neden dinleyeyim ki onu? Sürekli iş -muhasebe- konularında gevezelik ediyor, bundan daha sıkıcı ne olabilir ki? Bu arada, yeni bir resepsiyon görevlisine ihtiyacın var. Seninki adımı iki kez yanlış telaffuz etti -pek uyanık değil.

    Her iki insan da özgüven konusunda zorluk yaşıyor gibi görünüyor. Ancak bu birinci kişi için bilinçliyken, ikinci kişi için davranışta ortaya çıkar. Psikodinamik olarak düşündüğümüzde hem bilinçli (conscious) hem de bilinçdışı kalıplarla (unconscious pattern) ilgileniriz.

    Hastalar hakkında bilgi edinmek için hikayeleri sorun

    İşbirliği içinde psikodinamik formülasyonlar yaratmak için hastalarımızın bize içsel yaşamlarını anlatmalarına yardımcı olmalıyız. Bunu yapmanın iyi bir yolu onlardan bize kendileri hakkında hikayeler (story) anlatmalarını istemektir. Bunlar uzun zaman öncesine ait hikayeler olabileceği gibi düne ait hikayeler de olabilir. Arkadaşlar, aile, istekler, korkular ve hayaller hakkındaki hikayeler hastalarımızın bilinçli ve bilinçdışı zihinlerinin zenginliğini anlamamıza yardımcı olur. Hikâyeler hakkında soru sormanın iyi bir yolu, önce bir açılış sorusu sormak, sonra da bir hikâye istemektir. Örneğin:

    Terapist: En iyi arkadaşın olduğunu düşündüğün biri var mı?
    Hasta: Evet
    Terapist: Bu kişinin adı nedir?
    Hasta: Jeanine
    Terapist: Jeanine nasıl biri? Bana Jeanine’le yakın zamanda yaptığınız ve sizin için gerçekten çok şey ifade eden bir şeyden bahseder misiniz?

    Adını sormak hastanın arkadaşını canlandırır. Aniden odada gerçek bir insan belirir. Daha sonra bir hikaye istemek onların kişisel ilişkilerini hayata geçirir.

    Kitabın bu kısmındaki her bölümün sonunda hastalarımızı tanımlamamıza yardımcı olabilecek sorular öneriyoruz. Bunları açılış soruları olarak kullanmanın ve ardından öykü istemenin hastalarımızın bize iç yaşamlarını anlatmalarına yardımcı olduğunu keşfettik.

    Geleceğe bakarak

    Her işlev alanı önemlidir ve hastalarımızı tanımlamak için kendimize bunların hepsini öğrenmek için izin/fırsat vermek çok önemlidir. 6. Bölüme ve kendilik (self) ile ilgili örüntülere geçelim.

    Kaynaklar
    1. American Psychiatric Association. (2022). Diagnostic and statistical manual of mental disorders
      (5th ed.). American Psychiatric Press.
    2. Arikha, N. (2007). Passions and tempers. HarperCollins.
    3. Cloninger, C. R. (2000). Biology of personality dimensions. Current Opinion in Psychiatry,
      13(6), 611–616.
    4. Freud, S. (1953). Three essays on the theory of sexuality. In J. Strachey (Ed.), The standard edition
      of the complete psychological works of Sigmund Freud, volume VII (1901–1905): A case of hysteria,
      three essays on sexuality and other works. Hogarth Press. (Originally published in 1905).
    5. Widiger, T. A. (2005). Five factor model of personality disorder: integrating science and
      practice.
      Journal of Research in Personality, 39(1), 67–83.

    Bir Araya Getirmek — Sorunları ve Örüntüleri TANIMLAMAK

    Bu ilk “Bir Araya Getirmek (Putting It Together)” kesitinde (section), İkinci Kısım’da incelediğimiz altı işlev alanını nasıl tanımlayacağımızı göstereceğiz. “Bir Araya Getirmek” kesitleri üçüncü ve dördüncü kısmın sonlarında da bulunabilir. Kitapta ilerledikçe formülasyonu oluşturmaya devam edeceğiz. Bu kesitlerin her birinin farklı hastaları vurgulayacağını unutmayın. Her zaman sunumla (presentation) başlayacağız çünkü ilk duyacağımız şey bu olacak.

    Bir kişinin sorunlarını ve kalıplarını TANIMLAMAK (DESCRIBING), bir formülasyon oluşturmanın ilk adımıdır. Ana hatlarını çizdiğimiz altı alan (kendilik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler ve iş/eğlence) bize, bir kişinin yaşamdaki işlevselliğini tanımlamak için gerekli yapısal zemini (scaffolding) sağlar.

    Altı işlev alanındaki örüntülerini nasıl tanımlayabileceğimizi görmek için Jonathan’a bakalım:

    Jonathan, dört ay önce annesinin ölümünden sonra değerlendirme için başvuran 64 yaşında beyaz bir cisgender eşcinsel erkektir. Jonathan’ın annesi 90 yaşındaydı ve demans hastasıydı. Ölümünden birkaç yıl önce Jonathan’ın yanında olabilmek için memleketindeki bir huzurevine taşınmıştı. Geçtiğimiz birkaç yılda Jonathan onu neredeyse her gün ziyaret etti. Annesinin ölümünden bu yana Jonathan kendini “amaçsız” ve “sürüklüyormuşum gibi” hissediyor. Jonathan şöyle diyor: “Onun uzun ve güzel bir hayatı olduğunu biliyorum ve artık hayatımda biri var. Bu durumla daha iyi başa çıkmam gerektiğini düşünüyorum.”

    Jonathan 15 yıldır kocası Charles’la birlikte. Jonathan ve Charles birbirlerini seviyorlar ve birbirlerine tamamen bağlılar, ancak biraz farklı hayatlar yaşıyorlar. Jonathan çoğunlukla evden bilgisayar/bilişim danışmanı olarak çalışıyor, Charles’ın ise banka müdürü olarak yoğun bir hayatı var. Birlikte orta sınıf yaşam tarzlarını sürdürüyorlar. Jonathan’dan 10 yaş küçük olan Charles, uzun toplantılardan veya işle ilgili akşam yemeklerinden sonra genellikle işten eve oldukça geç geliyor. Charles ayrıca bazen bir seferde 2 haftaya kadar iş için seyahat ediyor. Jonathan bu düzenlemenin onlara çoğunlukla fayda sağladığını çünkü yalnız vakit geçirmeyi tercih ettiğini ve Charles’ın daha sosyal olduğunu ve aktiviteden keyif aldığını söylüyor. Evlenmelerine izin veren yasalar değiştiğinde, Jonathan ve Charles hemen bir düğün organize ettiler ve yaklaşık 50 aile üyesini ve arkadaşlarını davet ettiler. Jonathan, insanların kendilerini çok desteklemesine rağmen misafirlerin çoğunlukla Charles’ın arkadaşları olduğunu ve kendisinin etkinlikte biraz marjinal hissettiğini söylüyor. Yine de Jonathan keyif almış ve bu duyguları yönetebilmiş. Jonathan’ın annesi düğünde hazır bulundu. Jonathan’ın 20 yıl önce ölen babası onun eşcinsel yaşamını onaylamasa da annesi daha hoşgörülüydü ve Charles’a çok düşkündü.

    Jonathan düğünden beri kendini daha yalnız hissetmeye başladığını söylüyor. İşinin yavaşladığını, Charles’ın işinin ise daha da yoğunlaştığını söylüyor. Ayrıca Jonathan, Charles’ın meslektaşlarıyla geçirdiği zamanı kıskanmaya başladığını ve hatta ara sıra Charles’ın kendisine olan bağlılığından korktuğunu söylüyor. Jonathan şöyle diyor: “Charles bana her zaman güven veriyor… ama neden benim bu kadar harika olduğumu düşündüğünü bilmiyorum. O daha akıllı, daha başarılı ve herkes onu seviyor. Bazen onu alt ettiğimi düşünüyorum. Bunca zamandır benimle birlikte olmak istediği için şanslıyım.” Jonathan emekli olmayı sabırsızlıkla beklediğini ancak “bu kadar zaman”la ne yapacağından emin olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Hiçbir zaman dışarıdan pek ilgim olmadı.”

    TANIMLAMAK

    Sorun

    Jonathan annesinin ölümüne alışmakta güçlük çekiyor. Kendini yalnız, amaçsız hissediyor ve kaybın daha çabuk “üstesinden gelmesi” gerektiği hissine kapılıyor.

    Örüntüler

    Kendilik

    Jonathan’ın kimliği (identity) tam olarak bütünleşmiş/sağlamlaşmış değil. Jonathan kendisini iyi bir bakıcı ((annesinin ve Charles’ın) )ve eşcinsel bir erkek olarak tanımlıyor ve bilgisayar danışmanlığı işinde oldukça başarılı. Ancak emeklilikle karşı karşıya kalan Jonathan kendini kaybolmuş hissediyor ve iş dışında herhangi bir ilgi alanını tanımlayamıyor. Jonathan, özellikle kendisini aldatıyor olabileceğinden korktuğu Charles’la olan ilişkisinde kendilik değeri tehditlerine (self-esteem threat) karşı biraz savunmasız görünüyor, ancak Jonathan’ın bundan şüphelenmek için somut bir nedeni yok. Jonathan’ın Charles’a karşı kendini küçümseyen tutumu, kendilik değeri tehditlerine karşı içsel tepkisinde zorluk (difficulty with his internal response to self-esteem threat) yaşayabileceğini gösteriyor.

    İlişkiler

    Jonathan’ın bu alanda hem güçlü yönleri hem de zorlukları var. Charles’la olan 15 yıllık istikrarlı ilişkisi bir güçtür. Ancak son zamanlarda Jonathan güvenmek (trust) konusunda bazı zorluklar yaşıyor ve Charles’ın ilişkilerini sonlandırabileceği hisleriyle boğuşuyor. Jonathan’ın bu anlamlı ilişkiyi sürdürebilmesi için yeterince iyi bir kendilik ve öteki algısına (sense of self and other) sahip olması gerekirken, bu alanda bazı zorluklar ortaya çıktı. Jonathan, Charles’ı idealleştiriyor, bu da Jonathan’ın ikisini de daha karmaşık şekillerde görememesi anlamına geliyor. Birbirlerine olan bağlılıklarının gücü ve uzun ömürlülüğü göz önüne alındığında Jonathan, Charles’la olan bu ilişkisinde kendini sanıldığından daha az güvende (secure) hissediyor. Yakın arkadaşlıklarının olmayışı Jonathan’ın bu alanda zorluklar yaşadığını doğruluyor. Yine de Jonathan, Charles’la kalması ve annesiyle çok yakın bir ilişkisi olması nedeniyle bir dereceye kadar yakınlığa (intimacy) tahammül edebiliyor. Karşılıklılık (mutuality) alanında Jonathan, aldığından çok daha fazlasını veriyor gibi görünüyor (annesine gösterdiği ilgi ve Charles’a karşı tutumu).

    Uyum/Adaptasyon

    Genel olarak Jonathan strese oldukça iyi uyum sağlıyor. Bazıları kendisine diğerlerinden daha fazla fayda sağlayan bir savunmalar dizisi (range of defenses) kullanıyor. Örneğin Jonathan, Charles’ın iş gezilerinin, kendine ayırdığı zamana ihtiyacına uygun olduğunu düşünüyor. Stresli olduğunda Jonathan, Charles’ın onu terk edeceğinden endişe etmesinin de gösterdiği gibi idealleştirir (idealize) ve yansıtır (project). Jonathan’ın digerkamlığı (altruism) kullanması (annesine bakmak), onun şefkatli bir insan olmasına rağmen başkalarından ilgi ve şefkat almakta zorluk çektiğini gösteriyor. Jonathan, daha az stres kaynağı olduğunda oldukça iyi uyum sağlayabilen, oldukça duygusal (emotional) bir kişidir; ancak annesinin ölümü ve yaklaşmakta olan emekliliği karşısında Jonathan, savunma kullanımında daha az esnek (less flexible) hale geldi.

    Biliş

    Biliş Jonathan için çoğunlukla güçlü bir alandır. Başarılı bir işi yürütme yeteneği, Jonathan’ın nispeten güçlü genel bilişsel işlevlere (general cognitive function) sahip olduğunu, makul derecede zeki olduğunu ve işini ve işletme finansmanını yönetebilecek beceri ve yeteneklere sahip olduğunu göstermektedir. Jonathan duyguları yönetiyor (manages emotion), iyi bir dürtü kontrolüne (impulse control) sahip ve uyarım düzenlemede (stimulus regulation) zorluk bildirmiyor. Jonathan’ın düşünceleri iyi organize edilmiş ve hafızası sağlam görünüyor. Jonathan’ın kendi üzerine düşünebilme (self-reflection) kapasitesi tek yönlüdür: Jonathan muhtemelen annesinin ölümüne tepki verdiğini anlasa da Charles’a dair kıskançlık duygularını daha az sorgulayabiliyor. Jonathan’ın Charles’ın bakış açısını tam olarak hayal edip edemediği belirsiz olduğundan bu aynı zamanda zihinselleştirmede (mentalization) bazı zorluklara da işaret edebilir (aşkının Jonathan tarafından tam olarak kabul edilmediğini hissetmek Charles için sinir bozucu olmalı). Jonathan’ın muhakemede (judgment) zorluk yaşadığına dair hiçbir kanıt yok.

    Değerler

    Jonathan’ın doğruyu ve yanlışı ayırt etme duygusu (sense of right and wrong) var gibi görünüyor ve olumlu/toplum yanlısı sosyal davranışlar (prosocial behavior) sergiliyor (annesine bakmak). Jonathan’ın değerleri aile ve ilişkiler (family and relationships) etrafında dönüyor gibi görünüyor.

    İş ve eğlence

    Jonathan’ın iş hayatında eğlenceden daha güçlü yanları var. Yaptığı iş, yetenekleri ve eğitimi ile uyumludur (consonant with his talents and training) ve memnuniyet (satisfaction) ve destek (support) sağlar. Emeklilik konusundaki endişesi, Jonathan’ın iş dışındaki faaliyetlerden keyif alamadığını gösteriyor; bu bakımdan iş ve eğlenme kapasitesi sınırlı görünüyor. Çalışmak onun için savunma işlevi görüyor olabilir ama yine de Jonathan’ın çalışma ve eğlenme biçimi kültürel olarak kabul edilebilir (culturally sanctioned) gibi görünüyor.

    Önerilen etkinlik

    Bireysel öğrenciler tarafından veya sınıf ortamında yapılabilir.

    Artık TANIMLAMAYI’yı öğrendiğinize göre, hastalarınızdan biri için TANIMLAMA kesiti yazmayı deneyin. Bağımsız bir öğrenci iseniz bunu bir süpervizör veya akranınızla paylaşmayı düşünün. Eğer bir süpervizör veya öğretmenseniz, bunu bir sınıf uygulaması olarak belirlemeyi düşünün. Bunun farklı hastalar için nasıl göründüğünü görmek için bir sınıftaki tüm öğrencilerin birbirlerinin ödevlerini okumasını sağlamak öğretici olabilir. Psikodinamik psikoterapide bir hasta hakkında yazmak zorunda değilsiniz; bu, tüm hastalar için yapılması gereken önemli bir şeydir, böylece birçok farklı klinik durumda psikodinamik formülasyonlar oluşturmaya başlayabilirsiniz. Hem sorunları hem de örüntüleri dahil edin. Örüntüler için incelediğimiz altı başlığı (kendilik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler, iş ve eğlence) kullanın ve her alandaki değişkenlerin her birini göz önünde bulundurun. Yazının uzun olmasına gerek yok -kesinlikle bir sayfadan fazla değil. Unutmayın -hastanın geçmişi tekrarlamayın, bunun yerine sorunlar ve örüntüler hakkındaki düşüncelerinizi pekiştirin.

    Giriş

    Anahtar kavramlar

    Psikodinamik olarak formüle ederken, insanların karakteristik düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini nasıl geliştirdikleri hakkında hipotezler yaratıyoruz.

    Dolayısıyla, bir kişinin sorunları ve örüntüleri hakkında iyi bir anlayışa sahip olduktan sonra, psikodinamik bir formülasyon oluşturmanın bir sonraki adımı şudur: onların yaşam öyküsünü değerlendirmek/gözden geçirmek/incelemek (review their life story). Bir yaşam öyküsü, insanların yaşamları sırasında meydana gelen ve onların baskın işleyiş kalıplarını şekillendirmeye yardımcı olan şeyleri; yani kendileri hakkında nasıl düşündüklerini, başkalarıyla nasıl ilişki kurduklarını, strese nasıl uyum sağladıklarını, nasıl düşündüklerini, doğru ve yanlışı nasıl kavramlaştırdıklarını, nasıl çalışıp eğlendiklerini içerir.

    Bir kişinin yaşam öyküsünü öğrenirken şu ilkeler bize rehberlik eder:

    • Doğuştan geleni (nature) ve yetişme koşullarını/yetiştirmeye bağlı olanı (nurture) dahil edin
    • İlişkiler (relationships) esastır (key)
    • Toplum ve kültür gelişimi (development) etkiler
    • Travma (trauma) kritiktir
    • Kronoloji konuyla ilgilidir (relevant)
    • Gelişim yaşam boyudur

    Hastalarımızın yaşanmış deneyimlerine ilişkin anlayışımız, birlikte yaptığımız çalışmalar boyunca derinleşir.

    Yaşam öyküsünü öğrenmek

    Bir kişinin ana problemlerini ve örüntülerini tanımladıktan sonra, psikodinamik bir formülasyon oluşturmadaki bir sonraki adımımız, bu problemlerin ve kalıpların ne zaman gelişmiş olabileceğini düşünmektir. Bunu, kişinin yaşamının her aşamasında başına neler geldiğine dair bir fikir edinmek için yaşam öyküsünü gözden geçirerek (reviewing their life story) yapıyoruz. Bu inceleme diğer türdeki öykülerin alınmasından farklıdır. Örneğin, mevcut hastalığın geçmişini (history of present illness) incelediğimizde, kişinin en acil sorunlarının (problem) yakın geçmişine odaklanırız ve önceki psikiyatrik geçmişi (past psychiatric history) gözden geçirdiğimizde ise kişinin yaşam boyu psikiyatrik belirti ve bozukluklarının geçmişini gözden geçirmiş oluyoruz. Aksine, Tam tersine bir hayat hikayesi insanı şekillendirmeye yardımcı olan her şeye odaklanır -yani baskın işleyiş örüntülerine.

    Yaşam öyküsünü öğrenmek için yol gösterici ilkeler

    Bir yaşam öyküsünü dinlediğimizde aşağıdaki ilkeler bize rehberlik eder.

    Doğayı ve yetiştirmeyi dahil edin

    1. Kısım’da incelediğimiz gibi, insanlar hem dünyaya getirdikleri şeylerle -donanımlarıyla (endowment)- hem de çevreleriyle olan etkileşimleriyle şekillenirler. Bazen psikodinamiği düşünürken sadece bireyin başkalarıyla olan ilişkilerinin etkisini düşünürüz. Bu bir hata. Eski bir espri, psikanalistlerin ikinci çocuklarını doğurana kadar genetiğin gelişimdeki rolünü dikkate almadıklarını söylüyor. Bu, iki kardeşin aynı ebeveynlerle etkileşimde bulunabileceği farklı yollardan bahsediyor -muhtemelen benzersiz yetenekleri nedeniyle. Bu nedenle, bir yaşam öyküsünü öğrenirken, bazen mizaç (temperament) olarak da adlandırılan kişinin doğuştan gelen donanımının, onun gelişimini nasıl etkilediğini anlamamıza yardımcı olacak sorular sormalıyız (bkz. Bölüm 12).

    İlişkiler anahtardır

    Donanımın ötesinde, büyük ölçüde başkalarıyla olan ilişkilerimiz ve etkileşimlerimiz tarafından şekilleniriz. 7. Bölüm’de tartıştığımız gibi, hayatımız boyunca türlü türlü insanla -aile üyeleri, arkadaşlar, meslektaşlar ve tanıdıklar- ilişkilerimiz olur ve bu ilişkilerin her biri farklıdır. Özellikle hayatımızın erken dönemlerinde düşünme, hissetme ve davranma şeklimiz büyük ölçüde başkalarına nasıl tepki verdiğimize ve onların bize nasıl tepki verdiğine bağlıdır. Bu etki ilk yıllarımızda çok güçlü olsa da yaşamımız boyunca devam eder ve dolayısıyla daha sonraki ilişkilerimiz de kalıplarımızı derinden etkileyebilir. Birinin ilişkilerini öğrenmek, kilit oyuncuların isimlerini bulmaktan daha fazlası anlamına gelir; bu, hastanın hayatındaki söz konu insanların -hem yaşam öyküsündeki hem de şu andaki- nasıl kişiler olduklarını öğrenmek ve hastayla ilişkilerinin doğasını gerçekten anlamaya çalışmak anlamına gelir.

    Toplum ve kültür gelişimi etkiler

    Her insan, kendisine sunulan fırsatları, gelişim sürecindeki deneyimleri ve nihayetinde kendilerini, sorunlarını ve çevrelerindeki dünyayı anlamlandırma biçimlerini şekillendiren sosyokültürel bir ortamda bulunur. Bir bireyin mevcut zorluklarını anlamak, onların deneyimlerini şekillendiren daha geniş sosyokültürel bağlam hakkında biraz bilgi sahibi olmayı gerektirir. Örneğin, 11 Eylül’den sonra çoğunluğu Beyaz ve Hıristiyan olan bir banliyöde yaşayan Müslüman-Amerikalı bir çocuk İslamofobiyle ne yapacak? Kendi mahallesinde inancının ve kimliğinin değersizleştirildiğini deneyimliyorsa, bu onun akranlarıyla olan etkileşimlerini ve benlik duygusunu nasıl etkiler ve şekillendirir?

    Ekoloji (ecology) alanı, bir bitkinin veya hayvanın boşlukta var olmadığını anlamamıza yardımcı oldu; onu anlamak için, onu çevresi ve çevresinde bulunan organizmalar bağlamında incelememiz gerekir. İnsan ekolojisi (human ecology) alanı da insanlar hakkında düşünmeye benzer bir yaklaşımı benimser ve insanları yaşamları boyunca etkileyen ve yönlendiren birçok insan ortamının olduğunu öne sürer (Bronfenbrenner, 1977). Ekolojik sistemler modeli (ecological systems model) bunları yakın çevre (immediate environment), topluluk çevresi (community environment) ve daha geniş toplum (broader society) olarak kavramsallaştırır.

    Yakın çevre (mikrosistem) (the immediate environment (microsystem)), kişinin birincil bakımverenlerini ve yakın akrabalarını içerir. Yakın çevreden gelen katkılara örnekler şunlardır:

    • Birincil bakımverene güvenli bir bağlanma
    • Erken yaşta ebeveyn kaybı
    • Birincil bakıcımverenin elinden yaşanan travma veya istismar
    • Birincil bakımverenin yeterince iyi ebeveynlik yapması

    Topluluk çevresi (mezosistem), okullar, dini kuruluşlar veya mahalleler gibi kişinin ait olduğu grupları içerir. Topluluk çevresinden gelen katkı örnekleri şunları içerir:

    • İlgili bir öğretmenin mentörlüğü
    • Bir mahalleye ait olma hissi
    • Bir topluluğun göçmen bir aileye yönelik düşmanlığı
    • Yerel bir dini topluluğun desteği

    Daha geniş toplum (makrosistem), yasaların, kamu politikalarının, ekonomik yapıların ve geniş kültürel değerlerin etkisini içerir. Daha geniş toplumdan (makrosistem) gelen katkı örnekleri şunları içerir:

    • Bir azınlık grubuna ait olmanın getirdiği kronik stres
    • Kronik bedensel zarar korkusu
    • Jim Crow yasalarına göre yaşayan bir Siyahi olmanın ömür boyu dezavantajı
    • Bir çoğunluk grubundan gelen başarı beklentileri

    Tüm bu ortamlar bireyin bilinçli ve bilinçdışı gelişimini etkiler. Yakın çevre, topluluk ve daha geniş çevrelerin hepsi tüm hastaların psikodinamik formülasyonlarını oluştururken dikkate alınmalıdır -sadece sosyal hiyerarşiler nedeniyle dezavantajlı durumda olanlar değil. Toplum genel olarak herkesin örtülü zihinsel süreçlerini güçlü bir şekilde etkiler. Ekolojik sistem modelini 20. Bölüm’de tekrar ele alacağız ve bu modelin yaşam öykülerini problemlere ve örüntülere bağlamamıza nasıl yardımcı olduğuna odaklanacağız.

    Travma kritik

    Genel nüfusla karşılaştırıldığında, ruh sağlığı uzmanlarına başvuran hastalarda fiziksel/cinsel istismar ve ihmal gibi erken yaşamda olumsuz olaylara yakalanma oranı daha yüksektir (Floen ve Elklit, 2007). Bu olaylar insanları yetişkinlikte depresyon, anksiyete, madde kullanım bozukluğu, yeme bozuklukları ve borderline kişilik gibi zorluklara yatkın hale getirebilir (Clemmons ve diğerleri, 2007; Cohen ve diğerleri, 2001; Edwards ve diğerleri, 2003; Green ve diğerleri, 2010; Kessler ve diğerleri, 1997; Lansford ve diğerleri, 2002; Van der Kolk ve diğerleri, 1994). Bu nedenle travmanın gelişim üzerinde büyük etkisi olabilir. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı hastalarla konuştuğumuzda bazen travma öyküsünü sormaktan çekiniriz. Hastalarımızın katlandığı korkunç şeyleri duymak son derece üzücü ve bunaltıcı olabilir. Soru sorarak onları üzmekten veya yeniden travmatize etmekten korkuyor olabiliriz ve bazen nasıl yanıt vereceğimizi bilemeyiz. Bununla birlikte, yalnızca travmanın gelişimin herhangi bir noktasında meydana gelip gelmediğini sormak değil, aynı zamanda bu travmanın o kişi için anlamını anlamaya çalışmak da önemlidir. Bu bilgiyi elde etmek için sorabileceğimiz soru türlerine örnekler aşağıda verilmiştir:

    Başınıza gelenlerin bana anlatır mısınız?

    Bu olay yaşanırken ne hissettiniz?

    O dönemde olup biteni nasıl anlamaya çalıştınız? Şimdi nasıl anladınız?

    Bu olay gerçekleştiğinde ya da sonrasında herhangi biriyle bu konu hakkında konuştunuz mu?

    Bu deneyimin (travmanın) üzerinizde kalıcı etkileri olduğunu düşünüyor musunuz? Eğer öyleyse, bunlar nelerdir?

    Bu deneyimin bugün kim olduğunuzu şekillendirdiğini düşünüyor musunuz? Öyleyse nasıl?

    Deneyim, diğer insanlar hakkındaki düşüncelerinizi ve genel olarak hayat hakkındaki düşüncelerinizi şekillendirdi mi?

    Hastalarımızın travma geçmişlerini dinlerken, olan bitene ilişkin bizim hislerimiz ile onların hisleri arasında ayrım yaparken dikkatli olmalıyız. Bir travma hikayesine “Aman Tanrım!” diye bağırarak verilen tepkiler, kendi duygularından kopmuş birini alarma geçirebilir. Öte yandan, “Bu zor olmuş olmalı” gibi nazikçe empatik değerlendirmelerde bulunmak, hastanın sizin onu dinlediğinizi ve anlamaya çalıştığınızı fark etmesine yardımcı olabilir.

    Kronoloji önemlidir

    Gelişimde, olayların ne zaman gerçekleştiği genellikle ne olduğu kadar önemlidir. Aynı olay yaşamın erken dönemlerinde meydana gelmişse, daha sonra meydana gelmiş olandan çok farklı bir etkiye sahip olabilir. Genel olarak, erken dönemdeki rahatsızlıkların daha sonra ortaya çıkanlara göre yaygın sorunlara neden olma olasılığı daha yüksektir. Örneğin, 1 yaşında birincil bakımverenden birkaç ay süreyle ayrılmak, 7 yaşında aynı uzunlukta bir ayrılığa göre muhtemelen daha fazla kapsamlı zorluklara neden olacaktır. Bir kişinin işleyişinin birçok yönünü etkiliyorsa, bir sorunun kapsamlı (global) olduğunu söyleriz ve daha az işlevi etkiliyorsa sınırlı (circumscribed) diyoruz. Örneğin bir kişi herhangi bir yakın ilişki kuramıyorsa, yaşadığı zorluk, çok sayıda yakın arkadaşı olan ancak yakın bir romantik ilişki kuramayan bir kişininkinden daha kapsamlıdır.

    Kişinin sorunlarını ve örüntülerini anladığınızda, sorunlarının ne kadar kapsamlı olduğu hakkında da fikir sahibi olursunuz. Bu onların yaşam öykülerini keşfederken size rehberlik edebilir. Olayların zamanlaması çok önemli olduğu için yaşam öykülerini kronolojik olarak kavramsallaştırmanızı öneririz. Gelişimin aşamalarını 12-17. Bölümlerde kronolojik olarak tartışacağız.

    Gelişim yaşam boyudur

    Birçok insan için “gelişim öyküsü almak”, erken çocukluk döneminin dönüm noktalarının tarihini öğrenmek anlamına gelir. Bu kilometre taşları açıkça konuyla ilgili olsa da, gelişimin yaşam boyunca devam ettiğini hatırlamak önemlidir ve dolayısıyla tam yaşam öyküsü, doğum öncesinden kişinin tüm yaşanmış deneyimine kadar her şeyi içermelidir. İnsanlar yetişkinlik yıllarında birçok yönden büyür ve değişirler. Başarıları, kayıpları, travmaları, ayrımcılıkları, dezavantajları, hastalıkları, sonraki ilişkileri ve psikoterapötik deneyimleri vardır -bunların hepsi onların düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini etkiler.

    Gelişen/dönüşen geçmiş/tarih

    Bir hastayla ilk tanıştığımızda, doğum öncesi maruz kalmalar, gelişimsel dönüm noktaları, birincil bakıcılarla ilişkiler, büyük travmalar, yaşamın ilerleyen dönemlerindeki ilişki kalıpları, kaynaklara erişim ve hastanın eğitim ve çalışma geçmişi hakkında temel bilgiler dahil olmak üzere, yaşam öyküsünün ana yönleri hakkında bir fikir edinmeye çalışırız. Bu, hastaya yönelik tedaviye rehberlik edecek bir başlangıç formülasyonu oluşturmamıza yardımcı olur. Ancak başlangıçta onlar hakkında her şeyi öğrenemeyiz. Her şeyi öğrenmek sadece çok uzun zaman almakla kalmıyor, aynı zamanda tedavi ilerledikçe hastalar yavaş yavaş hayat hikayelerinin yeni yönlerini ortaya çıkarıyor. Sonuç olarak, hastalarla ilk görüşmelerimizde gelişimin her yönünü sormamıza gerek yok VE birlikte çalışmamız boyunca bir hastanın yaşam öyküsüne ilişkin anlayışımızı geliştirmeye devam etmeyi hatırlamamız gerekiyor.

    Yaşam öyküsü ne kadar kapsamlı olmalı?

    12-17. Bölümler, genetikten yaşlanmayla ilgili konulara kadar yaşam öyküsüne kadar dair ayrıntılı bilgilerle doludur. Şunların hepsini yaşam öyküsüne dahil ettik:

    • hastalarımız hakkında öğrenebileceğimiz bilgilerin kapsamı hakkında size fikir vermek
    • çünkü ruh sağlığı profesyonelleri eğitimleri sırasında gelişim hakkında farklı şeyler öğrenirler
    • size bu materyalin bir incelemesini sunmak için
    • bilinçli ve bilinçdışı düşünce ve duyguların gelişimini etkileyen yaşam öyküsünün yönlerini vurgulamak

    Ancak burada o kadar çok bilgi var ki, her hasta hakkında hepsini öğrenmemiz mümkün değil. Psikofarmakolojik tedaviler ve akut bakım ortamları gibi bazı klinik durumlarda (Beşinci Kısma bakınız), bu bilgilerin herhangi birini almak için çok az zamanımız olabilir. İster bireysel öğrenci ister eğitimci olun, lütfen bu bölümleri referans olarak kullanın. Okurken her yaşam evresinin önemli noktalarını vurgulamaya çalışın. Daha sonra zor bir dönem duyduğunuzda daha fazla ayrıntı kazanmanıza yardımcı olması için ilgili bölüme tekrar başvurabilirsiniz. Üçüncü Bölümün sonundaki “Bir araya getirmek” örneği, bir klinisyenin hastayı daha ayrıntılı olarak tanıdıktan sonra yazabileceği yaşam öyküsü türünü göstermektedir. Öte yandan Dördüncü ve Beşinci Kısımlarda pek çok kısa hayat hikayesi bulacaksınız. Belirli bir klinik durumda yaptığımız yaşam öyküsü incelemesinin türü, hastayla geçirdiğimiz zamanın yanı sıra tedavinin hedeflerine de bağlıdır. Klinik durumdan bağımsız olarak, psikodinamik olarak formüle etmek için kişinin yaşam yolculuğuna dair bir miktar fikir sahibi olmamız gerekir.

    Şimdi 12. Bölüme ve yaşam öyküsünün başlangıcına geçelim.

    Referanslar
    1. Bronfenbrenner, U. (1977). Toward an experimental ecology of human development. American Psychologist, 32(7), 513–531. https://doi.org/10.1037/0003-066x.32.7.513
    2. Clemmons, J. C., Walsh, K., DiLillo, D., et al. (2007). Unique and combined contributions of multiple child abuse types and abuse severity to adult trauma symptomatology. Child Maltreatment, 12(2), 172–181.
    3. Cohen, P., Brown, J., & Smaile, E. (2001). Child abuse and neglect and the development of mental disorders in the general population. Development and Psychopathology, 13(4), 981–999.
    4. Edwards, V. J., Holden, G. W., Felitti, V. J., et al. (2003). Relationship between multiple forms of childhood maltreatment and adult mental health in community respondents: Results from the adverse childhood experiences study. American Journal of Psychiatry, 160(8), 1453–1460.
    5. Floen, S. K., & Elklit, A. (2007). Psychiatric diagnoses, trauma, and suicidiality. Annals of General Psychiatry, 6(1)). https://doi.org/10.1186/1744-859x-6-12
    6. Green, J. G., McLaughlin, K. A., Berglund, P. A., et al. (2010). Childhood adversities and adult psychopathology in the National Comorbidity Survey Replication (NCS-R) I:Associations with first onset of DSM-IV
      disorders. Archives of General Psychiatry, 67(2), 113–125.
    7. Kessler, R. C., Davis, C. G., & Kendler, K. S. (1997). Childhood adversity and adult psychiatric disorder in the US National Comorbidity Survey. Psychological Medicine, 27(5), 1101–1119.
    8. Lansford, J. E., Dodge, K. A., Pettit, G. S., et al. (2002). A 12-year
      prospective study of the long-term effects of early child physical maltreatment on psychological, behavioral, and academic problems in adolescence. Archives of Pediatric Adolescent Medicine, 156(8), 824–830.
    9. Van der Kolk, B. A., Hostetler, A., Herron, N., et al. (1994). Trauma and the development of borderline personality disorder. Psychiatric Clinics of North America, 17(4), 715–730.

    Bir Araya Getirmek – Bir Yaşam Öyküsünü İNCELEME

    Artık bir yaşam öyküsünü İNCELEME’ye hazırız. Bunu Nia için nasıl yapabileceğimize bir göz atalım:

    Sunum

    Nia, kendisini heteroseksüel ve Katolik olarak tanımlayan, yoğun bakım hemşiresi olarak çalışan, 25 yaşında bekar, Afro-Amerikan ‘cisgender’ bir kadındır. Giderek artan depresyon, kaygı ve “bazen keşke sadece uyuyabilseydim ve öylece uykuda kalabilseydim” gibi düşünceler gösteriyor; bunların hepsi ergenliğinden beri yaşamadığı belirtiler. Ölmek istemediğini söylüyor. Nia, üç ay önce annesinin daha sık aramaya başlayıp Nia’ya zihinsel ve fiziksel engelli babasına bakması için yalvarmasıyla başlayan “bir kara deliğe kaymayı” tarif ediyor. Nia 1-2 seneliğine yoğun bakım hemşireliğini bırakıp tüm hayatı boyunca hayalini kurduğu gibi gelişmekte olan bir ülkeye gidip orada çalışmayı planlıyordu, fakat şu anda kendisini burada kalıp ailesine destek olmak zorunda hissediyor. Gitgide artan bir şekilde gergin, yorgun, asabi hissediyor ama uyku ve iştah konularında zorluk yaşamıyor.

    Yaşam öyküsü

    Genetik ve prenatal gelişim

    Nia, güneydeki bir eyalette ağırlıklı olarak Afrika kökenli Amerikalıların yaşadığı bir mahallede, başlangıçta evli olmayan bir anne babanın tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Annesinin hamileliği veya doğumuyla ilgili herhangi bir sorun olup olmadığını bilmiyor, ancak Nia’nın doğumundan sonra depresyon ve alkol bağımlılığı nedeniyle hastaneye kaldırıldığı için annesinin hamilelik sırasında içki içtiğini tahmin ediyor. Aynı zamanda anne tarafından birçok akrabada depresyon öyküsü var. Nia’nın babası, çocukluğu boyunca öfke kontrol sorunları nedeniyle sinirlilik geliştirmiş ancak 12 yıl önce kendisine Parkinson hastalığı teşhisi konulana kadar hiçbir zaman psikiyatrik tedaviye başvurmamıştı. Şu anda bilişsel açıdan engelli ve anti-Parkinson ilaçlarını kullanırken kronik olarak psikotik durumda.

    Erken dönem (doğum-3 yaş)

    Doğumdan kısa süre sonra Nia bakımı için anneannesine bırakıldı. Nia bunun annesinin hastaneye kaldırılmış olmasından dolayı olduğunu tahmin ediyor fakat neden bu sırada kendisiyle babasının ilgilenmediği konusunda emin değil. Büyükannesi ona sağlıklı, rahat, “kolay” bir bebek olduğunu, neredeyse hiç ağlamadığını ve genellikle diğer çocuklara yavaş ısındığını söyledi. Nia’nın büyükannesiyle geçirdiği erken çocukluk dönemine dair oldukça sevgi dolu anıları var ama bu yıllarda anne ve babasıyla ilgili çok az anısı var; büyükannesi ona tekrar bakabilmek için para biriktirmek için çok çalıştıklarını söylemişti.

    Orta çocukluk (3-6 yaş)

    Nia dört yaşındayken anne babası evlendi ve üçü birlikte babasının özel bir soruşturma şirketine katıldığı komşu kasabaya taşındı. Babası iyi bir geçim sağlıyordu ve ailesi rahat bir orta sınıf hayatı yaşıyordu. Ancak babası daha çabuk sinirlenen ve sert bir şekilde eleştiren, kapıları çarpan biri haline geldi, sık sık Nia’nın önünde annesine bağırdı, ona vurdu ve ara sıra Nia’yı kemerle tehdit etti. Nia çocukken babasından korktuğunu ve anne babası tartışırken dolaba saklandığını hatırlıyor. Annesini özellikle içki içtiği zamanlarda sinirli ve depresif biri olarak anımsıyor. Bir keresinde sarhoş olduğunda Nia’nın annesi ona “istenmeyen bir hamilelik” olduğunu ve Katolik olmasaydı kürtaj yaptıracağını söylemişti. Bu, Nia’ya ebeveynlerinin mutsuz ilişkisinin sebebinin kendisi olduğunu hissettirdi. Bu yıllara dair sahip olduğu tek güzel anılar ara sıra büyükannesiyle geçirdiği hafta sonları ve tatillerdi.

    Geç çocukluk (6-12 yaş)

    Nia’nın ebeveynleri onu anaokulundan itibaren tamamı kızlardan oluşan bir Katolik kilise okuluna yerleştirdi. Okuldaki öğrencilerin çoğu Afro-Amerikandı. Okulu çok sevdiğini ve okulun “hayatını kurtardığını” söylüyor. Utangaç ve terbiyeli olduğunu, rahibeler ve rahiplerle yakın ilişkileri olduğunu hatırlıyor. Çok az arkadaşı olmasına rağmen okuldan sonra çoğu gün evine gittiği yakın bir arkadaşı vardı. Nia, ortaokuldayken rahibelerden birinin ısrarı üzerine konfirmasyon derslerine başladı ve büyükannesiyle birlikte yaptığı gibi her Pazar ayinine tek başına gitmeye başladı. Babası ve annesi bu işe katılamayacak kadar meşgul olduklarını söyleyince, arkadaşının ailesi ona vaftiz ebeveyni olmayı teklif etti.

    Ergenlik (13-19 yaş)

    14 yaşındayken, Nia’nın ebeveynleri artık kilise okuluna paralarının yetmeyeceğini söyledi ve onu, Afro-Amerikan öğrencilerin azınlıkta olduğu büyük, karma bir devlet lisesine yerleştirdi. Eski okulundaki arkadaşlarını ve rahibeleri özlemişti ve Beyaz sınıf arkadaşları onun kıyafetleri ve saç stili hakkında yorum yapmaya başladıklarında ve ona kendilerinden daha az zekiymiş gibi davrandıklarında şaşırmıştı. Bu, önceki okulunda ve mahallesinde büyük ölçüde korunduğu açık ırkçılığa ilk maruz kalışıydı. Notları düştü ve intihar düşünceleri vardı. Kendini aç bırakmayı denedi ve bu şekilde 7 kilo verdi, fakat kimse fark etmediği için bunu yapmayı bıraktı. 10. sınıftayken bir antrenör onu basketbol takımına katılmaya teşvik etti ve kendisinin “yabancı gibi hissetmekten yıldız oyuncu gibi hissetmeye” geçtiğini söyledi. Kendini daha iyi hissetmeye başladı ve daha sağlıklı beslenmek için çaba gösterdi çünkü “takıma karşı bir sorumluluğu” olduğunu düşünüyordu. Annesi sporun “kadınsı olmadığını” söylese de sporu seviyordu. Partilere gitmekten kaçındı, kendini okul çalışmalarına ve atletizme verdi ve her ikisinde de başarılı oldu. Nia, 11. ve 12. sınıflar arasındaki yaz aylarında yerel bir hastanede gönüllü olarak çalıştı ve sonunda yardım mesleklerinde kariyer yapacağını fark etti. Geriye dönüp bakınca, babasının yeni ortaya çıkan Parkinson hastalığının kararını etkilemiş olabileceğini düşünüyor: “O ne kadar engelli olursa, ben de o kadar az öfkelendim. Korkutucu bir durumdan muhtaç ve acınası bir duruma dönüştü. Ayrıca annemin ona eziyet etmekten ne kadar keyif aldığını görmekten nefret ediyordum ve babamı korumam gerektiğini hissediyordum.

    Erken yetişkinlik (18-23 yaş)

    Üniversiteye başvurma zamanı geldiğinde Nia’nın annesi babasının sağlık sorunları ve maddi kaygılarla meşguldü. Ona, eğer üniversiteye gitmek isterse okul ücretini kendisinin karşılaması gerektiğini söyledi. Güçlü bir Siyah kadın olarak güçlü kimliğini pekiştirerek, kendisine tam burs sunan ve tarih boyunca Siyahların gittiği bir üniversiteye gitmeyi seçti. Kendini “yeniden evinde” hissetti ve okul çalışmalarına ve spora adadı. Bir kız öğrenci yurduna girmesine rağmen hafta sonu partilerine gitmeye çekiniyordu ve flört deneyimleri sınırlıydı. “Hayır’ı cevap olarak kabul etmeyen” erkeklerle çok sayıda kısa süreli ilişkisi oldu ama bunların hiçbiri bir yıldan fazla sürmedi. Nia başlangıçta tıp öncesi eğitimi görüyordu ancak babasının bakımına yardımcı olmak için eve sık sık gittiğinden dolayı “organik kimya ve fizik konusunda uzmanlaşmaya hiç zamanı olmadı” ve sonunda hemşireliğe geçti.

    Geç yetişkinlik (23 yaş- günümüz)

    Nia, çalışmaya başladıktan sonra “ölüm kalım anlarının zorluğu” nedeniyle yoğun bakım hemşireliğine yöneldi. Ayrıca ek olarak aldığı eğitimin, ağırlıklı olarak Beyazların bulunduğu eğitim hastanesindeki statüsünü korumasına yardımcı olduğunu hissetti. Hızla terfi aldı, tıp merkezinde liderlik ve öğretmenlik pozisyonları üstlendi; maaş artışları sayesinde ebeveynlerinin mali yüklerini ve sağlık faturalarını daha fazla üstlenebildi. Son birkaç yılda arkadaşlarından uzaklaştı, gelişigüzel flörtler yaşadı ve işine, ailesine ve kedisine odaklandı.

    Önerilen aktivite

    Bireysel veya sınıf ortamında yapılabilir

    Şimdi, TANIMLAMA’dan sonra yaptığınız gibi bir danışanınızın yaşam öyküsünü İNCELEME’ye çalışın. Daha önce belirttiğimiz gibi, öğrenciler diğer arkadaşlarının incelemelerini okumaktan fayda göreceklerdir. Bu örnekte olduğu gibi her gelişim evresi için başlıklar kullanmayı deneyin: prenatal, erken yıllar, orta çocukluk, geç çocukluk, ergenlik, erken erişkinlik ve erişkinlik. Danışanınızın yaşam öyküsünü anladığınızı düşünseniz bile bunu sistematik bir şekilde incelemek konusunda kendinizi denemek, danışanınız hakkında daha fazla şey öğrenmenize ve sormak istediğiniz soruları belirleyebilmenize yardımcı olabilir.

    Giriş

    Anahtar Kavramlar

    İş birliği içinde bir psikodinamik formülasyon oluşturmanın son adımı, bir kişinin gelişimi hakkında hipotezler oluşturmak için sorunları ve örüntüleri yaşam öyküsüne BAĞLAMAKTIR.

    BAĞLAMA’da, hastanın ana zorluklarına ve yaşam öyküsündeki kilit noktalara odaklanmak için TANIMLADIĞIMIZ ve İNCELEDİĞİMİZ şeylere odaklanıyoruz. Daha sonra bunları, gelişimle ilgili aşağıdaki organize edici fikirleri kullanarak birbirine bağlarız:

    Psikodinamik formülasyonlar oluşturduğumuzda dilimiz, kurduğumuz bağlantıların gerçekler değil, hipotezler olduğunu belirtmelidir.

    BAĞLAMA şeklimiz tedaviye rehberlik eder.

    Kitabın bu kısmına kadar problemleri ve örüntüleri nasıl tanımlayacağınızı ve danışanın tüm yaşam öyküsünü nasıl inceleyeceğinizi öğrendiniz. Artık kişinin en önemli alanlarına ve zorluk dönemlerine odaklanmak için tanımladığımız ve gözden geçirdiğimiz şeylere odaklanabilir ve bunları bir kişinin gelişimi hakkında hipotezler oluşturmak için bağlayabiliriz.

    Gelişim ile ilgili organize edici fikirleri kullanarak BAĞLAMA

    Bu hipotezleri oluşturmak için kişinin büyük zorlantılarını yaşam öyküsündeki kilit noktalara bağlamamız gerekir. Bu çok önemli bir adımdır; nedensellik hakkında hipotezler oluşturarak danışanın geçmişini bir formülasyona dönüştürdüğümüz noktadır. Bu önemli adım için gelişim ile ilgili organize edici fikirlere güveniyoruz. Bu organize edici fikirler, yaşam boyunca olup bitenlerin danışanlarımızda gördüğümüz sorunlara ve örüntülere nasıl yol açabileceğini kavramsallaştırmanın yollarıdır. Bunlar aşağıdaki gibi soruları yanıtlamamız yardımcı olurlar:

    • Erken travma duygu düzenlemesi sorunlarına nasıl yol açabilir?
    • Çocukluk çağındaki depresyon, benlik saygısı yönetimiyle ilgili sorunlara nasıl yol açabilir?
    • Annenin yokluğu yetişkinlikte kişilerarası sorunlara nasıl yol açabilir?
    • Dışlanmış bir grupta olmak nasıl benlik saygısı sorunlarına yol açabilir?
    • Uyumlu bir anneye sahip olmak, birinin üniversitede ayrılıkla başa çıkmasına nasıl yardımcı olabilir?
    • Bir ebeveynle aşırı yakın ilişki nasıl cinsel engellemelere yol açabilir?

    Çok sayıda gelişimsel fikir, bir kişinin yaşam öyküsünü onun düşünme, hissetme ve davranış örüntüleriyle ilişkilendirmemize yardımcı olabilir. Her fikir, bir kişinin yaşadığı deneyimin (genetik ve çevre dahil) yetişkinlerde gördüğümüz sorunlara ve örüntülere nasıl yol açabileceğini açıklamanın farklı bir yolunu sunar. Sorunları ve örüntüleri öyküye etkisini düşünerek bağlayabiliriz:

    • Travma
    • Erken bilişsel ve duygusal zorlantılar
    • Kültür ve toplum
    • Çatışma ve savunma
    • Başkalarıyla ilişkiler
    • Benlik gelişimi
    • Erken bağlanma modelleri

    BAĞLANTI kurduğumuzda, bu organize edici fikirler arasında gezinir ve danışanın örüntüleri ile yaşam öyküsü arasında yararlı bağlantılar kurmamıza yardımcı olacak olanları seçeriz. Tek bir formülasyon için birden fazla fikir kullanabildiğimiz gibi, farklı fikirleri de farklı formülasyonlarda kullanabiliriz. 4. kısımdaki her bölüm, gelişimle ilgili bu organize edici fikirlerden birini sunar, böylece formülasyonlarınızı oluştururken arasından seçim yapabileceğiniz bir fikir kütüphanesine sahip olmaya başlayabilirsiniz.

    Pek çok organize edici fikir var, nasıl seçeceğiz?

    Gelişimle ilgili birçok fikir olduğu gibi, danışanın örüntülerini yaşam öyküsüne bağlamanın da birçok yolu vardır. Klinisyenin bunu psikodinamik formülasyonda yapma şekli, danışanın öyküsünü anlatma şekli ve klinik durumun ihtiyaçları dahil olmak üzere birçok değişkene bağlıdır. Bazı klinik durumlar, gelişime ilişkin belirli organize edici fikirler kullanılarak iyi bir şekilde açıklanabilir ve 4. kısmın her bir bölümünde bu tür durumları örneklerle özetliyoruz. Örneğin, duygu düzenlemede güçlük çeken iki kişiyi düşünün; biri istismarcı, diğeri ise erken dönem bipolar bozukluğu olan bir ebeveyne sahip. Zorluklarının benzerliğine rağmen psikodinamik formülasyonları gelişime ilişkin iki farklı düşünceyi gerektirebilir. Tercih edilen (popüler) bir fikir seçip başlamak yerine, TANIMLAMA ve İNCELEME’deki bilgilerle yola çıkmak ve ardından gelişimle ilgili fikirleri seçmek genellikle mantıklıdır. Gelişim ile ilgili bir fikre uygun olan bir şey bulmak için “öyküyü aramaktan” kaçınmaya çalışın; bu, formülasyonu çarpıtabilir ve 4. bölümde tartıştığımız gibi ön yargıya yol açabilir.

    Psikodinamik bir formülasyon yazmak

    Tüm psikodinamik formülasyonlar yazılı olmasa da TANIMLAMA, İNCELEME ve BAĞLANTI KURMA’yı öğrenirken bazı kronolojik hikayeler yazmaya çalışmanızı öneririz. Yazarken kişinin yaşamı boyunca meydana gelen olayların kişinin gelişimini nasıl etkilemiş olabileceğinin düşünün; örneğin, ilk yıllardan itibaren benlik saygısı ile ilgili sorunların ergenlikteki kimlik pekiştirmesini nasıl etkilemiş olabileceğini, birincil ikili ilişki sırasında güvenin pekiştirilmesinin daha sonraki bir travmaya nasıl yardımcı olabileceğini veya orta çocukluktan itibaren rekabetle ilgili sorunların kişinin erken erişkinlikte kariyer gelişimini nasıl etkilemiş olabileceğini düşünün. Odak noktalarınızı özetleyen bir özet ile başlayın, ardından kişinin her yaşam evresinde nasıl geliştiğine dair yorum yapmaya çalışın. 4. kısmın sonunda, iki terapistin tam psikodinamik formülasyonları nasıl “bir araya getireceğini” tartışırken dinleyebilir ve ardından hikayeleri okuyabilirsiniz.

    “Marco’nun benlik saygısı sorunları hem kronik duygudurum bozukluğundan hem de babası tarafından kabul edilmemesinden kaynaklanıyordu.”

    cümlesi şu cümleden oldukça farklıdır:

    “Marco’nun hem yaşam boyu süren bir moral bozukluğu geçmişine hem de babasının sürekli olarak kendisini aynalamada eksik kalmasına ilişkin raporu, bunların benlik saygısını sürdürme ve yönetmede yaşadığı zorlukların gelişmesine katkıda bulunmuş olabileceği izlenimini uyandırıyor.”

    İkinci ifade, Marco’nun benlik saygıyla ilgili yaşadığı zorluklar ile geçmişinin unsurları arasındaki bağlantıların kanıtlanmış gerçekler değil, hipotezler olduğunu açıklığa kavuşturuyor.

    Zaman içinde gelişime ilişkin fikirleri kullanma

    Formüle etme konusunda rahatlık kazandıkça, gelişimle ilgili farklı fikirleri her zaman bilinçli olarak düşünüp uygulamayacaksınız. Otomatik olarak danışanlar hakkında düşünme şeklinizin bir parçası haline gelecekler. Bununla birlikte, formüle etmeyi öğrenirken, bireyin gelişimi hakkında hipotezler oluşturmada hangilerinin size en iyi şekilde yardımcı olabileceğine karar vermek için her danışanla birlikte tüm bu organize edici fikirleri dikkatlice değerlendirmenizi öneririz.

    Bağlama tedaviye yön verir

    Yetişkin danışanlarımızın sorunlarını ve örüntülerini yaşam öykülerine bağlama şeklimiz tedavimize yön veriyor. Sorunları erken travmaya bağlarsak hastalarımızın travmatik deneyimlerini anlamalarına ve bozulan gelişimlerini onarmalarına yardımcı olmalıyız. Sorunları bilinçdışı çatışmalara ve savunmalara bağlarsak, hastalarımızın stresle başa çıkmanın daha faydalı yollarını geliştirmelerine yardımcı olmalıyız. Sorunları kültürün ve toplumun etkilerine bağlarsak, hastalarımızın toplumun kendileri hakkındaki olumsuz görüşlerini nasıl içselleştirdiklerini ve bunları kendilerinden nasıl ayırabileceklerini anlamalarına yardımcı olmalıyız. Sorunları başkalarıyla olan ilişkilere bağlarsak hastalarımızın yeni ilişki şablonları geliştirmelerine yardımcı olmalıyız. Formülasyonlarımız tedavi hedeflerimize, danışanlarımızı dinleme şeklimize ve müdahalelerimizi seçme şeklimize rehberlik eder (bkz. Bölüm 3). Genel olarak danışanlarımıza şu şekilde yardımcı olabiliriz:

    • Gelişimlerinin veya işlevlerinin sorunlu bir yönünün farkına varmalarını sağlamak
    • Daha tatmin edici yeni işleyiş yolları geliştirmelerine yardımcı olmak.

    4. kısımdaki bölümlerin her birinde her ikisini de nasıl başaracağımızı tartışıyoruz.

    Kısmın devamında

    4. kısmın her bölümünde gelişime ilişkin bir organize edici fikir göstereceğiz. Özet olarak:

    • Organize edici fikrin temelleri
    • Organize edici fikrin özellikle faydalı olduğu klinik durumlar
    • Fikrin kullanıldığı örnek bir formülasyon
    • Söz konusu fikre bağlanmanın tedaviyi yönlendirme yolları

    Bu bölümlerdeki örnek formülasyonlarımızın daha önce üzerinde durulmuş olan AÇIKLAMA ve İNCELEME bölümlerini sunduğunu ve bu nedenle yalnızca büyük zorlantıları ve temel gelişim noktalarını içerdiğini unutmayın. Şimdi gelişimle ilgili ilk organize fikrimize geçelim: sorunları ve örüntüleri travmaya bağlamak.

    Önerilen aktivite

    Bireysel veya sınıf ortamında yapılabilir

    Birlikte çalıştığınız bir danışanın örüntülerini özetlemek için TANIMLAMA alanlarını (benlik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler, iş/oyun) kullanın. Odaklandığınız soru nedir? Nereye odaklanırsınız ve neden? Sınıf ortamında çalışıyorsanız, çiftler halinde veya daha büyük gruplar halinde düşüncelerinizi paylaşın.

    Bir Araya Getirme – İş Birliğiyle Psikodinamik Formülasyonlar Oluşturmak için BAĞLANTI KURMA

    Artık TANIMLAMAYI (DESCRIBE), GÖZDEN GEÇİRMEYİ (REVIEW) ve BAĞLANTI KURMAYI (LINK) öğrendiğinize göre, iki terapistin hastalarıyla işbirliği içinde ilk psikodinamik formülasyonları oluşturmasını dinleyelim. 52 yaşında beyaz bir kadın olan ilk terapist, hasta Mike’ı dört seans boyunca gördü. Terapistin nasıl olduğunu duyacağız

    • Mike’ın ilk yorumlarını dinler
    • Sorunları ve örüntüleri TANIMLAR
    • Yaşam öyküsünü GÖZDEN GEÇİRİR
    • Sorunları ve örüntüleri yaşam öyküsüne BAĞLAR
      • TANIMLAMA ve GÖZDEN GEÇİRME yoluyla öğrendiklerine odaklanmak
      • organizasyonla ilgili fikirlerin seçilmesi.
    • Bir ön formülasyonu paylaşır
    • Formülasyonun tedaviyi nasıl yönlendireceğini düşünür

    Mike’ı tanıyalım:

    Sunum

    Mike, 32 yaşında Afrikalı-Amerikalı bir adam ve terapiste şunları söylüyor: “Kız arkadaşım biriyle konuşmamın iyi bir fikir olacağını düşündü. İş beni bunaltıyor. Orada durumum iyi değil ve nedenini bilmiyorum.” Üniversiteden beri aynı firmada finans alanında çalışan Mike, birkaç yıldır “gerçekten iyi iş çıkardığını, doğru yolda” olduğunu ancak son altı ay içinde, kendisini olumsuz yönde etkileyen birkaç “kötü eleştiri” aldığını belirtiyor. Alanında gerçekten başarılı olmak için “gerekli olana sahip” olup olmadığını sorguluyor. “Depresyondan ziyade kafamın karıştığını söyleyebilirim” diye açıklıyor. “Eskiden eğlenceliydi; şimdi sadece hareketlerden geçiyormuşum gibi hissediyorum. Ve gecenin bir yarısı bunu düşünerek uyanıyorum.” Yöneticilerinin, anlaşmaları tamamlama konusunda yeterince agresif olmadığını ve “bir sonraki aşamaya” geçmek istiyorsa daha fazla “öldürücü içgüdüye” ihtiyacı olduğunu özellikle söylediğini söylüyor. Firmasındaki az sayıda siyahi insandan biri olarak, iş arkadaşlarının “toplumsal huzursuzluk hareketinin yalnızca piyasayı etkilediği ölçüde önemliymiş gibi davranması” nedeniyle son iki yılın “zorlayıcı” geçtiğini söylüyor. 30 yaşındaki Afro-Amerikalı kız arkadaşı Jackie’nin çok başarılı bir yönetim danışmanı olduğunu ve “yönetim engellerini aşmakta hiçbir zorluk yaşamadığını” söylüyor. “Kendimi aşmam ve olmam gereken başarılı adam olmam gerektiğini söylüyor,” diye içini çekiyor. “İşte buradayım.”

    Sunumu dinledikten sonra terapist şöyle düşünür:

    Mike işte işlerin gerçekten iyi gitmesine alışmış gibi görünüyor ve ilk kez olumsuz geri bildirim alıyor. Bunun kafasını karıştırdığını söylediğini fark ettim. Hayatının diğer yönlerinde neler olup bittiğini merak ediyorum.

    Terapist daha sonra Mike’a işleyişinin diğer yönleri hakkında sorular sormaya devam eder. Terapist Mike’ın sorunlarını ve örüntülerini şu şekilde TANIMLIYOR:

    TANIMLAMA (DESCRIBE)

    Sorun

    Yaşam boyu akademik ve profesyonel başarının ardından Mike, yakın zamanda ve ilk kez işyerinde olumsuz eleştiriler aldı. Gözden geçirildiğinde yeterince agresif bir yaklaşım sergilemediğini gösteriyor. Bu onun iş konusunda “üzgün” hissetmesine ve işin zevkli olmadığını hissetmesine yol açtı.

    Örüntüler

    Terapist daha sonra Mike’ın örüntülerini kendilik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler ve çalışma ve oyun açısından tanımlar.

    Kendilik

    Kendini algılama (self-perception) açısından Mike kendisinin akıllı ve çalışkan olduğuna ve bu noktaya kadar profesyonel olarak iyi iş çıkardığına inanıyor gibi görünüyor. Kendini sevgi dolu bir oğul, erkek kardeş ve ortak olarak tanımlıyor. Mevcut durum göz önüne alındığında, özgüven darbelerine kendini suçlama ve kendinden şüphe duymayla tepki veriyor gibi görünüyor. Bir Afrikalı-Amerikalı olarak kimliği kararsız görünüyor; Mike kendisinin ve ailesinin yaptıklarından açıkça gurur duyuyor, ancak genel olarak Afrikalı-Amerikalı topluluğuyla özel bir bağlantısı yok.

    İlişkiler

    Mike’ın kız arkadaşıyla oldukça güvenli bir ilişkisi var gibi görünüyor, ancak evlilik konusunda neden emin olmadığı konusunda net değil. Ebeveynleriyle yakın ve güvene dayalı bir ilişkisi var gibi görünüyor, ancak üniversite yıllarından bahsederken, suçluluk ve utanç nedeniyle bazı zorluklarını – özellikle de ırksal gerilimlerle ilgili olanları – paylaşmadığını söylüyor. (“Benim için çok şey feda ettiler; sorunları duymalarına gerek yoktu.”) Karşılıklılık açısından, kendisi küçük kız kardeşi ve kendisinden küçük kuzenleri için hazır ve istekli bir akıl hocası ve kız arkadaşına ve onun kariyerine ilgi duyduğunu ifade ediyor. Genellikle kendisinden daha genç olan ve ona “ağabey” gözüyle bakan arkadaşları var. Jackie ile cinsel ilişkisinden keyif alıyor ve “Ne istediğini biliyor” diyor ve flört ve cinsel aktivite açısından “oyuna geç kaldığını” hissettiği için Jackie’nin kendisine olan ilgisini ifade etmesinden memnun.

    Uyum Sağlama

    Mike dayanıklılığıyla gurur duyuyor ve ebeveynlerinin onu stresle başa çıkma konusunda “iyi eğittiğini” söylüyor. Sloganının “Çok çalışın ve sakinliğinizi koruyun” olduğunu söylüyor. Yaşamındaki bazı stresli anlara rağmen, uzun süreli depresyon ya da kaygı yaşamamış ve bu nedenle kendisine faydası olan yüksek fayda sağlayan başa çıkma stratejileri kullanmış gibi görünüyor. Strese aşırı duygusallık göstermeden tepki verme eğilimindedir; Mike sorunlar üzerinde düşünmeyi ve engelleri “öğrenme deneyimleri (learning experiences)” olarak ele almayı sevmektedir.

    Biliş

    Okulda her zaman başarılı olan, burs kazanan ve onur derecesiyle mezun olan Mike, akademik açıdan yeteneklidir ve öğrenmekten keyif alır. Ekipleri yönetmede ve işyerindeki sorunları yaratıcı bir şekilde çözmede usta olduğunu anlatıyor. Mike başkalarının duygularıyla ilgileniyor ve başkalarının nasıl düşündüğünü hayal edebiliyor ve dolayısıyla zihinselleştirme yapabiliyor gibi görünüyor. Duygularını yönetme yeteneğinden (ki bu onu bazı bilinçdışı duygulara erişmekten alıkoyabilir) ve “yolda kalmaktan” (yani dürtüsel olmamaktan veya riskli davranışlarda bulunmamaktan) gurur duymaktadır.

    Değerler

    Mike, kendi ailesinin yanı sıra gelecekte sahip olmayı umduğu aileyi de içeren aileye değer veriyor. Mali açıdan rahat olmak onun için önemli: “Başkalarına bağımlı olmak zorunda kalmamak ve çevremdeki herkese bakabilmek için bankada yeterince param olsun istiyorum.” Mike aynı zamanda mesleğindeki kişiler tarafından da saygı görmek istiyor. Tüm bunlar, mentorluk rollerini üstlenme eğilimine ve “nokta atışı” olmaktan duyduğu gurura ek olarak, onun toplum yanlısı davranışlara olan eğilimini ve güçlü, hatta belki de sert bir içsel doğru ve yanlış anlayışını ortaya koyuyor.

    İş ve Oyun

    Mike işinden keyif alıyor ve son birkaç aydır işin zorluklarından da keyif alıyordu. Ailesiyle vakit geçirmekten hoşlanıyor ancak ücretli izinleri olduğunda çoğu zaman dinlenmekte zorluk çekiyor.

    Mike ile yapılan birkaç değerlendirme seansından sonra terapist, Mike’ın TANIMLADIĞI şeye odaklanmaya başlar ve şöyle der:

    “Senin pek çok güçlü yönün var. Akıllısın, azimlisin, dayanıklısın, ailenle ve Jackie’yle bağlantı halindesin ve söylediğine göre son altı aya kadar işte gerçekten iyi gidiyordun. Yöneticilerinizin neyi kastettiğini anladığımdan emin değilim ama bunun adil bir eleştiri olduğunu düşündüğünü varsayarsak, saldırganlık sizin için yeni bir sorun mu yoksa daha önce uğraştığınız bir şey mi? İşyerinde yolumuza nelerin çıkabileceğine dair erken bir fikir sahibi olabilmemiz için yaşam öykün hakkında daha fazla bilgi edinmek isterim.”

    Terapist daha sonra Mike’ın yaşam öyküsünü (life story) dinler:

    GÖZDEN GEÇİRME (REVIEW)

    Genetik ve doğum öncesi gelişim

    Mike iki çocuğun en büyüğüdür. Ailesinin her iki tarafından da büyükanne ve büyükbabasının Büyük Göç sırasında kuzeye taşındığını ve ebeveynlerinin Ortabatı’daki bir sanayi şehrinde birbirine yakın büyüdüğünü söylüyor. “Bunun hakkında konuşmadık ama büyükannem ve büyükbabamın Siyah insanlara korkunç şeyler yapıldığını gördüğünü biliyordum” diye anlatıyor. “Annem-babam ve anneannem bana, biz Siyahların, Beyazlardan daha çok çalışmamız ve daha çok dua etmemiz gerektiğini öğretti.” Ailesi ayrı okullara gitti ve liseden mezun oldu. Üniversite için paraları olmadığı için evlendiler ve başarılı oldukları sağlam işler buldular. “Annem ve babam inanılmaz derecede güçlü insanlar. Babamın lisede birkaç çılgın arkadaşı vardı ama annemle tanıştıktan sonra sanki hayatları buna bağlıymış gibi o sıra evle ilgilendiler. Ve öyle oldu.” Ailenin her iki tarafında depresyonun yanı sıra uyuşturucu ve alkol kullanımını da inkar ediyor.

    İlk yıllar (doğum – 3 yaş)

    Mike, anne ve babasının her ikisinin de yirmili yaşlarında olduğu dönemde doğmuştu. Akranları tarafından çok sevilen babasının, yerel bir sendika lideri olarak yükseldiği çelik fabrikalarında güvenli bir işi vardı. Annesi evin bakımını titizlikle üstleniyordu ve kilise topluluğunun aktif bir üyesiydi. Yaşamının ilk dönemlerine ilişkin hikayelerin onun “asla ağlamayan” “kolay bir bebek” olduğunu gösterdiğini söylüyor. “Annem beni şahin gibi izledi” diyor. “Hiçbir zaman hiçbir yerde yalnız olmadım. Annemle babam dünyanın tehlikeli olduğunu biliyordu ve bunu küçük yaşlardan beri bilmemi sağladı.”

    Orta çocukluk (3-6 yaş)

    “Annemin gözbebeği olduğumu söylemek bunu hafife almak olur” diyor. “Ayı astığımı sandılar. Her fotoğrafta gülümsediğimi ve kiliseye giderken iyi giyindiğimi gösteriyorum.” Mike, babasının onu sendikanın softbol maçlarına götüreceğini söylüyor. “Ben takımın maskotuydum” diye anımsıyor. “Ama oyunu hiç sevmedim. Çoğunlukla sığınakta resimli kitaplar okurdum.” O iki yaşındayken küçük kız kardeşi doğdu. “İkimize de ‘Evet hanımefendi’ ve ‘Hayır hanımefendi’ demeyi öğretildi; bugün bile bunu hâlâ yapıyorum ve bu insanları gerçekten rahatsız ediyor. Hafta içi tatlı yok, okuldan hemen sonra ödevler yapılıyor, hasta olan kilise üyelerine yemek götürmek için annemle birlikte dolaşılıyor.” “Sevgi dolu bir aile olmasalar da” anne babasının birbirini sevdiğini bildiğini söylüyor.

    Geç çocukluk (6-12 yaş)

    Mike ve kız kardeşi, ağırlıklı olarak Afro-Amerikan ve Latin kökenlilerin yaşadığı mahalledeki devlet okuluna gidiyordu. Anaokulunda okumayı öğrenerek ve standart testlerde son derece iyi puanlar alarak hemen başarıya ulaştı. “Kız kardeşimin durumu daha az iyiydi, bu da aileme acı veriyordu” dedi. “Babam oldukça açıktı; okul çıkış ve yukarı çıkış yoluydu. Benimle inanılmaz derecede gurur duyuyordu. Bana kızdığı tek an benim ‘gaklama’ dediği şey olduğumu düşündüğü zamandı. ‘Kendi şeridinde kal’ derdi, ‘Çok çalışın ama kimseden daha iyi olmadığınızı unutmayın. Dikkatleri üzerinize çekmenize gerek yok.’” Mike’ın arkadaşları vardı ve bunların çoğu kilise üyelerinin çocuklarıydı. “Annem ve babam arkadaşlarımı inanılmaz derecede dikkatli bir şekilde taradılar. ‘Kötü etkilerin’ herhangi bir şekilde sızma etkisi yaratması ile ilgilenmiyorlardı.”

    Ergenlik (13-18 yaş)

    Mike, babasının sendikası sayesinde kendisini lise için seçkin bir hazırlık okuluna gönderen bir programa girebildi. Orada ilk kez ırk nedeniyle ötekileştirildi. “Fırsat için son derece minnettarım ve oradaki eğitimin kalitesi, alacağımdan çok daha iyiydi. Ama sosyal açıdan zordu.” Bazen okuldan sonra sınıfındaki beyaz çocuklar tarafından “sertleştirildi”, “dik durdu ve bunu kabul etti” ve asla karşılık vermedi. Anne babasına bu zorbalıktan hiç bahsetmemişti; onu okula göndermek için o kadar çok fedakarlık yapmışlardı ki, bundan korunmayı hak ettiklerini düşünüyordu. Okuldaki bir avuç “azınlık çocuğundan” biriydi, flört etmeyi bile denemedi ve okulun sosyal etkinliklerinin çoğundan kaçındı. “Annemle babam da benim mahallede flört etmemi istemedi” dedi, “bu yüzden şansım yaver gitti. Çalışmak için daha fazla zaman var sanırım.” Akademik olarak yükseldi ve özellikle beşeri bilimler alanında öğretmenlerinden övgüler aldı. Aynı zamanda kız kardeşinin yerel devlet lisesinde sorunları vardı ve hatta bazı “şüpheli” arkadaşları bile vardı. “Ona ödevlerinde yardım etmek için saatler harcadım” diye anımsıyor. Rehberlik danışmanlarının yardımıyla, farklı ırklardan öğrencilere eğitim verdiği bilinen küçük bir liberal sanatlar kolejine kabul edildi ve daha fazla sendika bursunun yardımıyla ilk kez evden ayrıldı.

    Genç yetişkinlik (18-23 yaş)

    Onun küçük liberal sanatlar okulu “gerçek dünya için değil, benim için mükemmeldi.” İlk kez flört etti ve kadınların “güven verici bir şekilde kendilerinden emin olduklarını, en azından ne yapacaklarını bildiklerini” gördü. Hafta sonları sık sık evdeydi ve yaz aylarında finans alanında staj yapmak üzere işe alınmaya başladı. “Ofislerin enerjisini sevdim. Buraların gerçekten başarılı olabileceğim yerler olduğunu düşündüm. Ayrıca aldığımız daireleri ve dışarıda yenen öğle yemeklerini de çok sevdim. Farklı bir hayat gördüm ve bunu istedim. Doğru kıyafeti giydiğim ve firmaya para kazandırdığım sürece Siyah ya da Beyaz olmamın bir önemi olmayacağını hissettim. Bu çok heyecan vericiydi.” Evde olmadığı sürece kiliseye gitmeyi bıraktığını ancak ailesine söylemediğini söylüyor.

    Geç yetişkinlik (23 yaş – günümüz)

    Onur derecesiyle mezun olduktan sonra Mike, firmasında analist olarak işe başlama teklifini kabul etti. Grubunda başarılı oldu, 24 saat çalıştı ve üstleri tarafından değer gördü. Çok az zamanı olmasına rağmen flört etti ve 28 yaşında Jackie ile bir arkadaşının düğününde tanıştı. “Ailesi gibi Siyah insanlarla hiç tanışmadım” diye belirtiyor. “Lisede tanıştığım zengin beyazlara benziyorlardı. Büyükbabası üniversiteye gitti ve çok para kazandı; anne ve babasının her ikisi de yüksek lisans derecesine sahip. Siyahi insanların sahip olabileceğini bilmediğim bir özgüvene sahip.” Üç yıllık flörtün ardından birlikte yaşamaya başladılar; ancak annesine söylememişti ve sürekli evlenme teklif etmeyi düşünüyordu. “Bunu neden henüz yapmadığımı bilmiyorum. İstiyorum ama bir şey beni engelliyor. Kafam karıştı.” En iyi arkadaşı üniversitedeki beyaz oda arkadaşıdır ve siyah odaklı profesyonel ağlara katılma tekliflerini rutin olarak geri çevirir.

    Şimdi terapist GÖZDEN GEÇİRDİĞİ şeye odaklanmaya çalışıyor ve Mike’a şunu söylüyor:

    “Ailen ve topluluğun, açıkça tehlikeli olan bir dünyada kendini güvende hissetmeni sağladığı açık. Genel olarak size öğrettikleri strateji işe yaradı; gerçekten iyi iş çıkardın. Ama hayatında lisede zorbalığa uğradığında ve belki şimdi de böyle olmayan birkaç şey oldu.”

    “Bak” diyor Mike. “Dünyada en çok güvendiğim kişi bana ‘sakinliğimi korumayı’ öğretti. Ama hayatımda yeniden yaşamak istediğim birkaç an varsa o da o öğleden sonralardır. Bazen bunun hayalini kuruyorum; Mike Tyson’a benzer mükemmel bir vuruş yapıp adamı yere seriyorum. Ama asla babamın karşısına çıkamazdım. Gidilecek yolun bu olmadığını biliyordum.

    ”Bu, terapistin Mike’ın sorunlarını ve kalıplarını hayat hikayesine nasıl bağlayabileceğini düşünmesine yardımcı olur. İşte bunları nasıl bir araya getirmeye başlıyor:

    TANIMLAMA’ya göre Mike’ın en büyük zorluğu öfke ve saldırganlık konusunda yaşadığı zorluk gibi görünüyor ve bu muhtemelen işindeki mevcut zorluklarla ilgili. GÖZDEN GEÇİRME’den, Beyaz dünyada geçinebilmek için saldırganlıktan kaçınmak üzere yetiştirildiği açıktır. Yani bir çatışması var; saygı ve mali ödüller elde etmek için işyerinde daha agresif olmak istiyor, ancak saldırganlıktan kaçınıyor çünkü (bilinçli/conscious ve bilinçsiz/unconscious olarak) Siyah bir adam olarak saldırgan olmanın tehlikeli olduğunu düşünüyor. Bu boyutları birbirine bağlamak için, Mike’ı en iyi şekilde anlamama yardımcı olacak, gelişime ilişkin düzenleyici fikir olarak bir çatışma modelini kullanabilirim. Ancak bu çatışma ebeveynleri ile olan ilişkisiyle (mikrosistemiyle) ilgili olsa da, bunun makrosisteminde derin kökleri olduğu açık. Büyük Göç’ün çocukları tarafından büyütülen ve ebeveynleri Beyazların Siyahlara karşı işlediği zulümlere tanık olan bir Siyah adam olarak Mike’ın saldırgan olmanın tehlikeli olduğu duygusu, ailesinin nesiller boyunca karşılaştığı yapısal ırkçılıkla silinmez bir şekilde bağlantılıdır. Bu aynı zamanda bu kadar iyi yetiştirilmiş ve her iki ebeveyniyle de bu kadar yakın bir ilişkisi olan bir adamın nasıl olup da iddia konusunda bu kadar derin bir çekingenliğe sahip olabileceğini anlamama da yardımcı oluyor. Saldırganlık ve kimlik hakkındaki duygularını anlamama yardımcı olması için Ekolojik Sistemler modelini ve travmanın nesiller arası aktarımına ilişkin fikirleri kullanacağım ve Çatışma/Savunma modelini ikincil bir teori olarak kullanacağım.

    Şöyle yazıyor:

    BAĞLANTI KURMA (LINK)

    Mike’ın en büyük zorluk yaşadığı alan uyum sağlamak. Saldırganlıktan kaçınmaya çalışırken, muhtemelen iddialı olma yeteneğini engellemiş, bu da ona iş, kimlik ve hatta belki de ilişkisi konusunda zorluk çıkaran çatışmalara yol açmıştır. Bu büyük olasılıkla bilinçdışı/bilinçsiz (unconscious) bir çatışmayla ilgilidir; iddialı olmak ister ancak saldırganlıktan korkar ve bunun tehlikeli olduğuna inanır. Beyaz bir toplumda Siyah bir kişi olarak saldırgan olmakla ilgili olan bu inanç, yalnızca ebeveynleri tarafından benimsenmez. Ama tüm topluluğu tarafından ve muhtemelen yapısal ırkçılıkla ve (ailesinde ve toplumunda) travmanın nesiller arası aktarımıyla bağlantılıdır. Ayrıca Mike’ın idealleştirdiği ve fazlasıyla aştığı babasıyla olan özel ilişkisi de bu duruma katkıda bulunmuş olabilir.

    Beyaz şiddetin ve sistemik baskının travmasını yaşayan bir ailede ve toplulukta doğan Mike, ebeveynlerinin genel olarak topluma karşı korku ve ihtiyatlılığını miras aldı ve içselleştirdi. Girdiği son derece güvenli ortam onu beslerken aynı zamanda onu dış tehlikelerden koruyan bir kale gibiydi. Onun rahat mizacı, ailenin “kendi şeridinde kal” emrini doğal bir uyum haline getirmesine yardımcı oldu. Yakın çevresindekilere ve topluluk çevresindekilere kesin olarak güvenmeyi ve ötesindekilere karşı dikkatli olmayı öğrendi.

    Orta çocukluk, idealize ettiği babasıyla ilişkisinin güçlenmesini sağlarken, babasının üstün yetenekli oğluyla hem gurur hem de kaygı göstermesi nedeniyle saldırganlık konusundaki çatışmanın tohumlarını ekiyordu. Mike’ın babasının saldırganlıktan ve “böğürmekten” kaçınmaya yönelik açık tavsiyesi muhtemelen hem Beyaz bir dünyada saldırgan Siyah adamların başına ne geleceğine dair korkularıyla, hem de bir oğlunun onu geçmesine ilişkin kendi bilinçdışı çatışmalarıyla ilgilidir. Mike ikisini de içselleştirdi ve birbirlerini güçlendirdiler. Mike, annesi tarafından çok sevilmiş gibi görünüyor, ancak aynı zamanda ebeveynlerinin birbirlerine olan görünürdeki sevgisinin de iyi sınırları vardı. Mike, kız kardeşine yönelik her türlü rakip duyguyu bakıcılık ve akıl hocalığı yoluyla halletmiş (yani yüceltmiş) gibi görünüyor – bu muhtemelen hayatı boyunca birçok ilişkide kendini böyle göstermiştir.

    Çocukluğunun ilerleyen dönemlerinde Mike için bir büyüme dönemi oldu; yeteneklerinin öğretmenler tarafından hızla takdir edildiğini fark etti ve her türlü öğrenmeden keyif aldı. Doğası gereği kitap tutkunu olduğundan, babasının en sevdiği eğlence olmasına rağmen spordan kaçındı. Bu onun saldırganlıkla bağlantı kurma yeteneğini de karmaşıklaştırmış olabilir. Anne babasının korumacılığı göz önüne alındığında, bu süre zarfında akran ilişkileri bulmakta zorluk çekmiş olabilir, bu da ergenlik döneminde yaşadığı sosyal zorlukların habercisi olabilir.

    Korunaklı ama oldukça huzurlu erken yaşamının aksine, ergenlik Mike için zor bir dönemdi çünkü ilk kez açık ırkçılıkla ve ırksal şiddete maruz kalmıştı. Mesaj karmaşıktı; Beyaz dünya aynı zamanda fırsatlarla dolu bir mayın tarlasıydı. İşin püf noktası nereye adım atacağını bilmekti. Ne pahasına olursa olsun saldırganlıktan kaçınmak üzere eğitilen Mike kavga etmedi. Bu onu dışarıdan güvende tuttu ve babasını idealleştirmeye devam edebilmesini sağladı, ancak iddia geliştirme yeteneğini engelledi. Beyazların çoğunlukta olduğu bir ortamda yaşamak, hem akranları hem de romantik ilişkiler açısından sosyal olarak gelişmesini de engelledi. Hem beyaz ağırlıklı bir çevrede bulunması hem de bu ortamdaki içsel duruşunun onu genel olarak Siyah toplumla ilgili güçlü bir kimlik oluşturmaktan alıkoymuş olması muhtemeldir. Beyazların çoğunlukta olduğu küçük bir üniversiteyi seçmesi onun akademik olarak gelişmesine yardımcı oldu, ancak yine de açık ırksal saldırganlık karşısında kendini güçlü hissetmesine yardımcı olmadı.

    Mike’ın son derece kendine güvenen kadınlara olan ilgisi, aslında saldırgan olmasına gerek kalmadan kendisini güce bağlama çabası olabileceği gibi, bilinçdışı/bilinçsiz (unconscious) bir şekilde birliktelik yoluyla güçlenmeye yönelik bir girişim de olabilir. Bu hem iş rolünde hem de cinsel açıdan kendini gösterdi.

    Toplum içinde güçlü ama Beyaz dünyada zayıf görülen babası ile tüm dünyada güçlü görülen Jackie’nin ailesi arasındaki bölünme (the split/bölme), saldırganlıkla ilgili kendi iç çatışmasının -Siyah bir adam olarak kimliğiyle ilgili kafa karışıklığından- dışsallaştırılmasıdır ve odak noktası olarak hizmet edebilir.

    Mike’ın Beyaz dünyada saldırgan olmadan güçlü olma arzusu onu finansa yönlendirdi; burada sıkı çalışmanın, adanmışlığın ve sadakatin başarıya yol açacağını hayal etti. Ancak belli bir noktada, belki de kısmen işyerindeki ırkçılık ve ayrıca kendi kişisel tutumu nedeniyle daha fazla ilerlemekte zorluk yaşadı.

    Kız arkadaşının istediği kadar güçlü olamayacağını hissetmesi ve belki de Beyaz bir dünyada Siyah çocuklara güçlü bir baba olma konusundaki korkuları nedeniyle evlilikle ilgili çatışması bununla da ilgili olabilir.

    Terapist, psikodinamik psikoterapiyi önerirken Mike ile ön formülasyonunu şu şekilde paylaşıyor:

    “Bana hayatının çok canlı bir resmini verdiniz. Terapi planı yapmamıza yardımcı olabilecek bazı ön fikirlerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Bana iddialı olma konusunda birbiriyle yarışan iki fikriniz varmış gibi geliyor. Ailenizin geçmişinden ve kendi deneyimlerinizden toplumumuzun Siyah insanlar için tehlikeli bir yer olduğunu öğrendiniz. Ailenizden ve topluluğunuzdan gelen mesaj, bu tehlikeyle başa çıkmanın yolunun sizin de söylediğiniz gibi ‘göze batmamak’ olduğu yönündeydi. Ama şimdi size iddialı olmanın önemli olduğu söyleniyor. Hatta gerekli. Dahası, daha iddialı olmak istediğinize ve hatta hayatınızda bazı zamanlar daha iddialı olamadığınıza pişman olduğunuza dair bir his var. Bunların bir kısmının farkındasınız, bir kısmının ise hâlâ farkında değilsiniz. Psikoterapide konuşmanın size son derece yararlı olacağını düşünüyorum; düşüncelerinizin, duygularınızın ve bunların nasıl geliştiğinin daha fazla farkına varmanızı sağlayacaktır. İşinizde, ilişkilerinizde ve kendiniz hakkında nasıl hissettiğiniz konusunda size yardımcı olacağını düşünüyorum. Bu fikirler hakkında herhangi bir fikriniz var mı?”

    “Ne söylediğinizi anlıyorum ve kulağa çoğunlukla doğru geliyor” diyor Mike. “Eskiden olmadığı kadar kafa karıştırıcı. Agresif olma isteğini tam olarak aklımdan çıkaramıyorum ama bunun hakkında konuşmam gerektiğini hissediyorum. Hadi bir deneyelim.”

    Terapist, tedavi ilerledikçe formülasyonunun nasıl değişeceğini merak etti…

    Şimdi, 45 yaşındaki beyaz bir adam olan ikinci bir terapistin Willa ile tanışmasını takip edelim:

    Sunum

    Willa, kendini heteroseksüel olarak tanımlayan ve kendisini grafik tasarımcı olarak geçindiren (support) 28 yaşında beyaz bir kadındır. Altı aylık erkek arkadaşı David’le yaşadığı “büyük kavga”nın ardından depresyona girdiğini söyleyerek kliniğe başvuruyor. Willa, kendisinin ve David’in son birkaç haftadır zorluk yaşadıklarını, bunun da başka bir şehirdeki iş görüşmesine gittiğinin duyurulmasıyla hızlandığını söylüyor. Willa, David’in kendisini terk etmesinden “korktuğunu” ve onu hala sevdiğinden “emin olmak” için ona her saat mesaj atmaya ve aramaya başladığını söylüyor. Üç gün önce David’in dairesinde tartışırken Willa, birlikte kalacaklarına dair David’in “garantisini” alana kadar “ayrılmayı reddettiğini” söyledi. David polisi aramakla tehdit ettikten sonra nihayet ayrıldı. O zamandan beri kendini “çılgınca” hissediyordu, işe gitmedi, yataktan zar zor kalktı ve iştahı çok azdı. Bir iş arkadaşının kendisine mesaj atması ve durum hakkında birisiyle konuşmasını önermesi üzerine kliniği aradı.

    Willa’nın onu kliniğe getiren şeyin ne olduğuna dair ilk açıklamasını dinledikten sonra terapist şunu düşünüyor:

    Beni asıl şaşırtan şey Willa’nın erkek arkadaşının onu terk etmesinden ne kadar korktuğuydu. Korkusu onu bu kadar dramatik tepki vermeye yöneltmiş gibi görünüyor. Hayatının diğer yönlerinde nasıl işlevsellik gösterdiğini merak ediyorum.

    Terapist daha sonra Willa’ya işlevselliğinin diğer yönlerini sorar. Terapist Willa’nın sorunlarını ve örüntülerini şu şekilde TANIMLIYOR:

    TANIMLAMA

    Sorun

    Willa birkaç gündür aşırı uyuyor, iştahı azalıyor ve erkek arkadaşıyla çalkantılı bir kavgadan sonra yataktan kalkamıyor. Bu belirtiler bu kısımdan (episode) önce mevcut değildi. Çift, Willa’nın erkek arkadaşının onu terk edebileceği korkusu nedeniyle birkaç haftadır onunla tartışıyor.

    Örüntüler

    Terapist daha sonra Willa’nın kalıplarını benlik, ilişkiler, uyum sağlama, biliş, değerler ve iş ve oyun açısından tanımlar.

    Kendilik

    Willa’nın bu alanda güçlü yönleri ve zorlukları var. Kendisinin iyi bir tasarımcı olduğuna inanıyor ve işi hakkında ne büyüklenmeci ne de kendini küçümseyen, yaratıcı yetenekleri hakkında makul kendilik algısına (self-perception) sahip görünüyor. İş yerinde, başkalarının işini eleştirmesi gibi özgüven tehditleriyle (self-esteem threats) aşırı duygusallaşmadan genellikle başa çıkabiliyor. Ancak romantik ilişkilerinde reddedilmeyle ilgili özsaygı tehditlerine sıklıkla büyük kaygı ve korkuyla karşılık verir. Bir tasarımcı olarak kimliği (identity) güçlü ama başka güçlü kimlikleri yok. Yakında evlenmesi gerektiğine ve bekar bir kadın olmanın “yeterli olmadığına” dair “acil hissettiren” (urgent) bir duyguya sahip.

    İlişkiler

    Willa’nın kişisel ilişkilerine genellikle güven eksikliği (lack of trust), hızlı ama yüzeysel bir yakınlaşma (intimacy) ve ardından gelen yabancılaşma, zayıf bir kendilik ve öteki duygusu (poor sense of self and other), empati eksikliği (lack of empathy) ve güvenlik eksikliği (lack of security) damgasını vuruyor. Bu özellikle romantik ilişkilerinde geçerlidir. Örneğin, David tarafından rahatlatılma ihtiyacının yarattığı baskı, onun duygularını ve onun durumu algılama biçimini dikkate almasını engelledi.

    Uyum Sağlama

    Willa farklı durumlarda farklı savunmalar (defenses) kullanıyor. İş yerinde mizah ve aşırı duygusallık gibi savunmaları kullanıyor. Ancak kişisel ilişkilerinde bölme, yansıtma, idealleştirme ve eyleme dökme gibi maliyeti daha yüksek olan savunmaları (defenses that a higher cost) kullanma eğilimindedir. Uyum sağlama tarzı duyguları vurgulama (emphasize emotions) ve esnek olmama (inflexible) eğilimindedir.

    Biliş

    Willa prestijli bir tasarım okulundan yüksek notlarla mezun oldu. Bir grafik tasarımcı olarak yeteneğinden ötürü övüldü ve aynı zamanda lisedeki standart sınavlarda da iyi puanlar aldı. Bu nedenle yetenekli görünüyor ve muhtemelen zekidir (intelligent). İş yerinde bir ekiple işbirliği yapıyor, sorunları çözebiliyor (solve problems) ve yaratıcı (creative) olabiliyor. Ancak romantik ilişkilerinde zihinselleştirmede (mentalizing) büyük zorluk yaşıyor ve özellikle kendi üzerine düşünmüyor (kendi üzerine düşünmüyor). Ayrıca, kişisel ilişkileri bağlamında, duygularını yönetmekte (managing her emotions) güçlük çekiyor; bu, David’e karşı kaygısıyla “ortaya çıkamadığı” zamanlardaki davranışlarından da açıkça görülüyor. Bu durum onun erkek arkadaşına karşı dürtüsel davranmasına (örn. sürekli arama ve mesaj gönderme) yol açsa da, dürtülerini maddelerle veya iş yerinde kontrol etmekte zorluk çekmiyor. Duyusal düzenlemede (sensory regulation) zorluk bildirmiyor.

    Değerler

    Söylediğine göre Willa, vergi ödemek ve sıraya girmek gibi şeyler yapıyor gibi görünüyor, bu da onun bağlı olduğu doğru ve yanlış için bir sisteme (system for right and wrong) sahip olduğunu gösteriyor. Bu aynı zamanda değerlendirme oturumları için hemen ödeme yapılmasında da geçerliydi. Daha sonraki bir seansta, davranışlarını kontrol etmesi zor olsa da, erkek arkadaşına eziyet ettiği için kendini suçlu hissettiğini bile dile getirdi. Bir seansta “Daha iyisini hak ediyor” diyor. Tasarımı ve estetiği (design and esthetics) sevdiğini, güzel bir yerde yaşamanın kendisi için önemli olduğunu belirtti.

    İş ve Oyun

    Willa kendisini grafik tasarımcı olarak geçindiriyor (support). Çok çalışıyor ve hafta sonları ve tatillerde dinlenmekte zorlanıyor. Çok az arkadaşı var ve boş zamanlarını (leisure time) şu anda birlikte olduğu adamla birlikte geçirme eğiliminde.

    Willa ile yapılan birkaç değerlendirme seansından sonra terapist, TANIMLADIĞI şeye odaklanmaya başlar:

    “Zeki, yetenekli ve yaratıcı bir insansınız ama birinin sizinle gerçekten birlikte olmak isteyebileceğine inanmakta güçlük çekiyormuşsunuz gibi görünüyor. Bu sizi inanılmaz derecede kaygılı hale getiriyor ve sizi buraya getiren de bu kaygıdır. Bunun nedenini merak ediyorum. Erkek arkadaşınızın sizi terk etmesi fikrinden neden bu kadar korktuğunu anlamamıza yardımcı olup olmayacağını görmek için yaşam öykünüz hakkında daha fazla şey duymak isterim.

    Terapist daha sonra Willa’nın yaşam öyküsünü (life story) dinler.

    GÖZDEN GEÇİRME

    Genetik ve doğum öncesi gelişim

    Willa, evli bir anne babanın üç çocuğundan en küçüğüdür. Doğum öncesi herhangi bir maruziyet veya doğum yaralanması olduğunu reddediyor ve yedi kiloyla doğmuş bir bebekmiş. Willa, annesinin muhtemelen tüm hayatı boyunca tedavi edilmemiş anksiyete yaşadığını söylüyor; kendisinin her şeyin bir “felaket” olduğunu düşünen “gergin bir enkaz” olduğunu söylüyor. Annesinin hamileliği sırasında fiziksel olarak hasta olduğuna ya da bu süre zarfında madde kullandığına inanmıyor. Annesinin ailesinin diğer üyelerinin de kaygı yaşayabileceğini düşünüyor. Ne babasını ne de babasının ailesini bu geçmişi anlatacak kadar iyi tanımıyor. Ayrıca annesinin her zaman onun zor bir bebek olduğunu, çok ağladığını, yalnız kalmak istemediğini ve “yapışkan” (clingy) olduğunu söylediğini söylüyor.

    İlk yıllar (doğum – 3 yaş)

    Willa bu döneme ait çok az anısı olduğunu söylese de ağabeyleri ona ebeveynlerinin “sürekli kavga ettiğini” söyledi. Babasının kapıları çarpmasına ve annesinin kanepede ağlamasına dair belirsiz anıları var. Willa, bu yıllara ait anıların genellikle kendisini dışarıda tutan ağabeylerine ait olduğunu ve zamanının çoğunu yalnız geçirdiğini hissettiğini söylüyor. Willa’nın bir iş adamı olan babası, Willa üç yaşındayken annesini terk etti ve kısa süren ilk evliliğinin büyük bölümünde ilişki yaşadığı bir kadınla hızla yeni bir aile kurdu. Ülkenin öbür ucuna taşındı ve ara sıra çek göndermeye devam etmesine rağmen Willa ve ağabeyleriyle çok az doğrudan teması oldu. İlk anısı, annesinin bir sokak köşesinde ona bağırmasıydı; bunun nedeninin annesinin elini bir anlığına bırakması olduğunu ve bunun da annesinin Willa’ya bir arabanın çarpabileceğinden korkmasına yol açtığını düşünüyordu.

    Orta çocukluk (3-6 yaş)

    Willa, babası gittikten sonra annesiyle daha da yakınlaştığını söylüyor. Gece kısrakları geliştirdi ve ancak annesi yanındaysa uyuyabiliyordu. Willa şunları söylüyor: “Kardeşlerim bebek olduğumu söyleyerek acımasızca benimle dalga geçtiler. Yalnız uyuyabilmek istedim ama yapamadım.” Altı yaş civarında, annesi bir iş arkadaşıyla çıkmaya başladı ve erkek arkadaşı orada uyumaya başladığında aniden Willa’nın kendi yatağında uyuması konusunda ısrar etti. Her yıl okulun başında annesinden ayrılmakta zorluk çekiyordu -anaokulunda annesi haftalarca “kahve odasında” oturmak zorunda kalıyordu- diğer çocuklar okula bırakıldıktan çok sonra bile. Her ne kadar bundan utansa da, annesi olmadan okulda olacağı düşüncesiyle “paniğe” kapıldığını hatırlıyor.

    Geç çocukluk (6-12 yaş)

    Willa, çocukluğunun ilerleyen dönemlerinde yalnız olduğunu söylüyor. Bir ya da iki kadın arkadaşı vardı ve şöyle diyor: “Okuldan eve birlikte yürüdük ama başka pek bir şey yapmadık.” Ev hayatı stresliydi; annesi, çok içki içen erkek arkadaşıyla ara sıra bir ilişki içindeydi. Willa şöyle diyor: “İyi olduğunu hatırladığım tek şey çizmeye başlamamdı. Okuldan sonra yapılacak bir şeydi ve bunda iyiydim.” Evdeyken annesi endişeliydi, onu aşırı kalın giysiler giymeye zorluyordu ve ödevleri konusunda endişeleniyordu, ancak sık sık onu okuldan almayı unutuyordu ve zaman zaman çocuklarına haber vermeden geceyi erkek arkadaşıyla birlikte geçiriyordu. Willa şöyle diyor: “Önce erkek arkadaşlar geldi. Annem ona yardım edecek bir erkek olmadan gerçekten çalışamazdı.

    Ergenlik (13-18 yaş)

    Willa okulda sıra dışı çizim ve matematik becerileriyle fark edilmeye başlandı. Bir öğretmeni onu birkaç yıldır katıldığı yerel bir yaz sanat programına burs başvurusunda bulunmaya teşvik etti ve sonunda ulusal çapta tanınan bir ödül kazandı. “Çok şükür ki; beni kurtardı.” İlk kez seks yaptığını, “çoğu çocuktan daha genç olduğunu söyledi; “Muhtemelen 15 yaşlarındaydım. Oğlanlar benden yaşça büyüktü; her zaman bir erkek arkadaşım vardı ama ilişkilerim hiçbir zaman çok uzun sürmedi.” Esrar ve kokain denedi ancak bunların kendisini rahatsız ettiğini fark etti ve bunları kullanmaya devam etmedi. Alkolü seven bir çocukla ilişkisi sırasında oldukça fazla içki içiyordu ama ayrıldıklarında içkiyi bıraktı. Kardeşleri evden çıktıktan sonra onları nadiren görüyordu; çok içki içmeye başlayan ve geceyi nadiren evde geçiren annesinden kaçınıyordu.

    Genç yetişkinlik (18-23 yaş)

    Willa, memleketindeki prestijli bir tasarım okuluna kabul edildi. Annesiyle birlikte yaşamayı planlamış olmasına rağmen üniversiteye girdikten birkaç hafta sonra tanışmış ve ilk “ciddi” erkek arkadaşının yanına taşınmıştı. “Ruh eşiyle” tanıştığını hissetti ama birkaç ay içinde kavga etmeye başladılar. Willa’nın tasarım okulu yılları boyunca erkeklerle “çete avcıları gibi” başlayıp çalkantılı bir şekilde sona eren seri ilişkileri oldu. Willa okulda çok başarılı oldu, birçok ödül kazandı ve mezun olduğunda birçok iyi iş teklifi aldı.

    Geç Yetişkinlik (23 yaş – günümüz)

    Willa artık kendini geçindiriyor ve işyerinde kendini rahat hissediyor. Kendi firmasını kurmak istiyor ancak mevcut meslektaşlarından kopmaktan korkuyor. En uzun romantik ilişkisi neredeyse bir yıl sürdü ve erkek arkadaşının ona eşcinsel olduğunu söylemesiyle sona erdi. “Yıkılmıştı” ama sonra hızla David’le çıkmaya başladı.

    Şimdi terapist, GÖZDEN GEÇİRDİĞİ şeye odaklanmaya çalışıyor ve Willa’ya şunu söylüyor:

    “İlişkilerle ilgili pek çok kafa karıştırıcı sinyalin olduğu bir çocukluğun olduğunu gerçekten görüyorum. Baban aileyi terk etti ve annen neredeyse kaygısıyla seni boğuyordu.”

    Willa hemen araya giriyor: “Evet, endişeliydi ama beni de gerçekten terk etti. Onsuz uyuyamadım ve sonra beni kaba bir şekilde dışarı attı. Bunu düşünmek beni hala üzüyor, sanki şu anda oluyormuş gibi.”

    Bu, terapistin Willa’nın sorunlarını ve örüntülerini yaşam öyküsüne nasıl bağlayabileceğini düşünmesine yardımcı olur. İşte terapist bunları bir araya getirmeye başlıyor.

    TANIMLAMA’ya göre Willa’nın en büyük zorluk yaşadığı alan ilişkileri; erkek arkadaşlarına o kadar yakın olması gerekiyor ki sonunda onları duygusal olarak boğuyor. GÖZDEN GEÇİRME’ye göre Willa’nın geçmişindeki en sorunlu kısım, annesiyle aşırı yakın ama tutarsız ilişkisi ve babasının onu terk etmesidir. Sorunlu ilişkiler genellikle bunun gibi sorunlardan kaynaklanır, bu da bana onun kalıplarını geçmişine BAĞLANTI KURMAK için bağlanma hakkındaki fikirleri kullanabileceğimi düşündürüyor. Willa’nın da doğuştan kaygılı olduğu anlaşılıyor ve annesinin de kaygısı var; bu aynı zamanda mizacı ile ilgili bir özellik de olabilir. Dolayısıyla, erken dönemdeki bilişsel ve duygusal zorlukların etkisi hakkındaki fikirleri de hesaba katmalıyım; bunlar kendi başlarına ve erken bağlanma şekillerini şekillendirme açısından önemli olabilir. Willa’nın aynı zamanda kadınların erkekler olmadan iyi işlevsellik gösteremeyeceği ve tam olabilmek için bir erkeğe bağlanmaları gerektiği yönündeki toplumsal fikrini de içselleştirmiş olabileceğini düşünüyorum. Kültürün ve toplumun etkisini de dahil etmeliyim ve bir erkek olarak bunu dinlemeye devam ettiğimden ve onun bana olan hisleri aracılığıyla bu duygular hakkında daha fazla şey öğrenip öğrenemeyeceğime bakmam gerekiyor. Willa’nın ayrıca daha sonraki çocukluk ve ergenlik döneminde gelişen ve onun önemli şekillerde işlev görmesine yardımcı olan önemli güçlü yönleri de var; bunu da eklemem gerekiyor. Bağlanma sorunlarının erken dönem gelişimine odaklanacağım ve ardından bunun hayatı boyunca gelişimini nasıl etkilediğini görmeye çalışacağım.

    İşte şöyle yazıyor:

    BAĞLANTI KURMA

    Willa’nın en büyük zorluk yaşadığı alan başkalarıyla olan ilişkileridir. Bu büyük olasılıkla onun kaygılı-kararsız bağlanma stiliyle ilgilidir; bu da onun terk edilme korkusuyla çılgına dönmesine ve duygusal açıdan düzensiz olmasına neden olur. Bu senaryo onun şu anki kendini arz ediş biçimi ile sonuçlandı ve geçmişte birçok kez yaşandı. Willa’nın bağlanma stili, genetik olarak miras alınan kaygıyla, kadınların toplumda erkekler tarafından kötü muamele göreceği beklentisini içselleştirmesiyle ve ilk yıllarında annesiyle olan tutarsız ilişkisiyle bağlantılı olabilir.

    Mizaç olarak kaygılı ve ayrılıktan korkan Willa, ilk yıllarını şiddetli ebeveyn tartışmalarıyla dolu bir ortamda geçirdi. Annesini son derece kaygılı, sık sık ağlamaklı ve meşgul biri olarak deneyimledi. Bu nedenle sağlam bir ikili ilişki kurmakta zorluk yaşaması muhtemeldir. Sık sık yalnız başına ve korktuğu için hiçbir zaman temel bir güven geliştirmedi veya güvenli bağlanma kapasitesini geliştirmedi. Annesinin endişesi ve meşguliyeti, Willa’ya özellikle uyum sağlamadığını gösteriyor; bu nedenle Willa, kendisinin veya başkalarının duygulanım durumlarına ilişkin bir anlayış geliştirmekte zorluk çekiyordu. Bu muhtemelen onun yetişkinlerde empati, zihinselleştirme, kendini kontrol etme ve güven konusunda yaşadığı zorluklara katkıda bulunmuştur.

    Willa orta çocukluğa kaygılı bir bağlanma stiliyle ve pek çok önemli yeteneği pekiştirmeden girdi. Gelişimsel gidişatı, babasının yakın zamanda evi terk etmesi gerçeğiyle daha da sekteye uğradı; bu nedenle, sevildiğini ve beğenildiğini hissetmesine yardımcı olacak arzulanan bir bakıcı olmadan iki kişilik ilişkisine kilitli kaldı. Bu rol, kendisiyle pek ilgisi olmayan ağabeyleri tarafından da üstlenilmedi. Annesinin Willa’yı aniden yatağından atması ve yerine yeni bir erkek arkadaşının gelmesi onu korkutmuş ve kafasını karıştırmış olabilir. Aşırı yakınlık ile aniden terk edilme arasındaki bu salınım muhtemelen onun kaygılı bağlanma tarzına yol açmıştır. Annesiyle olan ilişkisindeki tutarsızlık daha sonraki çocukluğunda da devam etti. Ya annesi kıyafetine çok önem veriyordu ya da onu okuldan almayı unutuyordu. Okul çağındaki ayrılık kaygısı, mizaç kaygısıyla ilişkili olabileceği gibi, kaygılı-kararsız bağlanma stili geliştirmesiyle de ilişkili olabilir. Annesinin alkolik erkek arkadaşıyla olan sorunlu ilişkisinin yanı sıra kendisinin artan içki içmesi, onun tutarsızlığını ve dolayısıyla Willa’nın bağlanma sorunlarını kötüleştirmiş olabilir. Willa’nın, annesinin iki ilişkisini gözlemleyerek toplumun, kadınların erkekler tarafından tahakküm altına alındığı ve sıklıkla kötü muameleye maruz kaldığı yönündeki genel algıyı içselleştirmesi de muhtemeldir.

    Willa’nın okulda eşcinsel akran arkadaşlıklarında yaşadığı zorluk, mizaç kaygısı da dahil olmak üzere birçok faktörden kaynaklanmış olabilir. Sorunlu ikili ilişkisi ve babasının yokluğu nedeniyle benlik duygusu zayıftı ve ona hem zevk hem de ilgi veren çizimi keşfetmesiyle biraz canlandı. Bu yetenek, öğretmenlerinin mentorluğu ve sanatsal başarıları, hayat hikayesinin ona en çok yardımcı olan ve işinden elde ettiği özgüvenin en büyük sorumlusu olan özellikleridir. Willa’nın erken gelişmiş cinsel ilişkileri büyük olasılıkla kaybettiği ikili ilişkisini yeniden kazanma girişimleriydi. Genç yetişkinliğini karakterize eden bir dizi yoğun, kısa süreli ilişkiye zemin hazırladılar. Genç bir yetişkin olarak kaygılı bağlanma tarzının devam etmesi onu neredeyse yalnız kalamaz hale getirmiş, partnerlerini duygusal olarak boğmasına ve umutsuzca tutunduğu ilişkileri zaman zaman yok etmesine yol açmıştır.

    Terapist, psikodinamik psikoterapiyi önerirken ön formülasyonunu Willa ile şu şekilde paylaşıyor:

    “Haklısın, anneniz de sizi terk etti. Her iki ebeveyninizle olan ilk deneyimlerinizin sizi terk edilmekten çok korkuttuğunu düşünüyorum. Bunun olabileceği ihtimali bile içinizi dehşete düşürmüş olmalı. Sanırım annenizin deneyimleri size kadınların genellikle erkekler tarafından kötü muameleye maruz kalacağını da öğretmiş olabilir. Bütün bunlar şu anda David’in başına gelenlere katkıda bulunuyor olabilir. Psikoterapinin ilişkilerde nasıl tepki verdiğiniz hakkında daha fazla bilgi edinmenize yardımcı olabileceğini düşünüyorum; bu size şimdi ve gelecekte de yardımcı olacaktır.”

    “Sanki aynı şey hayatımda defalarca başıma geliyor.” diyor Willa. “Sanırım kendimi şanssız hissettim ama sen bunun öğrenebileceğim bir kalıp olduğunu söylüyorsun. Bu bir rahatlama olurdu.”

    Terapist, Willa’nın terapötik ilişki bağlamında kaygılı-kararsız bağlanma stilini değiştirebileceğini öngörüyor. Tedavi ilerledikçe formülasyonunun nasıl değişeceğini merak etti.

    Önerilen etkinlik

    Bireysel öğrenciler tarafından veya sınıf ortamında yapılabilir.

    Şimdi kendi psikodinamik formülasyonunuzu yazmanın zamanı geldi. TANIMLADIĞINIZ ve GÖZDEN GEÇİRDİĞİNİZ şeylere odaklanın ve ardından nedensellik hakkında hipotezler oluşturmak için onları yararlı bir şekilde BAĞLANTI KURMAYI sağlayacağınız düşündüğünüz gelişimle ilgili fikirleri organize etmeyi seçin. Bir özet ile başlayın ve ardından kişinin yaşamı boyunca yaşadığı başlıca zorlukların ve güçlü yönlerin gelişimini izlemeye çalışın. Gelişimle ilgili birçok düzenleyici fikri tek bir formülasyonda kullanabileceğinizi unutmayın. Bir kez daha çalışmanızı bir akranınızla veya bir hocanızla paylaşmaya çalışın ve formülasyonunuzu oluştururken yaptığınız seçimler hakkında konuşun, öğrenmenizi artıracaktır. Ayrıca tedavide paylaşım formülasyonlarını uygulamak için rol oynama çalışması yapabilirsiniz.

    Giriş

    Anahtar kavramlar

    Aşağıdakiler de dahil olmak üzere birçok farklı klinik durumda psikodinamik formülasyonlar oluşturabilir ve kullanabiliriz:

    • Acil servis odaları ve yataklı tedavi üniteleri gibi akut bakım ortamları

    • Psikofarmakolojik tedaviler

    • Psikodinamik psikoterapi

    Hastalarımız hakkında bilgi edindikçe psikodinamik formülasyonlarımız değişir.

    Psikodinamik formülasyonlar tüm klinik ortamlarda faydalı olabilir

    Artık işbirliği içinde psikodinamik formülasyonları nasıl oluşturacağımızı bildiğimize göre, bunları nasıl ve ne zaman kullanıyoruz? Öğrenciler ve klinisyenler sıklıkla hatalı bir şekilde psikodinamik formülasyonların yalnızca psikodinamik psikoterapi için yararlı olduğunu varsayarlar, ancak hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamaz. Psikodinamik formülasyonlar insanların nasıl ve neden bu şekilde düşündüklerini, hissettiklerini ve davrandıklarını anlamamıza yardımcı olur ve bu nedenle her klinik durumda faydalıdır. Buna acil servislerde tek seferlik karşılaşmalar, tıbbi veya psikiyatri yatarak tedavi birimlerinde kısa terapiler, psikofarmakolojik tedaviler ve ayaktan kısa ve uzun vadeli psikodinamik psikoterapiler dahildir. Kısa klinik durumlarda psikodinamik formülasyonlarımız daha sınırlı bilgilere dayanacak ve genel olarak mevcut zorluğu anlamamıza yardımcı olacaktır. Uzun vadeli tedavilerde psikodinamik formülasyonlarımız daha kapsamlı bilgilere dayanacak ve kişinin gelişiminin geniş kapsamını anlamamıza yardımcı olacaktır. Klinik durum ne olursa olsun, psikodinamik olarak formüle etmek, hastalarımızın bilinçli ve bilinçsiz düşünce ve duygularının etkisini ve gelişimini anlamamıza yardımcı olur.

    Psikodinamik formülasyonlar canlı ve değişkendir

    Kısım I’de tartıştığımız gibi, başlangıç ​​formülasyonu oluşturmak birçok nedenden dolayı son derece faydalıdır -tedavi önerisi yapmamıza, hedefler belirlememize ve terapötik bir strateji oluşturmamıza yardımcı olur. Ancak hastalarımızın nasıl ve neden düşündükleri, hissettikleri ve davrandıkları konusunda yeni düşünme yollarına açık olmak, onlarla yaptığımız çalışmalar boyunca formülasyonlarımızı derinleştirmemizi sağlar. Psikodinamik formülasyonlar statik değildir -birlikte çalıştığımız süre boyunca bunları hastalarımızla işbirliği içinde sürekli olarak revize ederiz.

    Şimdi akut bakım ortamlarından başlayarak birçok farklı klinik durumda psikodinamik formülasyonları nasıl kullandığımızı düşünelim.

  • İçten Dinlemenin Bilimi (3. Bölüm)

    Çeşitli kaynaklardan, başlangıçta Freud ve Winnicott gibi psikodinamik teorisyenlerden, daha yakın zamanda ise Siegel, Schore, Damasio, Panksepp ve diğerleri gibi kişilerarası nörobilimcilerden, uyumlu dinleme sürecinin kulaklarımızdan ve sol beynimizin dil çözümleme mekanizmalarından çok daha fazlasını içerdiğini biliyoruz. İçten dinleme, konuşulan kelimelerin ötesine geçer ve geçmek zorundadır. Bir iletişim alışverişindeki anlamın yalnızca yaklaşık üçte birini konuştuğumuz kelimeler oluşturur (Hogan & Stubbs, 2003). Sonra, genellikle çok daha önemli yükü taşıyan diğer, daha büyük bir kısım vardır. Peki, bunu nasıl dinleriz?

    Özellikle psikoterapistler olarak, konuşulmayan—ya da bazen diğer kişi tarafından gerçekten hissedilmeyen—kısma nasıl ayarlanacağımızı (tune in) bilmek önemlidir. Psikoterapide açık ifade edilmiş değişimlerin içinde, arkasında ya da çok altında yatan bazen derine gömülü duygusal sinyallere nasıl erişiriz? Belirsiz bir arayış gibi görünebilir ve öyledir de ancak aynı zamanda, çok önemli bir arayıştır, çünkü bunu anlamazsak, psikoterapistler olarak işimizin gerçek hedefi olan duygusal gerçeği kaçırabiliriz.

    Bu son dönemde hızla gelişen beyin bilimi sayesinde, bu oldukça soyut “ayarlama” sürecinin altında yatan bazı mekanizmaları anlamaya başladık. Bu, bilimin kendisinin, sanatını gizemden arındırmaya yardımcı olabilmesi açısından önemlidir. (Tabii ki, asla tamamen değil.) Bilimsel resim henüz yeni ortaya çıkıyor ve henüz tam olarak tamamlanmış değil. Ancak, son on yıl içinde yapılan nörobiyolojik araştırmalar ve ileri görüntüleme teknikleri, zihnin duygusal temellerine dair anlayışlarımızı büyük ölçüde artırdı. Şu anda bildiklerimiz, içten dinleme konusunda klinik konuşmaya ilerlerken bizi destekleyebilir. Bu yüzden, bu bölümde, içten dinleme işi için nörolojik donanımımızın kısa bir turunu yapacağız. Önce hızlı bir genel bakış yapacağız ve sonra daha yakından bakmak için ilerleyeceğiz.

    Genel Bakış

    • 3.1 Beyin

    Aşağıdan yukarıya, içeriden dışarıya ve en ilkelden en evrimsel olarak gelişmişe kadar, üç ana beyin bölgesi vardır. En altta beyin sapı yer alır—pons, medulla ve orta beyin—bu bölgeler bilincimiz, solunum, kalp atışı, kan basıncı gibi hayatta kalmamızı sağlayan temel fonksiyonları kontrol eder. Beyin sapıyla birlikte sınıflandırılan serebellum, denge, koordinasyon ve öğrenilmiş hareketlerden sorumludur. Beynin ortasında ve beyin sapının etrafında inşa edilen ikinci ana bölge, limbik sistemi (hipokampus, amigdala, singulat girus ve dentat girus), diensefalon (talamus ve hipotalamus), bazal gangliyonlar (kaudat, putamen, globus pallidus ve substantia nigra) ve sıvı dolu, darbe emici ventrikülleri içeren geniş subkortikal alandır. Bu orta bölge genellikle duygu, öğrenme, hafıza ve gönüllü hareketlerle ilişkilendirilir. Üçüncü ve en üstte (ve en dışta) “düşünen beyin” bulunur: Beyin korteksi, altında miyelinli beyaz madde ve üstünde kıvrımlı gri madde ile. Korteksi iki yarım küreye böleriz (sol ve sağ, kendi sözlü ve sözsüz işlevleriyle) ve dört loba ayırırız: frontal (prefrontal, premotor ve motor alt bölümleri), parietal (birincil duyusal işlevlerden sorumlu), temporal (işitsel işleme ve hafıza) ve oksipital (görsel işleme).

    Daha Yakından Bir Bakış

    Şimdi, duygusal varlıklar olarak bize sorumlu olan sinir bölgelerine daha yakından bakalım. Duyguların, (kortikal seviyedeki) sağ beyinle ve limbik sistem ve hipotalamus gibi subkortikal yapılarla ilişkilendirilmesi doğru olmakla birlikte, duygusal mimarimiz aslında beynimizin en derin merkezlerine, beyin sapımıza kadar uzanır.

    Evet, duygusal deneyimimizin oluşumunda en temel olan zihin parçaları, bilinçli, düşünen, amaçları olan benliğimizin çok altında, beynimizin en derin seviyesinde yer alır.

    • 3.2 Beyinsapı yapıları

    Bu derinlemesine yerleşmiş duygusal merkezler—periaqueductal gri madde ve beyin sapımızın orta beyin bölgelerinde—her an hem iç hem de dış uyarıcılara yanıt verirler (Panksepp & Biven, 2012). Güncel nörogörüntüleme çalışmaları, deneyimleyen benliklerimizin duygusal “arka plan müziğini” sürekli çalan, beynin sapına dayalı yedi ayrı ama iç içe geçmiş duygusal sistemi tanımlamıştır. Bu sistemler, güvenliğimiz, hayata katılma arzularımız, çekim duygularımız, öfkelerimiz, bağlanma ve beslenme dürtülerimiz, üzüntü ve yas duygularımız, hatta oyun oynama isteğimiz gibi konularda bize anlık duygusal değerlendirmeler sunar. Panksepp bu durumu şöyle açıklar: “Zihnin doğru bir arkeolojisini yaptığımızda, zihnin temelinde duygusal deneyimleri buluruz” (Panksepp & Biven, 2012: s. 423).

    Nörolojik olarak, duygulanım bilişten önce gelir. Bu çok önemli bir bilgi. En derin ve hayati öneme sahip beyin merkezlerimizde, bilinçli farkındalığımızın dışında hızla, sessizce ve sürekli olarak her şeyi izleyen duygusal beyin yapıları bulunur. Önce hissederiz; sonra düşünürüz. Bazen milisaniyeler sonra; bazen ise hiç düşünmeyiz (Panksepp & Biven, 2012).

    Evet, Duygulanım bilişten önce gelir. Bu, hem gelişimsel hem de nörolojik olarak doğrudur (Gerhardt, 2004; Lewis et al., 2001; Panksepp & Biven, 2012; Schore, 2009, 2012; Siegel, 2012). Bebeklik döneminde, gelişmiş bilişsel kapasitelerimizi -dil, öngörü, hayal gücü, vb.- yavaş yavaş, birincil bağlanma figürlerimizle olan etkileşimlerimiz aracılığıyla sağlanan sağlam bir duygusal deneyim temeli üzerine inşa ederiz (her şey yolunda gittiğinde entegre olarak). Schore, beynimizin ilk on sekiz ayının büyük ölçüde sağ beynimizin duygusal devrelerinin bağlanması göreviyle geçirildiğini, ancak bundan sonra daha bilişsel ve sözel benliklerimizin dendritik patlamasının takip ettiğini belirtir (Schore, 2009, 2012). Gelişimsel olarak, duygusal temelimiz bilişsel üst yapımızın esas zeminini sağlar ve bu temel önce gelir.

    Yine önemli bir diğer husus ise  tüm temel duygusal sistemlerimiz—hatta beyin gövdesi seviyesinde bile—deneyimlere bağlıdır (Gerhardt, 2004; Siegel, 2012). Genetik duygusal sistemlerimiz, en alttan en üste doğru duygusal deneyimlerle eğitilir ve düzenlenir. Bebeklik ve çocukluk döneminde, duygusal beynimizin bölümleri dendritik olarak daha fazla yaygınlaşabilir veya daha az; daha belirgin veya daha az belirgin hale getirilebilir; yukarı yönlü veya aşağı yönlü düzenlenebilir; nörotransmisyonlara karşı daha duyarlı veya daha az duyarlı hale getirilebilir. Erken deneyimlerimiz, başkalarına daha güvenli veya daha az güvenli olmamıza eğilimli kılar. Duygusal uyarı sistemlerimizi daha fazla harekete geçirme eğiliminde olur, duyguları artırır veya bozar, algıyı yükseltir veya azaltır. Bu şekilde şekillendirilmiş temel duygusal sistemlerimiz sürekli olarak içimizde kalır, sessizce, uyanık, yaşamı koruyan ve teşvik eden işlerini yaparlar. Başka bir deyişle, deneyimle eğitilmiş duygusal beyinlerimiz, bize sürekli olarak -bunun hakkında “düşünmemize” gerek kalmadan- ötemizdeki dünyayla karşılaşmalarımız için temel duygusal verileri sağlar (Panksepp ve Biven, 2012).

    Beyin sapının üzerinde, daha sonra tekrar ele alacağımız duygu ve hareketten sorumlu olan alt korteksimizin yapıları bulunur. Bu yapıların üstünde ve çevresinde korteksimiz (insan olarak taçlandırdığımız zaferimiz, düşünen beynimiz) en üst katmanda yer alır ve duygusal beynimizle koordine edilir. Korteks, günlük yaşamın karmaşıklıklarını yönlendirmemize yardımcı olacak şekilde tasarlanmıştır; altında yer alan “subkortikal” duygusal beyinin önemli mesajlarına dikkat ederken, öğrenilmiş aşırı tepkilerini değerlendirme ve engelleme görevini de üstlenir. Bu zarif tasarım sayesinde duygusal-bilişsel mimarimiz, iç içe geçmiş ve bütünleşik olacak şekilde tasarlanmıştır.O halde zarif tasarımla duygusal-bilişsel mimarimizin iç içe geçmesi ve bütünleşmesi amaçlanıyor.

    Ancak düşünen/dil kullanan/bilinçli varlıklarımız, daha temel beyin gövdesi ve subkortikal duygusal katmanlardan oldukça uzakta katmanlanmıştır ve zaman zaman onlardan oldukça kopuk hale gelebilir. Elbette, duygular ile sözlü iletişim arasındaki bağlantısızlık günlük yaşamın rutin bir parçasıdır. “Bugün nasılsınız?” “İyiyim, ya siz?” gibi bir algoritma işler. Konuştuğumuz ve düşündüğümüz şeyler ile duygusal varlığımızın çekirdeğinde yaşadıklarımız arasındaki bağlantısızlık, insan olgunluğunun yavaşça öğrenilen işaretlerinden biridir. Bebeklikteki duygusal anlık tepkiden yetişkinlikteki duygusal dikkatlice düşünmeye doğru kademeli bir ilerleme sağlar. Bu normal ve uyumlu bir gelişimdir. Bu, bize hayatta kalmakla dolu bir dünyada verimlilik ve duygusal kontrolle işlev görmemizi sağlar ve daha da önemlisi, diğer insanlarla dolu bir dünyada işbirliği yapmamızı sağlar. Ancak—ve bu oldukça önemlidir—duygusal dünyamızla olan bu iç içe geçmiş bağlantımız hiçbir zaman koparılmak ya da bir şekilde aşılır hale getirilmek için tasarlanmamıştır.

    Maalesef, genellikle erken gelişimdeki ödünler ve güvensiz bağlanma, yoksulluk ve hastalığın yarattığı tahribat, yaşamın travmaları ve günlük yaşamın kazaları, bu aslında uyumlu olarak tasarlanmış duygusal-bilişsel yapıyı bozabiliyor. Bu bozulma birçok şekilde ortaya çıkabilir. Deneyimlerimizle kendi duygusal arka plan müziğimizin bazı kısımlarını göz ardı etmeyi öğrenebiliriz; öğrenilmiş korku ve öfkelere aşırı derecede odaklanabiliriz; diğerlerinin güvenilirliğini küçümseyebiliriz; hayata katılım isteğimizi azaltabiliriz. Kendi alıcı ve ifade edici duygusal kapasitelerimizden kopabiliriz. Bilişin güçlerini aşırı değerli bulabiliriz. İnsanın duygusal sıcaklığının sıcak ışığını hem kendimizden hem de diğerlerinden uzaklaştırılmış ve sıkıca kapatılmış bir halde bırakabiliriz.

    Freud’un gözlemine göre, biliş ve duygu sıklıkla -her iki yönde de- birbirinden ayrılmış olarak bulunur bazen duygunun mantığı alt ettiği durumlar olur; bazen ise bilişin duygusuzlaştığı durumlar yaşanır (Breuer & Freud, 1999). Duygu öne geçtiğinde duygusal düzenleme bozulur ve sıklıkla yıkıcı kişilerarası zararlara neden olur. Bazen bu tür düzensizlikler bireysel olarak, taleplerini bastırmak için olağanüstü önlemler gerektirir: bazen bağımlılıklara veya şiddete yol açabilir; bazen tehlikeli risk alma aktivitelerine neden olabilir; bazen ise kendine zarar verme gibi davranışlar ortaya çıkabilir (Cloitre et al., 2009).

    Öte yandan, biliş öne geçtiğinde -çekirdek duygusal deneyimlerimize ulaşmak bizim için ulaşılamaz hale geldiğinde -insanlığımızın en değerli ve canlandırıcı özelliklerinden yoksun kalmış oluruz. Bu durumda, iç ve dış ilişkilerimizde hayatta kalma ve gelişme için gereken önemli bilgilerden yoksun kalırız. Bu şekilde bedenimizin duygu, zevk, acı gibi sinyaller gönderme kapasitesini kaybetmesi durumunda fiziksel olarak engelli olmamız gibi duygusal olarak engelli hale geliriz.

    İçten Dinleme (tekrar)

    Peki tüm bunlar içten dinlemenin doğasına dair bize bu tür bilgiler ne anlatıyor? Şimdi konuya geliyoruz. Çünkü bilişin duygudan ayrılmasını bozan her ne olduysa, veya duygunun bilişten ayrılmasını sağlamış olan her ne olduysa; deneyime dayalı öğrenme yoluyla duygusal benliğimizin yansımalarından kendimizi nasıl uzaklaştırdıysak da, bu yansımalar yine de orada, beynimizin en alt kısımlarına kadar her zaman bize sinyal gönderiyorlar. Her zaman, sessizce ve istikrarlı bir şekilde, arka planda işlemeye devam ediyorlar -şeylerin duygusal gerçeğini bizim için çözümlüyorlar, zihnimizin en derin seviyelerinde bizim için okumalar yapıyorlar, bizi ileriye çekiyor, geriye sürüklüyorlar. Sürekli olarak. Biz yaşadıkça, onlar da hayattalar.

    Uyumlanmış dinleme (attuned listening), iletişim kuran ötekinin bu duygusal temeline odaklanır, ötekinin an be an duygusal sinyallerini, bu sinyallerin konuştuğu anlatıyla eşleşip eşleşmediğini ve dinlediğimiz kişinin kendi duygusal deneyiminin farkında olup olmadığını hedef alır. Söylenen ve söylenmeyen ama hissedilen (ya da bazı durumlarda hissedilmeyen) hususlarla uyumlanma sağlar.

    İşte daha önce sınıf  çalışması olarak bahsettiğim basit bir örnek: “Öyleyse gerçekten 10K etkinliğine zamanında gitmek istedin…” cümlesi anlık bakıldığında duygusal olarak çok farklı hissedilebilir ve daha doğru bir şekilde şöyle ifade edilebilir: “Şu anda bana 10K etkinliğinden bahsediyorsun. Ama şu anda bana konuşurken belki de asıl ön planda olan şey, bu egzersizden duyduğun bir tür endişe. Şu anda aramızdaki bu kısmı sözcüklere dökebilir miyiz acaba?” Uyumlanmış dinleme, sözlü veya sözsüz iletişimdeki duyguları, bir nevi “yığının altında” dinler. Neden mi? Çünkü duygu ve bilişin birbirini tamamlaması amaçlanmıştır. Bu, insan olmanın bir tasarım özelliğidir. Modern kültürde sıklıkla olduğu gibi bağlantıları koptuğunda nörolojik ve psikolojik olarak konuşursak kendi içinde bölünmüş bir ev haline geliriz.

    Uyumlanmış dinleme, başkalarının yaydığı duygusal sinyallere odaklanmayı içerir—bu sinyaller genellikle kişinin bilinçli farkındalığından ve sözlü anlatısından farklılık gösterebilir. Bu görev, dinleyici hatasına meyilli, klinik açıdan güvenilirlik açısından çok soyut gibi görünebilir. Ancak günlük hayatta insanlar rutin olarak bu yetiye bağlıdır. İçgüdüsel olarak bunu sezgi, algı, duyarlılık, başkalarını “okuma” veya altıncı his olarak adlandırırız; bu yetenek birçok isimle anılır. Başkalarının mutluluk, üzüntü, huzursuzluk veya sakinlik durumlarını otomatik olarak algılarız ve genellikle bilinçli düşünmeden yanıtlarımızı buna göre ayarlarız. Elbette, her konuşma öncesi çağdaki çocuğun ebeveyni, çocuğunun ne istediğini veya hissettiğini anlamak için sürekli olarak bu beceriyi kullanır.

    Biraz Daha Nörobilim

    Peki, bir başkasının duygusal sinyallerini “okumaya” çalıştığımız bu anlarda neler oluyor? Artık bu sorunun cevabının bir kısmını biliyoruz; diğer kısımlar ise henüz keşfedilmeyi bekliyor. En azından bazı parçaları birleştirelim. İlk ve en önemlisi, biz insanların varlığını sürdürmek için gereken faaliyetleri sürdürecek şekilde tasarlanmış olan bu beyin sapı düzeyindeki sistemler, biz hiç düşünmeden sürekli olarak ‘ötekini’ okumakla meşguldür. Ve bu okuma faaliyetleri sessiz olsa da, çıktıları sessiz değildir. Etrafımızdaki kişilerarası dünyayla etkileşime girdiğimizde, içimizde duygular olarak -dile getirilmese de oradadırlar- kaydedilirler.

    • 3.3 Subkortikal limbik yapılar

    Bu hisler, güvenlik veya kaygı, bağlanma  ya da bağlanmama enerjisi, kişilerarası çekim duygusu, bakım verme veya uzaklaşma eğilimi, oyunculuk hissi, hafif kızgınlık veya öfke, üzüntü veya keder gibi isimlendirilmemiş duygular olarak kendini gösterir. Bu “okumalar” sürekli olarak, tıpkı kalp atışımızın ve kan basıncımızın sürekli olarak izlenmesi gibi, ancak farkındalığımızın dışında gerçekleşir. Bunlar, dikkate alabileceğimiz veya görmezden gelebileceğimiz, kullanabileceğimiz veya göz ardı edebileceğimiz bilgiler olarak beden tabanlı duyumlar olarak bize kaydedilir. Ancak beynimizin en derin seviyesinde gömülü olan bu en temel duygusal sistem, bu belirli bir “ötekiyle” bağ kurarken içimizde neler olduğuna dair bize sürekli olarak hayati bilgiler sunmak için çalışır.

    Sonra, beyin sapımızdan bir adım yukarı çıkarak, hala az bilinçli olan orta düzeydeki nöral katmanlarımızda, “ötekini okumak” ve “ötekini hissetmek” için büyük nörolojik donanımlarımız bulunmaktadır. Örneğin, beynin limbik bölgesinde, bilinçli düşünmeden uzak olan derinlerde, amigdala ve hipokampüsümüz bulunur; bunların sessiz görevi, kişilerarası çevremizde neler olup bittiğini ve buna nasıl tepki verdiğimizi sürekli olarak izlemektir. Bizi kişilerarası tehlikeye karşı anında uyarır. Deneyimlerden öğrenir. Örneğin, araştırmalar, çocukluk yıllarında şiddetli veya duygusal olarak çalkantılı ortamlarda büyüyenlerin, bu deneyimle eğitilmeyenlere göre bir başkasındaki öfkenin ortaya çıkışını daha hızlı tanımladıklarını göstermektedir (Pollak ve diğerleri, 2000; Wilkowski ve Robinson, 2012). Biz bunu sezgi veya sadece bir “his” olarak düşünebiliriz, ancak bu, limbik sistemimizin hayatta kalma donanımının bir parçasıdır.

    Ek olarak, beynin orta yapılarının derinliklerinde gömülü olan hipotalamustan bilinçsiz ipuçlarını alan kendi 7/24 görevde olan otonom sinir sistemimiz bulunmaktadır. Bu sistem, algılanan tehlike anlarında sinir sistemimizin sempatik dalını şarj etmek (kalp atış hızı, solunum, kan basıncı, büyük kaslardaki kan akışı ve gerginlik durumlarını etkilemek vb.) veya algılanan güvenlik anlarında bizi parasempatik olarak güçten düşürmek için hazırdır. Depremlerle sarsıldığında (Kaliforniya’da olduğu gibi) kalbimizin göğsümüzden fırlamasına karar vermeyiz. Bu kararı bizim için hipotalamus verir. Kişilerarası ilişkilerde de aynı şekilde işler. Bazen sadece başkasının yanında kendimizi fark edilmeden güvensiz hissederiz ve neyin veya nedeninin ne olduğunu bile tanımlamadan vücudumuzun kaygıya verdiği tepkileri gözlemleyebiliriz.

    Sonra, korteks seviyesine çıktığımızda, kortikal beyinlerimizin, bilinçaltı sistemlerinden gelen bilgileri bilinçli olarak ne hissettiğimizi söylemek için nasıl topladığına dair birçok yol olduğunu görüyoruz. Sağ ve sol beyin kortekslerimiz zarif bir ortaklık içinde dans eder; sağ beyin, beden deneyimlerimize ve duyguların görsel temsilini yapma kapasitesine olan geniş bağlantılarıyla, bu sinyalleri corpus callosum aracılığıyla sol beynimize iletir. Sol beyin, bir Birleşmiş Milletler tercümanı gibi, bu bilgileri alır, sıralar ve tercüme eder, böylece ne hissettiğimizi “bilmemizi” sağlar. Ancak sadece ne hissettiğimizi değil. Beyinlerimiz, başkasının ne hissettiğini de bize bildiren rezonatörlere sahiptir.

    3.4 Serebral Korteks: Yarımküreler

    “Ötekini Hissetmek”

    Kortikal seviyede, duygusal hislerin kaydedicileri ve yükselticileri olarak sağ beynin korteksinden kalp ve mideye kadar uzanan bir örümcek ağı gibi nöronlar -gerçek beyin dokusu- bulunur (Siegel, 2008). Bu, duygusal mimarimizin bir parçasıdır. Kalbinizin acı çektiği ya da midenizin duygusal acıyla burkulduğu deneyimini kim yaşamamıştır? Başka birinin duygusal acısına karşı benzer hisler yaşamayan kim vardır?

    Peki, neden başkasının acısı kalbimizde veya midemizde kaydedilir? Bunun cevabını henüz bilmiyoruz. Damasio (1999), bizde duygusal hislerin ortaya çıkmasını sağlayan mekanizmalardan birinin, sinirsel “-mış gibi beden döngüleri”nin aktivasyonu olduğunu öne sürmüştür. Bu devrelerin, bizde duygu olarak okuduğumuz iç duyusal beden haritalarını aktive ettiğini savunuyor. Damasio ayrıca, bu tür “-mış gibi beden döngüleri”nin başkalarını gözlemlememizle de tetiklenebileceğini, empatimizi deneyimlememiz için en az bir nörolojik yol önerdiğini ileri sürmüştür.

    Nörobilimciler de benzer şekilde, premotor korteksimizde, inferior parietal lobumuzda ve anterior singülatımızda, başkasının eylemlerini ve eylemle ilgili niyetlerini kendi bedenlerimizde öngörmek ve hatta taklit etmek için işlev gören, ayna nöronları olarak adlandırılan nöronları tanımlamışlardır (Rizzolatti ve diğerleri, 1996; Iacoboni ve diğerleri, 2005). Gerçekten de, bu bölgelerdeki duyusal nöronların yüzde 10 ila 20’sinin bu ayna işlemlerine ayrıldığı görülmektedir (Decety & Cacioppo, 2011: s. 526).

    Nörogörüntüleme araştırmaları, bu sorgulamayı empatik kapasitemiz alanına yeni yeni genişletmeye başlamıştır. Örneğin, eğer bana bir iğne batırılırsa, anterior singulat nöronlarım ateşlenir. Eğer birinin sana iğne batırdığını izlersem, benim acıyı simüle eden ayna nöronlarım da ateşlenir ve bu, bana senin duygusal deneyiminin aynalanmış bir hissini verir (Saarela ve diğerleri, 2007). Eğer senin kötü kokulu bir uyarıcıyı kokladığını izlersem, benim “tiksinti” nöronlarım ateşlenir (Wicker ve diğerleri, 2003). Bu işlemler otomatik olarak, bilinçli dikkatimizi gerektirmeden gerçekleşir. Dolayısıyla, bu araştırmalar henüz diğerinin duygusal durumlarının tamamını kapsayacak şekilde genişletilmemiş olsa da, bu aktif bir araştırma alanıdır. Nörobilim, başkalarının hissettiklerini “hissetme” kapasitemizle ilgili belirli nörolojik mekanizmaları tanımlamış olsun ya da olmasın, uyumlu klinisyenler, fiziksel bedenlerinin diğerinin o anda bedensel ve duygusal olarak ne hissettiğini haritalandırdığını ve taklit ettiğini rutin olarak belirtmektedirler.

    Ve, tabii ki, çok daha iyi anlaşılacak şekilde, vücudumuz boyunca dağılmış olan bir dizi duyusal alıcı ve çözümleme mekanizmasına sahibiz. Bilindiği gibi, beş duyu organımızın tümüne yayılan reseptör bölgelerimiz var; bu (dilsel olmayan) bilgi, beynin talamus ortasından korteksin parietal loblarındaki ilişkilendirme alanlarına iletilir ve bize diğerinin duyusal izlenimlerini verir: görüntüleri, sesleri ve kokuları (kokular aslında talamus kısmını atlayarak, temporal lobların duygusal kısımlarına doğrudan gider). Böylelikle sürekli olarak diğerini duyusal temelli korteks düzeyinde değerlendiririz. Bu izlenimler toplanır ve bilinçli duygusal izlenimler olarak kaydedilir. Başka bir deyişle, diğerinin vücut dilini “okuruz” ve onların ne hissettiklerine dair bir “his” ediniriz.

    Tüm bu araçların yanı sıra, deneyime dayalı orbitofrontal korteksimiz bulunmaktadır (gözlerimizin hemen arkasındaki prefrontal bölgede bulunan korteks). Bu yapının karmaşık görevi, bizim ve diğerlerinin tüm bu bilgileri duygusal olarak bütünleştirerek anlamamızı sağlamaktır. Deneyime dayalı orbitofrontal korteksi ihmal nedeniyle gelişmemiş veya fiziksel olarak zarar görmüş olanlar, başkalarının duygularına karşı doğru empati deneyimleyemezler (Gerhardt, 2004).

    Son olarak ilgi çekici bir bilgi de; şimdiye kadar anlattığım tüm sistemler—beyin sapı, limbik sistem, hipotalamik olarak aracılı otonom sinir sistemi, “nörolojik” mide ve kalp, bedenlerimiz, beş duyumumuz—tüm bunlar nörolojik olarak sağ beynimize, sağ hemisfer korteksimize bağlıdır ve bilgilerini buraya iletilir.  İşte onların son varış noktası burasıdır. Dolayısıyla sağ beyin, tüm girdileri anlamlandırır ve entegre eder.

    Sağ beynin çıktıları büyük ölçüde sözel olmayan olarak, iç deneyimimizde içsel zihinsel resimler, duygular, bedensel hisler, sezgiler, düşler, şarkılar vb. şeklinde kayıtlıdır. Aynı anda sağ beyin, yüz ifadeleri, gözler, ses tonu ve vurgusu, vücut duruşu vb. yoluyla iki insan arasındaki öznelerarası alana bu ifadeleri bilinçli olarak yönlendirmeden çıktılar bırakır. Son olarak, sağ beyin tüm bu bilgilerin özeti olarak sol beyin ortağına teslim eder, böylece sonunda düşündüklerimizi ve deneyimlediklerimizi “sözcüklerle” bilmemizi sağlar. Bu, içten dinleme sanatı için son derece önemlidir! Biz söz ağırlıklı bir kültürde yaşıyoruz. Kesinlikle kelimelere bağlıyız. Ancak terapide bir başka insanı içten dinleme sanatı, sağ beynimize anlık olarak sunulan büyük miktardaki sözsüz veriye açılmayı öğrenmeyi içerir. Bu, sözel olmayan ancak yine de erişilebilir ve gerçek olanı hasat etmeyi içerir. Modern nörologlar, psikoterapideki değişim mekanizmasının “sözel alışverişlerde değil, ancak empatik bir şekilde psikobiyolojik olarak uyumlu etkileşimli duygu düzenlemesi arka planında yattığını, hastanın iç deneyimine güvenli bir şekilde temas etmesine, tanımlamasına ve sonunda düzenlemesine olanak tanıyan bir ilişkisel bağlamda olduğunu” birikmekte olan kanıtlarla destekliyorlar (Schore, 2012: s. 138). Özetle, psikoterapideki değişimin kırılma noktası, ileri görüşlü anlarımızın sözlü içgörü ve müdahalelerinden çok hasta-terapist, terapist-hasta, sağ beyin ile sağ beyin arasındaki genel ilişkisel bağlam gibi görünmektedir.

    Değişim

    Uzun vadeli psikodinamik psikoterapide, insanlar gerçekten değişirler. Alışkanlıkları değişir. Duyguları değişir. Kendilerine bakışları değişir. İlişkileri değişir. Beyinleri değişir. “Son araştırmalar beyin görüntüleme, moleküler biyoloji ve nörogenetik alanlarında, psikoterapinin beyin işlevini ve yapısını değiştirdiğini göstermiştir. Bu tür çalışmalar, psikoterapinin bölgesel beyin kan akışını, nörotransmitter metabolizmasını, gen ekspresyonunu ve sinaptik plastisitenin kalıcı değişikliklerini etkilediğini göstermiştir” (Glass, 2012, Schore, 2012’de alıntılandığı gibi: s. 143). Bu, gerçekten heyecan verici potansiyelimizdir. Ancak terapistler olarak bunu iyi yapabilmek için, sözsüz beyinlerimiz ve bedenlerimizin sunduğu her şeyi dinlemeyi öğrenmek zorundayız.

    Tamam, şimdi bir mola verelim. Nörolojik resim çok büyük, 100.000 parçalık bir bulmaca ( puzzle). Bu bulmacayı  monte etmek için gerekli araçlara yeni yeni sahip olmaya başlıyoruz. Bu bölümde size bazı parçalarını verdim. Çok daha fazlası ortaya çıkmaya devam ediyor. Bu önemli, çünkü terapistler olarak – beyincik, sub-kortikal sistemlerimiz, bedenlerimiz, sağ beynimiz ve nihayetinde sol beynimizde geliştirdiğimiz ve eriştiğimiz araçlar -mesleğimizin araçlarıdır. Psikodinamik psikoterapistler olarak işimizi en iyi şekilde yapabilmek için hepsine ihtiyacımız var.

    Asıl Nokta ( Punchline)

    Ancak işte bu kitabın geri kalanı için önemli olacak asıl nokta.  İçten dinlemek – Gena’nın dinlediği gibi dinlemek – bir temas sporudur. Başka birinin varlığında kendi bedensel ve duygusal deneyimimiz, beyinlerimizin genellikle sözlü raporlarının ötesinde, başka birinin fiziksel ve duygusal deneyimi hakkında son derece önemli bir şeyi bize telegraf etme şeklidir. Başka birinin sözlü mesajlarını anlamamızın terapist olarak işimiz için kesinlikle kritik olduğu doğrudur, ancak çoğunlukla hastalarımızın sözlü hikayeleri eksik, tutarsız veya duygusal deneyimlerinden kopuktur ve bunu kelimelere döksün ya da dökmesinler (ki genellikle dökmezler) terapist olarak bize gelmelerinin sebebi de budur.

    Tekrar söylüyorum. İçten dinlemek bir temas sporudur. Zihinsel bir egzersiz değildir. Fiziksel, zihinsel ve duygusal olarak bütünümüzü gerektirir.  Eğer kalplerimizle, midelerimizle, sinir sistemimizle, kaslarımızla, gözlerimizle ve kulaklarımızla, ayna nöronlarımız ve sağ beynimizle, ötekini alıcı görevini yapmaya hazır bir şekilde karşılamaya gelmezsek, onların en derin, dile getirmedikleri parçalarını kaçırabiliriz. Eğer ötekinin varlığında kendi fiziksel ve duygusal deneyimlerimize kayıtsız kalırsak ve iç içe geçmiş beynimizin bize verebileceği tüm bilgileri vereceğine güvenmezsek, içten dinlemenin ilk ve en önemli kısmını kaçırabiliriz. Yalnızca sözel akışı takip edersek, terapist olarak elimizde bulunan çok büyük miktardaki duygusal veriyi kaçırabiliriz.

    Bu bilgiye kulak verebiliriz ya da aldırış etmeyebiliriz ama bedenlerimiz ve ruhlarımız sürekli olarak ötekinin duygusal sinyallerini alır; her zaman ötekinin fiziksel ve duygusal yayılımlarını toplayan dev bir uydu anteni gibi çalışır. Sinyaller bazen güçlü, bazen de zayıftır. Ama her zaman oradadır. Uygulamalar yaparak bu sinyallere giderek daha fazla hassasiyetle yaklaşmayı öğrenebiliriz.

    Şimdi bu “nöro” alanına yaptığımız kısa ziyaretimizi bırakıyoruz ve bir kez daha sanatına dönüyoruz. İçten dinleme sürecinin bir sonraki kısmı, aldığımız sinyalleri anlamlandırma işidir; uydu antenimiz tarafından toplanan sinyalleri doğru ve uyumlanmış (attuned) bir şekilde yanıt verebilmemiz için tercüme etme işidir. Şimdi sırada olan bu.


    Kitabın tüm bölümlerine şu sayfadan ulaşabilirsiniz: