Yazar: Editör

  • Değerlendirme Görüşmesi (7. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice‘in [Psikanalize Giriş: Çağdaş Kuram ve Uygulama] 7. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Görmek için gözü ve duymak için kulağı olan herkes, hiçbir insanın bir sırrı saklayamayacağına kendini ikna edebilir. Dudakları sessiz kalsa da, parmak uçlarıyla gevezelik eder…

    (Freud, 1905a, s. 76).

    Psikanalitik değerlendirme görüşmesi [psychoanalytic assessment interview], yalnızca hem hasta [patient] hem de analist [analyst] için kritik bir seçim anını temsil ettiği için değil, aynı zamanda ilk karşılaşmanın içindeki uyumlar ve uyumsuzluklarda, yanlış başlangıçlarda ve ortaya çıkan temalarda, tedavi süreci boyunca yaşanacakların büyük ölçüde bir mikrokozmosu bulunduğu için de önemlidir.

    Değerlendirme [assessment]” kelimesi, Latince assidere, yanında oturmak [birinin yanında oturmak, bir şeye bitişik oturmak] fiilinden türemiştir; ancak aynı zamanda yasal duruşmaları ve vergilerin değerlendirilmesini çağrıştıran anlamlar da taşır; bu bağlamda bireyin varlıkları göz önünde bulundurulur ve tartıya konur. Dolayısıyla değerlendirme görüşmesinde iki temel unsur bulunur: Analistin, hastanın sıkıntısını empatik bir şekilde kavrama çabası ve hastanın güçlü ve zayıf yönlerini özetlemeye yönelik daha mesafeli bir yaklaşım. Analistler bu kişinin “analize uygunluğu”nu kendilerine sorarken, hasta da bu tedaviye yatırım yapmanın kendisine nasıl bir fayda sağlayabileceğini anlamaya çalışacaktır.

    “Analize uygun [analysable]” terimi “anlaşılabilir [understandable]” ya da “tedavi edilebilir [treatable]” anlamına gelebilir; oysa bu iki kavram aynı şeyi ifade etmez (Tyson & Sandler, 1971). Pek çok hasta için değerlendirme görüşmesi, psikanaliz bu kişi için en uygun tedavi biçimi olmasa bile, yaşadıkları güçlüklerin netleşmesine ve aydınlanmasına yardımcı olabilir. Görüşmenin amacı, hem hasta hem de analistin, nasıl ilerleyeceklerine karar verebilmelerini sağlayacak yeterlilikte, ilgili bilgi sağlamak ve terapötik çalışmaya dair örnek bir deneyim sunmaktır. Hasta, analiz sürecinin nasıl bir şey olabileceğine dair bir fikir edinir. Hastayı kabul edip etmeyecekleri belli olmayan analistler, duygusal olarak anlamlı bir terapötik karşılaşmanın yaşanabilmesi için yeterince sürece katılmalı, ancak bulgularının başka analistlere ya da terapistlere de genellenebilir olması için yeterince nesnel kalmalıdır.

    Bu ikili işlev -nesnel ve öznel; analistin hastaya, hastanın ise analiste bakışı- psikanalitik değerlendirme literatürüne de yansımıştır. Bazı yazarlar kendilerini açık biçimde tıbbî bir dilin içine yerleştirir: terapinin “endikasyon” ve “kontrendikasyonlarını” listelemek (Malan, 1979), “analize uygunluk” özelliklerini tanımlamak (Coltart, 1986), tanı ve prognoz kriterlerini belirlemek (Kernberg, 1982) ve hastanın kişilik organizasyonunun gelişimsel düzeyini değerlendirmek gibi.

    Psikanalize ya da aslında herhangi bir psikoterapiye yanıtı öngören, tedavi öncesi özelliklere dair deneysel bilgi sınırlıdır (Orlinsky, Grawe ve Parks, 1994). Sağduyuya ve klinik deneyime dayanarak, psikanalizle iyi bir terapötik ilişki kurulabileceğine dair olumlu işaretler ararken, klinisyenler bazı temel temaların altını çizerler. Bu bölüm boyunca bu ana temaları inceleyeceğiz:

    1. Motivasyon [Motivation]. Başvuran kişi başarılı bir tedavi için gereken zamanı, parayı (eğer özel muayenehanene [private practice] ise) ve duygusal enerjiyi ne ölçüde feda etmeye istekli ve hazırdır?

    2. Psikolojik zihinlilik [psychological mindedness] -kendi zihni de dahil olmak üzere, zihnin nasıl çalıştığına karşı bir merak ve kendini gözlemleyebilme kapasitesi.

    3. Ego gücü [ego strength] ve yapıcı ilişkiler kurabilme yetisi ile psikanalitik terapinin içerdiği acı verici farkındalıklar ve regresyonlar karşısında dayanıklılık gösterebilme ve bu süreçten fayda sağlayabilme kapasitesi.

    4. Değerlendirme görüşmesinin kişilerarası yönlerine hastanın verdiği tepkiler, -özellikle de “deneme yorumları”na [trial interpretations] (Hinshelwood, 1991).

    5. Analistin karşıaktarım tepkileri [countertransference reactions] (Carvalho, 2016): Bu tepkiler olumlu, olumsuz ya da nötr olabilir; ancak her durumda hastanın gelişimsel öyküsü ışığında değerlendirilmelidir.

    Analist daha sonra bu unsurları bir formülasyonda bir araya getirecektir; bu formülasyon, hastanın mevcut ve geçmiş yaşam durumunun temel temalarını, özellikle de görüşme sırasında aktarım [transference] ve karşı aktarım [countertransference] biçiminde ortaya çıkanları, özetler.

    Psikolojik tabloların giderek artan karmaşıklığı göz önünde bulundurulduğunda, çağdaş psikanaliz, yarı-tıbbi ve katı bir “endikasyonlar” setinden, “uygunluk [suitability]” (Tyson & Sandler, 1971) kavramına ve bunun gerektirdiği psikanalitik teknik uyarlamalarına (Kernberg, 1984) yönelmiştir. Bu yaklaşım, hastanın psikanalitik tedaviye “uymak [fit]” gerektiği fikrinden ziyade, psikanalitik tedavinin hastaya nasıl uyarlanabileceğine karar verme sorumluluğunu değerlendiriciye yükler. Nitekim borderline kişilik, ilk olarak standart psikanalitik teknikle yanıt vermeyen bir hasta grubunun bağlamında tanımlanmıştır (Stern, 1938). Bu bozukluğa özgü sorunlar dikkate alınarak bazı uyarlamalar geliştirilmiş ve bu uyarlamalar, günümüzde aktarım odaklı psikoterapi [transference-focused psychotherapy] olarak el kitaplarına geçirilmiştir (Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2002).

    Psikoz, genellikle psikanalitik müdahale için bir kontrendikasyon olarak kabul edilir; çünkü olumlu etkilere dair kanıtların yokluğu söz konusudur (Gunderson, 1984; Gunderson, Carpenter ve Strauss, 1975). Ancak bazı psikotik hastalar, uygun bir analistle psikanalitik bir şekilde çalışabilirler (Jackson & Williams, 1994; Lucas, 2009; Rosenfeld, 1952) (ayrıca bkz. Bölüm 10) ve psikanalitik bakışla şekillendirilmiş müdahaleler, psikotik semptomları olan kişilere, ihtiyaçlara uyarlanmış bir yaklaşımla toplum temelli tedavi uygulandığında fayda sağlayabilir (Martindale, 2017).

    Değerlendirme görüşmesini yürütmek

    Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında analist, görüşmeye potansiyel olarak birbiriyle çelişen iki amaçla yaklaşır: ilgili olgusal bilgileri toplamak ve aynı zamanda bilinçdışı malzemenin ortaya çıkabileceği bir atmosfer yaratmak. Doğrudan sorgulama tamamen dışlanırsa önemli veriler kaybolabilir; ancak bu sorgulama biçimi görüşmenin çoğunu domine ederse, analistin eline sadece sorularına verilmiş detaylandırılmamış yanıtlar geçebilir. Pek çok psikanalitik enstitü ve psikoterapi birimi bu sorunun üstesinden gelmek için hastaya görüşme öncesinde doldurulup geri gönderilmesi istenen ayrıntılı bir anket yollar. Bu anket tartışma için yararlı bir temel oluşturabilir, ancak hastalar mahrem ayrıntıların bu kadar kişisel olmayan bir biçimde talep edilmesini ürkütücü bulabilir. Ayrıca bu yöntem, görüşmecinin hastanın kendi hikâyesini nasıl anlattığını duymasını engelleme gibi bir dezavantaja da sahiptir -hastanın hangi noktaya vurgu yaptığı, olayları ve ilişkileri anlatırken kullandığı ses tonu, önemli atlamalar, genel anlatı biçimi (Holmes, 2020; Talia, Muzi, Lingiardi ve Taubner, 2020)- tüm bunlar psikodinamik bilgi açısından hayati kaynaklardır.

    Freud, psikanalitik tedaviyi satranç oyununa benzetmeyi severdi; burada neredeyse sonsuz sayıda olası hamle vardır, ancak oyunun evreleri, açılış stratejileri [opening strategies], orta oyun [middle game] ve oyun sonu [end game] şeklinde, yararlı biçimde ayrılabilir. Benzer şekilde, değerlendirme görüşmesinin açılışında analist muhtemelen her hastayla oldukça standart bir şekilde ilerleyecektir; orta oyun, yorum denemelerini ve bunların duygulanımsal etkilerinin gözlemlenmesini içerecektir; görüşmenin sonunda ise, tüm izlenimlerin bir araya getirilmesi ve tedaviye dair bir karara varılması söz konusu olur.

    Giriş ve ön hazırlıklar

    Bilinçdışı bakış açısından, psikanaliz analist ve hastanın karşılaştığı anda ya da hatta çok daha öncesinde başlar (Thomä & Kächele, 1987).

    Örnek: Sahtekâr

    Analist, hastayı ilk kez almak üzere bekleme odasına gittiğinde, onun yüzünde anlık bir şaşkınlık ve tereddüt ifadesi fark etti. Görüşme sırasında, genç adamın son derece hassas ve tetikte biri olduğu ve sert bir üvey babanın elinde ciddi şekilde acı çektiği ortaya çıktı. Kendi babasını sürekli ve idealize ederek düşündüğünden söz etti; yıllardır onu görmemişti. Analist, bekleme odasındaki tavrını gündeme getirdiğinde, hasta kendisini almaya gelen kişinin kısa, şişman, kel, sakallı ve yabancı aksanlı biri olmasını beklediğini, bu yüzden gelen kişinin bir sahtekâr olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu aktarım temelli algıyı, hastanın kendisine “empoze edilen” reddedici üvey babaya dair kuşkucu hisleriyle ve kendi “gerçek” babasına duyduğu özlemle bağlantılandırmak mümkün oldu.

    Her görüşmeci, kendine özgü bir tarz ve başlangıç hamleleri setine sahip olacaktır. Bunlar, her bir hastanın analitik görüşmenin ruhuna girmesine yardımcı olacak şekilde uyarlanır. Bizim görüşümüze göre, yeni bir hastayı karşılarken, kişinin adını açıkça söyleyerek kendini tanıtması dâhil olmak üzere, “divan dışı [off the couch]” sıradan profesyonel bir nezaketle davranması önemlidir. Bu yaklaşım, hastanın kaygıdan kaynaklı olarak bekleme alanı ile görüşme odası arasındaki yolculukta söylediği, görünüşte önemsiz (ancak çoğu zaman anlamlı) ifadelere geleneksel biçimde karşılık vermeyi de kapsar; terapist bu ifadeleri fark etmeli ve uygun görürse görüşme sırasında bunlara geri dönmelidir (Coltart, 1993).

    Diğer yandan bazı yazarlar, değerlendiricinin her zaman mümkün olduğunca nötr ve sessiz kalması gerektiğini savunur; bu sayede hastanın maksimum düzeyde kaygılanması sağlanarak, daha dostane bir “hastaya karşı tutum: bir doktorun veya sağlık çalışanının hasta ile kurduğu iletişim biçimi, üslubu, tutumu [bedside manner]” atmosferinde fark edilmeyecek olası ruhsal bozulma alanlarına erişim sağlanabileceği düşünülür (Milton, 1997). Bu yaklaşımın etkinliği, hastanın psikolojik bozulma düzeyine bağlıdır. Borderline işlevsellikteki bir hasta, nötr bir yüz ifadesi karşısında o kadar kaygılanabilir ki, bu yapay ultra-nötrlük, hızlı bir şekilde bir destabilizasyona yol açabilir ve değerlendirme süreci yıpratıcı ya da imkânsız hale gelebilir. Genel olarak, ilk görüşmenin başında daha kolaylaştırıcı bir yaklaşım benimsemek ve yalnızca yavaş yavaş daha hale [reticent] hâle gelmek daha güvenlidir. Bazı analitik değerlendirme görüşmeleri birden fazla oturum sürer; bu bağlamda, riskli sayılabilecek bu yaklaşım, bazen ikinci görüşmede bilinçdışı malzemeye odaklanmayı uyarmak ve hastaya tedavinin nasıl olabileceğine dair bir fikir vermek amacıyla faydalı olabilir.

    Örnek: Park yeri bulma güçlüğü

    Diyelim ki hasta, odaya otururken park yeri bulmakta zorlandığını söyledi. Görüşmeyi yapan kişi şu şekilde yanıt verebilir:
    (a) Bölgedeki park sorununun gerçekten bir problem hâline geldiğini söyleyerek hem destekleyici hem de kibar bir müdahalede bulunabilir (destekleyici ve nazik bir müdahale);
    (b) Bu ifadeyi, hastanın kendi zorluklarını “park edebileceği” yani yerleştirebileceği yeterli terapötik alan olup olmadığına dair kaygısının bir yansıması olarak yorumlayabilir (gündelik konuşmanın bilinçdışı anlamına ani bir giriş);
    (c) Kardeş rekabetine ve hastanın rekabetçiliğine dair bir spekülasyon sunarak hayal gücü, yaratıcılık ve belki de oyunsuluk yaratmayı amaçlayan yorumlayıcı bir öneride bulunabilir;
    ya da (d) hiçbir şey söylemeyerek, yolların kalabalıklığıyla ilgili ortak bir şikâyet içine çekilmekten kaçınabilir ve bunun yerine hastanın iç dünyasına odaklanabilir (muhtemelen en sarsıcı müdahale!).

    Açış hamleleri

    Menninger (1958), bir kişinin yardım almak üzere terapiye gelmesinin örtük biçimde bir soru sormak anlamına geldiğini ve bu kişinin muhtemelen oldukça yoğun bir anksiyete içinde olduğunu öne sürer. Bu nedenle, ilk seansa başlamanın analistin sorumluluğunda olduğunu savunur. İnisiyatif [initiative], analiz süreci gerçek anlamda başladığında yeniden hastaya devredilecektir. Genel olarak, analist değerlendirme görüşmesinde, sonraki tedavi oturumlarına kıyasla çok daha aktif ve cesaretlendirici olmalıdır; ancak burada da hâlâ dikkatli bir denge gözetilmelidir: Hastanın içini dökmesini kolaylaştıracak ölçüde sıcaklık gösterilmeli, fakat aktarımı güçlendiren gerekli belirsizlik de bütünüyle yitirilmemelidir.

    Yararlı bir açılış sorusu, hastanın seansa gelirken ya da alınmayı beklerken ne düşündüğünü sormak olabilir. Bu soru, daha en başından itibaren analistin hastanın iç dünyasıyla ilgilendiğini gösterir ve hastaya, kaygılarını kabul edici bir atmosfer içinde ifade etme fırsatı sunar. Bundan sonrası içinse kesin kurallar yoktur; analist, tüm önemli alanları kapsayan ama bu alanların hangi sırayla ele alınacağını önceden belirlemeyen “esnek bir görüşme tekniği”ne [elastic interview technique] (Balint & Balint, 1971) ihtiyaç duyar.

    Sunulan sorun ve onun öncülleri

    Sunulan sorunun [problem] ve onun öncüllerinin [antecedent] net bir şekilde anlaşılması, özellikle hastanın neden tam da şu anda yardım aradığı sorusunun açıklığa kavuşturulması, büyük önem taşır (Malan, 1979). Hasta geçmişine -örneğin çocukluk travmalarına- geçmek için ne kadar istekli olursa olsun, görüşmenin bu kısmı asla atlanmamalıdır. Aşağıda da göreceğimiz gibi, sunulan sorunun dinamik olarak anlaşılması, psikodinamik formülasyonun üç ayağından biridir. “Doktorunuzdan sizinle ilgili biraz bilgi aldım ama en iyisi, sizi buraya yardım aramaya getiren şeyin ne olduğunu kendi kelimelerinizle anlatmanız olurdu,” gibi bir ifade görüşmenin başlamasını sağlar. Sorun uzun süredir devam ediyorsa -ki bu durum sık görülür- o zaman temel sorunun şu şekilde netleştirilmesi gerekir: “Neden şimdi?” Örneğin, bir kocanın terapiye gelme nedeni karısının “Yardım almazsan seni terk ederim” şeklindeki bir ültimatomuysa, bu durum mutlaka ortaya çıkmalıdır; çünkü ancak bu şekilde hastanın değişime yönelik motivasyonu yeterince değerlendirilebilir.

    Görüşme planı

    Analist, görüşmenin sonunda hastanın mevcut yaşam koşullarının ana hatlarını, aile geçmişini, psiko-seksüel geçmiş dâhil olmak üzere ayrıntılı gelişimsel öyküsünü, erken anılarını, önemli kayıp ve travma öyküsünü (cinsel istismar hakkında özel sorular dâhil), rüya yaşamını, ilgi ve yetenek alanlarını, değerlerini, stres ve destek kaynaklarını kapsayan temel bilgileri edinmiş olmak ister. Psikiyatrik yönler de -hastane yatış geçmişi, psikotrop ilaç kullanımı, intihar girişimleri, madde kullanımı ve depresif, obsesyonel ve psikotik fenomenler gibi “mental durum” özellikleri dâhil- ya tıp eğitimi almış psikoterapistler tarafından görüşmede ya da, analist tıbbi ya da psikiyatrik yeterliliğe sahip değilse, yönlendiren kişi tarafından ele alınmalıdır. Bu kadar kapsamlı bir listeyi serbest akan ilk görüşmede tamamlamak her zaman mümkün olmayabilir. Winnicott (1965), psikanalizi “uzatılmış bir öykü alma biçimi [extended form of historytaking]” olarak tanımlamış ve çok sayıda ayrıntının tedavi başladıktan sonra ortaya çıkacağını belirtmiştir. Görüşmeyi yapan kişi, hastanın psikiyatrik durumuna dair uygunluk konusunda emin olamıyorsa, ikinci bir değerlendirme görüşmesi gerekebilir. Göreceğimiz üzere, kapsamlı bir değerlendirme uzun vadede fayda sağlar ve ileride yaşanabilecek güçlüklerin önüne geçebilir.

    Görüşmenin psikodinamik bir “sondaj” olarak işlevi

    Değerlendirme görüşmesinin temel amaçlarından biri, hastanın bilinçdışını harekete geçirecek bir uyarıcı olarak işlev görmesidir. Terapi ortamı ile analistin kişiliği ve tarzı, başlı başına anksiyeteyi tetikler; bu da, doğru düzeyde destek ve mesafe ile ele alındığında, bilinçdışı tepkileri ortaya çıkarabilir. Görüşmeyi yapan kişi, hastanın fantezi dünyasına ulaşmak için doğrudan sorular sorabilir: en erken anıları, uykuya dalarken aklından geçenler, gündüz düşleri ve gizli arzuları (“Gerçekten ne olmasını isterdiniz?” gibi) ve elbette gerçek rüyaları (“Uykudayken olanlarla ilgili ne düşünüyorsunuz? [What do you think about while you are asleep?]” gibi). Amaç, en derin korkuların ve fantezilerin araştırılabileceği bir atmosfer yaratmak ve analistin “çağrışımsal özgürlük [associative freedom]” sağlamaya yönelik çabalarına hastanın verdiği tepkileri değerlendirmektir (Spence, Dahl & Jones, 1993).

    Terapötik müdahaleler: “deneme yorumu “

    Dikkatli dinleme her türlü psikoterapötik karşılaşmanın anahtarı olmakla birlikte, analist tamamen sessiz ya da pasif değildir. Müdahaleleri genellikle açık uçlu sorularla başlar (“Bana ailenizden biraz bahseder misiniz?”) ve ardından açıklamalarla devam eder (“Anne babanızın siz 11 yaşındayken ayrıldığını neredeyse gelişigüzel bir şekilde söylediniz; o zaman neler hissettiğinizi anlatabilir misiniz?”). Görüşmeyi yapan kişi, her zaman belirsiz ve genelleyici ifadeler yerine canlı, ayrıntılı anlatımları araştırır (örn., hasta: “Annem sıradan bir anneydi”; analist: “Bu sizin için nasıl bir şeydi, daha net bir resim çizebilmemiz için birkaç örnek verebilir misiniz?”) ve bu tür belirsizliğin muhtemel savunmacı yönlerine dikkat eder.

    Bir noktada analist, hastanın analitik potansiyelini uygun ağırlıkta bir zorlama [challenge], yüzleştirme [confrontation] ve/veya deneme yorumu [trial interpretation] aracılığıyla yoklamak isteyecektir. Bu müdahaleler, hastadan kendisi hakkında farklı bir şekilde düşünmesini istemek amacıyla sunulan psikanalitik bir hipoteze dayalı bir müdahale kümesidir. Bu tür müdahalelerin tonu ve zamanlaması çok önemlidir ve ancak makul bir terapötik ittifak kurulduktan sonra denenmelidir. Erken yapılırsa, yüzeyde kalır ve etki yaratmaz; incelikten yoksun biçimde sunulursa savunmacı bir tepkiyi tetikler ve terapötik bağı zayıflatır; içerik açısından fazlasıyla entelektüelse duygusal bir tepki uyandıramaz. Etkili olmaları için, oldukça kısa ve sade olmaları gerekir:

    • “Bugünkü randevunuza geç gelmiş olmanızın, gelmek konusunda karışık duygulara sahip olmanızla ilgili olabileceğini düşünüyor musunuz?”(yüzleştirme)
    • “Belki de şu an yaşadığınız depresyonla, kızınızın şu anda sizin ebeveynlerinizin ayrıldığı zamandaki yaşta olması arasında bir bağlantı vardır?”
    • “Acaba depresyonunuzun arkasında, annenizin aniden bir bebek dünyaya getirdiğinde hissettiğiniz öfkeye benzer bir öfke olabilir mi? O zaman artık onun sevgisinin tek nesnesi olmaktan çıkmıştınız.” (yorumlama)
    • “Belki de beni üvey babanız gibi, biraz mesafeli ve umursamaz, sizi sürekli eleştiren biri olarak görüyorsunuzdur.” (aktarım yorumu [transference interpretation])

    Bu müdahalelerin, hastanın itiraz etmesine, değiştirmesine, genişletmesine ya da onları daha derin bir anlatım için sıçrama tahtası olarak kullanmasına imkân tanıyacak ölçüde ihtiyatlı bir üslupla sunulmasının en etkili yaklaşım olduğunu unutmayın -Malan (1979) bu süreci “sıçrayarak ilerleme [leapfrogging]” olarak adlandırır.

    Seçenekler, karar, sözleşme

    Görüşmenin orta evresine ve özellikle de müdahalelere verilen yanıtlara dayanarak, analist iyi sonuçlarla pozitif ilişki içinde olan üç temel “süreç [process]” özelliğini arayacaktır: iyi bir ilişki veya çalışma ittifakı kurabilme yetisi, yorumlarla çalışabilme kapasitesi ve seans sırasında duygusal olarak tepki verebilme yetisi -yani korku, üzüntü ya da öfke gibi duyguların yüzeye çıkmasına izin verebilme.

    Görüşmenin sonunda analist, üzerinde durulan alanları özetleyecek ve hastayla birlikte bu görüşmeyi değerlendirerek bir sonuca varmaya çalışacaktır: “Seansın sonuna yaklaşıyoruz, sanırım buradan sonra ne yapacağımıza karar vermek için birkaç dakikamızı ayırmalıyız”, “Bu şekilde çalışmanın size yardımcı olabileceğini düşünüyor musunuz?”, “Bu, beklediğiniz türden bir şey miydi?” Psikanalizin mevcut tek psikoterapi biçimi olduğu dönemlerde karar oldukça basitti -tedavi edilecek mi, edilmeyecek mi? Günümüzde ise psikanaliz, birçok terapi seçeneğinden yalnızca biridir ve değerlendirilenlerin yalnızca küçük bir yüzdesi haftada beş seanslık tam psikanalize yönlendirilir. 1980’lerde Birleşik Krallık’ta değerlendirme görüşmelerinin duayeni olarak kabul edilen Coltart (1987), kendisine başvuranların yalnızca %5’inin tam psikanalizi tercih ettiğini bildirmiştir. Günümüzde çoğu analist, hastayı mevcut terapi olanakları hakkında bilgilendirmenin, bu seçeneklerin avantaj ve dezavantajlarını birlikte tartışmanın iyi bir uygulama olduğuna inanır. Analist, ardından, hastanın kişisel ve maddi kaynakları ile gerçekçi olarak neyin mümkün olduğu göz önünde bulundurularak, mevcut durumda en iyi yatırımın ne olacağına dair görüşünü açıkça ifade etmelidir. Eğer değerlendirmeyi yapan analist hastayı kendisi almayı planlıyorsa, bu noktada ücretler, haftada kaç kez görüşüleceği, analizin muhtemel süresi, tatil düzenlemeleri gibi pratik konular da mutlaka ele alınmalıdır.

    Genel olarak, bir değerlendirme görüşmesini takiben bir düşünme süreci yaşanması hiç de kötü bir şey değildir: her iki taraf da hemen karar vermemekte hemfikir olabilir. Hasta, karar üzerinde düşünmek ve bunu ailesiyle tartışmak isteyebilir; analist ve hasta, daha uzun bir değerlendirme süreci ya da bir “terapi denemesi [trial of therapy]” (Peterson, 2012) için tekrar görüşmeleri gerektiği sonucuna varabilirler; ya da değerlendirici, eğer hastayı kendisi alamayacaksa, uygun boşlukları meslektaşlarıyla görüşmek durumunda kalabilir.

    Psikodinamik formülasyon

    Görüşme ilerledikçe ya da analist hasta hakkında daha önceden bir şeyler biliyorsa, hastanın zorluklarının doğasına dair hipotezler ve fikirler analistin zihninde şekillenmeye başlar. Strachey’nin (1934) yorum üzerine yazdığı öncü makalesinden bu yana, psikodinamik kavrayış, ilişkisel terimlerle üçlü bir formülasyon çerçevesinde ele alınmıştır: (a) mevcut zorluk [dış dünyadaki veya “şimdi-orada”ki], (b) aktarım durumu [terapi odasındaki veya “şimdi-burada”ki] ve (c) çocukluk veya bebeklik dönemine ait [“o gün-orada”ki] çatışma ya da yoksunluk dizgesi. Bu, Malan’ın (1979) “Kişi Üçgeni”dir [Triangle of Person] -yakın bir diğeri, analist ve ebeveyn(ler) (bkz. Bölüm 8).

    Örnek: Her şeyi yapabilen adam

    John, kırklı yaşlarının ortasında dinç bir adamdı ve hayatında ilk kez, tamamen beklenmedik bir şekilde, işinin üstesinden gelemeyeceğini hissettiği için yardım arayışına girmişti. Yirmili yaşlarının başından itibaren kendi işini kurmuş, başarılı bir inşaat ve geliştirme firması yürütmüş, toplumda saygı gören, mutlu bir evliliği olan, başarılı çocuklara sahip ve çeşitli sportif ilgi alanları bulunan biriydi. Ancak aniden kendini yorgun ve asabi hissetmeye başlamıştı; kayıtsız ama aynı zamanda her ayrıntı için endişeliydi ve düzgün uyuyamıyordu. Her şeyi geride bırakmak istiyor ve zaman zaman intihar düşünceleri yaşıyordu. Antidepresanlar yalnızca çok az yardımcı olmuştu. Bu depresyonun doğrudan tetikleyicisi, oğlunun direksiyonda olduğu sırada, sağa dönmek için beklerken arkadan gelen bir aracın kendilerine çarpmasıyla yaşanan küçük bir trafik kazasıydı. John sarsılmıştı ama başka bir fiziksel travma yaşamamıştı.

    Anne babası sorulduğunda, annesinin geçen yıl öldüğünü oldukça küçümseyici bir şekilde dile getirdi, ancak bunun bir önemi olmadığını çünkü annesinden hoşlanmadığını ve zaten onun Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayıp “doğal vatandaş” olduğunu söyledi. John tek çocuktu; anne babasının o daha bebekken ayrıldıkları ortaya çıktı ve kendisini hiç çocukları olmayan dayısı ve yengesi büyütmüştü. Dayısı ve yengesi ona çok düşkünmüş, hem evde hem de okulda herkesin gözdesi olmuştu: “Tek sorun, annem ya da babam ziyarete geldiğinde ortaya çıkardı; her şeyi alt üst ederlerdi.”

    Görüşme ilerledikçe analist, bu güçlü adamla sanki fiziksel olarak boğuşuyormuş gibi neredeyse bedensel bir duyum yaşamaya başladı. Sanki güreşiyorlarmış gibiydi. Analist, bu noktada kararlı ve otoriter olmanın çok önemli olduğunu hissetti. Örneğin, John, kendisini bir psikanaliz hastası adayı olarak bulmaktan açıkça afallamıştı, çünkü bu durum, onun kendisine dair sahip olduğu -kendi kendine yeten, güçlü ve dengeli- imajla hiç uyuşmuyordu. Normalde (kendi deyimiyle) “psikolojik işler”le ilgilenmeyi hiçbir şekilde hayal bile etmezdi.

    Hinshelwood’un (1991) sözünü ettiği “maksimum acı noktasını [point of maximum pain]” hissederek analist, John’un çocukken anne babasının ayrılığının yarattığı mutsuzluk ve kendi çaresiz konumu karşısında, kendini güçlü ve bağımsız hissetmeye dayalı bir her şeye kadirlik [omnipotens] savunması geliştirdiğini fark etti. Geçirdiği küçük trafik kazası ve annesinin ölümü, onu yeniden bu potansiyel olarak tehlikeli kırılganlık duygularıyla karşı karşıya bırakmıştı. John bu duygularla, her zamanki tarzıyla, mücadele ederek baş etmeye çalışıyordu ancak bu kez aslında kendisiyle savaşıyordu.

    Analist, karşıaktarımlarından yola çıkarak, John’un yardım istemekten duyduğu utancı ve aralarındaki mücadeleyi, “Sen benim gerçek babam değilsin” diyen küçük bir çocuğun, zayıf ama iyi bir figür olarak algıladığı amcasına yönelik tepkisine benzetti. Bu zafer dolu ödipal kendini yüceltme hali artık elinden kayıp gitmekteydi. Analist şöyle dedi:

    “Hayatınız boyunca güçlü ve kuvvetli hissetmek, kendi kendinizin koruyucusu olmak sizin için çok önemli olmuş. Küçük bir çocukken, güç alabileceğiniz bir babanız yoktu. Eksik olan annenizin yokluğu karşısındaki üzüntünüzi ifade edemediniz. Sanki geçirdiğiniz kaza, içinizde hep gizli tuttuğunuz zayıf ve kırılgan oğul-baba yanınıız ortaya çıkardı. Benim gibi birine danışmak, sizin için bir şekilde utanç verici gibi görünüyor; tıpkı amcanıza çok değer vermemiş olmanız gibi.” Bu noktada hasta gevşedi, ilk kez gözyaşı dökerek cinsel ve mecazi anlamda yaşadığı iktidarsızlıktan söz etti ve kendinden, özellikle de öfke patlamalarından ne kadar utandığını anlattı. Bu temas, analiz için bir deneme süreci başlatma konusunda bir uzlaşmaya zemin hazırladı.

    Analistin yorumu, geçmiş ilişkiyi (olmayan baba/”zayıf” amca), mevcut zorluğu (oğlunun “şiddeti” ve bunun baba olarak kendisine etkisi) ve aktarımı (analistle güreşme) bir araya getiren “Kişi Üçgeni”ne dayanmaktaydı. Aynı zamanda bu durum, Malan’ın (1979) “Savunma Üçgeni”ni [Triangle of Defence] de örneklemektedir: anksiyete, savunma ve “gizli dürtü”. John’un anksiyetesi, gücünü ve canlılığını kaybetme korkusuydu; savunması ise çalışmak, savaşmak, iradesini kaba kuvvetle dayatmaktı -bu stratejiler narsisizm ve omnipotansla renklenmişti; gizli dürtüsü ise, güvenebileceği biri tarafından kapsanmak, korunmak ve beslenmek yönündeki arzusuydu.

    Dinamik bir düzeye ulaşmak, Malan’ınki gibi bir formülü uygulamakla ve ardından otomatik olarak uygun yorumu elde etmekle sınırlı bir mesele değildir. Değerlendirici kişi yalnızca hastanın direnciyle değil, kendi direnciyle de mücadele etmek zorundadır. Aşağıda, bir analitik terapistin bu durumu ifade etme çabasına yer verilmiştir:

    …sıklıkla, hastayı oldukça konforlu bir öykü alma düzeyinden bilinçdışı alanına taşımam gerektiğinde içimde neredeyse fiziksel bir isteksizlik hissiyle karşılaşıyorum. Neden doktor-hasta dengesini bozayım? Neden hastayı rahatsız etme ya da hatta onu karşıma alma riskini göze alayım? Ve en önemlisi, bunu en iyi nasıl yaparım? Çoğu zaman, anahtar karşıaktarımdadır; genellikle duygusal bir yanıt biçiminde ortaya çıkar. Gözlerimin arkasında bir yanma hissediyorsam, muhtemelen hasta bir yas halindedir; eğer sinirli hissediyorsam, hasta bastırılmış bir öfke patlamasının eşiğindedir; eğer sıkılmış ve kopuk hissediyorsam, belki de çocukken kendisine hiç odaklanılmamıştır. Hastanın varlığı ve anlattığı hikâyenin bende uyandırdığı her türlü duyum ve fanteziyi müdahalelerimi şekillendirmek için kullanmalıyım; böylece onu -ne kadar kısa bir an için olsa da- durağan ve savunmalı hâlinden duyguların akışkanlığına taşıyabilmeliyim.

    (Holmes, 1995, s. 26)

    Psikanalizde tanı şemaları

    Günümüz psikanalizinin çok dilli [polyglot] doğası, standart bir tanısal şema [diagnostic schema] oluşturmayı güçleştirir. Ancak psikanalitik tedavinin amaçlarından biri, kişilik işlevini bütünleştirerek etkili ve yapıcı ilişkileri desteklemek ve yaşam stresine karşı daha fazla dayanıklılık kazandırmak olduğundan, psikanalistler için mevcut psikiyatrik sınıflamalardan daha klinik olarak anlamlı bir şekilde kişilik işlevini değerlendirmeye yönelik girişimlerde bulunulmuştur. Westen ve Shedler (2007), kişilik patolojisini ölçmek amacıyla Shedler-Westen Değerlendirme Prosedürü (SWAP)’ı geliştirmiştir. Bu prosedür, psikanalitik klinik süreci özellikle vurgular; çünkü değerlendirme sırasında hastanın bir şeyi nasıl anlattığı, klinisyenle nasıl ilişki kurduğu ve klinisyende uyandırdığı karşıaktarımsal tepkiler dikkate alınır. Bu yaklaşım, bireyin dinamik çatışma-savunma örüntüsünü ortaya koyan ve tedavide odak noktası olarak kullanılabilecek klinik olarak anlamlı bir formülasyon üretir.

    Kernberg (1975), kişilik yapılanmasının düzeylerini tanımlar; bu tanımlamada dinamik kuramdan türetilmiş ilkel (pre-ödipal) işleyiş ile olgun (ödipal) işleyiş arasındaki ayrım temel alınır. Kernberg, nevrotik, sınır (borderline) ve psikotik yapıları tanımlayarak, bu yapıların psikanalitik tedaviye olan yanıt düzeyini yansıttığını öne sürer: psikotik yapı en ağır ve en az yanıt veren; nevrotik yapı ise en az ağır ve en çok yanıt veren yapı olarak değerlendirilir (Lowyck, Luyten, Verhaest, Vandeneede & Vermote, 2013; McWilliams, 2011). Kernberg’in geliştirdiği “yapısal görüşme [structural interview]” şu alanları değerlendirmeyi hedefler: kimlik bütünlüğü, savunmaların doğası, nesne ilişkilerinin niteliği ve kendilik-öteki temsilleri, kişinin kendini gözlem kapasitesi, içsel çatışmalar, tipik aktarım ve karşıaktarım süreçleri (Horz-Sagstetter ve ark., 2018). Bu görüşme, kişilik organizasyonunu dinamik bir perspektiften değerlendirmeyi amaçlayan kapsamlı bir klinik araçtır.

    Psikodinamik Tanı Kılavuzu (PTK) [Psychodynamic Diagnostic Manual (PDM)] (Lingiardi & McWilliams, 2017) ile Ölçümlü Psikodinamik Tanı (ÖPT) [Operationalized Psychodynamic Diagnosis (OPD)] (OPD TaskForce, 2008), psikanaliz ve psikanalitik psikoterapi için tedavi planlamasını destekleme amacı taşıyan yaklaşımlardır. Her iki sistem de: bireyin kişilik örüntülerini [personality pattern] tanımlamayı, çatışmalar [conflict], savunmalar [defence], özdüzenleme [self-regulation] ve özdüşünüm [self-reflection], semptom örüntülerini tanımlama [define symptom pattern] gibi zihinsel işleyiş alanlarında ayrıntı elde etmeyi hedefler. Bu standartlaştırılmış değerlendirme yöntemlerini kullanan araştırmalar henüz sınırlıdır ve uygulamada bu sistemlerin gündelik klinik pratiğe girmesi zordur, çünkü oldukça zahmetli ve zaman alıcıdırlar. Buna rağmen, bu yaklaşımlar psikanalizin sadece klinik bilgiye dayalı bir uygulama olmaktan çıkarak, daha ampirik (deneysel ve ölçülebilir) bir yönelim benimsemesine katkı sağlar. Yine de bu geçiş, psikanalitik zihinsel işleyiş anlayışıyla uyumlu bir çerçevede kalmayı sürdürmektedir.

    Psikanalitik “tanı [diagnosis]” kaçınılmaz olarak öznel ve kişiye özgüdür; hem hastanın sunduğu özgün problemlere, hem de analistin tarzı, önkabulleri ve yaratıcılığına göre şekillenir. Bu durum, araştırmacılar açısından zorlayıcı ve sınırlayıcı olabilir; ancak klinik ve varoluşsal gerçekliği yansıttığı kabul edilir. Yukarıda betimlenen vaka farklı bir değerlendirici tarafından farklı şekilde formüle edilebilirdi (Perry, Cooper, & Michels, 1987): Kleinyen bir formülasyon, saldırganlığa çok daha fazla vurgu yapabilir; kazayı, John’un ilkel ve bölünmüş yıkıcılığının, onu tutamayan terk edici annesi bağlamında dışavurumu olarak görebilir; depresyonu ise cezalandırıcı ve intikamcı bir süperegonun tezahürü olarak değerlendirebilir. Kendilik psikolojisi [self-psychology] perspektifi, aktarım içindeki aynalanma [mirroring] unsurlarına odaklanabilirdi; terapistin hissettiği omnipotens çağrışımları, John’un tutarlı ve besleyici bir kendiliknesnesinden [self-object] yoksun olduğu koşullarda başvurduğu savunmalarla paralel değerlendirilebilirdi. Ancak tüm bu yaklaşımlar, farklı psikanalitik geleneklerin kendine özgü dil ve kavramsallaştırmalarıyla ifade edilse de, birbirine benzer dinamik temalar içerir. Bu da, psikanalitik düşüncenin çok sesliliği içinde ortak anlayış alanlarının varlığını gösterir.

    Sınıflandırmadaki zorluklara rağmen, çoğu psikanalist tanı koyma amacıyla hastayı anlamak, sorunun ciddiyetini değerlendirmek, tedaviye yön vermek ve prognoz öngörüsü yapmak için bir tür gelişimsel şema [developmental schema] kullanır (bkz. Bölüm 3). Psikolojik işlev bozukluğunun derecesini gösteren çeşitli göstergeler göz önünde bulundurulur. Bazı klinisyenler, tedavide karşılaşılabilecek muhtemel güçlükleri öngörmek için, ödipal (üç kişili, daha hafif, nevrotik) zorluklarla pre-ödipal (iki kişili, daha ağır, borderline ve narsistik) problemler arasında bir ayrım yapar. Ancak uygulamada, bir hastanın hangi düzeyde işlediğini belirlemek ya da esas sorunun bir eksiklik [deficit] mi yoksa bir çatışma [conflict] mı olduğunu ayırt etmek her zaman kolay değildir. Örneğin John’un genel uyum düzeyi açıkça nevrotikti (yani üç kişili): istikrarlı bir evliliği, düzenli bir işi ve olgunluk düzeyi vardı. Ancak yaşadığı hastalık, onun çocukluktan beri bastırdığı pre-ödipal, narsistik temaları su yüzüne çıkardı. Ebeveynleri tarafından terk edilmiş olması, onda bir eksiklik yaratmıştı; ama aktarımda ortaya çıkan duygulanım bir çatışmaya işaret ediyordu: eksiklik yüzünden öfkeliydi. Bu durum, bir hastanın nevrotik görünmesine rağmen, daha derin düzeyde erken gelişimsel yaralanmalar taşıyabileceğini gösterir. Özellikle narsistik veya borderline örüntüler, görünürdeki sağlıklı işleyişin altında kendini açığa çıkarabilir.

    Ego psikolojisi [ego psychology], gelişimsel düzeyi değerlendirmek için savunmaların olgunluk derecesini temel alır. Vaillant’ın (1986) savunma hiyerarşisi –ilkel [primitive] (örneğin, bölme [splitting]), olgunlaşmamış [immature] (örneğin, “eyleme dökme [acting out]”), nevrotik [neurotic] (örneğin, obsesyonellik [obsessionality]) ve olgun [mature] (örneğin, mizah [humour]) savunmalar- bu konuda faydalı bir çerçeve sunar (bkz. Bölüm 4). Zetzel (1968), “analiz edilebilirlik [analysability]” kavramının özünü; güven düzeyleri, kayıpla baş etme kapasitesi ve iç ve dış gerçeklik ayrımını yapabilme yetisi üzerinden anlamaya çalışır. Gelişimsel bir spektrumun bir ucunda, gerçeklikle teması sağlam olan fakat ödipal arzularını bastıran ve bu nedenle arzularında ketlenmeler yaşayan “iyi histerik [good hysteric]” yer alır (ki Zetzel bu kişiyi -hatalı biçimde- kadın olarak varsayar). Spektrumun diğer ucunda ise, ilişkileri yüzeysel olan ve bir erkekle doyum sağlayacak bir birliktelik arayışının ardında aslında sürekli besleyici bir meme arzulayan “sözde iyi histerik [so-called good hysteric] bulunur. Bu ayrım, hem savunma yapılarını hem de içsel nesne ilişkilerini temel alarak bir hastanın analiz edilebilirliğini değerlendirme girişimidir.

    Kernberg’ün (1984) Kleinyen nesne ilişkileri temelli tanısal şeması, iki temel gelişimsel görevi merkeze alır: saldırganlığın ehlileştirilmesi [taming of aggression] ve duygusal bütün nesne sürekliliğinin sağlanması [achievement of emotional whole-object constancy]. Ağır narsisistik bozukluklara sahip bireyler ne saldırgan ve genital dürtülerini kontrol altına alabilirler ne de bölme savunmasını aşabilirler. Bu tür vakalar genellikle klasik psikanalize uygun değildir; ancak modifiye edilmiş psikanalitik müdahalelere yanıt verebilirler (Stern, Diamond ve Yeomans, 2017). Kernberg’ün orta düzey narsisizm modelinde birey, “kısmi nesne [“part-object]” ilişkileri tarafından denetimsizce yönlendirilir; yani bütün insanlara bir meme, bir penis ya da bir tuvalet gibi işlevsel nesneler olarak davranır. Borderline durumlarda nesne bütündür [whole: yani, meme, penis veya tuvalet değil, bir insansır], ancak istikrarsızdır [unstable] ve yeterince bütünleştirilmemiştir [integrated]; bu nedenle sırayla idealize edilir ve aşağılanır. Nevrotik [neurotic] bireyler, istikrarlı ve bütünleşmiş ilişkilere sahiptirler ancak genital [genitally] konusunda ketlenmişlerdir. Olgun [mature] (başarılı bir şekilde analiz edilmiş ?!) birey, genitalliği sevgi dolu bir ilişki içerisinde bütünleştirebilir ve saldırganlığı uygun biçimde yönlendirebilir; bunu yaparken de başkalarını bütün kişiler olarak görmeye ve onlarla bu düzeyde ilişki kurmaya devam edebilir. Kernberg’in bu şeması faydalı olmakla birlikte, onun örtük bir etik/ahlaki şema içerdiği ve bunun yarı-bilimsel ve nesnel bir sınıflandırmaya dönüştürüldüğü not edilmelidir.

    Psikanalize uygun hastaların seçilmesi

    Yukarıda anlatılanların ima ettiği üzere, bir kişinin psikanalize “uygun [suitable]” olup olmadığını belirleyecek basit bir formül yoktur; ancak tanısal şemalar, olası sakıncalara işaret etmek ve yardımcı olabilecek teknik yaklaşımları önermek açısından yararlıdır. Karar her zaman bağlamsal [contextual] olacaktır; yani analist ile hasta arasındaki ilişkiye ve onların karşılıklı koşullarına bağlıdır. Eğer bir psikodinamik yatılı ya da gündüz hasta tedavi ortamı mevcutsa, özel muayenehane uygulamalarına kıyasla daha akut hastalar psikanalitik olarak tedavi edilebilir. Bağlamsal bir başka boyut da yaştır. Freud (Jung’un aksine), 40 yaşın üzerindeki bireyler için analiz yapılmasına karşı uyarıda bulunmuştur; bu kişilerin değişim için gerekli zihinsel esnekliğe sahip olmadığını düşünmüştür -ki bu oldukça ilginçtir, çünkü Freud psikanalizi ancak kendisi kırklı yaşlarına geldikten sonra icat etmiştir. Günümüzde yaşlı bireylerin de başarılı bir şekilde tedavi edilebildiği açıktır (Couve, 2007; Valenstein, 2000); dahası, psikanalitik vakaların giderek artan bir oranı bu yaş grubundan gelmektedir -ki bunun nedeni kısmen bu bireylerin bu denli pahalı ve yoğun bir tedaviyi karşılayabilecek durumda olmalarıdır. Özetle, “analize uygunluk [analysability]” nesnel bir ölçüt değildir; etkileşimsel ve hatta sosyolojik bir fenomendir.

    Thomä ve Kächele (1987), Freud’un (1905b) bu konuyla ilgili olarak yaptığı iki görünüşte çelişkili ifadeyi karşılaştırırlar (italikler bize aittir):

    Tam anlamıyla emin olmak için, hasta seçimimizi normal zihinsel duruma sahip olanlarla sınırlamalıyız; çünkü psikanalitik yöntemde bu durum, nevrotik belirtiler üzerinde denetim sağlamak için bir dayanak noktası olarak kullanılır.

    (Freud, 1905b, s. 263)

    Ama:

    Psikanalitik terapi, varoluşa kalıcı olarak elverişsiz olan hastaların tedavisi yoluyla ve onlar için yaratılmıştır.

    (Freud, 1905b, s. 262)

    Thomä ve Kächele, Freud’un iki çelişkili gibi görünen ifadesini şu veciz sözle uzlaştırırlar: “Yeterince hasta ki ihtiyaç duysun, yeterince sağlıklı ki dayanabilsin.” Farklı yazarlar tarafından listelenen dahil etme ve hariç tutma kriterleri, değerlendiricinin bir yandan hastalık [illness] ve ihtiyaç [need], diğer yandan ise sağlıklı sağlamlık [healthy robustness] arasında denge bulmasına rehberlik eder. “Aktarım nevrozu [transference neurosis]” kavramı, bu gerekliliğin özünü yakalar: Eğer psikanaliz başarılı olacaksa, hastalık hem ortaya çıkmalı hem de terapötik ittifak içinde tutulabilmelidir. Burada Malan’ın (1979) “artan rahatsızlık yasası [law of increased disturbance]” da geçerlidir: Tedavi sürecinde, hasta muhtemelen işlevselliğinin en bozulmuş düzeyini sergileyecektir. Winnicott’tan esinlenen Casement (1985), bunu hastanın ilk travmasını “her şeye kadirlik alanına [within the area of omnipotence]” getirmesi için gerekli bir süreç olarak görür.

    Psikanalize elverişli veya elverişsiz faktörler üç başlık altında toplanabilir: geçmiş öyküden elde edilen kanıtlar, görüşmenin içeriği ve hastanın kendisi hakkında konuşma tarzı ve yaklaşımı (Malan, 1979; Tyson & Sandler, 1971). En az bir iyi ilişki öyküsü (Erikson’un [1963] “temel güven [basic trust]” kavramına işaret eder) ve bazı olumlu başarı örnekleri teşvik edici olarak değerlendirilir. Bağımlılık, düşük hayal kırıklığı toleransını düşündüren ciddi yıkıcı ya da kendine zarar verici davranışlar; stres karşısında uzun süren psikotik çöküntü öyküsü; ya da yerleşik somatizasyon (eşlik eden “ikincil kazanç [secondary gain]” ile birlikte) değiştirilmemiş [temel] psikanaliz için göreceli kontrendikasyonlar olarak kabul edilir. Ağır obsesif nevroz vakaları başlangıçta psikanalitik olarak tedavi edilebilir kabul edilse de (Freud, 1909), bu hastalar günümüzde en iyi şekilde ilaç ve bilişsel davranışçı terapinin bir kombinasyonu ile tedavi edilir. Ancak obsesif kişilik yapıları, psikanalitik tedavide sık karşılaşılan hasta gruplarındandır. Semptomlara yönelik etkili tedavi seçeneklerinin (bilişsel davranışçı ve farmakolojik) mevcut olması nedeniyle, psikanalize alınan hastaların önemli bir kısmında karakter bozukluğu (kişilerarası ilişkilerde sürekli sorunlara yol açan ve zaman zaman depresyon ya da anksiyete gibi bozukluklara neden olan kalıcı yapısal özellikler) bulunma olasılığı yüksektir. Bu kendine zarar veren ya da yıkıcı örüntülerin değişmesi, yalnızca semptomatik tedaviyle mümkün değildir; dolayısıyla bu vakalar psikanalitik yaklaşıma daha uygun olabilir.

    Daha önce tartıştığımız gibi, görüşme içeriğindeki temel özellikler, hastanın çalışma ittifakı kurma kapasitesi ve deneme yorumlarına duygusal tepkisidir. Hastanın anlatı tarzı, onun ne kadar “psikolojik zihinlilik sahibi” ya da “erişilebilir” olduğunu ortaya koyar; bu terimler, bir dizi psikolojik işlevi özetler: kendini dışarıdan görebilme kapasitesi (Sandler, 1992), iç dünyası üzerine düşünebilme yetisi (Coltart, 1986), psişik acıya tahammül edebilme, egonun hizmetinde gerileyebilme (Kris, 1956), “otobiyografik yeterlilik” (Holmes, 1992), “düşünce akışkanlığı” (Limentani, 1972), öz-düşünümsel işlev ve zihinselleştirme (Bateman & Fonagy, 2019).

    Son olarak, belirsiz ve zor tanımlanabilir bir boyut olan motivasyon [motivation] muhtemelen belirleyici önemdedir. Tedaviyi kendiliğinden arayan, buna güçlü bir şekilde ihtiyaç duyan, bu süreç için çaba harcamaya istekli olan ve hem sürece hem de analistine olumlu bakan bir hasta, büyük olasılıkla iyi sonuçlar alır; zorlukların üstesinden gelir, fedakârlık yapar ve regresyonlarla baş edebilir. Belki de Freud’un (1912), hastanın iyi bir “ahlaki gelişim”e [ethical development] sahip olması gerektiğinden bahsederken kastettiği budur. Symington’ın (1993) sözünü ettiği, narsistin “içsel sabotajcısını [internal saboteur]” dengeleyen temel bir iyilik kıvılcığı da bu olabilir. Bu noktada, analist, nevrozun karanlık manzarasıyla yan yana var olan o sağlığa yöneliş güdüsünün koruyucusu ve savunucusudur; sınıflandırmaya direnen ama başarılı bir terapötik ilişkinin özünü oluşturan umut verici bir olasılıktır bu.

    Kaynak:

    Okuduğunuz metin Introduction to Psychoanalysis: Contemporary Theory and Practice kitabının 7. bölümünün çevirisidir. Kitabın tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

  • Giriş: Freud Öldü mü?

    Okuyacağınız metin Introduction to the Practice of Psychoanalytic Psychotherapy‘nin Giriş (1) bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bu kitabın 2003 yılında yazılan ilk baskısı “Freud öldü” gibi kışkırtıcı bir başlıkla başlıyordu. Aradan geçen on yıldan fazla sürenin ardından, şimdi bunu bir soru olarak yeniden gündeme getiriyorum. Bunun nedeni, ilk baskıdan bu yana, psikanaliz alanında birçok gelişmeye tanıklık etmiş olmamızdır; bu gelişmeler büyük ölçüde, günümüz uygulayıcılarının geçmişe olan daha katı bağları gevşetmeye başladığını ve böylece Freud’un, yeni gelişmelere ilham veren bir kaynak haline gelmesine -meydan okunmasına direnen bir son nokta olmaktan ziyade- imkân tanıdığını göstermektedir.

    Bu gelişmeler, diğer alanlarda tanık olduğumuz kadar hızlı olmasa da ve disiplinin bütünü, ampirik araştırma temeli açısından önemli ölçüde geride kalsa da, nöropsikanaliz alanındaki gelişmeler, psikoterapi sonuç araştırmalarının giderek artan hacmi ve psikanalizin çok daha geniş bir hasta grubuna uygulanmasındaki yaygınlaşma, psikanalize yeni bir soluk kazandırmıştır. Başka bir deyişle, Freud hâlâ hayatta ve dimdik ayakta, ancak bu kez divanın [couch] ötesine uzanan değişen bir manzara içinde. Psikanalizle kuramsal olarak ve kamusal ruh sağlığı hizmetlerinde, onun fikir ve tekniklerini uygulamaya çalışarak geçirdiğim 25 yılın ardından, bu alanla ilk baskıyı yazdığım zamankinden bile daha büyük bir tutkuyla ilgileniyorum.

    Her ne kadar başka terapötik modalitelerde eğitim almış ve bunlardan yararlanıyor olsam da, klinik çalışmalarıma en çok sürdürülebilirlik kazandıran yaklaşım olduğu için dönüp dolaşıp yeniden psikanalize geliyorum. Yine de psikanalitik kuram ve uygulamanın bazı yönleriyle mücadele etmeye devam ediyorum. Daha da önemlisi, eleştirilerim psikanalitik kurumlarda hâlâ fazlasıyla yaygın olan içe dönük tutum ve kabileci zihniyete yöneliktir. Psikanalitik dünyada farklı psikanaliz ekollerini destekleyenler arasında süregelen bölünmeler, psikanalizin zihin bilimleri arasında hak ettiği güçlü varlığını sürdürmesine pek yardımcı olmamaktadır. Farklı düşünen sesleri ya da görüş ayrılıklarını bastırmak gibi bir niyetim olmadığını açıkça belirtmek isterim: bunlar fikirlerin evrimi için hayati önemdedir. Farklılık, kendi başına bir değer yargısı değildir; yalnızca vardır. Algılanan bir farklılıkla zihnimizde ne yaptığımız ise bambaşka bir meseledir. Psikanalizin, karşılaştırmalı olarak oldukça yakın zamanlara kadar bağlanma kuramını ihmal etmesi, ön yargıların akılcı tartışmalardan daha etkili biçimde, psikanalizle son derece ilgili bir kuram bütününü dışarıda bırakmasının pek çok örneğinden sadece biridir.

    En iyi bilim insanları, gerçeği ararken bu arayışta yeterince ironik olabilen ve köşeyi döndüğümüzde teorilerini daha ileriye taşıyacak ya da belki de çürütecek başka bir bilim insanının mutlaka çıkacağını fark edebilenlerdir. Ancak bilgi arayışında olanların, bu arayışa tutkuyla sarılması da belki gereklidir. Tutku bir suç değildir; her ne kadar bazen bizi çıkmaz sokaklara sürükleyebilse de. Nitekim Freud’un kendisi de arzunun tehlikelerine dikkat çekmiştir. Freud da elbette, geriye dönüp baktığımızda, yüz yıllık bir perspektifle artık çok da yararlı olmadığını söyleyebileceğimiz bazı kuramsal çıkmazlara girmiştir. Ancak psikanalitik “bebeği” banyo suyuyla birlikte dışarı atarsak, bundan kaybedecek olan yalnızca biz oluruz. Çünkü psikanaliz, diğer tüm psikolojik kuramlardan daha fazla, hem arzumuza [desire] hem de yıkıcılığımıza [destructiveness] doğrudan odaklanarak bizi en derinden kavrayan yaklaşımdır.

    Bu kitaptaki amacım, psikanalizin bir kuram ya da kurum olarak sorunlu yönleri üzerinde fazlaca durmak değil; daha ziyade klinisyen olarak yaptığım çalışmaları zenginleştiren analitik kavrayışları paylaşmaktır. Burada esas olarak korunması gereken şey, Freud’un ortaya koyduğu cevaplar değil, onun çabasının ruhudur: insanın karanlık yanıyla yüzleşmeye gönüllülüğü ve rahatsız edici sorular sorma cesareti. Freud’un ruhunu canlı tutmanın tek yolu, onun geliştirdiği sorgulama yöntemi olan analizden faydalanarak gözlemlerini daha ileriye taşımaktır -ancak bunu yaparken diğer araştırma yöntemlerinden, örneğin ampirik araştırmalardan, fobik bir şekilde kaçınmaksızın. Eğer psikanaliz dışsal eleştiriler karşısında ayakta kalacaksa, onu savunanların da ona eleştirel bir yaklaşımla yaklaşmaları gerekir. Psikanaliz, eleştirilerimizi tolere edebilir; tabii bu eleştiriler, bilinçdışı düzeyde psikanalizin o an bizde temsil ettiği şeye yönelmiş yıkıcı saldırılar değilse. Zira böyle bir durumda, en azından zihinlerimizde, onu bizatihi kendimiz yok etmiş oluruz.

    Kişisel tutkum ve iyimserliğime rağmen, psikanalizin her zamankinden daha fazla saldırı altında olduğu konusunda hiçbir kuşku yok. Psikanalitik yaklaşımlara yönelik açık eleştiriler büyük ölçüde aynı kalmıştır: Çağdaş toplumla bağının kopuk olduğu, yalnızca seçkin entelektüel bir azınlığa hitap ettiği, bireyi toplumun genel ihtiyaçlarının önüne koyduğu ve bir tedavi yöntemi olarak uzun, yoğun, pahalı olduğu ve etkinliğine dair kanıt temelli bir dayanağının bulunmadığı yönünde. Gerçekten de, Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) bünyesinde psikanalitik hizmetlerin eşi görülmemiş düzeyde tasfiye edilmesi söz konusu olmuştur; bu, maliyet tasarrufu gerekçesiyle yapılmıştır ve psikanalizin bir tedavi yöntemi olarak konumu dünya genelinde benzer şekilde tehdit altındadır.

    Bu eleştirilerin bazılarını çürütmek zordur. Psikanaliz ile ampirik araştırmalar her zaman pek de uyumlu bir ikili olmamıştır. Bunun sonucunda, psikanaliz ve uygulamaları, egemen bilimsel paradigmaların gerekliliklerini karşılayan bir kanıt temeli geliştirme konusunda yavaş kalmıştır; bunun yerine, bu paradigmaların geçerliliğini ve uygulanabilirliğini sorgulamayı tercih etmiştir. Her ne kadar psikanalitik araştırmalar günümüzde artık devam ediyor olsa da (bkz. 1. Bölüm), bu tür bir entegrasyon hâlâ rutin bir uygulama haline gelmiş değildir.

    Analitik uygulayıcılar olarak, kamusal alanlarda yürüttüğümüz çalışmaları rutin olarak değerlendirme ve sonuç araştırmalarına katılma konusunda dirençli davranarak kendi davamıza pek yardımcı olmadık. Bu açıdan, Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) alanındaki meslektaşlarımızın bize öğretecek çok şeyi olabilir. Psikanaliz, yalnızca etkinliğine dair tanınan bir kanıt temeli geliştirme konusunda değil, aynı zamanda bu etkinliği değerlendirmek üzere bilimsel olarak sağlam paradigmalar içinde yeni tedavi modelleri üretme açısından da geride kalmıştır. Elbette bu duruma istisnalar da vardır; Zihinselleştirme-Temelli Terapi [Mentalisation-based Therapy] (Bateman & Fonagy, 2006), Psikodinamik-Kişilerarası Terapi [Psychodynamic-interpersonal Therapy] (Guthrie ve diğerleri, hazırlık aşamasında), Panik-Odaklı Psikanalitik Psikoterapi [Panic-focused Psychoanalytic Psychotherapy] (Milrod ve diğerleri, 1997), Aktarım-Odaklı Psikoterapi [Transference-focused Psychotherapy](Clarkin ve diğerleri, 2006) ve Dinamik Kişilerarası Terapi (DKT) [Dynamic Interpersonal Therapy (DIT)]; Lemma, Target & Fonagy, 2012) gibi terapötik modeller hem psikanalitik olduklarını ileri sürmekte, hem de standartlaştırılmış (manualize edilmiş) bir yapıya sahip olup etkinliklerini destekleyen güvenilir bir kanıt temeline sahiptirler. Bu gelişmeler heyecan verici olsa da, analitik çalışmanın örneğin NICE (İngiltere Ulusal Klinik Mükemmeliyet Enstitüsü) yönergelerinde tercih edilen tedaviler arasında güçlü biçimde temsil edilebilmesi için henüz yeterince kapsamlı bir kanıt birikimi oluşturamamışlardır.

    Peki, özellikle kamu sektöründe ruh sağlığı sorunları yaşayan insanlara yardım etme amacıyla uygulanan psikanalize yönelik bu saldırılara karşı psikanaliz nasıl savunulabilir? Peter Fonagy ile birlikte, ünlü Maudsley Tartışmaları’ndan [Maudsley Debates] birinde (Fonagy & Lemma, 2012) tam olarak bu pozisyonu savunmak zorunda kaldık. Karşımızdaki katılımcılar, psikanalizin modern bir sağlık sistemi içinde yeri olmadığını ileri sürüyorlardı. Bu tartışmada psikanaliz kazanan taraf oldu. Savunmamız [psikanalizin] üç temel özgün katkısı etrafında şekillendi.

    İlk olarak, uygulamalı biçimleriyle ele alındığında, psikanalitik düşünceler, ruh sağlığı çalışanlarının ağır ruhsal sorunlar yaşayan ve çevreleri için de zorlayıcı olabilen hastalarla çalışırken maruz kaldıkları kişiler arası baskılara rağmen yüksek kaliteli hizmet sunmalarına destek olabilir. Fiziksel ve/veya duygusal olarak acı çeken insanlarla ve onların aileleri ya da bakımverenleriyle ilgilenmenin hem oldukça talepkâr hem de stresli olduğu yaygın şekilde kabul edilmektedir (Borrill ve ark., 1998). Bu tür stresli çalışma koşulları, çalışanların kuruma katkısını azaltabilir, devamsızlık oranlarını artırabilir ve iş gücü devir hızını yükseltebilir (Borrill ve ark., 1998; Elkin ve Rosch, 1990; Lemma, 2000; Maier ve ark., 1994). Özellikle ruh sağlığı alanında çalışan personelde tükenmişlik [burnout] olgusu sıkça gözlenmiştir. Tükenmişlik, stresle başa çıkma mekanizmalarının işlevini yitirmesiyle ortaya çıkar ve bu durumda kişilerarası zorluklara yanıt olarak daha ilkel işleyiş biçimleri devreye girer: yansıtmalı mekanizmalar, günah keçisi yaratma, katılık, alaycılık ve geri çekilme gibi. Menzies-Lyth’in (1959) öncü çalışması, bakım vermenin psikodinamiklerini göz ardı etmenin sonuçlarını gözler önüne sermiştir. Menzies-Lyth, hemşirelik hizmetinde görev yapan çalışanlar arasında gelişen sosyal savunma sistemlerini tanımlamıştır. Bu savunmalar, hastalarla ilgilenme gibi temel bir görevin yol açtığı kaygılarla başa çıkmaya yönelikti. Ancak sonuçta ortaya çıkan sistem, kişisel teması en aza indiren, biçimsel ve katı prosedürlerle işleyen bir hizmet yapısı olmuştur.

    Kamusal sağlık sektöründe yardım talebiyle yönlendirilen hastaların birçoğu karmaşık ihtiyaçlara sahiptir. Karmaşıklık [complexity] kavramını nasıl tanımladığımız ise başlı başına ilginç bir tartışma konusudur; ancak bu Giriş bölümünün kapsamı dışındadır. Bununla birlikte, burada vurgulanması gereken önemli bir nokta, karmaşıklığın en azından bir ölçüde, bir klinisyenin hasta hakkında hissettiği ve fark etmekte ya da anlamakta zorlandığı “zor [difficult]” duygularına verilen bir isim olduğudur. Psikanalitik anlayış, kaygı ve stresin, davranışları altta yatan zihinsel durumlar bağlamında düşünme kapasitemizi tehdit ettiği durumlarda dahi, insani tepkiler verebilmemize yardımcı olur. Psikanaliz, terapötik ilişkilerde işlerin neden ters gidebileceğini açıklamada iyi geliştirilmiş bir etkileşimsel süreç kuramına dayanan bir çerçeve sunar. Psikanalitik kuram kadar geçerli ve ayrıntılı başka modeller, ruhsal olarak rahatsız bir bireyin ya da topluluğun kendileriyle ilgilenen kişilerin düşünme ve davranışlarını nasıl etkileyebileceğini bu düzeyde açıklayamamaktadır.

    İkincisi, yetişkin ruh sağlığı sorunlarının gelişimsel nitelikte olduğuna dair giderek artan güçlü göstergeler vardır; bu sorunların dörtte üçü çocukluk dönemindeki ruhsal zorluklara kadar izlenebilmekte ve %50’si 14 yaşından önce ortaya çıkmaktadır (Kim-Cohen ve ark., 2003). Psikanalitik model, gelişimsel bir kuram (bağlanma ilişkilerine dair) öneren ve bu yönüyle artık sağlam kanıtlarla desteklenen (Cassidy & Shaver, 2008) özgün bir yaklaşımdır. Bu model, erken yaşantılar, genetik miras ve yetişkin psikopatolojisi arasındaki ilişkiyi anlamamıza imkân tanır. Gelişimsel çerçeve, erken müdahaleyi ön plana çıkarır ve Birleşik Krallık hükümetinin “No Health Without Mental Health” (Sağlık, Ruh Sağlığı Olmadan Olmaz) (Department of Health, 2011) stratejisi dâhil olmak üzere olumlu ruh sağlığı politikalarının şekillenmesinde kritik bir rol oynamıştır.

    Ruh sağlığının gelişimsel ve ilişkisel temellerinin kabul edilmesi, önleyici müdahaleler açısından da önemli sonuçlar doğurur. Psikanalitik model, yalnızca yaşam boyu sürekliliğe değil, aynı zamanda sağlıktan hastalığa giden eksen boyunca da bir süreklilik modeli sunar. Özellikle, hastalık ile önceden var olan karakter arasındaki ilişkiyi kavramsallaştırmak için bir çerçeve sağlayabilir. Bu tür bir süreklilik modelinin yokluğu, ruh sağlığı sorunları yaşayan bireylerin damgalanmasında temel unsurlardan biridir; “onlar”ı “biz”den ayıran bir yapı yaratır. Kuşkusuz, ruhsal hastalıklar bu kadar ürkütücüyken, süreksizlik fantezilerini sürdürmeye yönelik bilinçdışı bir yatırıma sahip olmamız da mümkündür (Lemma & Patrick, 2010).

    Üçüncüsü, psikanalitik fikirler çok çeşitli uygulamalı müdahaleler için hâlâ temel oluşturmaktadır. Araştırmalar ve klinik gözlemler, diğer terapi yaklaşımlarının BDT’nin psikanalitik yaklaşımın kuramsal ve klinik özelliklerinden yararlandığını ve bunları kendi tekniklerine entegre ettiğini göstermektedir. Bu durum, söz konusu yaklaşımların genel etkililiğini artırıyor olabilir; örneğin, bazı kanıtlar, diğer terapilerle elde edilen iyi sonuçların, bu terapilerin ne ölçüde psikodinamik teknikler kullandığıyla ilişkili olduğunu göstermektedir (Shedler, 2010). Belki de zihne dair herhangi başka bir kuramdan daha kapsamlı biçimde, psikanaliz, temel psikolojik olgulara ve süreçlere (örn. bilincin sınırlılıkları, savunmalar, tedaviye direnç, aktarım ve karşı-aktarım) işaret eder. Yeterli ve etkili psikolojik tedavi sunulabilmesi için bu süreçlerin klinik çalışmalara entegre edilmesi gereklidir.

    Araştırmalar açıkça göstermektedir ki, ruhsal sağlık sorunlarının tedavisinde tek tip bir yaklaşım yoktur; terapi türü ne olursa olsun, tedaviyi tamamlayan hastaların yalnızca yaklaşık %50’sine önemli ölçüde yardımcı olunur ve ilaç tedavisi de daha iyi sonuçlar vermez (Fonagy, 2010). Bu nedenle, mantıklı bir şekilde tasarlanmış hizmetler, etkinlikleri konusunda bazı kanıtlar bulunan bir dizi yaklaşım sunmalı ve bu hizmetlerin etkinliğini izlemek ve geliştirmek için araştırma temelini genişletmeye devam etmelidir.

    Normal kamu sektörü klinik uygulamaları kapsamında görülen vakaların çoğunluğu önemli bir karmaşıklıkla karakterizedir. Örneğin, klinik olarak anlamlı depresyonu olan hastaların çoğu, birden fazla semptom temelli tanı ölçütünü karşılamakta ve kişiliğin pek çok ek optimal olmayan işleviyle başa çıkmak zorunda kalmaktadır (Westen ve ark., 2004). Sadece azınlık, yalnızca bir tanı ölçütünü karşılamaktadır. Majör depresif bozukluk tanısı alan hastalar, başka bir bozukluk için tanı ölçütlerini karşılama olasılığı açısından, tesadüften dokuz kat daha fazladır (Angst & Dobler-Mikola, 1985); bipolar duygudurum bozukluğu veya şizofreni gibi önemli bir (Eksen I) tanı alan hastaların %50–90’ı, başka bir Eksen I ya da Eksen II (kişilik) bozukluğunun tanı ölçütlerini de karşılamaktadırlar (Westen ve ark., 2004).

    Toplum ruh sağlığı programları, nüfus sağlığına ve istatistiksel analizlere odaklanmalarıyla, insan psikolojisinin ve psikopatolojisinin karmaşıklığını tanıma çabasıyla çelişebilir. Kanıta dayalı tıbbın gelişimi, bilimsel açıdan makul nedenlerle, araştırma çalışmalarında veya hasta gruplarında açık karmaşıklığı elemeye yol açabilir. Bu da “basit” (veya karmaşık olmayan) durumlara yönelik basit müdahalelere odaklanılmasına neden olabilir. Oysa kamu sektöründeki klinik uygulamalarda bu tür karmaşık olmayan durumlara neredeyse hiç rastlanmaz. Bu tür vakaların var olduğu ve basit ve ucuz müdahalelerle iyileştirilebileceği düşüncesi, siyasi açıdan hemen cazip hale gelir. Bu yalnızca böyle bir yaklaşımın ekonomik kazanç potansiyeli nedeniyle değil, aynı zamanda ruh sağlığına dair rahatsız edici gerçekleri bastırmanın bir yolu olarak da işlev görebileceği içindir. Ve elbette bu, hepimizin bir yerlerinde arzu ettiği bir şeydir. Rahatsız edici gerçek şudur: Ruhsal hastalık yaygındır ve yaşamın herhangi bir noktasında hepimizi etkileyebilir. Çoğu durumda tam bir iyileşme ya da kurtuluş sağlamak zordur (elbette bu hedeflenmelidir); bunun yerine, bu hastaların önemli bir kısmı yaşamları boyunca sürecek psikolojik ve sosyal müdahalelere ihtiyaç duyarlar (Lemma & Patrick, 2010).

    Bu rahatsız edici gerçekle bağlantılı olarak psikanaliz, ondan neden bir fikir olarak uzak durabileceğimizi düşünmenin ve anlamanın bir yolunu sunar: Çünkü bu gerçek kişisel düzeyde tehdit edicidir ve hem bireysel hem de toplumsal her şeye kadirlik yanılsamamıza meydan okur.

    Cinsellik, Ölüm ve Yalanlar

    Psikanaliz sinir uçlarına dokunur: ona ya tutkuyla bağlanırsınız ya da ondan kuşkulanırsınız, ama ona karşı nötr hissetmek nadirdir. Psikanalitik fikirler merak ve ilgi uyandırır; ancak bu fikirler aynı zamanda güvenilir biçimde sert bir muhalefeti de beraberinde getirir. Bu karmaşık tepkinin birkaç nedeni vardır. Öncelikle, oldukça yakın zamana kadar, önemli psikanalitik varsayımları destekleyecek ampirik kanıtlar yetersizdi -ki bu durum, ne yazık ki, psikanalitik uygulayıcıların kendi inançlarını büyük bir coşkuyla benimsemelerini ve bunları mutlak gerçekmiş gibi sunmalarını pek de engellemedi. Bu, Kirsner’in vurguladığı gibi, belki de şundan kaynaklanmaktadır:

    “Din gibi, psikanaliz de büyük sorular sorar ve yine din gibi, bu zor sorulara verilen dogmatik yanıtlardan kolayca etkilenir ve bu yanıtlara kapılabilir. (2000: 9)

    Psikanalizin temel mesajı da hazmetmesi zor bir içerik taşır. İnsanları özünde iyi olarak gören ve yalnızca çevre tarafından bozulduklarını savunan hümanist kuramların aksine, psikanaliz bize pek de hoş olmayan bir tablo yansıtır: Cinsel ve saldırgan dürtülerle hareket eden varlıklarız; kıskanç ve rekabetçiyiz; bilinç düzeyinde sevdiğimizi söylediğimiz kişilere karşı bile öldürücü dürtüler taşıyor olabiliriz. Bu, çoğumuzun bakmak istemeyeceği bir aynadır.

    Psikanaliz, özünde arzunun değişken doğası, inatçı yadsımalarımız ve kaybın kaçınılmazlığıyla ilgilidir. Bize, en büyük düşmanımızın kendimiz olabileceğini gösterir. Bir düşünsel hareket olarak psikanaliz kuramsal bölünmelerle kuşatılmış olabilir; ancak herkesin hemfikir olduğu bir şey vardır: Çatışma kaçınılmazdır. Psikanalitik dramaya hangi açıdan bakarsanız bakın, bir yerlerde biri her zaman bir şeyi kaçırır. Psikanaliz, hayal kırıklığının [disillusionment: Bir şeye dair beslenen idealize edilmiş inancın veya hayalin çökmesi] ve engellenmenin [frustration: Bir arzuya veya ihtiyaca ulaşmanın engellenmesi sonucu yaşanan gerginlik veya hayal kırıklığı] gelişimin ayrılmaz bir parçası olduğunu öne sürer. Freudcu kuramda, yadsıma toplumun varlığını sürdürebilmesi için gerekli bir kötülüktür. Freud, kötü haberin habercisi olarak, her şeyi kendi istediğimiz gibi elde edemeyeceğimizi sert biçimde hatırlatır. Zor dersler doğumla başlar. Gerçeklik bize çarpmaya başladığında, hayal kırıklığı, düş kırıklığı, kayıp ve özlem deneyimleri varoluşumuzun kayıtlarına girer. Gerçek şudur: Sonsuz beslenme ve bakımın arketipsel simgesi olan memenin sütü birgün tükenir. Ancak bu acı verici deneyimler, psikanaliz tarafından “gerçek” dünyaya uyum gelişimimizde ayrıcalıklı olarak değerlendirilir. Her ihtiyacımızın karşılandığı bir durum yaratmak mümkün olsa bile, bu istenen bir şey olmazdı; çünkü hayal kırıklığı ve düş kırıklığı anlarının dayanılıp aşılmasıyla gelişen dayanıklılığı kazandırmazdı. Hazzı erteleme kapasitemiz, yokluğa ve kayba tahammül edebilme yetimiz, her biri zor kazanılmış derslerdir. Bu dersler, hem tümgüçlü hislerimizi sınar, hem de bize gerçeğin büyüklüğü karşısında ezilmeden onunla yüzleşebileceğimizi hissettirerek güven verir.

    Psikanaliz aynı zamanda, bilinçli düşüncenin deneyimimizin nihai verisi olduğuna dair tercih ettiğimiz inancı da sorgular. Bunu kabul etsek de etmesek de, çoğumuz hayatta önemli olan her şeyin gördüklerimiz ve yaşadıklarımızla sınırlı olduğuna inanmayı tercih ederiz. Duyusal izlenimlerimize dayanırız ve çoğu zaman daha derine inmeye pek çaba göstermeyiz. Oysa psikanaliz, davranışlarımızı -tabiri caizse sahne arkasından- etkileyen, bilinçli farkındalığımızın ötesinde yer alan çelişkili düşünceler, duygular ve arzularla yönlendirildiğimizi öne sürer. Kendimizi gerçekten bilmediğimiz ihtimali, kendi kaderimizi tayin edebilme arzumuzu sarsar ve geleceği kontrol edebileceğimiz yönündeki tercih ettiğimiz inanca gölge düşürür.

    Bilinçdışı [unconscious] kavramı yalnızca kendimizi tanımıyor olabileceğimizi öne sürdüğü için değil, daha da kışkırtıcı biçimde, hem kendimizi hem de başkalarını kandırdığımızı ileri sürdüğü için de sindirmesi zor bir fikirdir. Psikanaliz, en başından beri insanın güvenilirliğini sorgulamıştır. Bize apaçık görünen şeye asla tam olarak güvenmemeyi öğretir; hayata ve bilinçli niyetlerimize karşı ironik ve kuşkucu bir tutum önerir. Bunun nedeni, Freud’un da belirttiği üzere, bizim kendimizi aldatabilen varlıklar olmamızdır. Zihnimiz öyle bir şekilde yapılanmıştır ki, bir parçası olup biteni “bilirken” başka bir parçası “bilmez” konumda kalabilir.

    Psikanalitik mercekle baktığımızda karşımıza çıkan insan tasviri, ayıltıcı niteliktedir. Ne kadar çabalarsak çabalayalım kendimizi bütünüyle kontrol altına alamayacağımızı, ne kadar uğraşırsak uğraşalım mutlu olmanın ve içsel çatışmalarımızı aşmanın olanaksız olduğunu söyler psikanaliz. Çatışmanın, insan olmanın ayrılmaz bir parçası olduğunu ve ortadan kaldırılamayacağını; en iyi ihtimalle onunla başa çıkmayı öğrenebileceğimizi hatırlatır bize -ve sonra ekler: “Seans ücreti 100 sterlin lütfen.” Yüzeyden bakıldığında, psikanalitik kısa alıntılar iyi bir halkla ilişkiler metni sayılmaz. Freud’un özgün görüşleri ve onu izleyenlerin katkıları hâlâ hararetli tartışmalara ve ayrışmalara yol açsa da, zihne dair düşünme biçimlerimiz üzerindeki etkileri hâlâ belirgindir. Asıl mesele, bu etkinin kalıcı olup olmayacağıdır. Bu ise büyük ölçüde, psikanalitik uygulayıcıların diğer ilgili bilgi alanlarıyla ve ruh sağlığını etkileyen toplumsal gerçekliklerle diyalog kurma konusundaki istekliliklerine bağlı olacaktır.

    Psikanalizin iç dünyaya [internal world] yaptığı vurgu, bireysel deneyimlerimizi şekillendiren toplumsal güçlerden kopuk olmakla sıklıkla eleştirilmiştir: belirli bir sosyo-tarihsel bağlamda gelişen toplumsal ilişkiler dünyasında bedenlenmiş bir varoluşumuz vardır. Sosyal dışlanma, ayrımcılık ve damgalama hâlâ ruhsal sorunları olan insanların (ve onlara yakın olanların) acılarını artırmaktadır. Uzun süreli ruhsal sorunları olan yetişkinlerin dörtte birinden azı çalışmaktadır. Bu kişiler borç içinde olma ihtimali açısından neredeyse üç kat daha fazla risk altındadır ve iyi bir konut ya da ulaşım gibi modern yaşamın temel gereksinimlerini karşılamakta zorlanabilirler. Ruhsal hastalık, işsizlik, yoksulluk, kötü fiziksel sağlık ve madde kötüye kullanımı riskini ciddi şekilde artırır (ve bu durum tersinden de geçerlidir). Ruh sağlığında ve hizmetlere erişimde, siyah ve azınlık etnik toplulukları da dahil olmak üzere, kalıcı eşitsizlikler vardır.

    Bu noktada sistemik yaklaşımların, müdahalelerinde birey ile dış çevresi arasındaki önemli etkileşimi canlı tutma konusunda daha tutarlı davrandıkları ileri sürülebilir. Ancak, toplumsal alanı vurgulayan psikanalitik düşünce geleneği de güçlüdür (örneğin bkz. Cooper, 2012; Cooper & Lousada, 2010; Rustin, 1991). Ayrıca, psikanaliz sıklıkla (ve belki de karikatürize edilerek) hastaların gerçek yaşam streslerini dikkate almadığı için eleştirilmiş olsa da, en iyi örneklerinde psikanalitik çalışma, dışsal ve içsel güçler arasındaki karmaşık etkileşimi, biri diğerine üstünlük tanımaksızın kucaklar. Bu yönüyle psikanalitik yaklaşım, çok gerçek ve çoğu zaman derinlemesine travmatik olayların zihne nasıl alındığını ve bireyin gelişimsel geçmişi ışığında nasıl anlamlandırıldığını anlama gerekliliğini vurgular (Levy & Lemma, 2004).

    Toplumsal bakış açısı, psikoterapinin insanların yaşamlarında fark yaratmak için tek başına yeterli olduğu yönündeki inanca önemli bir düzeltme getirir. Bireyin ya da bir ailenin dayanıklılığının artırılmasının, onların dış dünyayla daha büyük bir dirençle baş edebilme olasılığını artırdığı kuşkusuzdur; ancak aynı zamanda bireysel kontrolümüzün ötesinde olan bir dış dünyada yaşadığımız da doğrudur. Başka bir deyişle, psikoterapi -onu destekleyen ve toplumsal süreçlerin anlaşılmasına da katkı sağlayabilecek düşünsel yapıdan bağımsız olarak düşünüldüğünde- gerekli olabilir, ancak her zaman ya da çoğu zaman yeterli değildir.

    Terapi Odasında Psikanalize Yönelmek

    Yapılandırılmış ve kanıta dayalı bir terapiyi öğretmek genellikle memnun ve çoğu zaman minnettar bir öğrenci grubunu garanti eder. Dersin sonunda, ertesi gün hastalarıyla karşılaştıklarında onlara yardımcı olacak “yanlarında götürebilecekleri bir şey” edindiklerini hissederler. Psikanalitik terapinin öğretilmesi ise daha belirsiz ve riskli bir girişimdir. Öğrenciler sıklıkla bu terapötik yaklaşım karşısında bunalmış hissederler; çünkü diğer pek çok terapötik yaklaşımdan farklı olarak, bu yaklaşım öyle bir anksiyete yaratma potansiyeline sahiptir ki, normalde yetkin uygulayıcıları dahi felç edebilir. Terapötik bir seans için yapı ya da gündem eksikliğiyle karşı karşıya kalan öğrenciler, hastaya ne söylemeleri gerektiğinden emin olamazlar. Bu anksiyete, yalnızca psikanalitik yaklaşımın örneğin BDT gibi yaklaşımlarda bulunan güven verici yapıya sahip olmamasından değil, aynı zamanda terapistleri hem hastalarının hem de kendi bilinçdışı güçleriyle yüzleşmeye teşvik eden bir yaklaşım olması nedeniyle de ortaya çıkar -ki bu, hepimizin en iyi ihtimalle bir miktar korkuyla yaklaştığı bir girişimdir.

    BDT’nin aksine, psikanalitik yaklaşım beceriler düzeyinde tanımlanması ve öğretilmesi daha zor bir yaklaşımdır. Literatürde, özellikle klasik Freudcu gelenek içinde, “teknik kurallar”a rastlansa da, bunlar en iyi ihtimalle genel yönergeler niteliğindedir ve “hastanın yapması gerekeni yapmadığı” zorlu bir durumda pek az güvence sağlar. Psikanalitik eğitimlerin temel amacı, çoğunlukla bir “tutumu” ya da bir düşünme ve alımlama biçimini aktarmaktır; bu ise birçok öğrencinin ihtiyaç duyduğu somut, tanımlanabilir becerilere dönüştürülmeye direnç gösteren bir şeydir.

    Psikanalitik tutumun soyut doğası, yeni başlayan bir psikanalitik uygulayıcı için zaten yeterince elle tutulamaz bir nitelik taşırken, tablo, çoğu zaman birbiriyle çelişen ve farklı teknik önerilerde bulunan çok sayıda psikanalitik kuram nedeniyle daha da karmaşık hâle gelir. Gördüğümüz üzere, psikanalitik terapistlerin geleneksel olarak araştırmadan kaçınmaları nedeniyle, birbirine rakip kuramlar kendi geçerliliklerini ortaya koymaya yönelik herhangi bir çaba olmaksızın bir arada varlıklarını sürdürmüştür. Aynı durum kullanılan teknikler için de geçerlidir. Alana yeni giren biri için hangi kuramın izleneceğine ve bunun terapi odasında nasıl uygulanacağına akılcı bir biçimde karar vermek oldukça zor hâle gelir. Fonagy’nin belirttiği gibi,

    “Psikanalitik terapi tekniği ile herhangi bir büyük kuramsal çerçeve arasında birebir bir eşlemenin bulunmayışı dikkate alındığında, aynı kuramın nasıl farklı teknikler doğurabileceğini ya da aynı tekniğin nasıl farklı kuramlarla gerekçelendirilebileceğini göstermek oldukça kolaydır.”
    (Fonagy, 1999a: 20)

    Kuram, uygulamaya kolayca çevrilemez. Freud’un ya da Melanie Klein’ın düşünceleri ilham verici olabilir; ancak bu düşünceleri terapi pratiğine dökmek oldukça zordur. Panikleyen öğrenciler haklı olarak şu soruyu sorabilirler: “Yani hasta bana saldırıyor çünkü bana karşı haset hissediyor… Peki şimdi ne söylemeliyim?” Ne söyleneceğini ve gerçekten söyleyip söylememek gerektiğini bilmek bile öylesine bir kaygı yaratır ki, hastaya olumsuz otomatik düşüncelerini günlüğe not etmesini istemek gibi alternatif bir seçenek, kesinlik barındıran huzurlu bir vaha gibi algılanır.

    Deneyimli psikanalitik terapistlerle dolu bir odada oturmak, öğrencilerin kaygısını daha da artırabilir: kuramsal yönelim, terapötik yaklaşımlarda bir örneklik vaat etmez. Britanya’da Freud’un düşünceleri zamanla üç farklı kuramsal okula evrilmiştir: Çağdaş Freudçular, Klein’cılar ve Bağımsızlar. Bu üç grup farklı kuramsal perspektiflere bağlı olsalar da, uygulama düzeyindeki grup içi farklılıklar, zaman zaman gruplar arası farklılıklardan daha belirgin olabilir. Kuramsal olarak birbirinden farklı bakış açılarına sahip terapistler arasında, müdahale düzeyindeki farklılıkları ayırt etmek de her zaman kolay değildir. Günümüzde yalnızca bir terapistin uygulama tarzına bakarak onun hangi kuramsal yaklaşıma öncelik verdiğini doğru bir şekilde sınıflandırmak oldukça güçtür. Örneğin, Klein’cıları “şimdi ve burada” çalışmakla karikatürize etmek mümkün olabilir; ancak Britanya’daki birçok Çağdaş Freudçu da sistematik olarak “şimdi ve burada” çalışmaktadır. Dahası, kimi zaman bazı terapistlerin uygulamalarında, kendilerini ait hissettikleri kuramdan çok, kişilik özelliklerini yansıtan bireysel farklılıkların belirleyici olduğu izlenimini edinmek de mümkündür.

    Terapistlerin genele açık [public] teorileriyle, hastalarıyla gerçekte yaptıkları şeylerin her zaman örtüşmediği yaygın olarak bilinen bir durumdur. Burada terapistlerin bilinçli olarak bir şey savunup başka bir şey uyguladığını öne sürmüyorum. Aksine, teoriyle uygulama arasındaki bu görünürdeki kopukluk, nadiren ele alınan ama Fonagy’nin (1999a) etkili bir şekilde ortaya koyduğu daha köklü bir soruna işaret eder. Fonagy, teoriyle uygulama arasındaki ilişkiye dair hepimizin temel bir mantık hatası yaptığını öne sürer: Teorinin çıkarımsal [dedüktif] bir rolü olduğunu varsayarız. Ancak Fonagy’ye göre teorinin rolü aslında yalnızca tümevarımsaldır [indüktif]; yani teori, klinik olguları zihinsel durumlar düzeyinde anlamamıza yardımcı olur, ancak bize klinikte ne yapmamız gerektiğini doğrudan söylemez. Psikanalitik teknik büyük ölçüde deneme-yanılma yoluyla gelişmiştir; teoriye dayanarak şekillenmemiştir. Freud da teknik kurallarına deneyimlerinden yola çıkarak ulaşmıştır ve görünüşe göre zaman zaman kendi yazdığı kurallar doğrultusunda hareket etmemiştir (bkz. Bölüm 3). Günümüzde klinik teori, herhangi bir metapsikolojiden bağımsızdır. Psikanalizin bir tedavi biçimi olarak gelişmesini istiyorsak, hastalarımızla yaptıklarımızın, bağlı olduğumuz metapsikolojiden mantıksal olarak türemediğinin farkında olmamız gerekir.

    Psikanalitik Bilgi ve Gerçekler Üzerine Birkaç Söz

    Psikanalitik terapistlere, diğer daha açık iş birliğine dayalı psikoterapi biçimlerinin bakış açısından yöneltilen en yaygın eleştirilerden biri, terapistin çalışmasına haksız bir kesinlik duygusuyla yaklaştığıdır. Psikanalize dair tartışmalarda, öğrencilerin sıkça psikanalitik terapistlerin hastanın zihnini, hastanın kendisinden daha iyi bildiğini varsaydığını ve bunun mümkün olamayacağını savunduklarını duydum. Terapistin, hastanın “hayır”ını bilinçdışı düzeyde daima bir “evet” olarak yorumladığı yönünde karikatürize edici anlatımlara başvururlar. Dinamik bilinçdışı [dynamic unconscious] kavramının, terapistin yorumunun doğruluğunu kanıtlamak için henüz hastanın bilmediği bir bilinçdışı güdüyü ileri sürmesine olanak tanıyan bir tür kötüye kullanım izni olduğu görüşünü öne sürerler. Terapötik ilişkideki güç dengesizliği nedeniyle psikanalizi kınarlar. Elbette bu suçlamaların bazı örneklerde doğruluk payı vardır. Ancak, bu iyi ifade edilmiş eleştirilerin ardında çoğu zaman “gerçek” ya da bilgiye ve mesleki yeterliliğimize dair kendi çelişkili duruşumuz yatar. Duygusal sıkıntı yaşayan insanları tedavi etme iddiasında bulunduğumuzda, hem örtük olarak zihne dair bir şeyler bildiğimizi ve bu nedenle yardım edebileceğimizi ileri süreriz hem de aynı anda, gerçekte hiçbir şeyi gerçekten bilemeyeceğimizi inkâr ederiz.

    Bazı psikanalitik klinisyenler bilgi iddialarında tümgüçlülüğe [omnipotence] fazlasıyla kayma eğilimindeyken, yapısökümcü [deconstructionist] bakış açıları yükselişe geçtiğinden bu yana birçok terapist belki de aşırı bir şekilde bilgiyi inkâr etme yönünde hata yapmaktadır. Psikanalize yönelik postmodern eleştirileri özümsedim ve bunların, olguların nasıl fazla değerli hale gelebileceğine, “gerçek” arayışının ne denli baştan çıkarıcı olduğuna ve kesinlik ya da hakikate ulaşma çabası içinde psişik acının doğasına dair daha kaçamak ama hayati derecede önemli olan bir şeyin nasıl yitirilebileceğine dair sağaltıcı bir hatırlatma sunduklarını gördüm. Ancak aynı anlatıların bir tür inkârı da beslediğini fark ettim. Gerçek asla tamamen erişilebilir ya da bütünüyle nesnel olmasa da, bazı olgular [fact] vardır. Bizim çalışmamız hastaların belirsizlikle başa çıkmalarına yardımcı olmakla ilgilidir; fakat aynı zamanda onların kendilerine dair bazı olgularla yüzleşme ve onları kabullenme konusunda duygusal dayanıklılık geliştirmelerine yardımcı olmakla da ilgilidir. Burada kastettiğim “olgular” bireyin kendi saldırganlığı [aggression] ve maddeselliği [corporeality] gibi gerçekliklerdir.

    Eğer yalnızca yeniden yazılabilir yaşam anlatılarıyla ilgileniyorsak, bu, herhangi bir anlatının hasta için potansiyel olarak faydalı olabileceği anlamına mı gelir? Eğer durum böyle değilse, o zaman bazı anlatıların diğerlerinden daha uyumlu [adaptive]1 olduğunu mu söylüyoruz? Ve eğer bazı anlatıların daha uyumlu olduğunu söylüyorsak, bu aynı zamanda insanlara daha doyurucu bir yaşam sürmelerinde neyin yardımcı olduğunu bildiğimizi de mi ima ediyoruz?

    [1Bir anlatının daha adaptif olması, onun gerçek [truth] olduğu anlamına gelmez. Ben yalnızca şunu vurgulamak istiyorum: Biz hiçbir zaman tüm anlatılara eşdeğer şekilde yaklaşmayız. Hangi terapi modelini benimsersek benimseyelim, hastalarla yaptığımız çalışmalarda, daha doyurucu ilişkiler kurmaya neyin yardımcı olduğuna dair varsayımlarımızın yükünü taşırız.]

    Gerçek anlamda sorumluluk sahibi uygulayıcılar olabilmek için, ne bildiğimize sahip çıkmalı ve mesleki yetkinliğimiz konusunda net olmalıyız. Ne bilmediğimize karşı açık olmalı ve bu bilinmezliği, bulanık düşünceyi ya da zaman zaman düpedüz yetersizliği gizleyen bir erdem hâline getirmeden taşıyabilmeliyiz. “Psikoterapist” unvanını üstleniyorsak, insan zihninin işleyişine dair bir şeyleri biliyor olma sorumluluğunu da alıyoruz demektir. Benim izlenimim, bazen kendi bilgi ve yetkinliğimizden uzak durmamızın, aslında her terapötik karşılaşmada kaçınılmaz olarak var olan dinamikten, yani terapist ile hasta arasındaki asimetriden kaçınmamızdan kaynaklandığıdır. Bu asimetri ya da dengesizlik rahatsız edicidir. Hasta kırılgandır, terapist ise -en azından terapötik durumda- insan zihninin işleyişine dair edindiği bilgi sayesinde ona yardım etmek için oradadır. Terapistin sorumluluğu, hastanın kendisine atfettiği gücü yüzeyde kabul etmek ya da bu rahatsız edici alanı yok sayarak terapötik ilişkiyi terapist ile hasta arasında hiçbir fark yokmuş gibi kurmak yerine, bu gücün eleştirel biçimde incelenmesine hastayı davet etmektir.

    Yetkinlikten doğan otorite ile baskıcı otorite arasında bir fark vardır ve bu fark çoğu zaman zihnimizde bulanık kalır (Novick & Novick, 2000). Bilgiye sahip olmak ile bu bilgiyi nasıl kullandığımız arasında önemli bir ayrım vardır. Bildiklerimiz, nesnel gerçeklermiş gibi değil, bize ait olan şeyler olarak sahiplenilmelidir. Bizim için esas zorluk, sahip olduğumuz bilgi ve deneyimle uyumlu bir ruhsal duruş bulmak ve bu duruşun, bir başka insanın bilinçdışını anlamlandırmasına yardımcı olmak gibi ağır bir sorumluluğu üstlenirken, her türlü mesleki ilişkide kaçınılmaz olan asimetriyi suistimal etmemesini sağlamaktır. Bir şeyi biliyorsak, bu bilginin hasta için ne anlama geldiğine de katlanmak zorundayız; bu da onun haset ve öfke duygularına ya da kendi zihnini kullanmayı bırakarak pasif biçimde anlaşılma arzusuna açık olmamızı gerektirir. Ancak neyi bildiğimizi sahiplendiğimiz ve neyi bilmediğimizden doğan belirsizliği yönetebildiğimiz ölçüde bunu başarabiliriz.

  • Müdahaleleri Değerlendirme: Danışanın Tepkisini İzleme (4. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Techniques: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    “Terapötik olarak yardımcı yorumlar oluşturmanın öğretilebilir bir beceri olduğuna deneyimlerimle ikna oldum.”

    —Paul Wachtel (1993, s. 2)

    İlk psikanalitik süpervizörüm tarafından, danışanlarımın müdahalelerime nasıl yanıt vereceklerini zihinsel olarak öngörmem öğretilmişti. Onun bakış açısına göre, bu öngörüde ne kadar iyi olursam, o kadar iyi bir terapist olurdum. Süpervizyon oturumlarımız sırasında, danışanın seans boyunca ne hissettiği ve düşündüğü hakkında gözlemlediklerimizi ayrıntılı bir şekilde tartışırdık. Müdahalelerimin danışan üzerindeki etkisini, yanıtlarını detaylıca inceleyerek değerlendirirdik. Ayrıca, bu tür durumlar tekrar ortaya çıktığında yanıtlarımı nasıl geliştirebileceğimi konuşurduk. Benim için en iyi haber, önemli meselelerin kaçınılmaz olarak yeniden gündeme geleceğiydi. İlk seferde doğru yanıtı vermek zorunda değildim. Tüm danışanlar, doğru yanıtı vermemiz için bize tekrar tekrar fırsatlar sunarlar. Ancak, danışan tepkilerini ne kadar doğru tahmin edebilirsek, terapi o kadar başarılı olur. Schlessinger (2003), terapistlerin “her hedefe yönelik müdahaleye bir yanıt beklemeleri gerektiğini” (s. 227) belirtir. Ayrıca, Wachtel’in (1993) vurguladığı gibi, etkili müdahaleler oluşturmak öğretilebilir bir beceridir.

    İnsanlar iki önemli şekilde öngörülebilirdir. Birincisi, hepimizin yerleşik tepki kalıpları vardır. İkincisi, danışana yönelik doğru zamanda, empatik ve yerinde bir anlayış gösterildiğinde, bunun olumlu bir yanıt üreteceğini; buna karşın, zamanlaması kötü, duyarsız veya hatalı bir müdahalenin ise ters etki yaratacağını varsaymak makuldür. Evet, zaman zaman beklenmedik şekilde hareket edip tepki verebiliriz; bu da her bireyin kendine özgü gizeminin bir parçasıdır ve değer verdiğimiz bir özelliktir. Ancak, bir terapistin danışanın nasıl tepki vereceğini sürekli olarak öngörememesi veya yapılan bir müdahalenin danışan üzerindeki etkisini doğru bir şekilde değerlendirememesi, bir şeylerin yolunda gitmediğini gösterir. Bu durum, terapistin yetersiz eğitim almış olmasından, karakter olarak bu işe uygun olmamasından ya da terapist ile danışan arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyor olabilir.

    Terapistler, bir müdahaleyi kendi doğruluğu ve zamanlaması açısından değerlendirebilecek konumda olduklarına inanmak isteyebilirler. Ancak, terapistin eylemlerinin yararlı olup olmadığı konusunda nihai otorite danışanın kendisidir. İçeriğin doğruluğu, eğer danışan terapistin söylediklerini duyamıyor, anlamlandıramıyor ve bunları üretken bir şekilde kullanamıyorsa, önemsiz hale gelir. Schlessinger’in (2003) de vurguladığı gibi, bu süreçte karar verici olan terapist değil, danışandır; yani, hakem rolünü üstlenen kişi danışanın kendisidir.

    Yeni terapistlerin belki de en çok öğrenmeleri gereken şey, bir müdahalenin terapötik mi yoksa terapötik olmayan bir etki mi yarattığını savunmacı bir tutum sergilemeden fark edebilmek ve kabul edebilmektir. Bu bölüm, bu tür değerlendirmeleri yapmaya yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Bir terapistin ego ideali “her şeyi bilen” biri olmamalıdır; bunun yerine, en uygun şekilde yanıt verebilen (Bacal, 1998), esnek ve müdahalelerinin bazen hedefi ıskalamasının, karşılıklı anlayışa doğru bir adım olduğunu kavrayabilen biri olmalıdır. Deneyimli terapistler bile, kendi narsistik dengelerini koruma adına, bir müdahalenin etkisiz kaldığına dair danışanın verdiği sinyalleri savunmacı bir şekilde görmezden gelme eğilimiyle mücadele etmek zorunda kalabilirler.

    Eğer terapist, herhangi bir müdahaleye danışanın verdiği yanıtı makul bir şekilde değerlendiremezse, bir sonraki müdahalesini nasıl yapması gerektiğine dair sağlam bir temel oluşturamaz. Bir terapi seansını rayından çıkaran en önemli etkenlerden biri, terapistin hata yapmaktan [hata yaptığını kabul etmekten] savunmacı bir şekilde kaçınarak danışanın reddettiği bir konuyu ısrarla sürdürmesi ya da danışanın geri çekildiğini ve artık duygusal olarak erişilebilir olmadığını fark edememesidir.

    Genç terapistler, kapsamlı teorik bilgi ve klinik deneyime sahip olmasalar bile terapötik başarı elde edebilirler. Öncelikli olarak entelektüel işlemeye (proses) vurgu yapan teoriler, terapi sonuçlarına ilişkin araştırmalarla çelişiyor gibi görünmektedir. Hatta ünlü psikanalistler, Stephen Mitchell (1997) gibi, gerçekten terapötik olanın entelektüel anlayıştan çok terapist ile danışan arasındaki duygusal deneyimle ilgili olduğunu kabul etmişlerdir.

    Klinik deneyim, terapötik sonuçlar açısından önemli bir değişken gibi görünmektedir (Luborsky, Auerbach, Chandler, Cohen ve Bachrach, 1971). Ancak yeni terapistler, seanstayken danışanın tepkilerine daha fazla odaklanarak ve entelektüel formülasyonlara daha az takılarak başarılarını en üst düzeye çıkarabilirler. Danışanın durumu ve psikodinamikleri üzerine kapsamlı entelektüel analizler önemlidir, ancak bunlar genellikle seans aralarında daha verimli bir şekilde kullanılabilir. Seansın kendisinde ise, duygusal olarak erişilebilir olmak ve empatik yanıt verebilmek, terapötik sınırları korurken en yüksek öncelik olmalıdır. Sürekli akan bir duygusal bağlam içinde kendiliğinden ortaya çıkan entelektüel içgörüler, daha ilgili ve terapötik olma eğilimindedir.

    DANIŞANIN SEANSA NASIL BAŞLADIĞINA DİKKAT ETMEK

    İlk analitik süpervizörüm, danışanlarımın seansın başında söyledikleri ilk sözleri dikkatle dinlememi öğretti bana. Bu sözlerin çok önemli olduğunu ve danışanların konuşmaya ihtiyaç duyduğu konulara dair ipuçları vereceğini söyledi. Çoğu zaman, ilk kelimeler önceki seansın başarı ya da başarısızlığına, dolaylı da olsa, bir gönderme yapar. Langs’ın (1974) belirttiği gibi, doktorlar veya diğer otorite figürleri hakkında yapılan olumsuz yorumlar, büyük olasılıkla terapiste yönelik üstü kapalı eleştiriler olabilir. Benzer şekilde, olumlu referanslar da terapiste yönelik olabilir.

    Terapistin ofisi, bulunduğu bina, otopark, dekorasyon veya terapistin giyimi hakkındaki olumsuz yorumların da çoğu zaman terapiye dair bir memnuniyetsizliğin ifadesi olabileceğini eklemek istiyorum. Elbette bu her zaman doğru değildir. Örneğin, yaz aylarında binamın karşısındaki parkta her hafta bir müzik etkinliği düzenlenir. Öğleden sonra geç saatlerde sokaktaki otopark kapatılır ve bazen performans sergileyecek gruplar tarafından sinir bozucu “ses kontrolleri” yapılır. Danışanlarım bu koşullardan rahatsız olduklarını dile getirdiğinde, anlayış gösteririm ve bunu kişisel olarak algılamam. Ancak, rahatsızlıktan dolayı özür diledikten sonra danışanım bu konuya takılıp kalıyorsa, asıl rahatsızlığının başka bir şeyle ilgili olduğunu anlarım. Bu genellikle terapiyle bağlantılıdır, ancak kötü geçen bir iş günü gibi başka bir sebebe de dayanıyor olabilir. Her durumda, ısrarlı olumsuz yorumlar, danışanımın öfkesine dair bir gözlem yapmam ve onun bu konuda ne düşündüğünü sormam için bir işaret niteliği taşır.

    Bazı danışanlar terapiye başlamadan önce birkaç dakika küçük bir sohbet yapma ihtiyacı duyarlar. Bu ihtiyacın, toplumsal bir alışkanlığın ötesine geçen bir nedeni olduğu sıklıkla görülür. Gözlemlerime göre, bazı danışanlar en az beş dakika süren bu tür sohbetleri benimle bağlantı kurmanın ve ruh halimi değerlendirmek için bir araç olarak kullanmanın neredeyse bir gereklilik olduğunu düşünürler. Seansa başlamadan önce benim duygusal durumumu ölçmek, kendilerini korumaya yönelik bir stratejidir. Bana ne kadar güvenirlerse güvensinler, bu alışkanlıklarından vazgeçmeyen birçok danışanla çalıştım. Dolayısıyla, ilk analitik süpervizörümün danışanın ilk sözlerini dikkatle dinlemem gerektiği yönündeki tavsiyesine uymak için, bazen bu küçük sohbetin tamamlanmasını beklemek gerekebilir.

    Son olarak, aynı süpervizörüm bana, bir danışanın ofiste her zaman orada olan bir nesneye bakıp “Bu yeni mi?” diye sormasının, içsel bir değişimin gerçekleştiğini gösterdiğini öğretti. Genel fikir, danışanın bilinçdışı düzeyde terapiyle ilgili yeni bir bakış açısına, entegrasyon seviyesine veya içgörüye ulaştığının farkında olması ve bu değişimi spontan bir şekilde terapötik ortama yansıtmasıdır. Terapide ilerleme kaydeden danışanların sıklıkla “Bu sandalye yeni mi?” veya “Bu bitki güzelmiş, hep burada mıydı?” gibi şeyler söylediklerini gözlemledim. Bu tür yorumlar her zaman nötr ya da olumlu olur ve yalnızca ofiste gerçek bir değişiklik yapılmadığında anlam taşır.

    SPESİFİK MÜDAHALELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

    Terapistleri süpervize ettiğimde, her zaman danışanın ne istediğini düşünmelerini, yanıt verme fırsatlarını nasıl kaçırmış olabileceklerini ve bir sonraki sefer nasıl yanıt vereceklerini değerlendirmelerini isterim. Daha sonra, süpervizyonda üzerinde karar verdiğimiz müdahaleye danışanın nasıl tepki vereceğini düşünmelerini ve tahmin etmeye çalışmalarını isterim. Başlangıçta, bu kavramı onlara göstermek için seanslarını ses kaydına almalarını sağlarım (gerçekte neler olup bittiğini bilmenin tek yolu budur) ve özellikle iyi ya da zayıf olduğunu düşündüğüm bir müdahaleden sonra kaydı durdurup onlara bunun hakkında sorular sorarım. Daha sonra, müdahaleyi değerlendirmeme dayanarak danışanın nasıl tepki vereceğini tahmin ederim. Süpervizyon alanlar, tahminlerimin sıklıkla doğru çıktığını gördüklerinde genellikle şaşkınlığa uğrarlar. Bu durum başlangıçta biraz korkutucu ve göz korkutucu olabilir, ancak onlara bunun öğretilebilir bir beceri olduğunu vurgularım. Süreç, sandıkları kadar gizemli değildir.

    Danışanın bir müdahaleye verdiği yanıtın doğrudan okunmasını vurgulayan yaklaşımlara nadiren rastlanır, oysa bence çoğu deneyimli terapist Langs’ın (1973) kriterlerine teorik düzeyde itiraz etmeyecektir. Bununla birlikte, bazı terapistlerin vaka çalışmaları yayımladığını ve bu çalışmalarda danışanın bir müdahaleye yüksek düzeyde belirgin sıkıntı ile tepki verdiğini, terapistin profesyonelliğini veya insanlığını sorguladığını, ancak terapistin müdahalenin olumlu olduğuna inanmaya devam ettiğini görüyoruz. Bu durum hakkında söyleyebileceğim tek şey, pek çok danışanın, terapistinin kendisine incitici veya zarar verici şeyler söylediği bir terapi ilişkisini sürdürmeye devam edebileceğidir. Bunun iki olası nedeni vardır: ya danışan bunun bir istisna olduğunu düşünerek ilişkiyi sürdürmek için büyük bir istek duymaktadır ya da tüm terapötik ilişki, sadomazoşistik tekrarlar üzerine kurulmuştur.

    Kavramları pratik olarak uygulamaya çalışırken bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Örneğin, Langs’ın (1973) “seans sırasında veya sonrasında eyleme dökme (acting out)”ye yaptığı atıf, bu bölümde daha ayrıntılı olarak ele alacağım bir konudur. Günümüzdeki eğilim, bu tür bir değerlendirmenin yapılmasından uzaklaşarak, terapistin böyle bir yargıda bulunmaya yetkili olmadığı yönünde bir yaklaşımı tercih etmektedir. Ben, mutlak yargılardan kaçınmamız gerektiğini düşünmekle birlikte, yine de beceri, eğitim ve deneyimle şekillenen gözlemler yapabileceğimizi ve bunları danışanla paylaşabileceğimizi savunuyorum. Şöyle diyebiliriz: “Az önce söylediklerimden sonra gerginleşmiş, öfkelenmiş ya da içine kapanmış gibi görünüyorsun.” Daha sonra danışanın yanıt vermesine fırsat tanıyabiliriz.

    Bu tür bir etkileşim, Langs’ın önerdiğinin ötesine geçmektedir. Langs, terapistin kendi özel değerlendirmelerini yapmasını ve bu süreçte danışanın açık ve örtük geri bildirimlerine duyarlı olmasını önermektedir. Ancak, benim benimsediğim yaklaşım, danışanla aktif ve sürekli bir etkileşim içinde olmayı içerir. Danışana ne düşündüğünüzü söylemek, benim süregelen iş birliği anlayışımın bir parçasıdır. Buna, gözlemleri kontrol etmek, hedefleri güncellemek ve ortaya çıkan çatışmalar ya da çıkmazlar hakkında danışanla birlikte düşünmek de dahildir. İş birliği ve bilgi paylaşımı, danışanı zayıf, hasta veya gerçeği kaldıramayacak kadar kırılgan biri olarak görmek yerine, ona saygı duyan ilişkisel bir tekniğin merkezinde yer alır. Bu yaklaşım, danışanın yalnızca kendi iç dünyasını keşfetmesini değil, aynı zamanda belirli bir anda terapist ve danışan arasındaki dinamikleri birlikte anlamlandırmasını da sağlar.

    Yakın zamanda potansiyel bir danışan beni arayarak nasıl çalıştığımı anlatmamı istedi. Web sitemi incelediğini ve orada etkileşimsel psikodinamik yaklaşımı (interactive psychodynamic approach) benimsediğimi gördüğünü söyledi. Bunun ne anlama geldiğini sordu. Kendisine karşılıklı etkileşim ve iş birliği konusundaki temel görüşlerimi aktardım. Ancak, bunun her bireysel danışanla nasıl uygulamaya döküleceğinin, danışanın ihtiyaç ve isteklerine bağlı olduğunu da belirttim. Benim terapideki etkileşim düzeyim önceden belirlenmiş değildir; aksine, danışanlarımın gereksinimlerine yanıt veren bir yaklaşımdır. Bir danışanla büyük ölçüde onu dinleyerek, ona doğru sorular sorarak ve empatik tepkiler vererek çalışabilirim. Bazı insanlar içgüdüsel olarak neye ihtiyaç duyduklarını bilirler ve esas olarak, temel becerilere sahip, süreci takip eden ve onların önüne engel koymayan bir terapiste gereksinim duyarlar.

    Diğer danışanlar zaman zaman geri bildirime, tavsiyeye ya da yüzleşmeye ihtiyaç duyarlar. Travma yaşamış, borderline kişilik bozukluğu ya da bipolar bozukluk gibi tanıları olan zorlayıcı danışanlar ise, sürekli olarak çeşitli müdahaleler arasında denge kurulmasını gerektirebilir. Danışanların davranışlarında belirli bir öngörülebilirlik olduğunu savunuyor olsam da, aynı zamanda çok çeşitli davranış biçimlerinin de söz konusu olduğunu ve bunların eşit derecede çeşitli terapötik yaklaşımlar gerektirdiğini kabul ediyorum. Özellikle, anlık olarak neşeden öfkeye geçebilen duygusal olarak değişken danışanlarla çalışan terapistin hem esnek hem de yaratıcı olması gerekir.

    Elbette terapistler bir danışanın seansa nasıl başlayacağını veya o an ne hissedeceğini önceden bilemezler. Ancak, terapistin niyeti doğrultusunda danışanın müdahaleye nasıl yanıt vereceği belirli bir öngörülebilirlik taşımalıdır. Eğer amacım, kontrolünü kaybetmiş bir danışanın seansta duygularını yönetmesine yardımcı olmaksa, o halde müdahalemin bu doğrultuda olması beklenir. Eğer danışan, kontrol sağlamasına yönelik çabama öfkeyle patlayarak yanıt verirse, müdahalemin açıkça başarısız olduğu söylenebilir.

    Eğer bir danışanın deneyiminin derinlerine inmesini istediğimde ona bir soru sorar ve o bunun yerine içine kapanıp bakışlarını benden kaçırırsa, müdahalem başarısız olmuş demektir. Ancak amacım bu tür başarısızlıkları tamamen ortadan kaldırmak değildir; çünkü bunlar kaçınılmazdır ve öğreticidir. Yeni terapistleri denetlerken her zaman onlara, hepimizin her gün küçük şekillerde başarısız olduğunu söylerim. Gerçek başarı, bu günlük başarısızlıkları fark etme ve bunlara uygun şekilde yanıt verme yeteneğimizde yatar. Psikanalist Edgar Levenson (1996), terapistin kusurlarının ve hatalarının terapötik işlevini zarif bir şekilde şu sözlerle açıklar: “Hasta, terapistten ve analizden adım adım hayal kırıklığına uğrayarak kendi iç sesini dinlemeyi öğrenir” (s. 696).

    DOĞRULAYICI TEPKİLER

    Doğrulayıcı tepkiler (confirmatory response), elbette, terapistin müdahalelerinin yardımcı olduğunu doğrulayan tepkilerdir. Langs (1974), en yaygın ve gerçek zamanlı doğrulama biçimlerini şu şekilde sıralar:

    “daha önce bastırılmış düşüncelerin, fantezilerin, deneyimlerin ve çocukluk anılarının hatırlanması; çeşitli türlerde yeni ve taze materyalin eklenmesi; daha önce açıklanamayan sorunların ve semptomların netleşmesi; semptomların hafiflemesi ve rahatsız edici davranışlarda değişiklikler; terapistin anlayışının/anlayışlılığının (perceptiveness) dolaylı olarak kabul edilmesi.

    (s. 81).

    Danışan bilinçli olarak olumlu bir müdahaleyi kabul edip içselleştirmese bile, terapistin doğru olduğunu önceki bir zamana atıfta bulunarak ifade edebilir. Langs (1974) bu durumu şöyle açıklar: “Bir başka varyasyon, zeki, parlak, uyumlu ya da bir şekilde bilgili birine yapılan bir referanstır” (s. 58).

    Bence, danışanın bir müdahaleye verdiği olumsuz tepkiyi (onaylayıcı olmayan) açıkça ele almak, olumlu tepkisini (onaylayıcı) ele almaktan genellikle daha önemlidir. Olumlu tepkiler terapinin ilerlemesini sağladığından neredeyse fark edilmezler. İdeal olarak, bunlar süregelen küçük olaylardır, dolayısıyla üzerinde durmak gereksiz olur. Danışanın Langs’ın örneğindeki gibi otorite figürüne üstü kapalı olumlu bir referans yapması durumunda, bu referansı danışanın dikkatine sunmada pek başarı elde edemedim.

    Danışanın muhtemelen terapiste yönelik olumlu bir referans yaptığını sözelleştirmek, ironik bir şekilde olumsuz bir müdahaleye dönüşebilir. Bu, danışanda utanç duygusu yaratabilir, terapistin ihtiyaçlı veya aşırı narsistik olduğu şeklinde yorumlanabilir ya da danışanın söylemek üzere olduğu şeyden dikkatinin dağılmasına neden olabilir. Bu tür durumlarda, olumlu referansı sessizce not eder ve bunun, sürecin doğru yönde ilerlediğine dair bir işaret olduğunu varsayarım.

    Eğer danışan, minnettarlık duygularını veya semptomlarında hafifleme yaşadığını doğrudan ifade etmeye eğilimliyse, bunu konuşmaktan memnuniyet duyarım. Danışan iyileşmesi için bana teşekkür ederse, onun terapime yönelik olumlu değerlendirmesini kabul ederim, ancak aynı zamanda elde edilen başarının bizim ortak çabamızın bir sonucu olduğunu vurgularım. Bu yaklaşım, danışanların yalnızca zayıflıkları ve başarısızlıkları için değil, aynı zamanda güçlü yönleri ve başarıları için de sorumluluk almasını ve bunlara sahip çıkmasını teşvik eder.

    Bir terapist için önemli bir diğer bilgi kaynağı da sözsüz iletişimdir. Langs’un yazdığı dönemde bu konu literatürde neredeyse hiç ele alınmamıştı. Ancak danışanın sessiz yüz ifadeleri, beden hareketleri ve hatta mide-bağırsak sistemine ait sesler, onun duygusal durumuna ilişkin zengin bilgiler sağlayabilir. Bu bölümün ilerleyen kısımlarında yer alan vaka örneği, danışanın hem sözel olmayan hem de sözel düzeyde sergilediği doğrulayıcı (confirmatory) ve doğrulamayıcı (nonconfirmatory) tepkilerin geniş bir yelpazesini ele almaktadır.

    DOĞRULAMAYICI TEPKİLER

    Doğrulamayıcı tepkiler (nonconfirmatory response), terapistin müdahalelerinin yararlı olmadığını gösteren olumsuz tepkilerdir. Robert Langs (1974), psikodinamik klinisyenlerin müdahalelerin değerlendirilmesini kabul etmeye hazır olmadığı bir dönemde, 30 yılı aşkın bir süre önce bu konuda temel bir rehberlik sağlamıştır. Schlessinger (2003) gibi, Langs da terapistin, herhangi bir müdahaleye danışanın tepkisini dikkatle izlemesini tavsiye etmektedir. Danışanın terapistin müdahalesini faydasız bulduğunu gösteren doğrulamayıcı tepkileri çeşitli kategorilere ayırmaktadır. Bunlar arasında; seans sırasında veya sonrasında akut semptomların, psikosomatik tepkilerin ortaya çıkması; seans sırasında ya da sonrasında eyleme dökme [acting out] davranışları; ego işlevlerinde bozulma; terapötik ittifakta belirgin aksaklıklar (örneğin, seansa geç kalma, seansı iptal etme, terapiden ayrılmala tehdit etme) gibi durumlar yer almaktadır.

    Seans sırasında veya sonrasında ortaya çıkan akut semptomlar anksiyeteden içe çekilmeye, fiziksel rahatsızlıktan diğerleriyle yaşanan alışılmadık çatışmalara kadar değişebilir. Okuyucu, bir terapistin danışanın sık yaşadığı semptomlar ile terapistin müdahalelerine yanıt olarak gelişen semptomlar arasındaki farkı nasıl ayırt edebileceğini sorabilir. Eğer kronik depresyon, anksiyete veya dissosiyasyon nedeniyle terapiye gelen bir danışanı tedavi ediyorsam, bu semptomların kötü bir müdahalenin sonucu olup olmadığını nasıl bilebilirim? Elbette, danışanın semptomları ne kadar kronik ve şiddetliyse, bu değerlendirme o kadar zorlaşır. Dahası, gerçeği her zaman bilmek mümkün değildir. Ancak, terapist önceki bölümde açıklanan karşılıklı işbirliği ve danışma atmosferini oluşturduysa, müdahaleleri değerlendirmek çok daha kolay hale gelir.

    Üçüncü Bölüm’de terapötik olarak olumlu bir regresyon örneği olarak ele alınan Sally vakasında, kötü müdahalelerimden kaynaklanan semptomlar ile regresyonun semptomlarını ayırt etmek nispeten kolaydı. Eğer bir danışanın neden semptomatik hale geldiğinden emin değilsem, basitçe ona bunun hakkında ne düşündüğünü sorarım. Sally, regresyon yaşadıktan sonra sürekli hareket halinde olmaktan, çocuklarını okula gönderdikten sonra hiçbir şey yapmak istememeye geçti. Sık sık uyukluyor ve kimseyle görüşmeye pek ilgi duymadığını bildiriyordu. Daha önce belirttiğim gibi, eşi bu belirgin davranış değişikliği karşısında oldukça endişelendi ve onun daha da kötüleştiğini düşündü.

    Sally bana bu semptomları bildirdiğinde, bunların terapötik bir regresyondan kaynaklandığını fark ettim. Onun farklı olduğunu hissedebiliyordum. Sadece evde daha az telaşlı olmakla kalmamış, aynı zamanda seanslarda da çok daha sakin ve duygusal olarak ulaşılabilir hale gelmişti. Kaçmaktan vazgeçmiş ve hissetmeye başlamıştı. Üzüntüsü elle tutulur derecede belirgindi, ancak savunmacı konuşmaları ve kendini küçümseyen mizahına kıyasla çok daha tercih edilir bir durumdaydı. İkimiz de önemli ve olumlu bir şeyin gerçekleşmekte olduğunu hissedebiliyorduk.

    Bir danışan, derin duyguların açığa çıkması nedeniyle ortaya çıkan semptomları terapistin hatasından kaynaklanan semptomlardan ayırt ederek bildirdiğinde, genellikle tereddüt etmez, seansında olmaktan memnuniyet duyar, özgürce konuşur ve aşırı kaygılı hissetmez. Sally, haftalar boyunca üzüntü ve halsizlik hissettiğini bildirdikten sonra, ona bu sürecin kendisini yük altında hissettirip hissettirmediğini sordum. Aksine, bu durumun ona özgürleştirici geldiğini söyledi. Daha huzurlu hissetmenin, daha içe dönük ve sakin olmanın ne kadar güzel olduğunu dile getirdi. Ancak, hemen ardından, eşi ve çocuklarının onun içe çekilmesinden -sebebi ne olursa olsun- pek memnun olmadıklarını ekledi.

    Sally’nin tepkisini, kendini yanlış anlaşılmış, ihlal edilmiş, görmezden gelinmiş veya reddedilmiş hisseden bir danışanın deneyimiyle karşılaştırın. Terapist bir hata yaptığında, danışan seansa daha kopuk, içine kapanmış, muhtemelen kontrol dışı veya terapiste ve sürece karşı eleştirel bir tutumla gelir. Odada bir gerginlik atmosferi oluşur ve terapist, önceki seansın iyi geçmediğine dair bilinçli ya da bilinçdışı bir farkındalık nedeniyle savunmacı veya suçlu hissedebilir. (İkinci Bölüm’de anlatılan, Noel hediyelerini kabul edişimdeki soğuk tavrım nedeniyle derinden reddedildiğini hisseden Laura vakasını düşünün.) Terapötik ittifaktaki bu kopmalar, seansların herhangi bir anında meydana gelebilir. Aşılabilir, ancak daha sonra tekrar ortaya çıkabilirler. Daha önce de söylediğim gibi, iyi bir terapistin özelliği mükemmel olması değil, kaçınılmaz hatalardan sonra çabuk toparlanabilme ve onlara karşı esneklik gösterebilme yeteneğidir. Tekrar doğru yola girildiğinde, her zaman yeni bir hata yapma ihtimali vardır. Eğer bu tür kopmalar seans içinde ele alınmazsa, seanslar arasında yüksek anksiyete, intihar düşünceleri, diğer insanlarla tartışmalar veya psikosomatik semptomlar ortaya çıkabilir.

    Şüphe duyduğumda, her zaman danışana yaşadığı deneyim hakkında ne düşündüğünü sorarım. Bazen emin olamadığım durumlar olur, bu yüzden doğrudan sormaktan çekinmem. Yakın zamanda, bir danışanım eşiyle günler süren bir tartışma yaşadı. Daha önce, duygularını kontrol etme becerisi kazandıkça eşinin buna uyum sağlamakta zorlandığını ve onun eskisi gibi eyleme dökmesini özlediğini söylemişti. Ancak haftası çok zor geçtiği ve evlilik çatışması son seansının hemen ardından başladığı için, sıkıntısının terapiyle ilgili olup olmadığını sormakta tereddüt etmedim. Danışan, bunun terapiyle ilgisi olmadığını hemen söyledi. Hızlı ve sakin bir şekilde yanıt verdi, göz teması normaldi; bu da bana sorunun bizim aramızda değil, onun ve eşinin arasında olduğunu gösterdi. Eğer seanslar ve benimle olan ilişkisi hakkında sorgulamaya devam etseydim (kariyerim boyunca birçok kez yaptığım bir hata), muhtemelen netlik kazandırmayan yanıtlar alacaktım.

    Bence bilinemez olana çok fazla vurgu yaptık ve bilinebilir olana yeterince odaklanmadık. Danışanların terapisti memnun etme eğilimine sıkça dikkat çeksek de, benim deneyimime göre, baştan itibaren işbirlikçi bir ilişki kurularak bu eğilim önemli ölçüde azaltılabilir. En korkmuş, onay arayışında olan danışanlar bile yanlış yorumlarımı kabul etmezler. Örneğin, bir danışanın duygularına odaklanmakta zorlandığı bir durumda “Bu seni kızdırdı mı?” diye sorabilirim. Eğer yanlışsam, genellikle başını sallayarak, göz teması keserek ya da “Hayır” diyerek yanıt verir -bunu çoğunlukla kendi düzeltmesi takip eder. Bazen, “Evet, sanırım öyle” gibi bir yanıt alırım (ki bu çoğu zaman “Sen öyle diyorsan” anlamına gelir). Ancak bu zayıf onaylar genellikle sadece göz temasının eksikliğiyle değil, aynı zamanda danışanın bedenini benden uzaklaştırması ya da “Belki, biraz” gibi belirsiz eklemeler yapmasıyla da kendini gösterir. Danışanlar, terapötik olmayan bir ifadeye coşkuyla yanıt vermezler.

    Zayıf, yatıştırıcı tepkiler -terapistle çatışmadan kaçınmak ya da yetersiz öz-farkındalık nedeniyle verilen yanıtlar- genellikle kararlılıktan yoksundur. Danışan, terapistin farkında olmadığı bir şeyi gözlemlediğini düşünebilir ve tam olarak doğru olmayan bir şeye ihtiyatlı bir şekilde katılabilir. Son derece zayıf ve belirsiz yanıtlar genellikle onaylayıcı olmayan beden diliyle birlikte görülür. Dikkatli bir terapist, bu tür durumları fark edebilir ve uygun şekilde müdahale edebilir. Olumlu bir müdahale örneği şu olabilir: “Sanırım burada biraz yanıldım. Bana yaşadığın deneyimi daha iyi anlamam konusunda yardımcı olabilir misin?”

    Terapistler, bu tür bir istişareden ne sıklıkla sadece kendilerini savunmasız hissettirdiği için kaçınıyorlar? Terapinin yolunda gitmesini sağlamak, sürekli izlemeyi, hataları hızla fark etmeyi ve yetersiz hissetmeden yön değiştirme becerisini gerektirir. Yeni terapistler, danışanlarla çalışırken bu tür spesifik yönlendirmeleri genellikle [dikkate] almadıklarını bana sıkça söylüyorlar.

    Sonuç olarak, bu durum onların kendilerini sahtekâr ya da aldatıcı biri gibi hissetmelerine yol açar. Yanlış yolda devam etmek, seansın sonunda hem terapist hem de danışan için bir boşluk ve huzursuzluk hissi bırakır. Danışan hatta şöyle diyebilir: “Biliyor musunuz, bugün gerçekten aklımda olan şeye ulaşamadığımı hissediyorum” veya “Bu seans, nedense son birkaç seans kadar iyi gelmedi.” Elbette, bu tür bir raydan çıkmanın başka nedenleri de vardır, ancak bunların tümü terapistin hatası veya duygusal olarak erişilemezliği kapsamında değerlendirilebilir.

    REBECCA VAKASI

    Birinci Bölüm’de tanıtılan Rebecca, iki yıl önce hukuk fakültesine devam etmek için buraya taşındığında terapiye başladı. Daha önce üç kez terapi görmüş olduğu için sadece bilinçli bir danışan değil, aynı zamanda şüpheci biriydi. Önceki terapilerinde sınırlı ilerleme kaydetmişti ve hala şiddetli depresyon, zaman zaman kendine zarar verme, orta düzeyde bir yeme bozukluğu, belirgin derealizasyon ve dissosiyasyon atakları ile derin bir başkalarına güvenmeme sorunu sergiliyordu. İradesi dışında bir kez hastaneye yatırılmıştı ve bu deneyim onun için travmatik olmuştu. Terapiye başladığı ilk yıl boyunca, onun için endişelendiğimi belirttiğimde veya semptomlarının şiddeti hakkında soru sorduğumda korkuya kapılır ve onu hastaneye yatırmayı düşünüp düşünmediğimi sorardı. Prognozu ve genel olarak terapi konusunda alaycı bir bakış açısına sahipti, ancak yine de yardım almak istiyordu

    Müdahaleleri değerlendirme amacıyla Rebecca’yı bir vaka örneği olarak kullanıyorum, yalnızca vakası son derece karmaşık ve semptomları hem seans içinde hem de dışında yaygın olduğu için. Rebecca, ne hissettiğini söylemekte isteksiz. Reddedilmekten ve terk edilmekten dehşetle korkuyor.
    Bu nedenle, hayatındaki önemli kişilerle her ne pahasına olursa olsun çatışmaktan kaçınıyor. Ayrıca, birine ihtiyaç duyma düşüncesi bile onu aşağılanmış gibi hissettiriyor. Bu yüzden, bana yönelik, müdahalelerim hakkında -olumlu ya da olumsuz- açık geri bildirim vermekte isteksizlik gösteriyor.

    Yine de onunla nasıl bir etkileşim içinde olduğumu takip edebildim ve bunu anlayabildim. Bunu yapmamı sağlayan şey, onun tepkilerinin kendine özgü biçimini biriken gözlemlerle fark edebilmemdir. Poker oyuncuları, herkesin bir “açık” verdiğinden söz eder -ne kadar ifadesiz ya da hareketsiz kalmaya çalışırlarsa çalışsınlar, yüz ifadesi ya da başka bir fiziksel işaret mutlaka vardır. İyi terapistler, danışanlarının tepki verme biçimlerindeki örüntüleri hızla fark eder ve hem bu “açık”ları hem de doğrudan tepkileri not ederler. (Elbette, zamanla danışan da terapisti okumada aynı derecede becerili hale gelebilir.)

    Daha da önemlisi, Rebecca oldukça iyi ilerleme kaydediyor; bu, kısmen benim günlük hatalarım ve bu hataları kabul etmeye gönüllü olmam sayesinde gerçekleşiyor. Levenson’ın (1994) “terapist hastayı başarısızlığa uğratarak başarılı olur” (s. 696) düşüncesi, Rebecca’nın benim hatalarımı çabucak fark edişimden duyduğu rahatlamada açıkça görülebilir. Rebecca’nın ebeveynleri otoritelerine mutlak itaat talep etmiş, hiçbir zaman özür dilememiş ya da hata yaptıklarını kabul etmemişlerdi. Bu nedenle, benim böyle yapmaya istekli olmam onun için özellikle terapötiktir. Onun gibi danışanlar için, terapistin kaçınılmaz günlük hatalarının sözel olarak kabul edilmesi, terapötik sürecin başarısı açısından kritiktir. Diğer danışanlar terapistin küçük hatalarını ya da yanlışlarını fark edebilir ama doğrulama talep etmeyebilirler. Her zaman olduğu gibi, terapist nasıl bir tepkinin gerektiğine dair ipucunu danışandan alır.

    Müdahalelere Verilen Sözel Olmayan Tepkiler

    Rebecca seansların büyük bir bölümünde sık sık sessiz kalır ve ben de onun beden dili, yüz ifadeleri ve sıkça meydana gelen gastrointestinal (GI) gurultularına karşı duyarlı hale gelerek ona uyum sağladım. Terapisinde dikkatimi çeken şey, kendi seanslarım arasında ilk kez bu süreçte bende de hafif GI gurultularının ortaya çıkmış olmasıdır. Onun, göstermeye korktuğu derin duygular yaşadığını biliyorum ve bu durumun GI gurultularına dönüştüğünü düşünüyorum; bu da beni, kendi vücutsal tepkilerimin sözsüz bir empati biçimi olduğuna inandırdı. Danışanlarım derin duygular ifade ettiğinde bende bu tür gurultuların meydana gelmesi sık görülen bir durumdur; ancak bunların bir bütün seansa yayılması oldukça nadirdir. Ne zaman ve ne sıklıkla gerçekleşirse gerçekleşsin, bu GI olayları sırasında bir tür derin duyguyu paylaştığımızı biliyorum. Bu nedenle, Rebecca ile gerçekleştirdiğim müdahalelerin başarısını ve bir seansın derinliğini değerlendirme yollarımdan biri, bu ortak sözsüz deneyimi yaşayıp yaşamadığımızdır.

    Bazı danışanlar, ama hepsi değil, yerinde bir müdahaleye karşılık olarak anında gastrointestinal (GI) gurultularla tepki verir. Danışan ne hissettiğini dile getirmezse, genellikle GI tepkisini not ederim ve ne hissettiğini sorarım. Danışanın, hissettiği şeyi kendisine bile itiraf etmeye hazır olmasa bile, bu sözsüz tepkilerin bilinçli denetimin dışında gerçekleştiğini ve bir tür gerçeklik göstergesi işlevi gördüğünü zamanla fark ettim. Ancak danışan fiziksel tepkisini “önemsiz” diye geçiştirirse, bu yanıtı kabul ederim ve devam ederim. Hissetmeye ya da bir şeyi bilmeye hazır olmayan bir danışana herhangi bir farkındalığı zorla yüklemeye çalışmak terapötik değildir. Danışanın ifadesini basitçe kabul ederim ve bir sonraki söyleyeceği şeyi beklerim. Eğer bir kişi GI gurultuları yaşıyorsa bunun nedeni öğünü kaçırmış olması ya da grip gibi bir rahatsızlıksa, danışan bunlardan söz edebilir ve bu tür tepkiler anlamlı bir etkileşim bağlamının dışında gerçekleşmiş olur. Ayrıca, duyulabilir GI gurultuların yokluğu, danışanın derin duygularının olmadığı anlamına gelmez. Bu tür fiziksel tepkiler yaygın olmakla birlikte evrensel değildir.

    Bu nedenle Rebecca’nın yaşantısını takip etme yollarımdan biri, onun bağımsız fiziksel tepkileriyle bizim paylaştığımız tepkileri gözlemlemektir. Bunun dışında, oldukça açıklayıcı ama nadiren dile getirilen başka basit sözsüz tepkiler de vardır. Danışanlarımın tamamına yakını bileklerinde saat takar ve ofisimde oturdukları yerden görebildikleri bir kilise kulesinde büyük bir saat bulunur. Yıllar içinde, yanlış bir yöne gittiğimde, çok uzun konuştuğumda ya da duymak istemedikleri bir şeyi paylaştığımda, danışanlarımın rutin biçimde ya bileklerindeki saate ya da kilise kulesindeki saate bakmalarını görmek beni hem şaşırtmış hem de biraz utandırmıştır. Ne söylüyor olursam olayım, danışanım saate baktığında söylediklerimin terapötik olmadığını anlarım.

    Bu genellemeye birkaç istisna hemen aklıma geliyor. Bazı danışanlar, seansın bitmesi konusunda kaygılıdır ve bu nedenle tam tersi bir sebeple saate bakarlar: seansın bitmesini istemedikleri için. Bazen henüz konuştukları şeyi tamamlamamış olurlar ya da yeni bir konuya başlamak isterler ancak bunun için zamanın yetip yetmeyeceğini görmek isterler. Bu tür nedenlerle saate bakma davranışı genellikle seansların sonlarına doğru gerçekleşir.

    Ayrıca, bir danışanın tamamen farklı bir nedenle -örneğin obsesif-kompulsif bir belirtinin ifadesi olarak- kişisel bir alışkanlıkla saate bakma olasılığı da her zaman vardır. Bir danışan saate baktığında benim tepkim, cümlemi tamamlayıp durmak olur. Ya da uzun süredir birlikte çalıştığım danışanlarla, cümlenin ortasında konuşmayı kesmek şeklinde olur. Bu davranışımın nadiren fark edilmesi ya da sorgulanması beni şaşırtmıştır. Danışan, neden cümlemi bitirmediğimi merak etmektense, minnetle benim dolaylı açıklamalarımdan vazgeçip aslında konuşmak istediği konuya geçer. Danışana doğrudan sıkılıp sıkılmadığını ya da söylediklerimden hoşnut olup olmadığını sormak ise genellikle daha az etkili olur; çünkü danışan duygularımı incitmek istemez. Toplumsal nezaket kurallarına sıkı sıkıya bağlı olmayan danışanlar ise bazen “Zamanımı harcıyorsunuz” ya da “Bunların hepsini bilmek istemiyorum” ya da “Önce konuşmakta olduğum konuya geri dönebilir miyim?” gibi ifadeler kullanabilirler.

    Yeni bir terapistken bu tür geri bildirimleri biraz utanç verici ve zaman zaman hafifçe incitici buluyordum. Ancak kısa sürede, danışanlarımın beni doğru yolda tutma çabalarını takdir etmeyi ve sert tepkileri bile olgunlukla karşılamayı öğrendim. Bence tüm yeni terapistler kendilerinden fazla şey beklerler ve narsisistik kırılganlıklarıyla yüzleşmek zorundadırlar. Yeni terapistler çoğu zaman bir miktar büyüklük fantezisine kapılmıştır ve bu büyüklük fantezisi yalnızca terapötik sürece dair gerçekdışı beklentilerle sınırlı kalmaz. Aynı zamanda, danışanların onaylamayan tepkilerine aşırı duygusal yanıt verme eğilimine de dönüşür; bu tepkiler incinme, gurur zedelenmesi ve hatta utanç şeklinde kendini gösterebilir. Çoğu terapist bu incinmişlik hissini dile getirmese de, danışan bunu bilinçdışı düzeyde algılar ve bu durum terapistin sonraki davranışlarını mutlaka etkiler. Danışanın terapistin söylediklerini reddetmesi çoğu zaman sessiz bir geri çekilmeyle birlikte görülür.

    Beden duruşundaki değişimler, bu bilgiyi almaya istekli olan terapistlere sürekli olarak anlamlı geri bildirimler sağlar. Danışanlarımı etkileyen bir şey söylediğimde, bacaklarını bana doğru çevirdiklerini fark etmemek elde değil. Yanlış, yersiz ya da fazla tehdit edici bir şey söylediğimde ise bedenlerini benden uzağa çevirir ya da bacaklarını aksi yöne doğru çaprazlarlar. Bu çok basit ve bariz gibi görünebilir, ancak bana kalırsa bu tür geri bildirimlere yeterince önem vermiyoruz.

    Rebecca’ya dönecek olursak, o diğer tüm danışanlarımdan daha uzakta oturur. Ben bir sandalyede otururum, danışanlar ise karşımdaki kanepeye yerleşir. Danışanlarımın çoğu, kol dayama yeri de olan bana en yakın köşeye oturur. Rebecca ise kanepenin yaklaşık üçte ikilik kısmına oturarak hem bana çok daha uzak bir mesafede bulunur hem de kol dayanağının olmadığı bu konumda bir miktar rahatsız oturur. Kanepe üzerindeki yastıklarla kendine bir tür bariyer oluşturur -bu yastıkları nadiren kenara iter. Seans boyunca bu duruşunu koruduğundan, beden pozisyonuna dair ipuçlarını almak daha zor olur. Neyse ki, sürekli değişen yüz ifadeleri ve gastrointestinal (GI) gurultular bu boşluğu doldurur.

    Geri çekilme ve Dissosiyasyon

    Daha önce de belirttiğim gibi, Rebecca’nın en sık kullandığı savunma manevrası geri çekilmedir [withdrawal]. Önemli ölçüde tehdit altında hissettiğinde ise dissosiyasyon [dissociation] yaşar. İlk seansta bana düzenli olarak dissosiyatif deneyimler yaşadığını söyledi ve bununla başa çıkıp çıkamayacağımı sordu. Ne beklemem gerektiğini anlayabilmem için bana tam olarak ne olduğunu tarif etmesini istedim. Dış dünyada yürürken zorlandığını, tuhaf bir aura hissettiğini ve bedeninin dışındaymış gibi bir duyum yaşadığını anlattı. Hareket etmeye devam edebilmek için kendine ayağını bir diğerinin önüne koymasını söylemek zorunda kaldığını belirtti. Terapi seanslarında ise gözleri dalar ve “kopar [leave]” Ben de, onun yalnızca geri çekilip çekilmediğini mi yoksa “kopup” kopmadığını anlamak için zaman zaman kontrol etmem koşuluyla bununla başa çıkabileceğimi söyledim. Ayrıca, bu dissosiyatif epizodlar gerçekleştiğinde onu şimdiki ana geri döndürmemi mi yoksa kendi kendine geri dönmesini beklememi mi tercih ettiğini sordum. Bazen geri dönmekte zorlandığını ve birkaç dakikadan uzun süre sessiz kaldığında müdahale etmemin kendisi için iyi olacağını söyledi.

    Okuyucuya Rebecca’yı şu anda hâlen tedavi etmekte olduğumu ve bunun yaklaşık iki yıldır sürdüğünü hatırlatmak isterim. Bu noktada, müdahalelerimin onun dissosiyatif yaşantılarını azaltmaya yardımcı olduğunu ve bu deneyimlerin artık nadiren meydana geldiğini söyleyebilirim. Söylediğim bir şeyin onun geri çekilmesine neden olduğunu fark ettiğimde hemen dururum. Eğer sorduğum bir soru onun için fazla tehdit ediciyse, bunu kelimenin tam anlamıyla elini birdenbire kaldırarak ve aramızdaki alana doğru savurarak ifade eder. Böyle yaptığında, o anda peşinden gittiğim her ne varsa ondan vazgeçmem gerektiğini anlarım. Bu hareketi çoğu zaman “Artık bunu konuşamayız” ya da “Hayır, daha fazla söyleme” gibi bir ifadeyle birlikte dile getirir. Elbette ben de “Peki” diye yanıt verir ya da sadece konuşmayı keserim. Zaman geçtikçe ve onun üzerinde, annesinin yaptığı gibi, zorlayıcı ve baskın bir tutum sergilemeyeceğimi gördükçe, artık bu uç düzey savunmaya -dissosiyasyona- başvurmamaktadır çünkü buna gerek duymamaktadır. Onun rahat etmediği bir konuda konuşmaya zorlanmayacağını bilmesi, kendisini daha fazla denetim sahibi ve daha iyi anlaşılmış hissetmesini sağlar. Böylece, hem duyguları üzerinde denetim kazanır hem de kendisini içsel ya da dışsal baskılardan korumak için dissosiyasyona başvurmak zorunda kalmaz.

    Olumsuz Duygu İfadeleri ve (versus) Doğrulamayıcı Tepkiler

    Bir müdahalenin işe yaramadığını belirten danışan tepkisi (ki bu öfkeyi de içerebilir) ile müdahale terapötik olduğu için ortaya çıkan öfke ifadesi arasında ayrım yapmak önemlidir. Rebecca’nın bana duyduğu güvenin bir göstergesi, terapinin yaklaşık altıncı ayından sonra, kısa süreli rahatsızlık ya da öfke patlamaları yaşamaya başlamasıydı. İç dünyasını büyük ölçüde bastırdığı için, herhangi bir anda neyin onu harekete geçireceğini kestirmek zordur.

    Başta, Rebecca’nın beklenmedik öfke patlamaları beni biraz şaşırtmıştı. Zamanla, onun öfke ifadelerinin aslında bana güvendiğinin ve bana bağlandığının bir göstergesi olduğunu anladım. Onun durumunda regresyon [regression], öfkesini her zamanki gibi bastıramaması anlamına geliyordu. Aslında, günlük hayatında neredeyse kusursuz bir soğukkanlılık sergilemesiyle gurur duyuyordu. Ben onun öfkesinden şaşkınlık duysam da, o kendi öfkesinden dehşete kapılmıştı. Öfkesine yenik düştüğü bir seanstan sonra beni arayıp sesli mesaj bırakarak, kendisini affetmemi ve yalvarırcasına onu “terapiden atmamamı” rica etti.

    Acılı bir konuyu gündeme getirdiğimde onun öfkelenmesi olağan dışı bir durum değildir. Bu durum bir seansın sonlarına denk geldiğinde ve Rebecca seansı hâlâ öfkeli bir şekilde terk ettiğinde, bazen çıkarken kapıyı sertçe çarpar. Geçmişte, bu davranışı her zaman yukarıda bahsedilen aşırı özür dilemeler ve terk edilme korkuları takip ederdi. Kapıyı çarptığına şaşkınlıkla tepki verir ve bunun bir daha asla olmayacağını söylerdi. Kapıyı binadaki kimseyi rahatsız edecek ya da kapıya zarar verecek kadar sert çarpmadığı için, bu konuda bu kadar kaygılanmasına gerek olmadığını söyledim. Her zaman neden öfkelendiğini konuşuruz ve öfkesini ifade etme becerisinin giderek artmasını ferahlatıcı buluyorum. Geçtiğimiz günlerde çıkarken yine kapıyı çarptı ve sadece “Üzgünüm”, diye seslendi. Ben de “Sorun değil” diye karşılık verdim. Hepsi bu kadardı. Ne kendini suçlayan telefon mesajları, ne de abartılı pişmanlıklar. Gerçekten sorun olmadığını biliyordu. Bu davranış her ne kadar “eyleme dökme [acting out]” olarak nitelendirilebilse de, ben bunun terapötik ilerlemesini engellediğini ya da müdahalemin bir sorunu olduğunu düşündürmediğini düşünüyorum. Bu, onun benden bağımsızlaşmasına katkı sağlayan küçük bir başkaldırı eylemidir. Onaylanmamak, onun benden ayrı kalmasına gerçekten “izin vermeyeceğim” korkusunu daha da artıracaktır.

    Daha önce de belirttiğim gibi, danışanın olumsuz bir duygusal tepkisinin -ki bu çoğu zaman terapötiktir- danışanı yabancılaştıran ve terapötik olmayan bir olumsuz tepkiden ayırt edilmesinin iyi bir yolu, danışanın genel tavrına bakmaktır. Rebecca, bana öfkelendiği için benim de ona öfkelenmediğimi anladığında her şey normale döner ve sürecimize devam ederiz. Sonraki seansa geri çekilmiş ya da düşmanca bir ruh haliyle başlamaz. Eğer onun öfkesinin benim işlevsiz bir şey yaptığım için mi olduğunu kestiremezsem, basitçe sorarım. İşte yakın tarihli bir örnek daha:

    Geçmişte Rebecca’nın nadiren söz ettiği travmatik çocukluğunu gündeme getirdiğimde, sık sık ebeveynlerini savunur, onların ellerinden gelenin en iyisini yaptığını söyler ve iyi muamele görmemesinin de daha iyisini hak etmemesinden kaynaklandığını belirtirdi. Levenson (1993), istismarcı ebeveynlere güçlü bir bağla bağlı olan bir danışanla çalışırken her terapistin üzerinde yürüdüğü ipten söz etmiştir (ayrıca bkz. Shengold, 1989). Ebeveynlere yönelik aşırı eleştiri, bu tür danışanların savunma amaçlı olarak ebeveynlerle özdeşleşmesine ve terapisti “dışarıdan biri” olarak konumlandırarak ona karşı cephe almalarına neden olur (Levenson, 1993). Bu nedenle, çocuklukta yaşanan psikolojik zararın boyutunu açığa çıkarma süreci ve sorumluluk/suçlama gibi oldukça hassas bir konu dikkatle ele alınmalıdır. Fazla empati, danışanın içsel dengesini tehdit edebilir; yoğun, baş edilmesi zor duyguları tetikleyebilir ve ebeveynleri savunma isteğini uyandırabilir.

    Birgün Rebecca, annesinin bitmek bilmeyen eleştirilerinden, bağırmalarından ve genel olarak sözel istismarından söz etti. Bunun her gün katlanılması çok zor bir şey olduğunu söyledim. Ağlamaya başladı ama sessiz kaldı. Ben biraz daha konuştum. Daha fazla ağladı. Birkaç dakika sonra, annesinin istismarcı olduğunu belirten bir yorum daha ekledim. Başını kaldırıp bana baktı ve “Bakın, yeter artık. Ne demek istediğinizi anladım. Daha fazla bir şey söylemek düpedüz sadistlik,” dedi. Zaten durmaksızın ağladığını, daha neyi amaçladığımı bilmediğini ekledi. (Aslında, sadece gözyaşı dökmesinin ötesinde bir çözülme yaşamasını, hıçkıra hıçkıra ağlamasını istiyordum. Benimle birlikte kontrolünü kaybetmeye hazır olduğunu umuyordum. Ama hazır değildi ve ben de onu fazla zorlayarak, sadistik bir biçimde kendi hayal kırıklığımı ifade ettim.)

    Elbette hemen durdum ve özür diledim. Hâlâ üzgündü ama seansı bitirip ayrıldığında durumu iyiydi. Bunu bir daha yapmamamı istediğini açıkça ifade etti. Ben de yapmayacağımı söyledim. Ancak onunla çalışmaya devam ettikçe zaman zaman ikilemde kaldım. Rebecca, acısına temas eden sorular sormamı bekliyor ve derin duygular hissettiği seansları “iyi” seanslar olarak tanımlama konusunda benimle hemfikir olduğunu açıkça belirtmişti. Ama bu çabamda fazla ileri gitmeyeceğime dair ona söz verdikten sonra, ne zaman durmam gerektiğini tam olarak nasıl bilebilirim?

    Geçtiğimiz günlerde Rebecca’nın ertesi sabah önemli bir sınavı olduğu için “duygusal olmayan” bir seans gerçekleştirdik. Biliyorum ki, bazen öğleden sonra geç saatlerdeki seanslardan sonra akşamı derin duygularla başa çıkmak için toparlanmaya ayırması gerekiyor. Ayrıca, zaman zaman ertesi günün ilk saatlerinde biraz dalgın ya da yönünü kaybetmiş gibi olabiliyor. Bu nedenle, bu büyük sınavdan önce çok derine inmemeye özen gösterdim. Rebecca, neden onunla daha derin konulara girmediğimi sordu. Ben de nedenini anlattım. Endişelenmesine gerek olmadığını, bir sonraki seansta olağan çalışmalarımıza devam edeceğimizi söyledim.

    Sonraki seansa sınavındaki başarısından büyük bir sevinçle geldi ve derin çalışmalara kaldığımız yerden devam etmeye hazırdı. Rebecca, yüksek sesle söylemeye hazır olmadığı şeyleri sık sık yazarak ifade eder. O seansta, hafta sonu boyunca beni özlediğini ama bu duygular karşısında utanç, iğrenme, korku ve öfke karışımı hissettiğini yazmıştı. Ben de, hem onun yüksek sesle söyleyebildiği hem de benim söyleyebileceğim şeyleri yazmasının bende bir miktar hayal kırıklığı yarattığını söyledim. Bu durumda ben bu ifadeyle nereye varabilirdim? Rebecca, bunun hakkında genel olarak konuşabileceğimi ama “M” kelimesini kullanmamam gerektiğini söyledi; burada “özlemek [missed]” kelimesini kastediyordu. Bu kelimeyi yüksek sesle söylerse, kendini adeta içi açılmış gibi hissedeceğini ve benim onu bir anda yok edebilecek güce sahipmişim gibi algılayacağını ifade etti. Her ikimiz de “sözcüklere dökmek yerine yazma” anlarını ortadan kaldırmayı hedeflediğimiz konusunda hemfikirdik; ancak Rebecca zaman zaman bu yönteme hâlâ ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bana duyduğu bağlılığı kabul etmek onun için çok büyük bir adımdı, bu yüzden ben de bu sürece katıldım.

    Bu noktada Rebecca ve ben karşılıklı oturuyor, birbirimize bakıyoruz. O, artık onun bana çok bağlı olduğunu bildiğimi biliyor ve bu bilgiyi ona zarar vermek için kullanmamdan korkuyor. Derinleşmek istiyor ama korkuyor. Ben de onunla birlikte derinleşmek istiyorum, fakat geçmişte benim kendimi fazla önemli sandığımı düşündüğü için beni azarlamış olması, şu anda açıkça çok kırılgan hissetmesi ve acısı hakkında fazla konuşmanın ona müdahaleci ve sadistçe geldiğini söylemiş olması nedeniyle tereddütlüyüm. Peki ben ne yapmalıyım? Onu bir danışman gibi kullanmaya ve kendi ikilemimi ona doğrudan sunmaya karar verdim. Rebecca da kendi açıklığıyla yanıt verdi. “Senin benim için zor olan şeylerin peşinden gitmeni seviyorum” dedi. “Sadece gerçekten ağlamaya başladıktan sonra durman gerekiyor. Yarayı açman sorun değil ama devam edersen, içine tuz basıyormuşsun gibi geliyor. Tamam mı?” Ben de, “Kesinlikle. Bu çok net. Ve bunu yapabilirim” dedim.

    Danışanlarımla kendi davranışlarıma verdikleri tepkiler üzerine ne kadar çok istişare edersem, onlar için neyin terapötik olup neyin olmadığını o kadar iyi anlıyorum. Artık Rebecca’nın öfkeli bir şekilde seansı terk etmesinin büyük bir mesele olmadığını biliyorum -bunu ya geçmişten gelen bir öfkeyi hissettiğinde ya da belki de gerçekten ofisimden ayrılmak istemediği için yapıyor. (Bu durum açıkça dile getirilmiyor ve Rebecca’nın bana ihtiyaç duymaktan ve bu ihtiyaç nedeniyle benim tarafımdan yok edilmekten duyduğu korku nedeniyle bunun doğru olup olmadığını ona sormam söz konusu olamaz. Bu, ancak onun dile getirebileceği bir şeydir.) Ancak Rebecca bana öfkeyle bakar, beni eleştirir ya da içe kapanıp somurtursa, o zaman davranışlarımın terapötik olmadığına inanmak için bir nedenim olur ve bunun hakkında soru sorarım. Ferenczi’nin (1976) söylediği gibi, “Analiz sürecinde, reddin ya da inançsızlığın bilinçdışı ifadelerini sürekli olarak tetikte bir gözle izlemek ve bunları tavizsiz bir biçimde açığa çıkarmak yerinde olur” (s. 221).

    EYLEME DÖKME

    Langs (1973), “eyleme dökme”nin [acting out] bir müdahalenin terapötik olmadığının işareti olduğunu belirtir. Eyleme dökme psikanalitik bir terim olup, terapötik ortamda deneyimlenen duygu ve çatışmaların söze dökülüp tartışılmak yerine bir tür davranışa dönüştürülmesi anlamına gelir. Bu kavram geleneksel olarak olumsuz bir olay olarak görülmüştür, ancak çoğu zaman terapiyi sekteye uğratmaktan ziyade onu kolaylaştırmak amacıyla gerçekleştirilir. Burada özellikle, terapistin hatasına yanıt olarak ortaya çıkan kendine zarar verici eyleme dökme [self-destructive acting out] davranışlarıyla ilgileniyorum.

    Kendine zarar verici eyleme dökme davranışları, terapistle güç mücadelesine ya da çatışmaya girmeyi; seans sonrası bir yöneticiyle ya da romantik partnerle tartışmayı; terapiste öfkeyle seansı terk etmeyi; gereksiz yere seansları kaçırmayı; korunmasız cinsel ilişkide bulunmayı; alkol ya da uyuşturucu kullanmayı; trafik cezası almayı ya da kompülsif şekilde yemek yeme ya da kumar oynama davranışlarını içerebilir. Bu tür danışan davranışlarının her zaman ya da çoğu zaman kötü bir terapist müdahalesinin sonucu olduğunu kesinlikle söylemiyorum. Ancak danışan aşırı düzeyde anksiyete ya da depresyon belirtileri bildiriyorsa ya da eyleme dökme davranışları gösteriyorsa, bunun terapist ile danışan arasında yaşanan bir şeyin sonucu olup olmadığını düşünmeye değer olduğunu söylüyorum.

    Bu tür davranışları alışkanlık haline getirmiş danışanlarla çalışırken durum elbette daha zor hale gelir. Zaten bu davranışlardan bir ya da birkaçını sergileyen danışanlar söz konusu olduğunda, bir seansın başarısını eyleme dökme yoluyla değerlendirmek imkânsız görünebilir. Ancak benim deneyimime göre, bu yine de faydalıdır çünkü mesele derecelerle ilgilidir. Örneğin, normalde fazla alkol tüketmeyen bir danışan, bir sonraki seansa baş ağrısıyla gelir ve alışılmadık bir şekilde çok içtiğini, bunun karşısında hem şaşırdığını hem de utanıp sıkıldığını bildirir. Oysa genellikle fazla içki içen bir danışan, bir önceki seansın ardından ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu söyleyerek durumu daha da ileriye taşır. Bu noktada, danışanın başlangıç düzeyini [baseline] bilmek önemlidir ve bu düzeyden sapmalar, merak edip üzerine düşünmemiz gereken anlamlı göstergelerdir.

    Son olarak, daha önce de belirttiğim gibi, danışanın genel tavrından ve hissettiklerinden ya da yaptıklarından bağımsız olarak terapistle ilişkiye girme istekliliği, terapötik ilişkinin durumu açısından temel bir göstergedir. Kendine zarar verici bir davranışta bulunmuş olsa bile bunu açıkça konuşmaya istekli olan bir danışan ile, içine kapanmış, somurtkan ya da genel olarak iş birliğine kapalı olan bir danışan arasında önemli bir fark vardır. İkinci durumda olan danışanın bu hali, yaşadığı sıkıntının terapistin söylediği ya da yaptığı bir şeyle gerçekten ilişkili olabileceğini gösterebilir.

    Ben aynı zamanda Langs’ın (1974) ego işlevlerinde yaşanan çöküşlere ve özellikle terapiyi sonlandırma tehditlerine ilişkin yorumlarına da katılıyorum; bunlar, terapist ile danışan arasında bir şeylerin ters gittiğinin işaretleridir. İletişimde ya da ilişkinin bütününde yaşanan kopukluk terapist tarafından fark edilmiyorsa, bence artık danışanla doğrudan istişare etmenin zamanı gelmiştir. Danışanın zorluk yaşadığını, alışılmadık şekilde umutsuz hissettiğini ya da terapiye daha az katılım gösterdiğini fark etmek ve bunu dengeli, yargılayıcı olmayan bir biçimde dile getirmek, yepyeni bir konuşmanın kapısını aralayabilir ve terapötik ittifakı yeniden kurabilir.

    Langs ayrıca, psikosomatik yakınmaları da onaylayıcı olmayan tepkiler [nonconfirmatory responses] arasında değerlendirir. Bu yakınmalar baş ağrıları, vücut ağrıları, kanser ya da başka bir hastalığa yakalanma korkuları, mide ağrıları, kabızlık ya da ishal, ya da ciltte iltihaplanmalar gibi belirtileri içerebilir. Bu noktada, narsisistik kişilik bozukluğu olan danışanlarda sıklıkla gözlemlediğim bazı durumlar hakkında birkaç yorumda bulunmak istiyorum. Bu tür bir danışan, terapist ya da önemli bir başkası tarafından yaralandığını hissettiğinde, neredeyse anında hastalanabilir. Genç bir terapistken bunu ilk kez gözlemlediğimde, yanılıyor olabileceğimi düşündüm. Belki de danışan bana öfkelendiği için hasta olduğunu söyleyip randevusunu iptal ediyordu. Ancak bunun doğru olmadığı ortaya çıktı. Sonrasında bunun bir tesadüf olduğunu düşündüm. Bir kişi seansı tamamen sağlıklı bir şekilde terk edip nasıl olur da sadece birkaç saat içinde yüksek ateş ve genel bir kırgınlıkla uyanabilir? Gerçekten de narsistik bir incinme, aksi halde, sağlıklı olan birini bu kadar hızlı ve bütünüyle yere serebilir mi? Bu olguyu defalarca gözlemledikten sonra, bunun mümkün olduğuna inanıyorum. Özellikle yüksek ateşin, bu ani başlayan hastalık nöbetlerinde ortak bir unsur olarak sıkça ortaya çıkması dikkatimi çekti. Hasta olan danışanım terapiye geri döndüğünde, genellikle -ama her zaman değil- ona çok incitici bir şey söylediğim ya da yaptığım açık hale gelir. Freud’un dediği gibi, “Bazen bir puro sadece bir purodur” ve narsistik açıdan kırılgan bir danışan sadece grip olmuş olabilir. Ancak terapist, bir önceki seansın iyi geçmediğine dair zaten bir hisse sahipse, bu olasılığı dikkate almak yerinde olur. Bu durum, seans sırasında sarf edilen incitici bir yorum için özür dilemeyi geciktirmemek adına da iyi bir nedendir. Gecikme, kişinin hastalanmasına yol açabilirken, zamanında edilen bir özür ya da meseleye açıklık getirmek bunu önleyebilirdi.

    BİRAZ RAYDAN ÇIKMAK

    Şu ana kadar, terapistlerin bir müdahalenin ya da belirli bir seansın birikimli etkisinin danışan tarafından olumlu mu olumsuz mu karşılandığını nasıl fark edebileceklerini tartıştım. Peki ya danışan seansa açıkça bir sıkıntıyla başlayıp, tüm seans boyunca bu konudan söz ettiği hâlde hiçbir rahatlama belirtisi göstermiyorsa? Eğitim programları genellikle danışanlara anlık sorunlarında yardımcı olmaya odaklanır. Ancak bu, gerçek mesele olmayabilir.

    Herkesin, bir şeyden dolayı üzülüp bunu bir arkadaşıyla, partneriyle ya da terapistiyle konuşarak bir nebze rahatladığı ama yine de huzursuzluk hissetmeye devam ettiği bir deneyimi olmuştur diye düşünüyorum. Bu durum bir terapi seansında gerçekleştiğinde, terapist bir şeylerin rayından çıktığını fark etmelidir. Terapist empatik davrandığı hâlde danışan anlaşıldığını belirtip olumlu tepkiler verse de, seans ilerledikçe sakinleşip kendini daha iyi hissetmiyorsa, o zaman bir şey gözden kaçıyor demektir. Danışan büyük olasılıkla gerçekten hissettiği şeyi savunmacı bir biçimde ajitasyon ya da öfke yoluyla bastırmakta ya da yanlış kişiden söz etmektedir. (Danışan, terapiste yönelik olumlu ya da olumsuz duygular yaşıyor ancak tüm seansı başka biri hakkında konuşarak geçiriyorsa, bu ona pek bir rahatlama sağlamayacaktır.) Bir seansın tamamı bu şekilde geçerse, her iki taraf da seansın sonunda tuhaf bir tatminsizlik hissi yaşar; ortada “yanlış” giden somut bir şey olmasa bile. Hedefe tam olarak ulaşılamamış gibi bir duygu oluşur. Terapistin, danışanla istişare ettiğinde bile, gerçekte neler olup bittiğini her zaman anlayabilmesi mümkün değildir. Ancak danışan, belirli bir mesele hakkında sürekli olarak aynı düzeyde duygusal ifade sergiliyorsa, başka neyin olup bitiyor olabileceğini düşünmek yerinde olur. (Bu bölümün geri kalanında söyleyeceğim şeylerin çoğu, yıllar önce öğrendiğim eski psikodinamik klinik bilgeliğe dayanmaktadır. Bu bilgilerden bazıları öğretilir, ancak birçok terapist için bunlar hâlâ yeni bilgiler niteliğindedir.) Eğer terapist meseleyi çözemiyorsa, danışanı durdurup, onu rahatsız eden şey hakkında konuşmanın ona bir rahatlama getirmediğine dikkat çekmesini öneririm. Bu durumu kendisi nasıl yorumluyor?

    Sally seansa çocukları hakkında konuşması gerektiğini söyleyerek başladı. Bu danışan, terapi süreci boyunca benimle ebeveynlikle ilgili meseleleri sıkça konuşmuştur. Çocuklarının ergenlik dönemindeki zorlukları ve bu durumlara karşı aşırı tepkileri, daha önce de Bölüm Üç’te belirttiğim gibi, başvuru nedenlerinden biriydi. Çocukları hakkında konuştuğumuzda, ben onun içinde bulunulan senaryodaki kendi rolüne odaklanmasına yardımcı oldum ve genellikle bu süreçte kendi katkısının farkında olurdu.

    Bu nedenle Sally seansa çocuklarıyla ilgili sorunlar hakkında konuşması gerektiğini söyleyerek başladığında, ben de güncel bir çatışmayı ele alacağımızı ve onun bu durumdaki rolünü irdeleyeceğimizi varsaydım. Bunun yerine, çocuklarının ne kadar tembel olduklarına inanamadığını söyledi. Bu kadar tembel, hırssız çocukları nasıl yetiştirmişti? Hafta sonu boyunca iki çocuğuna, daha çok çalışmamalarının onu ne kadar rahatsız ettiğini söylemişti. Ayrıca, yaşamlarında hiçbir şeye tutku duymamalarından da şikâyet etti. Hiçbir şeyin onlar için gerçekten önemli görünmediğini ifade etti. Nerede hata yaptığını merak ediyordu. Sally’nin kendini kötü hissettiği açıktı, ancak çocuklarının geçmişte birçok sorun yaşamış olmaları nedeniyle, onun bu olumsuz duygularının yine çocukları başarısız olduğunda kendini suçlama eğilimiyle ilişkili olduğunu varsaydım.

    Sally başarısızlık ve hayal kırıklığı duygularından rahatlıkla söz etti. Onun ne hissettiğini anlıyordum. Her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu. Ancak seansın ortalarına doğru, aslında hiçbir “ilerleme” kaydetmediğimizi fark ettim. Sally yalnızca hislerini yeniden dile getiriyor ya da onu rahatsız eden çocuklarına dair bir başka örnek daha ekliyordu. Ama canlanmamıştı. Ne bir içgörü vardı ne de belli bir duygu ya da olayın önemine dair ani bir fark ediş. Ayrıca herhangi bir rahatlama da yaşamıyordu. Sally, konuşmaya başladığı andaki kadar umutsuz ve olumsuz hissediyordu. Bunu fark ettiğimde, çoğu zaman çocuklarından söz etse de, bugün aslında kendisinden söz ettiğini anladım. Bu yüzden, “Bugün kendinizle ilgili özellikle kötü mü hissediyorsunuz?” diye sordum.

    Sally konuşmayı kesti. Biraz sonra, “Evet, öyleyim,” dedi. Bunun üzerine, “Yani aslında, tembel olduğunu, tutkudan yoksun olduğunu ve hayatında yeterince şey başaramadığını düşündüğün kişi siz misiniz?” diye sordum. “Evet,” diye yanıtladı. “Tüm suçu çocuklarıma yüklediğime inanamıyorum. Şimdi siz böyle söyleyince, haklı olduğunuzu biliyorum. Tanrım, bununla ilgili kendimi çok kötü hissediyorum. Sanırım onlardan özür dilemem gerekiyor.” Ardından, kendisiyle ilgili neden bu kadar kötü hissettiği üzerine konuşmaya başladı ve seans, ikimizin de bir şey başardığımızı hissettiği bir noktada sona erdi. Sally’nin seans içeriği okuyucuya oldukça bariz gelebilir. Nitekim bir danışan seansın büyük kısmını başka birinin kusurları hakkında konuşarak geçiriyorsa, ben de her zaman aslında kendisinden mi söz ettiğini merak ederim. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, çocuklarının gerçekten düşük başarı gösterme eğilimleri vardı ve hiçbir şeye özel bir tutkuyla bağlı değillerdi; ayrıca Sally terapiye, kısmen de olsa, onlara daha fazla disiplin kazandırmakta yardım almak amacıyla başvurmuştu. Daha önce de çocukları hakkında, kendisinin duruma katkısının farkında olduğu bir farkındalıkla konuşmuştuk; duygularını kendisinden uzaklaştırarak başkalarına yansıttığı bir durum söz konusu değildi. Dolayısıyla, bu seansta gerçekte ne olup bittiğini fark etmem biraz zaman aldı.

    Sharon vakası, daha karmaşık ve ne olup bittiğini anlamak için biraz dedektiflik gerektiren başka bir örnek sunar. Orta yaşlı bir dul olan Sharon, uzun süren evliliği boyunca kendisini aldatmış olan eşinin kaybının yasını tutmak ve ona duyduğu öfkeyi ifade edebilmek amacıyla terapiye başladı. Yalnızdı ve yeni bir ilişkiye girmek istiyordu, ancak yeniden incinmekten de korkuyordu. Terapinin birkaç ay sonrasında, çeşitli iş ilişkileri aracılığıyla tanıdığı daha genç bir erkekle çıkmaya başladı. Aralarındaki yaş farkı nedeniyle ilişkinin ne kadar süreceğini merak ediyordu. Ancak hemen ardından, evlenmeye pek istekli olmadığını da belirtti. Bir sevgili edinip bağımsızlığını korumayı tercih ettiğini söyledi.

    İlişkileri ilerledikçe, sevgilisi Sharon’a âşık olduğunu ve onunla evlenmek istediğini söyledi. Ancak aynı zamanda, kendisinden hoşlandığını açıkça kabul ettiği bir iş arkadaşıyla düzenli olarak öğle yemeği yemeye devam ediyordu. Sharon, birkaç haftalığına ara vermeye ve tatil evine tek başına gitmeye karar verdi.

    Dönüşünden sonraki ilk seansta Sharon depresif ve biraz içine kapanmış görünüyordu. Bu farklılığı fark ettim ve bir şeyin canını sıkıp sıkmadığını sordum. “İyiyim,” dedi, ancak bu hiç de inandırıcı değildi. Onu tanımama ve içgüdüsel tepkime dayanarak, nasıl hissettiğini anlatmasını istedim. Seansın büyük bölümü, tatili ve dönüşü üzerine yapılan sıradan sohbetle geçti. Sevgilisini neden görmediğini sorduğumda, ikisinin de oldukça meşgul olduğunu söyledi. Konuştukça onun sevgilisinden kaçındığı giderek daha belirgin hale geldi. Onu özleyip özlemediğini sordum. Özlemediğini söyledi. Oysa seyahate çıkmadan hemen önce bana onu sevdiğini söylemişti; bu yanıtı karşısında şaşırdım. Hemen, onun inkâr halinde olduğunu düşündüm -muhtemelen sevgilisinin onu özlememiş olmasından ya da zamanını diğer kadınla geçiriyor olmasından korktuğu için. Bu olasılıkları sorduğumda, gözümün içine bakarak ve son derece sakin bir şekilde yanıldığımı söyledi.

    Artık gerçekten kafam karışmıştı. Yaptığım yorumları bu kadar rahat ve savunmasız bir şekilde reddetmesi, yanıldığımı açıkça gösteriyordu. Ama onun biraz depresif olduğunu ve normalde olduğu kadar açık olmadığını da kesin olarak biliyordum. Hayal kırıklığı içinde, seans bitmeden önce onunla istişare etmeye karar verdim. İçinde bulunduğum ikilemi ona açıkladım. Bir şeylerin olup bittiğinden emin olduğumu, ancak doğrudan sorularımın ve yaptığım yorumların hiçbirinin anlamlı bir sonuç vermediğini söyledim. Bana yardımcı olabilir miydi? Bu noktada Sharon başını eğdi ve suçluluk dolu bir ifadeyle yere baktı. Bir dakikalık sessizlikten sonra, “Evet, haklısınız. Gerçekten bir şey oluyor,” dedi. “Ama bunu size söylemek istemedim. Çok utanıyorum, hatta biraz da suçluluk hissediyorum. Bu seansı bunu konuşmadan atlatmayı umuyordum.” Ben de sezgilerimin doğru çıkmasından ötürü bir rahatlama hissettiğimi söyledim. Konuşup konuşmamanın tamamen onun kararına bağlı olduğunu, ancak belki konuşursa kendini daha iyi hissedebileceğini ifade ettim. Bunun üzerine Sharon, tatildeyken sevgilisini aldattığını anlattı. Bu durumdan dolayı kendini çok kötü hissediyordu ve bunu öğrenmem durumunda onun gözümde değersizleşeceğinden korkuyordu. Seans boyunca suçluluğu, utancı ve yaptığı şeyle ilgili düşünceleri üzerine konuşmaya devam ettik. Elbette onu yargılamadım; aksine, düşüncelerini ve duygularını ifade etmesi için onu teşvik ettim.

    Sharon örneğini vermemin nedeni, danışanın ya bilinçli olarak utanç verici bir şeyi gizlemesinin ya da onu bilinçdışına iterek farkındalığının hemen dışında tutmasının nadir rastlanan bir durum olmamasıdır. Danışan kendisinden, terapistinden ya da her ikisinden önemli bir şeyi saklıyorsa, bunun kaçınılmaz sonucu sönük, verimsiz bir seans olur. Gizlenen şey, odadaki fil haline gelir ve anlamlı bir ilerleme sağlanamaz. Eğer danışan gerçekten olup bitenden habersizse, dikkatle yöneltilmiş sorular ya da rüya içeriklerine yönelik sorular, saklı içeriği yüzeye çıkaracak yeterli uyarımı sağlayabilir. Müdahaleleri değerlendirmek, seansın genel duygusal tonunu ve derinliğini anlamayı da içerir. Eğer bir şeyler yolunda gitmiyor gibi hissediliyorsa ve terapist danışanla gerçekten bir yere varamadığını düşünüyorsa, suçlayıcı olmayan bir soru ya da istişare biçimi etkili olabilir.

    “BU İYİ BİR SORU”

    Zaman zaman bir danışan, yarı onaylayıcı bir yanıtla karşılık verir; bu genellikle “Bu iyi bir soru” ya da “İlginç bir soru” şeklinde olur. Bu tür bir ifadeyi ilk duyduğumda, bunu tamamen onaylayıcı bir tepki olarak yorumlamış ve soruma doğrudan bir yanıt geleceğini varsaymıştım. Ancak yıllar boyunca bu yanıtı gözlemledikten ve sonrasında neler olduğunu izledikten sonra, bunun hem onaylayıcı hem de savunmacı bir nitelik taşıdığı sonucuna vardım.

    Paul, uzun süredir terapi görmekte olan, oldukça açık sözlü ve dürüst bir danışandır; ancak narsisistik açıdan kırılgandır ve yakın ilişkilerde çatışmadan kaçınma eğilimindedir. İş dünyasında son derece kararlı biçimde müzakere edebilirken, eşi tarafından çocuklarının önünde küçümsenmesine ve hakarete uğramasına sessiz kalır. Annesi oldukça eleştireldi ve babasına her gün hakaret ederdi. Paul, eşine karşı ambivalan duygular besler; eşinin annesinin en kötü özelliklerinden bazılarını taşıdığını sık sık dile getirir. Terapi süresince yıllar boyunca Paul’e, eşiyle daha kendine güvenli bir şekilde iletişim kurmasının her ikisi için de daha iyi olacağını anlatmaya çalıştım, fakat başarılı olamadım. O hâlâ çatışma anlarında sakin ve entelektüel kalmanın daha etkili olduğuna ve bunun duygusal anlamda “üst düzey” bir tutum olduğuna inanıyor. (Paul, terapistin danışanın tam onayı olmadan hedeflediği herhangi bir değişimin büyük olasılıkla işe yaramayacağını bir kez daha göstermektedir.) Paul terapi sürecinde genel olarak önemli ilerlemeler kaydetmiş olsa da, inkâr [denial] hâlâ birincil savunma mekanizması olarak işlev görmektedir. Ona içgörüye yönelik derinlemesine bir soru sorduğumda sıkça, “Bu iyi bir soru,” yanıtını verir. Sonrasında susar. Ben de yanıtını beklerim. Genç bir terapistken, bir danışandan “Bu iyi bir soru,” ya da “Bu harika bir soru,” yanıtını duyduğumda, bunun hemen ardından bir “aha” anı geleceğini varsayardım.

    Ancak Paul ve belirli alanlarda son derece katı savunmaları olan birçok danışan, bana bu ifadeyi duyduğumda büyük beklentilere kapılmamam gerektiğini öğretti. Bu yanıtın ne anlama geldiğine dair yerleşik bir görüş birliği yoktur. Hatta bu konu üzerine yıllar önce bir psikanalitik dergiye kısa bir yazı gönderdim; her hakem farklı bir görüş belirtti ve yazı hiçbir zaman yayımlanmadı. Dolayısıyla “Bu iyi bir soru” yanıtıyla ilgili söyleyeceklerim tamamen kendi klinik deneyimlerime dayanmaktadır.

    Sonuç olarak, “Bu iyi bir soru” ifadesinin, danışanın doğruluğunu fark ettiği ama inkâr ettiği bir şeye karşı anında savunmaya geçtiğini gösterdiği kanaatine vardım. Bu ifade, danışanın geri çekilip terapistin müdahalesini dışarıdan gözlemleyip değerlendirmeye başladığını, yani soruya duygusal olarak doğrudan yanıt vermeyi reddettiğini gösterir. Benim deneyimime göre, “Bu iyi bir soru” ifadesini genellikle bir sessizlik anı izler; yeni bir içgörü ya da derin bir duygu ifadesi değil. Sessizliğin ardından danışan genellikle konuyu değiştirir. O noktada, “Az önce konuştuğumuz konuya geri dönebilir miyiz? ‘Bu iyi bir soru’ demiştiniz. Ben o soruyu sorduktan sonra ne düşündünüz ya da ne hissettiniz?” dediğimde, danışan genellikle şu türden yanıtlar verir: “Ah, hatırlamıyorum. (Ya da, pek bir şey hissetmedim.) Sorunun iyi bir soru olduğunu düşündüm ama sonrasında pek bir şey gelmedi aklıma.” Bu yüzden danışandan bu yanıtı aldığımda, önemli ama danışanın savunduğu ve konuşmak istemediği bir alana dokunduğumu anlıyorum. Tüm bunlar elbette bilinçdışı düzeyde gerçekleşmektedir; bu nedenle ne kadar daha fazla soru sorulsa da anlamlı bir içerik elde etmek genellikle mümkün olmaz.

    ÖZET

    Müdahaleleri değerlendirmek, yeni terapistler için göz korkutucu bir görev gibi görünebilir. Ancak bu genellikle mümkündür. Danışanlarının dünyayı nasıl algıladıklarını ve çevrelerine nasıl tepki verdiklerini iyi derecede anlayan bir terapist, kendi terapötik müdahalelerine onların nasıl yanıt verdiğini değerlendirme konumundadır. Müdahalelerin çoğu kendiliğinden ortaya çıkmaz; ama kendiliğinden olduklarında bile, danışan üzerindeki etkileri gözlemlenebilir. Ayrıca, danışanda güçlü bir olumsuz tepkiye neden olan bir müdahalenin, iyi bir müdahale olabileceğini savunan görüşe katılmıyorum.

    Terapistlerin ne kadar sık yoldan saptıklarını fark etmeleri onlar için alçakgönüllülük gerektiren bir durum olabilir; ancak bu, gerçek anlamda başarılı olmanın tek yoludur. Günlük hataları terapötik etkileşimin normal ve gerekli bir parçası olarak kabul etmek, terapistlerin hem daha dikkatli olmalarını hem de kendilerine karşı daha az eleştirel yaklaşmalarını sağlar. Bu bölümde alıntı yapılan birçok terapistin de belirttiği gibi, uyumsuzluklar, ortak bir iletişim ve anlayış fırsatı sunar. Aynı zamanda terapistin idealleştirilmesini azaltır ve danışanın gelişen bağımsız sesinin zeminini hazırlar.

    Hiçbir kitap bölümü ya da kitap, bir danışanın verebileceği tüm olası tepkileri tam anlamıyla kapsayamaz. Ayrıca, her zaman yaratıcı istisnalar olacaktır. Ancak terapist ile danışan arasında, hem o anda hem de zaman içinde neler olup bittiğini genel olarak okumak mümkündür diye düşünüyorum. İki kişinin gerçekten birbirleriyle iletişim kurduğunu bilmek, eski acıların yüzeye çıkmasına rağmen ortamdaki huzurlu kabulleniş havasını sezmek, özellikle danışanla sürdürülen istişare içinde çok da zor değildir. Terapistin yanlış iletişimi, dikkatsizliği, reddedici ya da müdahaleci tutumu sonucu oluşan acı ise, bu atmosferden çok farklıdır.

    Terapötik ilişkiye yanlış anlaşılacakları ya da hatta zarar görecekleri beklentisiyle yaklaşan zorlayıcı danışanlar, hem terapistin empati kapasitesini hem de değerlendirme becerilerini ciddi biçimde sınayabilir. Ancak terapistlerin bu noktada en sık karşılaştığı ikilem şudur: “Bu kişiye beni ve diğerlerini, olmakta oldukları gibi görmesine -kendi beklenti ve korkularının merceğinden değil- nasıl yardımcı olabilirim?”

  • Regresyonu Yeniden Tanımlama: Terapötik Kırılganlığı Kolaylaştırma (3. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Techniques: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    Terapist, danışanın duygularından aşırı derecede etkilenip korktuğunda ve bunları engellediğinde ya da danışanı gereksiz yere hastaneye yatırdığında, danışan sadece duygularına katlanmayı başaramamakla kalmaz, aynı zamanda onlara karşı duyduğu korkuyu daha da pekiştirir.

    Henry Krystal (1988, s. 29)

    Terapist ve danışan bir uyum yakalayıp birbirleriyle iyi bir iletişim kurmaya başladığında, ilişki doğal bir evrim sürecine girer. Bu evrimi etkileyen faktörler arasında danışanın ve terapistin duygusal olarak ne kadar erişilebilir olduğu, terapinin süresine dair beklentiler ve danışanın ele alınması gereken derin meselelerinin olup olmadığı yer alır. Bazı danışanlar daha yüzeysel deneyim seviyelerinde kalırlarken, diğerleri derin ve acı verici duygulara yönelirler. Bu süreç geleneksel olarak “regresyon (regression)” olarak adlandırılmıştır. Regresyon, herhangi bir derin değişimin gerçekleşmesi için gereklidir; çünkü bu süreç sayesinde savunmalar zayıflar ve danışan, terapist ile birlikte yeni deneyimler oluşturabilir.

    Terapist, danışanın derin acılara yöneldiği bir durumda, özellikle de danışan başlangıçta daha belirgin bir durumsal problemle -örneğin işini kaybetme ya da bir ilişkiyi bitirme- gelmişse, doğal olarak hem heyecan hem de bir miktar korku hisseder. Hem terapist hem de danışan atmosferde bir değişim olduğunu fark eder. Önceki baskılı konuşmaların yerini daha uzun sessizlikler alabilir, danışan daha önce kimseyle paylaşmadığı şeylere değinebilir ve önemli bir şeylerin yaşanmakta olduğu hissi belirginleşir.

    Örneğin, 40’lı yaşlarının ortasında bir iş insanı olan Robert, ailesine ait işletmenin kamuoyunda başarısızlıkla anılmasının yarattığı duygusal yükle başa çıkmak için terapiye geldi. Özellikle de babasının kurduğu bu işletmenin başarısızlığının haber medyasında yer alması nedeniyle büyük bir utanç duyuyordu. Robert, işletmeyi genişletmiş ve çok daha başarılı hale getirmiş olsa da, kendi kontrolü dışında gerçekleşen ani piyasa değişimleri nedeniyle iflas kaçınılmaz olmuştu. Terapiye yalnızca depresyonuyla başa çıkmak ve yeni iş girişimi konusunda daha olumlu hissetmek için kısa vadeli bir destek almayı amaçladığını belirtti. Ona inanan yeni iş ortakları edinmişti ve hayatını yeniden inşa etmek istiyordu. Ancak, iflas sürecine dair öfkesini ve yaşadığı kamuoyu önündeki küçük düşmeyi yeterince işlemediğini hissettiğini söyledi. Eşi, iflas sürecinde fazlasıyla yıprandığı için, Robert onun bu duygusal yükü taşımak zorunda kalmasını istemediğinden, kendi sıkıntılarını kimseyle, hatta eşiyle bile paylaşmaktan kaçınıyordu.

    Robert, ilk iki seansı işinin batma sürecini ve bunun kendisi üzerindeki etkisini anlatmaya ayırdı. Hayal kırıklığı, öfke ve utanç duygularının farkındaydı. Duyguları oldukça belirgindi ve durmaksızın, baskılı bir şekilde konuşuyordu. Üçüncü seansta, on yıl önce vefat eden babasından bahsetti. Babasının insanlar tarafından büyük bir saygıyla anıldığını vurguladı. Babasından söz ederken yüzünde yoğun bir acı ifadesi belirdi ve o anda önemli bir karar vermem gerektiğini hissettim. Acısıyla daha derinlemesine çalışmaya mı yönelmeliydim, yoksa yüzeyde kalıp yalnızca Robert’in babasına duyduğu yaşam boyu hayranlığı ifade ettiğini mi not etmeliydim?

    Seans sayısı konusunda herhangi bir kısıtlama olmaması, bir terapistin danışanıyla ne kadar derine inebileceğini belirleyen önemli bir faktördür. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, Robert’in derin acısını ele almaya karar verdim. Ona üzgün göründüğünü fark ettiğimi ve babasını çok özlediğini düşündüğümü söyledim. Belki de işini kaybederek babasını hayal kırıklığına uğrattığını hissediyordu. Robert, yüzünü utanarak elleriyle kapatarak ağlamaya başladı. Seansın geri kalanı, Robert’in babasına dair duygularını keşfetmeye ayrıldı ve seanstan hem sarsılmış hem de bu beklenmedik duygu dalgasıyla bir ölçüde rahatlamış olarak ayrıldı.

    Bridges (2005), yoğun duyguların deneyimlenmesinin sıklıkla derin ve çoğu zaman açıklanamaz bir özlem hissiyle birlikte geldiğini belirtir. Daha derin duygular ortaya çıktıkça, bir tür duygusal dengesizlik hali oluşabilir ve bunun yoğunluğuna bağlı olarak danışan kendisini kaygılı hatta panik içinde hissedebilir. Daha önce böyle bir deneyimi yaşamamış olan danışan, delirdiğini ya da terapinin kendisini daha iyi değil, daha kötü hale getirdiğini düşünebilir. (Danışan bu şekilde hissetmese bile, ailesi ve arkadaşları onun daha kötüye gittiğini düşünebilir ve neden böyle göründüğünü sorgulayabilirler.)

    Bu savunmaların zayıflaması ve çoğu zaman daha önce keşfedilmemiş derin üzüntü ve özlem duygularına doğru ilerleyiş, geleneksel olarak “regresyon” olarak adlandırılmıştır. Ne yazık ki, bu terim çoğunlukla yalnızca deneyimli klinisyenler için anlamlıdır; onlar, regresyonu gördüklerinde tanıyabilir ve bununla nasıl başa çıkacaklarını deneme yanılma yoluyla öğrenmişlerdir. Regresyon, literatürde açık bir şekilde tanımlanmamıştır; herkesin ne anlama geldiğini bildiği varsayılmıştır. Analitik dünyada regresyonun kendiliğinden mi yoksa indüklenmiş mi olduğu, terapötik mi yoksa terapötik olmayan bir süreç mi olduğu, karşılıklı mı yoksa tek taraflı mı olduğu, evrensel mi yoksa daha çok travmatize olmuş danışanlara mı özgü olduğu konusunda birçok tartışma olmuştur. (Bu konuda kapsamlı bir inceleme ve tartışma için bkz. Aron & Bushra, 1998.) Bu bölümün amaçlarından biri, regresyon kavramını anlamlı bir klinik bağlamda ele almaktır.

    Regresyon, özellikle psikanaliz dışındaki alanlarda, artık modası geçmiş bir terim haline gelmiştir; ancak danışanın ve bir dereceye kadar terapistin, daha temel bir duygusal düzeyde iletişim kurmak amacıyla savunmalarını bırakmasını tanımlayan yeni bir terim de oluşturulmamıştır. (Karşılıklı regresyon üzerine tartışmalar için bkz. Aron & Bushra, 1998; Maroda, 1991, 1998a; ve Coen, 2000.) Regresyonu genellikle tetikleyen deneyimler arasında âşık olmak, uzun süreli terapi almak, bir bebek sahibi olmak (kadınlar genellikle bunun da bir tür âşık olma hali olduğunu söyler) ve hastalanmak yer alır. Tüm bu durumlarda bireyin savunmaları bilinçli bir seçim yoluyla değil, bir kişi ya da olayın onun savunma zırhını delmesi sonucunda zayıflar. Bu olduğunda, birey beklenmedik ve kontrol edilmesi zor duygularla kuşatılır. Bazen bu duygular tamamen yeni gibi görünür. İlk kez âşık olan biri, daha önce hiç böyle bir şey hissetmediğini ve varlığından haberdar olmadığı bir yönünü keşfettiğini söyleyebilir. Yeni bir anne de benzer şekilde doğumun kendisini geri dönülmez bir şekilde nasıl değiştirdiğine dair ifadeler kullanabilir. Ciddi bir yaralanma ya da hastalık geçiren kişiler ise daha az hoş, ancak aynı derecede güçlü bir savunmasızlık ve yeni duygusal deneyimlere açıklık hissi tarif edebilirler.

    Regresyon, erken dönem psikoterapistler tarafından danışanın savunmacı bir hamlesi, gelişimin daha önceki bir aşamasına geri çekilme olarak tanımlanmıştır. Zamanla, bunun esasen savunmacı bir süreç olmaktan çok, derin ve ilkel duyguların yüzeye çıkmasını engelleyen duvarların yıkılması veya bir tür “açılma (opening up)” olarak görülmesi gerektiği anlaşılmıştır. Başlangıçta regresyonun olumsuz bir fenomen olarak değerlendirilmesinin kısmen, klinik olarak yönetilmesinin zorluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Ancak zamanla klinisyenler, kişinin duygusal olarak kaybolmuş hissetmesinin sıklıkla önemli değişimlerin öncesinde geldiğini fark etmeye başlamışlardır.

    Peki, “regresyon” terimi neden gözden düştü ve kullanım dışı kaldı? Bunun başlıca nedeninin, hipnozla ve hipnotik durumda “geçmiş yaşamları (past lives)” hatırlama pratiğiyle ilişkilendirilmesi olduğunu düşünüyorum. Bu sürece haklı olarak şüpheyle yaklaşan birçok kişi, regresyona olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Ayrıca, danışanlarını bebek biberonundan beslenmek gibi infantil durumlara dönmeye teşvik eden, 24/7 yoğun müdahaleler uygulayan terapistler de regresyon teriminin itibarını zedelemiştir. Bu kitapta kullanılan “regresyon” kavramı, savunmaların empatiye ve terapiste bağlanmaya yanıt olarak gevşemesi anlamında ele alınmaktadır. Bu şekilde tanımlanan regresyon, derinlemesine ve başarılı bir terapi süreci için kritik bir unsurdur.

    Yine de regresyonun karanlık bir yönü olduğunun ve terapistin onu yönlendirme becerisine sahip olmaması durumunda kontrolden çıkabileceğinin farkındayım. Derin değişim için belli bir düzeyde regresyon, yani savunmaların gevşemesi gereklidir. Ancak erken dönem travma yaşamış ya da psikoz çekirdeğine sahip olan birçok danışan, savunmaları zayıfladığında yalnızca savunmasız hale gelmekle kalmaz; kolayca dekompanse olabilirler, hatta geçici olarak bile olsa ciddi bir bozulma yaşayabilirler. Dekompansasyon (decompensate) yaşayan bir danışanı görmek, özellikle yeni başlayan bir terapist ya da bu tür durumları yönetme konusunda eğitim almamış herhangi bir terapist için ürkütücü olabilir. Kaygılı bağlanma öyküsü olan danışanlar veya derinlerde gömülü bir psikoz çekirdeğine sahip olanlar, regresyon sürecinde hızla terapi açısından artık faydalı olmayan seviyelere gerileyebilirler.

    Örneğin, bir konferansta dinleyici olarak bulunduğum bir vaka sunumunda, borderline kişilik bozukluğu olan 50’li yaşlarda bir kadın danışan ele alındı. Bu danışan hızla terapistine bağımlı bir bağlanma geliştirdi, terapötik olmayan bir şekilde regresyona uğradı (terapistin ofisinde cenin pozisyonunda yere yatmak gibi) ve giderek daha fazla seans talep etmeye başladı. Maddi olarak bağımsızdı ve daha fazla seans talepleri kabul edildi. Ardından, terapistin tatilde olduğu zamanları da kapsayan, giderek artan sayıda telefon görüşmesi talep etmeye başladı. Bu vakayı sunan terapist iyi niyetli görünüyordu ve gerçekten danışanına yardım ettiğine inanıyordu. Ancak bana göre, danışanın infantil bağımlılık ihtiyaçlarını ve kurtarılma fantezilerini besliyordu. Bu tür aşırı bağımlılığın oluştuğu ve infantil davranışların pekiştirildiği bir noktada, terapistin artık “Hayır” demesi kaçınılmaz hale gelir.

    Terapide regresif deneyimler hakkında eğitim almamış ve/veya kendi terapilerinde benzer deneyimler yaşamamış terapistler, danışanlarının duygusal olarak çözülmesini gördüklerinde korkuya kapılabilir ve şaşkına dönebilirler. Sürecin olumlu bir şey içerdiğini sezebilenler bile bunu nasıl açıklayacaklarını ve en iyi şekilde nasıl yöneteceklerini bilemeyebilirler. Buna ek olarak, terapistin de danışanına tepki olarak belli bir derecede regresyon yaşaması olasılığı eklenirse, her iki taraf da kontrolü kaybettikleri hissine kapılabilir. Robert Langs (1974) bu durumu şöyle açıklar:

    Çoğu zaman terapist, psikosomatik tepkiler, fobiler, anksiyete atakları ve diğer regresif fenomenler -ani dissosiyatif durumlar, gerçeklik testinde akut başarısızlıklar, paranoid tepkiler, psikoz benzeri dekompansasyonlar- gibi semptomların aniden ortaya çıkmasından korkar ve kendini belirsiz “destekleyici” müdahalelere başvurarak rahatlatmaya çalışır. İçgörü veya anlayış olmadan yapılan bu tür boş sözler veya ilaç teklifleri, danışanın anksiyetesini daha da artırır. Çünkü danışan genellikle bilinçdışı ve hatta bilinçli olarak terapistin korkmuş ve kafası karışmış olduğunu, hatta bir anlamda kendisinin de regresyona uğradığını fark eder. (s. 387)

    İlaç tedavisi, özellikle çocukluk travması yaşamış ve derin regresyon dönemlerinde gerçekliği algılamakta zorlanan danışanlar için gerekli olabilir. Langs, duygusal açıdan ciddi sıkıntı içinde olan danışanlara ilaç verilmesini reddetmemiz gerektiğini söylemiyor. Aksine, terapistlerin danışanlarının veya kendi regresyonlarını nasıl yöneteceklerini bilmediklerinde, panik içinde ve gereksiz yere hızla ilaç tedavisine veya hastaneye yatışa başvurabileceklerini vurguluyor. Oysa bazı durumlarda danışanın tek ihtiyacı, terapistin ona neler olduğunu açıklaması ve duygularını yönetmesine yardımcı olması olabilir.

    REGRESYONUN İŞARET VE BELİRTİLERİ

    Terapötik düzeyde bir regresyonu nasıl kolaylaştıracağını öğrenmenin ilk adımı, terapistin hangi davranışlarının savunmaların düşmesine neden olabileceğini bilmek, danışanın ne zaman regrese olduğunu tanımlayabilmek ve bunun terapötik olup olmadığını ayırt edebilmektir. Bazı danışanlar oldukça hızlı bir şekilde (2-3 ay içinde) regrese olabilirler. Regresyona girecek olanlar genellikle ilk 6-12 ay içinde bunu yaşarlar. Regresyon belirtileri daha geç ortaya çıkabilir, ancak bu genellikle danışanın bu süreçle birlikte gelen duyguları kabul etmekte zorlanmasından kaynaklanır. Utanç duyma korkusu veya incinme endişesi, bu duyguların hem danışan hem de terapist tarafından bastırılmasına neden olabilir.

    Görüşme yaptığım bir danışan, ilk seansın ardından beni bir daha hiç görmezse ölecekmiş gibi hissettiğini hatırladığını söyledi. Doğal olarak, terapi sürecinin başlarında regrese oldu ve bağımlı hale geldi, bu da onunla çalışmayı zorlaştırdı. Ancak, birçok danışan önemli ölçüde regresyona girmez, özellikle de terapiye haftada yalnızca bir kez geliyorlarsa ya da orta yaşlı veya daha ileri yaşlardalarsa.

    Psikanalize yönelik eleştirilerden biri, regresyonun yalnızca haftada birden fazla görülmenin bir yan ürünü olduğu ve gerçek bir terapötik değeri olmadığı yönündedir; çünkü yönetilmesi zor olabilir ve sıklıkla olumsuz sonuçlanabilir. Ancak, semptom giderme odaklı ve kısa vadeli olarak tanımlanan bir terapi uygulayan herhangi bir terapist, danışanlarının haftada yalnızca bir kez terapiye gelmelerine rağmen regresyona girdiklerini ve bunun terapist tarafından teşvik edilmeksizin gerçekleştiğini mutlaka gözlemlemişlerdir. Burada vurgulamak istediğim nokta şu: Bir terapist uzun vadeli çalışmaya veya psikodinamik yaklaşımlara ilgi duymasa bile, hatta danışanlarını haftada yalnızca bir kez görse bile, zaman zaman regresyon yaşayan bir danışanla karşılaşacaktır. Bu nedenle, özellikle yeni terapistlerin bu fenomen hakkında bilgi sahibi olmaları büyük önem taşımaktadır. İşte regresyonu işaret edebilecek bazı danışan davranışları:

    1. Danışan, yaşadığı deneyimler hakkında kafasının karıştığını, bunun kendisi için yeni ve biraz korkutucu olduğunu ifade edebilir.
    2. Danışan “dissosiyasyon” belirtileri gösterebilir -seansın başında derin ve kolayca ağlamaya başlayabilir. Ayrıca, seanstan bağımsız olarak farklı zamanlarda kontrolsüz şekilde ağladığını bildirebilir.
    3. Danışan, aktarım üzerine yoğunlaşabilir ve terapisti bir birey (person) olarak değerlendiren ifadelerde bulunabilir; örneğin, terapistine karşı sevgi, cinsel çekim ve/veya hayranlık duyduğunu söyleyebilir. (Bunun yanı sıra, reddedilme korkuları veya terapistine karşı bir aşağılık duygusu da ortaya çıkabilir.)
    4. Danışan hasta olabilir ancak ciddi bir hastalık yaşamaz. Bir dizi soğuk algınlığı veya grip durumu yaygın görülebilir ve bınlar genellikle terapistin yokluğuyla tetiklenebilir.
    5. Danışan yoğun rüyalar ve kâbuslar görebilir, bir rüyadan ağlayarak uyanabilir veya yoğun anksiyete, hatta bir anksiyete atağı ile uyanabilir.
    6. Danışan daha fazla seans talep edebilir veya terapistine sık sık sesli mesajlar ya da e-postalar göndermeye başlayabilir. Geri dönüş talep edebilir ya da sadece bir mesaj bırakabilir. Bu, bir bağlantı kurma arzusundan kaynaklanır. Nesne sürekliliği (object constancy) ile ilgili daha fazla problemi olan danışanlar, bu ihtiyacı daha yoğun hissedebilirler.
    7. Danışan tedavinin çok acı verici olduğunu söyleyebilir, iyileşemediğinden korkabilir ve terapisti eleştirebilir. Bu durum, terapisti idealize etme ve sevgi gösterme döngüleriyle dönüşümlü olarak yaşanabilir.
    8. Danışan başkalarıyla olan temasını azaltabilir, kendi içsel sürecine ve terapi ilişkisine odaklanmayı tercih edebilir. Aile ve arkadaşlarıyla normal etkileşimleri reddedebilir, bu da çevresindekilerin terapinin onu daha kötü hale getirdiğini düşünmesine yol açabilir.
    9. Danışan terapisti gördüğünde heyecanlanmış görünebilir, bekleme alanında terapistine özlem dolu bakışlar atabilir.

    Bu liste elbette kapsamlı değildir ve terapi yapmanın keyifli yönlerinden biri de her danışanın daha önce hiç deneyimlemediğiniz bir şeyle sizi şaşırtabilmesidir. Ancak bu liste, regresyonu tanımlamak için makul bir başlangıç noktası sunar. Danışan regresyona girdiğinde asıl mesele, kontrolü kaybetme korkusuyla bu süreci tamamen durdurmak ya da danışanın hem terapi içinde hem de dışında işlevsellik göstermekte zorlanacağı bir noktaya kadar teşvik etmek değildir.

    REGRESYONU ANLAMAK

    Regresyonun hangi düzeyinin terapötik olduğunu ve hangisinin olmadığını nasıl anlayabiliriz? Bu zor bir değerlendirme sürecidir, çünkü regresyon statik bir durum değildir; yalnızca seanstan seansa değil, bazen an be an dalgalanabilir. Belki de regresyonun bu akışkan ve yakalanması zor doğası, onu belirli ölçütlerle tanımlama girişimlerinin az olmasına yol açmıştır. Michael Balint (1968), regresyonu klinik açıdan ayrıntılı bir şekilde tanımlamaya cesaret etmiş ve terapötik olanla olmayan regresyon türlerini ayırt etmeye çalışmıştır. Bu amaçla “iyi huylu (benign) regresyon” ve “kötü huylu (malign) regresyon” terimlerini ortaya atmıştır. Her ne kadar bu tür bir “hastalık” kategorilendirmesi günümüzde eskimiş ve birçok kişi için rahatsız edici olsa da, terapötik ve terapötik olmayan regresyonun anlaşılması son derece değerlidir. Aynı zamanda danışanların bu şekilde keskin kategorilere ayrılmasının kolay olmadığını ve bireyin anlık kırılganlığı ile terapistin ona yardımcı olma becerisine bağlı olarak iki tür regresyon arasında gidip gelebileceğini unutmamak gerekir.

    TERAPÖTİK REGRESYON

    Terapötik regresyon, danışanın savunmalarının kırıldığı ve terapiste açıldığı durumlarda meydana gelir. Bu süreç, bağlanma temelli olup bilinçdışıdır. Balint’e göre, terapötik süreci destekleyen bu olumlu regresyon aşağıdaki özelliklerle karakterize edilir:

    1. Danışanın terapistle güvene dayalı bir ilişki kurabilme yetisi.
    2. Danışanın çatışmalarını çözme, içgörü kazanma ve bütünleşme kapasitesi.
    3. Danışanın derin ve ilkel duygularını ifade etme, işleme ve bütünleştirme yeteneği.
    4. Danışanın makul düzeyde yoğun talepler, beklentiler veya ihtiyaçlar göstermesi.
    5. Danışanın ağır histeri belirtileri sergilememesi veya yoğun eyleme dökme davranışlarında bulunmaması.

    Terapötik regresyon yaşayan danışanlar zaman zaman bir telefon görüşmesi talep edebilir, bu sürecin normal olduğuna dair bir güvence arayabilir veya seans sonunda kendiliğinden terapiste sarılabilirler. Bu tür küçük doyumlar, özellikle talep edilme biçimi talepkâr olmadığında, genellikle bir sorun teşkil etmez. Terapötik bir düzeyde doyum sağlamanın anahtarı, danışanın talep etmediği bir şeyi vermemek ve terapistin kendini rahat hissetmediği bir şeyi sunmaktan kaçınmaktır. Ayrıca, bir noktada rahat hissettiğiniz bir davranışın başka bir zamanda sizi rahatsız edebileceğini unutmamak önemlidir.

    Örneğin, Dr. W. bir sunumuma katıldı ve danışanların kendiliğinden sarılma girişimlerinin fiziksel olarak geri çekilme veya kasılma ile karşılanmasının ne kadar küçük düşürücü olabileceğini dile getirdiğimi duydu. Soru-cevap bölümünde, son bir yıl içinde duygusal açıdan yoğun birkaç seansın sonunda kendisine birkaç kez sarılan bir danışanını gündeme getirdi. Dr. W., bu sarılmaların kısa sürdüğünü ve kendisi için bir sorun teşkil etmediğini belirtti. Ancak, son zamanlarda danışanının neredeyse her seans sonunda kendisine sarılmaya başlaması onu hem şaşırtmış hem de rahatsız etmişti. Buna rağmen, danışanını utandırmaktan kaçınarak ona sarılmayı bırakmasını söylemek istemiyordu.

    Bunun hakkında ne düşündüğümü sordu. Dr. W.’ye sarılmaların ne zaman başladığını sordum. Bir süre düşündü ve “Yaklaşık 3 ay önce” dedi. “O dönemde terapide ne değişti?” diye sordum. Bir an duraksadı, sonra o dönemde ailesinde bir kriz yaşandığını ve bu durumun danışanlarına karşı duygusal olarak daha az erişilebilir hale gelmesine neden olduğunu fark etti. Ona, bu konuyu danışanıyla nazikçe açmasını önerdim. Kendi zihninin bir süredir meşgul olduğunu ve bunun farkında olduğunu dile getirebilir, ayrıca danışanının bu dönemde seansların sonunda sarılma ihtiyacı hissetmesinin dikkatini çektiğini söyleyebilirdi. Ardından, danışanına terapi süreci hakkında neler hissettiğini ve neden her seansın sonunda bir sarılma ihtiyacı duyduğunu konuşmak isteyip istemediğini sorabilirdi.

    Ülkenin başka bir bölgesinde konuşma yaptığım için bu durumun nasıl çözüldüğünü bilmiyorum. Ancak kendi deneyimlerime dayanarak, danışanla yapılan bu tür bir danışmanın genellikle karşılıklı bir anlayışa ve durumu açıklığa kavuşturmaya yol açtığını söyleyebilirim. Dr. W.’ye, danışanına sarılmaların kendisine, seanslarda ihtiyaç duyduğu şeyi alamadığını düşündürdüğünü söylemesinin önemli olduğunu belirttim. Bu şekilde, danışan sarılma meselesini gereksiz bir utanç duymadan tartışma fırsatı bulabilirdi. Konunun, birinin yanlış bir şey yapması üzerine değil, terapötik ilişkide neler olup bittiğini anlamaya odaklanması daha uygun olurdu.

    SALLY VAKASI

    Otuzlu yaşlarında bir kadın olan Sally, yıllardır psikanalizden fayda gören bir kardeşinin ısrarı üzerine isteksizce beni arayarak randevu aldı. Sally, çocukluğunda annesinden günlük olarak maruz kaldığı sözlü ve fiziksel istismarla geçen zorlu bir dönem yaşamıştı. Buna rağmen güçlü bir şekilde ayakta kalmayı başarmış ve bununla haklı olarak gurur duyuyordu. Genç yaşta, çalışkan, başarılı ve oldukça içine kapanık bir adamla evlenmişti. Eşi, Sally’nin çocukluk yıllarında eksikliğini hissettiği istikrarı ve güveni ona sağlıyordu. Birlikte iki çocukları olmuş ve maddi durumlarının sağlam olması sayesinde Sally, çocuklarını büyütmek için evde kalabilmişti.

    Sally çocuklarını çok seviyor ve onlara fazlasıyla düşkünlük gösteriyordu, bazen gereğinden fazla. Kendi annesinin ona vermediği sevgiyi ve ilgiyi çocuklarına sunmak isteyen Sally, zaman zaman onları fazlaca şımartıyor, ancak bu durum onların talepkâr ve saygısız tavırlarıyla karşılık bulduğunda hem inciniyor hem de öfkeleniyordu. Evliliğinde ve aile hayatında olgunlaşmış ve istikrar bulmuş olsa da, başlangıçta evlilikten ve küçük çocuk sahibi olmaktan aldığı tatmin duygusu giderek depresyon ve öfkeye dönüşüyordu. Çocuklarının ergenlik çağına girip bağımsızlaşmaya başlamasıyla birlikte kendini yalnız ve mutsuz hissetmeye başlamıştı.

    Kocası, Sally’nin sık sık yaşadığı öfke patlamalarından yorulmuş ve duygusal ve fiziksel yakınlığın eksikliğinden şikâyet etmeye başlamıştı. Sally, evliliğinden kaçmayı sıkça düşündüğünü, ancak kocasının iyi bir adam olduğunu, onu sevdiğini ve ayrılmanın büyük olasılıkla kendisi için yıkıcı olacağını bildiğini söylüyordu. Kendini bir uçurumun kenarında hissediyordu. Bana sordu: “Bana yardım edebilir misiniz?”

    Birkaç seans sonra, Sally’nin yıllarca süren ihmal ve istismarın etkilerini telafi etmek için aşırı çaba gösterdiği anlaşıldı. Yaklaşık 15 yıl boyunca mükemmel eş ve anne olmaya çalışmak onu yıpratmıştı. Çocukları daha bağımsız hale geldikçe, kendini duygusal olarak onlara adama yöntemi artık işe yaramıyordu ve kocasının bir zamanlar cazip gelen istikrarlı ve titiz kişiliği artık onu tatmin etmekten çok rahatsız ediyordu. Çocuklarının notları düştüğünde veya kötü davrandıklarında, kocası onu suçluyor ve durumu düzeltmesini istiyordu. Sally sıkkın, depresif, öfkeli ve suçlu hissediyordu. Kısa sürede evliliğe ve aile hayatına uyum sağlama biçiminin artık işe yaramadığı ortaya çıktı. Çocukluk yıllarındaki boşluk, yetersizlik duyguları ve yalnızlık yüzeye çıkıyordu. Artık kendini görevlerine ve çocuklarının hayatına kaptırarak bu eksiklikleri bastıramıyordu.

    Bana, terapinin ona nasıl yardımcı olabileceğini sorduğunda, artan depresyonunun ve öfkesinin aslında üzüntü ve yalnızlığa karşı bir savunma olduğunu söyledim. Konuşacak ve birbirimizi tanıyacaktık. Eğer süreç iyi giderse, savunmalarını gevşetmeye başlayacak, bu duygular yüzeye çıkacak ve kaçırdığı şeyler için yas tutarak daha fazla farkındalık kazanacak ve duygularını daha iyi kontrol edebilecekti. Sally, bunu yapabileceğinden emin olmadığını söyledi ama denemeye istekliydi.

    İlk birkaç ay, çocuklarla ilgili sorunları çözmekle geçti. Sally’nin ergenlik çağındaki kızının bağımsızlık ihtiyacını anlamasına yardımcı oldum. Ona, kızına fazla şey yaptığında bunun minnettarlıkla karşılanmadığını, aksine, kızının kendi hayatı üzerinde özerklik kazanma ve ustalaşma ihtiyacını engellediğini açıkladım. Zorlanarak da olsa, aşırı kontrol etme ve aşırı koruyucu tutumlarını azaltmaya başladı. Sally ile terapi yapmaktan keyif alıyordum, ancak zamanla bu aşamanın ötesine geçerek daha derin konulara ulaşabileceğimizi umuyordum. Bana ihtiyacı olan testleri geçmemi sağladı; yargılayıcı olmamam ve onun davranışlarının çocukları ve eşi üzerindeki etkisini anlamasına yardımcı olmam, güven oluşturdu. Ebeveynlik hatalarını görmeye ve düzeltmeye açıktı; ev hayatındaki iyileşmelere dair haberleriyle beni memnun ederek seanslar arasında büyük bir çaba sarf etti. İçgörülüydü ve davranışlarının altında yatan motivasyonları yalnızca benim önerilerime dayanarak değil, kendi farkındalığıyla kavrama konusunda hızlıydı. Ona, yalnızca kendisi talep ettiğinde ve önce onu, durumu kendi başına düşünmesi için teşvik ettikten sonra tavsiyelerde bulunuyordum. Eğer anlattığı bir durumda önemli bir noktayı gözden kaçırdığını fark edersek, bunu ona açıklıyordum.

    Örneğin, Sally kızının sabahları zamanında kalkmamasından büyük bir şikâyetle bahsetti. Kızının uyanmasını sağlamak için sabahları odasına altı defaya kadar çıkmak zorunda kaldığını ve bundan bıktığını söyledi. Ona bu stratejinin asla başarılı olamayacağını nazikçe belirttim. Aslında kızını, kalkmamak konusunda teşvik ettiğini ona açıkladım. “Neden ona bir çalar saat alıp kendi kendine uyanma ve okula hazırlanma sorumluluğunu ona bırakmıyorsun?” diye sordum. Sally, bu basit çözümün işe yaramasına hayret etti. Bunun sonucunda, diğer bazı aşırı destekleyici davranışlarını da sorgulamaya başladı.

    Yaklaşık altı ay sonra, Sally’nin seanslarına daha erken geldiğini ve bekleme odasında biraz vakit geçirmenin keyfini çıkardığını fark ettim. Kapıyı açıp onu içeri aldığımda, bana gülümsedi ve seansa başlamanın ona rahatlık ve huzur verdiğini hissettim. Daha büyük bir şey yaşanıyordu. Evdeki “yangınlar” artık kontrol altına alındıkça, yavaş yavaş çocukluğundan bahsetmeye başladı. Kendine acımaması, onu sevmemi ve acısını hissetmemi kolaylaştırıyordu, ancak aynı zamanda, acı verici duygular üzerinde durmasını engelleyen “hadi devam edelim” tavrını da körüklüyordu. Geçmişe takılıp kalmak yerine, kendini toparlamaya inanıyordu. Onun azmine hayran kaldım, özellikle de hâlâ annesini sevme becerisine. Onu görmeye devam ediyordu ama mesafeyi koruyordu. Annesinin zihinsel olarak hasta olduğunu ve daha fazlasını yapacak kapasitede olmadığını bildiğini söyledi. Ona kızabilirdi, ama bu kadar zarar görmüş birine nasıl nefret besleyebilirdi ki? İçten içe, kendisi için daha fazla şefkat duymaya ve annesine karşı biraz daha az hoşgörülü olmaya ihtiyacı olduğunu hissediyordum. Ancak bu tutumların onu bir şekilde ayakta tuttuğunu da biliyordum.

    Onun daha derin duygulara ulaşmasını neyin kolaylaştırabileceğini merak ederken, kader devreye girdi. Terapinin ilk yılının sonlarına doğru, yakın bir arkadaşına terminal kanser teşhisi kondu. Bu durum onun için çok üzücüydü, ancak aynı zamanda kendini bırakmasının da tetikleyicisi oldu. Kendisi için hissetmeye cesaret edemediği, çünkü çok korkutucu ve kendine acıma gibi görünen üzüntüyü, arkadaşını kaybetme ihtimali karşısında hissedebildi.

    Bana haberi ilk verdiğinde sadece, “Bu gerçekten berbat,” dedi. Ancak yüzündeki derin üzüntüyü gördüm ve ona bunu söyledim. Aslında, Sally ne zaman alaycı mizahını kullansa -bazen gerçekten komik olup beni güldürse bile- her zaman duygusal dili kullanmaya çalıştım ve yüzündeki ifadeyi fark ederek dile getirdim.

    Arkadaşının hastalığıyla yüzleşen Sally, yas tutmaya başladı ve ilk kez hem seanslarda hem de seans dışında ağladı. Aynı zamanda daha düşünceli ve içine kapanık hale geldi, sürekli hareket halinde olma alışkanlığını bıraktı. Aslında, eş ve ebeveyn olarak yapması gerekenlerin asgarisini yerine getiriyordu. Bunun korkutucu olduğunu, ancak garip bir şekilde iyi hissettirdiğini söyledi. Ona ne oluyordu? Bu normal miydi, yoksa giderek içine kapanarak kimseyi görmek ya da yataktan çıkmak istemeyecek hale mi gelecekti? Çocukları okula gittikten sonra evde boş boş oturmak ya da kestirmek gerçekten kabul edilebilir miydi? Neden kimseyle görüşmek istemiyordu? Yoksa giderek kötüleşiyor muydu?

    Ona sezgilerinin ne söylediğini sordum ve bunun garip ama iyi hissettirdiğini, ayrıca sonsuza kadar sürmeyeceğini düşündüğünü söyledi. Ona haklı olduğunu belirttim ve regresyonun terapötik faydasını açıkladım. Sally, hem gerçekten ilerleme kaydediyor olmaktan hem de deneyimlediği şeyi anladığımı ve kabul ettiğimi bilmekten dolayı rahatladı. Oldukça zeki, sözel becerileri güçlü, içgörülü ve iyi bir mizah anlayışına sahip biri olarak seansları her zaman hızla geçiyordu. Ancak kısa bir süre sonra, seanslarının adeta uçup gittiğini fark etti ve bunu dile getirdi. Ben de aynı şekilde deneyimliyordum. Sally’nin mizahı, krizleri ve stratejileri olmadan, tamamen savunmasız bir halde olması, onunla birlikte olmayı keyifli hale getiriyordu. Sessizce yaptığı konuşmalarda ve hüznünde ikimiz de bir tür huzur hissediyorduk. Diğer bazı terapilerde olduğu gibi dramatik anlar ya da büyük aydınlanmalar yaşanmadı. Sally, konuşmalarının sanki önemli bir şey hakkında olmadığını ama yine de her seans sonrası kendini daha iyi hissettiğini söyledi. Gerçekten verimli bir süreç geçirip geçirmediğini sordu. Onu anladığımı söyledim ve şakayla karışık, seanslarının bana Seinfeld dizisini hatırlattığını söyledim -dışarıdan bakıldığında hiçbir şey hakkında gibi görünse de aslında her şey hakkında olduğunu belirttim. Sally güldü ve benimle aynı fikirde olduğunu söyledi.

    Sally’nin benimle yaşadığı regresyon, Balint’in tanımladığı benign ya da terapötik regresyon tanımına kolayca uyar. Özetlemek gerekirse, başlangıçta olmasa da zamanla güven duydu, çok az talepte bulundu, derin acıyı deneyimlemeye istekli oldu ve bunun değerini fark etti. Sonunda, acısını ifade edebildi ve bu acıyı daha fazla içgörü ve bütünleşme için kullandı. Duygularıyla daha fazla temas kurdukça, dışavurumcu tepkileri de azaldı.

    Sally, regresyonunu yönetebilme konusunda birkaç önemli faktöre sahipti. İlk olarak, sağlıklı bir hak ediş duygusundan yoksundu. Başkalarından beklentileri genellikle çok düşük olup, yüksek taleplerde bulunmaktan ziyade, acı çekmeye alışkındı ve bunu olgunlukla karşılıyordu. İkinci olarak, çocukları ve bir evi yönetme sorumluluğu vardı; bu da belirli bir ego işlevselliğini ve gerçeklikle temasını korumasını sağlıyordu. (Zaten toplumsal olarak izole, işsiz ya da günlük yaşama anlamlı bir katılım beklentisi olmayan birinin regresyonunu kolaylaştırırken dikkatli olunmalıdır.) Üçüncü olarak, terapötik sınırları korudum, bu da onun terapötik regresyonunu güvenli bir şekilde deneyimlemesine yardımcı oldu.

    Örneğin, bir noktada Sally’nin bir arkadaşı benden terapi almak isteyip istemediğini sormuş ve Sally de bunu bana aktarmıştı. Ona, danışanlarımın arkadaşlarını, aile üyelerini veya yakın tanıdıklarını görmediğimi, ancak arkadaşını başka bir terapiste yönlendirmekten memnuniyet duyacağımı söyledim. Sally bu yanıtı büyük bir rahatlama ile karşıladı ve bunun mantıklı olduğunu belirtti. Ayrıca, bazı seansları hızla geçiyor ve o anki duygusal çekim nedeniyle, eğer bir sonraki saatim boşsa, seansı uzatma isteği duyuyordum. Ancak kariyerimin başlarında, bunu ne kadar istesem de iyi sonuç vermediğini öğrenmiştim. Seansları uzatmak, danışanın anlık tatmin yaşamasına ve kendisini özel hissetmesine neden olduğu için insancıl ve cömert bir davranış gibi görünebilir, ancak genellikle kötü bir fikirdir. Genç bir terapistken bunu birkaç kez yaptığımda, danışanlarımın bu ekstra sürenin her zaman sunulmamasından dolayı haklı olarak kafalarının karıştığını, incindiklerini ve öfkelendiklerini fark ettim. Ayrıca, seans uzatmaları, aşk ve bağımlılık içinde olan bir danışan için aşırı uyarıcı olabilir. Eğer terapist seans süresini esnetmeye razı oluyorsa, başka hangi sınırları esnetmeye istekli olabilir?

    Ayrıca, seansları uzatmak, danışanın bilinçdışı olarak seansın sonunda duygusal olarak çözülmesine ve bu ekstra süreyi “hak etmek” için çaba göstermesine yol açabilir. Bence terapistin, regrese olmuş danışanına zorlayıcı bir seansın sonunda kendini toparlaması için yardımcı olması gerekir; hatta bunun için seans bitmeden 5 dakika önce danışanı bilgilendirmek gerekebilir. Nitekim, birçok danışanım benden bunu yapmamı istedi, çünkü yoğun duygular içinde zamanın nasıl geçtiğini takip etmenin onlar için zor olduğunu ifade ettiler. Bu, bana mantıklı gelen bir talep ve seansların sonunda toparlanmayı kolaylaştırarak, seans süresinin yalnızca birkaç dakika aşılmasını sağlamak açısından da oldukça etkili oldu.1

    (1Danışanlarımı art arda seanslara almıyorum, böylece gerekirse bir düşüncelerini tamamlamaları veya duygularını toparlamaları için fazladan bir-iki dakika ayırabiliyorum. Seanslara zamanında başlamaya ve bitirmeye özen gösteriyorum, ancak yalnızca gerçekten gerekliyse bu ek dakikaları kullanıyorum. Seans sürem 50 dakikadır, geriye kalan 10 dakikayı notlarımı yazmak ve telefonlara geri dönüş yapmak için ayırıyorum.)

    Sally oldukça çekingen olduğu ve talepkâr olmadığı için seanslar dışında beni aramadı, ancak regrese olan danışanların çoğu bunu yapar [ararlar]. Ben bunu izin verilen bir alan olarak görsem de teşvik etmem. Telefon görüşmelerini yaklaşık 10 dakika ile sınırlandırıyorum ve danışanlarıma bunun benim politikam olduğunu, çünkü plansız bir telefon seansının yüz yüze bir seansla aynı olmadığını ve kontrolden çıkma potansiyeline sahip olduğunu açıklıyorum. Eğer danışan büyük bir sıkıntı içindeyse, onu ek bir seansa gelmeye teşvik ederim ve gerçekten gerekli olduğunda bu ek seansı ayarlamak için elimden geleni yaparım. İlginç bir şekilde, bu teklif genellikle bir turnusol kâğıdı görevi görür: Telefonda az önce hıçkırarak ağlayan danışan bir dakika içinde, “Ah, hayır, yarın gelemem. İşte çok meşgulüm,” diyebilir. Bunu manipülasyon olarak değil, insan doğasının bir parçası olarak görüyorum. Hepimiz acı çektiğimizde bir miktar rahatlama isteriz. Ancak danışan gerçekten sürekli bir sıkıntı içindeyse, genellikle bir seansa gelmek için zaman yaratabilir.

    TERAPÖTİK OLMAYAN REGRESYON

    Terapi açısından yararlı olmayan regresyon (nontherapeutic regression), genellikle güvensiz bağlanma örüntülerine sahip ve duygulanım düzenleme becerileri yetersiz olan danışanlarda görülür. Bu tür regresyon, danışanın istikrarsız egosu (unstable ego) nedeniyle kendiliğinden ortaya çıkabilse de, sıklıkla terapistin sınır koymada yaşadığı zorluklar ve/veya danışanın yoğun duygusal deneyimine karşı terapistin hissettiği korku ve kafa karışıklığı dolayısıyla daha da kötüleşir. Danışana aşırı güvence vermek ve onu yatıştırmaya çalışmak da bu tür regresyonun sürmesine neden olur. İşlevsiz terapist-danışan bağlanmasının temel özellikleri şunlardır:

    1. Tekrar tekrar kopan bir terapötik ilişki ve aşırı bağımlı bir danışan: Danışan, terapiste güvenmekte zorlanır ve seanslar arasında bağlantıyı sürdüremez.
    2. Keşif için kullanılmayan, düzensiz duygusal deneyimler: Danışan, ortaya çıkan duyguları yeni içgörüler geliştirmek için kullanamaz; bunun yerine, yoğun acıya karşı fobik bir tepki gösterebilir ve huzursuz hale gelebilir.
    3. Terapist ile çatışmaları çözmede zorluk yaşayan, içgörüden çok rahatlatılmaya odaklanan bir danışan: Danışan, içgörü kazanmaktan ziyade yatıştırılmaya yönelik taleplerini artırabilir ve terapistten daha fazla duygusal destek istemeye başlayabilir.
    4. Duygusal krizler ve terapistin desteğiyle bile duygularını düzenleyememe: Danışan, yoğun duygusal patlamalar yaşar ve kendi duygu durumunu düzenleme konusunda ciddi zorluklar çeker.
    5. Terapistin onu yatıştırma veya kurtarma beklentisini karşılamaması durumunda kendine zarar verme tehditleri: Danışan, kaygılı bağlanma biçimi dayanılmaz hale geldiğinde bu tehditleri gerçekleştirebilir.

    Birçok terapist, acı çeken danışanlarına yönelik yatıştırıcı jestlerle farkında olmadan terapötik olmayan bir regresyon biçimini teşvik eder. Danışan, ek seanslar, sık veya uzun telefon görüşmeleri, terapiste dair kişisel bilgiler, ücret indirimi veya fiziksel temas talep edebilir. Terapistler, genellikle küçük taleplerle (örneğin, bir telefon görüşmesi istemek) başlayan bu süreci farkında olmadan destekleyebilirler. Ancak, giderek artan talepler çoğu zaman ne yapacağını bilememekten veya danışanın kendine zarar verme tehditlerini gerçekleştirme ihtimalinden korkulduğu için karşılanmaya devam edilir.

    Danışanın derin bir umutsuzluk içinde olduğu ve genellikle terapistin yeterince çaba göstermediğine dair sert şikayetlerle bu durumu dile getirdiği anlarda, terapist, çocukluk kökenli bir kurtarılma veya sevgiyle iyileşme talebine boyun eğme eğiliminde olabilir. Gabbard (1996b) ve Celenza (2007), bu tür senaryoların en sık rastlanan cinsel sınır ihlallerine yol açan durumlar olduğunu belirtmişlerdir. Balint (1968), regrese olmuş danışanı tedavi ederken, terapistin danışanın bitmek bilmeyen ıstırabına kapılıp, sonunda ona gereksiz acılar yaşatılmayacak bir ortam yaratma sorumluluğunu üstlenme tuzağına düşebileceğini ifade eder. Ancak, Balint’e göre bu yaklaşım ne kadar övgüye değer görünse de, deneyimler bunun nadiren işe yaradığını göstermektedir (s. 111).

    Sandor Ferenczi’nin (1932/1988) kötü huylu (malignant) regresyonla ilgili klasik vaka örneği, Amerikalı psikoterapist Elizabeth Severn (kod adıyla “RN”) ile yaptığı çalışmada görülebilir. Ferenczi, artık ünlü hale gelen deneylerini bu vakada uygulamış ve danışanın taleplerine büyük ölçüde boyun eğmiştir. Bu talepler arasında, kendisini “çok zayıf” hissettiği günlerde seansların onun evinde yapılması ve her seans dönüşümlü olarak divanda yer değiştirilmesini içeren, Ferenczi’nin “karşılıklı analiz” (mutual analysis) olarak adlandırdığı uygulama da bulunuyordu. (Daha fazla tartışma için bkz. Ragen & Aron, 1993; Fortune, 1993). Ancak, bu tür ayrıcalıklar ve sınır ihlalleri devam ettikçe, RN iyileşmek yerine daha da kötüleşti. Seans ilerledikçe dekompanse olmaya devam etti ve Ferenczi’den taleplerini artırdı. Ferenczi, başlangıçtaki duygusal erişilebilirliği ve derin empatisinin terapötik olduğuna inanıyordu; bu, danışanın geçmişte hiç hissetmediği kadar derin duygular hissetmesini sağlamıştı. Ancak terapi ilerledikçe neden kötüleştiğini açıklamakta zorlanıyordu.

    Bu vakayı başka bir yerde (Maroda, 1998a) ayrıntılı olarak ele alıyorum, ancak Ferenczi’nin RN ile yaptığı deneylerden ortaya çıkan en önemli gerçek muhtemelen, danışana karşı giderek artan bir öfke duyduğu bir dönemde onu yatıştırdığını kabul etmesidir.

    MESAİ DIŞI TELEFON GÖRÜŞMELERİ

    Meslek hayatımın başlarında, danışanlardan gelen telefon aramalarına aşırı empatik bir şekilde yanıt veriyordum ve bu yaklaşım genellikle onların daha derin bir acıya sürüklenmesine neden oluyordu. Seanslar sırasında yüksek düzeyde empati göstermenin oldukça etkili olduğunu gözlemlemiştim ve aynı yöntemi, telefonla bana ulaşan sıkıntılı danışanlara da uygulamak gerektiğini düşünüyordum. Bu telefon görüşmeleri genellikle uzun sürüyordu (bazen bir saate kadar uzayabiliyordu) ve danışanlar için hem doğal olarak tatmin edici hem de ücretsiz bir destek kaynağı haline geliyordu. Ancak, zaman içinde bu yöntemin sürdürülebilir olmadığını fark ettim. Özellikle, yoğun telefon görüşmeleri nedeniyle bana ulaşamayan ya da müsait olmadığım zamanlarda yalnızca birkaç dakika konuşabildiğim danışanlar, sıklıkla kendilerini üzgün, hayal kırıklığına uğramış ve öfkeli hissediyorlardı. Terapötik süreçte sınırların net bir şekilde çizilmesi gerektiğini kavramam zaman aldı. Bu süreçte herhangi bir eğitim ya da süpervizyon almamıştım ve telefon görüşmelerini nasıl yönetmem gerektiğini deneme-yanılma yoluyla öğrenmek zorunda kaldım. Sonuç olarak, yalnızca seanslar içinde etkili olan bir yöntemin, seans dışındaki iletişimde aynı şekilde etkili olmayabileceğini anlamış oldum. Bu farkındalık, telefonla danışanlarla yapılan görüşmelerin süresini ve sıklığını sınırlandırmam gerektiğini öğretti. Telefon görüşmelerinin terapötik bir çerçevede ele alınması gerektiğini fark ettiğimde, bu durumu danışanlarla açıkça konuşmaya başladım. Ancak, danışanlarımın bana ulaşamadıklarında ya da başka sorumluluklarım nedeniyle yalnızca birkaç dakika konuşabildiğimizde kafalarının karıştığını, incindiklerini ve öfkelendiklerini tekrar tekrar deneyimledikten sonra, bu yaklaşımın uzun vadede işe yaramadığını fark ettim. Danışanların bağımsızlıklarını desteklemek ve terapi sürecini sağlıklı sınırlar içinde sürdürmek adına, telefon görüşmelerini kısa ve yapılandırılmış hale getirmeyi tercih ettim.

    Telefon görüşmelerinin en aza indirilmesi ve teşvik edilmemesi gerektiğini fark ettikten sonra, regresyona giren danışanlarla yürüttüğüm terapiler çok daha sorunsuz ilerledi. Onlara sıkıntı verici duygularını yönetmelerine yardımcı olmayı amaçlayan on dakikalık kısa görüşmeler yapabilirdim ve bunu tutarlı bir şekilde sağlayabilirdim, ancak bu görüşmelerin seanslarda elde ettikleri deneyimle aynı olmadığını açıkça belirttim. Seanslara kıyasla daha az tatmin edici hale gelen telefon görüşmeleri, hem benim hem de danışanlarım için (ve tabii ki ailem ve arkadaşlarım için de) daha seyrek ve yönetilebilir oldu.

    Telefon görüşmeleriyle ilgili davranışımı değiştirmeye karar verdiğimde, bunu bana sıkça telefon eden danışanlarıma açıkça söyledim ve neden böyle bir değişiklik yaptığımı açıkladım. Bazıları bu durumdan pek memnun olmadı, ancak bunun asıl nedeni, kendileri için tatmin edici olan bir şeyden vazgeçmek zorunda kalmalarıydı. Neredeyse hepsi, telefon görüşmelerinin tutarsız olduğu için sürekli faydalı olmadığını kabul etti ve bu değişikliği kabullendi. Ayrıca, önceki politikamın kendilerine verdiği olası zararların sorumluluğunu tamamen üstlendim. Bazı danışanlar için, yanlış bir şey yapmadıklarını ve bu değişikliğin bir ceza değil, daha tutarlı ve etkili bir terapi sunma çabamın bir parçası olduğunu özellikle vurgulamam gerekti.

    Yeni danışanlar sıkıntılı hissettiklerinde beni arayıp arayamayacaklarını sorduklarında, en baştan itibaren telefon görüşmelerini minimumda tuttuğumu ve hafta içi ile hafta sonları hangi saatlerde mesajları kontrol ettiğimi açıkça belirtirim. Bunun dışında, acil bir durum olması halinde 24 saat hizmet veren bir yardım hattını kullanmaları veya acil servise gitmeleri gerektiğini söylerim. Genç bir terapist olarak danışanlarımın gerçekten bana ihtiyaç duyduğuna kendimi inandırmışken, zamanla, en çok regresyon gösteren ve en zor durumdaki danışanların bile minimum telefon iletişimiyle idare edebildiğini görmek beni şaşırttı. (Şimdi e-posta konusu da gündeme geldiği için, danışanlarıma bana e-posta gönderebileceklerini, ancak e-postalara yanıt vermediğimi, yalnızca aldığımı bildiriyorum. Daha acil bir durum varsa beni aramaları gerektiğini belirtiyorum. Bana gönderilen tüm e-postaları okuyorum, yazdırıyorum, bir sonraki seansta yanıtlıyorum ve dosyaya ekliyorum.) Danışanlarımızın bize duyduğu ihtiyacın, bizim onlara duyduğumuz ihtiyaçla orantılı olduğuna inanıyorum. Bu nedenle, kendi kişisel meseleleriyle (örneğin, ihtiyaç duyulma arzusu) hâlâ uğraşan yeni bir terapistin bu tür katı sınırları koyması zor olabilir. Ancak bunu, yeni terapistlerin ulaşmaya çalışabileceği bir hedef olarak ve kişisel zamanlarında uzun, tatmin edici telefon görüşmeleri yapmanın doğurabileceği risklere dikkat çekmek amacıyla dile getiriyorum. Bu tür bir ilgiyi sürekli sunmak hem pratikte mümkün değildir hem de birçok danışan için bu, derinlemesine kişisel, hatta romantik bir deneyim haline gelebilir. Üstelik, eğer bu görüşmeler için ücret alınmazsa, tıpkı bir yüz yüze seanstan ücret alınmaması gibi, danışanın zihninde şu sorular belirir: “Terapist suçluluk mu hissediyor?”, “Terapist bu ilişkiye kişisel olarak fazla mı yatırım yapıyor?”, “Terapist kendini yetersiz mi hissediyor?”, “Benim için özel bir durum mu var?”

    Tüm bu faktörler, danışan regresyon göstermese bile telefon iletişimi sırasında devreye girer. Ancak, daha önce tanımlandığı gibi, sık sık arama yapan danışanların çoğu regresyon halindedir ve bu sebeple seans dışındaki bu temaslara daha fazla anlam yükleme eğilimindedirler. Buna bir de yorgun bir terapisti eklediğinizde, akşam saatlerinde yapılan telefon görüşmelerinin sınırları bulanıklaştırma olasılığı artar. Telefon görüşmelerinde sınırları korumak, terapi seansları sırasında olduğu kadar hayati öneme sahiptir ve başlangıçta terapistin ekstra farkındalık ve dikkat göstermesini gerektirebilir.

    TERAPÖTİK OLMAYAN REGRESYONUN BİR ÖRNEĞİ

    Terapötik olmayan regresyon vakasını tanımlamak, daha önce bahsedilen terapötik regresyon vakasını (Sally) anlatmaktan daha zordur. Bunun birkaç nedeni vardır; en önemlisi, dürüst bir terapistin, terapötik olmayan bir ortamın oluşmasına ve/veya sürdürülmesine büyük ölçüde katkıda bulunduğunu kabul etmesi gerektiğidir. Bu durumla karşılaşan herhangi bir terapistin ilk adımı kendine şu soruyu sormak olmalıdır: “Şu anda ne yapıyorum ya da geçmişte ne yaptım ki bu tür bir regresyonu teşvik ettim?” Hepimiz zaman zaman regresyon gösteren danışanlarımızın terapötik olmayan bir şekilde bu duruma girip çıktığına tanık olmuşuzdur. Ancak yalnızca bu konumda sıkışıp kalan danışanların tedavileri nihayetinde olumsuz sonuçlanır. Bu tür bir sonucu konuşmak her terapist için, benim için de, zordur.

    Daha önce (1999) uzun uzun yazdığım bir danışanımı burada sunmak istiyorum. Bugün bile onun tedavi edilebilir olup olmadığını bilmiyorum. Ancak bildiğim şey, benimle olan terapinin hem onun hem de benim için tatmin edici olmayan bir şekilde sona erdiğidir. Önceki kitabımda ona Susan adını vermiştim, bu yüzden burada da aynı takma adla devam edeceğim. Kısaca, Susan son derece zor bir danışandı -belki de şimdiye kadar çalıştığım en zorlu vakaydı. Önceki terapistiyle cinsel ilişkiye girmiş ve daha sonra terapiste karşı açık bir küçümseme ifadesiyle ilişkiyi sonlandırmıştı. Kendini mağdur olarak sunmak yerine tam tersini yapıyordu. Ona göre terapisti kendisine layık değildi ve bunu fark ettiğinde ilişkiyi bitirdi. Susan’ın çocukluk dönemi duygusal ve fiziksel istismar ile geçmişti ve aleksitimikti (öfke dışında herhangi bir güçlü duyguyu ifade edemiyor ve çok az içgörüye sahipti). Dışarıdan bakıldığında oldukça kontrollü ve “düzenli” bir görüntü sergiliyordu -öyle ki en son görüştüğü terapist, sadece birkaç seansın ardından ona terapiye ihtiyacı olmadığını söyleyerek süreci sonlandırmıştı.

    Susan’ın bana gelmesine neden olan etken, onu çalışamaz ve sürdürülebilir bir ilişki kuramaz hale getiren ağır bir depresyondu. Birkaç arkadaşı vardı, ancak bana geldiğinde ne bir partneri ne de bir işi vardı. Bu yönlendirmeyi kabul ettim çünkü bir terapist arkadaşım tarafından önerilmişti ve o sırada iki danışanımla süreci yeni tamamlamıştım, dolayısıyla boş saatlerim vardı. Ancak en başından beri Susan’ı tedavi etme konusunda karışık duygularım vardı ve bunlara daha fazla dikkat etmeliydim. Susan’ın yalnızca bir travma geçmişine sahip olması değil, aynı zamanda güç odaklı olması, içgörüden yoksun olması ve bilinçli olarak derin duygular hissedememesi, onu tedaviye kabul ederken daha temkinli olmam gerektiğini gösteriyordu. Ve kesinlikle, onu haftada ikiden fazla görmemem gerektiğine dair bir işaret olmalıydı.

    Başlangıçta onu haftada iki kez görüyordum, ancak bana bir mirasla geçindiğini ve çalışmaya ara verdiği bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmek istediğini söyledi. Psikanaliz hakkında okumalar yaptığını ve “gerçek olanı” deneyimlemek istediğini belirtti. Danışanlarımdan sıkça duymadığım bu sözler beni heyecanlandırdı ve Susan’ı analiz etme olasılığı beni cezbetti. Psikanalizde eski bir kural, danışanın kaç seans istediği ve üretken bir şekilde kaç seansa dayanabileceği konusunda söylediklerini takip etmektir. Geçmişte bu yönerge benim için her zaman işe yaramıştı (ki sanırım bu, burada sunduğum yönergeler de dahil olmak üzere, her kuralın istisnaları olabileceğinin bir göstergesidir). Çoğu danışanımın haftada iki veya üç kez gelmesi nedeniyle, bir danışanı haftada dört kez görmek fikri beni ayrıca heyecanlandırmıştı.

    Kısa bir süre içinde Susan’ın analizinde işler ters gitmeye başladı. Divanı kullanmak istedi, ancak hızla dekompansasyon belirtileri göstermeye başladı. Seansları bittiğinde ayrılmak istemiyor, genellikle öfkeyle kapıyı çarparak çıkıyordu. Onu rahatlatmaya ve acısını deneyimlemesine yardımcı olmaya çalıştığımda, bazen gerçeklikten kopuyordu; ona göre ben sadece acısını anlamasına yardımcı olmuyordum, doğrudan ona acı çektiriyordum. Susan için önemli olan, benim sadece çocukluk deneyimlerini sormam değildi; eğer birinin yanında acı hissediyorsa, o kişi doğrudan ona acı veriyor demekti. Daha sakin anlarımızda bu konuyu konuşuyorduk ve ben ona, eğer bu çıkmazdan kurtulamazsak, bu terapinin işe yaramayacağını söylüyordum. Bana, entelektüel düzeyde bunun farkında olduğunu, aslında benim ona zarar vermediğimi bildiğini, ancak o an içinde bunu kaybettiğini söylüyordu. Sabırlı olmamı, zamanla bu durumun düzeleceğini söylüyordu. Ben de sabırlı olmaya çalıştım.

    Bu arada, Susan sık sık beni aramaya başladı; hatta yalnızca acil durumlar için ve belirli saatler içinde kullanabileceğini açıkça belirttiğim ev telefonumu bile kullanıyordu. Belirlediğim saat sınırına uyuyordu, ancak bir keresinde sağlık sigortasıyla ilgili bir konuyu konuşmak için ev telefonumu aradı. O sırada mutfaktaydım ve yanımda misafirlerim vardı. Susan’a kısa bir şekilde konuşamayacağımı ve bu konuyu pazartesi günkü seansında ele alacağımızı söyledim. Pazartesi geldiğinde ona ev telefonumu bu amaçla kullanmaması gerektiğini söyledim. Ancak Susan buna katılmadı ve bana ulaşamamasından dolayı öfkeli olduğunu belirtti. Onunla mantıklı bir şekilde konuşmaya çalıştım, ancak bir noktada fark ettim ki, Susan aslında regresif bir durumda ve bana ihtiyacı olan bir çocuk zihniyetiyle konuşuyordu.

    Bu durumun farkına vardığımda, onu eğitmeye çalışmayı bıraktım ve doğrudan, evimde ne zaman ve hangi koşullarda telefon kabul edip etmeyeceğimi belirlemenin benim hakkım olduğunu söyledim. Sigorta şirketiyle ilgili meselelerin kesinlikle bu kapsamda olmadığını açıkça belirttim. Susan kurala uydu, ancak bana bunun yanlış ve mantıksız olduğunu düşündüğünü bildirdi. Çatışmalarımızın çoğu, ister açık ister örtük olsun, bir güç mücadelesi şeklinde gelişti ve bunu farklı bir dinamiğe dönüştürmenin bir yolunu asla bulamadım. İkimiz de bir güç mücadelesine girdiğimizi kabul ettiğimizde bile, bu farkındalık pek bir değişiklik yaratmadı. Sonunda her şey, onun istediği ve ihtiyacı olduğunu hissettiği şeyler ile benim vermeye istekli ya da yetenekli olduğum şeyler arasındaki dengeye dayanıyordu.

    Susan ayrıca başka zamanlarda da beni arıyordu, özellikle de klinik çalışma saatlerimin bittiği ve bir sonraki pazartesiye kadar seanslarımın olmadığı perşembe akşamları. Başlangıçta, hafta sonlarının genellikle uzun ve yalnız geçtiği bu döneme geçiş yapmasına yardımcı olmam için kısa bir süre konuşmaya razı oluyordu. Ancak zamanla daha talepkâr hale geldi; telefondan ayrılmak istemiyor ve bana, “Eğer intihar etmeyi düşündüğümü söylersem, benimle konuşmak zorunda değil misin?” gibi sorular yöneltiyordu. Elbette, bu tür bir davranışı hoş karşılamadım.

    Ayrıca, Susan’ın mirasından geriye ne kadar parası kaldığı konusunda beni yanılttığını fark ettim. Bir gün bana, ücreti önemli ölçüde düşürmezsem artık terapiye devam edemeyeceğini söyledi. Şaşkına döndüm ve başlangıçta bana çok farklı bir şey söylediğini hatırlattım. Ancak o, benim yanıldığımı ileri sürdü. En başından beri bu tedaviyi uzun bir süre karşılayamayacağını bildiğini ve bunu bana mutlaka söylemiş olması gerektiğini iddia etti. Oysa böyle bir şey söylememişti ve gerçekten bu konuşmayı unutup unutmadığını ya da bana yalan söyleyip söylemediğini hiçbir zaman kesin olarak bilemedim. Ona, düşürebileceğim en düşük ücretle ancak haftada iki kez görüşebileceğimizi söyledim. Bu durum onu bir süre oldukça öfkelendirdi.

    Ancak, mali durumu onu bir iş bulmaya zorladığı için, çalışma programı terapiye bu sıklıkta bile gelmesini zorlaştırdı. Susan, sık sık işten zamanında çıkmakta zorlanıyor ve erken akşam saatlerindeki seanslarına yetişemiyordu. Bunun üzerine, çoğu terapist gibi daha uzun saatler çalışmadığım için bana öfkelendi. Sonunda, bencil olduğuma ve ona ihtiyacı olanı vermeye istekli olmadığıma karar verdi.

    Bu vakada çok daha fazla detay vardı, ancak Susan’ın klinik durumu o kadar karmaşıktı ki, başlı başına bir kitap konusu olabilirdi. Burada vurgulamak istediğim nokta, Susan’ın regresyonunun hızla terapötik olmaktan çıkıp kalıcı olarak terapötik olmayan bir hale gelmesi ve sonunda karşılıklı olarak kararlaştırılan ancak tatmin edici olmayan bir sonlandırmaya yol açmasıdır. Baştan beri Susan, benim sevgilisi olmamı istiyordu; daha uzun seanslar, daha düşük ücretler, daha sık telefon görüşmeleri ve daha uygun seans saatleri talep ediyordu. Ancak en çok istediği şey, onu kollarıma alıp sallamam, yani fiziksel bir bakım ve şefkat sunmamdı. Bu taleplerinin hiçbirine karşılık vermemem, onu öfkelendirdi ve benim hatalı, onun ise haklı olduğuna dair inancını pekiştirdi.

    Benim açımdan, Susan’la çalışırken çoğu zaman kendimi fedakârlık yapıyormuş gibi hissediyordum. Ona yardımcı olmak için çok çaba harcadım. Yorgun ve tükenmiş olduğum zamanlarda bile onun telefonlarını yanıtladım. Onun adına üzülüyordum, ancak çoğu zaman kendisini sevmiyordum. Sürekli olarak bana karşı baştan çıkarıcı bir tavır içindeydi ve bu, gerçek bir duygusal alışverişin önünde bir engel oluşturuyordu. Seans içinde ya da dışında benimle fiziksel temas kurma takıntısı -ister annesel bir dokunuş, ister cinsel bir temas olsun- beni giderek rahatsız etmeye başladı. Başlangıçta, onu bu fikrinden vazgeçirmeyi başaramadığım için hayal kırıklığına uğradım. Ancak zamanla, bu durum beni öfkelendirmeye, moralimi bozmaya ve hatta depresif hissettirmeye başladı.

    Bir noktada, yanına oturup ağlarken elini tutmayı kabul ettim. Ancak o, bu durumu bir adım ileri taşıyarak başını omzuma koydu. O an büyük bir hata yaptığımı fark ettim ve nazikçe kendimi geri çektim. Bir sonraki seansta neşeliydi ve bunun ne kadar harika bir deneyim olduğunu anlattı. Ancak bana, bu süreci daha rahat yönetmem gerektiğini söyledi. Bir dahaki sefere daha fazla gevşemem gerektiğini belirtti. Benden gelen gerginliği ve çekingenliği hissettiğini, eğer bu süreç işe yarayacaksa benim de kendimi daha fazla bırakmam gerektiğini ifade etti. (O anda, bu sözlerin daha deneyimli bir sevgilinin daha az deneyimli birine verdiği talimatlara ne kadar benzediğini düşündüm.)

    Ona bir hata yaptığımı ve bunun için özür dilediğimi söyledim. Bir sonraki seferin olmayacağını, istediği düzeyde fiziksel teması sağlayamayacağımı belirttim. Beklendiği gibi, bu onu öfkelendirdi.

    Susan hakkında yazarken, onu tedavi ederken hissettiğim tüm duygular beni adeta yeniden sarıyor. Kendimi savunmaya geçerken buluyorum -her şeyin ne kadar zor olduğu ve nasıl sona erdiği konusunda onu suçlamak istiyorum. Ancak aynı zamanda, zorlayıcı ilişkimize benim de katkıda bulunduğumu biliyorum. Susan’a karşı kendimi savunmasız bırakmak benim için zordu, çünkü onun yanında kendimi güvende hissetmiyordum. Terapide genellikle göz ardı edilen konulardan biri de, tıpkı danışan gibi, terapistin de belirli bir güvenlik hissine ihtiyaç duyduğudur.

    Diğer danışanlarla çalışırken, davranışlarıma yönelik bir eleştiri veya yüzleşme geldiğinde ilk tepkim savunmaya geçmek olabilir. Bunun insan doğasının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Ancak, içimde bir tür rahatsızlık hissedip hissetmediğime dikkat ederim -eğer içten içe bir sıkıntı duyuyorsam, muhtemelen danışanımın söylediği şeyde doğruluk payı vardır. Kendime gevşememi, dinlememi ve eğer gerçekten hata yaptıysam bunu kabul etmem gerektiğini hatırlatırım. Mükemmel olmaya çalışmayı bırakıp, danışanın bana nasıl hata yaptığımı veya onu nasıl incittiğimi anlatmasını, terapötik olarak son derece değerli bir an olarak görmeye çalışırım. Bu, çoğu ebeveynin yapmadığı bir şeyi yapma fırsatıdır -narsistik bir yaralanmayı kabul etmek, hatayı kabullenmek ve affedilmeyi istemek.

    Susan ile bu süreci yaşamak benim için zor oldu, çünkü onun talepleri son derece mantıksızdı. Bu durum, zaman zaman bazı danışanlarıma söylediğim bir şeyi hatırlatıyor: Eğer biri, davranışları aşırı uçlarda ve mantıksız olan bir insanla ilişkiye girerse, ilişkinin sonucundan her iki taraf da sorumludur. Ancak, açıkça ve utanmadan mantıksız davranan biriyle ilişki yaşamak, kişinin kendi katkısını değerlendirmesini olağanüstü derecede zorlaştırır. Kendi hatalarını ve zayıf yönlerini anlamak neredeyse imkânsız hale gelir, çünkü karşıdaki kişinin aşırı tepkileri ve cezalandırıcı tutumu, iç gözlem yapmayı engeller. Aşırı cezalandırılma, kişinin kendine dönüp hatalarını sorgulamasını teşvik etmez; tam tersine, savunmacı bir tepki geliştirmesine neden olabilir.

    Ve Susan ile olan sürecim de böyleydi. Terapisini sonlandırdıktan kısa bir süre sonra onu bir çalıştayda sundum. Şehirde beden odaklı terapi yapan bir başka psikologla çalışmaya başlamıştı. Çalıştaydaki terapistlerden biri, Susan’a karşı geliştirdiğim karşı aktarımın onun ilerlemesini engellediğinden emin olduğunu söyledi. Buna ne düşündüğümü sordu. Tek söyleyebildiğim, bunun kesinlikle doğru olması gerektiğiydi ama nasıl olduğunu tam olarak belirleyemediğimdi. Bu durumu terapi sürecinde anlamaya çalıştım ama başarılı olamadım. Onun bana, çocukken hoşlanmadığım bir akrabamı hatırlattığını biliyordum. Onu çekici bulmadığımı da biliyordum ve bunun başından itibaren onun için incitici olduğunu hissediyordum. (Bu, onu tedavi etmemem için bir sebep olabilirdi. Susan’ın, hem benim onu sevdiğimi hem de çekici bulduğumu hissetmeye ihtiyacı vardı, böylece ilişkide kendini daha az savunmasız ve daha güçlü hissedebilirdi. Sanırım onun için en iyi terapist, onu benden daha fazla seven ve onu yeterince çekici bulan ama onun fiziksel temas taleplerini teşvik etmeyecek kadar mesafesini koruyabilen biri olurdu.)

    Ayrıca bazen ona karşı fazla öfkeli olduğumu da biliyordum. Ona zaman zaman sadistik bir şekilde geri bildirimde bulunuyordum -örneğin, bana çekici gelip gelmediğini sorduğunda ilgilenmediğimi açıkça söylemek gibi. Onun derin duygularını ifade edememesinden gereğinden fazla hayal kırıklığı duyuyordum. Sürekli eleştirilmekten ve kötü bir terapist, kötü bir insan olduğumun söylenmesinden nefret ediyordum. Dahası, o dönemde kendimi savunmasız hissediyordum çünkü babam hastaydı ve yakında öleceğini biliyordum.

    Belki de bu kadar çok eleştiriyi kaldıramayacak kadar narsisistik biriyim. Çoğu danışanım beni takdir etmiştir, zaman zaman eleştirseler bile. Oysa Susan, beni sevdiğini söylüyordu ama benim hakkımda ya da terapi sürecimiz hakkında olumlu bir şey söylemesi neredeyse hiç olmuyordu. Belki de bu kadar yoğun olumsuz geri bildirimi kaldırabilecek biri değildim.

    Geriye dönüp baktığımda, muhtemelen Susan’ı tedavi etmemeliydim çünkü daha iyi bir sonuç elde etmek için farklı ne yapabileceğimi hâlâ bilmiyorum. Karşı aktarımımın farkındaydım, bunu meslektaşlarımla tartıştım ve danışanın kendisiyle istişare etme konusundaki kendi tavsiyeme uydum. Yine de, kör noktalarımız ve zayıflıklarımız için her zaman uygun bir çözüm bulamayabiliriz. Bazen, yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımız, tedavi edebileceklerimiz ve edemeyeceklerimiz konusunda kendi sınırlılıklarımızı kabul etmek zorunda kalırız. Bu terapi süreci Susan için bazı önemli olumlu sonuçlar doğurdu -örneğin, fantezi kurma kapasitesini geliştirdi, duygularını daha iyi tanımlayabildi ve tekrar ilişkilere girebilip çalışabilir hale geldi- ancak deneyim, hem onun hem de benim için stresliydi. Muhtemelen başka bir terapist ile daha iyi bir süreç yaşayabilirdi. Ancak, önceki bir terapistiyle cinsel ilişkiye girmiş olması ve iki başka terapist tarafından “artık terapiye ihtiyacı yok” diyerek hızla reddedilmesi göz önüne alındığında, bu konuda kesin bir şey söylemek zor.

    TERAPİST GERİLEME YARATABİLİR Mİ?

    Analitik literatürde regresyonun arzu edilirliği ve kaçınılmazlığı konusunda çok fazla tartışma vardır, ancak bu konuda gerçek bir fikir birliği yoktur. Bazı terapistler regresyonu, özellikle de terapötik regresyonu, yaratabileceklerine inanırlar. Ancak ben her zaman regresyon kapasitesini ve isteğini terapistten çok danışanın bir işlevi olarak gördüm. Kuşkusuz, terapist ve danışan arasında iyi bir ilişki kurulması -örneğin, temel güvenin ve olumlu bir ilişkinin oluşturulması- terapötik regresyon için gerekli bir önkoşuldur. Ancak, yıllar içinde en iyi terapötik ilişkinin bile regresyon için gerekli, ancak yeterli olmadığını gözlemledim. Zihinsel sağlık hizmetlerinin yetersizliği nedeniyle giderek daha fazla varlıklı insanla çalıştıkça, gerçekten derin çalışmalar yapma sıklığımın azaldığını fark ettim. Birçok varlıklı ve başarılı insanın dünyada kendilerini savunmasız hale getirmeyerek varlıklarını sürdürdüğünü gözlemledim. Regrese olmaktan fayda sağlayacak olsalar bile, bunu yapmazlar. Dünyaya uyum sağlama biçimleri bu değildir ve bunu arzu edilebilir bulmazlar. Gerekirse, kendilerini savunmasız ve kontrol dışı hissetmekten kaçınmak için daha az sıklıkla gelirler. Kendi kendini yetiştirmiş bir multimilyoner, bir gün seans sırasında yoğun bir şekilde ağlamaya ve titremeye başladığında şaşkına döndü. Utanmış, belki de aşağılanmıştı. Bir sonraki seansta, “Buraya sadece depresyonum için biraz yardım almaya geldim, sonra da gideceğim. Ağlamak zayıflar içindir,” dedi ve güldü. Ancak, şakasının içinde büyük bir gerçek payı olduğunu biliyordum ve semptomatik rahatlama sağladığında gerçekten de terapiden ayrıldı.

    Terapistler olarak, bir regresyonu yaratmaktan çok, onu önleme konusunda daha fazla güce sahibiz. Aşırı entelektüelleşmek, bir danışan derin duygular ifade ettiğinde fark edilir şekilde geri çekilmek veya gerginleşmek, danışanın gözünden kaçmayacaktır. Bana gelen bir danışan, önceki terapistini on seanstan daha kısa sürede terk ettiğini söyledi. Nedeni, derin bir şekilde ağlamaya başladığında terapistinin ona bir nane şekeri uzatmasıydı. Bu yanlış yönlendirilmiş teselli girişimi onu hem incitmiş hem de öfkelendirmişti ve bu terapistin kendisine yardımcı olamayacağını anlamıştı.

    Son olarak, 1940’lı ve 50’li yıllarda, Amerikan tıbbi psikanaliz modelinin hâkim olduğu döneme ait eski analitik literatür, danışanların terapistlerinin sessizliğine tepki olarak ilkel öfke seviyelerine kadar gerilediği birçok örnek sunmaktadır. Daha önce de belirttiğim gibi, günümüzde çalışan terapistlerin çoğu, kendi kaygılarıyla başa çıkmanın bir yolu olarak fazla konuşma eğiliminde olduğundan, bu tür bir “yoksunluk” öfkesini danışanlarında indüklediklerini sanmıyorum. Ancak, erken dönemde yoksunluk ve ihmal yaşamış danışanların terapistlerinden bekledikleri yanıtı alamadıklarında, bu tür bir öfkenin mikro düzeyde ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. O anlarda, çocukluktan gelen bastırılmış öfke oldukça yoğun bir şekilde harekete geçebilir. Bu gibi durumlarda en iyi yanıt, terapistin aktif sözlü katılım göstermesi ve danışanın ihtiyaçlarına odaklanması olacaktır.

    TRAVMATİZE OLMUŞ DANIŞANLARLA REGRESYONDAKİ RİSKLER

    Son yıllarda literatürde, travma mağdurlarının terapi sırasında travmatik olaylarını yeniden yaşamalarının klinik etkinliği konusunda birçok tartışma yaşanmıştır. Bu tartışma, bu kitabın kapsamını aşmakla birlikte, regresyon ve travmatizasyon arasındaki ilişkiye dair önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Erken dönemde istismara maruz kalmış danışanların daha kolay gerilediğini ve terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılıklarının daha yüksek olduğunu biliyoruz. Nörobilim literatürü de bu sonucu desteklemektedir. Wilkinson (2006), travma mağdurlarının “kindling (tutuşma, yanma)” olarak adlandırılan bir nöronal tepkiye yatkın olduklarını belirtmektedir. Bu durum, içsel uyaranlar tarafından kolayca tetiklenebilen yoğun duygusal tepkiler anlamına gelir ve sonuç olarak, geri dönüşler (flashbacks), epileptik nöbetler ve kâbuslar ortaya çıkabilir.

    Öte yandan, danışanların bilinçdışı olarak terapi ortamında yeniden travmatizasyon arayışına girmelerinden kaçınılmalıdır. Bu tür bir durum, [danışanların] erken dönemde yaşanan ve tekrar eden travmatik deneyimlere bağlı olarak alışkın oldukları endorfin “yükselmesini” yeniden yaşamak amacıyla ortaya çıkabilir.

    (s. 79).

    Bu fenomenden ancak yakın zamanda haberdar oldum ve Susan’ın tedavisinde farkında olmadan bu bağımlılık yaratan ortamı ne ölçüde yeniden yarattığımı merak ediyorum. Buradaki amaç, danışanın geçmişteki duygusal acıyı yeniden deneyimlemesini önlemek değil, aksine bu yeniden travmatizasyon potansiyelinin var olduğunu bilmek ve bunu engellemek için çalışmaktır. Böyle bir yeniden yaşantılama gerçekleştiğinde, danışanı bu olasılık hakkında bilgilendirmek de faydalı olabilir.

    REGRESYON YÖNETİLEBİLİR SEVİYELERDE NASIL TUTULUR?

    Deneyim, terapistlerin kimin terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılığı taşıdığını belirlemelerine yardımcı olsa da, bu yargıyı tedavinin erken aşamalarında yapmak zor olabilir. Travma ve erken kayıp geçmişi olan danışanların terapötik olmayan bir şekilde regresyona girme olasılığı daha yüksek olduğundan, ihtiyatlı bir terapist, sınırları iyi belirleyerek bunu önlemeye çalışır. Bu, telefon görüşmelerini kısa ve seyrek tutmayı, seansları zamanında başlatıp bitirmeyi, özel muameleden kaçınmayı ve danışanı haftada iki kereden fazla görmemeyi içerir. Açıkçası, bu son öneri, danışanların genellikle ayda iki kez görüldüğü günümüz dünyasında daha az geçerli olabilir. Ancak yine de vurgulamaya değer olduğunu düşünüyorum.

    Terapötik olmayan regresyonu tetikleyebilecek diğer faktörler arasında aşırı sorgulayıcı sorular sormak (bu, danışan tarafından müdahaleci veya hatta istilacı olarak algılanabilir); danışanın terapiste yönelik duygularına gereğinden fazla odaklanmak (özellikle danışanın bu konuyu kendiliğinden gündeme getirmediği durumlarda); danışanın cinsel yaşamına aşırı ilgi göstermek (bu, danışan tarafından baştan çıkarıcı olarak deneyimlenebilir) ve terapistin kendisiyle ilgili fazla kişisel bilgi paylaşması (bu, tüm danışanlarla sınırlı tutulmalıdır) yer almaktadır. Bu kitabın geri kalanında, terapötik seviyede regresyonu sürdürebilmek için dikkate alınması gereken birçok konuyu ve danışanın bir müdahalenin faydalı olmadığını belirttiğinde terapötik ilişkiyi yeniden nasıl yoluna koyabileceğimizi ele alacağım. Bununla birlikte, genel olarak, terapötik olmayan regresyonu önlemenin en etkili yolu Gabbard’ın (1994) klinik önerisini takip etmektir ki bunu şu şekilde özetlemeyi seviyorum: “Sınır koymak, sınır koymak ve daha fazla sınır koymak.”

    Danışan gerçekten acı çektiğinde “hayır” demek zor olabilir. Bu tür durumlarda, özel muamele taleplerine boyun eğme eğilimi hissetmemek neredeyse imkansızdır ve bu talepleri reddettiğimizde suçluluk duygusu yaşamamak da pek mümkün değildir. Terapistler için esas zorluk, hem danışanın acısını hem de kendi suçluluk duygularını hissederken, aynı zamanda empatik bir şekilde sınır koymayı sürdürebilmektir. Bu, seansları uzatmamak, geçiş nesneleri sağlamamak veya içten olmayan sevgi ve güvence ifadelerinde bulunmamak anlamına gelir. Bu zor anlar, rahatsız edici semptomları olan danışanlarla yapılan terapötik çalışmanın belirleyici anlarıdır. Bu anlarda taleplere boyun eğmek, anlık olarak kolay ve rahatlatıcı görünse de uzun vadede terapinin bütünlüğünü zedeleyecektir.

    Terapistler genellikle suçluluk ve başkalarının acısından sorumluluk hissetmeye yatkın olduklarından, danışanın acısını kendilerinin yaratmadığını ve onu ortadan kaldıramayacaklarını hatırlamaları faydalı olabilir. Bu, danışanın kendi başına üzerinde çalışması ve yönetmeyi öğrenmesi gereken bir şeydir. İkinci olarak, acı çeken bir danışana yardımcı olmak için kullanılabilecek yaratıcı (productive) müdahaleler vardır. Danışana, genellikle birkaç saat içinde kendini daha iyi hissedeceği konusunda güvence verilebilir. Danışan, terapi odasından çıkıp dünyaya döndüğünde, savunmalarını otomatik olarak yeniden inşa etmeye başlar. Bazı durumlarda, bu sürecin bir günü bulabileceği, ancak yoğun acı ve kırılganlık duygularının o zaman diliminde azalacağı söylenebilir. Üçüncü olarak, korkan bir danışan “Ya daha kötü hissedersem?” diye sorarsa, danışana terapistin normalde mesajlarını kontrol ettiği saatlerde arayabileceği ve terapistin geri döneceği söylenebilir.

    Yine de, bu telefon görüşmeleri sınırlı olmalı ve danışana hissettiği acının çocukluktan kaynaklandığını ve bu kadar ezici gelmesinin, çocuklukta gerçekten de öyle olmasından kaynaklandığını anlamasına yardımcı olmaya odaklanmalıdır. Bir yetişkin olarak, bu acıyı yönetmeyi ve anlamayı öğrenme kapasitesine sahiptir ve terapist ona bu süreçte yardımcı olacaktır; ancak bu, terapistin bu işlevi bizzat üstlenmesiyle aynı şey değildir. Danışanın içsel deneyimini anlamaya ve ona uyum sağlamaya dair kapasitesine güven duymak, bunun zaman içinde kademeli olarak gerçekleştiğini kabul ederken, hem acısının gerçekliğini hem de onu yönetme ve hatta aşma potansiyelini kabul etmek anlamına gelir.

    ÖZET

    Regresyon, savunmaların gevşetilme sürecini içeren basit ve doğal bir olgudur. Herhangi bir değişimin gerçekleşmesi için gereklidir. Bir danışanın ne kadar regrese olacağı, hem erken dönem deneyimlerine hem de savunmasız olma isteğine bağlıdır. Aynı zamanda, terapistin duygusal olarak ne kadar erişilebilir olduğu ve regresif deneyimleri yönetme becerileri de bu süreci belirler. Bu bölümde, regresyonun belirtilerini ana hatlarıyla açıkladım, bir regresyonun terapötik olup olmadığının nasıl anlaşılacağını belirttim ve danışanın derin acısını kabul ederken sınırları korumanın ve sakin, dingin bir tutum sergilemenin önemini vurguladım.

    Terapötik bir regresyon ve terapötik olmayan bir regresyon örneği sundum. Birçok regrese olmuş danışan, belirli bir düzeyde bu iki durum arasında gidip gelir. Travma yaşamış danışanlar, terapötik regresyondan geçmiş travmatik olayların bağımlılık yaratan bir “kindling” sürecine kayabilirler. Diğer bazı danışanlar ise hem terapötik hem de terapötik olmayan regresif deneyimler arasında dalgalanabilirler. Uzun süreli terapiler, belirgin bir regresyon derecesinin ortaya çıkma olasılığını artırır. Ayrıca, borderline kişilik bozukluğu olan danışanlar, tedavinin erken dönemlerinde regresyona daha yatkın olabilirler.

    Sınırlar koymayı ve onları koymanın önemini, en uç durumlarda bile vurguluyorum, çünkü bu yaklaşım danışanın kendi duygulanımını kontrol etmeyi öğrenmesine yardımcı olur ve bu işlevi başkalarına devretmesini engeller. Aynı zamanda, terapistin danışanın acısından sorumlu hissetmediğini ve danışanın bu acıyı yönetmeyi öğrenme kapasitesine inandığını da iletir.

  • Karşılıklılık ve İş Birliği: Birbirini Etkileme (2. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Techniques: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    Terapistler genellikle hastanın bilinçdışını anlamaya çalışan kişiler olarak kendilerini görürler. Ancak her zaman kabul edilmeyen bir gerçek, hastanın da bilinçli ya da bilinçdışı düzeyde terapistin bilinçdışını okuduğudur.

    — Patrick Casement (1985, s. 3)

    Çoğu danışan ilk birkaç seanstan sonra terapiye devam etmediği için, birçok yeni terapist düzenli olarak seanslara gelen, savunmalarını gevşeten ve değişim sürecini keşfetmeye istekli olan bir danışanla karşılaştığında hem rahatlar hem de kendini doğrulanmış hisseder. Peki, bundan sonra ne olur? Birinci Bölümde, karşılıklı olarak üzerinde anlaşılan hedefler belirlemenin öneminden ve bu hedeflerin zaman içinde nasıl değişip şekilleneceğinden bahsetmiştim. Bazı hedefler, gerçekçi olmadığı ya da artık istenmediği için terk edilecektir. Eğer terapi süreci devam eder ve daha derinleşirse, listeye yeni hedeflerin eklenmesi de muhtemeldir.

    Peki, ya sürecin kendisi? Psikoterapi sürecinde, terapist ve danışan birlikte çalışırken gerçekte neler olur? Yeni terapistler, bir danışanı terapiye kazandıktan ve onun düzenli olarak gelmeye devam ettiğini gördüklerinde genellikle yeniden bir kaygı hissederler. Hem terapist hem de danışan bir heyecan duygusu yaşar, ancak aynı zamanda “Şimdi ne olması gerekiyor?” diye merak ederler. Bu konuda doğrudan verilen bir eğitim neredeyse yoktur. Eğitim süreci tamamlandığında bile birçok yeni terapist, bir danışanı 10–20 seanstan fazla görme deneyimine sahip olmamıştır. Ayrıca, eğitim sırasında görülen danışanlarla yapılan seanslar da gerçeği tam olarak yansıtmaz, çünkü danışan, terapistin değerlendirildiğinin fazlasıyla farkında olabilir. Bu nedenle, özellikle düşük ücretli bir terapi alıyorsa, danışan genellikle terapistin iyi bir performans sergilemesini sağlamak için bilinçli ya da bilinçdışı bir çaba gösterebilir.

    Eğitimlerini tamamladıktan sonra, yeni terapistler bazen süpervizyon desteğiyle, bazen ise tamamen kendi başlarına, gerçek dünyada danışanlarla çalışmanın getirdiği zorluklarla yüzleşirler. Bir noktada, yalnızca danışanlarından gelen değil, aynı zamanda kendi içlerinde de ortaya çıkan güçlü duygusal tepkilerle baş etmek zorunda kalırlar. Hem terapistler hem de danışanlar, bu yoğun duygu akışı karşısında kendilerini kaygı ve kafa karışıklığı içinde bulabilirler. Bu noktada, “Tüm bu hisler neden ortaya çıkıyor?” ve “İlişkinin duygusal akışını belirleyen kim?” gibi sorular gündeme gelir.

    Regrese olmuş danışanlar, özellikle travma geçmişi olanlar, terapiste karşı idealize edilmiş bir sevgi ile yetersizlik ve duyarsızlık suçlamaları arasında keskin geçişler yapabilirler. Terapist, genellikle bir seanstan diğerine danışana karşı hislerinde belirgin bir değişim yaşamaz ve danışanın tutumundaki bu radikal değişimin neyin tetiklediğini anlamakta zorlanabilir. Çoğu zaman, önceki seansta öfkeyle tepki veren aynı danışan, bir sonraki seansa geldiğinde sanki önceki öfke patlaması hiç yaşanmamış gibi davranabilir.

    Danışan, terapistin duygudurumuna ve hatta yaşam koşullarına dair şaşırtıcı bir farkındalık sergileyebilir. Günümüzde terapistler, danışanlarının semptomlarını ele alacak şekilde eğitilmektedir ve çoğu zaman, danışanın geçmiş ilişki kalıplarını terapötik ilişki içinde tekrar etmesinin ne anlama geldiğine dair yalnızca temel bir anlayışa sahiptirler. Ancak, terapistin de kendi geçmişini terapötik ilişki içinde kaçınılmaz olarak yeniden üretmesi meselesi üzerine, hatta psikanalitik eğitimlerde bile derinlemesine bir tartışma nadiren yapılır. Bunun yerine, eğitimlerde daha çok tahmin edilebilir ve belirli karşı aktarım tepkilerine -örneğin iritasyon, sıkıntı, anksiyete veya ilgi duyma gibi- odaklanılır.

    HEM DANIŞAN HEM DE TERAPİST GEÇMİŞİ TEKRARLAR

    Geleneksel yaklaşımdan ayrılarak, her bireyin terapi sürecinde kendi geçmişini bir ölçüde yeniden canlandırdığını vurgulamak istiyorum -hatta kısa süreli terapilerde bile. Tedavi süresi uzadıkça ve derinleştikçe, hem terapistin hem de danışanın geçmişlerindeki dinamikleri yeniden yarattıkları uzun bir dönemden geçmeleri daha olası hale gelir. Bu noktada, terapinin özü, bu iç içe geçmiş dinamikleri çalışmak ve çözümlemektir. Bu sürecin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi için, terapi boyunca danışanla sürekli olarak iş birliği içinde olmak, terapistin kendini sorgulaması ve gerekirse terapi dışındaki süpervizyon ya da danışmalara başvurması gerekir. Bu bölümün başındaki Casement alıntısı, karşılıklılığın özünü açıklar: Danışan ve terapist, bilinçdışı düzeyde birbirlerini tanır ve bu bilinçdışı bilgiyle birbirlerine tepki verirler. Bu gerçek, nöropsikoloji literatürü tarafından da doğrulanmaktadır (örneğin, Dimberg, Thunberg & Elmehed, 2000). Bu bilinçdışı bilgi aracılığıyla, karşılıklı olarak birbirlerini etkiler ve terapötik ilişkiyi şekillendirirler.

    Terapistin temel sorumluluklarından biri, danışanın geçmiş deneyimlerinden hareketle nasıl davrandığını ve bunun mevcut durum algısını nasıl şekillendirdiğini fark etmesine ve anlamasına yardımcı olmaktır. Ancak, danışan da aynı süreci terapist üzerinde gerçekleştirir. Terapistin davranışlarını gözlemler ve bunların anlamlarını çıkarır. Bu farkındalığını sözlü olarak ifade edip etmemesi, birçok faktöre bağlıdır; bunlar arasında bu gözlemin bilinçli mi yoksa bilinçdışı mı olduğu da yer alır. Terapistini düzenli olarak gözlemleyen ve bu gözlemlerini açıkça dile getiren danışanlar, genellikle en zorlayıcı danışanlar arasında yer alır. Danışanın bu tür gözlemler yapma motivasyonu ne olursa olsun, özellikle yeni terapistler, danışanın kendilerini bu kadar net bir şekilde okuyabilmesi karşısında şaşkınlık, huzursuzluk ve savunmacı bir tepki gösterebilirler.

    Farklı ekollerdeki eğitim programları, terapi yapmanın duygusal gerçekliklerini ele almakta genellikle yetersiz kalmaktadır. Davranışçı yaklaşımlar, çoğunlukla danışana ödev verme ve onu davranış değişikliği için çalışmaya “ikna etme” üzerine yoğunlaşır. Bu yaklaşım bazı durumlarda işe yarayabilir. Ancak çoğu zaman, danışan ödevlerini yapmadan veya herhangi bir davranış değişikliği gerçekleştirmeden bir sonraki seansa geri döner. Bunun nedeni, danışanın depresyonunun değişim için çok ağır olması olabilir. Ya da danışan, terapistin başarısızlık karşısında nasıl tepki vereceğini görmek istiyor olabilir.

    İlişkisel psikanalitik yaklaşımlar, karşılıklılığı ve her terapist-danışan ilişkisinin benzersizliğini vurgular. Teorik olarak, bu yaklaşımlar terapist ve danışanın birlikte yeni, özgün bir ilişki inşa ettiğini öne sürer. Bu nedenle, danışanın eski ilişki kurma biçimlerine odaklanmak, verimsiz ve olumsuz bir yaklaşım olarak değerlendirilir. Ancak, hem temel davranışçı hem de temel ilişkisel yaklaşımlar, hem terapistin hem de danışanın kaçınılmaz olarak geçmişlerindeki duygu ve davranış kalıplarını tekrar edeceğini yeterince kabul etmemektedir. Ne terapist ne de danışan, kişisel geçmişlerinden ve kimliklerinden bağımsız bir şekilde terapiye gelir. Çoğu zaman danışan, terapiye başlarken değiştirmek istediği eski ve uyumsuz kalıpları olduğunu açıkça belirtir. Danışan, “Ne yapmam gerektiğini biliyorum ama ne kadar uğraşsam da başaramıyorum.” diyebilir. Sonuç olarak, eski alışkanlıklarına geri döner ve kendini başarısız hisseder.

    Bu noktada, her terapist-danışan ilişkisinin benzersizliğini reddetmiyorum; aksine, iyi bir terapötik ilişkinin başarılı olmasının, eski duygu ve davranış kalıplarına dokunabilmesi sayesinde gerçekleştiğini vurguluyorum. Duygular üzerine yapılan araştırmalardan biliyoruz ki, duygulanım kalıpları erken yaşta beyinde oluşur ve genellikle sabit kalır (Schore, 1994). Seduction, Surrender, and Transformation (Maroda, 1999) adlı kitabımda, bu duygulanım kalıplarının nasıl oluştuğuna, mevcut uyaranlarla nasıl hızla hatırlandığına ve duyguların uyarılmasının terapötik sürecin temel bir unsuru olduğuna dair uzun bir bölüm ayırıyorum. Ayrıca, orijinal sinir yollarının hiçbir zaman tamamen silinmediğini; bunun yerine, tekrarlayan yeni düşünme, hissetme ve davranma biçimleriyle paralel yeni yolların oluşturulduğunu belirtiyorum. Bu süreç sayesinde, danışan hem aynı kalır hem de değişir.

    Bence, her terapist için en iyi çalışma hipotezi, güçlü ve tekrarlayan her düşünce veya his kalıbının geçmişte kök salmış olduğudur. Ancak, bu yerleşik duygu ve düşünce biçimlerinin ortaya çıkmasını tetikleyen uyarıcı, danışan ile terapist arasındaki mevcut etkileşim içinde gerçekleşir. Bu tetikleyici unsurun, belirli bir an içinde fark edilmesi zor, hatta imkânsız olabilir. Ancak, oradadır. İlişkisel bakış açısı, terapistleri bu yeniden canlandırmalarda kendi rollerini düşünmeye teşvik eder. Ancak, birçok ilişkisel kuramcının, geçmiş kalıpların ne ölçüde tanımlanıp terapötik olarak ele alınabileceğini tam anlamıyla kavramakta yetersiz kaldığını düşünüyorum. Bu kalıplar, danışanı belli bir kategoriye sıkıştırmak yerine, üretken bir şekilde çalışılabilecek önemli veriler olarak ele alınmalıdır.

    Terapötik ilişkiyi, danışanın yerleşik varoluş biçimleri, terapistin yerleşik varoluş biçimleri ve ikisi arasındaki duygusal etkileşimlerin değişimi tetiklediği dinamik, sürekli değişen organik bir yapı olarak görüyorum. Her ne kadar sözel olarak vurgulanan öncelikli unsur danışanın deneyimi olsa da, ideal olarak terapist de odada olup bitenlere kendi katkıları konusunda açık ve dürüst olmaya istekli olmalıdır.

    İLİŞKİ KALIPLARINI TANIMLAMA

    Hirsch ve Roth (1995), Sullivan’ın (1953) tedavinin amacının, danışanın kendisini başkalarının gördüğü gibi tanımasına ve görmesine yardımcı olmak olduğunu öne süren görüşünü yineler. Wachtel (2007), danışanla içeriden dışarıya ve dışarıdan içeriye çalışmaktan bahseder; bu, danışanın kendisini nasıl gördüğü, dünyanın onu nasıl gördüğü ve ayrıca kendi geçmiş deneyimlerine ve gelecekteki beklentilerine uygun bir dış dünya nasıl inşa ettiği ile ilgilidir. Terapistin sorumluluğu, danışanın başkalarıyla nasıl ilişki kurduğunu anlamak olduğu kadar, kendisinin de danışanlarla ve kişisel hayatında nasıl davrandığını ve hissettiğini fark etmektir. Elbette, terapinin öncelikli hedeflerinden biri, danışanın kendisini net ve gerçekçi bir şekilde görebilmesini sağlamaktır. Ancak, kendi kişisel terapisine katılmamış bir terapistin bu rolü yerine getirmesi son derece zor, hatta imkânsız olabilir.

    Geçmiş ilişkilerinin terk edilme ile sona erdiğini anlatan danışanlar, terapistin de sonunda kendilerini terk edeceğini bekler ve bu yönde onu eğitirler. Bu tür danışanlar, hayal kırıklığı yaratır, eleştirir, umutsuzluk ifade eder ve bazen nankör davranırlar. Sonunda, terapistin ilişkiden çıkmak isteyeceği ve bağlı kalmak için mücadele edeceği bir durum yaratırlar. Eğer terapist de kendi hayatında terk edilme ile ilgili mücadele etmişse, bu tür danışanları hızla reddetme ve onlardan uzaklaşma eğiliminde olabilir ya da suçluluk duygusuyla aşırı telafi etmeye çalışarak, sürekli olarak eleştiriyi ve duygusal darbeleri sessizce göğüsleyebilir. Bu kitapta ilerleyen bölümlerde, bu ikinci tepkinin -yani terapistin kendini tamamen savunmasız hale getirmesinin- aslında danışanı daha da fazla reddedilme ve onaylanmama arayışına ittiğini ve danışanın terapisti daha sert bir şekilde test etmeye yöneldiğini ele alacağım.

    TERAPİSTİN GEÇMİŞİNİN TEKRARI

    Bu süreci daha da karmaşık hale getiren unsur, her terapistin kendi duygusal temalarının olması ve derin terapötik etkileşim sırasında bu temaların danışanlarla birlikte yeniden yaşanmasıdır. Karşı aktarım kalıplarının farkında olmak, iyi bir terapi yapabilmek için kritik öneme sahiptir. Meslek hayatımın başlarında, danışanlarımla derin ilişkiler kurduğumda, sadece onların değil, benim de ilkel korkularımın ve arzularımın yüzeye çıktığını fark etmeye başladım. Gün sonunda ofisten ayrılırken kendimi üzgün, kaygılı, iyimser ya da heyecanlı hissettiğimi fark ediyor, ancak bunun nedenini tam olarak anlayamıyordum. Bazı danışanlara karşı yoğun bir şefkat hissederken, bazılarına karşı öfke duyuyordum. Genel olarak, tüm gün boyunca danışan görmek beni duygusal olarak aşırı uyarılmış hissettiriyordu. Bu yüzden, kendi psikanalizime başlamaya karar verdim. Zamanla, tepkilerimin nedenlerini temel düzeyde, ancak kaçınılmaz olarak eksik bir şekilde anlamaya başladım.

    Bir danışan, benimle eğlenceli ve mizahi bir şekilde etkileşime girerek, beni annem ya da oldukça konuşkan ve esprili olan kız kardeşimle yaşadığım en güzel anlara götürüyordu. Başka bir danışan, yetersizliğim nedeniyle beni sert bir şekilde eleştirerek, gençlik yıllarımdaki güvensizliklerimi tetikliyordu. Bir diğeri ise bana karşı baştan çıkarıcı bir tavır sergileyerek, beni övüyor ve çekici bulunma ihtiyacımı onaylıyordu. Bazen ise duygularımın kaynağını bulmak daha zor oluyordu. Özellikle, görünüşte sıradan geçen bir seanstan sonra, açıklanamaz bir şekilde derin bir üzüntü hissettiğimde, bilinçdışı düzeyde gerçekleşen iletişimin gerçekliğini daha fazla takdir etmeye başladım.

    Yıllarca terapi yaptıktan ve uygulamalarım hakkında yazmaya başladıktan sonra, vaka örneklerimde tekrar eden temalar olduğunu fark ettim. Aynı şeyi, literatürü okurken de gözlemledim. Özellikle, birden fazla vaka örneği içeren kitaplarda, diğer terapistlerin de kendi tekrarlayan temalarına sahip olduğunu kolayca görebiliyordum. Bunu siz de deneyin; bahsettiğim noktayı fark edeceğinize inanıyorum. Bu fenomenin farkına varmamı sağlayan terapist-yazarlardan biri, kitabındaki baskın ve tek bir odak noktasına sahip yoğun tema nedeniyle dikkatimi çekti. Her ne kadar kitabı erotizm üzerine olmasa da, neredeyse tüm danışanlarını -kadın ya da erkek fark etmeksizin- ona baştan çıkarıcı bir şekilde yaklaşıyor ve onu cinsel olarak çekici buluyormuş gibi tanımlıyordu.

    Bu kitabın yazarını şahsen tanıdığımdan, çarpıcı bir güzelliğe sahip olmadığını biliyordum. Görünümüne özen gösteren biri olsa da, doğal olarak cinsel çekiciliği olan, karşı konulmaz bir aura yayan biri değildi. Bu nedenle, bu kadar çok danışanın, kendi terapötik problemlerinden bağımsız olarak, orta yaşlı bir kadının fiziksel özelliklerine odaklanmasının son derece olasılık dışı olduğunu düşündüm. Ancak o zaman fark ettim ki, bu danışanları bilinçdışı düzeyde kendisi baştan çıkarıyordu. Bu, onun ilişki kurma kalıbıydı. Cinsel olarak çekici bulunarak doğrulanıyor ve bir anlamda, birlikte çalıştığı danışanlardan bunu talep ediyordu. Ne yazık ki, bu durumu danışanların erotik aktarımı olarak yorumladı ve bunu direnç olarak etiketledi. Bana göre, bu durum bir terapistin kendi inkâr ettiği tatmin ve onaylanma ihtiyacını danışanlarla eyleme dökerek onları bilinçdışı bir şekilde manipüle etmesinin bir örneğiydi (Langs, 1973).

    Benzer şekilde, zor danışanlarla çalışma konusundaki ünüyle tanınan bir terapistin yazdığı bir kitapta, farklı ama aynı derecede etkileyici bir kişisel tepki kalıbı gözlemledim. Bu terapistin, danışanlarını öfkelendirme konusunda o kadar şaşırtıcı bir yeteneğe sahip olduğunu fark ettim ki, birkaç danışanı, ona fiziksel zarar vermekle tehdit etmişti onu. Kendi itirafına göre, danışanlarının herhangi bir duygusal tepki alma girişimlerini sürekli olarak engelliyor, ta ki sonunda kendini kaybedip onlara patlayana kadar. İşte o anda, hem danışanlar hem de kendisi rahatlama yaşıyorlardı. Bu durumda, onları gereğinden fazla sıkıntıya soktuğunu düşünüyorum, ancak nihayetinde onların ihtiyacı olan duygusal geri bildirimi sağladı ve danışanlar iyileşme gösterdi.

    Daha yakın zamanda, zengin ve başarılı erkek danışanlarıyla yaşadığı rekabet duygularını açıkça ele alan bir meslektaşımın kitabını okudum. Bu terapist, bu alandaki kendi hassasiyetinin fazlasıyla farkındaydı ve bu farkındalığını gizli güç dinamiklerini inkâr etmek yerine, mümkün olduğunca verimli bir şekilde çalışmak için kullandı. Danışanlarının başarılarını baltalamak yerine, kendi kıskançlığını ve güvensizliklerini hissetmesine izin verdi ve kendini savunmaya geçerek ya aşağılık ya da üstünlük duygusuna kapıldığı anları bilinçli bir şekilde gözlemlemeye çalıştı.

    Kendi vaka kayıtlarımı incelediğimde, tekrarlayan duygu ve davranış kalıplarımın bazılarını keşfettim. Meslek hayatımın ilk dönemlerinde, terapötik ilişkiyi genellikle, danışanlarımdan daha fazla çaba harcadığım bir yönde eğilimli hale getirdiğimi fark ettim. Seanslarda olup bitenlerden aşırı derecede sorumluluk alıyor, ardından kendimi fedakâr ama değersiz hissediyordum. Kendimi takdir edilmemiş hissettiğimde, kaçınılmaz olarak danışanlarımı suçluluk duygusuna ve kendilerini kötü hissetmeye iten bir yol buluyordum. Bu senaryoyu tekrar tekrar yaşadıktan ve danışanlarımdan, onlara yönelik ince onaylamama ifadelerimin veya daha çok çaba göstermeleri yönündeki teşviklerimin kendilerini incittiğine dair geri bildirim aldıktan sonra, değişmem gerektiğini fark etmeye başladım. Ne kadar ilerleme kaydedilmiş olursa olsun, danışanımla aramızda bir tür başarısızlık hissi paylaşılıyordu. Ve bu sonucu ben yaratıyordum.

    Ayrıca, bana hemen üstünlük kurmaya çalışan danışanlarla çalışmakta zorlandığımı fark ettim. Çocukluk yıllarımda sürekli olarak benden büyük bir kardeşim tarafından domine edildiğim için, bana başlangıçta bu şekilde yaklaşılmasına karşı güçlü bir tepki geliştirmiştim. (Bu kitap boyunca sunacağım vaka örneklerinde, kendi hassasiyetlerimin daha da belirgin hale geleceğini göreceksiniz.)

    Burada anlattıklarım kısa ve genel gözlemler olsa da, ana fikrimi yeterince ortaya koyduğumu umuyorum. Her terapist, kendi geçmişini ve beklentilerini terapi sürecine taşır ve belirli bir ölçüde, terapi boyunca kendi duygu, davranış ve beklenti kalıplarını yeniden canlandırır. Sadece danışanlarımız bizi kendi bakımverenlerinin tepki verdiği şekilde yanıt vermeye yönlendirmez, aynı zamanda biz de danışanlarımızı, farkında olmadan, bize tanıdık gelen biçimlerde yanıt vermeye teşvik ederiz (Wachtel, 1993, 2007). Bu tekrarlayan senaryoları tamamen ortadan kaldırmanın imkânsız olduğunu düşünsem de, onları tanımlamak ve onlarla çalışmak mümkündür. Bu süreci başlatan taraf hem terapist hem de danışan olabilir. Ayrıca, biz terapistler olarak kendi tekrarlayan ilişki kalıplarımızın farkında olduğumuzda, danışanlarımızı dünyaya dair kendi bakış açımıza yanlış bir şekilde yerleştirmeye çalıştığımızda onların reddine daha sağlıklı bir şekilde yanıt verme pozisyonunda oluruz.

    Bence, iyi bir terapist-danışan eşleşmesini sağlayan en önemli unsurlardan biri, karşılıklı etkileşimin tamamlayıcı ve istenen bir matris oluşturmasıdır. Geniş bir çerçevede, danışan ve terapistin ilişki kurma ve bağlanma biçimlerinin uyumlu olması gerekir. Bazı kritik alanlarda birbirlerine uyum sağlamalı, bazı alanlarda birbirlerini tamamlamalı ve optimum düzeyde birbirlerini zorlamalıdırlar. Örneğin, yakınlığa tahammül edemeyen bir danışan, bu mesleği kendi samimiyet ihtiyacını karşılamak için seçmiş bir terapistle muhtemelen iyi bir eşleşme oluşturamaz. Tıpkı dostluklar ve romantik ilişkilerde olduğu gibi, en başarılı terapist-danışan ilişkilerinde taraflar genellikle aynı temel değerleri paylaşır, benzer bir duygusal yapıya sahiptir, ancak kendilerini farklı şekillerde ifade ederler. Biri içe dönük, diğeri dışa dönük olabilir. Biri sabah insanı, diğeri gece insanı olabilir. Biri çok sosyal, diğeri yalnız kalmayı daha çok seven biri olabilir. Ancak, başarılı bir terapötik ilişkide, taraflar arasında güçlü bir bağ kurulmasını sağlayacak kadar ortak erken deneyim (early experience) bulunur. Eğer bu temel insani bağlantı noktasında taraflardan biri diğerini gereğinden fazla zorlarsa, ilişki başarısız olur.

    Kendi adıma, her yeni terapi sürecinin başında kendime, danışanımla ilgili olarak ne düşündüğümü ve hissettiğimi sorarım. Bu kişiyi neden tedavi etmek istiyorum? Bu süreci potansiyel olarak tatmin edici görmeliyim ki, onunla çalışmayı kabul etmiş olayım. Bu kişinin hisleri veya ihtiyaçları, benim kendi hislerim veya ihtiyaçlarımla, keyif aldığım ya da hoşlanmadığım şeylerle nasıl örtüşüyor? Bu kişiye ne sunabilirim ya da sunamam? Benzer acılar veya korkular yaşamış olabilir miyiz? Aynı hayalleri ve arzuları hangi ölçüde paylaşıyoruz? Bu danışanla birlikteyken kendimi hangi açılardan rahat hissediyorum? Eğer varsa, kaygım nerede? Dışa vurum biçimlerimiz çok farklı olsa bile, ortak bir dil konuşuyor gibi miyiz? Bu kişinin hayatında gerçek bir duygusal fark yaratabileceğimi düşünmemi sağlayan şey nedir ve bunu nasıl yapmayı planlıyorum? (Buechler, 2008). Bir danışanla ilk kez görüşürken, düşünce ve hislerimin serbestçe akmasına izin vermek, onunla iyi bir eşleşme sağlayıp sağlamayacağım konusunda en iyi kararı vermeme yardımcı olur.

    İŞ BİRLİKÇİ İLİŞKİYİ TESİS ETME

    Bir danışan ve ben birlikte çalışmaya karar verdikten sonra, danışana terapi süreci hakkında bilgi vermeye başlarım. Bazen, danışan pratik bir yaklaşıma sahiptir ve hemen kendi tarafından terapinin ilerlemesine nasıl katkıda bulunabileceğini bilmek ister; bu durumda, bu bilgilendirme süreci tek seferde gerçekleşebilir. Diğer durumlarda, danışanın mevcut semptomlarını ve endişelerini ifade etmek için birkaç seansa ihtiyacı olabilir; bu durumda, terapi sürecine dair bilgilendirme daha sonra devreye girer. Bu tür bir konuşmanın zamanlaması kesin değildir ve birkaç seans boyunca küçük parçalar halinde gerçekleşebilir. Ancak, bu bilgilendirmenin terapi sürecinin erken döneminde mutlaka yapılması gerekir.

    Danışanlarıma, terapideki rollerinin pasif olmadığını, aksine terapötik sürecin aktif katılımcıları olduklarını anlatırım. Eğer seansları benim başlatmamı isterlerse, neden bunu kendilerinin yapmalarının önemli olduğunu açıklarım ve özellikle duygu meselesine odaklanırım. Hangi konunun o an için onlar açısından en yüksek duygusal değere sahip olduğunu benim belirlemem mümkün değildir. Geçmişte önemli olan belirli meseleleri gündeme getirebilirim, ancak o an için duygusal olarak neyin en önemli olduğunu bilmek danışanın sorumluluğundadır. Ayrıca, seans içeriklerinin sorumluluğunu üstlenmelerinin önemini vurgularım. Benim rolüm rehberlik etmek ve süreci kolaylaştırmaktır, neyin önemli olduğunu belirlemek değil.

    Eğer danışan kaygılı hissediyor ve hiçbir konu aklına gelmiyorsa, zaman zaman “durgunluk (the lull)” olarak adlandırdığım bu anlarda düşünebileceği bazı olası konular öneririm. Ancak, önerilerim her zaman doğrudan danışanın deneyimine dayalı konulara odaklanır. Bunlar arasında bir önceki seans hakkında herhangi bir düşünce veya his, son seanstan bu yana yaşadığı düşünceler, hisler veya olaylar ve o gün seansa gelme konusundaki hisleri yer alır. Ayrıca, danışanları terapi süreci hakkında bilgilendiririm ve değişimin duygunun deneyimlenmesi yoluyla gerçekleştiğini açıklarım. Bu nedenle, herhangi bir seansta ne hakkında konuşacaklarına karar verirken, hangi konunun kendilerinde en güçlü hisleri uyandıracağını kendilerine sormalarının önemli olduğunu belirtirim.

    Danışanlarımı, terapi süreci hakkında hem genel hem de özel olarak nasıl hissettiklerini benimle paylaşmaları için cesaretlendiririm. Söylediklerimle ilgili geri bildirimde bulunmalarını, terapinin herhangi bir şekilde raydan çıktığını düşünüyorlarsa bunu bana bildirmelerini isterim. Onlara, terapiyi yönlendirmek ve sınırları korumaktan benim sorumlu olduğumu, ancak bunu en iyi şekilde yapabilmem için birlikte çalışarak en derin hislerini ve kaygılarını ele almamız gerektiğini söylerim. Onların terapi sürecinin doğasını anlamalarına yardımcı olmak için rehberlik etmeye ihtiyacı olduğu gibi, benim de onlardan hangi şeylerin yararlı, hangi şeylerin yararsız olduğu konusunda geri bildirim almaya ihtiyacım var. Ayrıca, onlar üzerindeki etkimi bilmem gerekir, özellikle de bu etki terapötik ilişkiyi herhangi bir şekilde sekteye uğratıyorsa.

    Çoğu danışan, işbirlikçi bir terapötik ilişki fikrini beğenir ve bu yaklaşımın kendilerine güç kattığını hisseder. Terapötik ilişkiye işbirlikçi bir süreç olarak yaklaşmanın, danışanlarda sorumluluk duygusunu pekiştirdiğine ve önemli ölçüde gerileme (regresyon) yaşadıkları durumlarda bile çocukça bağımlılığı en aza indirdiğine inanıyorum. (Bu konuyu bir sonraki bölümde ele alacağım.) Eğitici süreç (educative process), danışanları terapi sürecinde karşılaşacakları deneyimlere hazırlar ve bilinmeyenle karşılaştıklarında yaşadıkları kaygıyı azaltır. Kendilerinde gerçekleşen değişimleri anlamaları, onlara daha büyük bir kontrol ve istikrar duygusu kazandırır.

    Örneğin, hafta sonu anksiyete atağı ve depresyon yaşayan bir danışan, pazartesi günkü seansına gelip şöyle diyebilir: “Geçtiğimiz hafta sonu gerçekten çok kötü hissettim ve korktum. Seni aramayı düşündüm ama sonra neden böyle hissettiğimi fark ettim ve telefonla bana fazla bir şey sağlayamayacağını anladım. Bu yüzden seni rahatsız etmek yerine, seansıma kadar beklemeye karar verdim.” Mesleğe ilk başladığımda, danışanlarımda belirgin regresyon (gerileme) belirtileri gözlemlediğimde bunu onlara açıklamazdım. Sonuç olarak, seans aralarında panikle beni ararlar ve “Neler oluyor? Deliriyor muyum?” diye sorarlardı. Ancak, terapi süreci hakkında içgörü kazanan danışanlar, zor zamanları kendi başlarına daha iyi atlatır. Bu da onların çaresizlik hissini azaltır ve terapiste derin bağımlılık geliştirmelerinin önüne geçer.

    Bazı danışanlar terapi süreci hakkında daha fazla şey bilmek isterler ve buna daha fazla ihtiyaç duyarlar. Genellikle, ilk birkaç seansta hedef belirleme, ücretlerin ödenmesi, seansların sıklığı, duygusal dürüstlüğün gerekliliği gibi temel bilgileri veririm. Ancak, danışanın duygusal durumu ve mevcut ihtiyaçları her zaman önceliklidir. Bu yüzden, bazı durumlarda bu konular ilk seansta ele alınabilirken, bazı durumlarda birkaç seans beklemek gerekebilir. Terapi ilerledikçe, gerekli gördükçe ek bilgiler vermeye devam ederim. Genellikle danışanların sorularına yanıt olarak açıklamalar yaparım, ancak bazen de ortaya çıkan bir durumu ele almak gerektiğini düşünerek eğitici süreci ben başlatırım.

    Örneğin, bir danışan aniden seanslarına geç gelmeye başlarsa, bu durumu onunla konuşurum. Genellikle, ilk tepkisi şu yönde olur: “Bilmiyorum.” “Son zamanlarda işten çıkmakta zorlanıyorum.” Ancak, gecikmenin gerçek nedeni bilinçdışıdır ve keşfedilmesi gerekir. Bu nedenle, sadece danışanı daha fazla düşünmeye zorlamak yerine, bu konuyu birlikte ele almamız gereken bir mesele olarak görürüm. Eğer danışan bir açıklama getirmekte zorlanıyorsa, şöyle bir şey söyleyebilirim: “Bakalım… Son üç seansta geç kaldın. Tahminimce, yaklaşık bir ay önce, ya seans içinde ya da dışında bir şey oldu ve buraya gelmekle ilgili bir iç çatışma yaşamaya başladın. Bunun ne olabileceğini merak ediyorum.”

    Bu noktada, danışanın ne söyleyebileceği hakkında bir fikrim olabilir ya da olmayabilir. Ancak, hangi durumda olursa olsun, öncelikle danışanın meseleyi kendi başına fark etmesine fırsat vermek isterim. Örneğin, basitçe “Bir ay önce ne oldu?” diye sormak bile bir tepkiyi tetikleyebilir. Danışan şunları söyleyebilir: “Aman Tanrım, tamamen unutmuşum! Bir seansta söylediğin bir şeye gerçekten sinirlenmiştim, ama bu tamamen aklımdan çıkmış.” “Anne babama ne kadar öfkeli olduğumdan bahsettiğimi hatırlıyorum. Seansı bitirdiğimde kendimi çok suçlu ve nankör hissettim. Onlara ihanet etmişim gibi geldi ve bir daha bunu yapmak istemedim.” Eğer danışan hiçbir şey hatırlamıyorsa ve benim aklımda birkaç olasılık varsa, bunları ifade eder ve danışanın ne düşündüğünü sorarım. Bazen bu, danışanda bir “Aha!” deneyimi yaratır, bazen ise pek bir fark yaratmaz. Eğer hiçbir sonuca ulaşamazsak, şöyle derim: “Muhtemelen henüz fark edemediğimiz bir şey var, ancak bunun zamanla açığa çıkmasını umuyoruz.”

    ANDREA VAKASI

    Andrea, terapiye yeni başladığı hukuk firmasında işini kaybetmemek için gelen bir avukattı. Terapiye başladığında 30’lu yaşlarının başındaydı ve daha önce iki hukuk firmasından kovulmuştu. Bunun nedeni, meslektaşlarına ve destek personeline karşı sergilediği saldırgan ve kaba davranışlardı. Müvekkilleriyle çoğunlukla iyi çalışıyor ve başarılı bir dava avukatı olarak görülüyordu. Ancak, zamanla yöneticileri, diğer avukatlara ve idari personele karşı sergilediği kavgacı ve kırıcı tavırdan bıktıkları için onunla yollarını ayırıyorlardı.

    Andrea, hem önceki meslektaşlarıyla yaşadığı sorunlu ilişkiler hem de kalıcı bir romantik ilişki sürdürememesi nedeniyle bir şeyleri yanlış yaptığını kabul etti. Çok yalnız olduğunu itiraf etti ve hayatının geri kalanını bu şekilde sürdüremeyeceğini fark etti.

    Andrea’nın birkaç arkadaşı vardı, ancak sıklıkla onların kendisini ihmal ettiklerini ve görmezden geldiklerini hissediyordu. Hayatından umutsuzdu -pek çok yeteneği ve hayata olan tutkusu olmasına rağmen sonunda yalnız ve işsiz kalmaktan korkuyordu. Etrafındaki insanlara öfkeliydi ve onları “aşırı hassas” ve “zayıf” olarak tanımlıyordu. Kimsenin onu doğrudan davranışlarıyla ilgili yüzleştirmediğini, bunun yerine çocuk gibi amirlere/büyük ortaklara (senior partner) şikayet ettiklerini söyledi. “İnsanlar neden bu kadar korkak?” diye sordu ve neden şikayetlerini doğrudan kendisine iletip meseleyi birlikte çözemeyeceklerini merak etti.

    Andrea’nın sorunları için başkalarını suçlamaya olan belirgin eğilimine rağmen, insanların genellikle sağlıklı öfke ifadelerine ve çatışma çözme fırsatlarına dirençli olduğu yönündeki gözlemini anlayabiliyordum ve buna empati duymaktan kendimi alamıyordum. Her ne kadar aşırı saldırgan olduğunu ve bazı iş arkadaşları için korkutucu olabileceğini bilsem de, sorunun tamamen ona ait olmadığını da fark ediyordum. Onun hayal kırıklıklarına karşı içten bir anlayış sergilemem, aramızda bir bağ oluşmasını sağladı ve terapi ilerledikçe Andrea’nın kendi durumundaki sorumluluğunu vurgulamama olanak tanıdı. Andrea, “Eğer sürekli kovuluyorsam ve kimse benimle çıkmak ya da evlenmek istemiyorsa, bir şeyleri yanlış yapıyor olmalıyım.” diyerek durumu yineledi. Bu artan öz farkındalık ışığında, hayatının kontrolünü ele alma ve davranışlarını değiştirme potansiyeli olduğunu hissediyordum. Eğer yalnızca başkalarını suçlamaya devam etseydi, onunla çalışmayı kabul etmezdim.

    Andrea’nın semptom profili borderline kişilik bozukluğunun karakteristik özellikleriydi. Kötü huylu narsisist annesi tarafından duygusal ihmal ve istismara maruz kalmıştı. Babası o daha altı yaşındayken evi terk edip başka bir eyalete taşınmıştı. Annesi bir daha hiç evlenmemişti. Bu durum, Andrea 13 yaşına geldiğinde anne-kız arasında hiçbir engel bırakmadı ve bu iki dediğim dedik kadın alabildiğine çatışmaya başladılar. Kısa süre sonra Andrea sokaklarda e…rar içiyor ve onu isteyen herkesle s…ks yapıyordu. Ancak sonunda bu seçimlerin felakete yol açabileceğini fark etti. Bunun olmasına izin vermeyeceğine karar verdi. Lisede daha çok çalıştı, mükemmel bir üniversiteye girdi ve mezun oldu, ardından hukuk fakültesinde de aynısını yaptı.

    Ona hayatını nasıl tersine çevirdiğini sorduğumda, bunu, okuldan sonra garip bir işte çalışırken tanıştığı yaşça büyük bir adama borçlu olduğunu söyledi. Bu adam onunla birlikte olmuştu, ancak aynı zamanda ona karşı oldukça şefkatli ve nazik davranmıştı. Andrea’ya, yüksek zekasını boşa harcadığını ve hayatını mahvetmek üzere olduğunu söylemişti. Ona, kendi hayatı gibi bir sona sürüklenmemesi gerektiğini öğütlemişti: orta yaşlı, hiçbir şey kazanmayan ve bir yere varamayan biri olmaması gerektiğini söylemişti. Andrea onu dinlemişti. Bu, bana onun hakkında iki önemli şey söyledi: Birincisi, birine bağlanabiliyor ve birinin onun için önemli olmasına izin verebiliyordu. İkincisi, eğer kendisi de isterse, dinleyip değişebiliyordu. Bu yüzden ona muhtemelen yardımcı olabileceğime karar verdim.

    Terapinin ilk yılı büyük ölçüde Andrea’nın çocukluk ve yetişkinlik dönemine dair sıkıntılı hikâyelerini dinlememle geçti. Onun hayal kırıklığını, korkusunu, öfkesini ve yalnızlığını anlayışla dinledim. Yavaş yavaş, tolere edebildiği ölçüde, ona dair gözlemlerimi paylaşmaya başladım. Örneğin birgün, stajyer avukatının kendisine yönelik sözlü tacizden şikâyet etmesi üzerine sinirli bir şekilde seansa geldiğinde, bana aralarındaki etkileşimi ayrıntılı şekilde anlatmasını istedim.Terapide belirlediğimiz hedeflerden biri, onun bu işte kalmasına ve hukuk camiasında dışlanmamasına yardımcı olmaktı, bu yüzden iş yerindeki davranışlarını değiştirmesi konusunda ona yardımcı olma sorumluluğunu fazlasıyla hissettim.

    Öfkesini kontrol edemeyen kişilerde sıklıkla görüldüğü gibi, Andrea’nın öfkelenmesine yol açan somut bir olay vardı. Stajyer avukat, Andrea’nın o gün mahkemeye sunması gereken önemli bir dilekçeyi kötü bir şekilde hazırlamıştı. Üstelik bu, ilk hatası da değildi. Ancak, Andrea onu bir kenara çekip yaptığı işten duyduğu memnuniyetsizliği ifade etmek yerine, diğer çalışanların önünde ona bağırarak hakaret etti. Bunun üzerine stajyer avukat gözyaşlarına boğulup oradan uzaklaştı.

    Andrea, diğer çalışanların davranışına ne kadar şaşırdığını fark etti ve bana, “Anlamıyorum. Bu kadın ofiste aylak aylak dolaşıyor, işini kötü yapıyor, ben de bunu dile getiriyorum ve kötü adam ben oluyorum, öyle mi?” dedi. Bu, ona sosyal olarak kabul edilebilir davranışlar hakkında eğitim verme fırsatı sundu. Andrea’ya, onun kontrolsüz tepkisinin aslında baştaki haklı şikayetini geçersiz hale getirdiğini anlattım. Kim olursa olsun, eğer birini sözlü olarak aşağılar ya da hakaret edersen, karşı tarafın hatası ne olursa olsun otomatik olarak haksız duruma düşersin, diye açıkladım. Andrea’nın cezalandırıcı tepkileri, başkalarının yaptığı hatalardan çok daha ağırdı. Zamanla, çoğu insanın aşırı düzeyde çatışmadan kaçındığını, ancak onun ise tam tersine çatışmayı fazlasıyla körüklediğini görmesine yardımcı oldum. Üretken bir iletişim ve sağlıklı bir çatışma çözümü açısından her iki uç yaklaşımın da işe yaramaz olduğunu tartıştık.

    Andrea’ya duygusal sorunları hakkında da eğitim verdim ve bunun kısmen genetik, kısmen çevresel faktörlerden kaynaklandığını ancak tamamen ortadan kalkmayacağını söyledim. Yoğun duygularını yönetmeyi öğrenmesi, daha az saldırgan ve daha fazla kendini ifade edebilen [girişken] biri haline gelmesi gerektiğini vurguladım. Kendini daha az hayal kırıklığına uğramış hissetmedikçe dürtü kontrolünü geliştiremeyeceğini düşündüğümü belirttim. Eğer davranışları önemli ölçüde düzelecekse, kronik yalnızlık ve reddedilme hislerini azaltması gerektiğini anlattım. Yakın ilişkilerinin olmaması ve diğer insanlarla sık sık çatışma yaşaması, onu günlük yaşamında neredeyse hiçbir duygusal tatmin kaynağı olmadan bırakıyordu. Aşırı duygusal mahrumiyet içindeyken değişim sağlamanın herkes için zor olduğunu açıkladım. Andrea, bu sözlerimi anlaşıldığını hissederek kabul etti. Önceden tahmin ettiğimiz gibi, biriyle çıkmaya başladığında ve bu ilişki birkaç randevudan uzun sürdüğünde, iş yerinde insanlarla daha rahat iletişim kurmaya ve daha az çatışma yaşamaya başladı.

    Birgün seansına oldukça üzgün ve şaşkın bir şekilde geldi. Önceki akşam iş çıkışı bir video mağazasına uğradığını ve kasiyerle olumsuz bir karşılaşma yaşadığını söyledi. Uzun bir kuyrukta beklemişti ve bu durum onu fazlasıyla sinirlendirmişti. Nihayet sırası geldiğinde, kasaya videosunu koyduğunda kasiyer ona bağırarak, “Bana videoyu fırlatma! Kendini ne sanıyorsun? Başka bir yerden kirala!” demişti. Yoğun mağazadan utanç içinde ve öfkeyle ayrıldığını anlattı. Daha sonra ATM sıralarında ve marketlerde de benzer olaylar yaşadığını hatırladı. Hatta bir keresinde bir adamın kendisini dövmekle tehdit ettiğini söyledi.

    Andrea itiraf etti ki durumu bir türlü anlayamıyordu. Önceki gece video mağazasında yaşananları baştan anlatmasını istedim. “Bu adama gerçekten videoyu fırlattın mı?” diye sordum. “Hayır, fırlatmadım,” diye yanıtladı. “Peki, o halde sence neden bu kadar emin bir şekilde sana bağırdı?” Andrea bir an duraksadı, ardından “Aslında gerçekten fırlatmadım. Ama belki biraz sertçe bırakmış olabilirim. Belki de yapmamam gerekiyordu. Uzun süre beklediğim için hayal kırıklığımı gösteriyordum. Ama kesinlikle ona doğru atmadım,” dedi. Ardından, kendi davranışları nispeten kontrol altında olsa bile, başkalarında öfkeyi tetiklemenin kendisi için olağan olduğunu söyledi. Bu kalıbı anlamasına yardımcı olup olamayacağımı sordu.

    Bunu hemen anlayabildim çünkü ben de Andrea ile benzer duyguları deneyimlemiştim. Ofiste kötü bir gün geçirdiğinde, seansa öfkeyle dolu bir yüz ifadesi ve beden diliyle gelirdi: duruşu, yüz ifadesi ve hatta hareketleri ilkel bir öfke taşıyordu. İyi bir gününde bile yüksek bir gerginlik seviyesi hissediliyordu ve öfkesi her an alevlenebilir gibi görünüyordu. Bu yüzden ona, onun sürekli durumu ya da homeostazisinin, savunmacı bir hayal kırıklığı ve öfke düzeyinin yükselmiş bir hali olduğunu açıkladım. Kendini “iyi” hissettiğinde bile, başkalarına öfkeli görünüyordu ve bu durum onların korkmasına ve onun varlığında savunmaya geçmesine neden oluyordu. Bu da duyguların bilinçdışı “bulaşıcılık” faktörünü gözler önüne seriyordu.

    Andrea’nın üstü örtülü öfkesiyle başa çıkmakta sık sık zorlanıyordum çünkü ben de benzer sorunları olan bir kardeşle büyümüştüm. Kardeşim Andrea kadar şiddetli olmasa da, bazı ortak özellikler taşıyordu. Küçüklüğümde onun dünyaya duyduğu öfkenin hedefi gibi hissettiğim zamanlar olmuştu ve bu deneyim, Andrea gibi danışanlarla çalışırken bana hem içgörü hem de bir tür rahatlık sağlıyordu. Ancak bu durum bazen onun eleştirilerine ve sözel saldırılarına karşı aşırı duyarlı olmama da yol açıyordu. Kimi zaman, ona açıklamaya çalıştığım savunmacı tepkiyi bizzat kendimde de gördüğüm oluyordu ve bu anları fark ettiğimizde, açık bir şekilde tartışarak ele alıyorduk.

    Yine de, Andrea’nın bastırılmış öfkesine dair yaptığım açıklamalara ilk tepkisi hayal kırıklığıydı. Farkında bile olmadığı bir şeyi nasıl değiştirebilirdi? Kendi kişiliğinin temel bir yönünü nasıl dönüştürebilirdi? Ona, savaşmaya hazır olma halinin tamamen bilinçdışı olduğundan şüpheli olduğumu söyledim. Evet, bu duruma alışmıştı ve genellikle ne kadar savunmacı ve öfkeli olduğunun farkında değildi. Ama gerçekten tamamen habersiz miydi? Bu fikri onunla daha fazla sorguladığımda, ona kendi gerginliğini hissedip hissetmediğini ve başkalarının tepkilerini sezip sezmediğini sorduğumda, bunu kabul etmek zorunda kaldı. Ama yine de ne yapacağını bilmiyordu. Onunla, kim olduğunu kabul etmesi, hislerinin daha fazla farkına varması ve öfkesini patlama noktasına gelmeden önce uygun şekilde ifade etmesi üzerine çalıştık. Borderline kişilik bozukluğu olan birçok danışan son derece pasif ve bastırılmış olup, yalnızca dayanamayacak duruma geldiklerinde öfkelerini açığa çıkarırlar. Andrea, borderline kişilik bozukluğu olan pek çok danışandan daha az pasifti, ancak yine de çoğu zaman öfkesini ve hayal kırıklığını ifade etmek için çok uzun süre bekliyordu. Ayrıca, kendini yatıştırmayı ve rahatlatmayı öğrenmesinin ne kadar önemli olduğunu da konuştuk.

    Bazen oldukça yoğun duygusal etkileşimlerimizi dışarıda bıraktım çünkü en zor danışanlarla bile terapinin eğitici ve iş birliğine dayalı yönlerini vurgulamak istedim. Andrea’yı, borderline kişilik bozukluğu olan bireylerin tedavisinde karşılaşılan özel sorunlara ayrılmış olan Yedinci Bölüm’de daha ayrıntılı olarak ele alacağım.

    LAURA VAKASI

    Yaklaşık bir buçuk yıldır Laura’yı tedavi ediyordum. O, fizik muayenesi sırasında ağlamaya başlamasının ardından doktoru tarafından yönlendirilmiş, düşük ücretli (low-fee) bir hastaydı. Doktoru, tansiyonunun çok yüksek olduğunu ve kilo vermesi gerektiğini söylemişti. Laura, 50 yaşında, çocuksuz, boşanmış ve yalnız yaşayan bir kadındı. Bir ofis yöneticisi olarak çalışıyordu ve işkolikti. İş dışında yaptığı başlıca aktiviteler yemek yemek ve televizyon izlemekti. Hafta sonları, birkaç mil ötede yaşayan yaşlı ebeveynlerini ziyaret ediyordu. Haftada bir kez, bir kardeşiyle, iş arkadaşıyla veya arkadaşıyla sosyal bir etkinliğe katılıyordu. Boşanmasından beri, yani on yıldır depresyonda olduğunu söylüyordu, ancak belirtileri son birkaç yıl içinde daha da kötüleşmişti. Daha önce hiç terapi almamıştı ama doktorunun terapiyi önermesi ve ona benim adımı vermesi onu rahatlatmıştı.

    Tedavinin yaklaşık altıncı ayında, Laura’nın haftada iki kez gelebilmesi için ücretini düşürmeyi teklif ettim. Bu teklifi kabul etmekte isteksizdi, kendini suçlu ve değersiz hissediyordu, ancak sonunda kabul etti. O zamana kadar bana güçlü bir bağ kurmuş ve belirgin bir semptom iyileşmesi göstermişti. Bu teklifi yapmamın nedeni, beklediğimin aksine gerileme göstermeye başlamasıydı; iyileşmeye devam etmek yerine, gerilemeyle ilişkili aşırı acı çekme ve özlem belirtileri sergilemeye başlamıştı.

    Seanslarını artırdıktan sonra tekrar iyileşmeye başladı. Bana olan bağlılığı giderek güçlendi ve bir gün bana, beni sevdiğini söyledi. Laura’nın terapisi yoğun geçti ve canlı bir diyalog sürecini içeriyordu. Aşağıda, terapisi sırasında aramızda gerçekleşen iki önemli duygusal etkileşimi paylaşıyorum.

    Laura ile ilişkim olumlu olsa da, başlangıçta onu bir danışan olarak kabul ettiğim için büyük bir heyecan duymamıştım. İlk randevuyu almak için aradığında yaşından daha genç bir ses tonuna sahipti, canlı ve samimi bir şekilde konuşuyordu. Bana, psikanalitik bir yaklaşım benimsediğimi duyduğunu ve depresyonunun özüne inmek istediğini söyledi.

    Doğal olarak, bu sözler kulağıma müzik gibi gelmişti ve onunla tanışmayı dört gözle bekliyordum. Bekleme odasının kapısını açtığımda ise karşıma iyi bakımlı olmasına rağmen hiç de şık olmayan, yaşlı ve obez bir kadın çıktı. Terapistler genellikle sofistike, iyi giyimli, varlıklı danışanlarını fark etmeye eğilimlidirler. Ancak işin diğer tarafı pek konuşulmaz -bu durumda, benim için hayal kırıklığı yaratan şey, büyük olasılıkla değişmek için fazla yaşlı olduğunu düşündüğüm, hayal kırıklıklarıyla başa çıkmak için yiyeceklere yönelen, fiziksel olarak hareketsiz ve sağlık sorunları olan, zeki ama herhangi bir akademik eğitimi bulunmayan birini tedavi edecek olmamdı. Daha da kötüsü, maddi durumu hiç iyi değildi. Sağlık sigortası oldukça kısıtlıydı, takvim yılı başına haftada bir seans bile karşılamıyordu ve kredi kartı borçlarıyla boğuşuyordu. Laura, beklediğim harika yeni danışan değildi.

    Onu görmeye devam ettim, büyük ölçüde ilk seansta hıçkıra hıçkıra ağlaması ve büyük bir acı içinde olması nedeniyle. Depresyonunu hafifletmek için çaresiz olduğunu, ancak ilaç kullanmadan psikoterapiyi denemek istediğini söyledi. Ona, yiyeceklerin onun için bir tür ilaç işlevi gördüğünü söyledim ve bunu kabul etti. Özellikle yüksek tansiyonunun bir sorun olması nedeniyle, (doktorunun onayıyla) egzersiz yapmasını önerdim. Yürüyüş yapmaya başlamayı kabul etti. İlk seansın sonunda, onu tedavi etme konusunda kendimi oldukça iyi hissettim. Analitik terapi için uygun bir aday olmasa da, kesinlikle terapiye ihtiyacı olan, makul ve sempatik bir kadındı. Ve hayatını değiştirmek istiyordu.

    Laura’nın terapisine başladıktan birkaç ay sonra, onu görmeyi dört gözle beklediğimi fark ettim. Oyunbaz bir yapıya sahipti ve harika bir mizah anlayışı vardı, ancak bu mizah anlayışını çoğu zaman kendi aleyhine kullanıyordu. Her seansta hem bir yaşam sevinci hem de yoğun bir umutsuzluk hissi sergilemeyi başarıyordu. Son derece konuşkandı ve seansları kolayca doldurabiliyordu. Ayrıca, yaptığım yorumları dinleyip içselleştirebiliyor ve hayatına dair hızla içgörü kazanabiliyordu. Geri bildirim almayı çok seviyordu ve bir memnun edici olarak, bu geri bildirimlerle neler yapabileceğini bana göstermeye bayılıyordu. Onu bekleme odasında karşıladığımda, bana gülümseyerek selam verirdi. Beni görmekten ve seansına katılmaktan büyük bir mutluluk duyuyordu. Kısa süre sonra, ona ne kadar bağlandığımı fark ettim.

    Biz yakınlaştıkça, Laura bana daha fazla acısını gösterdi. Hayatındaki en büyük acının, kimse için önemli olmadığını hissetmek olduğunu sürekli dile getiriyordu. Başka bir insana sunabileceği hiçbir şeyin olmadığını bilmenin katlanılmaz olduğunu söylüyordu. Başka birinin hayatını zenginleştiremeyeceğine inanmayı nefret ettiği bir şey olarak tanımlıyordu. Onun yanıldığını anında biliyordum, çünkü benim hayatımı zenginleştiriyordu. Ayrıca, bu kaygısının doğası beni derinden etkiliyordu. Tedavi ettiğim çok az kişi, başkalarına ve dünyaya olan katkıları konusunda bu kadar endişe duyuyordu. Laura, çaresizce bir fark yaratmak istiyordu ve şimdiye kadar bunu başaramadığına ve asla başaramayacağına emindi.

    Bu beni onunla yaşadığım ilk zor ana getirdi. Bu senaryoyu defalarca bana anlatmıştı ve benden bir tür yanıt beklediğini biliyordum. Ama ne? Ailesinin ve arkadaşlarının sürekli onu teselli etmeye ve kurtarmaya çalıştığını söylüyordu. Kendisinin bu acıma tepkisini tetikleyen bir şey yaptığını bildiğini ama çaresiz ve muhtaç biri olarak görülmekten nefret ettiğini dile getiriyordu. Bu yüzden ona aşırı sempati gösteren ya da boş bir teselli sunan herhangi bir şey söylememem gerektiğini biliyordum. Acısını hafifletmemi istemiyordu ama benden bir şey bekliyordu. Ne? Aklımdan onu kurtarmaya yönelik kısa süreli fanteziler geçti; ona derinden önem verdiğimi söylemek istedim ama bunu yapmamam gerektiğini de biliyordum.

    Bir sonraki seansta, yine kimse için önemli olamayacağını ve başkalarına gerçekten anlamlı bir şey sunamayacağını söylediğinde, “O zaman neden seni görmek için sabırsızlanıyorum?” dedim. Bana baktı, sözlerimi duyduğunu belli etti, sonra gözlerini kaçırıp mırıldandı: “Bilmiyorum.” Söylemeye devam etti ama benim yorumumu doğrudan ele almadı. Yine de yüz ifadesi ve beden dili, sözlerimin onda bir etki yarattığını gösteriyordu. Bir sonraki seansta, benim onu görmek için sabırsızlandığımı söylememin zihnine takıldığını ve onun için çok anlamlı olduğunu söyledi. Ancak hemen ardından, bunun inanılmaz göründüğünü ekledi. Ona, söylediğimi samimiyetsiz bulup bulmadığını sordum. “Hayır, bunu uydurduğunu düşünmedim,” dedi. Sadece kendisiyle ilgili duygu ve düşüncelerini değiştirmenin çok zor olduğunu belirtti. Benim sözlerimi, kendisi hakkındaki yerleşik algısıyla bağdaştıramıyordu: “Sadece senin söylediklerinle değişemem, biliyorsun.” Ona gülümsedim ve bunu tamamen anladığımı söyledim. Kendisini nasıl gördüğünü değiştirmesinin uzun zaman alacağını biliyordum. Hâlâ kendine yönelik nefretini hissetmeye ve ifade etmeye ihtiyacı vardı. Onun da anlaşıldığını bilmekten memnun olduğunu gördüm. Benim sözlerimin ona bir umut verdiğini söyledi. İşte benden ihtiyacı olan şey buydu -ona yeterince önem verdiğimi ve birgün benim için gerçekten önemli olabileceği umudunu hissettirmek.

    Ve elbette, benim için gerçekten önemli olduğuna dair bilinçdışı bilgisini onaylamama da ihtiyacı vardı. Daha önce de belirttiğim gibi, ona saygı duyuyordum ve zamanla ona ve yaşadıklarına gerçekten önem vermeye başladım. Duygulanım literatüründe okuduğum her şey, klinik deneyimlerimle örtüşüyordu: İnsanlar, bilinçdışı düzeyde de olsa, birbirlerinin ne hissettiğini bilirler. Benim için terapi, onu, her iki tarafın da daima birbirlerinin hislerini bildiği bir süreç olarak gördüğümden beri çok farklı bir boyut kazandı.

    Erken dönem deneyimler, mevcut gerçekleri kabullenmede bir engel oluşturabilir. Wachtel’in (2007) belirttiği gibi, Laura’nın kendine dair algısının, benim ve diğerlerinin ona karşı gerçekten nasıl hissettiği yönünde değişmesi gerekiyordu. Ancak bu değişim yalnızca içgörü yoluyla gerçekleşemezdi. Gerekli olan, duygularında gözle görülür bir değişime yol açacak, bir dizi kademeli duygusal deneyimdi.

    Bir sonraki örneğim, aynı hastaya yaptığım başka bir müdahaleyi içeriyor. Daha önce bahsetmediğim bir konu, onun sık sık arkadaşlarına ve ailesine hediyeler alarak kendini sevdirmeye çalışmasıydı. Terapinin başlarında, sevgiyi satın alma ihtiyacını ve bunun, kendisini sevilmeye değer görmemesinden kaynaklandığını konuştuk. Noel yaklaşırken bana bir hediye vermeyi düşündüğünü söyledi. Büyük ihtimalle el işi yapacağını, çünkü sık sık el sanatlarıyla uğraştığını belirtti. Ben de, “Bana bir şey vermek yerine, bunu konuşmamız daha doğru olmaz mı?” diye sordum. Cevabı netti: Evet, bir şey vermesi gerekiyordu. Bu fikir ona o kadar yabancıydı ki, hediye vermemenin nasıl mümkün olabileceğini hayal bile edemiyordu. Bunun üzerine, hediyenin ucuz olması şartıyla kabul ettim. Laura bunun sorun olmadığını söyledi ve bana kendi yaptığı bir şey vereceğini belirtti.

    Noel’den önceki son seansında, içinde birkaç farklı eşyanın bulunduğu bir hediye çantası getirdi. İçinde paketlenmiş birkaç hediye olduğunu görünce, “Bunları sen mi yaptın?” diye sordum. “Hayır,” dedi. “Satın aldım. Ama çok para harcamadım.”

    “Ne oldu, bana bir şey yapacaktın?”

    “Zamanım olmadı, o yüzden sana bir şeyler satın almaya karar verdim.”

    “Maddi sıkıntılar yaşadığını ve kendini yoksun hissettiğini söylemene rağmen benim için para mı harcadın?”

    “Evet, almak zorundaydım. Sana hiçbir şey vermemek bana çok kötü hissettirirdi.”

    Onun bu zorunluluk hissiyle hareket ettiğini görmek beni üzdü. Paketi elime aldım ama açmadım; hediyelerini açarak bu davranışı pekiştirmek istemedim. Zoraki bir gülümsemeyle teşekkür ettim, fakat memnun görünmediğimi hissettirmeden edemedim. Bir sonraki seansta, tatil arası nedeniyle on gün sonra buluştuk. Seansın başında gözyaşlarına boğuldu ve hediyeleri verirken yüzümde beliren hayal kırıklığı ve onaylamama ifadesinin onu ne kadar incittiğini anlattı. O günden beri kendini berbat hissettiğini söyledi. Sonra kendisini küçümseyerek, ne kadar aptal olduğunu ve benim ne istediğimi bildiği halde neden tersini yaptığını sorguladı. Ona, bu kadar incinmesine üzüldüğümü ve hediye verme isteğinden onu caydırmak istediğimi, ancak bunu bu kadar ağır bir bedelle yapmak istemediğimi söyledim. O ise bunun tamamen kendi hatası olduğunu yineledi. Kendini bile bile incittiğini ve benim suçum olmadığını vurguladı. O anda konuyu daha fazla ilerletemedik ve başka meseleleri konuşmaya devam etti. Ancak ben, bu konunun henüz tamamlanmadığını biliyordum.

    Laura, şehir dışından gelen kız kardeşinin, başka bir kardeşiyle birlikte zaman geçirirken kendisini bilinçli olarak dışladığını düşündüğü için duyduğu öfkeyi dile getirdi. Son ziyaretinde, kız kardeşi kimseye haber vermeden diğer kardeşinin evinde kalmıştı. Laura bunu öğrendiğinde hem incinmiş hem de öfkelenmişti. Kız kardeşlerinin bu davranışı, onun kendini sevilmez ve önemsiz hissetmesine yol açıyordu. Kardeşinin dışlayıcı davranışına karşı çıkması gerektiğini düşündüğünü söyledi, daha önce de bunu benimle konuşmuştu. Ancak çatışmadan ne kadar nefret ettiğini yineledi.

    Ertesi hafta bir rüya gördüğünü anlattı. Rüyasında, büyük bir çeki banka hesabına yatırmayı unuttuğunu fark ediyordu. Çeki bir çekmecede bulduğunda panikliyordu. Bu kadar önemli bir şeyi ertelediğine inanamıyordu. Ona rüyanın ne anlama geldiğini sordum.1 Açıkça halledilmesi gereken bir şeyi gömdüğünü söyledi. Bunun ne olabileceğini sorduğumda, kız kardeşiyle kendisini reddetmesi hakkında konuşmadığını dile getirdi. Konuşmak istediğini ama korktuğunu söyledi.

    (1Bu rüyanın, burada ele aldığım konudan daha derin anlamlar içeren bir içeriği olduğu açık. Ancak, tartışmamı Laura ile terapinin belirli bir aşamasında yaşadıklarımızla sınırlamak istiyorum.)

    Laura’nın benimle her zamanki kadar açık olmadığını fark ettim ve ona yılbaşında aramızda geçen olay hakkında daha fazla düşünüp düşünmediğini sordum. Çok düşündüğünü söyledi. İçimden geldiği gibi, “Beni affettin mi?” diye sordum. O da aynı hızla, “Hayır,” diye yanıtladı. Bu hızlı yanıtı kendisini bile şaşırttı ve hemen geri adım attı, kendisinin gereksiz yere aşırı hassas davrandığını söyledi. Sonuçta, en başından beri hatalı olanın kendisi olduğunu düşündüğünü ekledi. Resmen reddedilmeye davetiye çıkardığını, başka ne beklediğini sorguladı.

    Ona ilginç bir soru sorduğunu söyledim: Ne bekliyordu? Laura, benim için hediye alışverişi yapmaktan ve beğeneceğimi bildiği şeyleri almaktan gerçekten keyif aldığını söyledi. Bu hediyeleri alırken kendini harika hissettiğini, bana çok bağlı hissettiğini ve bunun onu mutlu ettiğini anlattı. “Sana bir şey almam gerekiyordu,” dedi.

    “Bana bir şey alman gerekiyordu çünkü beni seviyorsun ve bu duygularını benim hissetmemi ve kabul etmemi istedin,” dedim.

    “Evet,” diye yanıtladı. “Ama tek aldığım senin onaylamadığındı.”

    “O halde bunu pek de iyi idare edemedim, değil mi?”

    “Hayır, aslında öyle değil. İnsanlara hediye alma ve harcama konularında sorunlarım olduğu konusunda haklıydın.”

    “Peki, eğer haklı olduğuma eminsen, neden beni henüz affetmedin?”

    Bu soru karşısında hoş bir şekilde şaşırmış görünüyordu. Ona belki de ondan çok erken değişmesini beklediğimi söyledim. Onun için beni sevip de bu sevgisini ona göre anlamlı bir hediye vererek ifade etmemesi imkânsızdı. “Sonuçta, senin bakış açına göre bu hediye aslında bana olan sevginin bir ifadesiydi. Ben de bunu nazikçe kabul etmeli ve sana kendi hızında değişmen için zaman tanımalıydım.”

    “Ama bunu yapamadın.”

    “Hayır, yapmadım. Yapabilirdim. Sadece susup teşekkür etmeliydim.”

    Laura kahkaha attı. “Eh, bu benim de hatam,” dedi.

    Laura ile çalışırken, onun için aşırı uyarıcı veya çocuklaştırıcı olabilecek güçlü duygularımı dengelememin ne kadar önemli olduğunu anladım. Aynı zamanda, onun bende uyandırdığı duygulara tepki olarak ona geri bildirim vermem gerektiğini de gördüm. Laura’nın ilişki kurma kalıbı, kendisini çaresiz, muhtaç, sevilmez ve bağımlı biri olarak konumlandırarak tekrar ediyordu. Hayatındaki herkes ona tavsiyeler veriyor ve hayatını kötü yönetmesi ve yanlış kararları nedeniyle onu azarlıyordu. Kardeşlerinin hepsi ona tepeden bakıyor, iki küçük kardeşi de dahil. Laura, insanlarla sınırlı bir etkileşim biçimine sahipti ve bu, alabileceklerini büyük ölçüde kısıtlıyordu. İnsanları kendisini küçümsemeye ve ona yukarıdan konuşmaya yönlendirdiğini biliyor, ancak bunu nasıl değiştireceğini bilmiyordu.

    Benim rolüm, onun uyandırdığı acıma duygusuna ve kurtarma fantezilerine kapılmaktan kaçınmak (geleneksel bilgelik) ve ona, hakkındaki gerçek hislerimle ilgili dürüst geri bildirim vermekti. Laura’nın ihtiyaç duyduğu olumlu geri bildirimi vermek zordu çünkü sürekli olarak acıma ve güvence talep ediyordu. Ancak, onun hakkında ne hissettiğim ve onu nasıl deneyimlediğim konusunda hiçbir şey söylememiş olsaydım, terapi aniden durma noktasına gelirdi.

    Laura reddedilmekten o kadar korkuyordu ki, asla insanların kendi zayıflıklarını veya kötü davranışlarını eleştirmiyordu. Ona, yalnızca terapötik olmayan değil, aynı zamanda bencil ve narsistik bir şekilde davrandığımı bildirmemin özellikle terapötik olduğunu düşünüyorum. Onun değişmesini istememin asıl sebebi, kendimi iyi hissetmekti. Onun ihtiyaçlarına karşı duyarsızdım çünkü Noel’de bana hiçbir şey almak zorunda kalmamasından duyacağım tatmini istiyordum. Sabırsızdım ve onun en iyi çıkarına olacak şekilde hareket etmedim, oysa davranışımı kolayca rasyonelleştirebilirdim. Kendisi de ifade ettiği gibi, hediye verme davranışı “yeterli olmadığı” hissine dayanıyordu ve bu davranışı benim tarafımdan herhangi bir şekilde pekiştirmek de ona faydalı olmayacaktı.

    Tekrarlayan kalıplarıma dönecek olursak, Laura’yı gereksiz yere incittiğim ve reddettiğim, onun kendini kötü hissetmesine neden olduğum açıktı; üstelik bunu, tüm çabalarına ve kaydettiği önemli ilerlemeye rağmen yaptım. Bunu fark ettim, ancak tüm bu içgörülerimi onunla paylaşmadım. Bunun yerine, ona acı veren hatalarım ve olumsuz davranışlarım üzerinde durarak, sorumluluğumu kabul etmeye odaklandım.

    Bu örnekte, hem Laura’nın hem de benim geçmişte hayatımızdaki önemli kişilerin davrandığı şekilde birbirimizi eğittiğimizin açık olduğunu düşünüyorum. Ancak aynı zamanda, ikimiz de yeni bir şey yaratmak için çabalıyorduk. Noel’deki karşılaşmamızdan sonra Laura’nın haftalarca alışılmadık şekilde içine kapanık kaldığını fark ettiğimde bir hata yaptığımı anladım. Kendini her şey için suçlama eğiliminde olan biri olarak, onun benden bu kadar uzaklaşmasının tek nedeninin, hem onu hem de terapötik süreci inciten bir şey yapmış olmam olabileceğini biliyordum.

    KARŞILIKLI ETKİLENİM VE KIRILGAN DANIŞAN MİTİ

    Schlessinger (2003), danışanlarımızı etkileme konusundaki yanılsamalarımıza dair keskin bir gözlemde bulunmuştur. Şöyle der:

    “Eminim tüm analistlere, eğitimlerinin daha aktif anlarında, transferansı bozmamaları konusunda uyarıda bulunulmuştur. Çoğu zaman, eğer transferansı bozmanın kolay bir yolunu bilseydim, bunu şişeleyip satardım ve zengin olurdum diye düşünmüşümdür.” (s. 226).

    Schlessinger’a ek olarak, Lomas (1987) ve birçok diğer yazar, transferansın kaçınılmaz doğasına dair benzer noktalar dile getirmiştir. Buna karşı aktarımı da ekleyebiliriz. Danışanlarımızla etkileşime girdikçe, her iki taraf da kaçınılmaz olarak birbirini etkilemeye çalışır ve bilinçli ya da bilinçdışı yollarla birbirini tanıdık veya tatmin edici olan bir yöne doğru yönlendirir.

    Psikanalistlerin danışanlarına doğrudan ne yapmaları gerektiğini söylememeleri gerektiği düşünülse de, ben bunu sıkça yaptığımı itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum -özellikle de danışanımın açıkça felakete yol açabilecek bir karar almak üzere olduğu durumlarda. Örneğin, maddi sıkıntıları çözmek için kumar oynamaya başlamak, stresli bir olaya tepki olarak kendine zarar vermeyi planlamak veya sınırda diyabet teşhisi almasına rağmen sağlıksız beslenmeye devam etmek gibi. Ehliyeti olmayan bir danışanımla, bağımsızlığın bir parçası olarak ehliyet almanın önemini defalarca konuştum. Yıllar içinde danışanlarımı bilinçli ve açık bir şekilde etkilemeye çalışırken fark ettiğim şey, aslında baştan beri bildiğim ama sınamam gereken bir gerçekti: Danışanlarım yalnızca benim müdahalemden önce de gitmek istedikleri yöne doğru ilerlememe izin verdiler.

    Tıpkı davranışsal planların çoğu zaman işe yaramaması gibi, bir terapistin danışanını gerçekten istemediği bir şeyi yapmaya ikna etme girişimleri de büyük olasılıkla başarısız olacaktır. (Örneğin, önemli ilerlemeler kaydetmiş ve hayatında birçok büyük değişiklik yapmış olmasına rağmen, bahsi geçen danışanım ehliyetini hiçbir zaman almadı. Araba kullanmaktan korkuyordu ve aslında bunu istemiyordu.) Ancak danışanlar genellikle ima yoluyla bazı ipuçları verirler ve hatta doğrudan tavsiye isterler, özellikle de istedikleri bir değişim için destek arıyorlarsa. Bu konuyla ilgili yapılan sınırlı araştırmalar (Curtis, 2004), danışanların talep ettikleri tavsiyeleri genellikle değerli bulduklarını, ancak kendilerine sorulmadan verilen tavsiyeleri faydasız ve terapötik açıdan etkisiz olarak değerlendirdiklerini göstermektedir.

    Bu etki kavramına karşı öne sürülen karşı argüman büyük ölçüde, terapistlerin yıllarca danışanları üzerinde etkili olduğu ancak bunun terapötik bir kazanç sağlamadığı veya hatta zarar verdiğine dair anekdotlardan kaynaklanmaktadır. Yıllar önce psikanalizden geçmiş kişiler, gizemli ve sessiz analistleri hakkında, onları etkilemeye veya memnun etmeye çalıştıkları hikâyeleri gönüllü olarak anlatırlar. Analistleri tarafsız kalma çabaları içinde nadiren duygu veya coşku gösterdiğinden, bu danışanlar en ufak bir yüz ifadesi değişikliğini veya diğer bedensel ipuçlarını gözlemlemeye odaklanmışlardır. “Analistlerini okumak” neredeyse yarı zamanlı bir iş ya da bir takıntı hâline gelmiştir. Bu danışanların, analistlerinin onaylayacağını düşündükleri yönde bazı davranışlarını değiştirmiş olmaları muhtemeldir. Peki, bu durum danışanların terapistlerini memnun etmek için davranışlarını değiştireceğini ve aşırı etkinin gerçekten bir endişe kaynağı olduğunu kanıtlar mı? Hem evet hem hayır.

    Öncelikle, sfenks gibi sessiz kalan terapistlerin danışanlarına çok az geri bildirim sağladıkları, hem sözel hem de sözel olmayan düzeyde iletişimde bir boşluk yarattıkları açıktır. Duygusal olarak mesafeli ve sessiz bir terapist, gerekli duygulanımsal iletişimi kolaylaştırmak yerine, danışanın büyük çaba harcayarak doldurmaya çalıştığı bir boşluk yaratır. Bu tür bir duygusal boşlukta çalışan danışanlar, kendi ihtiyaçlarına odaklanmak yerine, terapistlerinden belirgin bir duygusal tepki almak için fazla çaba sarf edebilirler. Duygularını yüzlerinde göstermeye ve danışanlarının talep ettiği durumlarda geri bildirim vermeye istekli olan terapistlerin (Maroda, 1991, 1999), danışanlarının onları memnun etmeye çalışmak için fazladan çaba harcamasına yol açma olasılığı önemli ölçüde daha düşüktür. Kendi klinik deneyimime göre, seanslarda ne kadar doğrudan ve açık olursam ve danışanlarımı kendilerini ifade etmeye teşvik edersem, zamanla sürekli bir şekilde hürmet görmektense daha fazla eleştiri alıyorum.

    Elbette, terapistin davranışından bağımsız olarak, aşırı derecede memnun etmeye çalışan, itaatkâr danışanlar da vardır. Önceki Laura vakası, etkileme meselesinin her iki yönünü de açıkça göstermektedir. Laura, her zaman beni memnun etmeye aşırı derecede önem veriyor ve en ufak bir reddedilme veya coşku eksikliği algısı karşısında derin bir üzüntü hissediyordu. Ancak terapi ilerledikçe, duygusal olarak evli bir eski sevgilisine hâlâ bağlı olan bir adamla bir ilişkiye girdi. Başlangıçta bu adam, hem Laura hem de eski sevgilisiyle vakit geçiriyor ve cinsel ilişkisinin yalnızca Laura ile olduğunu iddia ediyordu. Ancak eski sevgilisiyle ilişkisini sonlandıracağını söylemesine rağmen, bu durum uzun süre devam etti ve Laura haklı olarak hayal kırıklığına uğramış, incinmiş ve öfkelenmişti.

    Laura kısa süre içinde fark etti ki, eğer bir akşam ondan uzak kalırsa -örneğin arkadaşlarıyla dışarı çıkarsa, ailesini ziyaret ederse ya da spora giderse- sevgilisi o geceyi eski sevgilisiyle geçiriyordu. Adam, herhangi bir cinsel ilişki içinde olduklarını kesin bir dille reddediyor ve sadece “iyi arkadaş” olduklarını söylüyordu. Bir yıldan uzun bir süre birlikte olduktan sonra, Laura bu adamla birlikte yaşamaya başladı. Ne yazık ki, eski sevgili hâlâ sık sık hayatlarında yer alıyordu. Laura, terapi sürecinde üzerinde çalışmak istediği konuyu bana açıkça ifade etti. Bu durumu kabullenmesi, sadece arkadaş olduklarını kabul etmesi ve kıskançlık ve öfkesini kontrol altına alması gerektiğini söyledi. Başta şaka yaptığını sandım. Ancak ciddi olduğunu fark ettiğimde, bu hedefin gerçekçi olmadığını düşündüğümü ona söyledim. Bu kadının hayatında yer almasından rahatsızlık duymasının ve kıskanmasının son derece doğal olduğunu belirttim -özellikle de sevgilisi, bu kadının hayatının aşkı olduğunu, ancak onun kocasını terk edip kendisiyle evlenmeyi reddettiğini söylediği için.

    Laura, ona öfkelenme ve daha fazlasını bekleme hakkı olduğunu söylediğimde gözle görülür şekilde rahatsız oldu. Peki, sevgilisinin bir yıl önce bu ilişkiyi bitirme sözü vermesine ne olmuştu? Laura, onu durumla yüzleştirmemden nefret ettiğini açıkça dile getirdi ve hayatında ilk kez aşık olduğunu, 50 yaşında bunu kaybetmeye niyeti olmadığını söyledi. Eğer başka bir seçeneği yoksa, sevgilisinin eski sevgilisiyle olan ilişkisini kabullenebileceğini ifade etti. Ayrıca, aralarında cinsel bir ilişki olmadığını söylediğinde ona inandığını belirtti.

    Laura’yı daha kararlı olmaya, sevgilisinden daha fazlasını beklemeye ve kendi duygularını kabul etmeye teşvik etme çabalarım tamamen başarısız oldu. Onu etkileme girişimlerim hiçbir işe yaramadı -üstelik bu, benim yönlendirmemle egzersiz yapmaya başlayıp önemli ölçüde kilo veren, kararsız olduğunu fark ettiğimde arkadaşları ve ailesiyle daha kararlı bir duruş sergileyen ve benimle ilgili hoşnutsuzluğunu dile getirmekten çekinmeyen biriyle yaşandı. Laura, başlangıçta etkilenmekten ve desteklenmekten hoşlanıyordu, çünkü yıllardır yapmak istediği şeyleri gerçekleştirmesine yardımcı oluyordum.

    Sevgilisiyle yaşadığı mesele çok daha derin ve önemliydi. Bu durum, onun tüm ilişkilerinde görülen sadomazoşistik eğilimlerinin bir tekrarıydı (bu, Noel hediyeleriyle ilgili etkileşimimizde de görülebilir), hızla kurduğu simbiyotik ilişkilerin, aşırı bağımlılığının ve en makul taleplerinin bile terk edilme ile sonuçlanacağına dair derin korkularının bir yansımasıydı.

    Laura, terapisi boyunca büyük ilerleme kaydetti; kendiliğinden ağlama nöbetlerini, kompulsif yeme davranışını ve diğer depresif semptomlarını ortadan kaldırdı. Ayrıca daha zengin bir sosyal hayat kurdu, iş saatlerini azalttı ve normal bir çalışma düzenine geçti. Ancak, sağlıksız olduğunu düşündüğüm romantik ilişkisi nedeniyle daha fazla ilerleme kaydedemedi. Açık bir şekilde konuştuğumuzda, sevgilisiyle olan ilişkisini “sarsabilecek” herhangi bir değişiklik yapmaya ilgi duymadığını net bir şekilde belirtti. Bunun üzerine, tedavisini bu noktada sonlandırmaya karar verdik. Laura, terapinin sonuçlarından memnun ve minnettar olduğunu söyledi ancak yine de benim için bir hayal kırıklığı olduğunu düşünmeden edemediğini dile getirdi.

    Karşı aktarım kalıplarımı düşündüğümde, Laura’nın sevgilisiyle olan ilişkisi konusunda takılıp kaldığı açık hale geldikten sonra terapinin sonlandırılmasını daha iyi yönetebileceğimi düşünüyorum. Başlangıçta, süreci devam ettirip neler olacağını görmemiz gerektiğini düşündüm. Ancak bir yıl sonra, hala aynı noktadaydı ve herhangi bir değişiklik yapmaya niyetli değildi. Bir süre boyunca, sevgilisinin diğer kadınla ilişkisini bitirme sözünü tutacağı umuduyla bekledi. Ancak bu sınır sürekli yeniden çizildi ve sonunda Laura, sevgilisinin sözünü tutmasını talep etmek yerine, bunu istemekten tamamen vazgeçti.

    Geriye dönüp baktığımda, terapinin büyük ölçüde oldukça iyi geçtiğini düşünüyorum. Ancak sonlandırma sürecini hem onun hem de benim için daha az acı verici ve hayal kırıklığı yaratacak şekilde yönetebilirdim. Bununla birlikte, onay arayan, düşük benlik saygısına sahip ve korkulu biri olan Laura’nın bile beni ancak bir noktaya kadar etkilemesine izin verdiğini belirtmek istiyorum. Daha atılgan olması ve sevgilisiyle ilişkisini riske atması gerektiğini düşündüğümde, buna direndi. Üstelik bunu, ilişkide sürekli aşağıda olma ve incinme ihtiyacını analiz edip anlamaya çalıştığımız tekrar eden çabalarımıza rağmen yaptı. Bana göre bu, geçmişin belirli tekrarlarının ne kadar inatçı olabileceğine dair bir örnekti ve aynı zamanda insanların hem değişip hem de aynı kalabilmesinin bir göstergesiydi.

    Genç terapistler genellikle danışanlarının hayatlarını tamamen dönüştürebilecekleri konusunda umutludurlar. Ancak tedavi sonuçlarının gerçekliği, Laura ile yaşananlara daha yakındır. Belki onu 20’li veya 30’lu yaşlarında tedavi etmiş olsaydım, farklı bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Ancak onun için algılanan son şans olan bu ilişki ve dünyada yalnız kalma korkusu, hem onun hem de benim onun duygusal özgürlüğüne dair taşıdığımız tüm arzularımızdan daha güçlüydü. Tüm danışanların, terapistlerinin değişimin faydalı olacağına ne kadar ikna olursa olsun, aynı kalmayı tercih ettikleri alanlar vardır.

    Bu bölümde sunduğum ilk vaka olan, Andrea adını verdiğim avukat örneğinde de etkinin sonuçlarını gözlemleyebiliriz. Andrea ve ben birkaç aydır birlikte çalıştıktan sonra, süreci hızlandırmak için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Tanısını biliyordu; öfkeli bir doktor arkadaşının ona bağırarak söylediği bir teşhis olmuştu. Ben de borderline kişilik bozukluğunun tedavisine dair araştırmaların haftada iki kez psikoterapi önerdiğini açıkladım. Bunun gereğinden fazla olduğunu, çok pahalıya mal olacağını (ki bunu rahatlıkla karşılayabilirdi) ve fazla zaman alıp zahmetli olacağını düşündüğünü söyledi. Konuyu, elbette, o anda bıraktım. Ancak birkaç ay sonra gerileme belirtileri gösterdiğinde ve doktoru semptomlarının stres kaynaklı olduğunu söylediğinde konuyu yeniden gündeme getirdim.

    Bana fikrimi sorduğunda, gerilemeyi (regresyon) açıkladım ve bir süreliğine haftada iki kez terapiyi denemeye istekli olup olmadığını sordum. Eğer bir faydası olmazsa, bu uygulamayı bırakabileceğimizi belirttim. Bunun üzerine, benden para koparmak istediğimi iddia etti ve fiziksel semptomlarıyla yaşamayı tercih edeceğini söyledi. Bu tür yorumları Andrea’nın başkalarına da sıkça yaptığını bildiğim için bu beni özellikle rahatsız etmedi. Doğal olarak, seans sıklığını artırma önerisinde bulunmayı tamamen bıraktım.

    Andrea, başkaları tarafından kontrol edilmekten kaçınıyor ve herhangi birinin ona bir şey yapmasını önermesine ya da talep etmesine karşı direnç gösteriyordu. Ancak, ona sorunları hakkında bilgi verdiğimde ve gevşemesini artıracak, kendini sakinleştirecek yollar bulmasına yardımcı olacak ve daha atılgan olmasını sağlayacak stratejiler sunduğumda, bunlara büyük bir hevesle katıldı. Danışanlara neyin kendilerini daha iyi hissettirdiğini soruyor ve mevcut kendini sakinleştirme davranışlarından yola çıkarak çalışıyorum. Bir kişi kitap okurken rahatlar, bir diğeri egzersiz yaparken, bir başkası ise yakın bir arkadaşıyla konuştuğunda iyi hisseder. Bir diğer kişi sıcak bir banyo almanın rahatlatıcı olduğunu düşünebilir. Ne kadar geniş ve yapıcı bir kendini sakinleştirme repertuarı olursa, o kadar iyi olduğunu vurguluyorum. (Bu liste, tabii ki, uyuşturucu kullanımı, aşırı alkol tüketimi ve aşırı yemek yemeyi içermez.) Ayrıca danışanlarıma, geçmişte işe yaramış olsa bile, tek bir kendini sakinleştirme yönteminin başarısız olmasının onları cesaretini kırmaması gerektiğini söylüyorum. Tüm aktivitelerin zamanla uyarıcı değerini kaybedebileceğini ve kullanılan yöntemleri çeşitlendirmenin iyi olduğunu belirtiyorum. Bir şey işe yaramazsa, başka bir yönteme geçmelerini ve o an için en etkili olanı bulmalarını öneriyorum.

    Andrea çok çalıştı ve büyük ilerleme kaydetti. Öfkelendiğinde davranışlarını daha iyi kontrol etmeyi öğrendi, daha atılgan hale geldi ve kendini sakinleştirme becerilerini geliştirdi. Hukuk firmasına ortak oldu, birkaç ilişki yaşadı ve sonunda aşık olup evlendi. Terapinin sonunda, terapiye başlarken hedeflediği her şeye ulaştığını söyledi ve karşılıklı olarak minnettarlık ve hüzünle dolu bir veda gerçekleştirdik.

    Andrea bazı konularda etkilenmeye son derece istekliyken, bazılarına karşı dirençliydi. Mahremiyetten korkuyordu ve haftada iki kez terapiye gelme fikri, rahatlatıcı olmaktan çok ürkütücüydü. Ancak kendisini pratik ve gerçekçi biri olarak görüyordu ve sorunları çözme konusunda kararlıydı. Ciddi ruh sağlığı sorunları olduğunu fark etmekten nefret etse de, bunları elinden geldiğince ele almaya istekliydi. Benimle iş birliği içinde çalıştı, tıpkı bir davayı hazırlamak için başka bir avukatla çalışır gibi. Duygusal olarak ona fazla yaklaşmadığım sürece, tutumu “Ne gerekiyorsa yapalım. Hayatımın değişmesini istiyorum.” şeklindeydi.

    Öyleyse, danışanların ya terapiden ayrılacağını ya da terapistin aşırı etkisine direnç göstereceğini mi öne sürüyorum? Eğer böyleyse, onlara zarar vermekten endişe etmemize gerek yok demektir. Elbette, bir danışana zarar vermenin imkânsız olduğunu söylemiyorum. Terapistler tarafından zarar verilmesi mümkündür ve bu, düzenli olarak meydana gelmektedir. Bu zararların büyük bir kısmı etik dışı davranışlardan veya yetersizlikten kaynaklanmaktadır. Ayrıca, gerçeklik algısı zayıf olan bazı danışanlar, bu kitapta tanımladığım tipik ayakta tedavi gören danışana kıyasla yıkıcı etkilere daha duyarlı olacaktır. Mazohist eğilimleri veya takıntılı bağlanma geçmişi olan danışanlar da, kendileri için yararlı olmayan ya da hatta zararlı olabilecek terapi ilişkilerinde kalmaya daha yatkındırlar.

    Deneyimlerime göre, terapi sürecinde en çok zarar gören danışanlar, uzun süreli terapistlerinin “sevgi nesnesi” haline gelenlerdir. Yıllarca danışanlarını, hayranlık duyulmak, sevilmek ve hatta anlaşılmak gibi kendi ihtiyaçlarını karşılamak için terapiye bağlı tutan terapistler, onlara büyük bir kötülük yapmaktadırlar. Daha önce birçok danışan, farklı terapistlerle birden fazla kez terapiye başlamış, ancak sonuçlardan memnun kalmayarak bana gelmiştir. Çoğu birkaç seans ya da birkaç ay sonra terapiden ayrılmıştır. Bu danışanların büyük bir kısmı yalnızca hayal kırıklığı ya da hoşnutsuzluk dile getirmiştir. Ancak terapi sürecinde gerçekten sömürüldüğünü ya da zarar gördüğünü hisseden danışanların, yıllarca narsistik terapistlerle çalışmış ve onların kırılgan benlik saygılarını desteklemek için kullanılmış kişiler olduğunu fark ettim. Bu tür bir durumun cinsel temasla ilişkilendirildiğini düşünsek de, terapistlerin yaptığı hata ya da ihlal her zaman doğrudan cinsel nitelikte olmak zorunda değildir (Celenza, 2007). Etik olmaya niyetli bir terapist bile, kişisel sorunlarıyla mücadele ederken, sevdiği bir danışandan, doğrudan cinsel sınırı aşmadan büyük ölçüde faydalanabilir.

    Karşı çıktığım şey, danışanlarımızın kırılganlığını ya da onlara karşı olan güvene dayalı sorumluluklarımızı hafife almamız gerektiği düşüncesi değildir. Aksine, tedavi ettiğimiz insanların büyük çoğunluğunun inanılmaz derecede kırılgan olduğu ve ne kendileriyle ne de bizimle ilgili gerçekleri kaldırabilecekleri yönündeki yanlış anlayışa karşı çıkıyorum. Elbette, bu tür gerçekleri danışanlarımıza, iyi bir çalışma ilişkisi kurmadan önce doğrudan sunmayacağız. Ancak, birçok terapi ilişkisinde danışanın ilerlemek istediğini, geri bildirim talep ettiğini, daha derine inmek istediğini, fakat geri adım atan, çatışmadan kaçınan, korkulu terapistin onu geri tuttuğunu gördüm. Danışanlara karşı aşırı temkinli davranmak, onları fazlasıyla koruyucu ve hatta küçümseyici bir tavırla ele almak, faydalı bir tutum değildir. Bu tür bir yaklaşım, güven vermediği gibi, değişimi de teşvik etmez.

    ÖZET

    Terapötik sürecin her iki katılımcısı da, kendilerine ait temel bir kimlik ve yerleşik bir varoluş biçimiyle terapi ilişkisine girer. Ana odak noktası danışan olsa da, gerçek ilerleme genellikle terapistin kendi geçmişini tekrar etme ihtiyacının da farkında olmasını gerektirir. Kaçınılmaz olarak, hem terapist hem de danışan birbirlerini duygusal olarak etkiler ve geçmişten gelen korku, suçluluk, üzüntü, utanç, öfke ve arzu gibi duyguları tetikler. Hiçbir duygu durumunun doğası gereği yıkıcı olmadığını anlamak, hem terapistin hem de danışanın kendilerini oldukları gibi kabul etmelerine yardımcı olabilir. Terapistin, kendine özgü çıkarlarını ve karşılıklı etkileşimi kabul etmesi, sürecin bir parçası olarak kendi rolünü sakin bir şekilde benimsemesine olanak tanır. Dünyada yol almakta zorlanan danışanlar, genellikle kendi gerçekliklerinin ve başkalarına dair gözlemlerinin yeterince tanınmadığı bir geçmişe sahiptir. Terapistin sunduğu en önemli şey, kusursuz bir figür olmak değil; hatalarını ve kendi çıkarlarını kabul etmeye istekli, gerçek bir insan olmaktır. Bunu yapmak, yeni duygu ve ilişki kalıplarını teşvik eder, gelişimi destekler ve kalıcı değişimi mümkün kılar.

  • Duygusal Bağlanma ve Karşılıklı Etkileşim: Terapinin Başlangıcında Temel Konular (1. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Techniques: Working with Emotion in the Therapeutic Relationship kitabının 1. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakabilirsiniz.

    “Tedavi sürecindeki en önemli direnç kaynağı, terapistin hastanın hissettiklerine karşı gösterdiği dirençtir.”

    — Paul Russell (1998, s. 19)

    Danışanlarımızın yanında olmak ve onların acısını hissetmek istesek de, aynı deneyimden doğal olarak korkarız. Danışanlarımızın rahatsız edici duygularını almaya karşı gösterdiğimiz direncin bir kısmı, psikoterapi eğitiminde geleneksel olarak terapistin kendi hislerini nasıl kullanabileceği ve bunları terapötik etkileşimde nasıl yapıcı bir şekilde yönlendirebileceği üzerine yeterince tartışma yapılmamış olmasından kaynaklanır. Son yirmi yılda terapiye bir ilişki olarak yaklaşmaya büyük önem verilmiştir. Başarılı bir tedavinin, büyük ölçüde terapist–danışan ilişkisinin niteliğiyle ilgili olduğu söylenebilir. Derin duyguların ifade edilmesini içeren herhangi bir ilişkiyi yönetmek doğal olarak zorludur. Bu kitabın temel dayanağı, terapistlerin danışanlarına daha etkili şekilde yanıt verebilmeleri için daha fazla içgörüye ve aktif müdahale stratejilerine ihtiyaç duyduklarıdır. Terapistler, terapi süreci ilerledikçe danışanların güçlü duygularını nasıl ve neden ifade ettiğini, aynı şekilde kendi hislerinin nasıl ve neden ortaya çıktığını daha iyi anlamalıdırlar. Ayrıca, günlük uygulamalarında kullanabilecekleri öğretilebilir ve interaktif (interactive) becerilere ihtiyaç duyarlar.

    Duygulanım üzerine yapılan araştırmalar, bir ilişkide bir kişinin duyguyu ne kadar yoğun bir şekilde ifade ederse, diğer kişinin de bu deneyimi bilinçli ve bilinçdışı düzeyde paylaşma olasılığının o kadar yüksek olduğunu doğrulamaktadır (Sullins, 1991). Ayrıca, tedavi ettiğimiz kişiyi ne kadar sever ve onunla özdeşim kurarsak, empatik tepkimizin de o kadar yoğun olacağını göstermektedir (Hess & Kirouac, 2000). Hiçbir şey, bir terapisti yoğun duygusal acı içinde olan bir insanla sessizce oturmanın gerçekliğine tam olarak hazırlayamaz. Terapistin, danışanının hislerine karşı geliştirdiği duygusal ve bedensel tepkiler hem derinden etkileyici hem de rahatsız edici olabilir. Danışanın terapist üzerindeki duygusal etkisi, terapist eğitiminde muhtemelen en fazla ihmal edilen alanlardan biridir.

    Travma danışmanları, muhtemelen terapistler için “duygusal bulaşma faktörünü (emotional contagion factor)” açıkça tartışan ilk terapist grubuydu. Ağır istismara maruz kalmış hastaları tedavi ederken, bu terapistler kısa sürede hastalarının fiziksel ve duygusal semptomlarına benzer belirtiler geliştirdiklerini fark ettiler ve çoğu zaman “dolaylı travmatizasyon (vicarious traumatization)” olarak adlandırılan durumu önlemek için hastalarının duygularına karşı direnç göstermeleri gerekti (Pearlman & Saakvitne, 1995). Travmatize olmamış hastalarla paylaşılan duygulanım deneyimi, yönetilmesi bu kadar zor görünmese de, yine de mevcuttur.

    Onlarca yıl boyunca, çoğu psikanalist danışanın terapisti etkileme ihtiyacını patolojik bir direnç olarak gördü. Ancak Levenson (1972) ve Searles (1979) gibi bazı araştırmacılar, hastaların kendi hislerinin ve niyetlerinin terapist tarafından algılandığını ve işlendiğini fark etmelerinin doğal olduğunu anladılar. Onların sezgisel olarak vardıkları bu anlayış, ancak yakın zamanda duygulanım araştırmaları tarafından doğrulanmıştır. Araştırmalar, duyguların alınmak ve yanıtlanmak üzere (meant to be received and responded to) var olduğunu göstermektedir (Kemper, 2000). Duygulanımın birçok işlevinden biri, başkalarını etkilemek ve onlarda bir tepki uyandırmaktır. Bu kitap, hastanın belirli bir anda neyi talep ettiğini ve neye ihtiyaç duyduğunu anlamaya adanmıştır.

    Freud’un yineleme zorlantısı (repetition compulsion) kavramını yeniden ele alan Greenberg ve Mitchell (1983) ile Mitchell (1988), tüm insanların bakımverenleriyle kurdukları bağlanma ilişkileri doğrultusunda belirli ilişki kalıpları geliştirdiklerini ve bu kalıpları, terapötik ilişki de dahil olmak üzere tüm ilişkilerde bilinçdışı olarak tekrar ettiklerini vurgulamışlardır. Bu kalıplar, erken çocukluk döneminde öğrenilen hisleri, düşünceleri ve beklentileri içerir ve yalnızca tanıdık oldukları için yetişkinlikte de bilinçdışı bir şekilde tekrarlanır. Nörobilim araştırmaları, bu kalıpların gerçekten de erken yaşta beyinde oluştuğunu ve kolayca değişmediğini doğrulamaktadır. Bu nedenle, artık danışanlarımızın bizden bir duygusal yanıt alma ihtiyacını, erken dönem bağlanmalarının kaçınılmaz bir işlevi olarak görüyoruz; çünkü bu bağlanmalar, beyinde kolayca tetiklenebilen duygulanım programları olarak kodlanmıştır (Griffiths, 1997). Ancak çoğu zaman kabul etmediğimiz şey, terapistlerin de her ilişkiye kendi yerleşik ilişki kalıplarını getirdiğidir. Danışanlarımız bizden bir duygusal tepki beklediği gibi, biz de onlarla ilişkiye girerken onların duygulanımsal yanıtlarını ararız. Terapistin sahip olduğu ilişki kurma kalıpları, hangi danışanlarla daha iyi çalışabileceğini, onları nasıl etkileyeceğini ve onlardan nasıl etkileneceğini belirler.

    İYİ BİR UYUMUN ÖNEMİ

    Hem terapistin hem de hastanın bağlanmaya dayalı ilişki kalıplarına sahip olduğunu anlamak, iyi bir uyumun gerekliliğini ve karşılıklı olarak birbirlerini etkileme arzusunun doğal olarak ortaya çıkışını kavramayı kolaylaştırır. Eğer benden çok farklı birini tedavi etmeye çalışırsam ve onunla kolayca bağ kuramazsam, başarılı olma olasılığım azalır. Ancak, bir hastayla fazla özdeşim kurarsam, kolaylıkla onu kendi ihtiyaçları yerine, kendi ihtiyaçlarıma göre yönlendirme hatasına düşebilirim. İdeal olarak, iyi bir uyum (match), ilişkisel tarzların uyumluluğunu içerir—terapist ile danışan arasındaki ayrımı bulanıklaştırmayacak kadar, ancak bir bağlantı kurmaya yetecek kadar erken dönemde paylaşılan duygusal deneyim.

    İyi bir uyum üzerine yapılan entelektüel tartışmalar (Kantrowitz, 1995) temelde bu noktaları vurgular, ancak terapistlerin hangi hastalarla çalışmaları gerektiği ve hangi hastalarla çalışmamaları gerektiği konusunda belirgin bir rehberlik sunamaz. Tanıya dayalı eşleştirmenin tutarlı bir şekilde verimli olduğu kanıtlanmamıştır. Örneğin, bipolar bozukluğu olan danışanlarla başarılı bir şekilde çalışmış olsanız bile, bu durum sizin bipolar bozukluğu olan çoğu danışan için iyi bir eş olacağınız anlamına gelmez. Hastaları terapistlerle tanıya göre eşleştirme konusunda herhangi bir yargıda bulunmak, yalnızca yıllar süren deneyimle kazanılan nüanslara yönelik bir hissiyat gerektirir. Ancak yeni terapistlerin mesleğe başladıklarında kullanabilecekleri belirli kriterlere ihtiyacı vardır.

    Yeni terapistler anksiyete ile mücadele ederken, tedaviye başvuran belirli bir danışanla çalışıp çalışmamaya nasıl doğru bir şekilde karar verebilirler? Bir terapist, ilk bir veya iki seansta bu değerlendirmeyi makul bir şekilde nasıl yapabilir? Ve ilişki kurulduktan sonra, terapistler hastanın rahatsız edici olabilecek derin duygusal deneyimlerine direnmekten nasıl kaçınabilirler?

    Danışan odaya ilk girdiği andan itibaren, ona karşı içgüdüsel tepkimi not ederim. Ona baktığımda ne hissediyorum? Elini sıktığımda bana baktı mı? Fiziksel duruşunda dikkatimi çeken bir şey var mı? Ona karşı çekim hissediyor muyum, nötr müyüm, mesafeli mi hissediyorum yoksa ondan rahatsız mı oluyorum? Konuşmaya başladığında bir duygu hissediyor muyum? Eğer hissediyorsam, bu hangi duygu? İkimiz için de ödüllendirici bir terapötik ilişki hayal edebiliyor muyum? Daha önce de belirttiğim gibi (Maroda, 2005), terapistin belirli bir düzeyde tatmin duygusu yaşaması, özellikle uzun vadeli bir terapi sürecinde, tedavinin başarılı olması için gereklidir. Bir hastayla çalışıp çalışmamaya karar vermek, büyük ölçüde terapistin o anki kendi duygusal deneyimine erişebilmesine bağlıdır.

    Bir kişinin terapiye başvurmuş olması, onunla çalışmanız gerektiği anlamına mı gelir? Çoğu terapistin, bir danışanı almak istemediğini kabul etmekte zorlandığını görüyorum. Ancak, ilginizi çekmeyen veya hoşlanmadığınız biriyle terapi sürecine -hatta kısa vadeli bir çalışmaya bile- girişmek iyi bir fikir değildir (Maroda, 1999). Alan yazınını incelediğimizde, tüm insanların, mekânların ve nesnelerin bizde anında olumlu ya da olumsuz bir tepki uyandırdığını gösteren çalışmalar bulunmaktadır (Andersen, Reznik, & Glassman, 2005; ayrıca bkz. Bargh, Chaiken, Govender, & Pratto, 1992; Fazio, 1986; Russell, 2003). Bu durumda, terapistlerin belirli hastalarla iyi çalışamama potansiyelleri konusunda daha fazla öz-farkındalık geliştirmeleri gerekebilir.

    Bir danışana karşı duydukları anlık hoşnutsuzluğu aşarak gerekli empatiyi sağlayabileceklerine inanan terapistler, neredeyse her zaman yanıldıklarını kanıtlarlar. İşlevsel bir terapötik ittifak kurabilmek için, her iki tarafın da birbirine karşı yeterince meraklı ve ilgili olması gerekir. Eğer terapist ile hasta arasında iyi bir uyum yoksa, hastanın kendi duygularını deneyimlemesine aracılık eden duygusal bağ oluşmayacaktır.

    Bir atölye çalışmasında bu fikirleri sunduğumda, bir katılımcı “Eğer terapistler olarak sevimsiz insanları reddetmeye başlarsak, dünyadaki tüm sevimsiz insanları kim tedavi edecek?” diye sordu. Buna şu şekilde yanıt verdim: Bu, kendisiyle çıkmak istemediğiniz birinin asla bir partner bulamayacağını düşünmek gibidir. Tıpkı sosyal ilişkilerde olduğu gibi, bir danışan yeterince ararsa, muhtemelen kendisiyle iyi bir uyum yakalayacak bir terapist bulacaktır. Bir terapiste itici gelen bir danışan, bir başkası için ilgi çekici olabilir. Terapistler, meraklarını uyandırmayan ve hoşlanmadıkları hastaları kabul ettiklerinde, hem hastaya hem de kendilerine haksızlık yapmış olurlar.

    Ancak bu, olumsuz özelliklere veya davranışlara sahip bir hastayı kabul etmemeniz gerektiği anlamına gelmez. Çoğu hastanın, ilişkilerini zorlaştıran bazı sorunları vardır -hatta bu sorunlar sadece geçici bile olsa- ve bizim görevimiz, onların başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmalarına engel olan bu bariyerleri aşmalarına yardımcı olmaktır. Terapide yeterince uzun süre çalıştığınızda, geçmişte terapi sürecinde iyi sonuç alınamayan birini hatırlatan, ancak aslında çalışmaya uygun olan bir hastayı reddetme eğilimine kapılabilirsiniz.

    Bir keresinde, başka bir şehirde çalışan bir terapist beni arayarak, bölgeye taşınacak olan bir hastasını kabul etmeye istekli olup olmadığımı sordu. Bu hasta hakkında biraz bilgi almak istedim ve terapist, çok fazla ilerleme kaydedemediklerini isteksizce kabul etti. Ancak hemen ardından, bu hastanın -Debra’nın- 20’li yaşlarının başında, zeki ve zaman zaman sevimli biri olduğunu ekledi. Terapist, Debra’nın terapi sürecinde ilerleme kaydetme potansiyeline sahip olduğunu bana güven vermeye çalışarak belirtti. Bu terapistle telefonda konuşurken, bana tam anlamıyla dürüst davranmadığına dair içgüdüsel bir hisse kapıldım. Ancak yine de, Debra ile yüz yüze görüşüp iyi bir uyum sağlayıp sağlayamayacağımızı görmek için bir randevu ayarlamayı kabul ettim.

    İlk seansımız için Debra ile tanışmak üzere bekleme odasına gittiğimde, her zamanki gibi elimi uzatarak kendimi tanıttım. O ise gözlerini yere indirerek utangaç bir şekilde zayıf bir yarım tokalaşma sundu. Onun utangaçlığı benim için bir sorun değildi, ancak olağanüstü zayıf tokalaşması bende olumsuz bir tepki uyandırdı. Terapi sürecinin başlarında yalnızca ilişkisel geçmişe odaklandığım için, geçmişteki ilişkileri hakkında bilgi almak istedim. Ancak aile çevresi dışında neredeyse hiç ilişkisi olmadığını açıkladı. Daha önce üç farklı terapistle çalışmış ve ergenlik yıllarından itibaren sürekli olarak terapi sürecinde olmuştu. Burada terapistlerin onun için bir tür can simidi işlevi gördüğüne dair bir kalıp oluşmaya başladığını fark ettim. Ailesinin mal varlığı sayesinde, temelde terapistleri kendisine eşlik etmeleri için ödeme yapabiliyordu. Her zaman psikanalitik yönelimli bir terapist seçiyor ve görünüşe göre analitik sürece dahil olmak amacıyla hemen haftada birden fazla seans planlıyordu.

    Debra’ya karşı açık ve dürüst oldum. Ona, terapinin, onun kendi başına başarılı bir şekilde yolunu bulmasını kolaylaştırmak yerine, dışarıdaki ilişkilere alternatif olması konusunda endişeli olduğumu söyledim. O ise, bunun böyle olmadığını ve sadece daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. Ancak, ilişki geçmişinin zayıf olması ve benim ona karşı gerçek bir ilgi hissetmemem nedeniyle, aslında onu başka bir terapiste yönlendirmeliydim. Buna rağmen, Debra’nın başka terapistlerle görüşmeye isteksiz olması, onu yönlendiren meslektaşımın bir an önce yeni bir terapistle çalışmasını sağlama konusundaki endişesi ve benim boş seans saatlerimin olması gibi faktörlerden etkilenerek, onunla çalışmayı kabul ettim. Kendisine karşı güçlü olumsuz hisler beslemediğim için, tedavisini üstlenmeye karar verdim.

    Debra ile terapi sürecinin ilk yılı oldukça iyi geçti. Kendini aşırı kırılgan bir şekilde ifade ettiğinden, benim ona bu şekilde yaklaşmamam hoşuna gitti. Önceki terapistleri, onun çok sık yaşadığı intihar takıntılarını tetikleme korkusuyla yüzleşmekten kaçınmışlardı. Bana intihar etmeyi düşündüğünü söylediğinde, “Kime öfkelisin?” diye sordum. Yavaş yavaş daha iyi olmaya başladı. Benimle göz teması kurma becerisi arttı, artık sadece benim sorularımı beklemek yerine kendiliğinden daha fazla konuşmaya başladı ve depresif semptomlarında önemli bir azalma yaşadı. Debra, iş yerindeki insanlarla daha fazla konuşmaya başladı, ancak hâlâ hiçbir sosyal ilişkisi yoktu. Buna ek olarak, egzersiz yapmaya başladı, bu da hem duygusal hem de fiziksel olarak kendisini daha iyi hissetmesini sağladı.

    Ancak, terapinin ikinci yılına girdiğimizde, Debra’nın artık iyileşme göstermediğini, hatta yeniden depresyona girmeye başladığını fark ettim. Bu geriye gidişi anlamaya çalışarak Debra ile bu konu hakkında konuşmaya başladım. Hayatında hiçbir şey değişmemişti, ancak yine de kaçınılmaz bir şekilde ilk başladığımız zamanki pasif-bağımlı ve ağır depresif zihniyetine geri dönüyordu. Psikiyatristi antidepresan dozunu artırdı, ancak bu da belirgin bir iyileşme sağlamadı. Debra, her Pazartesi seansına düzenli olarak geliyor ve tuhaf bir gülümsemeyle, hafta sonu boyunca egzersiz yapmadığını ve herhangi bir sosyal temas kurmadığını söylüyordu. Aslında evden hiç çıkmamıştı. Doğal olarak, bu durumu tersine çevirmek için aklıma gelen her müdahaleyi denedim. Ancak hiçbir şey işe yaramadı. Sonunda ona, önceki terapilerinin de benzer bir süreç izleyip izlemediğini sordum. Evet, öyle olduğunu söyledi. Ayrıca, bu terapide diğer tedavilere kıyasla çok daha fazla ilerleme kaydettiğini de belirtti.

    “Yani, ilerleme kaçınılmaz olarak kayboluyor ve başladığın duruma geri mi dönüyorsun?” diye sordum.

    “Evet,” diye yanıtladı. “Belki bu sefer farklı olur diye düşündüm, ama olmadı.”

    Bana özellikle garip gelen şey, Debra’nın bunu herhangi bir duygu veya kaygı belirtisi göstermeden söylemesiydi. Kendi kendini sabote eden davranışlarını anlatırken sürekli hafif bir gülümseme sergiliyordu. Çocukken ağır bir şekilde kontrol altında tutulmuştu, bu yüzden kimsenin ona fazla yaklaşmasına izin vermiyordu. Ve biri üzerinde inkâr edilemez bir şekilde olumlu bir etki yarattığında, bu etkiyi geçersiz kılma ihtiyacı duyuyordu. İkimiz de büyük bir enerji harcamış olmamıza rağmen, Debra’nın aslında gerçekten iyileşmediğini fark ettim. Onu terapiye kabul ettiğim için pişmanlık duydum. Sonunda ona, tedaviye yanıt vermeyen bir hastayı tedavi etmeye devam etmenin etik olmadığını düşündüğüm için yeni bir terapist bulmasının zamanının geldiğini söyledim. Bu durum onu üzse de, çözümü ailesinin yaşadığı şehre geri taşınmakta buldu.

    Bundan sonra, hayatının sorumluluğunu üstlenmeyen ve terapi sürecine gerçekten dahil olamayan bir hastayı asla kabul etmeyeceğime dair kendime söz verdim. Yaklaşık 15 yıl sonra, bu kitap boyunca hakkında konuşacağım Rebecca adını verdiğim bir danışan, terapi için bana geldi. Kısa bir süre önce bölgeye taşınmıştı ve iyi bir terapist bulmak için internet üzerinden araştırma yapmıştı. Önceki terapistiyle kötü bir deneyim yaşadığı için, bir sonraki terapistini dikkatlice seçmek istiyordu. Rebecca, Google’da benim adımı buldu ve yazılarımı, konuşmalarımı inceledi. Yazdıklarımdan bazılarını okuyarak, kendisi için en iyi seçeneğin benim olduğuma karar verdi. Beni arayarak bir randevu aldı. Onunla tanışmak için bekleme odasına girdiğimde, gördüğüm manzara beni şaşkına çevirdi. Karşımda, tıpkı Debra’ya benzeyen 20’li yaşlarında bir kadın duruyordu. Aynı içine kapanık, pasif tavır, benzer ten rengi ve vücut yapısı -ve aynı şekilde göz teması kurmada zorluk yaşıyordu. Ayrıca yavaş, neredeyse sürüklenerek yürüyen depresif bir duruşa sahipti. İlk tepkim şuydu: “Bu kişiyi tedavi etmek istemiyorum. O, Debra’ya fazla benziyor ve aynı deneyimi tekrar yaşamaya hiç niyetim yok.” Oturup neden beni görmek istediği hakkında konuşmaya başladığımızda, Debra ile daha da fazla ortak noktası olduğunu fark ettim. İkisi de birçok farklı terapist ile çalışmıştı ve ikisi de ağır depresyon ve intihar düşünceleri nedeniyle hastaneye yatırılmıştı. Buna ek olarak, Rebecca’nın kendine zarar verme (kesme) geçmişi vardı. Ona, mesai saatleri dışında telefon görüşmeleri ve olası hastaneye yatış gerektiren hastaları kabul etmediğimi söyledim. Bu tür vakaları daha genç meslektaşlarıma bıraktığımı ve isterse onu bu konuda deneyimli bir terapiste yönlendirmekten memnuniyet duyacağımı belirttim. Ancak Rebecca kararlıydı.

    “Ama sizden hoşlandım ve yazdıklarınızı okuduktan sonra benim için en iyi terapist olacağınızı düşünüyorum. Size fazla yük olmam. Durumumu yönetebilirim, sizi aramam ve kesinlikle tekrar hastaneye yatmak istemiyorum.”

    Ona, beklenmedik duygusal olaylarını gizlemek zorunda kalmasının onun yararına olmadığını ve gelecekte hastaneye yatıp yatmayacağını kontrol edebileceğini düşünmenin kendisine haksızlık olacağını açıkladım. Onun için en iyisinin başka bir terapiste gitmek olacağını söyledim. İlk başta, beni kabul etmem için mücadele etmesinin yalnızca reddedilmek istememesinden kaynaklandığını düşündüm. Ancak zamanla, onun Debra ile tamamen aynı olmadığını fark ettim. Paylaştıkları pek çok ortak nokta olmasına rağmen, aynı zamanda birbirlerinden önemli ölçüde farklıydılar.

    Rebecca’nın kararlılığından etkilendiğim için ona başka tanısal sorular sormaya başladım ve onun ilişkilerini sürdürebildiğini, hatta uzun süredir devam eden birkaç arkadaşı olduğunu keşfettim. Ayrıca ailesine, özellikle de koruyucu hisler beslediği küçük erkek kardeşine oldukça yakındı. Onu Debra’dan en çok farklı kılan şey, benimle etkileşime girmekten çekinmemesi ve tedavi edilebilir olduğunu bana kanıtlamak için çaba göstermesiydi. Bir şeye ihtiyacı olduğunda pasifliği kayboluyordu. Rebecca ayrıca esprili ve eğlenceli bir yan sergiliyordu ve hatta beni, onu tedavi etmekte bu kadar isteksiz olmam konusunda mizahi bir şekilde alaya alacak kadar ileri gitti. Bu hoşuma gitti. Birkaç dakika sonra, ondan hoşlandığımı ve pasif, zayıf görünümünün altında mücadeleci bir ruh taşıdığını fark ettim. Onu tedavi etmeyi kabul ettim ve Debra ile yaşadığım deneyimin aksine, bu terapi süreci kariyerimdeki en başarılı tedavilerden biri oldu.

    Geçmiş deneyimler ve kişisel önyargılar, danışanlara yönelik ilk tepkileri belirgin şekilde etkileyebilir. Ancak, terapistlerin, hakkında iyi hissetmedikleri danışanları kabul etmeye, onları erkenden başka bir terapiste yönlendirmekten daha yatkın olduklarına inanıyorum. Muhtemelen bir danışanı başka bir terapiste yönlendirmenin önündeki en büyük engel, bunu danışana nasıl dile getireceğini bilememektir. Bunu, onun duygularını incitmeden ya da terapiye devam etme isteğini kırmadan ifade etmek zor olabilir. Ancak unutmayın ki, eğer bu kişinin sizinle iyi bir uyum sağlayamayacağını biliyorsanız, danışan da bunu bir düzeyde fark ediyordur.

    Terapist, uyumu değerlendirme konusunda birincil sorumluluğa sahiptir. Eğer terapist emin değilse, doğal olarak bir sonraki seans için randevu verir ve potansiyel uyumu değerlendirmek için biraz zaman tanır. Ancak, eğer daha ilk görüşmede uyum olmadığını fark ediyorsanız -ki çoğu terapistin bunu hemen anladığını düşünüyorum- danışana onun bir meslektaşınızla daha iyi çalışabileceğini basitçe söyleyebilirsiniz. Eğer başka terapistlerle birlikte (group practice) çalışıyorsanız, muhtemelen danışanla daha iyi çalışabilecek bir çalışma arkadaşınız vardır. Eğer özel muayenehanede çalışıyorsanız, yönlendirebileceğiniz birçok farklı seçenek bulunur. Bu süreci kolaylaştırmanın bir yolu, ilk görüşmenin amaçlarından birinin terapist ile danışanın uyumunu değerlendirmek olduğunu en baştan açıklamaktır. Eğer danışan için yanlış kişi olduğumu düşünüyorsam, ona şöyle bir şey söyleyebilirim: “Semptomlarınızı ve yaşadığınız sorunları dinledikten sonra, meslektaşım Dr. A.’nın bu alanda daha deneyimli olduğunu ve sizin için daha uygun bir terapist olabileceğini düşünüyorum.”

    Böyle bir şey söylemeden önce, zihnimde durumu değerlendirir ve bu danışanla iyi çalışabilecek birini bulmaya çalışırım. Uygun olabilecek bir terapistin adını belirledikten sonra, mümkünse birkaç isim öneririm ve danışana, eğer bu kişilerle uyum sağlayamazsa beni arayabileceğini ve başka isimler bulabileceğimi söylerim. Bazen bu süreç, danışanın ilk kez telefonla ulaştığında gerçekleşir; ya kişiyle ilgili hemen olumsuz bir hisse kapıldığım için ya da onun benim sahip olmadığım özel bir uzmanlık veya deneyim gerektiren bir sorunu olduğu için. Birini terapiye kabul etmemek doğası gereği kaygı yaratabilen bir durumdur, ancak başarılı olma ihtimali düşük bir sürece girmektense, onu uygun bir terapiste yönlendirmek daha iyidir. Başarılı bir terapi süreci yürütmek, terapist ve danışan iyi anlaştığında ve ilişki hakkında iyimser hissettiklerinde bile zorlu bir iştir. Hem terapist hem de danışan, başarısızlığa değil, başarıya ulaşmak için makul bir fırsatı hak eder.

    BAĞ KURAMAMA [Terapötik Sürece Dahil Olamama]

    Barrett, Wee-Jhong, Crits-Cristoph ve Gibbons (2008), bir danışanın terapisti kaç kez gördüğüne dair istatistiklerde gerçek bir değişiklik olmadığını rapor etmektedir. Yapılan bir inceleme sonucunda, danışanların %50’sinin üçüncü seanstan önce terapiyi bıraktığı, %35’inin ise sadece tek bir seanstan sonra süreci sonlandırdığı bulunmuştur. Çoğu danışan altı ila sekiz seanstan fazla devam etmemektedir; bu da temel bir davranışsal müdahale için önerilen 11–13 seanslık sürenin altında kalmaktadır. Bu oranlar, hem kurumsal hem de özel terapi ortamları için geçerlidir ve ücretin bir faktör olmadığı görülmüştür; çünkü tedavinin ücretsiz olduğu durumlarda bile istatistikler değişmemektedir. Görünüşe göre birçok danışan, tek bir seansın ardından ya da ilk birkaç seanstan sonra terapiye devam etmek istemediğine karar vermektedir. Yardıma ihtiyacı olduğunu kabul etmenin, bir terapisti aramanın ve ilk seansa endişeyle gelmenin ne kadar zor olabileceği göz önüne alındığında, neden bu kadar az insan terapiye devam etmektedir?

    Danışanlar, bir terapistle uyumsuz olduklarını kendi başlarına belirleyip, ardından başka bir yerde tedavi aramaya mı karar verirler? Bazıları bunu yapabilir, ancak çoğunun yapmadığını düşünüyorum. Bu istatistikler bana, terapistlerin özellikle ilk bir veya iki seansta danışanlarını duygusal olarak sürece daha iyi dahil etme konusunda daha başarılı olmaları gerektiğini göstermektedir.

    Terapistlerin hoşlanmadıkları ve bağ kuramadıkları hastaları tedavi etmemeleri gerektiğini vurgulasam da, bu tür hastaların çoğunluğu oluşturmadığı da bir gerçektir. Peki, yeterince sempatik olan ve terapiye ilgi duyan hastalar ne olacak? Neden tedavide daha uzun süre kalmıyorlar? İlk görüşmede ne oluyor ya da ne eksik kalıyor ki onları terapiye devam etmekten caydırıyor?

    Terapistler, yeni biriyle tanıştıklarında herkes gibi anksiyete yaşarlar. Yeni terapistler, doğal olarak deneyimli terapistlere kıyasla daha fazla anksiyete hissederler. Asıl soru, terapistler yeni bir danışanla tanışma ve onunla çalışıp çalışmamaya karar verme sürecinde kendi anksiyetelerini nasıl yönetirler? Ve kullandıkları duygulanım düzenleme yöntemleri uyumlu mudur -yani gerçekten işe yarar mı? Danışanların terapiyi bırakma oranı göz önüne alındığında, bu yöntemlerin etkinliğini sorgulamak yerinde olacaktır.

    Barrett ve diğerleri (2008), erken sonlandırmanın genellikle ya terapötik sürece dahil olamama ya da terapötik ittifakta meydana gelen bir bozulma veya çatışmanın ele alınmaması nedeniyle gerçekleştiğini öne sürmektedir. Ancak, olumsuz hisleri ele almanın zorluklarını da kabul etmektedirler. Bu konuda şöyle derler:

    “Zayıf terapötik ittifakları fark etmek ve ele almak zor bir süreçtir. Örneğin, Regan ve Hill (1992), hem terapistlerin hem de danışanların özellikle olumsuz hisler olmak üzere, olumsuz şeyleri dile getirmekten kaçındıklarını bulmuştur. Olumsuz şeylerin söylenmeden bırakılması özellikle endişe vericidir, çünkü yapılan bir çalışmada terapistlerin, danışanların dile getirmediği düşüncelerin yalnızca %17’sinin farkında olduğu görülmüştür. Hatta uzun süreli deneyime sahip terapistler bile gizli olumsuz hisleri yalnızca %50’den daha az bir oranda tespit edebilmiştir.” (s. 256)

    Açıkça görülüyor ki, terapistlerin duygulanımı yönetme konusundaki zorlukları, olumsuz hislerle rahat olamamaları ve yeni danışanlarla yapılan nazik yüzleşmelerden kaçınmaları, terapötik ilişkiyi kurmayı daha da zorlaştırmaktadır.

    Terapötik ittifakın en baştan güçlü bir şekilde kurulmasını engelleyebilecek bir diğer olası faktör, aslında ilişki kurmayı zorlaştıran bazı geleneksel terapist davranışlarıdır. Öykü alma süreci bunlardan biri olabilir. Hirsch (2008), danışanın öyküsünün doğal olarak, terapistle kurulan diyalog içinde ortaya çıkmasına izin vermeyi tercih etmektedir. Ben de bu görüşe katılıyorum ve not almanın, belirlenmiş soru listelerine bağlı kalmanın, sigorta formları ve diğer evrak işleriyle uzun süre ilgilenmenin, danışanlarla duygusal bağ kurmaya engel teşkil ettiğini düşünüyorum. Bir danışan terapiye geldiğinde, genellikle sıkıntı içinde ve gergin olur. Yeni danışanlarla tokalaşmak çoğunlukla terli ve sıcak avuç içlerini ortaya çıkarır. Danışanın kendisi hakkında rahatça konuşmasını sağlamak, ilk hedefimiz olmalıdır. Sunabileceğimiz en iyi şey, onlara mümkün olan en erken aşamada endişelerini dile getirme fırsatı sunmak ve dinleme yeteneğimizi ve empati kurma becerimizi göstermektir. Eğer belirli bir danışanla iyi çalışamayacağımıza karar vermediysek, ona savunmasız, zayıf, utanç verici ya da mahcup hissetme korkularını aşmasında yardımcı olmamız gerekir.

    İlk seanslar terapistler için de zordur, çünkü genellikle yoğun duygusal olaylar içerir ve tanımadığımız bir kişinin üzerimizde yaratacağı etkiye hazır olmayabiliriz. Tıpkı danışanlarımızın bizim onları reddetmemizden ya da anlamamamızdan korkması gibi, bizim de bilinçdışı düzeyde, onların anksiyetesi, acısı veya umutsuzluğu karşısında bunalmaktan korktuğumuzu düşünüyorum. Zamanla, danışanlarımızın duygu ifadelerine uyum sağlamayı öğreniriz. İçsel tepkilerimizi duyma ve düzenleme konusunda bir bağlam geliştiririz. Ancak ilk seanslar kaçınılmaz olarak bilinmezliğin getirdiği korkuyu barındırır. Bu korkunun farkında olmak, ilk görüşmeden önce terapistlerin, yoğun bedensel tepkiler verme olasılığıyla ve duygusal bir danışanın karşısında kendilerini içsel olarak biraz kontrolden çıkmış hissetme riskiyle başa çıkmalarına yardımcı olabilir. Karşı aktarımsal duyguları öngörmek ve bunları doğal bir süreç olarak kabul etmek, terapistlerin dikkatlerini danışanın sunduğu duygulanımla yüklü materyale odaklı tutmalarına yardımcı olabilir. Böylece, aile öyküsü almak gibi dikkat dağıtıcı unsurlara yönelmek yerine, danışanın getirdiği duygusal içeriğe doğrudan temas etmek mümkün hale gelir.

    Not almak, terapötik sürece önemli bir engel oluşturur çünkü yüz yüze teması ve sözsüz duygulanımsal iletişimi kesintiye uğratır; oysa bunlar, terapötik ilişkinin kurulmasında hayati öneme sahiptir. Seans sırasında sürekli not tutan terapistlerin, ne zaman yazmaya karar verdiklerine dikkat etmeleri faydalı olabilir. Bunu yaptıklarında, genellikle danışanın hayatına dair önemli gerçekleri ortaya koyduğu anlara değil, kendi içsel duygusal deneyimlerine yanıt verdiklerini ve bunları düzenlemeye çalıştıklarını fark edeceklerdir.

    DANIŞANIN KENDİSİ HAKKINDA SÖYLEDİKLERİNE DİKKAT ETMEK

    Danışanlar, tıpkı diğer ilişkilerde olduğu gibi, ilk seansta kendileri hakkında esasen önemli bir şey söylerler. Örneğin, biri şaka yollu “Kız arkadaşıma patolojik bir yalancı olduğumu söyledim, ha ha” derse, bu kişiyle çalışırken sıklıkla gerçeği çarpıttığını fark etmeniz muhtemeldir. Başka bir danışan “Ben ilişki kurmada hiç iyi değilim. Hiçbir ilişkim yolunda gitmez” diyebilir. Bu kişinin söylediklerini hemen kesin bir yargıya vararak değerlendirmem, ancak terapötik ilişkinin de sorunlu olacağını ima ettiğini kabul ederim. (Tedaviye yönelik prognozu belirlerken, danışanımın uzun vadede herhangi bir ilişkiyi sürdürebilip sürdüremediğini göz önünde bulundururum. Uzun süreli bir ilişkiyi sürdürememe, kötü bir prognozun göstergesidir.)

    Başka bir danışan, görece sağlıklı ve yüksek işlevselliğe sahip biri gibi görünebilir. İyi giyimli, çekici ve kendini iyi ifade eden biri olabilir. Ancak gayet sıradan bir şekilde, zihinsel olarak ciddi bir sorunu olabileceğini sıkça düşündüğünü dile getirebilir. Muhtemelen haklıdır. Terapistler, danışanlarının en iyi yönlerini görmek ve onlara yardımcı olabileceklerine inanmak isterler. Ancak yine de, danışanların kendileri hakkında söylediklerini ciddiye almalıyız. Onların ifadelerini sadece düşük benlik saygısı ya da depresyonun bir yansıması olarak görme dürtüsüne direnmeliyiz. Bu sözler, aslında danışanın terapist için bir uyarısıdır -terapötik süreçte bizzat deneyimleyeceğiniz şeylerin habercisi olabilir.

    Danışanların terapinin başındaki davranışları, söyledikleri kadar kendilerini açığa vurucu olabilir. Geç gelen, oturma seçeneği sunulduğunda terapiste mümkün olduğunca uzak bir yeri tercih eden, sadece utangaç değil, aynı zamanda kaçınmacı davranan danışanlar -tüm bu davranışlar, terapötik sürecin ilerleyen aşamalarında neler bekleyebileceğinize dair önemli ipuçları sunar.

    Doğrusu, danışanların kendileri hakkında söyledikleri olumlu şeyler de büyük olasılıkla doğrudur. Genellikle insanlarla iyi anlaştığını ve sevilen biri olduğunu söyleyen bir kişi, muhtemelen sizin de seveceğiniz biri olacaktır. Kendisinde yetenek olduğunu ve başarılı olacağını, sadece birkaç şeyi yoluna koyması gerektiğini söyleyen biri de büyük olasılıkla haklıdır. Hepimiz, şu anki durumumuz ve olası geleceğimiz hakkında tahmin ettiğimizden çok daha fazla bilgiye sahibiz.

    TERAPİSTİN DANIŞANIN DENEYİMİNE TAM DAHİL OLUŞU (İMMERSİYONU)

    Mesleğimizin en büyük faydalarından biri, işimizin gereklilikleri nedeniyle kendi günlük sorunlarımızı ve küçük krizlerimizi bir kenara bırakmaya zorlanmamızdır. Ancak, yeni terapistler için bu süreç daha zorlu olabilir; çünkü fazla bilinçli olma ve başarısızlık korkusu, danışanı gerçekten dinleme yetilerini engelleyebilir. Hill, Stahl ve Roffman (2007), yeni terapistlerin genellikle çok fazla kapalı uçlu soru sorduklarını, danışanlarına tavsiye verdiklerini, kişisel bilgilerini paylaştıklarını ve arkadaşlarıyla gayriresmî yardım süreçlerinde olduğu gibi çok fazla konuştuklarını bildirmektedir (s. 365). Günlük tutarak endişelerini paylaşan yeni terapistlerle yapılan araştırmalar, iyi bir terapist olma konusunda yoğun anksiyete yaşadıklarını ortaya koymuştur. Yeni terapistler, danışanla fazla özdeşim kurma ya da tam tersine yeterince bağ kuramama; seansları yönlendirme konusunda aşırı baskıcı olma ya da fazla pasif kalarak danışanı kendi haline bırakma; etkili, kısa müdahaleler formüle etme konusunda güçlük çekme gibi sorunlar bildirmiştir. Yeni terapistlere yönelik bu kapsamlı araştırmalar, onların klinik materyali nasıl ele alacakları konusunda daha fazla yönlendirmeye ve aynı zamanda kendileriyle ilgili farkındalıklarını artırmaya ihtiyaç duyduklarını göstermektedir.

    Peki, ne zaman müdahale etmeli ve ne zaman sessiz kalmalısınız? Genellikle, ilk soruyu sorduktan sonra -“Bugün sizi buraya getiren nedir?” ya da “Size nasıl yardımcı olabilirim?”- mümkün olduğunca sakin ve sessiz kalmam gerektiğini varsayarım. Çoğu danışan, terapistin fazla müdahalesine gerek kalmadan tüm seans boyunca konuşacaktır. Bazen empatik bir yorum veya yönlendirici bir soru, anlatının akışını sürdürmek için gerekli olabilir, ancak genellikle fazlasına gerek yoktur.

    Çok utangaç veya korkmuş bir danışan, daha temkinli olabilir ve daha fazla güvenceye ve yönlendirmeye ihtiyaç duyabilir. Ancak bu tür danışanlar, bunu kısa sürede bize belli ederler. Geçmişte terapötik süreçte sessizliğin fazlasıyla vurgulandığını düşünüyorum, ancak günümüzde birçok eğitim programında yeterince üzerinde durulmadığını görüyorum.

    Eğer bir danışan, söylediklerini ya da hissettiklerini anlayıp anlamadığınızı sorarsa, dürüst olun. Anlamıyorsanız, bunu açıkça ifade edin. Örneğin, “Bunu söylediğinizde tam olarak neyi kastettiğinizden emin değilim…” ya da “Olanlar karşısında daha çok üzüntü mü yoksa daha çok öfke mi hissettiğinizi tam olarak anlayamıyorum” gibi ifadeler, danışanın kendisini daha iyi açıklamasına yardımcı olacaktır. Hiçbir danışan, terapistin mükemmel olmasını beklemez. Dürüst olmak, danışanın deneyimini saygıyla ele alma ve anlamaktan emin olmadığınızda bunu kabul etme isteğinizi gösterir. Eğer danışan, cümlelerini yarım bırakıyorsa ya da kendini o kadar belirsiz ifade ediyorsa ki ne demek istediğini anlayamıyorsanız, bunun farkında olması gerekir. Ona, bu geri bildirimi vermenizin sebebinin, onu anlamanın sizin için önemli olması olduğunu açıklayın.

    Yeni terapistlerin en sık yaptığı hatalardan biri, daha fazla konuşmaları gerektiğini varsaymalarıdır. Bir danışan bir yanıt beklediğinde duraklar, size bakar veya doğrudan bir soru sorar. Bilginizi göstermek için hemen konuşmaya başlamak ya da çok hızlı şekilde peş peşe sorular sormak, danışanın duygularını derinlemesine ifade etmesini teşvik etmek yerine, onu yüzeyde tutma eğilimi yaratacaktır.

    Yeni terapistler genellikle danışanın sorununu çözmeleri gerektiğine inanırlar ve buna göre hareket ederler. Ancak, danışana doğrudan “Sizce burada asıl sorun nedir?” diye sormak ve onun kendi deneyimi üzerine düşünmesini sağlamak, sorunu hızla çözmeye çalışmaktan çok daha terapötik olacaktır.

    Danışanların sadece konuşarak bile ne kadar büyük bir rahatlama yaşadıklarını görmek beni hâlâ şaşırtıyor. Terapistler, sessizce oturup doğal duygusal tepkilerinin yüzlerinde kelimesiz bir şekilde belirmesine izin verdiklerinde, hiçbir şey yapmadıklarını hissedebilirler. Ancak bunun gerçek hayatta ne kadar nadir yaşandığını düşündüğünüzde, sıkıntı içindeki biri için ne kadar değerli olabileceğini anlayabilirsiniz. Çoğu insan, sorunlarını bir arkadaşına veya aile üyesine anlattığında, hızla “Ah evet, bana da benzer bir şey olmuştu.” gibi bir yanıt alır ve dinleyici, o noktada anlatıyı keserek kendi hikâyesine geçer. Oysa sessiz, şefkatli ve gerçekten dahil olan bir dinleyici, terapi arayışındaki biri için oldukça nadir bulunan ve büyük takdir gören bir deneyimdir.

    KAVRAYIŞINIZI DEĞERLENDİRMEK [GAUGING YOUR UNDERSTANDİNG]

    Ne zaman konuşmanız gerektiğine nasıl karar verirsiniz ve nereden başlamak en iyisidir? Danışanlar, bir yanıt beklediklerini konuşmayı durdurarak belli ederler. Yüzlerinde sorgulayıcı bir ifadeyle doğrudan size bakabilirler ya da söylediklerini anladığınızı düşünüp düşünmediklerini doğrudan sorabilirler. Terapinin erken aşamalarında kısa ve empatik ifadeler, danışanın kendini daha derinlemesine keşfetmesini kolaylaştırmada genellikle etkili olur. Uzun zamandır başarılı bir dinleme ölçütü olarak kullandığım şeylerden biri, danışanımın söylediklerini ya da hislerini anladığımı ifade ettiğimde, onun “Kesinlikle” ya da “Evet, aynen öyle” gibi onaylayıcı yanıtlar vermesidir.

    Lisansüstü eğitimimdeki ilk teknik dersimde, profesörümüz bizi bir ajansın gönüllü danışanlarıyla röportaj yapmaya ve bu görüşmeleri ses kaydına almaya yönlendirdi. Daha sonra, kayıttan 10 dakikalık bir bölümü seçmemizi ve bunu yazıya dökmemizi istedi. Ayrıca, transkripti iki sütuna ayırmamız gerekiyordu; sol tarafa danışanın ifadelerini, sağ tarafa ise bizim yanıtlarımızı yazacaktık. Bu egzersiz benim için son derece değerliydi, çünkü sadece seansta bulunarak fark edemediğim şeyleri “okuyabilme” fırsatı yakaladım. İçgüdüsel olarak seansın iyi geçtiğini ve danışanımın endişelerini anladığımı düşünmüştüm. Ancak, transkripti okumak benim için adeta bir aydınlanma anıydı. Birdenbire, hangi noktalarda terapötik bir yanıt verdiğimi ve hangi noktalarda hatalı yaklaştığımı açıkça görebiliyordum. Tam olarak yerinde bir yanıt verdiğimde, danışan hemen “Kesinlikle”, “Evet, aynen öyle” gibi onaylayıcı ifadeler kullanıyordu. Eğer “Sanırım” ya da “Galiba” gibi belirsiz yanıtlar veriyorsa, biraz hedefin dışında olduğumu anlıyordum. Eğer gözlerini kaçırıyor, sessiz kalıyor ya da konuyu değiştiriyorsa, verdiğim yanıtın hedefi tamamen ıskaladığını biliyordum.

    Özellikle dikkat çekici olan şey, kendi ilgisizliğim veya savunmacı tepkim nedeniyle konuyu değiştirdiğim anlardı. Danışanımın bu duruma verdiği tepki beni şaşırttı: Vazgeçmedi. Birkaç dakika içinde aynı konuya geri döndü ve bana tekrar yanıt verme fırsatı sundu. O dönemde profesörümün söylediği ve sonraki klinik deneyimlerimle de doğrulanan şey şuydu: Bu neredeyse her zaman böyle olur. Danışanlarımız, kendileri için önemli olan bir şeyi aktarma çabalarından genellikle vazgeçmezler. İhtiyaç duydukları tepkiyi almak için denemeye devam ederler. Bu erken dönem eğitim deneyiminden, en ağır psikolojik sıkıntıları yaşayan danışanların bile dirençli olduklarına dair büyük bir saygı kazandım. Danışanlarımın bana her zaman ikinci bir şansı vereceğini anlamak benim için büyük bir rahatlık sağladı. Anksiyetem azaldı, önemli bir şeyi kaçırıp terapinin gidişatını bozma konusundaki kaygım azaldı. Tabii ki, ne kadar az kaygılı ve endişeli olursam, duygusal olarak o kadar daha fazla anda kalabiliyor ve danışanlarıma daha dikkatli şekilde odaklanabiliyordum.

    Yeni terapistlere, seanslarını kaydetmelerini tavsiye ediyorum, çünkü bu süreç son derece öğretici sonuçlar doğurur. Yalnızca yanıtlarımızın hangi noktalarda hedefi ıskaladığını belirlemekle kalmaz, aynı zamanda danışan ve terapist arasındaki etkileşimde bizi konudan uzaklaştıran şeyin ne olduğunu da analiz edebiliriz. Kendime şu soruları sorabilirim: “Neden konuyu değiştirdim? Danışan ne hakkında konuşuyordu ya da ben onunla ilgili ne hissediyordum ki bu beni rahatsız etti ya da ilgimi çekmedi?” Kendi zayıflıklarını görmek konusunda cesur olan bir terapist, bu tür titiz bir öz değerlendirme süreciyle büyük ölçüde gelişim gösterebilir. Kendi acınızla ve zayıflıklarınızla yüzleşmenin sizi yalnızca daha iyi bir terapist yapacağını bilmek, bu sürece motive edici bir anlam kazandırır. Danışanı gerçekten anladığınız ve ona derin bir rahatlama ya da içgörü sunduğunuz anları görmek, öz değerlendirme sürecini hem tatmin edici hem de düşündürücü kılar. Danışanı değil, etkileşimi incelemeye yönelik bir alışkanlık geliştirmek, keşfetmek için yeni bir dünyanın kapısını açar.

    TEMEL EMPATİ

    Psikoterapi öğrencilerinin çoğu, eğitimlerinin erken aşamalarında empati (emphaty) kavramıyla tanışır. Başkalarının ifadelerini yeniden formüle etmeyi ve özellikle doğrudan ya da örtük olarak ifade edilen duygulara odaklanmayı pratik ederler. Ancak daha yüksek düzeyde empati, yeni terapistlerin genellikle papağan gibi tekrar ettiği yüzeysel yanıtları aşmayı, danışanın beden dilini, duygularını yüz ifadesiyle nasıl ortaya koyduğunu ve dile getirdiği düşüncelerin altında yatan anlamları bütüncül bir şekilde gözlemlemeyi gerektirir. Danışanın inkâr içinde olduğu ya da hissettiği duygular nedeniyle suçluluk duyduğu durumlarda, terapistin onun gerçekte ne hissettiğini yansıtabilmesi son derece özgürleştirici olabilir.

    Bazen bazı danışanlar, terapistin empatik ifadelerini reddederler (McWilliams, 2004). Empatinin bazı insanlar tarafından geri çevrilmesi mantıksız gibi görünse de, bu durum terapist için süreci önemli ölçüde zorlaştırabilir. Empati karşısında diken diken olan ve sinirlenen danışanlar, zayıflık veya acıyı kabul edemedikleri için böyle tepki verebilirler; çünkü bu durum onları aşağılanmış hissettirebilir. Bu kişiler için empati, acınmak ile eşdeğer olabilir ve kimse acınmak istemez. Bu nedenle, empatinin dozuna dikakt edilmeli, empati az ve kademeli miktarlarda verilmelidir.

    Rebecca, bu bölümün başlarında tanıttığım danışan, birkaç terapistle görüştükten sonra beni seçtiğini ve bunun nedeninin “terapist sesi”ne sahip olmamam olduğunu söyledi. Ona tam olarak neyi kastettiğini sorduğumda, aşırı müşfik ve yapay bir şekilde yatıştırıcı bir ses tonu kullanan birini taklit etti; bu, açıkça samimiyetsiz bir tavrı yansıtıyordu. Birçok terapistin danışanlarına karşı küçümseyici bir yaklaşım sergilediğini, böylece danışanlarıyla aralarında otomatik olarak bir üstünlük ilişkisi kurduklarını düşündüğünü söyledi. Ona, duygusal tonu “zavallı bebeğim” anlamına gelen bir terapist gerekmiyordu. Daha saygılı ve eşitlikçi bir ilişki arıyordu. Ayrıca, duygularını açıkça ifade etmeyen biri olduğu için, aşırı duygusal tonda olmayan empatik ifadeleri tercih ettiğini belirtti.

    Hangi danışanların terapistin empati ve anlayış gösterme çabalarını reddedeceğini tahmin etmek zor olabilir. Narsisistik ya da borderline özellikler gösteren bazı danışanlar yalnızca empati beklemekle kalmaz, aynı zamanda yeterince empati görmediklerinde bunu sert bir şekilde eleştirebilirler. Tanı, bir danışanın terapistin empatik yanıtlarını kabul edip etmeyeceğini her zaman kesin olarak tahmin etmez. Çoğu danışan, terapistin empati olarak sunduğu ile kendisinin empati olarak deneyimlediği şey arasındaki farkı hızla belli eder.

    Örneğin, Rebecca annesinin kendisini zaman zaman aşağılayıp sözlü olarak istismar ettiğini anlattığında, ona “Bu, hislerini incitmiş olmalı.” dedim. O ise “Evet, sanırım öyle.” diye isteksiz bir yanıt verdi. Ardından “Ve seni öfkelendirmiş olmalı.” dedim. Bu sefer hemen öfkelendiğinin farkında olmadığını söyledi ve vücudunu benden uzaklaştırdı. Ardından, annesinin kendisine sadece onu hayal kırıklığına uğrattığı zamanlarda kötü davrandığını belirtti. Annesinin kendi hislerine hakkı olduğunu söyledi ve ona karşı kesinlikle öfkeli olmadığını ifade etti.

    Konuşmamız ilerledikçe, annesinden gördüğü kötü muamelenin sorumluluğunu tamamen kendisine yüklediği netleşti. Annesini suçlamak, onun annesiyle sevgi dolu bir ilişki kurma konusundaki bitmek bilmeyen özlemiyle çelişirdi. Bu nedenle, annesine yönelik olumsuz hislerini yansıtan herhangi bir empatiyi anında reddediyordu. Yeni bir terapist için, danışanın hislerini doğru bir şekilde anlamanın ve yansıtmanın olumsuz bir tepkiyle karşılanması kafa karıştırıcı olabilir.

    Bir danışan, empatimizi reddedebilir çünkü ya empati yanlış bir noktaya yöneltilmiştir (yanıltıcıdır) ya da doğru bir noktaya temas eder ancak bu durum danışanı rahatsız eder. Daha önce, terapistin yanıtlarının doğru ve yardımcı olup olmadığını anlamak için danışandan onay beklemesi gerektiğini belirtmiştim. Peki, empatiyi reddeden bir danışan bu genel kuralla çelişmez mi? Hem evet hem hayır. Terapist gerçekten hedefi ıskaladığında, danışanın tepkisi genellikle soğuk ya da hafif olumsuz olur. Daha önce belirttiğim gibi, beklediği yanıtı alamayan bazı danışanlar konuyu değiştirebilir ya da sessizce gözlerini kaçırabilirler. Ancak, empati karşısında anksiyete, suçluluk veya aşağılanma hisseden bir danışan güçlü bir savunmaya geçer; bu da terapiste hassas bir noktaya dokunduğunu gösterir -ve bu dokunuş danışan tarafından hoş karşılanmaz.

    Peki, empatiyi bir rahatlatıcı unsurdan çok bir diken gibi hisseden bir danışana terapist ne söylemelidir? Deneyimlerime göre, ne kadar az kelime kullanılırsa o kadar iyi olur ve ifadeler ne kadar az dramatik olursa o kadar etkilidir. “Bu senin için zor olmalı” gibi bir cümle genellikle yeterlidir, hatta danışan ciddi travmalar yaşamış olsa bile. Danışan, sizin onu dinlediğinizi, sorular sorduğunuzu, konuşmasını teşvik ettiğinizi ve empatik yüz ifadeleriyle onun duygularını kayda aldığınızı fark edecektir. Bu tür danışanlar için az söz daha fazla etki yaratır.

    Nadiren de olsa, en minimal empatiyi bile sürekli reddeden bir danışanın prognozu genellikle kötüdür. Tedavi ettiğim bir kadın, öfke dışında herhangi bir gerçek duygu ifade edemiyordu (aleksitimi). “Üzgün görünüyorsun” ya da “Öfkeli görünüyorsun” gibi ifadelerime genellikle alaycı bir şekilde yanıt veriyor, çoğu zaman söylediklerimi bana geri yansıtıp, asıl üzgün ya da öfkeli olanın benim olup olmadığını soruyordu. Bu yaklaşım oldukça tatsızdı ve onun hissettiğini düşündüğüm şeyleri söze dökmeye çalışmaktan giderek yorulmaya başladım. Neredeyse her etkileşimi bir güç mücadelesi olarak algılayan danışanlar, temel güven duygusunda ciddi sorunlar yaşarlar ve kendilerini değişim için yeterince savunmasız hale getirmezler.1

    [1Bu vakayı Seduction, Surrender, and Transformation: Emotional Engagement in the Analytic Process adlı kitabımda (Maroda, 1999) paylaştım. Tedavi kısmen başarılı oldu, ancak sonunda fiziksel temas isteği konusunda yaşanan bir çıkmaz nedeniyle sona erdi.]

    AŞIRI EMPATİ TALEPLERİ

    Birkaç yıldır görüştüğüm bir danışan olan Nancy, sürekli olarak abartılı sempati, hatta acıma ifadeleri talep ediyordu. Bu beklentisi karşılanmadığında ise öfkeleniyor, bana duygularını esirgediğimi ve soğuk davrandığımı söylüyordu. Nancy, çocukken hem duygusal hem de fiziksel olarak travmatize olmuştu ve başkalarıyla sağlıklı bir şekilde nasıl ilişki kuracağını öğrenememişti. Annesi baskıcı ve kontrolcü biriydi. Uzun bir süre boyunca Nancy, kendinde de aynı özelliklerin bulunduğunun farkında değildi. Empati talebi, teselli ve sempati arayışı şeklinde olduğu için, bu beklentisinin tamamen makul olduğuna inanıyordu. İstediği tepkiyi alamadığında ise içerliyor ve kendinden emin bir şekilde öfkeleniyor, durumdan büyük bir haklılık payı çıkarıyordu.

    Nancy, örneğin, sürekli olarak kocasından şikâyet ediyor ve hislerinden onu sorumlu tutuyordu. İş yerinde zor bir gün geçirdiğinde, eve girdiği anda kocasının bunu fark etmesi gerektiğini düşünüyordu. Daha tek kelime etmeden, onun ruh halini hemen sezmesini ve empatik bir şekilde anlamasını bekliyordu. Eğer kocası onun sıkıntısını fark etmez ya da bunu hafifletmeye hemen odaklanmazsa, onu duyarsız ve sevgisiz olmakla suçluyordu.

    Nancy, kocasıyla ilgili şikâyetlerini bitirdiğinde, ona karşı herhangi bir sempati hissetmiyordum. Aslında, genellikle kocası için üzülüyor ve onun Nancy’nin duygularından sorumlu tutulduğu uzun evlilik süresince bunu nasıl tolere edebildiğini merak ediyordum. Nancy, empati eksikliğimi fark ediyordu. Çoğu zaman doğrudan gözlerimin içine bakarak bir şey söylememi bekliyordu. Genellikle, “Gerçekten çok üzgün olduğunu ve kocanın bu acını hafifletmesini dilediğini görüyorum.” gibi bir şey söylüyordum. O ise hemen, “Sadece bunu mu söyleyeceksin? Sana ne kadar korkunç hissettiğimi anlatıyorum ve sen sakince oturup sadece üzgün olduğumu görebildiğini mi söylüyorsun?” diyerek tepki veriyordu. Bunun üzerine ona, “Ne söylememi isterdin?” diye sordum.

    Nancy, tıpkı kocasına yaptığı gibi, benden tam olarak ne beklediğini açıkça gösterdi. Yüzüne abartılı bir sempati ifadesi takındı -tıpkı konuşamayan küçük bir çocuğun yaralandığında annesinin sergileyebileceği bir tavır gibi- ve, “Aaaaa, çok üzgün hissetmene gerçekten çok üzüldüm. Bu korkunç bir şey.” dedi. Bunu söylerken, birini teselli edercesine sırtını sıvazlıyormuş gibi havada bir hareket yaptı. Ona, “Gerçekten duymak ve benim yapmamı istediğin şey bu mu?” diye sordum. O da, “Evet.” diye yanıt verdi.

    Ona, bunu yapamayacağımı söyledim, çünkü bu tutumun küçümseyici olacağını -empati yerine acıma anlamına geleceğini- ve benim açımdan duygusal olarak samimiyetsiz olacağını belirttim. Ancak o, bunun umurunda olmadığını söyledi. Yine de böyle bir tepki istiyordu, çünkü ona göre sevgi ve ilgi böyle gösteriliyordu ve kendisi de kocası ve çocukları üzgün olduğunda bu şekilde tepki veriyordu. Gerçekten de çok şey mi istiyordu?

    Bu danışan, onun hakkında yazmama izin verdi ve bu vakayı kitap boyunca ele almayı planlıyorum, ancak bu örnek, terapi sürecindeki karmaşıklığı ve terapistlerin bazen danışanın istediği şeyi dürüstçe veremediklerinde nasıl bir çıkmazda kalabileceklerini göstermesi açısından önemli. Nancy’nin acısı gerçekti ve benim onu anlamamı istiyordu, ancak ben onun talep ettiği tepkiyi veremezdim. Bunun yerine, ona kendisine acımak gibi bir niyetim olmadığını, ancak sık sık büyük bir acı yaşadığını ve çoğu zaman teselli edilemez bir halde olduğunu anladığımı açıkladım. Zamanla, tolere edebildiği ölçüde, onun birilerinin kendisini kurtarabileceğine ve acısını ortadan kaldırabileceğine inandığını konuştuk. Bu inanç nedeniyle, duygularının sorumluluğunu başkalarına -öncelikle kocasına ve bana- yüklediğini anlamasına yardımcı olmaya çalıştım.

    SORULAR SORMAK2

    (2Casement (1985), Langs (1978), Hedges (1983) ve diğerleri, etkin dinleme konusunu kapsamlı ve oldukça başarılı bir şekilde ele almıştır, bu nedenle burada bu konuya ayrıntılı olarak değinmeyeceğim. Langs’ın açık ve örtük içerik üzerine yaptığı çalışmalar özellikle değerlidir, çünkü terapistlere, danışanın hem kendisine hem de terapistine yönelik bilinçdışı göndermelerini nasıl tespit edebileceklerini öğretir. Stern (1997), McWilliams (2004) ve diğerleri merakın terapötik süreçteki önemi hakkında yazmışlardır ve bu görüşe tamamen katılıyorum.)

    Gerçek anlamda etkileşimli bir terapi süreci, terapistin kendisinden bile sakladığı şeyleri ortaya çıkarmadaki becerisine dayanır. İyi bir terapist, tıpkı bir dedektif gibi, her yerde ipuçları arar ve konu danışan ya da kendisi için utanç verici ya da rahatsız edici olsa bile, daha fazla araştırmaktan çekinmez. Yeni terapistler bu kadar doğrudan olmaktan kaçınabilirler. Kararsız bir terapist, danışanın isteksizliğine kendi isteksizliğiyle yanıt vererek üretken olmayan bir yansıtma süreci yaratabilir. Eğer terapistin soruları görmezden gelinir ya da reddedilirse, terapist basitçe başka bir konuya geçebilir. Ancak, danışanın açığa çıkarmaktan korktuğu bir noktayı yakalayamamak, terapinin tıkanmasına veya eksik kalmasına neden olabilir.

    Farber, Berano ve Capobianco’nun (2004) danışanların, terapi sürecinde açık olmanın kendi rollerinin bir parçası olduğuna dair yeterince farkındalık sahibi olmadıklarını ortaya koyan raporu beni oldukça etkiledi. Kendi deneyimlerime göre, serbest çağrışımın teşvik edildiği psikanaliz sürecinde bile, danışanlar sırlarını ancak buna hazır olduklarında paylaşırlar. Daha şeffaf olmanın önündeki engeller arasında, duyguları ve davranışlarıyla ilgili suçluluk ve utanç duyguları yer alır. Danışanlar, zaman zaman gizledikleri şeylere dair küçük ipuçları verip, terapistin bunu fark etmesini ve gündeme getirmesini bekleyebilirler. Farber ve arkadaşlarının çalışmasında, “katılımcıların yarısından fazlası, terapistlerinin sırlarını daha aktif bir şekilde araştırmalarını istediklerini” bildirmiştir (s. 343).

    Aşağıdaki vaka örneği, danışanın terapiye bir sırla geldiği ve bunun bilincinde olma derecesinin değişkenlik gösterdiği durumları açıklamaktadır. Jennifer, üniversite öğrencisiydi ve lise aşkıyla evlenemeyeceğini fark ettiği için terapiye gelmişti. İlişkiyi bitirme düşüncesi onu suçluluk duygusuna boğmuş ve intihara meyilli hale getirmişti. Birinin, terk edilmekten çok bir ilişkiyi bitirme nedeniyle intihara eğilimli olması, neredeyse her zaman o kişinin ilişki sürdürebilme kapasitesiyle ilgili başka bir sorunun da var olduğuna işaret eder. Daha fazla sorgulama yapıldığında, Jennifer kendini korkunç bir insan gibi hissettiğini söyledi; çünkü yıllarca erkek arkadaşının sevgisi ve kabulüyle mutlu olmuş, ancak şimdi onu “bir çöp gibi atıyordu”. Bunu yaparak gerçekten kötü bir insan değil miydi? Bir daha asla aşkı bulamayacak mıydı? Bay Doğru’yu bulup sonsuza kadar mutlu yaşama hayalleri ne olacaktı?

    Terapinin ilk birkaç ayı, Jennifer’ı dinlemeye ve onun suçluluk ile anksiyetesini yönetmesine yardımcı olmaya odaklandı. Ailesiyle bağımlı bir şekilde iç içe geçmişti ve bu durum, erkek arkadaşından ayrılma sürecinde yaşadığı ayrılık anksiyetesi ve suçluluk duygusunun temel kaynağıydı. Aslında hiçbir zaman ebeveynlerinden tam anlamıyla ayrılmamıştı ve suçluluk duyguları, ayrılmanın terk edilme ve sevgisizlik anlamına geldiğine dair inancından kaynaklanıyordu. Haftada iki kez seansa gelmeye başladı, kendini daha iyi hissetti ve zorlayıcı ve acı verici olmasına rağmen ayrılığı gerçekleştirmeyi başardı. Bu süreci tamamladıktan ve biraz sakinleştikten sonra, içsel duygusal meseleleri üzerine çalışmaya başlayabildik.

    Jennifer’ın yüzleşmediği bazı meseleler olduğu hissine kapılmıştım, ancak ilişkiyi bitirme konusundaki duygusal krizi, başka bir konuya alan bırakmıyordu. Erkek arkadaşıyla arasının nasıl bozulduğunu anlatırken, bir süredir ona olan ilgisinin azaldığını üzülerek belirtti. Bu, danışanın durumunu basitçe yeniden ifade eden ve yüzeysel anlamıyla kabul edilebilecek bir ifadedir. “Ona olan ilgim bir süredir azalıyordu.” Bu ifadenin anlamı bariz görünüyor ve bir anlamda öyle de. Ancak bir terapist, yalnızca yüzeydeki anlamı değil, daha derindeki anlamları da arar. Bizim görevimiz, yalnızca danışanın söylediklerini anlamak değil, aynı zamanda onun için tehdit edici olabilecek, hatta bizim için bile rahatsız edici olabilecek ve yüzeyin hemen altında açığa çıkmayı bekleyen meseleleri keşfetmesine yardımcı olmaktır. Bu tür meseleleri açığa çıkarmanın en etkili yollarından biri, basit ifadelere basit sorularla yanıt vermektir.

    Bu durumda, basit bir ifadeye basit bir soruyla yanıt verdim ve “İlgini kaybettiğini nasıl anladın?” diye sordum. Jennifer, bu soruya karşı canlandı ve konuyu daha ayrıntılı keşfetmeye istekli görünüyordu. (Eğer soruyu geçiştirip konuyu değiştirseydi, devam etmezdim.) Erkek arkadaşına karşı cinsel ilgisinin belirgin şekilde azaldığını ve çoğu zaman onunla aynı saatte yatmak istemediğini söyledi. Bunun yerine, geç saatlere kadar uyanık kalıp internette gezindiğini belirtti. Hangi sitelere girdiğini sordum. Yüzü kızardı ve genellikle soft porno sitelerine girdiğini söyledi. Ona, cinselliğe ilgi duyduğunu ancak erkek arkadaşıyla cinselliğe ilgi duymadığını fark ettiğimi söyledim. Bu yoruma katıldı ve benim çıplak bedenleri izleme ilgisine karşı herhangi bir şaşkınlık ya da yargılayıcı bir tepki göstermemiş olmamdan dolayı rahatlamış göründü. Ardından, ne tür bir çıplaklıkla ilgilendiğini sordum. Çıplak insanların ve bazı cinsel sahnelerin olduğu resimlere baktığını, ancak bunların rahatsız edici ya da sıra dışı içerikler olmadığını söyledi.

    Burada belirtmek isterim ki, Jennifer sorularıma yanıt vermekte isteksiz değildi, ancak kendiliğinden fazla bilgi de paylaşmıyordu. Bu nedenle, bir danışan cinsel içerikli görsellere veya filmlere baktığını ya da cinsel fantezilerden bahsettiğinde neredeyse her zaman sorduğum çok önemli bir soruyu sordum: “Tercih ettiğin senaryo nedir? Bu ‘görüntüde’ kim var ve orada ne oluyor?” Burada odak noktam, grafik cinsel içerik değil, sahnedeki karakterler ve yaşanan duygusal senaryoydu. Jennifer, “Gerçekten güzel vücutlara sahip insanların öpüştüğünü izlemeyi seviyorum.” diye yanıt verdi.

    Jennifer’ın birkaç kez “insanlar” kelimesini kullandığını fark ettim; doğrudan erkekler ya da kadınlar hakkında konuşmaktan kaçınıyordu. Bu yüzden, izlediği sahnelerde kimlerin öpüştüğünü sordum. Yüzü tekrar kızardı ve “Ah, bilirsin, farklı insanlar. Erkekler, kadınlar, bazen gruplar.” dedi, ardından gözlerini kaçırdı. “Bilmem gereken başka bir şey var mı?” diye sordum. “Aslında kadınlara çok bakıyorum.” diye yanıt verdi. Bu, Jennifer’ın kadınlara ilgi duyduğuna dair herhangi bir şey söylediği ilk andı. Kadınlarla ilgili daha fazla soru sorduğumda, isteksizce, kadınlara giderek daha fazla ilgi duyduğunu ve erkek arkadaşı uyuduktan sonra saatlerce çevrimiçi olarak kadınlarla ilgili sahneleri izlediğini itiraf etti. Kadınların öpüştüğü sahneleri izlemekten büyük bir cinsel uyarılma hissettiğini söyledi.

    Yarım saat veya daha fazla süren bu sorgulama sırasında dikkatliydim çünkü onun için hassas bir konu olan bu konuyu derinlemesine araştırarak onu tehdit etmek istemiyordum. Jennifer’ın bu konuda konuşurken kendini güvende hissetmesini ve kadınlara olan ilgisine erkeklere olan ilgisine davrandığım kadar sakin ve gerçekçi davranacağımı bilmesini istiyordum. Ona daha gençken kadınlarla veya kızlarla cinsel deneyim yaşayıp yaşamadığını sordum. Birkaç yıl boyunca başka bir kızla ara sıra birbirlerinin üstüne yattıklarını ve vücutlarını birbirine sürttüklerini söyledi. Bu olaylar dokuz yaşındayken başladı ve diğer kızın annesinin yaklaşık 2 yıl sonra bir gün onları yakalamasıyla sona erdi.

    Birkaç yıl sonra başka bir kız arkadaşıyla da cinsel keşiflerde bulunduğunu anlattı. O dönemde bunun cinsel bir deneyim olduğunu fark edip etmediğini sordum. Bunun farkında olduğunu, ancak bunu sadece erken ergenlik dönemi merakı olarak değerlendirdiğini söyledi. Şu an kadınlara olan ilgisi hakkında ne düşündüğünü sordum. Kesinlikle lezbiyen olmadığını ve bu durumu nasıl yorumlaması gerektiğini bilmediğini ifade etti.

    Jennifer, bana gelmeden önce birkaç yıl terapi almıştı. Daha önceki terapistiyle bu konuyu keşfedip keşfetmediğini sordum. Bunu hiç konuşmadıklarını söyledi. Nedenini sorduğumda, konunun hiç açılmadığını belirtti ve ona inandım. Terapinin başlarında, benimle önceki terapistinden çok daha güvende hissettiğini dile getirdi. Önceki terapistinin, Jennifer üzgün olduğunda seansları uzattığını ve bir cuma gecesi onunla telefonda üç saat boyunca konuştuğunu anlattı. Aslında, önceki terapistin sınırları net bir şekilde koruyamaması Jennifer’ı rahatsız etmişti ve bu durum, terapötik sınırların korunmasının tedavi sürecinin her yönünü nasıl etkilediğinin önemli bir örneğiydi.

    Bence, cinsel yönelim gibi hassas konuların sıklıkla gizlendiğini ve terapist doğru soruları sormazsa tüm terapi süreci boyunca bilinçdışında gömülü kalabileceğini unutmamak önemlidir. Eğer yaptığımız işin bir “sihri” varsa, bu, danışanın anksiyete, utanç, suçluluk ve kafa karışıklığına neden olan önemli meseleleri ve hisleri yüzeye çıkarmamızı sağlayan yeteneğimizdir. Böylesine derin konuları bilinçdışında tutmaya çalışmak yorucu ve ağır bir yüktür. Çoğu insan, bu tür meseleleri kendi başına fark edip derinlemesine inceleyemez. Belki de bu yüzden Freud, psikanalitik keşfi bir arkeolojik kazıya benzetmiştir. (Birgün Jennifer beni şaşırtarak bir kadınla tanıştığını ve onu öptüğünü söyledi. Bu noktadan itibaren, kendi homoseksüelliğini kabul etme sürecindeki zorluklarını ele almaya başladık. Sonunda, başka bir genç kadınla tanışıp âşık oldu ve birlikte yaşamaya başladılar.)

    Terapistin, danışanın kolayca dile getirmediği konuların peşine düşebilmesi için bir anlamda korkusuz olması gerekir. Danışanın rahatsızlığı, özellikle yeni terapistlerin anksiyetesini artırabilir ve her iki tarafın da kendini daha rahat hissetmesi adına konu erken kapatılabilir. Ancak, yeni terapistleri cesur olmaya ve danışanın konuşmaktan çekindiği ancak önemli olduğuna inandıkları konular üzerinde ısrarla durmaya teşvik ediyorum. Eğer danışan tamamen reddeder ya da savunmacı bir şekilde öfkelenirse, bu durumu bir işaret olarak almak ve onun hazır olmasını beklemek en sağlıklı yaklaşımdır.

    AMAÇLARI BELİRLEME

    Davranışçı terapistler, tedavinin amacını belirlemek, terapist ve danışan arasında işbirlikçi ve odaklanmış bir ilişki kurmak ve sürecin sonuçlarını değerlendirmek için amaç belirlemeyi temel bir unsur olarak görürler. Psikodinamik terapistler ise bu konuda daha yavaş hareket etmiş, içgörü ve anlayışın ya tek başına yeterli olacağına ya da doğal olarak gerekli değişimi beraberinde getireceğine inanmayı tercih etmişlerdir. Ancak bu yaklaşım değişmeye başlamıştır ve Renik (2002) gibi analistler, psikanalitik terapistlerin hem amaç belirlemeyi hem de tekniklerin açıklığını benimseemeleri gerektiğini savunmaktadır.

    Amaç belirleme, amaçları yeniden gözden geçirme ve terapist ile danışan arasında paylaşılan amaçların terapötik işlevi konusunda mevcut kanıtlar göz önüne alındığında, amaç belirlememek için mantıklı bir neden yoktur. Danışanlarıyla daha büyük bir içgörü ve anlayış kazanma gibi genel bir amacı paylaşan analistler bile, bu amacı tedavinin başlangıcında açıkça ifade etmekten fayda sağlayacaktır.

    Hedefler, elbette terapinin ilerlemesiyle birlikte değişebilir ve sürenin uzunluğuna bağlıdır. On seanslık bir depresyon tedavisinin hedefleri, birkaç yıl süren psikodinamik bir terapinin hedeflerinden farklı olacaktır. Bazen bir danışan, başlangıçta yalnızca semptomlarının hafiflemesi amacıyla terapiye gelmeyi planlar, ancak sürecin ilerleyişiyle birlikte terapiden daha fazlasını elde edebileceğini fark edip fikrini değiştirebilir. Semptomların hafiflemesi, terapiye başlamak için iyi bir noktadır ve bir terapist, “Şu anda terapiden beklediğiniz şey depresyonunuzu hafifletmek gibi görünüyor.” şeklinde bir ifade kullandığında, çoğu danışan bundan rahatsızlık duymaz. Danışan bu hedefi kabul ederse, terapi genellikle ilaç kullanımının uygunluğu üzerine yapılan bir tartışmanın ardından devam eder.

    Terapinin ilerlemesiyle birlikte yeni hedeflerin ortaya çıkması doğaldır. Yine, tedavinin süresi bu süreci şekillendiren önemli bir faktördür. Danışanın depresyonu hafifledikten sonra, potansiyelini gerçekleştirmek, sosyal becerilerini geliştirmek veya daha sağlıklı ve formda olmak gibi konular üzerinde konuşmaya ilgi duyması mümkündür. (Özellikle depresyon yaşayan danışanlarımı egzersiz yapmaya her zaman teşvik ederim.) Hedef belirlemek, terapötik ittifakı güçlendirir ve hem terapist hem de danışana, belirlenmiş bir proje üzerinde birlikte çalıştıklarını hatırlatır; her biri sürece kendi sorumluluklarıyla katkıda bulunur. Gerçekçi hedeflerin belirlenmesi, terapi sürecini gerçek dünyaya sağlam bir şekilde bağlamaya yardımcı olur.

    Terapinin devam etmesiyle birlikte, genellikle belirlenen hedefleri yeniden gözden geçiririz, özellikle de danışanım kendini daha iyi hissettiğini veya belirlenen bir hedef doğrultusunda önemli bir ilerleme kaydettiğini bildirdiğinde -örneğin, daha girişken hale gelmek, duygularını daha özgürce ifade etmek ya da kendini daha iyi tanımak gibi. Değerlendirmeler resmi ya da gayri resmi olabilir. Benim için, hedeflerin konusu tıpkı diğer önemli konular gibi doğal bir şekilde gündeme gelir. Danışanım, “Bir yere varamıyormuşum gibi hissediyorum, sen ne düşünüyorsun?” diyebilir ya da “İçimde farklı hissediyorum, artık terapiye başladığım zamanki kişi olmadığımı biliyorum.” şeklinde bir içgörü paylaşabilir. Bu noktalar, onun ilerlemesini doğrulayan gözlemlerimi aktarmam için bir fırsat yaratır ve böylece terapinin değerlendirilmesi doğal bir akış içinde gerçekleşir. Ancak, belirli aralıklarla düzenli değerlendirmeler yapmak da aynı derecede faydalıdır ve kesinlikle zararlı değildir. Eğer danışan belirlenen aralıkların çok kısa veya çok uzun olduğunu düşünüyorsa, bunu terapistine bildirerek gerekli değişikliklerin yapılmasını sağlayabilir.

    Daha önce belirttiğim gibi, burada anlattığım genel kuralların her zaman istisnaları vardır. Danışanımın terapiden ne beklediğini netleştirmek ve gerçekçi hedefler belirlemek, şimdiye kadar çalıştığım herkesle iyi sonuç vermiş olsa da, bu hedefleri değerlendirmek farklı bir durum olabilir. Daha önce bahsettiğim, annesine karşı öfkesini kabul etmemi istemeyen danışanım Rebecca, aynı zamanda herhangi bir ilerleme kaydettiğine dair en ufak bir yorumu bile duymaktan hoşlanmıyordu -hatta sadece semptomlarının hafiflemesine yönelik bir değerlendirme bile onu rahatsız ediyordu. Bu yüzden, onunla çalışırken ilerleme hakkında doğrudan herhangi bir şey söylemekten vazgeçip, gözlemlerimi sadece içimde not etmeyi öğrendim.

    Bir gün ona, “Son zamanlarda kendini çok daha iyi hissediyor gibisin. Bu doğru mu?” diye sordum. Bana bakıp, “Kendini övme. Evet, biraz daha iyi hissediyorum ama bunun sebebi sen değilsin, erkek arkadaşım.” dedi. Kontrol, Rebecca için büyük bir meseleydi ve birinin üzerinde herhangi bir güce sahip olma ihtimalinden hem nefret ediyor hem de korkuyordu. Bana karşı herhangi bir bağ hissettiğini ya da benimle çalışmanın ona fayda sağladığını kabul etmeye isteksizdi. Terapide belirlediğimiz hedefler vardı. O da bunları biliyordu, ben de. Bu yüzden düzenli değerlendirmeleri tamamen unuttum, çünkü diğer danışanların aksine, onun için bu süreç faydalı değildi. Oldukça girişken biriydi ve bir seanstan ya da söylediklerimden memnun olmadığı zaman bunu bana açıkça bildirirdi; böylece terapinin gidişatını bu şekilde koruyabiliyorduk. Burada önemli olan, danışanın neye ihtiyacı olduğunu dinlemek ve buna uygun şekilde yanıt vermek, aynı zamanda her bireyin ve her terapötik ilişkinin karmaşıklıklarına uyum sağlayabilecek kadar esnek kalabilmektir.

    SESSİZLİKLE BAŞA ÇIKMAK

    Yeni bir danışan, terapiye yoğun duygular içinde başlamış olabilir ve ilk birkaç seansta bolca gözyaşı dökmüş olabilir. Terapisti, empatik bir yaklaşım sergileyerek onun hikayesini anlatmasını sağlamış ve bu süreç danışana rahatlama hissi kazandırmıştır. Bu rahatlama genellikle kısa bir süre içinde, iki ila on seans arasında gerçekleşir. Birgün seansa, “Kendimi çok daha iyi hissediyorum ve bugün ne hakkında konuşacağımı bilmiyorum. Gerçekten yeni bir şey olmadı. Bana biraz yönlendirme yapabilir misiniz?” diyerek başlayabilir. Bunu her danışan yapmaz, ancak birçok danışan bu noktaya gelir. Duygusal bir kriz baskısı ortadan kalktığında, aniden kendilerini daha bilinçli bir şekilde değerlendirir ve sürecin nasıl ilerlemesi gerektiği konusunda kaygılanabilirler. Aynı konular hakkında konuşmaya devam etmeleri mi gerekir, yoksa bu sıkıcı ve verimsiz mi olur? Birkaç farklı konu hakkında konuşabileceklerini söyleyebilirler, ancak hangisini seçmeleri gerektiğinden emin olmayabilirler. En önemli konunun hangisi olduğunu nasıl bilebilirler?

    Bu durumu ele almak için kesin kurallar yoktur, ancak bir meslektaşımın (Brian Smothers, kişisel iletişim) “durgunluk dönemi” olarak adlandırdığı bu aşamada, danışanlar genellikle terapötik süreç hakkında biraz rehberlik arayışında olurlar ve neye odaklanmaları gerektiğini, sürecin nasıl ilerleyeceğini merak ederler. Bazı danışanlar gerçekten ele almak istedikleri başka bir konu olmadığını fark edip bu noktada terapiden ayrılabilirler. Diğerleri ise kalmak ve daha derine inmek isteyebilirler, ancak nasıl ilerleyeceklerinden emin değildirler.

    Genellikle danışanlarıma, kendilerini tekrar etmekten endişe duymamaları gerektiğini söylerim. Hepimizin sürekli olarak geri döndüğü belirli bir problem seti vardır ve terapötik süreç genişlikten çok derinlikle ilgilidir. Bir konuyu çalışmak, içgörü kazanmak, hisleri yönetmeyi öğrenmek ve yeni davranış stratejileri geliştirmek -bunların hepsi aynı temel meseleleri tekrar tekrar ele almayı gerektirir.

    Eğer danışanım birden fazla konu arasında hangisini ele alması gerektiğini bilemiyorsa, her zaman en fazla his uyandıracak olanı seçmesini tavsiye ederim. Bu konuda ona düzenli olarak rehberlik eder ve sürecin bir parçası haline gelmesini sağlarken, terapinin nasıl işlediği ve neler bekleyebileceği hakkında daha fazla bilgi isterse, hem potansiyel kazanımları hem de olası zorlukları açıkça paylaşırım. Semptomları hafifletmeye yönelik kısa süreli tedaviler bile, kalıcı bir etki bırakabilmek için duyguların deneyimlenmesini gerektirir. Daha uzun vadeli tedaviler ise -başarıya ulaşmadaki engelleri kaldırmak, duygulanım yönetimini önemli ölçüde geliştirmek ve ilişki kalıplarını değiştirmek gibi daha karmaşık hedefler içerdiğinde- zaman zaman derin acı hissedilen dönemleri kaçınılmaz kılar.

    Değişimin, savunmaların gevşetilmesi veya duygusal “teslimiyet” (Maroda, 1999) ile başladığını açıklarım ve ardından, danışanın geçmişine dayanarak terapötik süreçte hangi tür duygusal deneyimleri yeniden yaşayabileceğini tartışırım. Bu konuyu Altıncı Bölümde daha ayrıntılı ele alıyorum, ancak danışanlarıma, hissetmekten kaçındıkları şeyin aslında iyileşmeleri için hissetmeleri gereken şey olduğunu anlatırım. Burada akademik literatürü alıntılamaktan ziyade, terapistlerin deneyimlerinden öğrendikleri bir gerçeği ifade ediyorum. Winnicott’u (1974) serbestçe yorumlayarak, en çok korktuğumuz şeyin aslında daha önce başımıza gelmiş şeyler olduğunu söylerim. Farkında olsak da olmasak da en büyük korkularımız, hayatımızın en acı verici anlarını tekrar yaşama ihtimali etrafında şekillenir.

    “Durgunluk dönemleri” herhangi bir zamanda ortaya çıkabilir ve bazı danışanlarda sıkça görülebilir. Terapistler için önemli olan nokta, sürecin tekrar ilerlemesini sağlamak için aktif olarak çaba göstermektir. Danışanın yön eksikliğine veya destek taleplerine seansı tamamen üstlenerek yanıt vermek cazip gelebilir, ancak bu noktada sorumluluğu danışana bırakmak daha etkili olacaktır. “Hangi konu hakkında konuşursan içinde bir his uyanır?” veya “Son seanstan bu yana seni duygulandıran herhangi bir düşünce, olay ya da rüya oldu mu?” gibi sorular sormak, seansta işlenecek konuların belirlenmesi sorumluluğunu danışana vererek sürecin daha verimli ilerlemesini sağlar.

    ÖZET

    Terapiye başlamak, hem terapist hem de danışan için zorlayıcı bir deneyim olabilir; çünkü her iki taraf da duygusal olarak mevcut ve tepkisel olma çabası içindedir. Terapinin bir ilişki olarak görülmesi, terapistlerin kendi duygusal geçmişlerini ve bağlanma kalıplarını incelemelerini gerektirir. Karşılıklı etkileşimi ve duygulanım iletişiminin önemini anlamak, terapistin kendini daha iyi tanımasına yardımcı olur ve ona anlık olarak doğru klinik kararlar alabilme yetisi kazandırır. İlk değerlendirme, terapist ve danışanın iyi bir eşleşme olup olmadığını belirlemekle başlar. Terapi süreci başladığında, terapist danışanın düşünce ve his akışını dikkatle takip eder. Her müdahalenin etkisini değerlendirmek, terapötik ilişkinin içinde neler olup bittiğine odaklanmayı gerektirir. Danışanı bir danışman gibi kullanmak, terapistin ilişkiyi bağımsız ve otoriter kararlarla yönlendirmeye çalışmasının getirdiği ağır yükten kurtulmasını sağlar. Bunun yerine, terapist terapötik sınırları koruma sorumluluğunu üstlenirken, danışanla birlikte belirlenen bir süreci izleyerek terapötik çalışmayı ortak bir çerçevede ilerletir.

  • Güvenli ve Destekleyici Bir Ortam Yaratma (CASSE): Merkez Avustralya’daki Aborjin Toplulukları için Psikodinamik Temelli Bir Topluluk Müdahalesi (25. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Contemporary Psychodynamic Psychotherapy: Evolving Clinical Practice‘nin [Çağdaş Psikodinamik Psikoterapi: Gelişen Klinik Uygulama] 25. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Pamela Nathan (CASSE Aborjin Avustralya İlişkileri Programı)

    Giriş

    Kuzey Avustralya’nın Aborjin kasabaları ve uzak topluluklarında şiddet ve altta yatan travma yaygındır. Bu bölgelerde, sömürgecilik, ırkçılık ve topraklarından edilmenin etkileri, toplulukları çok sayıda psikososyal sorun şeklinde harap etmeye devam etmektedir. Bu tür topluluklardaki ruh sağlığı sorunlarının  yüksek oranları bağlam içinde anlaşılmalıdır: bu durum, Aborjin insanlara özgü bir eğilim olarak değil, aksine süregelen eşitsizliklerin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir (Australian Indigenous HealthInfoNet, 2017). Genellikle ruh sağlığı hizmetleri,  Aborjin halkının ihtiyaçlarını, özellikle uzak bölgelerdeki ihtiyaçlarını uygun ve etkili bir şekilde karşılayacak şekilde uyarlanamamıştır. Bu, gönüllü kullanım oranlarının nispeten düşük olmasında kendini göstermektedir (Australian Bureau of Statistics, 2013). Araştırmalar, Aborjin halkının ana akım sağlık hizmetlerini kullanma konusunda isteksizlik göstermelerinin birçok nedeni olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlar arasında ırkçılık, “ikinci sınıf vatandaş olarak muamele görmek” ve kültürel açıdan duyarlı uygulamaların eksikliği yer almaktadır (Isaacs, Pyett, Oakley-Browne, Gruis ve Waples-Crowe, 2010).

    Hizmetlerin, güç dengesini eşitleyen, samimi iletişimi kolaylaştıran, çift yönlü öğrenmeyi teşvik eden ve tedaviye yerel bilgi ve dünya görüşlerini dahil eden bir anlayışla yeniden yapılandırılması gereklidir (Povey ve diğerleri, 2016). Aborjin topluluklarına hizmet sunumuna yönelik yeni bir yaklaşım örneği, CASSE—Creating A Safe and Supportive Environment (Güvenli ve Destekleyici Bir Ortam Yaratma) adlı, psikanalitik temelli, kâr amacı gütmeyen, topluluk odaklı bir organizasyondur. CASSE, sömürge sonrası Merkez Avustralya’da 2011 yılından bu yana Aborjin ve Aborjin olmayan organizasyonlar, Aborjin toplulukları ve diğer paydaşlarla ortaklıklar ve işbirlikleri geliştirmektedir. 2011’den bu yana, bölgedeki Aborjin halkıyla yapılan görüşmeler sonucunda iki büyük proje ortaya çıkmıştır. CASSE’nin çalışmaları, topluluk düzeyinde daha geniş uyarlanmış psikanalitik uygulamanın temel ilkeleriyle de yönlendirilmiştir. Bu bölüm, CASSE tarafından gerçekleştirilen büyük ortak projelere genel bir bakış ve bu çalışmalarda yer alan psikanalitik ilkelerin topluluk uygulamasının bir açıklamasını sunacaktır.

    Arka Plan: Psikolojik Travma ve Sosyo-Politik Çalkantılar

    CASSE’nin çalışmaları, Alice Springs’in kesintisiz ve boğucu sıcaklığında başlamıştır; burada “sorry business” (cenazeler ve yaygın umutsuzluk için kullanılan yerel bir deyim) Aborjin topluluğunda çok yaygındır. Burada, kenar mahalle sakinleri geceleri sokaklarda yürür, acılarını dindirirken (ne uyurlar ne de hayal kurarlar) hiçbir yere ait olamazlar. Bu topluluktaki birçok Aborjin genci, şiddet, yoksulluk ve hapis cezası döngüsüne takılmıştır. Bazen “dünyanın bıçaklama başkenti” olarak adlandırılan Alice Springs, mülk suçları ve aile içi saldırı, cinayet gibi şiddet suçlarında yüksek oranlara sahiptir. Aborjin halkı, bu suç istatistiklerinde yüksek ölçüde temsil edilmiştir, bu da uzun süredir devam eden sosyal çalkantı ve baskıyı yansıtmaktadır. Topluluk üyelerinin deneyimlediği acı, kaygı ve umutsuzluk, bir Aborjin lideri olan JJ tarafından şu şekilde özetlenmiştir: “Hepimiz ellerimizi havaya kaldırıyoruz, sürekli tehdit altında ve sürekli yas ve acı (sorry business) içinde yaşıyoruz ve herkes ‘ne yapmalı?’ diye soruyor, çünkü hapishaneler ve hastaneler tamamen dolmuş durumda ve halkımız evsiz.” Ruh sağlığı istatistikleri garip bir şekilde yetersiz olmasına rağmen, birçok Aborjin insanı tanı konmamış depresyon ve kuşaklar arası travma yaşamaktadır. JJ’nin belirttiği gibi: “İnsanlar asla mutlu olmuyor. Sürekli bir hüzün hali var (sorry business), hep problemler var. İnsanlar hissizleşmiş ya da umutsuz.”

    CASSE’nin çalışmasının bağlamı, travma, aşırı eşitsizlik, yoksulluk, acı ve birçok şiddet türünden oluşan bir sömürge sonrası dünyadır. Merkez Avustralya’daki Aborjin halkı için 60.000 yıllık bir medeniyet, ilk olarak sömürgecilik ve geleneksel topraklarından edilme ile karşı karşıya kalmış ve ardından modernitenin geleneksel yaşam biçimlerine yönelik saldırısı, özellikle de toprakla olan göçebe ve bağımlı ilişkilerine yönelik tehditler ortaya çıkmıştır. Daha yakın zamanda, hükümet müdahalesiyle yeni zorluklar ortaya çıkmıştır. Ardışık hükümetler, asimilasyon politikalarını benimseyerek, misyonlar, yerleşim yerleri ve müdahaleler geliştirmiş, bu müdahaleler arasında “çalınan kuşaklar” olarak bilinen çocukların ailelerinden koruma bahanesiyle alınması da bulunmaktadır. 2007 yılında, federal hükümet, çocukları kötüye kullanımdan koruma adına Northern Territory Ulusal Acil Durum Yanıtı Yasası’nı çıkarmış ve bu yasa, federal hükümete Aborjin toprakları, aileleri, topluluk yönetimi ve hizmetleri üzerinde geniş kontrol yetkisi vermiştir.

    Geleneksel Aborjin kültürü gerçekten de ciddi şekilde yıkılmıştır (Lear, 2007), ancak yine de hayatta kalmış ve dönüşmektedir. Tjukurrpa [Aborjinlerin tercihini onurlandırarak Green’in (2012, s. 177) ifadeleriyle çevrilmemesi gerektiği belirtilmiştir], Aborjin Rüya Zamanı veya Rüya Görme, gerçeğe dair Aborjin bakış açısının temelini oluşturmaya devam etmektedir, ancak farklı derecelerde. Tjukurrpa, Aborjinlerin dünyayı ve onun yaratılışını anlama biçimlerini ve toprak üzerinde bir rüya şarkı hatları matrisi oluşturan ataların Rüya Zamanı hikayelerini ifade eder. Bu, kimlik ve yerin temel kaynağını sağlar. Geleneksel Aborjin Hukuku (yasalar), ataların toprakları ve törenler, kültürel yaşamda önemli bir yer tutmaya devam etmektedir. Aborjin organizasyonları yıllar içinde büyümüş ve güçlü Aborjin liderleri bu büyümenin ön saflarında yer almıştır. Bu nedenle, psikolojik travmanın derin katmanına rağmen, krizden değişime doğru kritik bir kaynağa dönüşebilecek umut ve canlılık kıvılcımları vardır.

    CASSE’nin Çalışmalarına Temel Olan Psikanalitik Kavramlar

    CASSE’nin çalışmalarını şekillendiren birkaç psikanalitik kavram vardır. Aşağıda açıklanan bu kavramlar, duygusal çalkantı, belirsizlik ve derin travmayla ilişkili ruhsal çöküş (psychic dread) ile yüzleşilmesini sağlayarak dönüşüm deneyimini kolaylaştırmak için bir temel sağlar (Ogden, 1988). Bu tür kavramlar, topluluk çalışmalarına uygulanarak duygusal deneyimleri tanıma ve bunlara yanıt verme konusunda yeni yollar geliştirilmesini sağlar ve ekip üyeleri ile işbirlikçilerinin, yoğun ve zorlu psikolojik çalışmalar aracılığıyla kendi duygusal deneyimlerini işlemelerine yardımcı olur.

    Bion’un, duraklamayı (caesura), doğumla ilan edilen dramatik ayrılığı tanımlaması, her kopuş, boşluk, alan veya kırılmayı aşarak zihinsel durumlar, olaylar ve bireyler arasında görünüşte farklı ama bağlantılı olan sürekliliği bulma için bir model gösterir (Bergstein, 2013; Bion, 1989). Bion (1989), duraklamaların (boşlukların, kırılmaların ve karşıtlıkların) önemli bir şekilde ele alınmasının kritik olduğunu vurgular çünkü duygusal canlılık burada bulunur, ancak aynı zamanda boğulma tehlikesi de burada bekler. Bergstein (2013), büyük değişimlerin meydana gelebileceği ancak felaket tehlikesinin de bulunduğu bir metafor olarak zihnin iki kutbu arasında akan öfkeli bir nehir metaforundan bahseder. Bion, fırtınanın gözüne odaklanmamızı ister (Bergstein, 2013, s. 625), görünen süreksizliğin yarattığı hayal kırıklığını, kıyılara tutunarak sabit durmaya çalışmadan veya alışıldık güvenli noktalara sıkıca yapışmadan bir sonraki fırtınaya kadar taşımamızı söyler. Sürekliliği ve psikolojik büyümeyi bulabilmek için boşlukta ne olduğunu tolere etmeli ve dinlemeliyiz.

    Caesura kavramıyla ilişkili olan radikal şüphe kavramı, duygusal deneyim yoluyla gerçeği elde etmeyi ifade eder (Bion, 1963; Civatarese, 2008). Radikal şüphe, düşünmenin odak noktasını içerik ve/veya sonuçlardan hayal kurma, süreçler, ilişkiler, farklılıklar ve hareketlere kaydırır (Civatarese, 2008). Belirlenmiş sonuçlara yatırım yapmadan belirsizliği kucaklamak, radikal şüphenin katı, durağan düşünceyi aşarak yeni bir düşünme süreci ortaya çıkarmasına olanak tanır (Bergstein, 2013; Bion, 1963). Lear (2006) tarafından türetilen radikal umut kavramı, henüz onu anlamak için uygun kavramlardan yoksun olan ancak umut taşıyanlar için iyi bir sonucu öngörür; henüz ifade edilmemiş bir gelecek. Bu kavram, kültürel çöküş krizlerinde özellikle uygulanabilir, burada iyi yaşamın kavramları—anlam taşıyan bir gelecek—anlaşılamaz olabilir.

    Tanıklık etme (recognition) ilkesi, özellikle nesiller arası travmanın etkileri ile çalışırken oldukça önemlidir. Ogden (2004), derin duygusal acı çeken bireylerin, değişim ya da büyümeye olanak sağlayacak şekilde duygusal deneyimlerini “hayal edemediğini” öne sürer. Ogden’e göre psikanaliz, tanımanın, hastanın duygusal deneyimle “rüya görme” ya da bu deneyim üzerinde psikolojik çalışma yapma becerisini geliştirdiği, duygusal bir deneyimi yaşadığı bir süreçtir ve bu süreç psikolojik büyümeye hizmet eder. Danışmanlık odasında tanıklık etme terapistin bir başka zihinle rezonanslarını içerir, derin bir şekilde dinlemek—rüya hali ve sınır koyma içinde—ve hastanın düşüncelerini ve duygularını hissetmektir. Karşılıklı tanıma yoluyla hasta ve terapist, bu düşünceleri ve duyguları anlamlı temsillere ve yorumlara dönüştürür. Bu süreç boyunca terapistler, burada-ve-şimdi, orada-ve-o zamana dair canlı ve gerçek olana dikkat eder, hastayla birliktelik halinde  acıyı hisseder, hayatta kalır ve hayal eder. Travma ile ilgili olarak, acı veren kayıplar, psikolojik ölüm, şok edici olaylar ve aşağılamalar dahil, etkiyi sembolik olarak temsil etmek—”isimsiz dehşet”in (Bion, 1962) adlandırılması—değişim ve iyileşme sağlamak için önemlidir. Travmaya bağlı duygular, terapistin karşı-aktarımında ortaya çıkabilir. Bir kez fark edildiğinde, bu zihin halleri üzerine düşünülüp yorumlanabilir ve anlaşılabilir hale getirilebilir.

    Mentalizasyon, kişinin kendinde ve başkalarında zihinsel durumları anlama kapasitesi olarak tanımlanır; insan eylemlerinin, arzular, inançlar ve dilekler gibi zihinsel durumlara dayandığını anlamayı da içerir (Bateman ve Fonagy, 2010; bkz. Bölüm 2: Çağdaş Psikanalitik Psikoterapide Döngüsel İlişki Desenleri ile Çalışmak). Mentalizasyon, CASSE çalışmalarında bir çalışma biçimi haline gelmiştir. Mentalizasyonun genellikle dört boyut içerdiği kabul edilir: (1) bilişsel/duygusal (düşüncelere/bilişsel durumlara veya duygusal hallere odaklanma), (2) öteki/kendi (başkasının zihnini veya kendi zihnimizi yansıtma), (3) örtük/açık (mentalize etme, sürece dikkat etmeden yapılabilir veya bilinçli ve amaçlı olabilir), ve (4) içsel/dışsal boyut (zihinsel durum anlayışı içsel niyetlere ve motivasyonlara veya dışsal yüz ifadelerine ve jestlere dayanabilir) (Bateman ve Fonagy, 2011).

    Topluluk bağlamında çalışmak, bu ilkelerin odak noktasını intrapsişik dünyadan dışsal bir sosyo-kültürel dünyaya kaydırır, ancak odak, iç ve dış arasındaki diyalektik bir ilişkiyle ileri geri kayar. CASSE, kültürel deneyimleri ve farklılıkları önceliklendirir ve bunların sağladığı içsel ve yaratıcı olasılıkları tanır. Burada, Winnicott (Ogden, 1985, s. 128) tarafından türetilen geçişsel (transitional) veya potansiyel (potential) alan kavramı, deneyimlerin ara bir alanı olarak önemlidir. Bu, iç ve dış dünyalar arasındaki, aynı zamanda insanlar arasındaki (geçişsel alan) alandır ve burada samimi ilişkiler ve yaratıcılık gerçekleşir. Kültür, hayatta kalmak ve ait olma duygusu için gereklidir; bir yer ve kimlik sahibi olmakta, ruhun dili hem duygusal hem de kültüreldir. İlişkiler, klinik etkileşimler dahil olmak üzere, kültürel anlamla doludur, çünkü kişilerarası deneyimler, içsel temsiller ve ilişki desenleri kültürel olarak şekillenir ve toplumsal olarak inşa edilir. CASSE aynı zamanda ırk, ırksal ayrım ve ırksal ilişkilerin gerçekliğine de öncelik verir; insanların ve toplulukların sömürge geçmişine, mevcut yaşamlarına ve eşitsizlik ile güç farklılıklarının gerçekliklerine dair güçlü anıları tanır. Bu travma dünyasında bu tür bir çalışma yapılırken, hiçbir zaman bir karşılaşma ya da olayda fetih, el koyma, cinayet, çalınan nesiller ve devlet müdahalesi geçmişi unutulmaz. Travmalar yeniden alevlenebilir ve aniden patlayabilir, bunlar kültürel el koyma ve ırksal eşitsizlik ile bağlantılıdır. Yerliler bu gerçeklikleri günlük olarak yaşar, sürekli ırksal eşitsizlik kanıtlarıyla karşılaşırlar.

    CASSE’nin çalışmaları

    Bion’un caesura (duraklama) ve isimsiz dehşet kavramları, CASSE’nin 2011 yılında çalışmalarına başlamasında önemli bir rol oynadı. Kolonizasyonun, travmanın ve ırksal/kültürel uçurumun etkileri ile ilişkili duygusal tepkiler (örneğin, panik ve umutsuzluk), düşünmenin hayatta kalabilmesi ve temsil edilebilmesi için bir güvenceye/çerçeveye  ihtiyaç duyuyordu. Orta Avustralya’daki projeler, örgüt liderleri ile topluluk arasındaki diyalog ve topluluk danışmanlıkları, atölye çalışmaları ve odak grupları aracılığıyla şekillenmeye başladı. CASSE ile büyük bir sağlık kuruluşu olan Central Australian Aboriginal Congress (CAAC), arasında 5 yıllık bir ortaklık kuruldu. Bu ilişkiyi kurarken birçok tartışma yapıldı; bu tartışmalar, ırksal ve kültürel bölünmeleri aşarak topluluğun güvenini yavaşça kazanmaya hizmet etti. CAAC liderleri, CASSE’yi kendileriyle ve personelleriyle birlikte çalışmaya davet etti; birlikte konuşmak, birlikte hissetmek ve organizasyonu daha fazla topluluk odaklı hale getirmek için. Toplulukla, özellikle Alice Springs’in kriz bölgelerinde yapılan derinlemesine çalışmaların ardından, erkek sağlığı ve topluluk psikolojik hizmetleriyle ilgili projeler şekillenmeye başladı. CASSE, CAAC’nin erkek sağlık hizmeti Ingkintja ve sosyal ve duygusal iyilik hali programı (SEWB) ile birlikte Alice Springs ve çevresindeki topluluklarda yaşayan erkeklerle topluluk toplantıları düzenleyerek, onların ihtiyaç ve hedeflerini belirlemeye, yaşadıkları travmalarla ilgili anlatılarını dinlemeye başladı.

    Kurruna Mwarre-Ingkintja (İyi Ruhlu Erkekler Yeri)

    Bu ortaklıklardan ortaya çıkan ilk girişim, Kurruna Mwarre-Ingkintja adı verilen erkek topluluk merkezi projesiydi. Proje, erkeklerin seslerini bulmalarını ve otantik bir şekilde yaşamalarını sağlamak amacıyla kültürel temeller üzerine özgün bir Aborijin erkekler topluluk modeli geliştirmeyi hedefliyordu. Erkek atölyeleri, erkeklerin psikososyal sağlıklarını ve duygusal iyilik hallerini geliştirebilen, güvenli alanlar, iyileşme, eğitim, kültürel canlanma ve daha fazlasını sunan organizasyonlardır. Proje, topluluk düzeyinde belirlenmiş ve topluluktan gelen katılımcı bir eylemle gerçekleştirilmiştir.

    CASSE, 15 haftalık bir grup programı geliştirdi, bu program Breakthrough Violence (Şiddeti Aşma) olarak adlandırılmıştır. Bu program, Ingkintja ve SEWB tarafından ortaklaşa sunulmakta olup, erkek liderlerin, aile içi şiddetin kritik bir sorun olduğuna dair ortak mutabakatına dayanmaktadır. Program, her hafta düzenlenir ve katılımcıların şiddetlerini ve bunun başkaları üzerindeki etkilerini daha iyi anlamalarına yardımcı olmak için mentalize etme becerileri geliştirmelerini hedeflenir. Oturumlar, hikaye yeniden yapımı, sömürge şiddeti, travma izleri, duygusal fırtınalar ve güvensiz ilişkiler, diğerine karşı körlük, acı empatisi, güvenli bağlanmalar, zihinler arası etkileşim, şiddetli duyguları mentalize etme, müdahaleleri mentalize etme ve babalık üzerine odaklanır. Programın eğitmeni, dört yerel dili akıcı bir şekilde konuşan, kıdemli bir kültürel lider ve aynı zamanda yerel bir geleneksel kişidir. Katılımcılar, çoğunlukla şiddet suçlusu olan, bazen tekrar suç işlemiş ama daha önce tedavi almamış kişilerdir.

    Erken aşamalarda, anahtar paydaşlar, örneğin hâkimler ve Ceza İnfaz Bakanlığı, aile içi şiddetin önlenmesi ve tedavisi için uygun tedavi modelleri üzerine kültürel olarak uygun ve topluluk duyarlı yaklaşımlar kullanarak tartışmalara katılmışlardır. Kültürel liderlik, kararlılık, içerik, çerçeve ve süreçler programın ayrılmaz parçalarıdır ve psikolojik içerik ile diyalektik bir şekilde etkileşim halindedir. Bu öğeler, klinik personel ile birlikte çalışan kültürel liderler tarafından programa dahil edilmiştir. Şiddet hakkında birlikte konuşabilmek için uygun yerli bir kolaylaştırıcının kim olduğu ve hangi cinsiyetin uygun olduğu üzerine tartışmalar yapılmıştır. Şiddetle ilgili konuşmaların güvenli bir şekilde yapılabilmesi için kıdemli bir Avustralyalı erkeğin gerekli olduğu kabul edilmiştir. Şiddete dair farklı kültürel anlayışlar, örneğin işlenen suçlar için ritüelleştirilmiş bir intikam biçimi olan geleneksel bedel ödeme kavramları, grup programı kılavuzuna entegre edilerek dahil edilmiştir. Programın temeli, geleneksel Aborijin “güçlü” erkek, baba, aile bağları ve kültürel yaşam anlayışlarına dayanmaktadır.

    Düzenli olarak reflektif ve denetimsel oturumlar yapılmakta, klinik ve kültürel gruplarda dinamik tartışmalar gerçekleşmektedir. Haftalık süpervizyon toplantıları, yazılı raporların yanı sıra sözlü değerlendirme ve oturumun tartışılmasını da içermektedir. Süpervizyonun birincil hedeflerinden biri, erkeklere seslerini bulabilecekleri, deneyimlerini -kültürel ve ırksal bağlamlar da dahil olmak üzere- paylaşabilecekleri bir alan sağlamak ve şiddet ile travma üzerine düşünmeye başlamalarını desteklemektir. Süpervizyon ayrıca, terapötik etkileşim yöntemlerini ele almayı, duygusal deneyimlerden psikolojik öğrenme ve büyümeyi harekete geçirmeyi, psikolojik anlamı erişilebilir hale getirmeyi, kültürel fikir ve uygulamaları klinik uygulamayla bütünleştirmeyi ve grup süreçlerinin dinamiklerini anlamayı kapsamaktadır.

    Program lideri, erkeklere neden şiddet eğiliminde olduklarını ve şiddetlerinin başkaları üzerindeki etkilerini anlamalarına yardımcı olmak, ayrıca şiddetlerini önlemek için stratejiler geliştirmelerine yardımcı olmak konusunda ilerleme kaydetmiştir. Liderin beceri seti öncelikli olarak kültüreldir ve geleneksel bir bütünlüğü, iki kültürlü çağdaş dünyanın diline çevirebilme kapasitesine dayanır. Örneğin, program lideri, erkek olma seremonisinde kazanılan dayanıklılığı ve erkek olma yolundaki inisiyasyonun bir parçası olan “ülkede” (ata topraklarında) yapılan “gezintilerin” ruhu nasıl güçlendirdiğini ve insanı nasıl güçlü kıldığını anlatan öyküler anlatır. Ritüel şiddet ile bilinçsiz şiddet arasındaki farklardan bahseder. Üç yerel dilden birini konuşan lider, erkeklere psikolojik kavramları anlayabilecekleri bir dilde açıklayabilmekte ve kolayca anlaşılabilen öğrenme yöntemlerini tanıtmaktadır:

    Karmaşık psikolojik kavramların basit ve erişilebilir yöntemlerlerle anlaşılmasını sağlıyorum. Bir örnekte, erkeklerin birbirlerini labirentte bir kişinin gözlerini kapatarak birbirlerini yönlendirmelerini sağladım (karanlıkta olmak nasıl bir şeydir, bunu hissetmeleri için). Bir diğerinde ise, halka etrafında dolaşarak balonları patlayana kadar şişirdim (korku ve empati uyandırmak için). Güven inşa etmek, sorular ve öneriler geliştirmek ve “başkasının aklında bir zihin olmak” için çalışıyoruz.

    Erkeklerin seslerini bulmalarına yardımcı olmak, programın başlarında ana önceliklerden biridir.

    İlk adım, herkesin kendini “kendi” sesiyle tanıtmasını sağlamak—çünkü bu sesi henüz bulamıyorlar—biz de onlara bu sesi bulmalarında yardımcı oluyoruz. Sen kimsin? Ülkenle (toprakla) olan bağlantın nedir?

    Biz, erkeklerin düşüncelerini zorlayarak, onları konfor alanlarının dışına itiyoruz. Program süresince, gerçek erkek sesleriyle konuştuklarını duymaya başlıyorum. Ne gibi araçlara sahip olduklarını, neleri eksik gördüklerini ve araç setlerini oluşturmak için ne yapmaları gerektiğini değerlendirmeye başlıyorlar. Şimdi bazı erkekler İngilizce öğrenmek ve okumak yazmak istiyorlar. Erkekler bana, toplumda bu tür tartışmaların yapılmadığını söylüyorlar. Açıkça bir ihtiyaç olduğu görülüyor.

    İzlenen yol kültürler arasıdır ve geleneksel zamanlardan moderniteye geçişin sürekliliği geliştirilir. Program lideri, iki dünya arasındaki hareketi şöyle anlatır:

    Yeni dünyada avcılık ve toplayıcılık yapmak gibi—iki dünya arasında hareket etmek—ve her iki dünyadan da en iyisini nasıl alacağınızı öğrenmek. Başkası sizin için bunu yapamaz.”

    Programın sonuçlarından biri güçlendirmedir.

    Program, katılan herkesi anlamaya ve güçlenmeye doğru bir yolculuğa çıkarır.

    20 katılımcı ile yapılan niteliksel araştırma görüşmeleri, erkeklerin programdaki deneyimlerinin kritik yönlerini ortaya koymuştur. Erkekler, birlikte konuşabilecekleri, iyileşebilecekleri ve iki dünyada (geleneksel/Aborjin dünyası ve post-kolonyal dünya) yaşayabilecekleri bir yerin önemini vurgulamışlardır. Erkekler,  mağdur, tanık ve failler olduğunu söylüyorlar. Katılımcı erkeklerin karşılanmamış duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarının farkına varma dereceleri dikkat çekiciydi ve bu, deneyimlerinin daha geniş halk tarafından fark edilmeyen bir yönüydü. Erkekler, “acıyı sakladıklarını, kanadıklarını, ağrı çektiklerini,” “küçümsendiklerini, hor görüldüklerini,” “güçsüz olduklarını,” “kaybolmuş olduklarını,” “değersizleştirildiklerini” ve “tanınmadıklarını,” ve “şiddet yanlısı kaybedenler” olarak görüldüklerini belirtmişlerdir. Erkeklerin barakasıyla ilgili olarak, katılımcılar birlikte konuşmak için güvenli bir yer ve alanın olmasını çok değerli buldular; burada “kendilerini toplayabilecek,” keşfedecek, büyüyecek, “zihinsel olarak iyileşmeye odaklanacak,” “seslerinin duyulmasını sağlayacak,” “hikayeler paylaşacak,” “birbirlerini destekleyecek” ve birlikte iyileşeceklerdi. Bir adam, “yıkılmış umutlar”dan bahsetti ve bu dinamiğin hayatlarındaki önemini konuşmanın ne kadar değerli olduğunu vurguladı. Bu yorum, şiddetli alkolizm ve şiddeti besleyen kritik bir içsel durumu yansıtan bir mentalizasyon ifadesi olarak görülebilir. Röportaj yapma görevi, erkeklerin mentalizasyon kapasitesini geliştirmiştir. Erkekler, öncelikle bir Aborjin kimliğinin güven kazandırmak, “ruhu güçlendirmek”, “duruşu dik tutmak” ve psikolojik değişim sağlamak için ne kadar önemli olduğunu fark ettiler. Birçoğu, ırkçılığın yarattığı engeller, mahkemelerdeki iki yasa, kuşaklar arası travma, eğitimsizlik, okuma yazma bilmemek veya düzgün İngilizce konuşamamak gibi zorluklardan ve hayatla başa çıkma becerileri ya da istihdam sağlayan ticaret becerilerine sahip olmamaktan bahsetti. Aile içi şiddeti yatıştırmalarına yardımcı olacak müzakere becerilerini ve kendilerini ifade etme ve savunma becerilerini öğrenmek istiyorlar. Programa katıldıktan sonra, erkekler Blokes on Track Derneği’nin kurulmasını başlatmışlardır; bu dernek, aile içi şiddetin mağduru ve/veya faili olan erkekler için kültürel bir alan sağlayacak, burada erkekler barınabilecek ve rehabilite olabileceklerdir. Bu girişim, Kurunna Mwarre projesine katılan erkeklerin aktif katılımının, iyileşme sürecine sahip çıkmalarının, mentalize etme kapasitesinin artmasının ve güçlenmelerinin hem temsilcisi hem de sonucudur.

    Erkeklerin Tjilirra Hareketi/ Men’s Tjilirra Movement (MTM)

    CASSE tarafından yürütülen ikinci büyük topluluk projesi, MTM olarak bilinir. Bu ortaklık, Royal Flying Doctor Service ve Batı Çölü erkekleriyle işbirliği yapmayı içeriyordu. 60.000 yıl eskiye dayanan bir kültüre kök salmış olan Tjilirra, avcılık, tören, Aboriginal Dreamtime (Rüya Zamanı) ve yasalarla ilgili geleneksel araçlardır ancak bu araçlar, Batı yasaları tarafından silah olarak görülüp el konulmuştur. MTM’nin kalbi, Avustralya’nın uzak merkez ve batı çöl bölgelerinde bulunur ve Kuzey Toprakları’ndaki beş topluluktan oluşur. Bu topluluklar, 1950’lere kadar çölden son çıkan göçebe insanlardan oluşmaktadır. Batı çölü erkekleri, Tjilirra’nın onlar için bir gurur kaynağı, kültürel hayatta kalma ve duygusal iyilik halinin temsili olduğunu ifade ederler: “Eğer bunlara sahip değilsek, dilimiz, kültürümüz yok. Hiçbir şeyimiz yok. Biz de yokuz. Bu bizim tarihimiz. Bizim bir parçamız.” Birçok yaşlı erkek hapse girmiş, madde kullanımı nedeniyle güçsüzleşmiş ya da hayatını kaybetmiş olduğu için, kültürel bilgi genç kuşaklara aktarılamadan kaybolmuştu. Bu nedenle MTM’nin temel hedeflerinden biri, kültürel canlanmayı kolaylaştırmak ve yaşlıların kültürel bilgiyi genç nesillere aktarması yoluyla nesiller arası bağları güçlendirmektir.

    MTM ekibi, bir Aborjin ngangkari (geleneksel şifacı) ve bu topluluklarla uzun süreli, güvene dayalı ilişkileri olan iki “beyaz adam”dan oluşmaktadır. Bu kişilerden biri iki dili akıcı şekilde konuşan bir kültürel tercüman ve gençlik çalışanıdır. Diğeri ise bir ngangkari’den Tjilirra yapmayı öğrenmiş ve bu bilgiyi “alabilmiş” bir kişidir. Program, ataların topraklarında (on country) ve geleneksel bir dilde yürütülmektedir. Haftalık olarak program liderlerine süpervizyon sağlanır. Liderler, topluluklara yaptıkları haftalık ziyaretlerin detaylı raporlarını ve ortaya çıkan süreçleri sunmaktadırlar.

    Tjilirra yapımı, varlığın sürekliliğini, kültürel dünyaların onaylanmasını, akrabalık ilişkilerini, farklılıkları, bilgi aktarımını ve dönüşümleri simgeler. Tjilirra, Aborijin halkı için Aborijin dünyasının tanınmasını simgeler ve sömürgecilikten hayatta kalmanın bir göstergesi olarak Aborijin halkının direncinin bir kanıtıdır. Tjilirra yapımı, genç ve yaşlı erkekler ve toplum için duygusal ve kültürel bir tanıma deneyimidir. Tjilirra, “radikal umut” (Lear, 2006) ve “acıdan kazanılan bilgelik” (Lear, 2014) sembolleridir ve sadece MTM’ye katılan erkeklerin değil, daha geniş toplulukların da “ruhunu güçlendirir.” Geleneksel yaşamın sürekliliği, geleneksel dayanaklarla birlikte iyi bir yaşam anlayışını ve yeni yolların ortaya çıkışını da beraberinde getirir.

    Bir diğer önemli hedef, erkeklerin anlatılarını kolaylaştırmaktır. Bu anlatılar, onların kutsal dünyasının bir parçası ve duygusal dünyalarını barındıran bir taşıyıcıdır. Erkekler, kültürel dirilişi gerçekleştirirken, duygusal olarak psikolojik ölümden canlanmış bir varoluş haline geçerler; bunu yas tutma halleriyle etkileşimde bulunarak ve böylece psikolojik değişimi tetikleyerek başarırlar. Bu süreçle, eski ile yeniyi arasındaki sürekliliği bulurlar. Erkekler, (büyükbabalarının) “anısına” hikayelerini anlatır, sıkıntılarından ve “problemli yaşamdan” bahsederler. MTM ekibi, erkekleri iki dünyada yaşamanın zorlukları ve maruz kaldıkları ya da sergiledikleri travmalar hakkında konuşmaya teşvik eder. Hikayelerini geliştirmenin bir parçası olarak, erkekler eski şarkı hatlarını ve su deliklerini keşfederler ve Rüya Zamanı’nın canlılığı tarafından duygusal olarak etkilenirler. Duygusal deneyimleri, atalarından kalma şarkı hatları ve hikayeleriyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Yas, ağıt, anlam, bağ ve sorumluluk, kültürel olarak kutsal olan “anılar” içine yerleşmiştir. Ngangkari MJ’nin dediği gibi, “Tjilirra yapmak özeldir; bu, büyükbabamızın ruhunun sizin içinizde olmasıdır.”

    Hareket büyümüştür ve Kasım 2014’ten bu yana tekrar eden katılımlar dahil olmak üzere toplam 354 erkek (toplamda 753 katılım) 150 amaç/konu üzerinde çalışmıştır. MTM, iki film yapmıştır, ikincisi “Wake up Strong” adlı bir filmdir ve bir kitap planlanmaktadır. MTM, yerel hükümet tarafından giderek daha fazla yerel Aborjin topluluklarıyla etkileşimde bulunması için görevlendirilmektedir. Topluluklardan biri, MTM’nin yaşlılar ve gençler için bir kültürel kamp düzenlemesini sağlayacak fon ayırmıştır. Genel olarak, MTM’nin etkisi, katılımcılarının değişen duygusal hallerinde ve şiddetin kontrol altına alınmasında görülebilir, bu da kuşaklar arası bağların güçlenmesine ve ailelerin daha yakın hale gelmesine yol açmaktadır.

    Topluluk Çalışmalarında Karşı-Aktarım

    Aborijin halkı, sömürgeci mülksüzleştirme, baskı ve kültürel yok oluşun kurbanıdır. Onlarla ve topluluklarıyla çalışırken, travmalarının etkisini hissetmemek mümkün değildir. Ayrıca, umut ve hayal kırıklığının tekrar eden dinamiği, şiddetli, öfkeli ve çalkantılı duygulara yol açarak umutsuzlukla sonuçlanan temel bir zihin hali ve gerçekliği tasvir eder. Bu durum, bu topluluklardaki Aborijin halkı için sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu tür travma ve sonuçları bağlamında etkili bir çalışma, kişinin kendisini bilinçli bir şekilde bir iyileştirme aracı olarak kullanmasını gerektirir. Bu doğrultuda, karşı-aktarım—bir bireyin duygusal durumuna her an verilen canlı bir yanıt ve kişinin travma deneyimine empatik bir şekilde uyum sağlama kapasitesi—toplum çalışanının hem en büyük gücü hem de en büyük riskidir. Travmaya uğramış insanlarla etkili bir şekilde çalışabilmek için onların deneyimlerine girmek; korku, utanç, kırılganlık, öfke ve kaybı empatiyle anlamak; ayrıca travmanın getirdiği kopukluk ve güçsüzlükle yüzleşmek gereklidir. Aborijin topluluklarıyla çalışırken gerçekten onların hislerini anlamak, kim olduğumuzu derinlemesine genişletirken aynı zamanda bizi tehlikeye de atabilir (örneğin, bunalmış hissetme veya dolaylı travmatizasyon yaşama riski). Böyle karşı-aktarım tepkilerini, insanların acılarına, yankılanan aşağılanmalarına (Volkan, 1999) ve sömürgeleştirmenin miraslarına tanıklık olarak görmek önemlidir. Psikoterapideki karşı-aktarım tepkileri gibi bu tür duygular aracılığıyla bazı önemli gerçekler iletilebilir, ancak sosyal ve topluluk çalışmalarında bu karşı-aktarımlar, şiddetli sömürgecilik teması ve ırksal bölünmenin mirasları ve kesitleri içinde yer almaktadır.

    CASSE çalışmalarında belirgin olan birkaç karşı-aktarım tepkisi şunlardır: depresyon, öfke, tehdit ve tehlike hissi, çaresizlik, aşağılanma, utanç, suçluluk, izolasyon ve yas. Bu tür tepkiler genellikle eşzamanlı olarak yaşanır ve duygusal dalgalanmalara yol açar: umut, aciliyet, kopuş ve aşağılanma; ardından yas ve umutsuzluk. Bu duyguları deneyimlemek, CASSE çalışanlarına Aborijin halkının çaresizlik, ihtiyaç ve travma temelli bir şekilde hissettiği aciliyet duygusuna dair bir pencere açar. Bu aciliyet hissi, genellikle alkol, şiddet, intihar veya cinayet gibi tepkisel davranışlarla sonuçlanabilir. Karşı-aktarım tepkilerinin farkında olunarak, duygusal durumların değişebileceği ve psikolojik acı ve ölüm hallerinin iyileşme ve canlılıkla yer değiştirebileceği bir terapötik süreç gelişebilir. Bu, kapsama (containment) sağlanarak ve yorumlar yapılarak mümkündür.

    Orta Avustralya’daki Aborijin halkı ile çalışmalarda karşı-aktarım tepkilerinin farkında olmamız ve bu tepkileri kullanmamız sayesinde CASSE güvenilir bir “kapsayıcı” olarak tanındı. Bu, fırtınanın merkezinde kalabilen, iyiyi ve kötüyü barındırabilen, acıya dayanabilen ve karşı tarafa güven aşılayan bir yapı olarak görülüyor (Riviere, 2017). Aborijin halkı, bizim onları dinlediğimizi, önem verdiğimizi, hikayelerini duyup tanıdığımızı, öz-yönetim sürecine saygı duyduğumuzu ve travmadan iyileşmeyi desteklediğimizi biliyor. Bunun sonucunda, Aborijin katılımcılar, kendi travma ve şiddet dünyalarını anlamlandırma kapasitelerini artırdı ve şiddeti anlamlandırmaya yönelik gruplar, erkeklerin bir araya geldiği yapılar ve kültürel kamplar gibi önleyici müdahale yöntemleri geliştirme gücü kazandılar.

    Sonuç: Acı Çeken Kalbin Tanınması

    CASSE’nin çalışmalarının temel taşı, kültürel mülksüzleştirmenin ve çatışmanın psikolojik etkilerine dair farkındalık yaratmak ve bu etkilerle çalışmaktır. Bu sürecin merkezinde, gerçeğe saygı duymak ve gerçeğin dile getirilmesi için bir alan yaratmak yer alır. Gerçeği arama, tüm insanların bir sese sahip olduğu, hepimizin sesini duyurma konumunda olduğu ve tüm seslerin duyulabileceği varsayımına dayanır. CASSE’nin bakış açısına göre, dönüşüm ancak Aborijin halkının temposuna uygun bir şekilde hareket edilirse (psikanalitik bir ortamda, çalışmanın hastanın temposuna göre yapılması gibi) mümkün olabilir ve bu süreçte kişinin hikâyesinin açığa çıkmasına olanak tanınmalıdır. CASSE, acıya tanıklık eder, acı içinde yoldaşlık sunar, acıya kelimeler bulmaya yardımcı olur, boşlukları ve kopuklukları doldurarak kaybedilen bağlantıları canlandıran, yeni bağlantılar, hikâyeler ve hayaller bulan içsel hikâyelerle travmanın yaralarını iyileştirir. Bu süreçte gereken, belirsizlik ve kesinlik eksikliğinin etkileşimine olanak tanıyan duygusal bir iletişimdir; kesin doğruların kontrolüne izin verilmez. Ruhsal büyüme, duygusal çalkantıyı doğal olarak içerir (Civatarese, 2008) ve CASSE’nin çalışmalarına psikanalitik ilkelerin uygulanması, Orta Avustralya’nın sömürge sonrası travmalarında yaygın olan “acı çeken kalplerle” yüzleşirken karşılaşılan duygusal çalkantılar arasında dinleme, tanıma ve harekete geçme süreçlerini sürdürmeye yardımcı olmuştur. Böyle bir katılım sayesinde seslerin duyulması, zihinlerin bulunması, hayatların kurtarılması ve uzlaşma ile iyileşmenin başlaması umulmaktadır.

    Teşekkürler

    Psikanalitik psikoterapist Anne Kantor’a, bu çalışmaların büyük bir kısmını benimle birlikte sunduğu için teşekkür ederim. Ayrıca, CASSE Danışma Kurulu’ndaki psikanalitik meslektaşlarım Lord John Alderdice, Prof. Stuart Twemlow, Eve Steele ve Dr. Tim Keogh’a, ayrıca Orta Avustralya’da yaşayan ve çalışan Dr. Craig San Roque’a teşekkür ederim. En önemlisi, bize yanlarında yürüme izni verdikleri için Aborijin halkına teşekkür ederim; bunu yapmak bir ayrıcalıktır.

  • Eski Çocuk Askerlerle Psikodinamik Psikoterapi: Yıkıcı Kendilikle Tanışma (21. Bölüm)

    Nel Draijer ve Pauline Van Zon (Bağımsız araştırmacı)

    Giriş

    UNICEF (2007) çocuk askeri, silahlı bir güç ya da silahlı bir grup tarafından herhangi bir sıfatla silah altına alınan ya da kullanılan, 18 yaşın altından küçük sadece çocuklar değil, asker, aşçı, hamal, haberci, ajan ya da cinsel amaçlarla kullanılan oğlanlar, kızlar olarak tanımlamıştır (p.7). Çocuk askerler hem isyancı ordular hem de hükümet birlikleri tarafından kullanılmaktadır. Afrika en fazla çocuk askerin bulunduğu bölgedir. Bu çocukların çoğu silahlı gruplar tarafından zorla silah altına alınmakta ve kaçırılmaktadır. Diğerleri ise hayatta kalmak ya da öldürülen aile üyelerinin intikamını almak için gruplara katılmaktadır (Betancourt vd., 2010; Schauer ve Elbert, 2009).

    Çocuk asker olmanın sonuçları oldukça büyüktür. Bu gençler, sadece en güçlülerin hayatta kalabildiği aşırı ve vahşi koşullarda büyümektedir. En alt tabakayı oluştururlar ve bu nedenle sürekli istismar, sarkıntılık ve tacizin hedefi olurlar. Bu çocuklar aile ve toplum tarafından gerekli bakım ve korumadan mahrum bırakılmakta ve sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerden yoksun kalmaktadır.

    Çocuk askerlerin büyük çoğunluğu çatışma durumları, bombalamalar, idam ve uzuv kesme, insanları diri diri yakma ve tecavüz gibi ağır şiddet ve zulümlerin mağduru, tanığı ve/veya faili olmuştur (Betancourt vd., 2010). Savaştan sonra, sadece travmatik olaylara maruz kaldıkları için değil, aynı zamanda çatışmayla olan bağları nedeniyle suçlandıkları ve damgalandıkları için de yeniden entegrasyon başarısızlığına karşı savunmasızdırlar (Schauer ve Elbert, 2009). Eğer daha istikrarlı ülkelere sığınma hakkı verilirse, genellikle uzun ve yorucu sığınma prosedürlerine tabi tutulurlar. Bir kez daha, sığınma prosedürü sırasında kendilerine tanınan asgari haklar nedeniyle topluma tam olarak katılamama durumuyla karşı karşıya kalırlar. Sosyal rollerini, gelecek fırsatlarını ve ana dilleri, geleneksel yemekleri ve sosyal ağları gibi kendi kültürel çevrelerini kaybetmenin sıkıntılarını çekerler.

    Eski çocuk askerlerdeki travma ve dissosiyason

    Özellikle çocukluk döneminde toksik şiddet türlerine uzun süre maruz kalmanın uzun vadede yıkıcı sonuçları vardır. Tehdit karşısında saldırganlık durumları, korku dolu kaçma veya kaçınma durumları hızlı ve dramatik bir şekilde değişimli olarak birbirini takip eder. Çocuklar genellikle fiziksel olarak kendilerini esir alan kişiyle savaşamayacak veya vaziyetten kaçamayacak durumda olduklarından, travmatik olaylara en yaygın tepki, uyuşma, kendine yabancılaşma (depersonalizasyon) ve çevreye yabancılaşma (derealizasyon) yaşadıkları dissosiyasyon yoluyla kendilerini dış ve iç dünyadan koparmaktır (Schauer ve Elbert, 2009). Bu derecede şiddet ve tehdide maruz kalan gençler genellikle güvenli bağlanma ilişkileri kurma, istikrarlı ve bütünleşik bir kendilik ve ötekiler kavramı ve duygu ve davranışları kendi kendine düzenleme yetkinliği gibi gelişimsel görevleri tamamlayamazlar (Van der Kolk, 2005).

    Birçok eski çocuk askerin tekrarlanan ve uzun süreli kişilerarası travmaya verdiği tepki, en iyi şekilde karmaşık travma veya gelişimsel travma bozukluğu gibi kavramlarla tanımlanabilir (Cloitre, 2009; Klasen, Daniels, Oettingen, Post ve Hoyer, 2010; Van der Kolk, 2005). Semptom profili, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ile birlikte duygulanım düzenleme, kişilerarası ilişki ve öz kimlik alanlarında ek bozuklukların varlığına işaret etmektedir. Kompleks TSSB’ye ek olarak, bu hastalar genellikle depresyon ve dissosiyatif kişilik bozukluğundan (DKB) muzdariptir. Bu durumda hem vahşet anıları hem iştirak eden “fail parçaları” farkındalıktan tamamen ayrılır. Bu kendilik durumları (veya değişimleri) sıklıkla “koruyucu parçalar” olarak tanımlanır; bunlar kişiliğin “koruyucu ‘savaş’ alt sisteminde sabitlenmiş ve öfke ve kızgınlık gibi zor duygularla başa çıkmaya ve incinme, korku veya utanç duygularından kaçınmaya çalışan” duygusal parçalarıdır (Van der Hart, Nijenhuis ve Steele, 2006, s. 82).

    Nispeten küçük stres faktörleri eski çocuk askerlerde şiddetli saldırganlık ve/veya gerilemiş dissosiyatif durumlarla kendini gösteren klasik savaş, kaç veya don tepkilerini tetikleyebilir. Bu kişiler saldırgan dürtülerini kontrol etmekte zorlanmakta ve şiddeti amaçlarına ulaşmak için meşru bir araç olarak algılamaktadır. Sonuç olarak, saldırganlık olmadan günlük yaşamla başa çıkma konusunda yetersiz becerilere sahip olma eğilimindedirler. Bu tür hastaları tedavi ederken, klinisyenler eski travma senaryolarının yeniden canlandırılmasının içine çekilir ve genellikle ciddi aktarım ve karşı-aktarım zorluklarıyla karşılaşarak savaş gibi hissedilebilen vahşi bir yaklaşma ve kaçınma terapötik dansının parçası haline gelirler.

    Aktarım Odaklı Psikoterapi ve Uygulanması

    Aktarım Odaklı Psikoterapi (AOP), nesne ilişkileri teorisine dayanan, kanıta dayalı, manuelleştirilmiş, psikodinamik bir tedavidir (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Clarkin, Yeomans ve Kernberg, 2006; Doering ve diğerleri, 2010; Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2002), eski çocuk askerler gibi kompleks travma yaşamış bireyler arasında yaygın olan saldırganlık ve baskının temel merkezi ile çalışmak için çok uygundur. Ağır kişilik bozukluklarından muzdarip, yani sınırda kişilik örgütlenmesine sahip hastaları tedavi etmek için geliştirilmiştir (Kernberg, 1984). Sınırda kişilik organizasyonu terimi, kimlik yayılması (kendilik ve öteki temsillerinin ve bunlar arasında bağlantılı duyguların salınımını içeren parçalanmış ve dalgalı bir kendilik algısı) ve gerçeklik sınamasının genellikle sağlam olduğu ancak stres altında çarpıtmaya eğilimli “ilkel” savunmalar (bölme, inkar ve yansıtmalı özdeşleşme) ile karakterize edilen psikolojik bir yapıyı ifade eder. Hasta, yalnızca sözlü ve sözsüz olarak değil, aynı zamanda yansıtmalı özdeşim (“karın konuşması” olarak adlandırılır) yoluyla da iletişim kurar. Bu süreçte, tolere edilemeyen duygusal durumlar dışsallaştırılır, terapiste yansıtılır ve terapist tarafından hissedilir.

    AOP’nin amacı, bu çelişkili içsel kendilik ve öteki durumlarını daha tutarlı bir kişilik yapısına entegre etmektir. AOP’nin temel varsayımı, insanların sosyal hayvanlar olduğudur (bağ kurmak ve aynı zamanda özerk olmak isterler), iç dünyaları temelde ilişkisel unsurlardan, ikililerden, kendilik ve öteki (nesne) imgelerinden ve bunları birbirine bağlayan duygulardan oluşur. Sınırda kişilik örgütlenmesinde bu iç dünya, birbiriyle çatışma halinde olarak algılanan ve bölünme süreciyle ayrı tutulan tümüyle iyi ve tümüyle kötü ikili unsurlara bölünmüştür. Ağır travma geçirmiş hastalarda bu temel bölünme dissosiyasyon ile daha da vurgulanır. Bölme ve dissosiyasyonun birbiriyle nasıl ilişkili olduğu ve bölmenin kendisinin dissosiyatif, travmayla ilişkili bir fenomen olup olmadığı hakkındaki teorik sorular bu bölümün kapsamı dışındadır. Aslında, ağır travmatize hastalarda bölme ve disosiyasyon tamamen iç içe geçmiştir. Bununla birlikte, ana fikir bölmenin çatışmadan kaynaklandığıdır: yaklaşma, yakınlık arama ve bağ kurma eğilimi ile temas ve bağımlılıktan kaçınma ve incinmeye veya kontrol edilmeye karşı savunma eğilimi arasındaki çatışma (yani, sevgi ve saldırganlık dinamikleri).

    Tamamen iyi ikililer, mükemmel anneler veya babalar gibi, ideal bir nesne ile özlem ve mükemmel sevgi dolu ilişkilerden meydana gelir. Gerçekte olan eksiklikler ve hayal kırıklıklarıyla bütünleştirilmedikleri için bu tamamen iyi ikililer gerçekçi değildir ve bu nedenle patolojik hayal kırıklığına ve tersine kötü ikililere hızlı bir geçişe katkıda bulunabilir. Tümüyle kötü ikililer, geçmiş öznel gerçeklik, kişinin kendi saldırgan duygulanımları, saldırganlarla özdeşleşme ve güçlü korkuların bir karışımına dayanan zulmedici veya hükmedici ilişki imgelerinden oluşur. İlişkilerde ve psikoterapide içsel ikililer salınım gösterir: içerideki endişeli kurban, aşırı güçlü ötekinin misillemesinden korkarak, aniden artık zayıf olan ötekine saldıran baskın bir güce dönüşebilir. Eğer terapist kötü bir nesne olarak deneyimlenirse, hasta kendini ezilmekten korumak için saldırabilir, böylece saldırgan olduğunun tam olarak farkında olmadan saldırganlaşabilir. Bu nesne ilişkileri düşünme modeli, terapistin bu yansıtmaları hastayla empatik olarak keşfetmesini ve sanki hastanın gözünden bakmasını sağlar. Bu bakış açısı, kişilik bozukluğu ve ciddi dissosiyatif bozukluğu olan hastaların tedavisinde anlık yaşanan sürekli itme ve çekme etkileşimlerini anlamada çok faydalıdır (Draijer, 2009, 2010a,b).

    AOP müdahaleleri, hastanın iç dünyasını ve bu dünyadan terapistin bakışını keşfetmekten oluşur. Bunu yapabilmek için, aktarımı tam olarak şu anda deneyimlemek (“Hasta bana ne yaptırıyor?”), hastanın terapist yaratımını içinde ifade edildiği ikili ile empatik olarak takip etmek ve bunu hastaya sunmak özellikle önemlidir. Böylece bir müdahale şu şekilde kurgulanabilir: “Sizi doğru bir şekilde dinlediğimde, sanki beni zalim ve hükmeden bir kişi olarak görüyorsunuz. Bu sizin için çok korkutucu bir durum olmalı.” Hastalar, ilişkinin algıladıkları şekilde ifade edilmesinin sağladığı kontrolle doğru anlaşıldıklarını deneyimlediklerinde, öfkeli bir ruh hali içinde olsalar bile aniden sakinleşir ve neler olup bittiği üzerine düşünmeye başlayabilirler.

    Hastanın reflektif fonksiyonu gelişmeye başladığında (ki bu biraz zaman alabilir) terapistin görevi, hastanın kendi iç dünyası hakkındaki empatik merakını artırarak, hastayı ikili ilişkiler arasındaki tutarsızlıklar ve salınımlarla dikkatlice yüzleştirmektir. Örnek bir müdahale şu şekilde olabilir: “Bu çok ilginç. Birkaç dakika önce konuşmamız oldukça samimi görünüyordu ve üzüntünüzü benimle paylaştınız, görünüşe göre beni güvenli ve güvenilir bir dinleyici olarak algıladınız, ancak aniden tüm gücü geri alarak beni kendinizi korumak zorunda olduğunuz bir tehdit olarak algıladınız. Bu iki ruh halini nasıl birleştirirsiniz?” Son olarak, hasta terapötik ilişkiyi en azından zamanın bir kısmında destekleyici olarak yansıtabildiğinde ve deneyimlediğinde, terapistin görevi karşıt ikililerin savunmacı katmanlarını yorumlamaktır. AOP’de yorumlama, olumlu ve olumsuz ikililerin eş zamanlı olarak hastaya sunulmasına ve ilişkilendirilmesini sağlayan bir süreçtir. Örneğin, “Öfkenizin bu kadar aşırı olması, sizi benden uzaklaştırması, güvenilir bir ebeveyn figürüyle güvenli bir ilişkiyi derinden özlediğinizi fark ettiğinizde kendinizi çok savunmasız hissetmenizden dolayı olabilir mi?” veya “Beni tamamen güvenilmez olarak görmeyi tercih ediyor gibi görünmenizin nedeni, beni güvenilir olarak algılamanın kayıplarınız konusunda sizi çok üzüyor olması olabilir mi? Bunu yaparak kalbinizi sevdiğiniz birini ikinci kez kaybetmeye karşı koruyor olabilir misiniz?” Dolayısıyla yorumlama, şimdiki zaman ile geçmiş arasındaki bağlantıları açıklamaktan ziyade, öncelikle şimdi ve buradaki “sen ve ben” ile ilgilidir.

    Tüm bu adım adım etkileşimsel ve yorumsal süreç (Caligor, Diamond, Yeomans ve Kernberg, 2009) öfke ve hiddetin kademeli olarak azaltılması ve nihayetinde kişiliğin bütünleşmesi ile sonuçlanır. AOP’de hasta kendi iyileşmesinden sorumlu tutulur; bu da tedavinin başlangıcında (öz) yıkıcı davranışlar hakkında bir sözleşme yapıldığı anlamına gelir ve terapist hastaya bu davranışların sağlığa doğru olan gelişime karşı olduğunu açıklar. Hasta, çatışma için tek bir çözüm bildiğini (şiddet kullanmak) belirttiğinde, terapist hastayı bunu önlemekten sorumlu tutar: “Tüm duygular hoş karşılanır ve saygı görür, hatta öldürücü öfke bile, yeter ki bu konuda konuşabilelim ve harekete geçmeyelim.” Hasta bir davranışta bulunma eğilimi fark ettiğinde ya da bunu gerçekten yaptığında, hastadan bir sonraki seansta ilk iş olarak bundan bahsetmesi istenir. İstismar döngüsünün tekrarlanmasını önlemek için “askerin nasıl konuşacağını öğrenmesi gerekir.”

    Destekleyici Kanıtlar

    AOP’nin etkililiğine yönelik ampirik destek, farklı araştırma grupları tarafından gerçekleştirilen bir dizi randomize kontrollü çalışma ile ortaya konmuştur (bu çalışmaların bir özeti için bkz. Bölüm 10: Borderline ve Narsisistik Kişilik Bozuklukları İçin Aktarım Odaklı Psikoterapi). Örneğin, Clarkin ve arkadaşları (2007) ve Doering ve arkadaşları (2010) tarafından yapılan çalışmalar, AOP’nin sınırda kişilik bozukluğu olan hastalar için çeşitli karşılaştırma tedavileri (diyalektik davranış terapisi, destekleyici dinamik terapi ve deneyimli kamu psikoterapistleri tarafından tedavi dahil) kadar veya daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu çalışmalar ayrıca AOP’nin reflektif fonksiyon ve bağlanmadaki gelişmelerin yanı sıra kişilik organizasyonu ve işlevselliğindeki olumlu değişimle benzersiz bir şekilde ilişkili olduğunu göstermiştir. AOP’nin eski çocuk askerler için etkinliği henüz araştırılmamış olsa da mevcut kanıtlar yine de önemlidir, çünkü önceki çalışmalara dahil edilen hastalar da kompleks travma geçmişlerini taşıma eğilimindedir (ancak elbette eski çocuk askerlerin tanık olduğu ve yaşadığı şiddetle ilgili değildir).

    Vaka örnekleriyle aktarım odaklı psikoterapi

    İshmael 2003 yılından beri Hollanda’da bulunan 24 yaşında Sierra Leone’li bir erkektir. Terapist onunla ilk kez tanıştığında, Ishmael 3 yıldır başarısız bir psikoterapi görüyordu ve bu süreçte stabilizasyon ve destek temel odak noktasıydı. Kısa süre içinde İshmael’in tedavi konusunda oldukça kararsız olduğu anlaşıldı; motive olmuştu ancak psikoterapinin doğasında olan samimiyetten korkuyordu. İshmael’in en büyük korkusu, tetiklendiğinde saldırganlığının kontrolünü kaybetmek ve masum bir insana zarar vermekti. Kız arkadaşı da dahil olmak üzere başkalarıyla kavgaya karışmıştı.

    DKB, TSSB ve depresyon kriterlerinin yanı sıra başka türlü belirtilmemiş kişilik bozukluğu kriterlerini de karşılıyordu. İşitsel yorumlar ve görsel halüsinasyonlar da dahil olmak üzere hafıza kaybı ve kısa psikotik ataklardan muzdaripti. Ara sıra intihara meyilli olmuş ve bir kez hastaneye kaldırılmıştı. Şiddetli güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları, aşırı yalnızlık, ait olmama hissi ve insan dışılaşma hissi yaşadığını bildirmişti. “Bazen kendimi bir insandan çok bir hayvan gibi hissediyorum” dedi.

    İshmael, Sierra Leone’deki ilk yıllarını orta derecede mutlu olarak tanımladı. Sekiz yaşındayken isyancılar annesini gözleri önünde öldürmüş ve kendisi de esir alınmıştı. O zamandan beri babasını ve kız kardeşini hiç görmedi. İshmael isyancılar tarafından çocuk köle olarak ormanda onlarla kalmaya zorlandı. Orada sayısız zulme tanık oldu ve bunlara katılmaya zorlandı. Beş yıl sonra kaçmayı başardı ve Freetown’da hayatta kalmayı başardı. Şu anda bir iltica prosedürünün ortasında.

    Psikoterapinin ilk aşamasındaki ana sorun, İsmail’in başkalarıyla ilişki kurarken psikolojik olarak anda kalamamasıydı. Bu durum dissosiyasyon (örneğin, başka zihin durumlarına geçme, yok olma) veya terapiste karşı aşırı baskınlık, saldırganlık ve baskı şeklinde ortaya çıkıyordu. Paranoid duygular; istismar edilme, sömürülme veya aşağılanma gibi aşırı korkuları olduğunu ve önemsenmediği hissine kapıldığını bildirmişti. Kendisine öğretilen duygulanım düzenleme tekniklerini kullanamıyordu. Onun saldırganlığına maruz kaldığında, terapist genellikle korkudan bunalmış hissediyor ve neler olup bittiği üzerine düşünmekte zorlanıyordu. AOP, bu kafa karıştırıcı güçleri, itme ve çekmeleri, yeniden canlandırmaları anlamada mantıklı bir çerçeve sundu.

    AOP’ye geçiş, hastayı ve semptomlarını anlamaya yönelik tek kişilik bir modelden, hastayı ve deneyimlediği dinamik kişilerarası güçleri anlamaya yönelik iki kişilik bir modele geçiş anlamına geliyordu. Bu geçişten sonra yaklaşımdaki farklılıklar sorulduğunda, terapistin aklına gelen ilk şey şu oldu: “Empatik olarak keşfettiğim ve onun gözünden beni yarattığı kişiyi gördüğüm için neler yaşadığına dair çok daha fazla temas ve anlayış. Dissosiyasyon ve saldırganlık, ilişkimizdeki mesafeyi ve yakınlığı düzenlemenin bir yolu olarak anlaşılabilir hale geldi.”

    Clarkin ve diğerlerinin (2006) aktarım ve karşı-aktarımdaki baskın ikililer genel bakışını kullanarak, bu vaka örneğinde bunlardan bazılarını gösteriyoruz (bkz. Tablo 21.1). Aşağıdaki aktarım- karşı-aktarım etkileşimi, ikili ilişkilerin dinamik doğasını göstermektedir. İshmael, en travmatik deneyimlerinden birini terapistiyle paylaşma ve üzgün olma konusundaki savunmasızlığına tepki olarak aniden farklı bir duruma geçti. Terapist aşağıdakileri deneyimlemiştir:

    Aniden saldırganlığa geçmesi beni şaşkına çevirdi. Gözleri keskinleşiyor ve aşağılayıcı bir tavırla, “Görmüyor musun? Etrafında her yerde kavga var.” diyor. Bakışları sertleşiyor ve kayıtsızlaşıyor. Dudakları sadist bir gülümsemeyle hafifçe kıvrılıyor. Bir savaş durumunda karşı karşıya geldiğimiz şiddetli ve acımasız bir travmatik deneyimin yeniden yaşanmasının bir parçasıymışım gibi görünüyor. Artık tanıdığım İshmael’i görmüyorum; her şeyi yapabilecek, son derece tehlikeli ve tehditkâr bir asi görüyorum. Acaba o da bende aynı tehdidi görüyor mu? Kafam karışık hissediyorum. Vücudum tehlike olduğu konusunda beni uyarıyor ve aşırı uyarılmış durumdayım. Kendimi ellerine bakarken yakalıyorum, saldırabilir mi diye merak ediyorum. Şu anda uyanık kalmak istiyorum ama kaos beni ele geçiriyor. Artık neler olup bittiğini düşünemiyorum ve bir korku selinin içinde boğuluyorum. Bu arada umutsuzca terapötik çerçevemi ve araçlarımı arıyorum, ama onlar da silinip gitmiş gibi görünüyor. Kendimi felç olmuş ve çaresiz hissediyorum. Bu savaşı kazanamam, o daha güçlü ve ben ona teslim oluyorum. Saldırganlığıyla elde etmek istediği şey bu mu?

    Saldırganlığına dikkat çekiyorum ve içinde neler olduğunu soruyorum. Şaşırmış görünüyor, saldırganlığı aniden kayboluyor, kızgın ya da korkmuş olduğunu inkar ediyor. Şimdi kafası karışık ve savunmasız olan o. Birdenbire ben fail, o ise kurban oluyor. Fail olmak istemiyorum. Yine kafa karışıklığı var.

    Tablo 21.1 Aktarım ve karşı-aktarımdaki baskın ikililer

    HastaTerapist
    Kontrol eden, tümgüçlü benlikZayıf, kölevari öteki
    İstismara uğrayan kurbanSadist saldırgan/zalim
    Kontrolü kaybetmiş, öfkeli çocukYetersiz, işlevsiz ebeveyn
    Bağımlı, memnum çocukMükemmel bakım sağlayan
    Arkadaş canlısı, itaatkar benlikDüşkün, hayran ebeveyn

    Burada üzüntü ve kırılganlığa karşı agresif bir savunmanın yanı sıra travmanın yeniden canlandırıldığını, ancak tersine dönmüş şekilde, baskın bir pozisyonda, terapisti farkında olmadan korkutarak dehşet verici bir teslimiyet ve kafa karışıklığına sürüklediğini görüyoruz. Hasta, terapist üzerinden kendisinin söze dökemediği aşırı korkuyu uyandırıyor gibi görünmektedir. Sadist saldırgan/zalim ile istismara uğrayan kurban arasında bir salınım vardır. Terapistin ilk görevi bu neredeyse dayanılmaz korkuya tahammül etmek ve ona göre hareket etmemektir.

    Eğer terapist bu korkuya dayanabilir ve hasta ile arasındaki süreci düşünmeye devam edebilir, bunu yaparken saygılı ve tarafsız bir duruş sergileyebilirse, hastanın kendisine yansıttığı kötü nesneyi giderek daha fazla kapsayabilir ve hastayı, daha önce ham ve sembolleştirilmemiş bir duygu durumu olarak var olan şeyi düşünmeye veya sembolik olarak taşımaya teşvik edebilir. Terapistin empatik merakı, hastanın kendisini bunaltan yoğun durumun diğer içsel durumların daha geniş bir bağlamında var olabileceğini ve dolayısıyla gerçekliğin ya da ilişkinin tamamını oluşturmadığını görmesini sağlar. Bu paylaşılan merak da nesneyi, özellikle de yoğunluğunu ve tek boyutlu niteliğini değiştirme etkisine sahiptir. Tüm duygulanımlar terapist tarafından kabul edildikçe, tolere edildikçe ve kapsandıkça, bir ya da iki saniyelik de olsa düşünme alanı ve duygulanım toleransı yavaş ama kademeli olarak artar. Hastanın içinde, korktuğu saldırganın ve deneyimlediği ve gizlice özlem duyduğu empatik ve yansıtıcı ötekinin temsillerini yavaşça bir araya getirdiği bir süreç gerçekleşir; her ikisi de kendi içindeki iç durumların yansımalarıdır. Bunun, hastadaki zulüm nesnelerinin ve kendilik durumlarının kademeli olarak detoksifiye edildiği bütünleştirici bir süreç olduğu düşünülmektedir (Scharff ve Tsigounis, 2003).

    Bir süre sonra terapist, hastayla empati kurarak yoğun güçsüzlük ve üzüntü duygularıyla mücadele eder. Artık hasta hem savunmasız halini tolere edebilmekte hem de terapistle bağlantı kurabilmektedir. Terapist bunu şöyle not eder:

    Ishmael, bir kurban olarak yaşadığı vahşetle ilgili yoğun değersizlik duyguları ifade ediyor. Zihinsel huzura ve ölüme özlem duyuyor. Onun kendinden nefretini ve acısını hissediyorum. Buna dayanamayarak, kendisine dair suçluluk ve utanç dolu bakış açısını değiştirmeye çalışıyorum, ancak bunun onun ihtiyaçlarına uymadığını fark ediyorum. Bana, bunun için içinde yer olmadığını söylüyor. Ona, bakış açısını değiştirme çabamın, aslında onun hüznünün bende yarattığı güçsüzlük hissiyle başa çıkma girişimi olduğunu anladığımı söylüyorum. Ve ekliyorum: “Burada birlikte otururken, hüznün var olmasına izin verebiliriz, hakkında konuşmak zorunda kalmadan.” Bunu duymaktan memnun olduğunu, özellikle de hüznünü serbestçe yaşayabileceği başka bir yer olmadığını söylüyor. Göz göze geliyoruz ve hüznü beni derinden etkiliyor. Gözlerimin nemlendiğini fark ediyor ve ona, hüznünün beni etkilediğini söylüyorum. Bir an için başını yana çeviriyor, ama sonra tekrar bakışlarımı yakalıyor ve hüznünün benim yanımda var olmasına izin verdiğini görebiliyorum. Yoğun bir karşılaşma anı yaşanıyor. Seansın sonunda, İshmael bana, hüznünü deneyimleyip paylaşarak kendini “daha bağlantılı” ve daha az yalnız hissettiğini söylüyor.

    İkili bir bakış açısına göre, terapistin güçsüzlük ve üzüntü hisleri, hastanın ona dair algılarından ve onunla etkileşimlerinden (yani yansıtma ve yansıtmalı özdeşim) kaynaklanır. Bu durumda terapist, önce hastayı bir an önce rahatlatmak ve üzüntüden kaçınmak istemiş, böylece hastanın genellikle yaptığı şekilde davranmıştır. Daha sonra hasta, terapistin üzüntüsünün farkına varmıştır, çünkü terapist onunla birlikte bu üzüntüye katlanmaya istekli olmuş ve bunu birlikte tolere etmişlerdir. Üzüntü içinde birlikte var olmak, hastanın bağ kurmaya, ilişki içinde olmaya ve kaybettiği annesiyle olan bağına dair toleransını yeniden kazanmasını sağlamıştır.

    18 aylık AOP’nin ardından, terapist, terapötik ilişkide yakınlık ve savunmasızlığa yönelik dikkate değer bir artış ve bunlara karşı daha fazla tolerans gözlemlemektedir. Bu gelişme, hastanın iç dünyasında daha önce bölünmüş olan libidinal segmente erişimin sağlanmasını temsil eder. Hasta, acı verici deneyimleri ve güçlü duyguları daha iyi söze dökebilmekte ve tolere edebilmektedir. Duygusal durumlar arasındaki dalgalanmalar ve siyah-beyaz düşünce yapısı azalmıştır. Saldırganlık daha az vahşi, yıkıcı ve korkutucu hale gelmiş ve giderek yok olmakta gibi görünmektedir. Saldırgan duygular, düşünceler ve fanteziler terapide açıkça paylaşılmaktadır. İshmael, duygularını daha iyi düzenleyebilmekte ve kendini şiddete başvurmadan ifade edebilmektedir.

    Belirti düzeyinde, kabuslar, geçmişe dönüşler/flashbackler ve dehşet verici anıları yeniden yaşama durumları, dissosiyasyon, travmatik materyalden kaçınma, güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları azalmıştır. İşitsel sanrı ve görsel halüsinasyonlar geri çekilmiştir. DKB açısından bakıldığında, hastalar anın içinde kalmaya daha yatkın hale gelmiş, duygusal durumlar daha az parçalanmış ve amnezi ile daha az ayrılmıştır. Ağır travmatik deneyimler artık sadece yıkıcı kendilik üzerinden anlatılmamakta, aynı zamanda daha üzgün ve düşünceli ruh halleriyle de ifade edilmektedir. İshmael daha az izole bir yaşam sürmekte, gönüllü çalışmaları, hobileri ve hatta filizlenen bir arkadaşlık sayesinde dış dünya ile daha fazla temas kurmaktadır.

    Tartışma

    Afrikalı DKB ve TSSB olan eski çocuk askerlerin tedavisinde, AOP, bu hastaların saldırganlıklarını ve terapist üzerinde tam kontrol kurma veya baskı kurma eğilimlerini ele almaya yardımcı olur. AOP, bölünmüş saldırganlıkla ilgili ciddi sorunları ve hastaların zihinsel durumlarındaki ani ve kafa karıştırıcı değişimleri anlamak için faydalı bir model sunar. Tedavi, hastanın yalnızca semptomlarına odaklanmak yerine, aktarım- karşı-aktarım dinamiklerini, terapötik ilişkideki itme-çekme etkileşimlerini ve hasta ile terapist arasındaki yeniden canlandırmaları ele alır. Bu yaklaşım, aşırı travmayı anlamada ve tedavi etmede tek kişilik (birey merkezli) psikoloji ile iki kişilik (ilişki merkezli) psikoloji arasındaki tartışmaya da temas etmektedir. Bu vakada, başlangıçta tek kişilik bakış açısı (sadece hastada gözlemlenen semptomlara ve psikopatolojiye odaklanan) sınırlı başarı göstermiştir. Daha sonra, bölme, yansıtmalı özdeşim ve kendilik-öteki durumları arasındaki dalgalanmalar şeklinde hasta ve terapist arasındaki dinamiklere odaklanan iki kişilik psikolojik modele geçilmiştir. Bu değişim, hastanın duygusal düzenleme becerisini geliştirmesine, zihinselleştirmeye başlamasına, sosyalleşmesine ve hem içsel hem de dışsal olarak daha fazla bütünleşmesine yardımcı olmuştur. Geleneksel aşama odaklı travma terapisi yerine, terapötik ilişkide güvenli bağlanmayı güçlendirmeye odaklanarak duygu düzenleme becerileri geliştirilmiştir.

    Bu, TSSB’nun öncelikle bir anksiyete bozukluğu olarak görülmesinden, (kompleks TSSB ve DKB) öncelikle ilişkisel bozukluklar olarak algılanmasına doğru bir geçişi temsil etmektedir. Bu tür bozukluklar izolasyon, yalnızlık (bağlantısızlık), başkalarına güvensizlik, rahatlatıcı içsel ilişkilerin eksikliği, insanlığa karşı öfke, utanç ve suçluluk gibi özelliklerle tanımlanır. Başka bir deyişle, DKB gibi karmaşık stresle ilişkili bozukluklar, kişilik, kimlik ve duygu düzenleme bozuklukları (bir bütün olarak ilişkisel bozukluklar) olarak görülmekte ve terapötik ilişkinin “şu an” içinde çalıştığı psikodinamik tedavilere oldukça uygun olmaktadır.

    18 aylık AOP sonrasında, bu hastada duygu düzenleme, zihinselleştirme ve ilişkilenmede gelişmeler gözlemlendi. Gelişmiş duygu düzenleme, terapistin baskın ikililere ve onlarla bağlantılı duygusal durumlara, etkileşimin “şu an”ında hassas bir şekilde uyum sağlaması ve bunları kapsamasıyla açıklanabilir. Bu hipotezi destekleyen bir çalışma, Levy, Clarkin ve arkadaşları (2006) ile Levy, Meehan ve arkadaşları (2006) tarafından yapılmış ve bir yıllık AOP sonrasında borderline hastalarda reflektif fonksiyonun ve güvenli bağlanmanın geliştiğini göstermiştir; daha güvenli bağlanma, daha iyi duygu düzenlemeye yol açmaktadır (Schore, 2005). AOP’nin zihinselleştirme temelli terapiye benzer olduğu ileri sürülebilir; ancak temel fark, AOP’de farklı ikililer arasındaki çatışma ve dalgalanmanın merkezde olmasıdır. Ayrıca, aktarım doğrudan ele alındığı için terapist bir koçtan ziyade, hastayla birlikte “dansın” içinde yer alan bir katılımcı olur; dolayısıyla AOP, bilişsel olmaktan çok deneyimsel bir yaklaşımdır. Son olarak, AOP, terapi ilişkisinde ele alınması gereken merkezi bir dinamik güç olarak saldırganlığa özel bir önem atfetmektedir.

    Saldırganlık ve onun nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda görüşler önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Bazı tedavi modelleri saldırganlığı hiç ele almaz (bunun “yabancı bir kendilikten” geldiğini varsayar), bazıları ise yalnızca onu kontrol etmeye çalışır (daha çok bilişsel-davranışçı öfke yönetimi yaklaşımları) veya bastırır (örneğin, ilaç yoluyla). Ancak AOP’de, saldırganlık içsel dinamiklerde temel, hayati ve bir bakıma sağlıklı bir unsur olarak kabul edilir.

    Ağır travma yaşamış hastalarda, saldırganlık doğrudan tedavi sürecinde ortaya çıkmadığında, bunun kâbuslar ve kendine zarar verme yoluyla dışa vurulabileceğine dair klinik bir izlenimimiz var. Bu yol ile, saldırganlık, içsel dünyadaki saldırgan figürlere yansıtılarak güvenli bir biçimde deneyimlenir (içsel olarak ifade edilir). Bu hastaların ayrıca, çocukluk dönemindeki saldırganlarla özdeşleşmelerinden kaynaklanan, tamamen kontrol sağlamaya çalışan (saldırgan) baskıcı içsel temsilleri vardır. AOP perspektifinden bakıldığında, bir tür entegrasyon, denge ve sağlığa ulaşmak için hastanın saldırganlığının ele alınması ve kendisine ait bir parça olarak kabul edilmesi gereklidir. Ancak, tüm hastaların bunu kabul etmeye istekli veya hazır olmadığını gözlemliyoruz; bazıları, kendilerini bir kurban kimliğine sıkı sıkıya bağlayarak ve saldırganlığı dışarıya yansıtmaya devam ederek baskı altında kalmaktan başka bir çıkış yolu olmadığını hissetmektedir.

    AOP terapisti, dansa katılır fakat aralarındaki dinamikleri sürekli olarak yansıtmaya çalışır. Terapist bunu saygılı bir şekilde yapar, hastanın içindeki çatışmalara karşı nötr kalır, hastanın algıları ve etkileşimleriyle tetiklenebilecek zorlu duygusal durumları kabul eder. Bir liman metaforunu kullanacak olursak, tüm gemilere izin verilir. Hiçbir geminin denizde kalması gerekmez (yani, ne kadar olumsuz olurlarsa olsunlar tüm duygular ve zihinsel durumlar terapist ile ilişkide kabul edilir). Sonra terapist hastanın kendisini yansıttığından daha entegre bir şekilde görebileceği yansıtan bir ayna gibi davranır. Saldırganlık ve nefreti kapsamak, iyi ve kötü olanın entegrasyonuna giden yolun ön koşuludur. “Yıkıcı kendilik” görülmeli, saygı gösterilmeli, kabul edilmeli ve tüm kişi için ne anlama geldiği takdir edilmelidir: O, korkunç anıların muhafızıdır ve yeniden zarar görmekten kaçınmak için hastayı gözetler. Bu kendilik yönü son derece yalnızdır (insanlık dışı) ve kimsenin onu sevmediğine veya yakın olamayacağına ikna olmuştur. Eğer bu tehlikeli ve nefret dolu parça anlaşıldığını, saygı gösterildiğini ve takdir edildiğini hissederse hastanın nefreti yavaşça erimeye başlar (bkz. Draijer, 1999). Ancak o zaman yas tutma ve derin üzüntü için yer açılır. Öldüren hastaların yas tutması gerekir, yas tutma ve pişmanlık ritüelleri başlatılabilir.

    Son olarak, terapistin, hastanın içsel dünyasına duygusal olarak erişmeyi öğrenmesi, bu dansa katılması, bunu tanıması ve bir müdahalede bulunmak için üzerine düşünmesi olmazsa olmazdır. Bu duygusal erişilebilirliği, zihinsel beceri ve duyusal duyguları fark etme ve bunları bir müdahaleye dönüştürme becerisini geliştirebilmek için terapistin bir süpervizörle güvenli ve kabul edici bir ilişkiye ihtiyacı vardır.

    Sonuç

    Aşırı saldırganlık ve bir saldırgan kendilik durumu, dissosiyatif bozuklukları olan hastalar için ciddi sorunlar oluşturur, onları diğer insanlardan yabancılaştırır, yakınlığı engeller ve terapistlerinde korku yaratır. Bu sorun, TSSB üzerine yapılan pek çok teori veya araştırmada nadiren ele alınmaktadır, çünkü tedavi genellikle anksiyeteye odaklanır.

    Öfke ve saldırganlık, şiddetli travmalarda merkezi bir rol oynar, hastaların kendilerini suçlu, kötü ve yalnız hissetmelerine neden olur, kontrol için mücadele etmelerine yol açar ve onları diğer insanlardan yabancılaştırır. Bu, özellikle hastaların öldürmeye zorlandığı durumlarda geçerlidir. DKB’den muzdarip eski çocuk askerlerinin saldırganlıkları ile ilgili tedavilerde AOP, bu saldırgan yönleri ve başkaları üzerinde tam kontrol kurma ya da başkalarını baskılama eğilimlerini ele alır, buna terapist de dahildir. Ayrıca, hastaların içsel baskılarından kurtulmalarına yardımcı olur.

    Yazarlar, Dr. Frank Yeomans, MD, PhD’ye çok yardımcı yorumları için teşekkür eder.
    Bu bölüm, şu makalenin genişletilmiş bir versiyonudur: Nel Draijer PhD & Pauline Van Zon MA (2013): “Eski Çocuk Askerleriyle Aktarım Odaklı Psikoterapi: Yıkıcı Benlikle Karşılaşma”, Journal of Trauma & Dissociation, 14:2, 170-183.
    Telif Hakkı © Taylor & Francis Group, LLC
    ISSN: 1529-9732 basılı/1529-9740 çevrimiçi
    DOI: 10.1080/15299732.2013.724339

  • Spor ve Düşünce: Spor Temelli Terapötik Müdahalenin Geliştirilmesi (26. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Contemporary Psychodynamic Psychotherapy: Evolving Clinical Practice‘nin [Çağdaş Psikodinamik Psikoterapi: Gelişen Klinik Uygulama] 26. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Daniel Smyth

    Bireysel çocuk veya yetişkin, yalnızca ve yalnızca oynarken yaratıcı olabilir ve tüm kişiliğini kullanabilir; birey, yalnızca yaratıcı olarak kendiliğini keşfedebilir (Winnicott, 1971, s. 73).

    Duygusal ve davranışsal sorunlar yaşayan ergen erkek çocuklarıyla terapötik etkileşimin son derece zor olduğu bilinmektedir. Daha geleneksel psikolojik hizmetlerden yararlanmama ve dolayısıyla faydalanmama, bu tür erkek çocuklarının genellikle toplumun marjinlerinde kalmaları ve yetişkinlik boyunca orada kalma eğiliminde olmaları anlamına gelir. Bu nedenle, ergen erkek çocuklarını daha olumlu bir yaşam yolu geliştirmelerini sağlayan bir güvenlik ve saygı duygusu sağlayabilen terapötik ortamlarda daha iyi katılımını ve kalmasını için alternatif hizmet sunum modelleri gereklidir. Spor ve Düşünce programı, davranışsal ve duygusal zorluklar yaşayan ve daha geleneksel terapötik yollarla etkileşime girmeyen ergenlik çağındaki erkek çocukların erişebileceği terapötik bir müdahaleye olan artan ihtiyaca yanıt olarak geliştirilmiştir. Bu, futbol sporunu psikodinamik düşünce ve teoriyle birleştirerek kişinin ve başkalarının deneyimlerine ve duygularına ölçülü, kasıtlı ve dikkatli reflektif düşünceyi teşvik eden bir alan yaratan ve duygusal ve davranışsal değişimi teşvik etmek için bir katalizör görevi gören ergenlerle çalışmaya yönelik yeni bir yaklaşımdır. Futbol oynayarak, katılımcılar oyuna ölçülü, büyük resim yaklaşımı benimsemeye teşvik edilir; bu yaklaşım sahanın tamamını ele almayı, topu paylaşmayı, bir pasla geriye gitmeyi ve ileri seçenekler yoksa oyunu tekrar başlatmayı ve oyunlarına yapılandırılmış düşünce göstermeyi vurgular. Bu tür çabalar için esas olan, bir ekibin parçası olarak başkalarıyla çalışmaya ve böylece bir grup ortamında kendini ve başkalarını daha iyi anlamaya vurgu yapmaktır. Altta Yatan Spor ve Düşünce, bir bireyin bir spor bağlamındaki tepkilerinin, kişinin diğer sosyal bağlamlardaki tepkilerinden farklı olmadığına dair bir inançtır, bu nedenle futbol sporu, katılımcıların kendi duygusal ve davranışsal eğilimlerini ve bunların altında yatan nedenleri keşfetmelerini sağlamak için kullanılabilir.

    Spor ve Düşünce programının ilk gelişimi

    Terapötik çalışmayı klinik olmayan, dışarıya, özellikle bir futbol sahasına taşıyan bir program yaratma fikri, şiddetli düzeyde duygusal ve davranışsal bozukluklar çeken ergen erkek çocuklarıyla çalışma deneyimimden doğdu. Farklı ilçelerdeki ortaokullarda yaptığım çalışmalarda, gelişimsel zorluklar yaşayan karmaşık ihtiyaçları olan çok sayıda erkek çocukla karşılaştım. Bu erkek çocuklar genellikle düşünceleri ve duyguları hakkında konuşmayı çok zor buluyorlardı, kendileri ve zorlukları hakkında düşünmeye yönelik her türlü girişimi hem aşağılayıcı hem de zulmedici olarak deneyimliyorlardı. Bu erkek çocuklar, içlerinde olup biteni şiddet ve çete üyeliği kullanarak dışsallaştırarak duygusal zorluklarla başa çıkma eğilimindeydiler; böylece rahatsızlıklarını dışarıya yansıtıyor ve düşüncelerinin ve duygularının uyandırdığı kaygıya karşı kendilerini savunuyorlardı. Bu erkek grubuyla uzun süre boyunca karşılaşmam, onların aşağılanma veya zulüm duygularını uyandırmadan terapötik bir müdahaleye katılmalarına yardımcı olacak farklı bir müdahale yolu yaratma ihtiyacını düşünmeme yol açtı. Bu tür duygular, daha geleneksel klinik ortamlardaki bu erkek çocuklarında yaygındır ve sıklıkla seans sırasında sözlü iletişim kurmayı reddederek birbirlerine veya bir nesneye karşı saldırgan davranışlarda bulunarak veya kelimenin tam anlamıyla odadan çıkarak kendilerini terapötik düzenlemeden uzaklaştırmaya çalıştıkları için hem bireysel hem de grup müdahalelerine katılımlarında zorluklar yaratır.

    Sporu ve psikodinamik müdahaleyi birleştirme girişimi, birçok genç arasında futbolun -özellikle Premier Lig’in- popülerliğinden de etkilenmiştir. Oyunun gençler arasındaki popülerliğinin ille de veya sadece spor sahalarında olmadığı çok açıktı; daha çok, lüks yaşam tarzlarına sahip idealize edilmiş futbolcuların hayatlarının gerçekliğinden kaçışın potansiyel bir yolu olarak görülüyordu. Gençlerle yaptığım çalışmalar ve 30 yıldır futbol maçlarına sürekli katılımım sayesinde, Premier Lig futbolcusunun bir rol model, olmayı arzuladığım bir şey olduğunu giderek daha fazla fark ettim. Yine de, futbol sahasındaki yetenekleri nedeniyle putlaştırılan ve ekonomik güçleri nedeniyle kıskanılan genç adamların, iç zorluklarını haftada bir futbol sahasında canlandırdıklarına, hatta bazen hayal kırıklıklarını kontrol edemeyen kırmızı yanaklı yürümeye başlayan bir çocuğun aşamasına gerilediklerine ve diğer zamanlarda çeşitli kabahatler sonucunda hafta sonu magazin gazetelerinin ön sayfasında yer aldıklarına sık sık tanık oluyorum. Birçok kişi tarafından bu kadar yüksek bir saygıyla karşılanan bireylerin bu tür eylemleri futbol sahasındaki tepkilerini düşünmeme yol açtı: Davranış biçimlerinin, spor müsabakalarından uzaktaki hayatlarını genel olarak nasıl sürdürdüklerini yansıtıp yansıtmadığını merak ettim. Spor bağlamında kendilerini sınırlayamayan futbolcuların sosyal bağlamda da aynı zorluğu yaşadıklarını görmeye başladım. Sonuç olarak, bu, futbolu ergenlerin davranışlarını gözlemlemelerini ve değerlendirmelerini sağlamak için bir araç olarak kullanma fikrinin değerlendirilmesine yol açtı, çünkü profesyonel futbolcuların davranışları ile karmaşık ihtiyaçları olan ergenlerin davranışları arasında bir paralellik olduğu ortaya çıktı: İçsel zorluklarını dışarı atabilmelerinin tek yolu, eylemde bulunmaktı. Futbol sahası, davranışların altta yatan belirleyicileri açısından gözlemlenebileceği ve düşünülebileceği bir alan olarak potansiyel taşıyor gibiydi.

    Gençlerin güvenli ve besleyici bir ortamda oyun (futbol) kullanımıyla kendileri ve duygusal ve davranışsal zorlukları hakkında bilgi edinmeye başlayabilecekleri bir alan yaratmaya çalıştım. Tam boy bir futbol sahasının boyutlarını, bir danışma odasına benzer ancak önceden edinilmiş çağrışımlar olmadan, kapsayıcı bir alana dönüştürmeyi amaçladık. Umut, “büyümeye hazırlık olarak dileklerin yürürlüğe konulması ve ayrıca travmatik deneyimlerin üstesinden gelinmesi” (Freud, 1908/1959, s. 142) için fırsat sağlamaktı.

    Orijinal Spor ve Düşünce modeli, futbolu terapi olarak kavramsallaştırdı, danışma odasını futbol sahasına taşıdı ve kişinin bir oyun oynayarak içsel kendiliğini görebileceği bir alan yarattı, böylece canlı terapi veya eylem halinde terapi yarattı. Böyle bir forum, bir grup (yani takım) dinamiği içindeki davranışsal dürtülerin bir miktar anlaşılmasını kolaylaştırır. Ayrıca, odak noktasının “ben” değil “biz” olması, bu genç ergenlerde bire bir terapilerde sıklıkla uyandırılan zulüm hissini ortadan kaldırmaya yardımcı olur. Programda topu bir prizma, tüm düşünce ve yorumların kendi içinde alınabilmesi, düşünülebilmesi ve sindirilebilmesi için içinden geçebileceği bir nesne olarak görüyoruz, bu da içsel anlayışa ve duygusal ve davranışsal ilerlemeye olanak tanır. Top, değişime izin veren sembolik katalizör olan araçtır. Çocuklar topu tutuşları ve sahadaki etkileşimleri konusunda düşüncelilik geliştirdikçe, okulda, evde ve hayatlarının diğer önemli alanlarındaki davranışlarıyla ilgili benzer düşünce nitelikleri geliştirirler.

    Spor ve Düşünce Nasıl Çalışır?

    Spor ve Düşünce, psikodinamik düşünmeyi ve futbol oynamayı birleştirerek ergenlerle çalışır; böylece kişinin kendisi hakkında düşünmesini teşvik eder ve duygusal ve davranışsal değişim için bir uyarıcı ve katalizör görevi görür. Spor yapmak, katılımcının yakınlık, kaygı ve saldırganlık deneyimlemesi için fırsatlar yaratılmasını sağlar; bunlar çalışmamızın ana odak noktalarıdır. Spor ve Düşünce’nin felsefesi, bir bireyin spor sahasındaki tepkilerinin toplumsal bir durumdaki tepkilerinden farklı olmayacağıdır. Eğer biri oyun sahasında algılanan bir yanlışa karşı agresif bir şekilde tepki verirse veya başka bir oyuncunun kendisine yakın olmasında zorluk çekerse, böyle bir tepkinin sınıfta ve genel olarak hayatta yansıması oldukça olasıdır. Spor ve Düşünce’de, top bireyin zihninin dışsallaştırılması olarak görülür ve kişinin futbola davranış şekli (bireyin onunla çalışma şekli) kişinin içsel varoluş durumuyla büyük ölçüde senkronizedir. Çalışmanın büyük çoğunluğu—bu bir spor projesi olduğu için bunlara “matkaplar” diyoruz—konik kareler içinde gerçekleşir. Çalışmak için konik alanlar yaratma fikri, bu alanların zihnimizinki gibi bir sınırlama ve bir sınır sunduğu düşüncesinden gelir. Konik, kapalı alan, bizim için çalışabileceğimiz bir alanı, gerçekleşen şeylerin (dışsal zorluklarımızın) yorumlanabileceği, düşünülebileceği ve güvenli bir şekilde tutulabileceği bir arenayı temsil eder, tıpkı bir terapi odası gibi.

    Spor ve Düşünce, aksi takdirde kaotik bir varoluş durumuna içsel bir yapı getirme girişimiyle bireyi futbolla meşgul etmeye odaklanır. Program, katılımcılarını çok kontrollü ve düşünceli bir şekilde futbol oynamaya teşvik eder. Top mümkün olduğunca yerde kalmalıdır. Kısa paslar ve boşluğa doğru hareket etmeye, sürekli hareket etmeye ve düşünmeye veya programda belirttiğimiz gibi “ayak parmaklarınızın ucunda” olmaya büyük vurgu yapılır. Bu, topu almaya her zaman hazır olmanızı ve sportif anlamda düz ayaklı veya psikolojik anlamda düz bir zihinli olmamanızı sağlamak içindir. İnancımız, topu yerde etkili bir şekilde oynamak ve bir pas almak veya başka bir oyuncuya bir seçenek vermek için boşluğa doğru hareket etmek için kişinin neyi başarmaya çalıştığına dair içsel bir anlayışa sahip olması ve kişinin istenen sonucu elde etmek için kendisinden ve diğerlerinden beklenen görevlerin sürekli psikolojik farkındalığı durumunda olması gerektiğidir. Bu, çocukların programın başında çok zor bulduğu bir şeydi ve düşünceli ve kontrollü bir şekilde futbolu oynayamama olarak kendini gösterdi. Bunun yerine, topu havaya ve uzağa doğru vahşice tüm kaba kuvvetle tekmeleme eğilimindeydiler, bu da oyuncunun zihninde gerçekleşen zorlukların ve bu zorlukları kendisinden olabildiğince uzağa nasıl yansıttığının görsel bir perspektifini sağlıyordu. Daha sonra top, grup tarafından çok bireysel bir şekilde kaotik bir şekilde kovalanıyordu, bu da ne olduğunu düşünme ve gerçekte ne olduğunu görme zorluğunu yansıtıyordu. Çocuklar, içsel olarak nasıl hissettikleri nedeniyle topa sanki cezalandırılmak veya mümkün olduğunca sert vurulmak için oradaymış gibi davranıyorlardı. Başka bir deyişle, çocuklar içsel şiddet ve kaotik duygularını hafifletmek için topu kelimenin tam anlamıyla mümkün olduğunca sert bir şekilde parçaladılar; bu sayede içlerinde neler olduğunu dışarıdan görebiliyorduk. Bu, antrenörler tarafından teşvik edilmemişti ama çocukların oyunu oynama şekli olarak seçtikleri olağan durumdu. Oberndorf (1951) bu fenomeni golf oynayan hastalarından birinde şöyle tanımlamıştır: “Golften alınan tek zevk, hastanın topa vurduğu ve tüm vahşetinin, acımasız saldırganlığının ve gizli sadizminin serbest kaldığı andır” (Oberndorf, 1951, Adatto, 1964, s. 835’te alıntılanmıştır). Top, zihnin bir uzantısı olarak algılanır ve topu kontrol etme yeteneği (veya ergenlerde ilk çalışmaya başladığımızda, topu kontrol edememe ve koni şeklinde bir kutunun içinde kalamama) bize bireyin deneyimlediği içsel zorluk ve kaos seviyesi hakkında bir fikir edinmemizi sağlar. Robbins (1963) golf oyununu düşünürken şöyle yazar: “Golf sopasını doğru şekilde sallamak için, anatomik olarak sol kolun bir uzantısı haline gelmelidir” (s. 828). Aynısı Spor ve Düşünce’deki futbol için de geçerlidir: Zihnin bir uzantısı haline gelir ve seansa katılan çocukların zorluklarını ifade etmelerine olanak tanır. Ayrıca, çalışma süresince içsel duygusal ilerlemelerini ve dışsal teknik ilerlemelerini görmelerini sağlar. Çocuklar hem dışsal hem de içsel yapı sunan seanslara haftalık katılımlarıyla daha fazla kontrol altına alındıkça, kendilerini ve zorluklarını daha iyi anlamaya başlarlar. Bu içsel değişim, terapiste çocukların seans ve mekanla düşünme ve başa çıkma becerilerinin artması ile gösterilir. İlerleme, yalnızca bireyler ve grup için bariz bir tatmin sağlayan tatbikatlarda ve oyunlarda teknik gelişme olarak değil, aynı zamanda katılımcıların iletişim kurma, birlikte çalışma ve yakınlık, saldırganlık ve kaygıyla başa çıkma becerilerinin artması olarak da örneklendirilir.

    Seanslarda ifade edilen zorluklar yeniden çerçevelendirilir ve grupla birçok kişinin deneyimlediği ve futbol sahasının dışındaki dış durumlarla bağlantılı olan ortak zorluklar olarak paylaşılır; böylece katılımcıların davranışları ve zorlukları arasında bağlantılar kurmalarına izin verilir. Örneğin, katılımcılar seansta söylenenleri dinlemekte ve içselleştirmekte zorluk çekiyorsa, bunu sınıfla ilişkilendirir, dinlemenin neden zor olduğuna dair olası bir neden ortaya koyar ve katılımcıların olası sonuçlar hakkında düşünmelerini sağlayarak seansımızda olumsuz bir sonuç olmayacağını, yalnızca düşünme şansı olacağını vurgularız. Bu tür düşünceler her zaman gruba yerleştirilir ve grupla birlikte bırakılır. Bazen verilse de asla cevap aramayız. Bu şekilde çalışarak, daha geleneksel terapötik müdahalelerde ortaya çıkabilecek daha zulmedici veya aşağılayıcı duyguları ortadan kaldırırız; burada sadece hasta ve terapist vardır ve bu tür ilişkiler içsel olarak kırılgan bir birey için zorluk yaratma potansiyeline sahiptir. Vurgunun futbolda kalmasına ve kendiliğe daha az vurgu yapılmasına izin veririz.

    İlerleme: Sahadan sınıfa

    Spor ve Düşünce’nin saha tabanlı çalışması, programa katılan erkekler arasında okul devamsızlığının artması, okulda olumsuz davranışların azalması ve öğrenme kalıcılığının ve akademik ilerlemenin artması gibi çeşitli sonuçlar elde etti. Pratik, saha tabanlı çalışmamızın etkisinden ve programa yönlendirilen ergenlerin sadece katılımda bulunmakla kalmayıp aynı zamanda içsel değişimi başlatmak için haftalık olarak ayrılan alanı ve zamanı aktif olarak kullanma becerisinden cesaret alarak program için sonraki adımları düşünmeye başladık. Ev sahibi okullarımızdan biriyle, ilk programın yürütüldüğü okulla, doğrudan okulun sınıflarına gidip ergenlerle eğitim ortamlarında etkileşim kurma fikrini görüştük. Bu girişimin arkasındaki fikir, topu rahatsız edici düşüncelerin veya hislerin geçeceği sembolik nesne olarak kullanmak yerine, sınıf içinde biz koçlar olarak bu rolü üstlenebilir ve ergen öğrenci ile öğrencinin zorluk çektiği öğretmen/ders/akran/çevre arasında “top” görevi görebilirdik ve bu durum sınıf ortamında duygusal, davranışsal ve eğitimsel çöküntüler olarak kendini gösteriyordu.

    Winnicott’un, annenin bebeğin varlığı ve uyumu yoluyla zor anlarla başa çıkmasına yardımcı olma rolü hakkındaki yazıları, sınıf ortamında koçun rolü ve koçun gelişimi teşvik etmek ve içsel zorlukları dışa vurmayı azaltmak için yeterince iyi bir alan yaratma becerisi hakkındaki düşüncelerimize ilham verdi.

    Her insan bireyinin gelişiminin erken bir noktasında, annenin sağladığı belirli bir ortamda bulunan bir bebek, içgüdüsel gerginlikten kaynaklanan büyüyen ihtiyacı karşılayacak bir şeyin fikrini kavrayabilir. Bebeğin ilk başta neyin yaratılacağını bildiği söylenemez. Bu noktada anne kendini gösterir. Olağan şekilde meme verir ve potansiyel besleme isteğini gösterir. Annenin bebeğin ihtiyaçlarına uyum sağlaması, yeterince iyi olduğunda, bebeğe, bebeğin yaratma kapasitesine karşılık gelen dışsal bir gerçeklik olduğu yanılsamasını verir (Winnicott, 1958, s. 239).

    Erkek veya kadın olsun, koçu, destekleme ve kapsama becerisi ergenlerin dış çevreleriyle yaşadıkları içsel zorlukları bastırmak için sindirdikleri yiyecek olan “iyi meme” haline gelmek olarak kavramsallaştırdık. Okullar, böyle bir sürecin zaten sınıf içinde, zorluk çektiği düşünülen öğrencileri destekleme görevi verilen öğretim yardımcıları biçiminde gerçekleştiğini ileri sürebilir. Ancak, disiplin ve otoritenin sembolü olarak görülebilecek öğretmenler ve öğretim yardımcılarının aksine, eşofmanlı koç, erişilebilir ve zulmedici olmayan bir figür olarak görülür ve çocuğun başa çıkabileceği ve gelişebileceği yeterince iyi bir ortam yaratmaya yardımcı olur. Öğretmen kadrosundan beklenen daha resmi giyim tarzının aksine, futbol koçunun eşofman takımı ve koşu ayakkabıları görünür bir varlık sağlar ve öğrenme ortamındaki rollerin net bir şekilde ayrılmasına olanak tanır. Koçun rolü, bireyi desteklemek, bireyin grup bağlamında kendisi hakkında düşünmesini ve neden grupla etkileşime giremediğini veya neden hareket ettiğini sorgulamasını sağlamaktır. Bu, futbol sahasındaki çalışmamızın prensibiyle aynıdır.

    Winnicott (1968), Squiggle Oyunu ile ilgili yazılarında çocuk ve terapist arasındaki ortak oyunun önemini tartışır:

    Danışmanın çizimlerin değişiminde kendi rolünü özgürce oynaması, tekniğin başarısı için kesinlikle büyük öneme sahiptir; böyle bir prosedür, örneğin bir hastanın fiziksel sağlık açısından bir doktor tarafından muayene edilirken veya sıklıkla psikolojik bir teste tabi tutulurken hissettiği gibi, bir hastayı hiçbir şekilde aşağılık hissettirmez (Winnicott, 1968, Winnicott, 1989, s. 301’de alıntılanmıştır).

    Aynı fikrin, sınıf ortamında çocukla öğretmenlerin ve öğretim yardımcılarının yapmadığı şekilde etkileşime giren, özgürce oynayan danışman olan Spor ve Düşünce koçunun rolü için de geçerli olduğuna inanıyoruz. Bizler, çocuğa geleneksel eğitim anlamında eğitim vermek için orada değiliz, ancak davranış hakkında düşünmeyi kolaylaştırmak ve öğrenme sürecini desteklemek için bir katalizör görevi görmek üzere öğrenme ortamındaki herkese açığız.

    İyi bir dış nesnenin yaratılması (Klein, 1975)—sınıftaki koç, sahadaki top— temas kurduğumuz birçok ergenin devam eden gelişimsel zorlukları nedeniyle gereklidir; bu zorluklar, çocuğun içsel ihtiyaçlarının bir ebeveyn veya başka bir bakım figürü tarafından karşılanmadığı ve tatmin edilmediği çok erken yaşam deneyimlerinden ortaya çıkmıştır. Spor ve Düşünce’ye katılan gençlerin çoğu için, temel çocuk gelişimi duygusal veya fiziksel olarak uzakta olan ebeveynler nedeniyle tam olarak gerçekleşmemiştir. Günlük zorluklar, kişinin erken yıllarının yeniden canlandırılması gibi hissedilir. Bu nedenle tehdit, rahatsızlık veya kaygı oluşturan veya tatminin arandığı anda bulunmadığı mevcut yaşam durumları, bu rahatsızlığın uyumsuz davranışlar yoluyla dışsallaştırılması yoluyla yanıtlanır.

    Ancak birçok bebek, zulümle harekete geçen, etkiye tepki olarak ortaya çıkan muazzam bir saldırgan potansiyele sahiptir: bu doğru olduğu sürece bebek zulmü memnuniyetle karşılar ve buna tepki verirken kendini gerçek hisseder. Ancak bu, bebeğin sürekli zulme ihtiyacı olduğu için yanlış bir gelişim biçimini temsil eder. Bu reaktif potansiyelin miktarı biyolojik faktörlere (hareketliliği ve erotizmi belirleyen) bağlı değildir, ancak erken çevresel etki şansına ve bu nedenle sıklıkla annenin psikiyatrik anormalliklerine ve annenin duygusal ortamının durumuna bağlıdır (Winnicott, 1958, s. 217-218).

    Winnicott’un yukarıdaki yorumları, bazen bazı ergen erkek çocuklarında sınıf ortamlarında öğretmenle veya öğrenme ortamıyla etkileşimlerinde tanık olduğumuz, tutulmama, tatmin edilmeme veya anlaşılmama hisleriyle uyandırılan zulüm benzeri yeniden canlandırmalarla ilgilidir. Bu tür içsel zulüm düşünceleri ve hisleri deneyimleyen ergenlerin yanında bir koçun bulunması, sahadaki top gibi bir tampon veya prizma oluşturarak sınıf temelli önemli derecede duygusal ve davranışsal değişime olanak tanır. Koç, öğrencinin düşünce işlemesine yardımcı olur, bir zorluğun ardındaki olası mantığı sunar ve uyumsuz davranışı nazikçe sorgular. Bir bireyi zihinsel ve fiziksel olarak sürekli varlık yoluyla destekleme ve tutma becerisi, hem içsel hem de dışsal değişimi kolaylaştırmaya yardımcı olur.

    Sınıf temelli sonuçlar

    Başlangıçta, sınıfta Spor ve Düşünce pazartesiden cumaya günde 3 saat yürütülüyordu. Spor ve Düşünce koçluk ekibinin bir üyesi, duygusal ve davranışsal zorluklar nedeniyle doğrudan programa yönlendirilen ve sınıfta bozulmaya ve ardından okulun dahili davranış birimine gönderilmelerine neden olan ergenleri desteklemek için sınıf alanına girecekti. Zor davranışların daha aşırı vakalarında bazı öğrenciler belirli bir süre için okul hayatından tamamen uzaklaştırılmıştı. İngiliz eğitim sisteminde bu tür sonuçlar için kullanılan terimler dahili dışlama ve harici dışlamadır. Spor ve Düşünce programının amacı her iki dışlama biçimini de azaltmaktı. Gerçekten de, 2016-2017 akademik yılında sınıf tabanlı Spor ve Düşünce programının uygulanmasıyla aynı zamana denk gelen hem dahili hem de harici dışlamalarda bir azalma gözlemlendi (bkz. Tablo 26.1), bu da programın ruhunun hem tüm okulu hem de bireysel dinamikleri etkilemeye başladığını gösteriyor. Spor ve Düşünce programının bu öğesini hala geliştiriyoruz, ancak dışlamalarla ilgili mevcut veriler, programı futbol sahasından sınıfa genişletme çabalarımızın iyimserlik ve geçerlilik nedeni sağlıyor. Okul ortamında gözlemlenen değişim oranı, sahada gösterilenden daha yavaş oldu.

    Tablo 26.1 2014’ten 2017’ye kadar iç ve dış dışlama sayısı.

    2014/15 Eğitim yılı. Toplam iç ihraç sayısı: 28Toplam dış dışlama sayısı: 5
    2015/16 Eğitim yılı. Toplam iç ihraç sayısı: 27Toplam dış dışlama sayısı: 15
    2016/17 Eğitim yılı. Toplam iç ihraç sayısı: 14Toplam dış dışlama sayısı: 6

    Kurumsal dinamiklerle çalışırken ve kendimizi ergen ile çevresi arasındaki prizmaya dönüştürürken, değişim gerçekleşiyor ve biz de anlayış, öğrenme ve ilerleme için yeterince iyi bir ortam yaratmak için çalışırken değişimin devam etmesini umuyoruz.

    Sonuç

    Spor ve Düşünce, aksi takdirde daha geleneksel terapötik müdahalelere girmeyecek gençleri dahil etmeye çalışan benzersiz bir programdır. Psikodinamik temelli, spora dayalı yaklaşımı, eğitim ve yaşamda daha yüksek düzeyde katılımı desteklemek için bir grup bağlamında kendiliğin anlaşılmasını kolaylaştıran yeni bir terapötik ortam sağlar. Program şu anda kapsamlı bir ampirik değerlendirmeye tabi tutulmamış olsa da, okul dışlamalarının azaltılmasına ilişkin mevcut kanıtlar umut vericidir ve Spor ve Düşünce’nin duygusal ve davranışsal zorluklar yaşayan ergenler için geleneksel hizmetlere etkili bir tamamlayıcı olabileceğini düşündürmektedir. Spor ve Düşünce programına daha geniş bir erişilebilirlik sağlamak için çalışmalarımızı genişletmeye devam ederken, çabalarımızın başkalarına geleneksel terapötik hizmetlere katılmayan bireylere daha iyi hizmet edebilecek alternatif sunum modellerini düşünmeleri için ilham vereceğini umuyoruz.

    Daha Fazla Okuma

    Freud, A. (1946/1959). The psychoanalytical treatment of children (p. 28) New York, NY: International Universities Press.

    Laureus Sport for Good Foundation. (2012) Sport scores: The costs and benefits of sport for crime reduction. London: Laureus Sport for Good Foundation.

    Smyth, D. (2014). Sport and Thought. Football as therapy: A year in the life of an inner city project. Psychodynamic Practice: Individuals, Groups and Organisations, 20, 104—115.

    Winnicott, D. W. (1965). The maturational process and the facilitating environment (p. 239) London: Hogarth Press.

  • Psikanalitik Uygulama ve LGBT Toplulukları (18. Bölüm)

    Okuyacağınız metin  Contemporary Psychodynamic Psychotherapy: Evolving Clinical Practice‘nin [Çağdaş Psikodinamik Psikoterapi: Gelişen Klinik Uygulama] 18. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Vittorio Lingiardi and Nicola Nardelli

    LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender) kısaltması, siyaset, sağlık ve sosyal bilimlerde cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarını ifade etmek için yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak LGBT terimi hem aşırı kapsayıcıdır hem de her bir kategori kendi başına indirgemeci bir nitelik taşır. Bu nedenle, sağlık ve sosyal bilimlerdeki araştırma ve uygulamalar, LGBT bireylerini homojen bir grup olarak ele almaktan her zaman fayda sağlamamaktadır. Cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarının genellikle toplumsal onay eksikliği ve ayrımcılığa maruz kaldıkları doğru olsa da, her bir azınlık grubunun üyeleri çok çeşitli özgül deneyimlere tabidir. Ayrıca LGBT kısaltması, interseks bireyleri, queer ve sorgulayan kimlikteki bireyleri, kadınlarla seks yapan kadınları ve erkeklerle seks yapan erkekleri dışlamaktadır. Bu nedenle, araştırmacıların ve uygulayıcıların yalnızca LGBT bireylerine atıfta bulunmak yerine, her tür cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlığını temsil eden ve kendini bu etiketlerden birinde tanıyabilecek herhangi bir bireyi kapsayan “+” sembolünü (LGBT+) kullanmaları önerilmektedir. Ancak, LGBT ve LGBT + kısaltmalarının faydalı olup olmadığı (çoğunlukla sosyolojik veya politik bir bakış açısından) bir yana, psikanalitik psikoterapide bireysel farklılıklar, özellikler ve özgünlükler (idiyografik özellikler) genellikle genel kategorilerden (nomotetik özellikler) daha önemlidir.

    Bu bölümün amacı, cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarına mensup bireylerle psikanalitik uygulama için bir çerçeve sunmaktır. Bu tür bireyler, ilerici toplumlarda bile yaşam döngüleri boyunca ayrımcılığa maruz kalmaya devam ettiklerinden, ruh sağlığı uzmanlarının onları dinlemesi ve desteklemesi hayati önem taşır. Bu danışanlarla çalışan terapistler, önyargılı tutumlardan uzak bir şekilde danışanlarını anlamalı ve onlara yaklaşmalıdır.

    Uzun yıllar boyunca, cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıkları sağlık profesyonelleri tarafından patolojiye tabi tutuldu. Pek çok sağlık uzmanı, bu azınlıkları beklenen gelişimsel yollardan sapmış olarak tanımayı öğrenmiş ve bu şekilde eğitim almıştır. Tüm ruh sağlığı bilimsel ve mesleki kuruluşları azınlıklara yönelik ayrımcılığı önlemeye ve terapistlere cinsel yönelimle ilgili uygun yaklaşımlar sunmaya yönelik kılavuzları onaylamış olsa da (Lingiardi, Nardelli ve Drescher, 2015), yalnızca Psikanalitik Tanı El Kitabı’nın ikinci baskısı (PDM-2) azınlıkların iyilik haline özel olarak ayrılmış bölümler içermektedir (Lingiardi ve McWilliams, 2017). Bazı profesyoneller hâlâ bu topluluklara karşı önyargılı ve/veya olumsuz tutumlar sergilemektedir (örneğin, King, 2015; Lingiardi, Nardelli ve Tripodi, 2015). Bu nedenle, LGBT bireyler için özel bir psikanalitik terapötik yaklaşıma ihtiyaç duyulmasa da, PDM-2’yi mesleki topluluğumuz için faydalı bir kaynak olarak görmekteyiz. Bu bölümde, El Kitabı’nın “Klinik Dikkat Gerektirebilecek Psikolojik Deneyimler” bölümünde ele alınan temel konuları tartışıyor veya en azından değiniyoruz.

    Cinsel ve Toplumsal Cinsiyet Azınlıklarına Yönelik Klinik Yaklaşımların Kısa Tarihi

    Sigmund Freud, cinsel yönelim konusunu ahlaki ve dini bir çerçeveden bilimsel ve psikolojik bir çerçeveye taşıyan ilk katkıyı sunmuştur. Freud’un yaklaşımı iki yönlüydü. Bir yandan eşcinselliği gelişimsel bir saplanma biçimi olarak görmüş, diğer yandan bunun bir hastalık olarak değerlendirilmemesi ve dolayısıyla “tedavi” edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Üstelik, 1921 yılında Otto Rank tarafından imzalanan ve enstitüler arasında dolaşan ünlü bir mektupta Freud, homoseksüelliğin kendi başına potansiyel bir adayın bir psikanalist olmasını dışlamak için yeterli bir neden olmadığını ifade etmiştir: “Bu tür kişileri, başka yeterli nedenler olmaksızın dışlayamayız; onların yasal olarak cezalandırılmasına da katılmıyoruz. Bu tür durumlarda bir kararın, adayın diğer niteliklerinin kapsamlı bir incelemesine dayanması gerektiğini düşünüyoruz” (aktaran Lewes, 1988, s. 33). Ne yazık ki, 1970’lerin sonlarına kadar birçok psikanalist (örneğin, Bieber, Hatterer, Ovesey, Socarides) heteronormatif bir duruş sergilemiş ve heteroseksüel olmayan cinsellikleri patolojik olarak değerlendirmiştir (Drescher, 1998; Mitchell, 1981/2002; Roughton, 2003). Kernberg’e (2002) göre, homoseksüellik ideolojinin psikanalitik teori ve pratik üzerinde zararlı bir etki yaratabileceğine dair çarpıcı bir örnektir.

    Homoseksüelliğe dair patolojik olmayan bir görüş, 20. yüzyılın sonlarına kadar ortaya atılmamıştır. Patolojiden uzaklaştırma yolculuğu, homoseksüel davranışın beklenenden daha yaygın olduğunu belirten Kinsey Raporları ile başlamıştır. Bir başka önemli kilometre taşı ise Hooker’in (1957) üç projektif test (Rorschach, TAT ve MAPS) uygulayarak cinsel yönelime göre gruplandırılan klinik olmayan katılımcılara uyguladığı çalışmadır. Üç uzman hakem, protokolleri kör olarak derecelendirdiğinde heteroseksüel grubu homoseksüel gruptan ayırt edememiştir. Ancak, en önemli değişim 1970’lerin sonlarında gerçekleşmiştir. Birçok kadın psikanalist kadın cinselliği hakkında birinci tekil şahısla konuşarak psikanalizde erkek merkezli yaklaşımın önyargısını düzeltirken, giderek artan sayıda homoseksüel psikanalist kendi kişisel ve kurumsal mahremiyetlerinden çıkmaya ve kendileri ile deneyimlerini paylaşmaya başlamıştır (Drescher, 1998; Isay, 1989; Magee ve Miller, 1996; Roughton, 2002).”

    20. yüzyılın ikinci yarısına kadar, transgender (cinsiyet değiştiren) sunumlar da genellikle patolojik olarak sınıflandırılıyordu. Ancak, cinsiyet azınlıklarına yönelik klinik yaklaşımda önemli revizyonlar yapılmış ve bu grupların tedavisiyle ilgili tartışmalar devam etmektedir (Drescher, Cohen-Kettenis, ve Reed, 2016; Giovanardi, 2017). DSM-5 (APA, 2013), doğumda atanan cinsiyet ile deneyimlenen ya da ifade edilen cinsiyet arasındaki farkı kabul etmektedir. DSM-IV’ün cinsiyet kimliği bozukluğu (CKB) tanısını, kişisel acıyı ifade eden bir durumu belirtmek için cinsiyet disforisi (CD) tanısıyla değiştirmiştir; bu, bir psikiyatrik bozukluk değil, bir kişisel acı durumunu ifade eder. Dahası, klinik odak noktasını disforiye, yani kimlikten bağımsız olarak yerleştirerek, CD tanısı, cinsiyet uyumsuzluğunun yol açabileceği sıkıntıyı yakalamayı başarmıştır. CKB’in aksine, CD, trans bireylerin tanıdan “çıkmalarına” olanak tanımaktadır. Amerikan Psikiyatri Derneği’nin izlediği yolun ardından, Dünya Sağlık Örgütü de ICD-11’de CKB tanısını “cinsiyet uyumsuzluğu” olarak değiştirmiş ve bu durumu “ruhsal bozukluklar” kategorisinden “cinsel sağlıkla ilgili durumlar” kategorisine taşımıştır.

    LGBT + bireylerine karşı önyargılar ve damgalama

    LGBT+ bireylerine karşı olan damgalama o kadar derinlemesine kök salmıştır ki neredeyse herkes bunun ifadesine maruz kalmaktadır; bu, görünüşte zararsız alaylardan nefret söylemi ve nefret suçlarına kadar uzanabilir. Normatif olmayan cinsel kimliklere (yani, heteroseksüel olmayan kimlikler) dayanan damgalama ile normatif olmayan cinsiyet kimliklerine (yani, doğuştan gelen cinsiyetinde olmayan kimlikler) dayanan damgalamayı ayırt etmek faydalı olabilir.

    Homofobi terimi genellikle ilk tür damgalamayı, transfobi ise genellikle ikinci tür damgalamayı ifade etmek için kullanılır. Herek (2016) göre, bu terimler iki nedenden dolayı indirgemeci bir anlam taşır. İlk olarak, –fobi ekleri, esasen bireysel nedenlere odaklanmakta ve sosyal ile kültürel bileşenleri ihmal etmektedir. İkinci olarak, bu koşulların hiçbiri, bir nesneye ya da duruma karşı aşırı irrasyonel bir korku ile ilişkili psikopatolojik süreçlere dair bir kanıt göstermemektedir. Yaygın fobisi olan bireylerin aksine, LGBT+  bireylerine karşı hareket eden kişiler (1) olumsuz tepkilerini normal ve haklı görür, (2) tutumlarının sosyal işlevselliği tehlikeye atmadığını düşünür, (3) olumsuz tutumlarından dolayı sıkıntı hissetmez veya bunlardan kurtulma ihtiyacı hissetmez ve (4) bazen aktif bir tiksinme veya kasıtlı saldırganlıkla karakterize edilen davranışlar yanında kaçınma davranışları sergiler. Homofobi terimine alternatif olarak, cinsel damgalama ve cinsel önyargı; transfobi terimine alternatif olarak ise cinsiyet azınlığı damgalaması ve cinsiyet azınlığı önyargısı terimleri uygun olabilir. Unutulmamalıdır ki, damgalama sosyolojik bir yapıyken, önyargı psikolojik bir yapıdır (Herek, 2016).

    Cinsel ve cinsiyet azınlığına yönelik önyargılar derinlemesine kök salmış olduğundan, LGBT+  bireyleri de kendilerine karşı önyargılara sahip olabilirler, bu önyargılar daha fazla ya da daha az bilinçli olabilir. Bu önyargılar, LGBT+ bireylerinin kendilerine karşı üzüntüden kendinden nefret etmeye kadar değişen olumsuz duygular ve tutumlar geliştirmelerine yol açabilir. Bu olgu, içselleştirilmiş homofobi, içselleştirilmiş transfobi veya Herek’e (2016) göre, kendilik damgalaması (self-stigma) olarak adlandırılır. Kendilik damgalaması, toplumsal damgalamanın içselleştirilmesine dayanır: “Kendiliğe yönelik bir tür önyargı olup, kendilik kavramı toplumun damgalayıcı tepkileriyle uyumludur” (Herek, 2016, s. 398). Genellikle kendini kabul etme ve özsaygı eksikliği ile ilişkilidir ve kendini küçümseme, aşağılık, suçluluk ve utanç duyguları, kişinin kendi cinsel ve cinsiyet kimliklerini bütünleştirememe ve olumsuz stereotiplerle özdeşleşme (örneğin, LGBT+ olmanın yalnızlık ya da heteroseksüel bireylerin yaşadığı kadar tatmin edici bir hayatı asla yaşamamak anlamına geldiği inancı) şeklinde ifade edilebilir. Genellikle “doğru şeylere sahip olmama” duygusunu içerir ve sıkça, birinin ailesini hayal kırıklığına uğratma korkusu ile ilişkilidir. Bu tür duygular, normatif gelişimsel yolları, kişilik işlevselliğini ve kişilerarası ilişkileri tehlikeye atabilir. Kendilik damgalaması, psikolojik ve fiziksel iyilik hali üzerinde de olumsuz etkiler yapabilir ve kaygı, depresyon semptomları ve intihar düşüncelerine yol açabilir. Bu nedenle, kendilik damgalaması, birinin ailesini hayal kırıklığına uğratma korkusu ve toplumsal beklentileri karşılamama korkusuyla birlikte, onarıcı terapi taleplerinin temelini oluşturur (aşağıdaki “Cinsel yönelim değişikliği çabaları ve etrafındaki konular” başlığına bakınız).

    Kendilik damgalaması gösteren hastalar, savunma mekanizmalarına karşı artan bir bağımlılık sergileyebilirler. Terapistler, cinsel yönelimle ilgili savunmalar (örneğin, “Ben gay bir insan değilim, bu sadece hayatımın geçici bir evresi”) ile kendilik damgalamasıyla daha yakın ilişkili olan savunmaları (örneğin, “Gay olmaktan sorun duymuyorum, ama bunu özel bir mesele olarak görüyorum ve meslektaşlarımın bunu bilmesini istemiyorum”) ayırt etmenin faydalı olabileceğini düşünebilirler. Yüksek seviyelerde kendilik damgalaması, bir kişinin yaygın utanç ve suçluluk duyguları geliştirmesine ve bu duyguları savunmalar aracılığıyla ifade etmeye, bunun da semptomlar olarak ortaya çıkmasına ve birçok psikolojik kaynağın tükenmesine yol açabilir. Kendilik damgalaması nedeniyle yaşanan sıkıntı çok yüksek olduğunda çatışan zihinsel içerikler ayrıştırılabilir. Bu durumda, bu içerikler farklı “zihinsel çekmecelere” yerleştirilmiş gibi bilinçte farklı parçalara ayrılabilir, bu da iyilik hali üzerinde olumsuz etkiler yapar ve davranışsal, bilişsel ve duygusal süreçleri tehlikeye atabilir (Nardelli, Baiocco, Tanzilli, ve Lingiardi, 2019).

    Cinsiyet ve cinsel yönelim farklı yapılar olmasına rağmen, cinsel kimlikle ilgili bazı damgalama ile ilgili sorunlar cinsiyete özgüdür çünkü bu sorunlar, kültürel ve toplumsal beklentilere uymayan cinsiyet ifadelerine yöneliktir (örneğin, gay erkeklerin “hanım evladı” olarak adlandırılması). Dahası heteronormativite, erkeklerin kadınlara, kadınların ise erkeklere ilgi duyması gerektiğini savunur. Bu nedenle, LGB olarak büyüyen çocukların gelişiminde iki olgu ortaya çıkabilir: cinsiyet karmaşası ve cinsiyet stresi (Drescher, 1998). Cinsiyet karmaşası gösteren bir kişi, aynı cinsiyete olan çekimi cinsiyet stereotipleri kullanarak yorumlayabilir ve bu yorumlardan bazıları kendilik damgalaması içerebilir. Cinsiyet stresi, genellikle kişinin atanan cinsiyetine ilişkin kültürel ve toplumsal beklentileri karşılayamadığını hissetmesinden kaynaklanır. Bu tür stres uzun bir süre boyunca devam edebilir ve birçok LGB bireyi, aynı cinsiyete olan çekimlerini kimliklerine entegre etmeye çalışırken cinsiyet stresi yaşadıklarını hatırlamaktadır.

    Aşağıdaki kısa vaka örneğinde, Albert, çocukken okulda zorbalığa uğradığını ve diğer erkeklerin ona “hanım evladı” ve “ibne” gibi lakaplar taktığını hatırlıyor. Zamanla hem erkekler hem de kızlar tarafından dışlanmış. İlk yıl psikoterapiye başladığında, Albert, cinsiyet kimliğiyle ilgili kafa karışıklığına karşı giderek daha huzurlu olmaya başladı. Kendisine sürekli olarak “Sen bir kız değilsin! Bir kızla ilgilenmelisin! Sen bir erkeksin” diye söylediğini hatırladı. Ayrıca ailesinin, onun cinsiyetle uyumsuz davranışları konusunda endişelendiğini ve kendini “hatalı, doğru kimlik bilgileri olmayan biri” gibi hissettiğini belirtti; çünkü o, ailesinin istediği gibi olmamıştı. Birkaç ay sonra, Albert, bazı “kadınsı” yönlerini kabul etmeye başladı ve aynı cinsiyete yönelik çekimlerini cinsel kimliğine entegre etti, böylece daha bütünleşmiş bir kendilik duygusu kazandı. Terapisinin ikinci yılına girerken, büyük bir “dönüm noktası” yaşandı. Terapistine şunu söyledi:

    Odamı toparlarken yıllardır kullanmadığım bir çanta buldum. Ona baktım ve tüm akşam boyunca yanımda taşımaya karar verdim. Ne kadar mutlu oldum! Bunu size açıklayacak kelimelerim yok… Tamam, çantam bugün benimle kalıyor! […] Neden taşımayı bıraktığımı anladım: Tıpkı başkalarının önünde bacak bacak üstüne attığımda hemen eski haline getirdiğim gibi. Yani… her seferinde “kadınsı” hissettiğimde, daha “erkeksi” olmaya çalışıyordum. Eskiden utanırdım ama artık utanmıyorum. Bazen bacaklarımı açma isteği duyuyorum. Ama yapmıyorum. Ve bu iyi. Mutluyum. Bir adam olarak büyümeyi öğreniyor olduğum için çok mutluyum, ama ailemin istediği ‘adam’ gibi değil. “Erkeklik” diye bir şey olmadığını, “erkeklikler” olduğunu keşfetmek ne kadar rahatlatıcı.

    Azınlık Stresi

    Uluslararası bilim camiası, homoseksüelliğin insan cinselliğinin normal bir varyasyonu olduğunu ve cinsiyet kimliği bozukluğunun psikopatolojik çağrışımlardan kaçınmak için cinsiyet uyumsuzluğu olarak daha doğru bir şekilde çerçevelenmesi gerektiğini kabul etmekte (Drescher, Cohen-Kettenis, ve Reed, 2016), ancak LGBT bireyleri hala zorbalık ve diğer stresli ve travmatik deneyimlerle karşılaşmaktadır. Ayrıca, diğer azınlık gruplarından farklı olarak LGBT bireyleri her zaman aile veya okul desteğine güvenemeyebilirler ve bu nedenle çok özel bir azınlık stresi formuna maruz kalabilirler. Aksine, aile (veya okul bağlamı) ek bir stres kaynağı olabilir. Cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarına yönelik damgalama, kayıtsız hatta işbirlikçi olabilen sosyokültürel bir bağlamda meydana gelebilir. Ayrımcılık ve şiddet olayları, sadece doğrudan mağdurlar üzerinde değil, aynı zamanda bu tür olayların kendilerine de olabileceğini düşünmekten kaçamayan diğer bireyler üzerinde de çok güçlü bir duygusal etki yaratabilir.

    Azınlık stresi uzun vadeli etkiler yaratabilir ve genellikle birinin ilişkilerinin kalitesini etkiler. Ayrıca, partner şiddeti için bir risk faktörü oluşturur. Damgalama ile ilgili stresli veya travmatik deneyimler (örneğin, zorbalık, aile reddi, taciz) yaşam boyu ilişki zorluklarına yol açabilir (Lingiardi ve Nardelli, 2012). Dahası, damgalama ve öz-damgalama, yardım aramaya yönelik önemli bir engel oluşturabilir (örneğin, bir LGBT bireyi olarak, şiddet veya otoritelerden ve aile üyelerinden homofobik tepkiler görmeyi hak ettiğine inanmak gibi).

    Azınlık stresi, LGBT+  topluluklarında bile ortaya çıkabilir. Örneğin, bir lezbiyen kadın çok erkeksi olduğu için alay edilebilir ve bir gay erkek çok kadınsı olduğu için alay edilebilir. Bu bireyler, hem kendilerine hem de transgender bireylere hakaret olarak kullanılan “trans” gibi bir terimle çağrılabilirler, çünkü bu terim aşağılayıcı bir şekilde kullanılmaktadır. Bu dinamiklerin çoğu, cinsel ve cinsiyet kimliği ifadelerinin belirli türlerine karşı bir savunma mekanizması olarak saldırganla özdeşleşmeye dayanır.

    Ancak, azınlık stresi her zaman olumsuz sağlık sonuçlarına yol açmaz. Bu ilişki, tanınması ve pekiştirilmesi gereken önemli bir koruyucu faktör olan dayanıklılıkla modere edilir. Örneğin, bir danışan, stereotiplerle başa çıkmak, LGBT+ topluluğuna ait olmayı kabul etmek ve kendini LGBT+ olarak onaylamak zorunda kalabilir. Aşağıdaki vaka örneği, Lingiardi ve Giovanardi (2017, s. 696)’den alıntılanmış olup, LGBT+ topluluğunun desteği ve psikodinamik psikoterapinin, cinsiyet uyumsuzluğu ve madde bağımlılığı ile başa çıkmada nasıl faydalı olabileceğini kısaca göstermektedir:

    Maria, cinsiyet kimliği bozukluğunun çok erken yaşlarda başladığını her zaman belirtmiştir. Ancak, küçük bir kasabada ve muhafazakar bir aile ortamında büyüdüğü için erkek olarak kadınsılığıyla başa çıkmakta okul yıllarında zorlanmıştır. Kendi sözleriyle, “çok depresif bir erkek olarak” arkadaşsız ve flört etmeden yaşamak zorunda kalmış, ergenliğin sonlarına doğru ise geçici olarak esrar ve kokain kullanmıştır. Roma’ya üniversiteye gitmek için taşındığında, LGBT derneklerine giderek daha fazla katılmaya başlamıştır. 25 yaşında, LGBT grubundaki bir kıdemlinin tavsiyesi üzerine, cinsiyet kimliği bozukluğu ve bağımlılıkla başa çıkmak için uzun süreli bir psikodinamik psikoterapiye başlamıştır. Madde bağımlılığını başarıyla yenmiş ve farklı cinsiyet rollerini denemeye başlamıştır. Ardından, 30 yaşında geçiş sürecine başlamış ve bu süreç sonunda cinsiyet değişikliği ameliyatına  kadar ilerlemiştir.

    Homofobik/transfobik zorbalık

    Homofobik zorbalık terimi yaygın bir şekilde kullanılmakta olup, homofobik ve transfobik zorbalıkların görünümleri ve etkileri çok benzer olduğundan, burada her iki zorbalık türünü ifade etmek için homofobik zorbalık terimi kullanılacaktır. Homofobik zorbalık, mağdurların cinsiyetin alışılmadık ifadelerine veya gerçek ya da varsayılan homoseksüel yönelimlerine yöneltilen saldırıdır. Bazı durumlarda mağdurlar, ebeveynlerinin ya da akrabalarının açık bir şekilde lezbiyen, gay, biseksüel ya da trans olmalarından dolayı da taciz edilebilirler.

    Açıkça, homofobik zorbalık aynı zamanda heteroseksüel olarak büyüyen çocukları da etkileyebilir. Bununla birlikte, homofobik zorbalık LGBT+ bireyleri olarak büyüyen çocukları etkilediğinde, bu durum onların zaten karmaşık olan “açılma” süreçlerini daha da zorlaştırır çünkü homofobi nedeniyle yaşanan mağduriyet, mağdurların korkularını artırır ve kendilerini LGBT+ olarak ifade etmelerini engeller, bu da kendilik kabulünü tehlikeye atar. Homofobik zorbalığa uğrayan mağdurlar, okuldan ayrılma, stresle ilgili, travma sonrası ya da depresif bozukluklar geliştirme ve aşırı durumlarda intihar riski altındadır (Russell ve Horn, 2017).

    Homofobik zorbalığın, bir mağdurun zorbalığa uğrama riskini artıran birkaç özgün görünümü vardır:

    • Mağdurun, zorba ile karşılaştırıldığında daha aşağı bir pozisyonda olması — tüm zorbalık türlerinin yaygın bir özelliği — LGBT+ bireylerine yönelik sosyal damgalama ile daha da artar ve bu istismar, ergenlik bağlamlarında homofobi ve transfobi ifadeleriyle rezonansa girebilir.
    • Mağdur, yetişkinlerden yardım istemekte zorluk yaşayabilir çünkü bu, mağdurun cinselliğine dikkat çekmek anlamına gelir. Bu zorluk, kaygı, utanç ve heteroseksüellik ve kişinin atanan cinsiyetine ilişkin normlara uyum beklentilerini hayal kırıklığına uğratma korkusu ile ilişkilendirilebilir.
    • Mağdur, ya yardım edenin gay ya da trans olarak algılanma riski nedeniyle akranları arasında destek ve koruma bulmakta özel zorluk yaşayabilir (bu durumda, yardım eden de zorbalığa maruz kalabilir).
    • Mağdur, yaşadığı düşmanlık nedeniyle, öz-damgalamaya karşı bir savunma olarak cinsel ve cinsiyet azınlıklarına yönelik önyargı geliştirebilir. Zorbalar, “normal” olduklarını göstermek, geleneksel cinsiyet beklentilerine uyumu onaylamak ve kendi cinsiyet deneyimleri ve/veya aynı cinsiyete yönelik çekimle ilgili içsel çatışmalarını dışsallaştırmak için homofobik zorbalık yapabilirler.

    Homofobik zorbalığın sonuçlarıyla başa çıkarken mental sağlık profesyonelleri, LGBT+ bireylerinin, kendileri bunu inkar etse bile, akranları tarafından mağdur edilmiş olabileceğini göz önünde bulundurmalıdır. Kabul ve güven ortamıyla göze çarpan bir klinik ortam, travmatik anıların keşfi için önemlidir.

    Cinsel yönelim değişikliği çabaları ve etrafındaki konular

    Farklı hissetme deneyimleri bireyler arasında değişir ve terapistlerin, hastalarının cinsel yönelimlerine dair farkındalıklarını anlamaları klinik açıdan faydalı olabilir. Sand (2015) tarafından belirtildiği gibi, bu keşifle birlikte, heteroseksüel insanlara tanınan ayrıcalıklara erişimin hastaya reddedileceği farkındalığı nedeniyle melankoli eşlik edebilir. Bu melankoli, örneğin, heteroseksüelliğin “kaybı”nın eksik bir şekilde işlenmesi yoluyla devam edebilir ve kimlik entegrasyonuna karşı çalışabilir.

    Bazı bireyler cinsel yönelimleriyle mücadele eder ve bunu değiştirecek terapiler arayabilirler. Bu tür çabalar genellikle öz-damgalama ve heteroseksüellik idealiyle uyum sağlama toplumsal baskısıyla ilişkilidir. Dönüşüm terapileri veya onarıcı terapiler olarak adlandırılan bu cinsel yönelim değişikliği çabaları (SOCE) herhangi bir ampirik destekten yoksundur ve birçok çalışma, bu çabaların önemli zararlara yol açtığını bildirmiştir (Cornell Üniversitesi’ndeki Eşitsizlik Çalışmaları Merkezi’nin web sitesine bakınız: https://whatweknow.inequality.cornell.edu). Birçok ruh sağlığı derneği SOCE’ye karşı tutum bildirileri benimsemiş ve bazı ülkelerde bu müdahalelerin küçüklere uygulanması yasaklanmıştır.

    Yukarıda belirtildiği gibi, bazı profesyoneller homoseksüelliği “insan cinselliğinin normal bir varyantı” olarak görmemekte; bunun yerine, onu psikolojik bir bozukluk olarak ya da heteroseksüellikten “daha kötü” bir şey olarak kabul etmektedirler (bu durumda heterofili’den söz edebiliriz). Böyle bir tutum, potansiyel olarak zararlı müdahalelere yol açabilir; örneğin, hastaların kendi kendini damgalamasını daha da kötüleştirebilir veya onların geniş bir yelpazedeki deneyimlere erişimini engelleyebilir. Bazı klinik müdahaleler, doğrudan SOCE olmasa bile, önyargılar ve yetersiz bilgi tarafından etkilenebilir. Bu nedenle, SOCE ile diğer türdeki taraflı müdahaleler arasındaki sınırlar her zaman net değildir (Lingiardi, Nardelli, ve Drescher, 2015).

    Kesişen kimlikler ve çift azınlık statüsü

    Bir klinik görünüm, çatışan kimlikler arasındaki kesişimlerle daha karmaşık hale gelebilir. Yaygın bir örnek vermek gerekirse, cinsel veya cinsiyet azınlığına ait olan dini bireyler, inançlarıyla ilgili gerçek ve güçlü bir içsel çatışma yaşayabilirler ve bu çatışmanın sonuçları olarak iyilik halleri üzerinde olumsuz etkiler bildirebilirler. Bu bireyler için bu kimliklerden biriyle uyum sağlamak içsel çatışmayı kutuplaştırabilir ve pekiştirebilir. Bu tür hastalarla klinik çalışmalarda, çatışmanın her iki tarafının entegrasyonunu teşvik etmek ve onlara hem LGBT+ hem de inançlı hissetmelerini sağlayacak bir “üçüncü çözüm” aramak önemlidir. Bazı çalışmalar, kutsal kitap ve öğretilerin daha kişisel ve esnek bir şekilde yorumlanmasının öz-kabulü ve iyilik halini iyileştirebileceğini göstermiştir.

    Terapistlerin, danışanların çift azınlık statülerini tanımaları ve bu durumu ele almaları önemlidir, çünkü bu tür danışanlar hem LGBT+ kimlikleri hem de diğer damgalanmış özellikleri nedeniyle ayrımcılığa ve şiddete maruz kalabilirler. Ayrıca, danışanların ait oldukları topluluklar (etnik, dini, kurumsal vb.) LGBT+ üyelerine karşı damgalayıcı ve reddedici olabilir. Örneğin, bir mülteci lezbiyen, yaşlı bir gay erkek, bir Yahudi transgender kişi veya bir Müslüman gay erkeğin durumunu düşünün.

    Açılma (Coming Out)

    Heteroseksüellik genellikle doğumda tüm çocuklar için varsayılan bir özellik olarak kabul edilir. Bu nedenle heteronormativite, erken yaşta içselleştirilir ve bu durum, lezbiyen, gay veya biseksüel olarak büyüyen çocukların kendi cinsel yönelimlerini tanımalarını ve bunu kimlik düzeyinde entegre etmelerini zorlaştırabilir. Benzer şekilde, cinsiyet, biyolojik cinsiyet temelinde atanır. Bir kişinin atanan cinsiyeti cinsiyet kimliğiyle uyumsuz olduğunda, kişi CD nedeniyle sıkıntı yaşayabilir.


    Diğer azınlık gruplarının aksine, cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarının üyeleri her zaman kendi ailelerinin kabulüne ve desteklemesine güvenemez. Aksine, daha önce de vurgulandığı gibi, aile ve okul tarafından reddedilme önemli düşmanlık ve acı kaynakları olabilir. Çocuklar, LGBT+ insanlarla ilgili terimleri, bu terimlerin gerçek anlamını anlamadan önce genellikle değersizleştirici veya hoş olmayan fikirler veya duygularla ilişkilendirirler. Birçok çalışma, gay veya lezbiyen gibi terimlerin öğrenciler tarafından hakaret olarak kullanıldığını bulmuştur.

    Lezbiyenler ve gay erkekler için açılma, hem bir süreç hem de bir eylemdir: Cinsel yönelimlerini gönüllü olarak açıklama eylemi için psikolojik olarak hazırlık yaptıkları bir süreçtir. Açılma süreci, LGB olarak büyüyen çocukların ilk aynı cinsiyetten çekimi hissetmeye başladığında başlar. Aynı cinsiyetten duydukları çekimi kimliklerine daha fazla entegre ettikçe, arzuları, duyguları, davranışları ve ilişkileriyle daha rahat hale gelirler. Bu noktada, başkalarına bunu açıklayabilirler—bu eylem, halk arasında “gardıroptan çıkmak” olarak adlandırılır. Yıllarca (veya ömür boyu) “gardıropta” kalan kişiler, genellikle aynı cinsiyetten duydukları çekimi kabul edilemez olarak kabul ederler ve genellikle paralel ve bölünmüş hayatlar yaşarlar (Nardelli, Baiocco, Tanzilli, ve Lingiardi, 2019).

    Açılmanın psikolojik bir maliyeti olabilir ve LGB bireyler bu maliyeti yaşamları boyunca sürekli olarak göz önünde bulundurmak zorundadır. Bazı çalışmalar, ergenlik döneminde en yakın arkadaşa açılmanın sosyal damgalama ve azınlık stresine karşı önemli bir koruyucu faktör olabileceğini göstermiştir. Ancak, bazen karar kısa bir zaman diliminde, heteronormatif iletişim içinde verilmek zorunda kalınır (örneğin, bir kadına otomatik olarak kocası hakkında soru sorulması veya bir erkeğe eşinin olup olmadığı sorulması gibi) ve bu durum kişiyi tahmin edilemeyen tepkilerle karşılaşma riskiyle karşı karşıya bırakır. Bu nedenle, açılma kararı genellikle psikolojik kaynaklar ve başa çıkma becerileri gerektirir. Ergenlerle yapılan klinik çalışmalarda açılma çok önemli bir konu olabilir. Ekonomik olarak ebeveynlerine bağımlı olan genç kadınlar veya genç erkekler evden atılma risklerini değerlendirmelidir. Öte yandan, açılma ve onun “hayaletleri” yeni bir homeostaz ve ebeveynler, arkadaşlar, öğretmenler ve meslektaşlarla daha otantik ve gelişmiş ilişkilerle takip edilebilir.

    Trans bireyler için durum oldukça farklıdır, çünkü destekleyici topluluklardan yoksun olabilirler. Bazen, LGB bireyler kendi önyargıları ve/veya cinsiyet uyumsuzluğuna karşı savunma mekanizmaları nedeniyle trans bireylere düşman olabilirler.

    Cinsiyet değişikliği müdahaleleriyle trans bireyler, cinsiyet kimliklerini başkalarının algıladığı cinsiyetle hizalayabilir. Zimman’a (2009) göre, bu durumlarda açılmak, bir kişinin cinsiyet kimliğini ifşa etmek anlamına gelmez; daha ziyade, bir cinsiyetten diğerine geçişle tanımlanan kişisel cinsiyet tarihini ifşa etmektir. Bu nedenle, iki tür açılmayı ayırt etmek faydalı olabilir: beyan ve açıklama. İlki, geçişten önce kullanılır ve trans kimliğini beyan etmeyi ifade eder; ikincisi ise geçişten sonra kullanılır ve cinsiyet tarihini kendiliğinden açıklamayı ifade eder.

    Genel olarak, hem cinsel hem de cinsiyet azınlıkları için açılmak gelişimsel bir deneyimdir. Ancak birçok durumda sorunlu veya zorlayıcı olabilir. Klinik çalışmalarda, terapistler her zaman danışanları için açılmanın kişisel anlamını, danışanlarının daha önceki deneyimlerini ve yakın gelecekte bunun nasıl olacağına dair hayallerini ve zihinsel temsillerini dikkate almalıdır.

    Klinik çalışanlarının kendilerini açması üzerine düşünceler

    Geçmişte, klinik çalışanlarının danışanlarına kendilerini açması önerilmezdi. Ancak, artık böyle bir kendini açmanın terapötik faydaları olabileceği kabul edilmektedir. Kendini açma meselesi, burada tamamen tartışılamayacak kadar karmaşık bir konu olsa da bu bölümde sadece bazı düşünceler sunulması amaçlanmaktadır.

    Cinsel ya da cinsiyet kimliği ve diğer birçok konuda kendini açıp açmama kararı hem spontan hem de planlı olmalıdır. Klinik çalışanlar, özel hayatlarına dair ipuçları bırakmadıklarını safça düşünmemelidir ve kendi cinsel ve cinsiyet kimliklerini gizlemenin, bu kimlikleri taşıyan bir terapisti fark eden danışanlar üzerinde bilişsel ve duygusal uyumsuzluk yaratabileceğini göz ardı edemezler.

    Kendini açma kararı ilişkisel bir konu olsa da klinik çalışanlar bu kararın terapötik olmasını sağlamak için her türlü çabayı göstermelidir. Klinik çalışanların, bu kararın arkasındaki dürtüleri ve hedefleri anlaması temel bir öneme sahiptir —bu kararın terapötik ilişki için faydalı olup olmadığı ya da klinik çalışanın bir ihtiyacından kaynaklanıp kaynaklanmadığı—ve neden ve ne zaman danışan tarafından ortaya çıkarıldığı, hangi gerekçelerle alındığı da önemlidir. Son olarak, klinik çalışanları, kendi cinsel ve toplumsal cinsiyet kimliklerini ifade etme konusundaki isteksizliklerinin, özellikle danışanın belirli soruları veya ipuçlarından kaynaklanıyorsa, çözülmemiş endişelere, utanca veya mahcubiyet duygusuna işaret edebileceğinin farkında olmalıdır.

    LGBT+ Danışanlar ve Çocukları

    Birçok ülkedeki son sosyal ve yasal değişiklikler, LGBT+’lerin kendiliğe ve ötekilere dair temsillerini derinden değiştirmiştir ve buna karşılık, terapötik alanda ele alınan birçok konu da değişmiştir. On yıl önce, cinsel ya da cinsiyet kimliğini gizleme ve saklama ile ilgili kaygılar daha yaygındı. Bugün, danışmanlık odalarımızda, LGBT danışanlar aynı zamanda aşk, ebeveynlik ve aile projeleri hakkında hikayeler anlatmaktadır.

    Önceden, birçok lezbiyen ve gay ebeveyn, heteroseksüel ilişkilerde çocuk sahibi olmuşken, giderek daha fazla sayıda aynı cinsiyetten çift şimdi çocuk sahibi olmayı tercih etmektedir. Her ülkenin bu konuya dair kendi yasaları vardır. Bazı ülkelerde, LGBT+ ve heteroseksüel ebeveynler eşit haklara sahipken diğer bazı ülkelerde LGBT+ bireylerin ebeveynliği (evlat edinme dahil) yasaklanmıştır. LGBT+ bireylerin çocuk büyütme bağlamındaki sosyal ve hukuki durumları, onların günlük yaşamları ve güvenlik duyguları üzerinde önemli bir etki yapmaktadır ve aynı zamanda LGBT+ ebeveynliğine dair daha geniş zihinsel temsilleri de etkilemektedir (Campion, Morrissey ve Drazen, 2015).

    Yasal engellerle karşılaşmanın yanı sıra, LGBT+ bireyler ebeveynlik becerileri veya çocuğun menfaatleri konusunda önyargılarla karşılaşabilirler. En yaygın önyargılar, aynı cinsiyetten ebeveynlerin oluşturduğu ailelerde anne/baba ve anne-baba işlevleri arasındaki ayrımın olmamasıyla ilgilidir; bunun, aynı cinsiyetten ebeveynlere sahip bir çocuğun kendi cinsiyet kimliğini ve cinsel yönelimini geliştirmekte zorluk yaşayacağına dair bir inançtan kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu önyargılar, yıllarca süren titiz ampirik araştırmalarla ele alınmıştır (Baiocco ve ark., 2015). Bu araştırmaların sonuçları, Amerikan Psikanaliz Derneği’nin (2012) aşağıdaki açıklamasında özetlenmiştir:

    [. . .] Birikmiş kanıtlar, çocukların ulaşacağı sonuçlar ve refahı için önemli olan aile faktörlerinin, aile süreçleri ve etkileşimlerin kalitesi olduğunu göstermektedir. Bir bireyin ya da ailenin bu ebeveynlik nitelikleri açısından değerlendirilmesi, gerçek ya da algılanan cinsel yönelim, cinsiyet kimliği veya cinsiyet ifadesi hakkında önyargısız olmalıdır. Bir ebeveynin cinsel yöneliminin veya cinsiyet kimliğinin çocuğun gelişimini olumsuz etkileyeceğine dair güvenilir bir kanıt yoktur. APsaA, bireylerin biyolojik, yasal, bakım, evlat edinen veya biyolojik ebeveyn olarak hakları konusunda gerçek veya algılanan cinsel yönelim, cinsiyet kimliği veya cinsiyet ifadesine dayalı herhangi bir ayrımcılığı reddeder. Çocuklar, ebeveynleriyle olan ilişkilerinin istikrarlı ve yasal olarak tanındığını bilmeye hak sahibidirler. [. . .]

    Kendi pozisyonlarını LGBT+ ebeveynler ve çocuklarının refahı konusunda işlemek için klinik çalışanlar, bu alandaki araştırmalar ve klinik anlatılar hakkında bilgilendirilmeli ve güncel olmalıdır ve bu şekilde danışanlarına saygılı ve empatik bir dinleme sağlanmalıdır. Ayrıca sağlık profesyonelleri, LGBT+ ebeveynlerle klinik bağlamlarda karşılaşabilecekleri özel sorunlara hazırlıklı olmalıdır. Örneğin, çocuk sahibi olma güçlüğüyle ilgili bir çaresizlik hissi, LGBT+ olmanın getirdiği yetersizlik duyguları, sıradışı bir aile bağlamında çocuk büyütme korkusu ve çocuğun biyolojik ebeveynine karşı kıskançlık veya haset gibi konulara dair hazırlanmış olmaları gerekmektedir.

    Son bir örnek olarak, bir lezbiyen anneden alınan şu hikaye, bu meseleleri örneklemek açısından faydalı olabilir:

    Evlat edinilen çocukların bile “ikiden fazla” ebeveyni vardır: biyolojik ebeveynleri ve “manevi” ebeveynleri, yani “gerçek” olanlar! Tıpkı bir gün evlat edinen bir annenin çocuğuna biyolojik ancak “yok” olan ebeveynlerinden bahsedeceği ve onların bebeklerine neden bakamadığını ya da bakmak istemediğini anlamasına yardımcı olması gerektiği gibi, ben de kızıma “yok” olan bir ebeveyni, yani “biyolojik babasını” anlatacağım. O, çocuğunu terk eden bir adam değil, bana ve diğer annesine – açıkça söylemek gerekirse – sevgi ve arzuyla dolu bir projeyi hayata geçirmemizde yardımcı olan bir beyefendi.

    Psikoterapistlerin donör anneler veya taşıyıcı annelerle ilgili önyargılarını fark etmeleri önemlidir. Böylece, sosyal ebeveynlerle birlikte, göz ardı edilmemesi gereken; aksine ifade edilip işlenmesi gereken üzüntüleri, kaygıları, yansıtma mekanizmalarını ve korkuları anlayabilirler. Sonuçta, her ailenin anlatacak kendi hikâyesi vardır.

    Bu bölümde ele alınan karmaşıklıkların farkında olmak, terapistleri LGBT+ danışanlarla çalışırken sosyal damgalama, içselleştirilmiş homofobi ve kesişen kimlikler gibi konularla ilişkili psikodinamikleri daha iyi değerlendirme konusunda donanımlı hale getirebilir. Terapistler, LGBT+ kimliğine sahip bireyler için belirli bir müdahale seti uygulamak yerine, bu farkındalığı danışanın benzersiz bireysel durumu ve ihtiyaçlarını anlamada ve bunlara yanıt vermede bir rehber olarak kullanabilir; tıpkı iyi yürütülen herhangi bir psikodinamik terapide olduğu gibi.